MÜ’MİNÛN SÛRESİ
Bu sûre 118 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Bu sûre, Mü’minlerin vasıflarından haber verdiği ve onların Allah’ın yardımına nâil olacakları müjdelendiği için, ″Mü’minler″ anlamına gelen ″Mü’minûn″ ismi verilmiştir.
Mü’minûn Sûresi’nin baştan on âyetinin gereğini yapan kimselerin Cennetlik olduğuna dair Hz. Ömer’den şu Hadis-i Şerif’te nakledilmiştir:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e vahiy geldiği zaman başının üstünde arı uğuldamasına benzeyen bir ses işitilirdi. Bir gün kendisine vahiy gelmişti. Bir süre bekledikten sonra vahiy durumu ondan kaldırıldı. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, kıbleye karşı durdu, ellerini kaldırdı ve şöyle buyurdu:
- Allah’ım! Biz Müslümanların sayısını artır eksiltme. Bizi şerefli kıl, alçaltma. Bize ver, mahrum etme. Bizi gözet, üzerimize başkalarını tercih etme. Bizi memnun et, bizden râzı ol. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla:
أُنْزِلَ عَلَيَّ عَشْرُ آيَاتٍ مَنْ أَقَامَهُنَّ دَخَلَ الْجَنَّةَ ثُمَّ قَرَأَ {قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ} حَتَّى خَتَمَ عَشْرَ آيَاتٍ (ت عن عمر بن الخطاب)
″Bana on âyet indirildi ki, kim onların gereğini yaparsa mutlaka Cennete girecektir″ diye buyurdu ve sonra: ″Mü’minler felah buldular″ âyetiyle okumaya başlayarak, Mü’minûn Sûresi’nin başından on âyet okudu.[1]
[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 24.
﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ﴾
Bismillâhirrahmânirrahîm.
﴿ قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَۙ ﴿١﴾ ﴾
1. Muhakkak ki, Mü’minler felah buldular.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَمَّا خَلَقَ اللّٰه جَنَّة عَدْن وَغَرَسَ أَشْجَارهَا بِيَدِهِ فَقَالَ لَهَا تَكَلَّمِي فَقَالَتْ قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ (ك عن أنس)
″Allah’u Teâlâ Adn Cenneti’ni yaratıp, kendi eliyle[1] oranın ağaçlarını dikince, ona: ″Konuş″ dedi. O da: ″Muhakkak ki Mü’minler felah buldular″ dedi.[2]
[1] Bu Hadis-i Şerif’te geçen ″Kendi eliyle″ ifadesi müteşâbihtir.
[2] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3439.
﴿ اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَۙ ﴿٢﴾ ﴾
2. O Mü’minler ki, namazlarını huşû ile kılarlar.
İzah: Huşû, dâimâ Allah korkusunu üzerinde taşımaktır. Namazda ki huşû ise, bir kimsenin hem kalben ve hem de bedenen namazı tadili erkân üzere huzurlu ve edepli bir şekilde kılmasıdır. Huşûnun yeri kalptir. Kalp huşû içinde olduğu zaman, bütün beden de huşû içinde olur.
Nitekim Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, namaz kılarken sakalıyla uğraşan bir adamı gördü ve ona şöyle buyurdu:
لَوْ خَشَعَ قَلْب هَذَا خَشَعَتْ جَوَارِحه. (الحكيم عن أبي هريرة)
″Şâyet bu adamın kalbi huşû duymuş olsaydı, azaları da elbette huşû duyardı.″[1]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
تَعَوَّذُوا بِاللّٰهِ مِنْ خُشُوعِ النِّفَاقِ. قَالُوا: يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَمَا خُشُوعُ النِّفَاقِ؟ قَالَ: خُشُوعُ الْبَدَنِ وَنِفَاقُ الْقَلْبِ (هب عن أبي بكر الصديق)
″Nifak olan huşûdan Allah’a sığının.″ Ashâb: ″Yâ Resûlallah! Nifak olan huşû nasıl oluyor?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″Beden huşû içinde olurken kalbin nifak içinde olmasıdır.″[2]
Namazlarda huşûnun önemine dair çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
صَلِّ صَلَاةَ مُوَدِّعٍ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ كُنْتَ لَا تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ وايئسْ مِمَّا فِي أَيْدِي النَّاسِ تَعِشْ غَنِيًّا وَإِيَّاكَ وَمَا يُعْتَذَرُ مِنْهُ. (ابن النجار عن ابن عمر)
″Vedâlaşan kimse gibi namaz kıl. Bir de Allah’ı görür gibi namaz kıl. Eğer bu hâli kendinde bulamıyorsan, o takdirde en azından, Allah seni görüyor düşüncesi içinde namaz kıl.″[3]
Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
سَأَلْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ الْتِفَاتِ الرَّجُلِ فِي الصَّلَاةِ فَقَالَ إِنَّمَا هُوَ اخْتِلَاسٌ يَخْتَلِسُهُ الشَّيْطَانُ مِنْ صَلَاةِ الْعَبْدِ (د عن عائشة)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Namazda oraya buraya bakmak nedendir?″ diye sordum. ″Bu, kulun namazından şeytanın bir hırsızlığıdır″ diye cevap verdi.[4]
Şeytan hırsızdır. Kişinin iyi amellerinin tümünü veya birazını çalmak için arkasında gezen yan kesici gibidir. Namazda secde yerinden başka tarafa bakmak namazın sevabını götürür. Hadis-i Şerif’te de geçtiği gibi, şeytan, kişiye vesvese vererek namazda secde yerinden başka tarafa, sağa sola baktırmak sûretiyle onun namazının sevabından çalar. Kişi eğer az bakmışsa sevabının azını, çok bakmışsa da sevabının çoğunu çaldırmış olur.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ الرَّجُلَ لَيَنْصَرِفُ وَمَا كُتِبَ لَهُ إِلَّا عُشْرُ صَلَاتِهِ تُسْعُهَا ثُمْنُهَا سُبْعُهَا سُدْسُهَا خُمْسُهَا رُبْعُهَا ثُلُثُهَا نِصْفُهَا (د عن عمار بن ياسر)
″Kişi vardır, namazını kılar bitirir de kendisine namazın sevabının ancak onda biri yazılır. Kişi vardır, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri yahut yarısı yazılır.″[5]
Yine bu hususta Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu, şu Hadis-i Şerif’i nakletmektedir:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem mescide girmişti. Derken bir adam geldi ve namaz kıldı. Sonra gelip Peygamberimiz ile selamlaştı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona: ″Dön ve yeniden namaz kıl, çünkü sen namaz kılmış olmadın″ dedi. O da dönüp evvelce kıldığı gibi namaz kıldı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yine ona: ″Dön ve yeni baştan kıl, çünkü sen namaz kılmış olmadın″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem üçüncüsünde de namazı tekrar kılmasını emredince, o şahıs: ″Seni hak üzere gönderen Allah’a yemin ederim ki, bu kıldığımdan başka daha iyi nasıl kılacağımı bilmiyorum. Bana doğrusunu öğretir misin Yâ Resûlallah?″ dedi. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
إِذَا قُمْتَ إِلَى الصَّلَاةِ فَكَبِّرْ ثُمَّ اقْرَأْ مَا تَيَسَّرَ مَعَكَ مِنَ الْقُرْآنِ ثُمَّ ارْكَعْ حَتَّى تَطْمَئِنَّ رَاكِعًا ثُمَّ ارْفَعْ حَتَّى تَعْدِلَ قَائِمًا ثُمَّ اسْجُدْ حَتَّى تَطْمَئِنَّ سَاجِدًا ثُمَّ ارْفَعْ حَتَّى تَطْمَئِنَّ جَالِسًا وَافْعَلْ ذَلِكَ فِي صَلَاتِكَ كُلِّهَا (خ م عن ابى هريرة)
″Namaza durduğun vakit, başlangıç tekbirini al. Kur’ân’dan iyi bildiğin sûre veya âyetleri oku. Rükûya varınca beden azaların yerleşinceye kadar bekle. Rükûdan başını kaldırınca bedenin tamamen doğruluncaya kadar ayakta dur. Sonra secdeye kapan ve azaların yerleşinceye kadar orada kal. Secdeden başını kaldırınca azaların yerleşinceye kadar otur. Ardından tekrar secde yap ve azaların yerleşinceye kadar orada kal. Sonrasında ayağa kalk ve dimdik dur. Namazın bütün rek’atlarında aynen böyle yapmaya devam et!″[6]
Abdurrahman İbn-i Şibl Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
نَهَى رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ نَقْرَةِ الْغُرَابِ وَافْتِرَاشِ السَّبُعِ، وَأَنْ يُوَطِّنَ الرَّجُلُ الْمَكَانَ فِى الْمَسْجِدِ كَمَا يُوَطِّنُ الْبَعِيرُ (د عن عبد الرحمن بن شبل)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, kişinin namazda karga gagalayışı gibi acele yatıp kalkmasından, yırtıcı hayvan gibi oturuşundan ve mescitte belli bir yeri deve gibi devamlı mekân edinmesinden nehyetti.[7]
Bu nedenle namaz kılarken acele rükû ve secde yapılmaz. Ne kadar ağır kılınırsa o kadar iyi olur. Ayrıca namaz kılarken secde yerine bakılır. Namazda sırf Allah’ın korkusu ve sevgisi olup, mahşer, mizan, Cennet ve Cehennem düşünülür, tefekkür edilir. Yine Hadis-i Şerif’te de geçtiği üzere, eğer kişinin belli bir görevi yoksa, namazını mescitlerde devamlı aynı yerde değil, farklı yerlerde kılması gerekir.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَيَعْجِزُ أَحَدُكُمْ اِذَا صَلَّى أَنْ يَتَقَدَّمَ أَوْ يَتَأَخَّرَ أَوْ عَنْ يَمِينِهِ أَوْ عَنْ شِمَالِهِ يَعْنِى السُّبْحَةَ (ه عن ابى هريرة)
″Sizden birisi (imam selâm verince, sünnet) namaz kılacağı zaman, ileri gitmekten veya geri çekilmekten veya sağına yahut soluna çekilmekten âciz mi kalıyor?″[8]
İşte imam selâm verip farz namazdan çıktıktan sonra, cemaatin ileri geri ve sağa sola dağılarak kalan sünnet namazlarını kılmaları bu Hadis-i Şerif’ten dolayıdır.
[1] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 5891.
[2] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 6714.
[3] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 5253.
[4] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 160-161;Sünen-i Tirmizî, Cuma 59.
[5] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 124
[6] Sahih-i Buhârî, Ezan 95; Sahih-i Müslim, Salat 11 (45 Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 423.
[7] Sünen-i Ebû Dâvud, Salat 143-144; Sünen-i Nesâî, Tatbik 55.
[8] Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’us-Salât 203; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 51/10.
﴿ وَالَّذ۪ينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَۙ ﴿٣﴾ ﴾
3. O Mü’minler ki, boş şeylerden yüz çevirirler.
İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
مِنْ حُسْنِ إِسْلَامِ الْمَرْءِ تَرْكُهُ مَا لَا يَعْنِيهِ (ت ه عن ابى هريرة)
″Boş şeyleri terk etmek, kişinin Müslümanlığının güzelli-ğindendir.″[1]
يَا حَفْصَةَإيَّاكَ وَكَثْرَةَ الْكَلاَمِفَإنَّ كَثْرَةَ الْكَلاَمِ بِغَيْرِ ذِكْرِ اللّٰهِ تَمِيْتُ الْقَلْبَ وَعَلَيْكِ بِكَثْرَةِ ذِكْرِ اللّٰهِ فَإنَّهُ يُحْيِى الْقَلْبَ (الديلمى عن حفصة)
″Yâ Hafsa! Çok sözden sakın. Zîrâ zikrullahsız çok söz, kalbi öldürür. Allah’ı çok zikreden söz de, kalbi diriltir.″[2]
الصَّمْتُ حُكْمٌ وَقَلِيلٌ فَاعِلُهُ وَمَنْ كَثُرَ كَلَامُهُ فِيمَا لَا يَعْنِيهِ كَثُرَتْ خَطَايَاهُ (العسكرى عن ابى الدرداء)
″Sükût hikmettir ve onu yapan da azdır. Boş şeylerde çok konuşanın, hatâsı da çoktur.″[3]
Kulları ayıktırmak için Allah’ın emir ve nehiylerini anlatmak ise boş söz değildir.
[1] Sünen-i Tirmizî, Zühd 11; Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 21.
[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 496/11.
[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 219/6.
﴿ وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِلزَّكٰوةِ فَاعِلُونَۙ ﴿٤﴾ ﴾
4. O Mü’minler ki, zekâtlarını verirler.
İzah: Zekât, fakirin zenginin malı üzerindeki hakkıdır. Bu sebeple cami, Kur’ân Kursu, yol ve çeşme yapımı için zekât verilmez. Hattâ zengin fakir bütün halkın kullandığı her türlü hayır yerleri dahi olsa, oraların yapımına ve kullanımına zekât verilmez. Zekât, sâdece fakirin ve ihtiyaç sahibinin hakkıdır. Zekâtın kimlere verileceğine dair daha geniş bilgi için Sûre-i Tevbe, Âyet 60 ve izahına bakınız.
Ebû Said Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
أَنَّ أَعْرَابِيًّا قَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَخْبِرْنِي عَنْ الْهِجْرَةِ فَقَالَ وَيْحَكَ إِنَّ شَأْنَ الْهِجْرَةِ شَدِيدٌ فَهَلْ لَكَ مِنْ إِبِلٍ قَالَ نَعَمْ قَالَ فَهَلْ تُؤَدِّي صَدَقَتَهَا قَالَ نَعَمْ قَالَ فَاعْمَلْ مِنْ وَرَاءِ الْبِحَارِ فَإِنَّ اللّٰهَ لَنْ يَتِرَكَ مِنْ عَمَلِكَ شَيْئًا (خ م عن ابى سعيد الخدرى)
Bir bedevî gelerek: ″Yâ Resûlallah! Bana hicretten haber ver″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Vah sana! O ağır bir iştir. Senin develerin var mı?″ dedi. Adam: ″Evet″ deyince, zekâtını veriyor musun?″ diye sordu. Adam: ″Evet″ deyince, ″Öyleyse sen o uzaklarda kal ve çalış. Zîrâ Allah senin amelinden hiçbir şeyi eksiltmeyecektir″ diye buyurdu.[1]
[1] Sahih-i Buhârî, Zekât 36; Sahih-i Müslim, İmâre 20 (87 Sünen-i Ebû Dâvud, Cihat 1.
﴿ وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَۙ ﴿٥﴾ اِلَّا عَلٰٓى اَزْوَاجِهِمْ اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُمْ فَاِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُوم۪ينَۚ ﴿٦﴾ فَمَنِ ابْتَغٰى وَرَٓاءَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْعَادُونَۚ ﴿٧﴾ ﴾
5-7. O Mü’minler ki, edep yerlerini muhafaza ederler.* Ancak zevceleri yahut sahip oldukları câriyeleri müstesnâ. Çünkü onlar, bu halde kınanmazlar.* Artık kim de bunlardan ötesini ararsa, işte onlar haddi aşanlardır.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″O Mü’minler ki, edep yerlerini muhafaza ederler″ diye buyrulmaktadır. Yani, Mü’minler, temiz bir hayat yaşamaya gayret ederler. Tenâsül organlarını harama karşı dâimâ muhafaza ederler. Haram olan ilişkilerden, insanlık terbiyesine aykırı olan vaziyetlerden kaçınırlar. Örtülmesi icap eden azalarını açmaktan son derece sakınırlar. İslâmî edep kurallarına aykırı hareketlerde bulunmazlar.
Bu âyetlerde, Mut’a nikâhını yasaklamıştır. Zîrâ Mut’a nikahıyla evlenilen kadın, kendisiyle evlenen erkeğin ne eşidir, ne de câriyesidir. Dolayısıyla böyle bir nikah haramdır.
Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:
إِنَّمَا كَانَتْ الْمُتْعَةُ فِي أَوَّلِ الْإِسْلَامِ كَانَ الرَّجُلُ يَقْدَمُ الْبَلْدَةَ لَيْسَ لَهُ بِهَا مَعْرِفَةٌ فَيَتَزَوَّجُ الْمَرْأَةَ بِقَدْرِ مَا يَرَى أَنَّهُ يُقِيمُ فَتَحْفَظُ لَهُ مَتَاعَهُ وَتُصْلِحُ لَهُ شَيْئَهُ حَتَّى إِذَا نَزَلَتْ الْآيَةُ {إِلَّا عَلَى أَزْوَاجِهِمْ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ} قَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ رَضِىَ اللّٰه عَنْهُ فَكُلُّ فَرْجٍ سِوَى هَذَيْنِ فَهُوَ حَرَامٌ (ت عن ابن عباس)
Mut’a ancak İslâm’ın ilk dönemlerinde vardı. Bir erkek bilmediği bir beldeye gider orada bir kadınla, ikamet ettiği süreye göre evlenir, kadın onun eşyasını korur ve onunla ilgilenirdi. Sonra: ″ O Mü’minler ki, edep yerlerini muhafaza ederler.* Ancak zevceleri yahut sahip oldukları câriyeleri müstesnâ…″[1] diye devam eden âyetler nâzil oldu. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ sözüne devamla dedi ki: ″İşte bu ikisi dışında kalan her cinsel temas haramdır.″[2]
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَنَّهُ كَانَ مَعَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي قَدْ كُنْتُ أَذِنْتُ لَكُمْ فِى الِاسْتِمْتَاعِ مِنَ النِّسَاءِ وَإِنَّ اللّٰهَ قَدْ حَرَّمَ ذَلِكَ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ فَمَنْ كَانَ عِنْدَهُ مِنْهُنَّ شَيْءٌ فَلْيُخَلِّ سَبِيلَهُ وَلَا تَأْخُذُوا مِمَّا آتَيْتُمُوهُنَّ شَيْئًا. ( م ه الربيع بن سبرة)
″Ey insanlar! Ben size kadınlarla mut’a nikâhı yapmanıza izin vermiştim. Şimdi Allah’u Teâlâ bunu kıyâmet gününe kadar haram kılmış bulunmaktadır. Öyleyse, kimin yanında böyle mut’a nikâhlı bir kadın varsa artık ona yol versin. Artık onlara ücret olarak verdiğiniz herhangi bir şeyi geri almayın.″[3]
Bu hususta İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ da, Hz. Ömer’in bir hutbesini şöyle nakleder:
لَمَّا وَلِيَ عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ خَطَبَ النَّاسَ فَقَالَ إِنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَذِنَ لَنَا فِي الْمُتْعَةِ ثَلَاثًا ثُمَّ حَرَّمَهَا وَاللّٰهِ لَا أَعْلَمُ أَحَدًا يَتَمَتَّعُ وَهُوَ مُحْصَنٌ إِلَّا رَجَمْتُهُ بِالْحِجَارَةِ إِلَّا أَنْ يَأْتِيَنِي بِأَرْبَعَةٍ يَشْهَدُونَ أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ أَحَلَّهَا بَعْدَ إِذْ حَرَّمَهَا (ه عن ابن عمر)
Babam Ömer b. el-Hattâb, halife olunca halka bir hitabede bulunarak şöyle dedi: ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, şüphesiz mut’a nikâhı için bize üç defa izin verdi. Sonra bunu haram kıldı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in mut’a nikâhını haram kıldıktan sonra helâl kıldığına şâhitlik edecek dört şâhidi bana getirmedikçe, evli iken mut’a sûretiyle bir kadınla birleştiğini bilirsem, her hangi bir adamı mutlaka taşla recmedeceğime Allah’ın adıyla yemin ederim.″[4] Başka bir rivâyette de: ″Bu mut’a nikâhını bekâr kişiler yaparsa onlara da yüz değnek vuracağını, söylemiştir.″[5] Bu uygulama da zinânın hükmüdür.
Mü’minler, zinâ ve mut’a gibi fuhşiyattan uzak olurlar ve bunlara götüren yollardan da uzaklaşırlar. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَتَدْرُونَ مَا أَكْثَرُ مَا يُدْخِلُ النَّاسَ الْجَنَّةَ تَقْوَى اللّٰهِ وَحُسْنُ الْخُلُقِأَتَدْرُونَ مَا أَكْثَرُ مَا يُدْخِلُ النَّاسَ النَّارَ اَلْأَجْوَفَانِ الْفَرَجُ وَالْفَمُ (ابو الشيخ فى الثواب والخرائطى عن ابى هريرة)
″Bilir misiniz insanların Cennete girmelerini en çok sağlayan şeyler nelerdir? Allah korkusu ve güzel ahlâktır. Bilir misiniz insanların Cehenneme girmesine en çok sebep olan şey nedir? İki aralıktır. Ağız ve bacak arasıdır.″[6]
[1] Sûre-i Mü’minûn, Âyet 5-6.
[2] Sünen-i Tirmizî, Nikah 28.
[3] Sahih-i Müslim, Nikah 3 (21), Sünen-i İbn-i Mâce, Nikâh 44, Sünen-i Dârimî, Nikah 16
[4] Sünen-i İbn-i Mâce, Nikah 44.
[5] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 45714.
[6] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 12/8.
﴿ وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَۙ ﴿٨﴾ ﴾
8. O Mü’minler ki, emânetlerine ve verdikleri söze riâyet ederler.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
تَقَبَّلُوا لِي بِسِتٍّ أَتَقَبَّلُ لَكُمْ بِالْجَنَّةِ قَالُوا مَا هُنَّ؟ قَالَ إِذَا حَدَّثَ أَحَدُكُمْ فَلا يَكْذِبْ وَإِذَا وَعَدَ فَلا يُخْلِفْ وَإِذَا ائْتَمَنَ فَلا يَخُنْ غَضُّوا أَبْصَارَكُمْ وَكُفُّوا أَيْدِيَكُمْ وَاحْفَظُوا فُرُوجَكُمْ (ك هب عن انس)
″Şu altı şeye evet deyin, ben de size Cenneti garanti edeyim.″ ″Onlar nelerdir?″ denilince, buyurdu ki: ″Konuştuğu zaman yalan söylemesin. Söz verdiği zaman sözünde dursun. Kendisine bir şey emânet edildiği zaman hıyanette bulunmasın. Gözlerini haramdan sakınsın. Ellerini haramdan uzak tutsun ve edep yerlerini haramdan korusun.″[1]
Emânete riâyet etmek ve sözlerinde durmak gibi özellikler Mü’minlerin vasfıdır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَرْبَعٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ كَانَ مُنَافِقًا خَالِصًا وَمَنْ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنْهُنَّ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنَ النِّفَاقِ حَتَّى يَدَعَهَا إِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ وَإِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَإِذَا عَاهَدَ غَدَرَ وَإِذَا خَاصَمَ فَجَرَ (خ عن عبد اللّٰه بن عمرو)
″Dört şey her kimde bulunursa hâlis münâfık olur; her kimde bunların bir parçası bulunursa onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar şöyledir: Kendisine bir şey emânet edildiği zaman hıyânet eder, söz söylerken yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz ve husumet ettiği zaman aşırı gider.″[2]
﴿ وَالَّذ۪ينَ هُمْ عَلٰى صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَۢ ﴿٩﴾ ﴾
9. O Mü’minler ki, namazlarına devam ederler.
İzah: Mü’minlerin bir vasfı da, namazlarını devamlı kılmalarıdır. Namazın önemine dair Sultân-ı Enbiyâ Efendimiz şöyle buyurmuştur:
اِنَّ أَوَّلَ مَا يُحَاسَبُ بِهِ الْعَبْدُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ صَلَاتُهُ فَاِنْ وُجِدَتْ تَامَّةً كُتِبَتْ تَامَّةً وَاِنْ كَانَ انْتُقِصَ مِنْهَا شَيْءٌ قَالَ انْظُرُوا هَلْ تَجِدُونَ لَهُ مِنْ تَطَوُّعٍ يُكَمِّلُ لَهُ مَا ضَيَّعَ مِنْ فَرِيضَةٍ مِنْ تَطَوُّعِهِ ثُمَّ سَائِرُ الْأَعْمَالِ تَجْر۪ى عَلَى حَسَبِ ذَلِكَ (ن ت ه عن ابى هريرة)
″Mahşer gününde kulun işlediği amellerinden ilk olarak hesap vereceği şey, namazdır. Eğer namazı tamam ise, tamamdır, değilse Allah’u Teâlâ: ″Kulumun nafile namazlarına bakın″ buyurur. Nafile namazları varsa farzlardan eksikleri onunla tamamlanır. Böylece diğer amellerin hesabı da bu şekilde görülür.″[1]
[1] Sünen-i Nesâî, Salât: 9; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâme’us-Salât 202.
﴿ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْوَارِثُونَۙ ﴿١٠﴾ اَلَّذ۪ينَ يَرِثُونَ الْفِرْدَوْسَۜ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ ﴿١١﴾ ﴾
10-11. İşte vâris olanlar bunlardır.* Bunlar, Firdevs Cennetlerine vâris olurlar ve orada ebedî kalırlar.
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Vâris olanlar″ hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا لَهُ مَنْزِلَانِ مَنْزِلٌ فِي الْجَنَّةِ وَمَنْزِلٌ فِي النَّارِ فَإِذَا مَاتَ فَدَخَلَ النَّارَ وَرِثَ أَهْلُ الْجَنَّةِ مَنْزِلَهُ فَذَلِكَ قَوْلُهُ تَعَالَى {أُولَئِكَ هُمْ الْوَارِثُونَ} (ه عن ابى هريرة)
″Her bir kimse için, biri Cennette biri de Cehennemde olmak üzere iki makam vardır. Bir adam ölüp de Cehenneme girdiği zaman, Cennet halkı o kimsenin Cennetteki makamına vâris olur. İşte Cennet ehlinin, Cehennemlik olanların Cennetteki makamlarına vâris olmaları, Allah’u Teâlâ’nın: ″İşte vâris olanlar bunlardır″[1] diye geçen buyruğunun vurguladığı bir hükümdür.″[2]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ الْعَبْدَ إِذَا وُضِعَ فِي قَبْرِهِ وَتَوَلَّى عَنْهُ أَصْحَابُهُ وَإِنَّهُ لَيَسْمَعُ قَرْعَ نِعَالِهِمْ أَتَاهُ مَلَكَانِ فَيُقْعِدَانِهِ فَيَقُولَانِ مَا كُنْتَ تَقُولُ فِي هَذَا الرَّجُلِ لِمُحَمَّدٍ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَمَّا الْمُؤْمِنُ فَيَقُولُ أَشْهَدُ أَنَّهُ عَبْدُ اللّٰهِ وَرَسُولُهُ فَيُقَالُ لَهُ انْظُرْ إِلَى مَقْعَدِكَ مِنَ النَّارِ قَدْ أَبْدَلَكَ اللّٰهُ بِهِ مَقْعَدًا مِنَ الْجَنَّةِ فَيَرَاهُمَا جَمِيعًا قَالَ قَتَادَةُ وَذُكِرَ لَنَا أَنَّهُ يُفْسَحُ لَهُ فِي قَبْرِهِ ثُمَّ رَجَعَ إِلَى حَدِيثِ أَنَسٍ قَالَ وَأَمَّا الْمُنَافِقُ وَالْكَافِرُ فَيُقَالُ لَهُ مَا كُنْتَ تَقُولُ فِي هَذَا الرَّجُلِ فَيَقُولُ لَا أَدْرِي كُنْتُ أَقُولُ مَا يَقُولُ النَّاسُ فَيُقَالُ لَا دَرَيْتَ وَلَا تَلَيْتَ وَيُضْرَبُ بِمَطَارِقَ مِنْ حَدِيدٍ ضَرْبَةً فَيَصِيحُ صَيْحَةً يَسْمَعُهَا مَنْ يَلِيهِ غَيْرَ الثَّقَلَيْنِ (خ عن ابن بن مالك)
Kul, kabri içine konulduğu ve arkadaşları ile cemâati geriye dönüp gittikleri zaman ki; ölü bunların yürürken çıkardıkları ayakkabılarının seslerini bile muhakkak işitir. Ona iki melek gelir. Bunlar ölüyü oturturlar ve ona; Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i kastederek, ″Şu kimse hakkında ne derdin?″ diye sorarlar. Bu soruya muhatap olan Mü’min kul: ″Onun, Allah’ın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederim″ der. Bunun üzerine melekler tarafından: ″Cehennemdeki oturacak yerine bak. Allah’u Teâlâ, bu azap yerini senin için Cennetten bir oturacak makama çevirdi″ denilir de o Mü’min kul, Cehennem ve Cennetteki o iki makâmını beraberce görür.
Katâde Hazretleri der ki:
O Mü’min kişiye, kabri içinde bir genişlik verileceği bize zikrolundu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
Münâfık ve kâfire gelince, ona da; Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i kastederek, ″Şu kimse hakkında ne derdin?″ diye sorulur. O da: ″Ben, O’nun hakkında bir şey bilmiyorum. Ben sâdece insanların O’nun hakkında söyleyegeldikleri sözü söylerdim″ diye cevap verir. Bunun üzerine ona: ″Anlamadın ve uymadın″ denir ve ona demirden tokmaklarla öyle bir vuruş vurulur ki, o kimse şiddetli bir çığlık atarak bağırır. Bu bağırışı, insan ve cinden başka, bu ölüye yakın olan her şey işitir.″[3]
Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Rahmân, Âyet 46’da şöyle buyurmuştur:
″Rabbinin makâmından (huzuruna çıkıp hesap vermekten) korkan kimse için iki Cennet vardır.″
İşte Cehennemlik olan kâfirlerin Cennetteki makamları da, Cennetlik olan Mü’minlere verildiği için, Mü’minler iki Cennete sahip olurlar. Aynı şekilde Cehenneme giden kâfirler ise, Cennete giren Mü’minin Cehennemdeki makamına vâris olur. Böylece kâfirler de Cehennemde iki kat azap görürler.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَا يَمُوتُ رَجُلٌ مُسْلِمٌ إِلَّا أَدْخَلَ اللّٰهُ مَكَانَهُ النَّارَ يَهُودِيًّا أَوْ نَصْرَانِيًّا (م حم عن عمر بن عبد العزيز عن ابيه)
″Müslüman bir adam ölünce (mahşerde), onun Cehennemdeki makâmına Allah’u Teâlâ, ya bir Yahudiyi ya da bir Hristiyanı atar.″[4]
[1] Sûre-i Mü’minûn, Âyet 10.
[2] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 39.
[3] Sahih-i Buhârî, Cenâiz 86.
[4] Sahih-i Müslim, Tevbe 8 (49 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 18739.
﴿ وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ ط۪ينٍۚ ﴿١٢﴾ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۖ ﴿١٣﴾ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًاۗ ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَۜ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَۜ ﴿١٤﴾ ثُمَّ اِنَّكُمْ بَعْدَ ذٰلِكَ لَمَيِّتُونَۜ ﴿١٥﴾ ثُمَّ اِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ تُبْعَثُونَ ﴿١٦﴾ ﴾
12-16. Şüphesiz ki Biz, insanı hâlis çamurdan yarattık.[1]* Sonra onu sağlam bir karargâhta (rahimde) bir nutfe (sperm) kıldık.* Sonra nutfe’yi alaka (embriyo), sonra alaka’yı et parçası, sonra et parçasını kemik hâline getirdik. Sonra kemiği etle kapladık, sonra insanı bambaşka bir varlık hâline getirdik. Şekil verenlerin en güzeli olan Allah, çok yücedir.* Sonra siz, bunun ardından elbette ölürsünüz.* Sonra da şüphesiz ki, siz mahşer günü diriltilirsiniz.
İzah: Bu âyetlerde geçen nutfe, alaka gibi insanın yaratılış safhâsı hakkında geniş bilgi için Sûre-i Hacc, Âyet 5 ve izahına bakınız.
Yine bu âyetlerle ilgili olarak şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
أَنَّ عُمَر بْن الْخَطَّاب لَمَّا سَمِعَ صَدْر الْآيَة إِلَى قَوْله خَلْقًا آخَرَ قَالَ فَتَبَارَكَ اللّٰه أَحْسَن الْخَالِقِينَ فَقَالَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: هَكَذَا أُنْزِلَتْ (طس القرطبى, الجامع لأحكام القرآن)
Ömer b. el-Hattab, Sûre-i Mü’minûn, Âyet 12’den başlayıp, Sûre-i Mü’minûn, Âyet 14’te ki: ″Sonra insanı bambaşka bir varlık hâline getirdik″ buyruğuna kadar dinledikten sonra: ″Şekil verenlerin en güzeli olan Allah, çok yücedir″ demişti. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet, bu böylece bana indirilmiştir″ diye buyurdu.[2]
[1] Bu ifadeden maksat, insanlığın atası olan Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılmasıdır.
[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 12, s. 110.
﴿ وَلَقَدْ خَلَقْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعَ طَرَٓائِقَۗ وَمَا كُنَّا عَنِ الْخَلْقِ غَافِل۪ينَ ﴿١٧﴾ ﴾
17. Yemin olsun ki Biz, üzerinizde yedi yol (yedi kat gök) yarattık. Biz, yarattıklarımızdan gâfil değiliz.
İzah: Nakledildiğine göre; Hz. Ömer, Ashâb-ı Kirâm’ın ileri gelenlerine Kadir Gecesi’yle ilgili soru sorması üzerine onlar: ″En iyi bilen Allah’tır″ diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hz. Ömer, İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’ya: ″Ey İbn-i Abbas! Sen ne dersin?″ diye sordu. O da, [Sûre-i Mü’minûn, Âyet 12-17 ve Sûre-i Abese, Âyet 27-31[1]den hareketle] şöyle dedi:
يَا أَمِير الْمُؤْمِنِينَ إِنَّ اللّٰه تَعَالَى خَلَقَ السَّمَوَات سَبْعًا وَالْأَرَضِينَ سَبْعًا وَخَلَقَ اِبْن آدَم مِنْ سَبْع وَجَعَلَ رِزْقه فِي سَبْع فَأَرَاهَا فِي لَيْلَة سَبْع وَعِشْرِينَ فَقَالَ عُمَر رَضِيَ اللّٰه عَنْهُ أَعْجَزَكُمْ أَنْ تَأْتُوا بِمِثْلِ مَا أَتَى هَذَا الْغُلَام الَّذِي لَمْ تَجْتَمِع شُؤُون رَأْسه (فى مسند ابن ابى شيبة)
″Ey Mü’minlerin Emiri! Allah’u Teâlâ gökleri yedi, yeri yedi olarak yaratmıştır. Âdemoğlunu da yediden yarattığı gibi, onun rızkını da yedi şeyde kılmıştır. Görüşüme göre Kadir Gecesi, Ramazan’ın son on gününün yedinci gecesi olan yirmi yedinci gecedir.″ Bu cevap üzerine Hz. Ömer, orada bulunanlara dedi ki: ″Henüz daha yaşını, başını almamış bu gencin dediğinin bir benzerini söylemekten acze mi düştünüz?″[2]
[1] Sûre-i Abese, Âyet 27-31: ″ Böylece orada (buğday ve arpa gibi) taneler bitirdik* ve üzüm, yonca,* zeytin, hurma,* sık ağaçlı bahçeler,* meyveler ve otlaklar bitirdik.″ İşte yerde bitenlerin yedisi insan ve biri de hayvanlar içindir.
[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 12, s. 110-111.
﴿ وَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً بِقَدَرٍ فَاَسْكَنَّاهُ فِي الْاَرْضِۗ وَاِنَّا عَلٰى ذَهَابٍ بِه۪ لَقَادِرُونَۚ ﴿١٨﴾ ﴾
18. Gökten, bir ölçüyle su indirdik ve o suyu yerde yerleştirdik. Şüphesiz Biz, onu gidermeye de elbette kâdiriz.
İzah: Biz, gökten yeryüzüne belli ölçüde ve yeterli miktarda yağmur ve kar indirdik. Sonra onları yeryüzünde depoladık. Nehirlerin, pınarların ve kuyuların kaynağı yaptık. Şüphesiz ki Biz, gökten indirdiğimiz bu suları gidermeye de elbette kâdiriz. Bunları giderdiğimiz takdirde, sizler ve hayvanlarınız susuzluktan ölür, bitkileriniz de bitmez olur, demektir.
﴿ فَاَنْشَأْنَا لَكُمْ بِه۪ جَنَّاتٍ مِنْ نَخ۪يلٍ وَاَعْنَابٍۢ لَكُمْ ف۪يهَا فَوَاكِهُ كَث۪يرَةٌ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَۙ ﴿١٩﴾ وَشَجَرَةً تَخْرُجُ مِنْ طُورِ سَيْنَٓاءَ تَنْبُتُ بِالدُّهْنِ وَصِبْغٍ لِلْاٰكِل۪ينَ ﴿٢٠﴾ ﴾
19-20. Bu su sebebiyle, size hurma ve üzüm bahçeleri meydana getirdik. O bahçelerde sizin için birçok meyveler vardır ve siz onlardan yersiniz.* Yine bu su sebebiyle Tûr-i Sînâ’dan çıkan, hem yiyenlere katık, hem de yağ veren zeytin ağacı yarattık.
İzah: Zeytinyağı hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
كُلُوا الزَّيْتَ وَادَّهِنُوا بِهِ فَإِنَّهُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ (ه ت عن عمر بن الخطاب)
″Zeytinyağını yiyin ve onu sürünün. Zîrâ o, mübârek bir ağaçtandır.″[1]
[1] Sünen-i Tirmizî, Et’ime 43; Sünen-i İbn-i Mâce, Et’ime 34.
﴿ وَاِنَّ لَكُمْ فِي الْاَنْعَامِ لَعِبْرَةًۜ نُسْق۪يكُمْ مِمَّا ف۪ي بُطُونِهَا وَلَكُمْ ف۪يهَا مَنَافِعُ كَث۪يرَةٌ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَۙ ﴿٢١﴾ وَعَلَيْهَا وَعَلَى الْفُلْكِ تُحْمَلُونَ۟ ﴿٢٢﴾ ﴾
21-22. Şüphesiz ki, hayvanlarda da sizin için elbette bir ibret vardır. Karınlarından çıkan sütten size içiririz. Ve onlarda sizin için birçok faydalar vardır. Onların etlerinden de yersiniz.* Bir de onların üzerinde ve gemilerde taşınırsınız.
﴿ وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحًا اِلٰى قَوْمِه۪ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اَفَلَا تَتَّقُونَ ﴿٢٣﴾ ﴾
23. Şüphesiz ki Biz, Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da: ″Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin. Sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Allah’tan korkmaz mısınız?″ dedi.
﴿ فَقَالَ الْمَلَؤُ۬ا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ مَا هٰذَٓا اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْۙ يُر۪يدُ اَنْ يَتَفَضَّلَ عَلَيْكُمْۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَاَنْزَلَ مَلٰٓئِكَةًۚ مَا سَمِعْنَا بِهٰذَا ف۪ٓي اٰبَٓائِنَا الْاَوَّل۪ينَۚ ﴿٢٤﴾ اِنْ هُوَ اِلَّا رَجُلٌ بِه۪ جِنَّةٌ فَتَرَبَّصُوا بِه۪ حَتّٰى ح۪ينٍ ﴿٢٥﴾ ﴾
24-25. Bunun üzerine kavminden ileri gelen kâfirler, halka dediler ki: ″Bu da sizin gibi beşerden başka bir şey değildir. Sizin üzerinize üstünlük kurmak istiyor. Allah, Peygamber göndermek isteseydi, melekleri gönderirdi. Biz, evvelki babalarımızdan böyle bir şey işitmedik.* Bu adam, deliden başka bir şey değildir. Onu bir müddet gözetleyin.″
İzah: Âyet-i Kerîme’de, o kâfirler, Nûh Aleyhisselâm için, ″Bu adam deliden başka bir şey değildir. Onu bir müddet gözetleyin″ demişlerdir. Yani, durumunun sonunu bekleyin, ya iyileşerek bu hastalıktan kurtulur, artık öyle bir iddiada bulunmaz veya ölüp gider de biz de onun tekliflerinden kurtulmuş oluruz, demek istemişlerdir.
﴿ قَالَ رَبِّ انْصُرْن۪ي بِمَا كَذَّبُونِ ﴿٢٦﴾ ﴾
26. Nûh: ″Yâ Rabbi! Onların beni yalanlamalarına karşı, bana yardım et!″ dedi.
İzah: Nûh Aleyhisselâm, kavmini dokuzyüz elli sene boyunca dîne dâvet etmiş ve buna rağmen kavmi, Nûh Aleyhisselâm’ı her defasında yalanlayarak ona çeşitli eziyetlerde bulunmuşlardır. Nihâyet bu azgın kavimden kurtulmak için Nûh Aleyhisselâm Allah’u Teâlâ’dan yardım istemiştir.
Bu husus Sûre-i Ankebût, Âyet 14’te şöyle geçmektedir:
″Yemin olsun ki Biz, Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli sene onların arasında (Peygamber olarak) kaldı. Nihâyet onlar, zâlimler oldukları halde tufan onları helâk etti.″
﴿ فَاَوْحَيْنَٓا اِلَيْهِ اَنِ اصْنَعِ الْفُلْكَ بِاَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا فَاِذَا جَٓاءَ اَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُۙ فَاسْلُكْ ف۪يهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَاَهْلَكَ اِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ مِنْهُمْۚ وَلَا تُخَاطِبْن۪ي فِي الَّذ۪ينَ ظَلَمُواۚ اِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ ﴿٢٧﴾ ﴾
27. Biz de Nûh’a: ″Gemiyi Bizim nezâretimiz altında ve vahyimize uygun olarak yap. Nihâyet emrimiz gelip tandır kaynayınca (yerden sular çıkmaya başladığında), her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift, bir de aleyhlerinde daha önce hüküm verilmiş olanlar hâriç, ehlini gemiye al. Ve zâlimler hakkında bana müracaat etme. Şüphesiz ki onlar, gark olacaklardır″ diye vahyettik.
﴿ فَاِذَا اسْتَوَيْتَ اَنْتَ وَمَنْ مَعَكَ عَلَى الْفُلْكِ فَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي نَجّٰينَا مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ ﴿٢٨﴾ وَقُلْ رَبِّ اَنْزِلْن۪ي مُنْزَلًا مُبَارَكًا وَاَنْتَ خَيْرُ الْمُنْزِل۪ينَ ﴿٢٩﴾ ﴾
28-29. Sen ve seninle beraber olanlar gemiye girdiğiniz vakit, ″Bizi zâlimler topluluğundan kurtaran Allah’a hamd olsun″ de.* Ve ″Yâ Rabbi! Beni hayrı çok olan bir yere indir. Sen, indirenlerin en hayırlısısın″ de.
﴿ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ وَاِنْ كُنَّا لَمُبْتَل۪ينَ ﴿٣٠﴾ ﴾
30. Muhakkak ki, bu olayda elbette ibretler vardır. Şüphesiz Biz, (kullarımızı) elbette imtihan ederiz.
İzah: Nûh Aleyhisselâm’ın kıssasına dair geniş bilgi için Sûre-i Hûd, Âyet 25-49 ve izahlarına bakınız.
﴿ ثُمَّ اَنْشَأْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ قَرْنًا اٰخَر۪ينَۚ ﴿٣١﴾ فَاَرْسَلْنَا ف۪يهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اَفَلَا تَتَّقُونَ۟ ﴿٣٢﴾ ﴾
31-32. Sonra onların ardından başka bir nesil meydana getirdik.* Onlara da kendilerinden bir Peygamber gönderdik. O da kavmine: ″Allah’a ibâdet edin. Sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Allah’tan korkmaz mısınız?″ dedi.
﴿ وَقَالَ الْمَلَ۬أُ مِنْ قَوْمِهِ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِلِقَٓاءِ الْاٰخِرَةِ وَاَتْرَفْنَاهُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۙ مَا هٰذَٓا اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْۙ يَأْكُلُ مِمَّا تَأْكُلُونَ مِنْهُ وَيَشْرَبُ مِمَّا تَشْرَبُونَ ﴿٣٣﴾ وَلَئِنْ اَطَعْتُمْ بَشَرًا مِثْلَكُمْ اِنَّكُمْ اِذًا لَخَاسِرُونَ ﴿٣٤﴾ اَيَعِدُكُمْ اَنَّكُمْ اِذَا مِتُّمْ وَكُنْتُمْ تُرَابًا وَعِظَامًا اَنَّكُمْ مُخْرَجُونَۖ ﴿٣٥﴾ هَيْهَاتَ هَيْهَاتَ لِمَا تُوعَدُونَۖ ﴿٣٦﴾ اِنْ هِيَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا نَحْنُ بِمَبْعُوث۪ينَۖ ﴿٣٧﴾ اِنْ هُوَ اِلَّا رَجُلٌۨ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا وَمَا نَحْنُ لَهُ بِمُؤْمِن۪ينَ ﴿٣٨﴾ ﴾
33-38. Onun kavminin, inkâr eden, âhirete kavuşmayı yalanlayan, dünyâ hayatında refah içinde yaşattığımız ileri gelenleri halka dediler ki: ″Bu da sizin gibi beşerden başka bir şey değildir. Yediklerinizden yer ve içtiklerinizden içer.* Yemin ederiz ki, sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, mutlaka hüsrâna uğrarsınız.* Öldüğünüz, toprak ve kemik olduğunuz vakit, tekrar dirilip çıkacağınızı mı vaad ediyor?* Yazık, o vaad olunduğunuz şey çok uzak.* Dünyâ hayatından başka hayat yoktur. Burada ölürüz, burada doğarız. Biz öldükten sonra dirilmeyiz.* Bu, Allah’a karşı yalan uyduran bir adamdan başka bir şey değildir. Biz ona inanmayız.″
İzah: Bu âyetlerde, Nûh Aleyhisselâm’dan sonra gönderilen bir kavimden bahsedilmiştir. Bu kavim, zenginlikleriyle şımaran, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden, yaşamayı sâdece dünyâ hayatından ibâret zanneden ve Peygamberlerini yalanlayan bir topluluktu.
﴿ قَالَ رَبِّ انْصُرْن۪ي بِمَا كَذَّبُونِ ﴿٣٩﴾ ﴾
39. Peygamberleri de: ″Yâ Rabbi! Onların beni yalanlamalarına karşı bana yardım et!″ dedi.
﴿ قَالَ عَمَّا قَل۪يلٍ لَيُصْبِحُنَّ نَادِم۪ينَۚ ﴿٤٠﴾ فَاَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ بِالْحَقِّ فَجَعَلْنَاهُمْ غُثَٓاءًۚ فَبُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ ﴿٤١﴾ ﴾
40-41. Allah’u Teâlâ da: ″Onlar, çok geçmeden pişman olurlar″ buyurdu.* Derken onları korkunç bir ses, hakkıyla yakaladı. Böylece Biz onları, selin sürüklediği çerçöp hâline getirdik. Artık zâlim olan kavim, Allah’ın rahmetinden uzak olsun!
﴿ ثُمَّ اَنْشَأْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ قُرُونًا اٰخَر۪ينَۜ ﴿٤٢﴾ مَا تَسْبِقُ مِنْ اُمَّةٍ اَجَلَهَا وَمَا يَسْتَأْخِرُونَۜ ﴿٤٣﴾ ﴾
42-43. Sonra onların ardından başka nesiller meydana getirdik.* Hiçbir ümmet, ecelini ne öne alabilir, ne de erteleyebilir.
İzah: Allah’ın Peygamberlerini yalanlayan her topluluğun başına gelecek felâket için belli bir vakit vardır. O helâk olma vakti gelince, ne erteleyebilirler, ne de bir an öne alabilirler, demektir. Nitekim Nûh, Hûd, Lût ve Sâlih Aleyhimüsselâm’ın kavimlerinde olduğu gibi, bunlara benzer birçok kavim helâk olmuştur.
﴿ ثُمَّ اَرْسَلْنَا رُسُلَنَا تَتْرَاۜ كُلَّمَا جَٓاءَ اُمَّةً رَسُولُهَا كَذَّبُوهُ فَاَتْبَعْنَا بَعْضَهُمْ بَعْضًا وَجَعَلْنَاهُمْ اَحَاد۪يثَۚ فَبُعْدًا لِقَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿٤٤﴾ ﴾
44. Sonra birbiri ardınca Peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmet, Peygamberi geldikçe onu yalanladılar. Biz de yalanlayanları birbiri ardınca helâk ettik ve onları ibretlik bir hâdise kıldık. Artık îman etmeyen bir kavim, Allah’ın rahmetinden uzak olsun!
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de birbiri ardınca helâk edilen kavimler, Hûd Sûresi’nde, A’râf Sûresi’nde ve diğer bâzı sûrelerde tafsilatlı bir şekilde anlatılmıştır. Bunlar, Hûd Aleyhisselâm’ın kavmi Ad, Sâlih Aleyhisselâm’ın kavmi Semud, Lût Aleyhisselâm’ın kavmi ve Şuayb Aleyhis-selâm’ın kavmi Medyen ve Eyke’dir.
﴿ ثُمَّ اَرْسَلْنَا مُوسٰى وَاَخَاهُ هٰرُونَ بِاٰيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُب۪ينٍۙ ﴿٤٥﴾ اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِه۪ فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْمًا عَال۪ينَۚ ﴿٤٦﴾ فَقَالُٓوا اَنُؤْمِنُ لِبَشَرَيْنِ مِثْلِنَا وَقَوْمُهُمَا لَنَا عَابِدُونَۚ ﴿٤٧﴾ فَكَذَّبُوهُمَا فَكَانُوا مِنَ الْمُهْلَك۪ينَ ﴿٤٨﴾ ﴾
45-48. Sonra Mûsâ ve kardeşi Hârun’u, âyetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik;* Firavun’a ve onun ileri gelenlerine. Onlar ise, kibirlendiler ve kendilerini yüksek gören bir kavim oldular.* Onlar: ″Bizim gibi iki insana îman mı edelim? Halbuki onların kavmi olan İsrailoğulları bizim kölelerimizdir″ dediler.* Onlar, Mûsâ ile Hârun’u yalanladılar. Böylece helâk edilenlerden oldular.
İzah: Firavun ile kavminin Kızıldeniz’de gark olduklarına dair geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 50 ve Sûre-i A’râf, Âyet 136 ve izahlarına bakınız.
﴿ وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ ﴿٤٩﴾ ﴾
49. Yemin olsun ki, kavmi hidâyete ersinler diye Mûsâ’ya kitabı (Tevrat’ı) verdik.
﴿ وَجَعَلْنَا ابْنَ مَرْيَمَ وَاُمَّهُٓ اٰيَةً وَاٰوَيْنَاهُمَٓا اِلٰى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَع۪ينٍ۟ ﴿٥٠﴾ ﴾
50. Biz, Meryem oğlu Îsâ’yı ve annesini (kudretimize alâmet olan) bir mûcize kıldık. Onları yaşamaya elverişli, sulu ve yüksek bir yere yerleştirdik.
İzah: Îsâ Aleyhisselâm, Allah’u Teâlâ’nın dilemesiyle babasız dünyâya geldiği için, annesi Hz. Meryem büyük iftira ve sıkıntılara maruz kalmıştı. Allah’u Teâlâ, Hz. Meryem’e çocuğunu alarak oradan çıkmasını emretmiş ve âyette geçtiği üzere de onları suyu ve meyvesi çok olan yüksek bir yere yerleştirmiştir. Burası hakkında tefsirlerde, Şam ve Kudüs gibi farklı yerler söylenmiştir.
﴿ يَٓا اَيُّهَا الرُّسُلُ كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحًاۜ اِنّ۪ي بِمَا تَعْمَلُونَ عَل۪يمٌۜ ﴿٥١﴾ ﴾
51. Ey Resuller! Temiz ve helâl rızıklardan yiyin ve sâlih amelde bulunun. Şüphesiz ki Ben, sizin yaptıklarınızı bilirim.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ اللّٰهَ طَيِّبٌ لَا يَقْبَلُ إِلَّا طَيِّبًا وَإِنَّ اللّٰهَ أَمَرَ الْمُؤْمِنِينَ بِمَا أَمَرَ بِهِ الْمُرْسَلِينَ فَقَالَ {يَا أَيُّهَا الرُّسُلُ كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحًا إِنِّي بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ} وَقَالَ {يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ} ثُمَّ ذَكَرَ الرَّجُلَ يُطِيلُ السَّفَرَ أَشْعَثَ أَغْبَرَ يَمُدُّ يَدَيْهِ إِلَى السَّمَاءِ يَا رَبِّ يَا رَبِّ وَمَطْعَمُهُ حَرَامٌ وَمَشْرَبُهُ حَرَامٌ وَمَلْبَسُهُ حَرَامٌ وَغُذِيَ بِالْحَرَامِ فَأَنَّى يُسْتَجَابُ لِذَلِكَ (م ت عن ابى هريرة)
″Ey insanlar! Allah temizdir, ancak temiz olanı kabul eder. Allah’u Teâlâ, Resullere neyi emretmiş ise Mü’minlere de aynı şeyi emretmiştir. Resullerine, Sûre-i Mü’minûn, Âyet 51’de: ″Ey Resuller! Temiz ve helâl rızıklardan yiyin ve sâlih amelde bulunun. Şüphesiz ki Ben, sizin yaptıklarınızı bilirim″ diye buyurmuş ve aynı şekilde Mü’minler için de, Sûre-i Bakara, Âyet 172’de: ″Ey îman edenler! Eğer sâdece Allah’a ibâdet ediyorsanız, size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl olanlarından yiyin ve Allah’u Teâlâ’ya şükredin″ diye buyurmuştur.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem uzun yolculuktan dolayı saçı birbirine karışmış, yüzü tozlanmış, iki elini semâya kaldırmış ve ″Yâ Rabbi, Yâ Rabbi!″ diyen bir adamdan bahsetti ve buyurdu ki: ″Halbuki bu adamın yediği haram, içtiği haram, giydiği haram; haramla beslenmiş onun duâsı nasıl kabul olur?″[1]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
سَيَأْتِي عَلَيْكُمْ زَمَانٌ لا يَكُونُ فِيهِ شَيْءٌ أَعَزُّ مِنْ ثَلاثٍ: دِرْهَمٌ حَلالٌ، أَوْ أَخٌ يُسْتَأْنَسُ بِهِ، أَوْ سَنَةٌ يُعْمَلُ بِهَا (طس حل عن حذيفة بن اليمان)
″Öyle bir zaman gelecektir ki, o zamanda şu üçünden daha değerli bir şey olmayacaktır: Helâl para, kendisiyle canı gönülden arkadaşlık yapılacak bir dost ve kendisiyle amel edilecek bir sünnet.″[2]
[1] Sahih-i Müslim, Zekât 19 (65 Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 3.
[2] Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 144; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 30886.
﴿ وَاِنَّ هٰذِه۪ٓ اُمَّتُكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَاَنَا۬ رَبُّكُمْ فَاتَّقُونِ ﴿٥٢﴾ فَتَقَطَّعُٓوا اَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْ زُبُرًاۜ كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ ﴿٥٣﴾ ﴾
52-53. Şüphesiz ki, sizin dîniniz olan bu İslâm Dini, tek bir dindir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde Benden korkun.* Fakat insanlar, dinlerini aralarında parçalayıp fırka fırka ayrıldılar. Her fırka kendi inancını beğendi.
İzah: Bu âyetler, hak dînin tek olmasına rağmen insanların, bunu parçalayıp birbirleriyle çelişen dinler icat ettiklerini ve herkesin kendi görüşünü beğenerek, diğerinin inancını reddettiğini, böylece insanların da çeşitli fırkalara ayrıldığını beyan etmektedir.
Bütün peygamberlerin dinlerinin tek olduğuna dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَنَا أَوْلَى النَّاسِ بِعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَالْأَنْبِيَاءُ إِخْوَةٌ لِعَلَّاتٍ أُمَّهَاتُهُمْ شَتَّى وَدِينُهُمْ وَاحِدٌ (خ م عن ابى هريرة)
″Ben, Meryem oğlu Îsâ’ya, dünyâda ve âhirette de insanların en yakınıyım. Peygamberler babadan kardeştirler; anneleri farklıdır, dinleri ise birdir (İslâm’dır).″[1]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
افْتَرَقَتْ الْيَهُودُ عَلَى إِحْدَى وَسَبْعِينَ فِرْقَةً فَوَاحِدَةٌ فِي الْجَنَّةِ وَسَبْعُونَ فِي النَّارِ وَافْتَرَقَتْ النَّصَارَى عَلَى ثِنْتَيْنِ وَسَبْعِينَ فِرْقَةً فَإِحْدَى وَسَبْعُونَ فِي النَّارِ وَوَاحِدَةٌ فِي الْجَنَّةِ وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَتَفْتَرِقَنَّ أُمَّتِي عَلَى ثَلَاثٍ وَسَبْعِينَ فِرْقَةً وَاحِدَةٌ فِي الْجَنَّةِ وَثِنْتَانِ وَسَبْعُونَ فِي النَّارِ قِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَنْ هُمْ قَالَ الْجَمَاعَةُ (ه عن عوف بن مالك)
″Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Biri hâriç hepsi ateştedir. Hristiyanlar da yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Bunlardan da biri hâriç hepsi ateştedir. Muhammed’in canı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Birinden başka hepsi ateştedir.″ ″Yâ Resûlallah! O kurtuluşa eren tek fırka kimlerdir?″ diye sorulunca, buyurdu ki: ″ Ben ve Ashâbımın yolu üzere olanlardır.″[2]
Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i En’âm, Âyet 159 ve izahına bakınız.
[1] Sahih-i Buhârî, Ehâdîs’ul-Enbiyâ 48; Sahih-i Müslim, Fadâil 40 (145).
[2] Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 17. Bu Hadis-i Şerif’in sonunda geçen ″el-Cemaat″ ifadesine, ″Ben ve Ashâbımın yolu üzere olanlardır″ diye mânâ vermemizin sebebi, bu Hadis-i Şerif’in başka rivâyetlerinde, مَا أَنَا عَلَيْهِ وَأَصْحَابِي ″Mâ ene aleyhi ve ashâbî″ diye mânâ verildiği içindir (Sünen-i Tirmizî, Îman 18).
﴿ فَذَرْهُمْ ف۪ي غَمْرَتِهِمْ حَتّٰى ح۪ينٍ ﴿٥٤﴾ اَيَحْسَبُونَ اَنَّمَا نُمِدُّهُمْ بِه۪ مِنْ مَالٍ وَبَن۪ينَۙ ﴿٥٥﴾ نُسَارِعُ لَهُمْ فِي الْخَيْرَاتِۜ بَلْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٥٦﴾ ﴾
54-56. Ey Resûlüm! Onları belli bir zamana kadar (Rabbinin azâbı gelinceye kadar) cehaletleriyle baş başa bırak.* Onlar, kendilerine verdiğimiz malları ve oğulları hayır mı zannediyorlar?* Hayır! Onlar hakikati idrak etmezler.
﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ هُمْ مِنْ خَشْيَةِ رَبِّهِمْ مُشْفِقُونَۙ ﴿٥٧﴾ وَالَّذ۪ينَ هُمْ بِاٰيَاتِ رَبِّهِمْ يُؤْمِنُونَۙ ﴿٥٨﴾ وَالَّذ۪ينَ هُمْ بِرَبِّهِمْ لَا يُشْرِكُونَۙ ﴿٥٩﴾ وَالَّذ۪ينَ يُؤْتُونَ مَٓا اٰتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ اَنَّهُمْ اِلٰى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَۙ ﴿٦٠﴾ اُو۬لٰٓئِكَ يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَهُمْ لَهَا سَابِقُونَ ﴿٦١﴾ ﴾
57-61. Şüphesiz ki, Rablerinin azametinden korkup titreyenler,* Rablerinin âyetlerine îman edenler,* Rablerine ortak koşmayanlar,* Rablerine dönecekleri için verdiklerini kalpleri titreyerek verenler,* işte bunlar, hayırlı işlerde yarışırlar ve bundan dolayı öne geçerler.
İzah: Sûre-i Mü’minûn, Âyet 60 ile ilgili olarak Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
قَالَتْ عَائِشَةَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهَا: يَا رَسُولَ اللّٰهِ {وَالَّذِينَ يُؤْتُونَ مَا آتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ} أهُم الذِينَ يَخْطَئُونَ وَيَعْمَلُونَ بِالْمَعَاصِي؟ لَا، وَلٰكِنْ هُم الذِينَ يُصَلُّونَ، وَيَصُومُونَ، وَيَتَصَدَّقُونَ، وَقُلُوبَهُمْ وَجِلَةٌ (ابن أبي الدنيا عن ابى هريرة)
Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ: ″Yâ Resûlallah! ″Verdiklerini kalpleri titreyerek verenler″[1] diye geçen âyet hatâ işleyip günaha bulaşanlar hakkında mıdır?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
″Hayır! Bunlar namaz kılan, oruç tutan, zekât veren, ama buna rağmen kalpleri korkup titreyenler hakkındadır.″[2]
﴿ وَلَا نُكَلِّفُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا وَلَدَيْنَا كِتَابٌ يَنْطِقُ بِالْحَقِّ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ ﴿٦٢﴾ بَلْ قُلُوبُهُمْ ف۪ي غَمْرَةٍ مِنْ هٰذَا وَلَهُمْ اَعْمَالٌ مِنْ دُونِ ذٰلِكَ هُمْ لَهَا عَامِلُونَ ﴿٦٣﴾ حَتّٰٓى اِذَٓا اَخَذْنَا مُتْرَف۪يهِمْ بِالْعَذَابِ اِذَا هُمْ يَجْـَٔرُونَۜ ﴿٦٤﴾ لَا تَجْـَٔرُوا الْيَوْمَ اِنَّكُمْ مِنَّا لَا تُنْصَرُونَ ﴿٦٥﴾ ﴾
62-65. Biz hiçbir nefsi gücünün yetmediği bir şey ile mükellef etmeyiz. Bizim katımızda bir kitap (amel defteri) vardır ki, hakkı söyler ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.* Fakat onların kalpleri bundan gaflet içindedir. O kâfirlerin bundan başka, kötü amelleri de vardır.* Nihâyet Biz onların ileri gelenlerini, azap ile yakaladığımız zaman, hemen yardım için bağırırlar.* Onlara: ″Bugün bağırıp durmayın, çünkü Bizden yardım göremezsiniz″ denir.
İzah: Allah’ın birliğine îman etmek, O’nun gönderdiği şeriatla amel etmek ve Peygamberine itaat etmek, kulun gücünün yetmeyeceği şeyler değildir. Bu itibarla herkes yaptığından sorumludur. Hiç kimse yaptığını inkâr edemez. Zîrâ yaptıklarının kaydedildiği herkesin bir amel defteri vardır. Âyette, ″Onlar haksızlığa uğratılmazlar″ diye geçtiği üzere, hiç kimseye, yapmadığı şeyler isnat edilerek veya yaptıkları eksiltilerek haksızlık edilmez.
﴿ قَدْ كَانَتْ اٰيَات۪ي تُتْلٰى عَلَيْكُمْ فَكُنْتُمْ عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْ تَنْكِصُونَۙ ﴿٦٦﴾ مُسْتَكْبِر۪ينَ بِه۪ۗ سَامِرًا تَهْجُرُونَ ﴿٦٧﴾ اَفَلَمْ يَدَّبَّرُوا الْقَوْلَ اَمْ جَٓاءَهُمْ مَا لَمْ يَأْتِ اٰبَٓاءَهُمُ الْاَوَّل۪ينَۘ ﴿٦٨﴾ اَمْ لَمْ يَعْرِفُوا رَسُولَهُمْ فَهُمْ لَهُ مُنْكِرُونَۘ ﴿٦٩﴾ اَمْ يَقُولُونَ بِه۪ جِنَّةٌۜ بَلْ جَٓاءَهُمْ بِالْحَقِّ وَاَكْثَرُهُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ ﴿٧٠﴾ ﴾
66-70. Muhakkak ki, Benim âyetlerim size okunurdu da siz ondan yüz çevirirdiniz.* Onunla (Kâbe ile) böbürlenir ve geceleri toplanıp, Kur’ân hakkında türlü türlü hezeyan ederdiniz.* Onlar, Kur’ân’ı düşünmezler mi? Yoksa kendilerine, önceki babalarına gelmeyen bir kitap mı geldi?* Yoksa Peygamberlerini bilmediler de onun için mi onu inkâr ediyorlar?* Yoksa ″Onda delilik vardır″ mı diyorlar? Hayır! O, hak olan Kur’ân ile geldi. Fakat onların çoğu haktan hoşlanmıyorlar.
İzah: Bu âyetler hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:
Müşrikler, Allah’ın evini tamir eden ve hacılara su dağıtan kimse, Allah’a îman eden ve mücâhede edenden daha hayırlıdır, dediler. Onlar, Harem’in sâkinleri olmaları ve onun bakımını yapmaları sebebiyle iftihar ediyor ve gururlanıyorlardı. Allah’u Teâlâ, onların böbürlenmelerini ve haktan yüz çevirmelerini zikrederek Sûre-i Mü’minûn, Âyet 66-67’de buyurdu ki:
″Muhakkak ki, Benim âyetlerim size okunurdu da siz ondan yüz çevirirdiniz.* Onunla (Kâbe ile) böbürlenir ve geceleri toplanıp, Kur’ân hakkında türlü türlü hezeyan ederdiniz.″
- Evet, onlar Harem ile övünüyor, geceleri eğleniyor, Kur’ân’ı ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i alaya alıyorlardı. Allah’u Teâlâ, îman ederek nefisle mücâhede etmenin, Beytullah’ı tâmir etmekten ve hacılara su vermekten daha hayırlı olduğunu, müşriklerin yaptıkları bu güzel amellerin, Allah’a ortak koşmaları sebebiyle kendilerine bir fayda vermeyeceğini beyan etmiş ve Sûre-i Tevbe, Âyet 19’da da şöyle buyurmuştur:
″Hacılara su dağıtan ve Mescid-i Haram’ı imar edenle Allah’a ve âhiret gününe îman eden ve Allah yolunda cihatta bulunanı bir mi tutarsınız? Onlar, Allah katında eşit değildirler. Allah’u Teâlâ, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez.″
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Yoksa Peygamberlerini bilmediler de onun için mi onu inkâr ediyorlar?″ diye buyrulmaktadır. Yani o müşrikler, kendilerine Allah tarafından Peygamber gönderilmiş olan Muhammed (Sallallâhu leyhi vesellem)’i elbette bilirler. O mübarek zâtın ne kadar doğru, güvenilir, güzel ahlâk ile vasıflanmış olduğunu, okuma yazma bilmediği ve hiçbir kimseden bir şey öğrenmediği halde hikmetlerle dolu olan Kur’ân âyetlerini kendilerine okuduğunu görürler, fakat bile bile onu inkâr ederler, demektir.
﴿ وَلَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَٓاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ بَلْ اَتَيْنَاهُمْ بِذِكْرِهِمْ فَهُمْ عَنْ ذِكْرِهِمْ مُعْرِضُونَۜ ﴿٧١﴾ ﴾
71. Eğer hak, onların hevâlarına uygun olsaydı, muhakkak gökler, yer ve onlarda olanlar elbette fesâda uğrardı. Hayır, Biz onlara şereflerine vesîle olan Kur’ân’ı verdik. Onlar ise, şereflerine vesîle olan Kur’ân’dan yüz çeviriyorlar.
İzah: Allah’u Teâlâ, Kureyş’in şerefiyle ilgili olarak Sûre-i Zuhruf, Âyet 44’de de şöyle buyurmaktadır:
″Şüphesiz bu Kur’ân, senin ve kavmin için bir şereftir...″
Allah’u Teâlâ, Kureyş kabilesinden olan Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e Peygamberlik vermiş ve ona Kur’ân’ı indirmiştir. Kendi içlerinden olan Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e Peygamberliğin verilmesi ve Kur’ân’ın kendi lisanlarında indirilmiş olması Kureyş için büyük bir şeref vesîlesidir. Ebû Leheb ve Ebû Cehil gibi küfürde ısrar eden kişiler ise, şereflerine vesîle olan Kur’ân’dan yüz çevirmişlerdir.
﴿ اَمْ تَسْـَٔلُهُمْ خَرْجًا فَخَرَاجُ رَبِّكَ خَيْرٌۗ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِق۪ينَ ﴿٧٢﴾ ﴾
72. Ey Resûlüm! Sanki sen onlardan bir ücret mi istiyorsun? Onlar bilsinler ki, Rabbinin mükâfatı daha hayırlıdır. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçtiği gibi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ve bütün peygamberler tebliğ vazifelerinden dolayı hiçbir ücret ve menfaat talep etmemişlerdir. Küfür ehlinin kendilerine yaptıkları bütün sıkıntılara ve eziyetlere rağmen, bu uğurda mallarını ve canlarını dahi fedâ ederek yaptıkları tebliğin mükâfatını sâdece Allah’u Teâlâ’dan beklemişlerdir. Kâfirler ise, Allah’a îman etmedikleri için bu hakikati tefekkür etmezler.
﴿ وَاِنَّكَ لَتَدْعُوهُمْ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ ﴿٧٣﴾ وَاِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ عَنِ الصِّرَاطِ لَنَاكِبُونَ ﴿٧٤﴾ وَلَوْ رَحِمْنَاهُمْ وَكَشَفْنَا مَا بِهِمْ مِنْ ضُرٍّ لَلَجُّوا ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ ﴿٧٥﴾ وَلَقَدْ اَخَذْنَاهُمْ بِالْعَذَابِ فَمَا اسْتَكَانُوا لِرَبِّهِمْ وَمَا يَتَضَرَّعُونَ ﴿٧٦﴾ حَتّٰٓى اِذَا فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَابًا ذَا عَذَابٍ شَد۪يدٍ اِذَا هُمْ ف۪يهِ مُبْلِسُونَ۟ ﴿٧٧﴾ ﴾
73-77. Şüphesiz sen, onları doğru yola dâvet edersin.* Fakat âhiret gününe îman etmeyenler, elbette doğru yoldan saparlar.* Onlara merhamet edip başlarındaki sıkıntıyı (uğradıkları kıtlığı) kaldırsak bile, onlar yine de azgınlıkları içinde bocalar dururlar.* Yemin olsun ki, Biz onları azap (kıtlık) ile yakaladık da, onlar yine de Rablerine boyun eğmediler ve O’na yalvarıp yakarmadılar.* Nihâyet üzerlerine şiddetli bir azap kapısı açtığımız zaman da hemen ümitsizliğe düşüp donakalırlar.
İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Kureyş müşriklerine beddua ederek şöyle demişti:
اَللّٰهُمَّ اشْدُدْ وَطْأَتَكَ عَلَى مُضَرَ وَاجْعَلْهَا عَلَيْهِمْ سِنِينَ كَسِنِي يُوسُفَ (خ م عن ابى هريرة)
″Allah’ım! Mudar üzerindeki baskını daha da artır ve bu yılları onlar için Yusuf’un kıtlık yılları gibi yap.″[1]
Bu bedduânın üzerine, onlar kıtlık belasına uğratıldılar. O kadar ki, kemikleri, leşleri ve derileri yemekle karşı karşıya kaldılar.
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, bu olayı şöyle anlatmaktadır:
Bu âyet, Sümâme b. Üsâl’ın başından geçen olay hakkında inmiştir. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gönderdiği seriyye[2] onu esir aldı. O, İslâm’a girdikten sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de onu serbest bıraktı. O da, Mekke ile oraya giden kervanın yolunu tuttu ve şöyle dedi:
- Allah’a yemin ederim ki, Medîne’den Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, size izin vermediği sürece bir tek buğday tanesi dahi gelmeyecektir. Allah’u Teâlâ da Kureyş’i kıtlık ve açlıkla mübtelâ kıldı. Öyle ki ölmüş hayvanları, köpekleri ve ilhiz denilen şeyi dahi yemek zorunda kaldılar. İlhiz nedir? diye sorulunca, dedi ki:
- Onlar bir miktar yün ve devetüyü alır, kan ile ıslatır, sonra da bunu közde pişirip yerlerdi. Ebû Süfyan, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e:
- Ben senden Allah adına ve aramızdaki akrabalık bağı hakkı için yalvarıyorum. Sen, Allah’ın, seni âlemlere rahmet olmak üzere gönderdiğini söylemiyor musun? dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:
- Evet, diye buyurdu. Bunun üzerine Ebû Süfyan:
فَوَاللّٰهِ مَا أَرَاك إِلَّا قَتَلْت الْآبَاء بِالسَّيْفِ وَقَتَلْت الْأَبْنَاء بِالْجُوعِ فَنَزَلَ قَوْله وَلَوْ رَحِمْنَاهُمْ وَكَشَفْنَا مَا بِهِمْ مِنْ ضُرّ لَلَجُّوا فِي طُغْيَانهمْ يَعْمَهُونَ (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن ابن عباس)
- Allah’a yemin ederim ki, benim gördüğümse şudur: Sen ataları kılıçlarla öldürdün, oğulları da açlıkla öldürdün, dedi. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ: ″Onlara merhamet edip başlarındaki sıkıntıyı (uğradıkları kıtlığı) kaldırsak bile, onlar yine de azgınlıkları içinde bocalar dururlar″ mealindeki Sûre-i Mü’minûn, Âyet 75’i indirdi.[3]
[1] Sahih-i Buhârî, Ezan 128; Sahih-i Müslim, Mesâcid 54 (294-295).
[2] Seriyye: Düşman üzerine gönderilen küçük süvâri birliği.
[3] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 12, s. 143.
﴿ وَهُوَ الَّذ۪ٓي اَنْشَاَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْـِٔدَةَۜ قَل۪يلًا مَا تَشْكُرُونَ ﴿٧٨﴾ وَهُوَ الَّذ۪ي ذَرَاَكُمْ فِي الْاَرْضِ وَاِلَيْهِ تُحْشَرُونَ ﴿٧٩﴾ وَهُوَ الَّذ۪ي يُحْي۪ وَيُم۪يتُ وَلَهُ اخْتِلَافُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿٨٠﴾ ﴾
78-80. Sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yaratan O’dur. Ne de az şükrediyorsunuz.* Sizi, yeryüzünde yaratıp yayan O’dur. Siz, ancak O’nun huzurunda toplanacaksınız.* Hayat veren de öldüren de O’dur. Gece ve gündüzün birbirini tâkip etmesi O’na aittir. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?
﴿ بَلْ قَالُوا مِثْلَ مَا قَالَ الْاَوَّلُونَ ﴿٨١﴾ قَالُٓوا ءَاِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا ءَاِنَّا لَمَبْعُوثُونَ ﴿٨٢﴾ لَقَدْ وُعِدْنَا نَحْنُ وَاٰبَٓاؤُ۬نَا هٰذَا مِنْ قَبْلُ اِنْ هٰذَٓا اِلَّٓا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿٨٣﴾ ﴾
81-83. Hayır, onlar (Mekke kâfirleri) evvelkilerin dedikleri gibi dediler.* Şöyle dediler: ″Biz ölüp, toprak ve kemik olduktan sonra mı tekrar diriltileceğiz?* Yemin ederiz ki bu dirilme işi, bize de bizden önceki babalarımıza da vaad olundu. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.″
﴿ قُلْ لِمَنِ الْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهَٓا اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ ﴿٨٤﴾ سَيَقُولُونَ لِلّٰهِۜ قُلْ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ ﴿٨٥﴾ قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمٰوَاتِ السَّبْعِ وَرَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ ﴿٨٦﴾ سَيَقُولُونَ لِلّٰهِۜ قُلْ اَفَلَا تَتَّقُونَ ﴿٨٧﴾ قُلْ مَنْ بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ يُج۪يرُ وَلَا يُجَارُ عَلَيْهِ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ ﴿٨٨﴾ سَيَقُولُونَ لِلّٰهِۜ قُلْ فَاَنّٰى تُسْحَرُونَ ﴿٨٩﴾ بَلْ اَتَيْنَاهُمْ بِالْحَقِّ وَاِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ ﴿٩٠﴾ ﴾
84-90. Ey Resûlüm! De ki: ″Siz biliyorsanız, yer ve yerde bulunanlar kimindir? Söyleyin.″* Onlar: ″Allah’ındır″ diyecekler. Sen de: ″O halde bunları düşünüp ibret almaz mısınız?″ de.* Ey Habîbim! Onlara: ″Yedi kat göklerin Rabbi ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir?″ de.* Onlar: ″Allah’tır″ diyecekler. Sen de: ″Allah’tan korkmaz mısınız?″ de.* Ve onlara: ″Her şeyin mülkü ve tasarrufu kudret elinde olan, dilediğini himâye eden, fakat himâyeye muhtaç olmayan kimdir? Eğer biliyorsanız, söyleyin!″ de.* Onlar: ″Allah’tır″ diyecekler. Sen de: ″O halde, neden aldanıyorsunuz?″ de.* Doğrusu Biz, onlara hakkı gönderdik, fakat onlar yalancıdırlar.
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Arş″ hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ مَا السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالْأَرَضُونَ السَّبْعُ عِنْدَ الْكُرْسِيِّ إِلَّا كَحَلْقَةٍ مُلْقَاةٍ بِأَرْضٍ فَلَاةٍ وَإِنَّ فَضْلَ الْعَرْشِ عَلَى الْكُرْسِيِّكَفَضْلِ الْفَلَاةِ عَلَى تِلْكَ الْحَلْقَةِ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابى ذر الغفاري)
″Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; yedi kat gök ve yerler, Kürsî’nin yanında çölün ortasına bırakılmış bir halka gibidir. Arş’ın da Kürsî’ye oranla üstünlüğü, o çölün halkaya olan üstünlüğü gibidir.″[1]
[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 1, s. 681.
﴿ مَا اتَّخَذَ اللّٰهُ مِنْ وَلَدٍ وَمَا كَانَ مَعَهُ مِنْ اِلٰهٍ اِذًا لَذَهَبَ كُلُّ اِلٰهٍ بِمَا خَلَقَ وَلَعَلَا بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يَصِفُونَۙ ﴿٩١﴾ عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ۟ ﴿٩٢﴾ ﴾
91-92. Allah’u Teâlâ, çocuk edinmemiştir. O’nunla beraber başka bir ilah da yoktur. Eğer olsaydı, her ilah kendi yarattığı şeylerde tasarruf eder ve birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı. Hâşâ! Allah’u Teâlâ, kâfirlerin isnat ettikleri (noksan) sıfatlardan uzaktır.* O, gaybı ve âşikâr olanı bilir. Onların ortak koştukları şeylerden çok yücedir.
﴿ قُلْ رَبِّ اِمَّا تُرِيَنّ۪ي مَا يُوعَدُونَۙ ﴿٩٣﴾ رَبِّ فَلَا تَجْعَلْن۪ي فِي الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ ﴿٩٤﴾ وَاِنَّا عَلٰٓى اَنْ نُرِيَكَ مَا نَعِدُهُمْ لَقَادِرُونَ ﴿٩٥﴾ اِدْفَعْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُ السَّيِّئَةَۜ نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَصِفُونَ ﴿٩٦﴾ ﴾
93-96. Ey Resûlüm! De ki: ″Yâ Rabbi! Eğer kâfirler için vaad edilen azâbı bana mutlaka göstereceksen,* Yâ Rabbi! (Azap zamanında) beni o zâlimler olan kavmin içinde bulundurma.″* Ey Habîbim! Biz onlara vaad ettiğimiz azâbı sana göstermeye elbette kâdiriz.* Kötülüğü, en güzel şekilde (sabırla) bertaraf et. Biz, onların ne tür sıfatlar uydurduklarını çok iyi biliriz.
İzah: Allah’u Teâlâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e şöyle duâ etmesini bildirmiştir:
وَإِذَا أَرَدْتَ فِتْنَةَ قَوْمٍ فَتَوَفَّنِي غَيْرَ مَفْتُونٍ (ت عن ابن عباس)
″Rabbim! Bir kavmin fitnesini murat buyurduğun zaman, beni fitneye uğramamış olarak kendi katına al.″[1]
[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 39.
﴿ وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاط۪ينِۙ ﴿٩٧﴾ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ ﴿٩٨﴾ ﴾
97-98. Ey Habîbim! De ki: ″Ey Rabbim! Şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım.* Ve onların, yanımda bulunmalarından da Sana sığınırım.″
İzah: Şeytanın insandan ayrılmayıp dâimâ vesvese verdiğine dair İbn-i Amr Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُعَلِّمُنَا كَلِمَاتٍ نَقُولُهُنَّ عِنْدَ النَّوْمِ مِنَ الْفَزَعِ بِسْمِ اللّٰهِ أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللّٰهِ التَّامَّاتِ مِنْ غَضَبِهِ وَعِقَابِهِ وَشَرِّ عِبَادِهِ وَمِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَنْ يَحْضُرُونِ قَالَ فَكَانَ عَبْدُ اللّٰهِ بْنُ عَمْرٍو يُعَلِّمُهَا مَنْ بَلَغَ مِنْ وَلَدِهِ أَنْ يَقُولَهَا عِنْدَ نَوْمِهِ وَمَنْ كَانَ مِنْهُمْ صَغِيرًا لَا يَعْقِلُ أَنْ يَحْفَظَهَا كَتَبَهَا لَهُ فَعَلَّقَهَا فِي عُنُقِهِ (حم عن ابن عمرو)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem uyku sırasında korkudan korunmak üzere söylediği şu kelimeleri bize öğretirdi: ″Bismillâhi, Allah’ın gazabından, ikâbından, kulların şerrinden ve şeytanın vesvese-lerinden ve etrafımda dolaşmalarından Allah’ın eksiksiz kelimeleri ile Allah’a sığınırım.″ Râvî der ki: Abdullah İbn-i Amr Radiyallâhu anhu; bâliğ olmuş, erişkin çocuklarına yatmadan önce, okumaları için, onlara bunu öğretirdi. Çocuklarından küçük olup da ezberleyemeyenler içinse bu kelimeleri yazar ve onun boynuna asardı.[1]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ الشَّيْطَانَ يَحْضُرُ أَحَدَكُمْ عِنْدَ كُلِّ شَيْءٍ مِنْ شَأْنِهِ حَتَّى يَحْضُرَهُ عِنْدَ طَعَامِهِ فَإِذَا سَقَطَتْ مِنْ أَحَدِكُمْ اللُّقْمَةُ فَلْيُمِطْ مَا كَانَ بِهَا مِنْ أَذًى ثُمَّ لِيَأْكُلْهَا وَلَا يَدَعْهَا لِلشَّيْطَانِ فَإِذَا فَرَغَ فَلْيَلْعَقْ أَصَابِعَهُ فَإِنَّهُ لَا يَدْرِي فِي أَيِّ طَعَامِهِ تَكُونُ الْبَرَكَةُ (م عن جابر)
″Her hâlinizde şeytan yanınızda hazır bulunur. Hattâ yemek yediği vakit de orada bulunur. Herhangi birinizden bir lokma düşecek olursa, onun üzerindeki pisliği temizlesin ve sonra onu yesin, şeytana bırakmasın. Yemeğini bitirdiği zaman da parmaklarını yalasın, çünkü kişi, bereketin yemeğinin neresinde bulunduğunu bilemez.″[2]
﴿ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَ اَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِۙ ﴿٩٩﴾ لَعَلّ۪ٓي اَعْمَلُ صَالِحًا ف۪يمَا تَرَكْتُ كَلَّاۜ اِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَٓائِلُهَاۜ وَمِنْ وَرَٓائِهِمْ بَرْزَخٌ اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ ﴿١٠٠﴾ ﴾
99-100. Nihâyet o müşriklerden birine ölüm geldiği vakit der ki: ″Yâ Rabbi! Beni dünyâya geri gönder ki,* terk ettiğim dünyâda, îman edip sâlih amelde bulunayım.″ Hayır, bu onun söylediği boş bir sözdür. Halbuki onların önlerinde, kıyâmet gününe kadar dönmelerine engel olan bir berzah (kabir hayatı) vardır.
İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
إِنَّ الْمُؤْمِنَ إِذَا عَايَنَ الْمَلَائِكَةَ قَالُوا: نُرْجِعُكَ إِلَى الدُّنْيَا؟ فَيَقُولُ: إِلَى دَارِ الْهُمُومِ وَالْأَحْزَانِ؟ بَلْ قُدُمًا إِلَى اللّٰهِ. وَأَمَّا الْكَافِرُ فَيَقُولُونَ لَهُ: نُرْجِعُكَ؟ فَيَقُولُ: {رَبِّ ارْجِعُونِ لَعَلِّي أَعْمَلُ صَالِحًا فِيمَا تَرَكْتُ} (ابن جرير وابن المنذر عن ابن جريج)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Âişe annemize şöyle buyurmuştur: Ölüm melekleri Mü’minin ruhunu aldıkları zaman ona, ″Seni dünyaya geri gönderelim mi?″ diye sorarlar. Mü’min: ″Dertlerin ve üzüntülerin diyarına mı? Aksine ben, Allah’u Teâlâ’nın havuzuna gitmek isterim″ karşılığını verir. Kâfire ise, ″Seni geri gönderelim mi? diye sordukları zaman, ″Yâ Rabbi! Beni dünyâya geri gönder ki,* terk ettiğim dünyâda, îman edip sâlih amelde bulunayım″ der.[1]
Âyet-i Kerîme’de geçen ″Berzah″, kelime olarak iki şey arasındaki engel demektir. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’ya göre de ″Berzah″, bir perdedir. Dolayısıyla berzah, dünyâ ile âhiret arasında ölümden dirilişe kadar geçen zamandır. Yani kabir hayatıdır.
Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle buyurmuştur:
وَيْلٌ لِأَهْلِ الْمَعَاصِي مِنْ أَهْلِ الْقُبُورِ! تَدْخُلُ عَلَيْهِمْ فِي قُبُورِهِمْ حَيَّاتٌ سُودٌ أَوْ دُهْمٌ حَيَّةٌ عِنْدَ رَأْسِهِ وَحَيَّةٌ عِنْدَ رِجْلَيْهِ يَقْرُصَانِهِ حَتَّى يَلْتَقِيَا فِي وَسَطِهِ فَذَلِكَ الْعَذَابُ فِي الْبَرْزَخِ الَّذِي قَالَ اللّٰهُ تَعَالَى وَمِنْ وَرَائِهِمْ بَرْزَخٌ إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ ) (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن عائشة)
Kabir ehlinden mâsiyet ehli olanlara veyl olsun. Kabirlerinde onların yanına simsiyah yılanlar girer. Bir yılan başucunda, bir yılan ayakucundadır. Ortasında bir araya gelinceye kadar onu kemirirler, İşte Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Mü’minûn, Âyet 100’de: ″… Halbuki onların önlerinde, kıyâmet gününe kadar dönmelerine engel olan bir berzah (kabir hayatı) vardır″ buyruğunda geçen berzahtaki azap budur.[2]
Bu husus Ebû Said Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, namazgâha girdi ve bâzı insanların dişleri görünecek derecede gülüştüklerini gördü ve şöyle buyurdu:
- Ne var ki sizler ölümü çok sık hatırlamış olsaydınız şu gördüğüm vaziyette olmazdınız. Öyleyse tüm lezzetleri yok edip kesen ölümü çok hatırlayın. Kabir, her gün şöyle diyerek konuşur: ″Ben yalnızlık eviyim, ben tek kişilik evim, ben toprak eviyim, ben kurtçukların eviyim!″
Mü’min kul toprağa defnedildiğinde kabir ona şöyle der: ″Merhaba, hoş geldin! Üzerimde yürüyenlerin en sevgilisi olduğuna göre bugün benim himâyem altına girdin, sana ne yapacağımı göreceksin!″ Sonra o kabir, o kimse için gözünün görebildiği kadar genişleyecek ve Cennete doğru bir kapı açılacaktır.
İsyancı ve kâfir bir kul da kabre konulduğunda kabir ona şöyle der: ″Sana rahat ve huzur yok, sen hoş vaziyette gelmedin bana, üzerimde yürüyenlerin en sevimsizi ve kızdığım biri olarak bana gelmiş durumdasın ve sana ne yapacağımı göreceksin.″
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne şöyle devam etti: ″Sonra kabir o kimseyi o derece sıkıştırır ki, kaburgaları birbirine geçer.″
Ebû Said Radiyallâhu anhu dedi ki:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, parmaklarıyla bu durumu göstererek parmaklarını iç içe soktu ve şöyle buyurdu:
″Sonra o kimseye yetmiş tane yılan musallat edilir ki, o yılanlardan biri toprağa üflese, o toprak, dünyâ durdukça üzerinde hiçbir şey bitirmez. Bu yılanlar onu, hesaba çekilinceye kadar, sokar ve ısırırlar, paramparça ederler.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
إِنَّمَا الْقَبْرُ رَوْضَةٌ مِنْ رِيَاضِ الْجَنَّةِ أَوْ حُفْرَةٌ مِنْ حُفَرِ النَّارِ (ت عن ابى سعيد)
″Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur.″[3]
Ölüler, sağ olanları işitirler. Bu hususta Enes Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:
Hz. Ömer ile beraber Mekke ile Medîne arasında bir yerde idik. Bedir’de savaşanları anlatmaya başladı ve şöyle buyurdu:
إِنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَيُرِينَا مَصَارِعَهُمْ بِالْأَمْسِ قَالَ هَذَا مَصْرَعُ فُلَانٍ إِنْ شَاءَ اللّٰهُ غَدًا قَالَ عُمَرُ وَالَّذِي بَعَثَهُ بِالْحَقِّ مَا أَخْطَئُوا تِيكَ فَجُعِلُوا فِي بِئْرٍ فَأَتَاهُمْ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَنَادَى يَا فُلَانُ بْنَ فُلَانٍ يَا فُلَانُ بْنَ فُلَانٍ هَلْ وَجَدْتُمْ مَا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقًّا فَإِنِّي وَجَدْتُ مَا وَعَدَنِي اللّٰهُ حَقًّا فَقَالَ عُمَرُ تُكَلِّمُ أَجْسَادًا لَا أَرْوَاحَ فِيهَا فَقَالَ مَا أَنْتُمْ بِأَسْمَعَ لِمَا أَقُولُ مِنْهُمْ. (ن عن انس)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem savaştan önce, kâfirlerin öldürülecekleri yerleri bize göstererek: ″Allah’ın izni ile burası, yarın filanın öldürüleceği yer olacaktır″ buyurdu. Hz. Ömer sözüne devamla dedi ki: Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i hak dîn ile gönderen Allah’a yemin olsun ki kâfirler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gösterdiği yerlerde öldürüldüler. Onların hepsi bir kuyuya atıldı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem kuyunun başına gelerek şöyle seslendi: ″Ey filan oğlu filan! Ey filan oğlu filan! Rabbinizin vaad ettiği şeyi buldunuz mu? Ben, Rabbimin bana vaad ettiği şeyi hak olarak buldum.″ Hz. Ömer: ″Yâ Resûlallah! Sen, ruhları olmayan cesetlerle konuşuyorsun″ dedim. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onlara söylediğimi siz onlardan daha iyi işitemezsiniz″ buyurdu.[4]
[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 10, s. 608-609.
[2] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 494.
[3] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet, 26
[4] Sünen-i Nesâî, Cenâiz 117.
﴿ فَاِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ فَلَٓا اَنْسَابَ بَيْنَهُمْ يَوْمَئِذٍ وَلَا يَتَسَٓاءَلُونَ ﴿١٠١﴾ ﴾
101. Sûr’a üflendiği vakit, artık o gün aralarında nesep bağı kalmaz ve birbirlerini arayıp sormazlar.
İzah: Mahşer gününün dehşetiyle ilgili, Sûre-i Abese, Âyet 33-37’de de şöyle buyrulmuştur:
″O çok kuvvetli ses geldiği (tekrar dirilme için Sûr’a üflendiği) zaman,* insan o gün kardeşinden kaçar,* annesinden, babasından,* zevcesinden ve oğullarından kaçar.* O gün herkesin kendisine yetecek kadar derdi vardır.″
Mahşerin dehşetinden dolayı herkes kendi nefsini kurtarmanın çabası içinde olur. Bu husus nakledilen Hadis-i Şerif’te şöyle geçmektedir:
Herkes, mahşer günü: ″Nefsim, nefsim″ diyecektir. Bu ise, o günün şiddet ve dehşetinden dolayıdır. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem ise müstesnâ. O, ümmeti hakkında dilekte bulunacaktır.[1]
Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, minber üzerinde iken şöyle buyurmuştur:
مَا بَالُ رِجَالٍ يَقُولُونَ إِنَّ رَحِمَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا تَنْفَعُ قَوْمَهُ بَلَى وَاللّٰهِ إِنَّ رَحِمِي مَوْصُولَةٌ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَإِنِّي أَيُّهَا النَّاسُ فَرَطٌ لَكُمْ عَلَى الْحَوْضِ فَإِذَا جِئْتُمْ قَالَ رَجُلٌ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَنَا فُلَانُ بْنُ فُلَانٍ وَقَالَ أَخُوهُ أَنَا فُلَانُ بْنُ فُلَانٍ قَالَ لَهُمْ أَمَّا النَّسَبُ فَقَدْ عَرَفْتُهُ وَلَكِنَّكُمْ أَحْدَثْتُمْ بَعْدِي وَارْتَدَدْتُمْ الْقَهْقَرَى (حم عن ابى سعيد الخدرى)
Bir takım kişilere ne oluyor ki onlar: ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in akrabalığı kavmine fayda vermiyor″ diyorlar. Hayır, fayda verir. Allah’a yemin olsun ki benim akrabalığım, dünyâda ve âhirette geçerlidir. Ey insanlar! Ben, Kevser Havuzu üzerinde sizi bekleyen önderinizim. Siz geldiğinizde bir adam: ″Yâ Resûlallah! Ben filân oğlu filânım″ diyecek ve kardeşi: ″Ben filân oğlu filânım″ diyecek. Ben de onlara: ″Nesep yönünden ise, evet tanıdım. Fakat siz, benden sonra öyle şeyler ihdas ettiniz ki, arkanızı dönüp dinden çıktınız″ diyeceğim.[2]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
فَاطِمَةُ مُضْغَةٌ مِنِّي يَقْبِضُنِي مَا قَبَضَهَا وَيَبْسُطُنِي مَا بَسَطَهَا وَإِنَّ الْأَنْسَابَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ تَنْقَطِعُ غَيْرَ نَسَبِي وَسَبَبِي وَصِهْرِي (حم ك عن المسور)
″Fâtıma benden bir parçadır. Onu üzen beni de üzer, onu sevindiren beni de sevindirir. Benim nesebim, sebebim ve sıhrim (evlenme yoluyla olan akrabalığım) dışında kıyâmette şüphesiz nesepler kesilecektir.″[3]
[1] Bakınız: Sahih-i Müslim, Îman 84 (326-327 Sahih-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 10.
[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10712.
[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 18149; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 34223.
﴿ فَمَنْ ثَقُلَتْ مَوَاز۪ينُهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ ﴿١٠٢﴾ وَمَنْ خَفَّتْ مَوَاز۪ينُهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ ف۪ي جَهَنَّمَ خَالِدُونَۚ ﴿١٠٣﴾ ﴾
102-103. Artık kimin iyi amelleri ağır gelirse, işte kurtuluşa erenler onlardır.* Kimin de iyi amelleri hafif gelirse, işte nefislerini hüsrâna uğratıp Cehennemde ebedî olanlar da onlardır.
﴿ تَلْفَحُ وُجُوهَهُمُ النَّارُ وَهُمْ ف۪يهَا كَالِحُونَ ﴿١٠٤﴾ اَلَمْ تَكُنْ اٰيَات۪ي تُتْلٰى عَلَيْكُمْ فَكُنْتُمْ بِهَا تُكَذِّبُونَ ﴿١٠٥﴾ قَالُوا رَبَّنَا غَلَبَتْ عَلَيْنَا شِقْوَتُنَا وَكُنَّا قَوْمًا ضَٓالّ۪ينَ ﴿١٠٦﴾ رَبَّنَٓا اَخْرِجْنَا مِنْهَا فَاِنْ عُدْنَا فَاِنَّا ظَالِمُونَ ﴿١٠٧﴾ ﴾
104-107. Ateş onların yüzlerini yalar. Onların orada yüzleri kavrulup, dişleri sırıtır kalır.* Allah’u Teâlâ onlara: ″Benim âyetlerim size okunurdu da siz onları yalanlardınız, değil mi?″ der.* Onlar da şöyle derler: ″Ey Rabbimiz! Azgınlığımıza yenik düştük ve biz dalâlete düşen bir kavim olduk.* Ey Rabbimiz! Bizi ateşten çıkar. Eğer tekrar küfür ve mâsiyete dönersek, muhakkak zâlim kimseler oluruz.″
İzah: Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ateş onların yüzlerini yalar. Onların orada yüzleri kavrulup, dişleri sırıtır kalır″ mealindeki Sûre-i Mü’minûn, Âyet 104 hakkında buyurdu ki:
تَشْوِيهِ النَّارُ فَتَقَلَّصُ شَفَتُهُ الْعُلْيَا حَتَّى تَبْلُغَ وَسَطَ رَأْسِهِ وَتَسْتَرْخِي شَفَتُهُ السُّفْلَى حَتَّى تَضْرِبَ سُرَّتَهُ (ت عن ابى سعيد الخدرى)
″Ateş onu yakacak ve üst dudağı başının ortasına varıncaya kadar geri çekilecek. Alt dudağı ise göbeğine değinceye kadar sarkacaktır.″[1]
[1] Sünen-i Tirmizî, Cehennem 5, Tefsir’ul-Kur’ân 24.
﴿ قَالَ اخْسَؤُ۫ا ف۪يهَا وَلَا تُكَلِّمُونِ ﴿١٠٨﴾ اِنَّهُ كَانَ فَر۪يقٌ مِنْ عِبَاد۪ي يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اٰمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الرَّاحِم۪ينَۚ ﴿١٠٩﴾ فَاتَّخَذْتُمُوهُمْ سِخْرِيًّا حَتّٰٓى اَنْسَوْكُمْ ذِكْر۪ي وَكُنْتُمْ مِنْهُمْ تَضْحَكُونَ ﴿١١٠﴾ اِنّ۪ي جَزَيْتُهُمُ الْيَوْمَ بِمَا صَبَرُٓواۙ اَنَّهُمْ هُمُ الْفَٓائِزُونَ ﴿١١١﴾ ﴾
108-111. Allah’u Teâlâ onlara şöyle der: ″Zelil olarak sükût edip durun orada, (azâbın kalkması için) Bana bir şey söylemeyin.* Çünkü Mü’min kullarımdan bir fırka: ″Ey Rabbimiz! Biz îman ettik, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen, merhamet edenlerin en hayırlısısın″ derlerdi.* Siz ise, onlarla alay ederdiniz. Onlarla alay etmeniz, size zikrimi unutturdu. Onlara hep gülerdiniz.* Şüphesiz ki, bugün Ben onları (sizin eziyetlerinize) sabretmiş olmaları sebebiyle mükâfata nâil ettim. Şüphesiz ki, kurtuluşa ermiş olanlar da onlardır, onlar!
﴿ قَالَ كَمْ لَبِثْتُمْ فِي الْاَرْضِ عَدَدَ سِن۪ينَ ﴿١١٢﴾ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ فَسْـَٔلِ الْعَٓادّ۪ينَ ﴿١١٣﴾ قَالَ اِنْ لَبِثْتُمْ اِلَّا قَل۪يلًا لَوْ اَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ ﴿١١٤﴾ ﴾
112-114. Allah’u Teâlâ, Cehennem ehline: ″Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?″ diye sorar.* Onlar: ″Bir gün veya bir günden daha az kaldık, sayanlara (hesap tutan meleklere) sor″ derler.* Allah’u Teâlâ da: ″Evet, çok az bir zaman kaldınız, (dünyânın geçici olduğunu) keşke bilseydi-niz!″ buyurur.
İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ اللّٰه إِذَا أَدْخَلَ أَهْل الْجَنَّة الْجَنَّة وَأَهْل النَّار النَّار قَالَ يَا أَهْل الْجَنَّة كَمْ لَبِثْتُمْ فِي الْأَرْض عَدَد سِنِينَ ؟ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْض يَوْم قَالَ لَنِعْمَ مَا اِتَّجَرْتُمْ فِي يَوْم أَوْ بَعْض يَوْم رَحْمَتِي وَرِضْوَانِي وَجَنَّتِي اُمْكُثُوا فِيهَا خَالِدِينَ مُخَلَّدِينَ ثُمَّ يَقُولُ يَا أَهْل النَّار كَمْ لَبِثْتُمْ فِي الْأَرْض عَدَد سِنِينَ ؟ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْض يَوْم فَيَقُول بِئْسَ مَا اِتَّجَرْتُمْ فِي يَوْم أَوْ بَعْض يَوْم نَارِي وَسَخَطِي اُمْكُثُوا فِيهَا خَالِدِينَ مُخَلَّدِينَ (تفسير ابن ابى حاتم عن أيفع بن عبد الكلاعي)
″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, Cennetlikleri Cennete, Cehennemlikleri Cehenneme koyduğunda: ″Ey Cennet ehli! Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?″ diye buyuracak. Onlar: ″Bir gün veya bir günden daha az kaldık″ diyecekler. Allah da: ″Bir gün veya daha az bir süre içinde ne güzel ticaret yaptınız; rahmetimi, hoşnutluğumu ve Cennetimi kazandınız. Orada ebedî olarak kalın″ buyuracak. Sonra Cehennemliklere: ″Ey Cehennem ehli! Yeryüzünde kaç sene kaldınız?″ diye buyuracak. Onlar: ″Bir gün veya bir günden daha az kaldık″ diyecekler. Allah’u Teâlâ da: ″Bir gün veya daha az bir sürede ne kötü bir ticaret yaptınız; Cehennemi ve öfkemi kazandınız. Orada ebedî olarak kalın″ buyuracak.″[1]
[1] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 13052.
﴿ اَفَحَسِبْتُمْ اَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَاَنَّكُمْ اِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ ﴿١١٥﴾ فَتَعَالَى اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ رَبُّ الْعَرْشِ الْكَر۪يمِ ﴿١١٦﴾ ﴾
115-116. Sizi boş yere yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?* Gerçek hükümdar olan Allah, çok yücedir. O’ndan başka ilah yoktur. O, kerîm olan Arş’ın Rabbidir.
İzah: Allah’u Teâlâ Âyet-i Kerîme’de: ″Sizi boş yere yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?″ diye buyurarak, ″Ben sizi boş yere, maskaralık yapmanız için mi yarattım? Siz böyle mi zannediyor-sunuz? Yoksa sonunda Bana gelmeyeceğinizi mi zannettiniz? Ben sizi yarattım; dünyâya gönderdim. Benim emir ve yasaklarıma uyun ve Bana ibâdet edin. Siz tekrar Bana döneceksiniz ve yaptığınız iyi veya kötü her amelin karşılığını göreceksiniz″ demiştir.
Sûre-i Mü’minûn, Âyet 115 ve devamındaki âyetler hakkında İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
أَنَّهُ مَرَّ بِمُصَابٍ مُبْتَلًى فَقَرَأَ فِي أُذُنه أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا حَتَّى خَتَمَ السُّورَة فَبَرَأَ فَقَالَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَاذَا قَرَأْت فِي أُذُنه؟ فَأَخْبَرَهُ فَقَالَ وَاَلَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَوْ أَنَّ رَجُلًا مُوقِنًا قَرَأَهَا عَلَى جَبَل لَزَالَ(القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن عبد اللّٰه بن مسعود)
Abdullah b. Mesûd Radiyallâhu anhu, bir gün belâ ve musîbete uğramış birinin yanından geçmiş, kulağına: ″Sizi boş yere yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?″ diye geçen Sûre-i Mü’minûn, Âyet 115’ten itibâren bu sûrenin sonuna kadar okudu ve o hasta iyileşti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona: ″Kulağına ne okudun?″ diye sorunca, o da okuduklarını söyledi. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: ″Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer yakîn sahibi bir adam bunu bir dağa okuyacak olursa, mutlaka o dağ yok olur.″[1]
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″O, kerîm olan Arş’ın Rabbidir″ diye buyrulmaktadır. Bu ifade; O, her şeyi kuşatan, rahmet ve hayrın kaynağı olan bir yüce Arş’ın sahibidir, yaratıcısıdır, anlamına gelmektedir.
[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 12, s. 157.
﴿ وَمَنْ يَدْعُ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَۙ لَا بُرْهَانَ لَهُ بِه۪ۙ فَاِنَّمَا حِسَابُهُ عِنْدَ رَبِّه۪ۜ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الْكَافِرُونَ ﴿١١٧﴾ ﴾
117. Her kim, hakkında hiçbir delili olmadığı hâlde Allah ile beraber başka bir ilaha taparsa, onun hesabı (cezâsı) ancak Rabbinin katındadır. Şüphesiz ki, kâfirler kurtuluşa eremezler.
﴿ وَقُلْ رَبِّ اغْفِرْ وَارْحَمْ وَاَنْتَ خَيْرُ الرَّاحِم۪ينَ ﴿١١٨﴾ ﴾
118. Ey Resûlüm! De ki: ″Ey Rabbim! Bağışla ve merhamet et. Zîrâ Sen, merhamet edenlerin en hayırlısısın.″
İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme ile; Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ve onun şahsında biz ümmetine, nasıl duâ edeceğimizi öğretmektedir.