İBRÂHÎM SÛRESİ

﴿ وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّ اجْعَلْ هٰذَا الْبَلَدَ اٰمِنًا وَاجْنُبْن۪ي وَبَنِيَّ اَنْ نَعْبُدَ الْاَصْنَامَۜ ﴿٣٥﴾

35. Ey Resûlüm! Zikret o vakti ki, İbrâhim şöyle demişti: ″Ey Rabbim! Bu beldeyi (Mekke’yi) emin bir yer kıl. Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.″

﴿ رَبِّ اِنَّهُنَّ اَضْلَلْنَ كَث۪يرًا مِنَ النَّاسِۚ فَمَنْ تَبِعَن۪ي فَاِنَّهُ مِنّ۪يۚ وَمَنْ عَصَان۪ي فَاِنَّكَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٣٦﴾

36. Ey Rabbim! Şüphesiz putlar, insanlardan birçoğunun dalâlete düşmesine sebep oldular. Bana tâbi olan bendendir; bana âsi olan için de şüphesiz Sen çok bağışlayansın, çok merhamet edensin.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Abdullah İbn-i Amr İbn’il-Âs Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, İbrâhim Aleyhisselâm’ın, Sûre-i İbrâhîm, Âyet 36’da geçen ″Ey Rabbim! Şüphesiz putlar, insanlardan birçoğunun dalâlete düşmesine sebep oldular. Bana tâbi olan bendendir; bana âsi olan için de şüphesiz Sen çok bağışlayansın, çok merhamet edensin″ buyruğunu ve Îsâ Aleyhisselâm’ın, Sûre-i Mâide, Âyet 118’de geçen ″Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır (Sana itiraz edecek yoktur). Eğer onları affedersen, şüphesiz Sen her şeye gâlipsin, hüküm ve hikmet sahibisin″ diye geçen âyetleri okudu ve ellerini kaldırarak:

اللّٰهُمَّ أُمَّتِي أُمَّتِي وَبَكَى فَقَالَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ يَا جِبْرِيلُ اذْهَبْ إِلَى مُحَمَّدٍ وَرَبُّكَ أَعْلَمُ فَسَلْهُ مَا يُبْكِيكَ فَأَتَاهُ جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلَام فَسَأَلَهُ فَأَخْبَرَهُ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِمَا قَالَ وَهُوَ أَعْلَمُ فَقَالَ اللّٰهُ يَا جِبْرِيلُ اذْهَبْ إِلَى مُحَمَّدٍ فَقُلْ إِنَّا سَنُرْضِيكَ فِي أُمَّتِكَ وَلَا نَسُوءُكَ (م عن عبد اللّٰه بن عمرو بن العاص(

″Allah’ım! Ümmetim, ümmetim″ deyip ağladı. Allah’u Teâlâ: ″Yâ Cebrâil! Muhammed’e git ve Rabbin en iyi bilen olduğu halde, onu ağlatanın ne olduğunu sor″ diye buyurdu. Bunun üzerine Cebrâil Aleyhisselâm, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve niçin ağladığını sordu. Peygamberimiz de durumu ona haber verdi. Allah’u Teâlâ en iyi bilen olduğu halde buyurdu ki:

- Yâ Cebrâil! Muhammed’e git ve de ki: ″Ümmetin konusunda Biz seni râzı edeceğiz ve seni üzmeyeceğiz.″[1]

﴿ رَبَّنَٓا اِنّ۪ٓي اَسْكَنْتُ مِنْ ذُرِّيَّت۪ي بِوَادٍ غَيْرِ ذ۪ي زَرْعٍ عِنْدَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِۙ رَبَّنَا لِيُق۪يمُوا الصَّلٰوةَ فَاجْعَلْ اَفْـِٔدَةً مِنَ النَّاسِ تَهْو۪ٓي اِلَيْهِمْ وَارْزُقْهُمْ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَشْكُرُونَ ﴿٣٧﴾

37. ″Ey Rabbimiz! Ben zürriyetimden bâzısını Senin Beyt-i Muharremi’nin (Kâbe’nin) yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namaz kılsınlar diye böyle yaptım. Artık insanlardan bir kısmının kalplerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır. Umulur ki onlar şükrederler.″

İzah: İbrâhim Aleyhisselâm’ın, Hacer vâlidemizi ve oğlu İsmâil Aleyhisselâm’ı daha kundakta bebek iken, şu anki Kâbe’nin olduğu yere bırakması, Allah’u Teâlâ’nın bu emrine Hacer vâlidemizin tevekkül etmesi ve oradan Zemzem suyunun çıkması, orasının nasıl bir yerleşim yeri hâline geldiği, İbrâhim ve İsmâil Aleyhimesselâm’ın Kâbe’yi inşaa etmeleri İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şöyle nakledilmiştir:

جَاءَ بِهَا إِبْرَاهِيمُ وَبِابْنِهَا إِسْمَاعِيلَ وَهِيَ تُرْضِعُهُ حَتَّى وَضَعَهُمَا عِنْدَ الْبَيْتِ عِنْدَ دَوْحَةٍ فَوْقَ زَمْزَمَ فِي أَعْلَى الْمَسْجِدِ وَلَيْسَ بِمَكَّةَ يَوْمَئِذٍ أَحَدٌ وَلَيْسَ بِهَا مَاءٌ فَوَضَعَهُمَا هُنَالِكَ وَوَضَعَ عِنْدَهُمَا جِرَابًا فِيهِ تَمْرٌ وَسِقَاءً فِيهِ مَاءٌ ثُمَّ قَفَّى إِبْرَاهِيمُ مُنْطَلِقًا فَتَبِعَتْهُ أُمُّ إِسْمَاعِيلَ فَقَالَتْ يَا إِبْرَاهِيمُ أَيْنَ تَذْهَبُ وَتَتْرُكُنَا بِهَذَا الْوَادِي الَّذِي لَيْسَ فِيهِ إِنْسٌ وَلَا شَيْءٌ فَقَالَتْ لَهُ ذَلِكَ مِرَارًا وَجَعَلَ لَا يَلْتَفِتُ إِلَيْهَا فَقَالَتْ لَهُ أَاللّٰهُ الَّذِي أَمَرَكَ بِهَذَا قَالَ نَعَمْ )خ عن ابن عباس)

Hz. İbrâhim; Hz. İsmâil ve annesi Hacer vâlidemizi şu anki Beytullah’ın bulunduğu yere yakın Zemzem kuyusunun üstüne bıraktı. O tarihte Mekke’de hiçbir kimse yoktu. Hattâ içecek su da yoktu. Hz. İbrâhim, onların yanlarına biraz hurma ve bir miktar su bırakıp, oradan ayrılırken Hacer vâlidemiz:

- Yâ İbrâhim! Bizi buraya bırakıp nereye gidiyorsun? Burası öyle bir vâdi ki, ne bir kimse var, ne de bir hayat eseri var, dedi. Hz. İbrâhim kendisine dönmeyince, tekrar Hacer vâlidemiz:

- Buraya bırakmayı Allah’u Teâlâ mı emretti? diye sordu. Hz. İbrâhim:

- Evet! Allah’ın emri olduğu için bırakıyorum, dedi. Bunun üzerine Hacer vâlidemiz:

- Öyleyse Allah’u Teâlâ bizim vekilimizdir, O bizi korur ve bize yardım eder, dedi.

Hz. İbrâhim, oradan ayrılıp gitti. Mekke’nin üstündeki ″Seniyye″ mevkiinde görülmeyecek bir yere varınca, yüzünü Kâbe’nin olduğu tarafa döndü ve ellerini kaldırarak (Sûre-i İbrâhîm, Âyet 37’de geçtiği üzere) şöyle duâ etti:

″Ey Rabbimiz! Ben zürriyetimden bâzısını Senin Beyt-i Muharremi’nin (Kâbe’nin) yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namaz kılsınlar diye böyle yaptım. İnsanlardan bir kısmının kalplerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır ki, şükretsinler.″

Hz. İsmâil’in annesi, henüz daha çocuğunu emzirmekteydi ve yanlarında bulunan sudan içiyorlardı. Hacer vâlidemiz su bitince kendisi ve oğlu susadı. Oğlunun susuzluk çektiğini görünce dayanamadı ve Safâ Tepesi’ne çıktı. Sonra vâdiye karşı durup bir kimse görebilir miyim, diye bakmaya başladı. Fakat kimseyi göremiyordu. Oradan vâdiye indi. Eteğini toplayarak koşmaya başladı. Sonra Merve Tepesi’ne çıktı. Orada da bakındı ancak kimseyi göremedi. Hacer vâlidemiz, bu şekilde yedi sefer Safâ ile Merve arasında gitti. Bunun için insanlar, Safâ ile Merve arasında sa’y ederler, buyurmuştur. Son defa Merve Tepesi’ne çıktığında bir ses işitti. Bunun üzerine Hacer vâlidemiz: ″Ey ses sahibi! Sesini duyurdun. Eğer bize yardım edecek bir kudretin varsa bize yardım et″ dedi. Böyle der demez, Zemzem kuyusunun yerinde bir melek (Cebrâil Aleyhisselâm) göründü. O melek, topuğu ile yahut kanadıyla yeri kazıyordu. Nihâyet su göründü. Su başka tarafa akmasın diye Hacer vâlidemiz hemen suyun etrafını çevirerek havuz gibi yaptı. Hem eliyle böyle yapıyor. Hem de bir taraftan kırbasını doldurmaya devam ediyordu. Suyu aldıkça su da kaynamaya devam ediyordu. (Hacer vâlidemiz suyun etrafındaki setin dağılmaması için suya dur, dur diye hitap ediyordu. Zemzem adı buradan gelir. O zamanın dilinde de Zemzem “dur dur” demektir)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’u Teâlâ, Hz. İsmâil’in annesi Hz. Hacer’e rahmet etsin. O Zemzem’i kendi hâline bıraksaydı da, suyun etrafına set yaparak dur dur demeseydi, muhakkak Zemzem akar bir ırmak olurdu″ diye buyurdu.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, sözüne devamla dedi ki:

Hacer vâlidemiz bu sudan içti ve çocuğunu emzirdi. Cebrâil, Hz. Hacer’e:

- Zâyi ve helâk oluruz diye sakın korkmayın! İşte şurası Al­lah’u Teâlâ’nın evidir. O evi şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki, Allah’u Teâlâ o işin ehlini zâyi etmez, dedi. Beyt’in yeri tepe gibi olup yerden yüksekçe idi. Uzun zaman sel­ler sağını solunu alıp götürmüştü.

Hacer vâlidemiz bu şekilde yaşarken günün birinde Cürhüm’den bir topluluk uğradı. Bunlar Mekke’nin alt tarafına indiler. Cürhümlüler oraya bir kuşun gelip gittiğini gördüler ve ″Hiç şüphesiz şu kuş bir suyun başında döner dolaşır. Halbuki bu vâdide su bulunmadığını biliyorduk″ dediler ve bunu anlamak için çevik olan bir yahud iki kişi gönderdiler. Onlar ora­da su bulunduğunu anlayınca, dönüp geldiler ve su olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Cürhümlüler Mekke mevkiine geldiler.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ dedi ki:

Cürhümlüler geldiğinde Hz. İsmâil’in annesi de su başında idi. Cürhümlüler ona:

- Bizim de gelip şuraya senin yakınına inmemize izin verir mi­sin? dediler. Hz. Hacer de:

-Evet, inebilirsiniz. Fakat bu suda sizin mülkiyet hakkınız yoktur, dedi. Onlar da:

-Evet, diyerek Hz. Hacer’i tasdik ettiler. Ünsiyete muhtaç olduğu bir sırada Cürhümlüler’in bu gelişi Hz. Hacer’in arzusuna uygun oldu. Cürhümlüler Mekke civârına gelip yerleştiler. Sonra Cürhümlülerin asıl kalabalık kısmına da haber gönder­diler. Onlar da gelip yerleştiler. Nihâyet Mekke’nin bulunduğu yer me­denî mâmur bir hâle gelmeye başladı.

Hz. Hacer’in oğlu Hz. İsmâil yiğitlik ve gençlik çağına girdi. Cürhümlülerden Arapça öğrendi. Artık Hz. İsmâil Cürhümlüler arasında en sevimli bir simâ olmuştu. Onun necâbeti[2], güzelliği Cürhümlüleri hayret içinde bırakmıştı. Bu sebeble Hz. İsmâil bulûğa erince Cürhümlüler onu kendilerin­den bir kızla evlendirdiler. Hayatın bu mesûd safhası devam ederken günün birinde Hz. İsmâil’in annesi Hacer vâlidemiz öldü. (Hz. Hacer’in doksan yaşına girdiği ve Kâbe’nin bitişiğindeki Hicr denilen yere gömüldüğü rivâyet edilir.)

Hz. İsmâil evlendikten sonra, Hz. İbrâhim bırakıp gittiği oğlunu ve kadı­nını arayarak görmeye geldi. Hz. İsmâil, o sırada evde yoktu, Hz. İsmâil’i ka­rısına sordu. O da:

-Rızkımızı tedârik etmek için ava gitti, diye cevap verdi. Sonra Hz. İbrâhim:

-Maişetiniz, hâliniz nasıldır? diye sordu. Hz. İsmâil’in hanımı:

- Şiddetli darlık içindeyiz, fenâ bir haldeyiz, diye şikâyet etti. Bunun üzerine Hz. İbrâhim dedi ki:

- Kocan geldiğinde benden selâm söyle ve ona de ki: ″Kapısının eşiğini değiştirsin.″

Hz. İsmâil geldiğinde babasının gelip gittiğini sezer gibi oldu ve ka­rısına:

-Evimize gelen oldu mu? diye sordu. O da:

- Evet, şöyle şöyle şekilde yaşlı bir kişi geldi. Bana seni sordu. Cevap verdim. Maişetimizi sordu. Ben de şiddetli darlık içinde bulunduğumuzu söyledim, dedi. Bunun üzerine Hz. İsmâil:

-Sana bir şey vasiyet ve bir söz emânet etti mi? dedi. O da:

- Evet, bana, sana selâm söylememi ve kapısının eşiğini değiştirsin dememi tenbih etti, dedi. Sonra Hz. İsmâil, hanımına:

- O gelen ihtiyar, babamdır. Bana senden ayrılmamı emretmiştir. Artık sen kendi ailenin evine gidebilirsin, dedi ve ondan ayrılarak Cürhümlülerden başka bir kadınla evlendi.

Hz. İbrâhim, Allah’ın dilediği bir müddet uzaklaştı da sonra yine geldi. Yine evde Hz. İsmâil’i bulamadı. Onun hanımının yanına geldi. Ona da Hz. İsmâil’i sordu. O da:

-Maişetimizi tedârik etmek için ava gitti, dedi. Hz. İbrâhim:

-Nasılsınız, maişetiniz, hâliniz iyi midir? diye sordu. İsmâil’in hanımı:

- Biz hayır, saadet ve bolluk içindeyiz, diye Allah’a hamdu senâ etti. Bunun üzerine Hz. İbrâhim:

-Ne yiyip içiyorsunuz? diye sordu. Kadın:

-Et yiyoruz, su içiyoruz, dedi. Hz. İbrâhim:

- Ey Allah’ım! Bunların etlerini ve sularını mübârek kıl, hayır ve bereket ihsan eyle, diye duâ etti.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

- Hz. İbrâhim zamanında Mekke ci­vârında hubûbat yoktu. Av etiyle gıdâlanıyorlardı. Eğer o târihlerde ve oralarda hubûbat olsaydı, Hz. İbrâhim hubûbat hakkında da duâ ederdi.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ dedi ki:

Hz. İbrâhim’in bu duâsı bereketiyledir ki, et ile su Mekke’den başka yerlerde (o sıcak muhitte) Mekke’deki kadar hiç­bir kimsenin sıhhatine uygun düşmez.

Yine İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ sözüne devamla dedi ki: Hz. İbrâhim, kadına dedi ki:

- Kocan geldiğinde benden selâm söyle ve ona de ki: ″Kapısının eşiğini güzel tutsun.″

Hz. İsmâil geldiğinde:

-Evimize gelen oldu mu? diye sordu. Karısı:

- Evet, güzel yüzlü bir ihtiyar geldi, diye Hz. İbrâhim’i methetti. Sonra kadın:

- Seni sordu, ben de rızkımızı tedârik etmek için ava gitti, dedim.

- Ge­çiminiz nasıldır? dedi. Ben de:

- Hayır ve saadet içindeyiz, dedim. Sonra Hz. İsmâil:

-Sana bir şey vasiyet etti mi? diye sordu. Kadın da:

- Evet, o ihtiyar sana selâm söyledi ve kapının eşiğini iyi tut­manı emreyledi, dedi. Bunun üzerine Hz. İsmâil, hanımına:

- İşte o, babamdır; sen de evimizin şerefli eşiğisin! Babam ba­na seni hoş tutmamı, iyi geçinmemi emretmiştir, dedi.

Sonra Hz. İbrâhim, yine bir müddet daha oğlundan ve ailesinden uzak­ta yaşadı. Ondan sonra Mekke’ye geldi. O sırada Hz. İsmâil, Zemzem ku­yusunun yakınında büyük bir ağacın altında okunu yontup düzeltmekte idi. Hz. İsmâil, babasını görünce hemen kalkıp ona karşı vardı. Baba oğul birbirlerine sarıldılar; el, yüz öpmelerinde bulundular. Sonra Hz. İbrâhim, oğluna:

-Yâ İsmâil! Allah’u Teâlâ bana büyük bir iş emretti, dedi. Hz. İsmâil de:″Rabbin ne emretti ise onu yerine getir″ dedi. Hz. İbrâhim:″Fakat bu işte sen bana yardım edeceksin″ dedi. Hz. İsmâil: ″Ben sana her türlü yardımı yaparım″ dedi. Bunun üzerine Hz. İbrâhim:

- Allah’u Teâlâ burada bir ″Beyt″ yapmamı emretti, diye etrafından yük­sekçe bir tepeye işâret etti.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ dedi ki:

Hz. İbrâhim ile Hz. İsmâil, işte orada Kâbe’nin temelini atıp duvarlarını yükselttiler. Hz. İsmâil taş getirir, Hz. İbrâhim de bina ederdi. Nihâyet Beyt’in binası ilerleyip duvarları yükseldiğinde Hz. İsmâil, (Makâm-ı İbrâhim[3] diye bilinen) taşı getirdi. Hz. İbrâhim de onu ayağının altına (iskele olarak) koydu, üzerinde inşaata devam etti. Hz. İbrâhim yapar, Hz. İsmâil de taş sunardı. Nihâyet inşaat tamam olduktan sonra, baba oğul Beyt’in etrafını tavaf ederek (Sûre-i Bakara, Âyet 127’de geçtiği üzere) şöyle duâ ediyorlardı:

″Ey Rabbimiz! Şu hayırlı amelimizi bizden kabul buyur. Şüphesiz ki sen, her şeyi işiten ve bilensin.″[4]

﴿ رَبَّنَٓا اِنَّكَ تَعْلَمُ مَا نُخْف۪ي وَمَا نُعْلِنُۜ وَمَا يَخْفٰى عَلَى اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِ ﴿٣٨﴾

38. ″Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen, bizim gizlediğimizi de, açığa vurduğumuzu da bilirsin. Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.″

﴿ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي وَهَبَ ل۪ي عَلَى الْكِبَرِ اِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَۜ اِنَّ رَبّ۪ي لَسَم۪يعُ الدُّعَٓاءِ ﴿٣٩﴾

39. Hamd, ihtiyarlığımda bana İsmâil ve İshâk’ı ihsan eden Allah’a mahsustur. Şüphesiz ki Rabbim, elbette duâyı işitendir (kabul edendir).

İzah: İbrâhim Aleyhisselâm, Allah’u Teâlâ tarafından kendisine verilen nîmetleri beyan ederken, ihtiyar olduğu halde kendisine verilen evlat nîmetini de zikretmektedir. Zîrâ kişinin, ölümünden sonra geride kalan nîmetlerden biri de, Allah’ı zikreden bir nesildir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

ثَلَاثٌ يَبْقِينَ لِلْعَبْدِ بَعْدَ مَوْتِهِ‏:‏ صَدَقَةٌ أَجْرَاهَا، وَعِلْمٌ أَحْيَاهَ، وَذُرِّيَّةٌ يَبْقُونَ بَعْدَهُ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ‏‏ ‏(‏أبو الشيخ عن أنس‏)‏‏

″Şu üç şeyin, kul için öldükten sonra da mükâfatı devam eder: Sadaka-i câriye (insanların istifâde ettiği yol, çeşme, cami vs. yapmak). Faydalı ilim. Kendisinden sonra Allah’ı zikreden nesil.″[5]

﴿ رَبِّ اجْعَلْن۪ي مُق۪يمَ الصَّلٰوةِ وَمِنْ ذُرِّيَّت۪يۗ رَبَّنَا وَتَقَبَّلْ دُعَٓاءِ ﴿٤٠﴾ رَبَّنَا اغْفِرْ ل۪ي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ۟ ﴿٤١﴾

40-41. ″Yâ Rabbi! Beni ve zürriyetimden olanı (sâlih kimseleri) namazı devamlı kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duâmı kabul et.* Ey Rabbimiz! Hesap günü beni, anne ve babamı ve Mü’minleri bağışla.″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de İbrâhim Aleyhisselâm, kendisi ve hem de zürriyeti için duâ etmektedir. Bu duâsında Allah’u Teâlâ’dan, kendisi ve zürriyetinden gelecek olan sâhih kimseler için Allah’ın rızâsına uygun şekilde yaşamalarını dilemektedir.

Bu sebeple bir Müslüman, yaptığı duâsında, hem kendinden olacak zürriyetine, hem de kendinden önce geçmiş olan atalarına ve din kardeşlerine yer vermelidir.

Allah’u Teâlâ, bizden önce geçmiş olan din kardeşlerimize duâ etmemiz gerektiğine dair Sûre-i Haşr, Âyet 10’da da şöyle buyurmuştur:

Onlardan sonra gelenler de: ″Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden evvel îman eden kardeşlerimizi bağışla ve îman edenlere karşı kalbimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin!″ derler.

Kişinin evlatlarına duâ etmesi hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

دُعَاءُ الْوَالِدِ لِوَلَدِهِ كَدُعَاءِ النَّبِىِّ لِاُمَّتِهِ) فر عن أنس)

″Babanın, evlâdına karşı duâsı, Peygamberlerin ümmetine olan duâsı gibidir.″[6]

Yine bu konuda Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

سَبْعٌ يَجْرِي لِلْعَبْدِ أَجْرُهُنَّ مِنْ بَعْدِ مَوْتِهِ وَهُوَ فِي قَبْرِهِ مَنْ عَلَّمَ عِلْمًا أَوْ كَرَى نَهْرًا أَوْ حَفَرَ بِئْرًا أَوْ غَرَسَ نَخْلا أَوْ بَنَى مَسْجِدًا أَوْ وَرَّثَ مُصْحَفًا أَوْ تَرَكَ وَلَدًا يَسْتَغْفِرُ لَهُ بَعْدَ مَوْتِهِ (ابن ابى داود وسمويه حل هب عن انس(

″Yedi husus vardır ki, bunların mükâfatı kul için ölümünden sonra ve o, kabrinde olduğu halde yazılmaya devam eder: İlim öğreten, ırmak akıtan, kuyu kazan, bir miktar hurma ağacı diken, mescit inşaa eden, Mus­haf (Kur’ân) mîras bırakan yahut ölümünden sonra kendisinin bağışlanmasını dileyecek evlat bırakan.″[7]

Anne ve baba için duâ etmek gerektiğine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا الْمَيِّتُ فِي قَبْرِهِ اِلَّا شِبْهَ الْغَرِيقِ المُتَغَوِّثُ يَنْتَظِرً دَعْوَةً مِنْ أَبٍ أَوْ أُمٍّ أَوْ وَلَدٍ أَوْ صَدِيقٍ ثِقَةٍ فَإذَا لَحِقَتْهُ، كَانَ أَحَبُّ اِلَيْهِ مِنَ الدُّنْيَا وَمَا فِيهَا وَاِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ لَيَدْخِلُ عَلَى أَهْلِ الْقُبُورِ مِنْ دُعَاءِ أَهْلِ الدُّنْيَا أَمْثَالَ الْجِبَالَ وَ اِنَّ هَدِيَّةَ الْأَحْيَاءِ اِلَى الْاَمْوَاتِ الْاِسْتِغْفَارُ لَهُمْ وَالصَّدَقَةُ عَنْهُمْ (الديلمى عن ابن عباس)

″Kabrindeki ölü, boğulmakta olup da imdat bekleyen kişiye benzer. Dâimâ babadan, anneden, evlattan veya sâdık dosttan duâ bekler. Bu duâ ona ulaştığı zaman, bu ona dünyâ ve içindekilerden hayırlı olur. Allah’u Teâlâ kabir ehline dünyâ ehli tarafından yapılan duâları, dağlar hâline getirip kabre öyle sokar. Dirilerin ölülere gönderecekleri en büyük hediye, onlar için Allah’tan rahmet dilemek, bir de onlar nâmına sadaka vermektir.″[8]


[1] Sahih-i Müslim, Îman 86 (346).

[2] Necâbet, soyluluk, soy temizliği anlamına gelmektedir.

[3] Makâm-ı İbrâhim hakkında Sûre-i Bakara, Âyet 125 ve izahına bakınız.

[4] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 10.

[5] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 264/6.

[6] Kenz’ül-İrfan, Hadis No: 336; Kenz’ül-Ummal, Hadis No: 3314; Sünen-i İbn–i Mâce, Duâ 11.

[7] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 296/3; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 3294.

[8] Râmûz’ul-Ehâdîs, 368/10.