İBRÂHÎM SÛRESİ
Bu sûre 52 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Bu sûrede İbrâhim Aleyhisselâm’dan bahsedildiği için ″İbrâhîm Sûresi″ diye isimlendirilmiştir.
﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ﴾
Bismillâhirrahmânirrahîm.
﴿ الٓرٰ۠ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ اِلٰى صِرَاطِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ ﴿١﴾ ﴾
1. Elif, Lâm, Râ. Bu kitap, insanları Rablerinin izniyle, zulumâttan nûra, her şeye gâlip ve hamde lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarmak için sana indirdiğimiz bir kitaptır.
﴿ اَللّٰهِ الَّذ۪ي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَوَيْلٌ لِلْكَافِر۪ينَ مِنْ عَذَابٍ شَد۪يدٍۙ ﴿٢﴾ اَلَّذ۪ينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًاۜ اُو۬لٰٓئِكَ ف۪ي ضَلَالٍ بَع۪يدٍ ﴿٣﴾ ﴾
2-3. O Allah ki, göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. Şiddetli azaptan dolayı vay kâfirlerin hâline!* Onlar, dünyâ hayatını âhirete tercih ederler, Allah yolundan menederler ve o yolu eğri göstermeye çalışırlar. İşte onlar, haktan çok uzak bir sapıklık içindedirler.
İzah: Kâfirler, mahşerde gerçekleri görerek Cehenneme gireceklerini anlarlar. Cenneti kazanma fırsatını da, dünyâda iken nefsin arzularına uyarak ellerinden kaçırdıklarını anlayınca, mahzun olup bunun ızdırabını çekeceklerdir.
Kâfirlerin hâli hakkında yine Sûre-i İbrâhîm, Âyet 44’te Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Ey Resûlüm! İnsanları, kendilerine azâbın geleceği gün ile uyar. O gün zâlimler: ″Ey Rabbimiz! Bir müddet azâbı bizden ertele ve bizi dünyâya geri gönder; dâvetine icâbet edip Resullerine itaat edelim″ derler. Onlara denir ki: ″Daha önce (dünyâda iken) âhirete intikal etmeyeceğinize dair yemin etmiyor muydunuz?″
﴿ وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِه۪ لِيُبَيِّنَ لَهُمْۜ فَيُضِلُّ اللّٰهُ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿٤﴾ ﴾
4. Biz her Peygamberi, ancak kendi kavminin lisaniyle gönderdik ki, (Allah’ın emirlerini) onlara apaçık anlatsın. Allah’u Teâlâ, dilediğini dalâlette bırakır ve dilediğine de hidâyet eder. O, her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
İzah: Allah’u Teâlâ, her Peygamberi kendi kavminin lisânı üzere göndermiştir ki, o kavim emirlerini iyi ve güzel anlasın. Peygamberimiz Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem de kendi kavminin lisânıyla gönderilmiş, fakat dâveti kıyâmete kadar gelecek olan bütün âlemleredir.
Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan sahih senetle nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmaktadır:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: اُدْعُوا لِى سَيِّدَ الْعَرَبِ فَقُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَلَسْتَ سَيِّدَ الْعَرَبِ؟ قَالَ: أَنَا سَيِّدُ وَلَدِ آدَمَ وَعَلِيٌّ سَيِّدُ الْعَرَبِ. (ك عن عائشة)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Ali’yi kastederek: ″Bana Arabın Efendisini çağırın″ dedi. ″Yâ Resûlallah! Arabın Efendisi sen değil misin?″ dediğimde, buyurdu ki: ″Ben, Âdemoğlunun Efendisiyim. Ali de Arabın Efendisidir.″[1]
Peygamber Efendimizin bütün âlemlere gönderildiğine dair Allah’u Teâlâ Sûre-i Enbiyâ, Âyet 107’de şöyle buyurmuştur:
″Ey Habîbim! Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.″
Bu husus Sûre-i Sebe, Âyet 28’de de şöyle geçmektedir:
″Ey Resûlüm! Biz seni bütün insanlığa bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler.″
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:
… وَكَانَ النَّبِيُّ يُبْعَثُ اِلَى قَوْمِهِ خَاصَّةً وَبُعِثْتُ إِلَى النَّاسِ كَافَّةً (خ م حم ه عن جابر)
″… Benden önceki Peygamberler sâdece kendi kavmine Peygamber olarak gönderiliyordu. Ben ise, bütün insanlığa Peygamber olarak gönderildim.″[2]
Bu sebeple herkes Muhammed Mustafa Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizin dâvetine uymaya mecburdur. Efendimizin gelmesiyle, önceki bütün dinlerin hükmü ortadan kalkmıştır.
Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَا يَسْمَعُ بِى أَحَدٌ مِنْ هَذِهِ الْأُمَّةِ يَهُودِيٌّ وَلَا نَصْرَانِيٌّ ثُمَّ يَمُوتُ وَلَمْ يُؤْمِنْ بِالَّذِى أُرْسِلْتُ بِهِ اِلَّا كَانَ مِنْ أَصْحَابِ النَّارِ (حم م عن ابى هريرة)
″Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan Allah’a yemin ederim ki, her kim Yahudi olsun, Hristiyan olsun beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa, mutlaka Cehennem ehlinden olacaktır.″[3]
[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 4690; Ebû Şeybe, Musannef, Hadis No: 27; Taberânî, Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 2683.
[2] Sahih-i Buhârî, Salât 56; Sahih-i Müslim, Mesâcid 1 (3).
[3] Sahih-i Müslim, Îman 70 (240 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8255.
﴿ وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا اَنْ اَخْرِجْ قَوْمَكَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِاَيَّامِ اللّٰهِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ ﴿٥﴾ ﴾
5. Yemin olsun ki Biz, Mûsâ’yı da mûcizelerimizle gönderdik. Ona: ″Kavmini, zulumâttan nûra çıkar ve Allah’ın günlerini (belâlarını ve nîmetlerini) onlara hatırlat″ dedik. Şüphesiz bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için elbette ibretler vardır.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
بَيْنَمَا مُوسَى عَلَيْهِ السَّلَام فِي قَوْمه يُذَكِّرهُمْ بِأَيَّامِ اللّٰه وَأَيَّام اللّٰه بَلَاؤُهُ وَنَعْمَاؤُهُ ... (م عن ابى ابن كعب)
″Mûsâ Aleyhisselâm, kavmi arasında onlara Allah’ın günlerini hatırlatıyordu. Allah’ın günleri ise, O’nun belâları ve nîmetleridir…″[1]
Yine kulun sabretmesi, kişinin başına gelen belâlara sabretmesi; şükretmesi de Allah’ın verdiği nîmetlere ibâdet ve taatle sebat edip şükretmesidir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اَلْإِيمَانُ نِصْفَانِ نِصْفٌ فِي الصَّبْرِ وَنِصْفٌ فِي الشُّكْرِ (هب عن انس(
″Îman iki yarımdır. Yarısı sabırdır ve yarısı da şükürdür.″[2]
[1] Sahih-i Müslim, Fedâil 46 (172 Resûlullah (Sallallallahu aleyhi vesellem) sözüne devamla meşhur Musâ Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm arasında geçen kıssayı anlatmıştır. Bu kıssanın tamamı için Sûre-i Kehf, Âyet 60-82’ye bakınız.
[2] Beyhakî, Şuabu'l-Îman, Hadis No: 9383.
﴿ وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِهِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ اَنْجٰيكُمْ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِ وَيُذَبِّحُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَٓاءَكُمْۜ وَف۪ي ذٰلِكُمْ بَلَٓاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظ۪يمٌ۟ ﴿٦﴾ وَاِذْ تَاَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَز۪يدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ اِنَّ عَذَاب۪ي لَشَد۪يدٌ ﴿٧﴾ ﴾
6-7. Ey Resûlüm! Hatırlat o vakti ki Mûsâ, kavmine şöyle demişti: ″Sizi kötü bir azap ile azap eden ve oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı sağ bırakan Âl-i Firavun’dan (Firavun ve adamlarından) kurtardığı zaman, Allah’u Teâlâ’nın sizin üzerinize olan nîmetini düşünün. Bunlarda, Rabbiniz tarafından sizin için büyük bir imtihan vardı.* Hani Rabbiniz yine şöyle buyurmuştu: ″Yemin olsun ki, şükrederseniz size olan nîmetlerimi mutlaka artırırım. Şâyet nankörlük ederseniz, şüphesiz ki azâbım çok şiddetlidir.″
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Yemin olsun ki, şükrederseniz size olan nîmetlerimi mutlaka artırırım. Şâyet nankörlük ederseniz, şüphesiz ki azâbım çok şiddetlidir″ diye buyrulmaktadır. Bu ifadenin iki yönü vardır. Birincisi âhiret yönü, ikincisi de dünyâ yönüdür.
Âhiret yönü, küfür ve mâsiyetle Allah’ın nîmetlerini nankörlük edip inkâr edenlerin Cehenneme girerek şiddetli azâba uğrayacağı beyan edilmektedir. Şükrederseniz, nîmetimi artırırım buyruğu ise, şükretmenin Allah’a yapılan ibâdetler olduğu, âyet ve hadislerde belirtilmiştir. Bu şekilde güzel amellerde bulunarak şükrünü yerine getiren kimse, Cennete girip Allah’ın nîmetlerine kavuşur.
Şükrün ibâdetle olduğuna dair Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, o şöyle buyurmaktadır:
كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا صَلَّى قَامَ حَتَّى تَفَطَّرَ رِجْلَاهُ قَالَتْ عَائِشَةُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَتَصْنَعُ هَذَا وَقَدْ غُفِرَ لَكَ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ فَقَالَ يَا عَائِشَةُ أَفَلَا أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا (م عن عائشة)
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, geceleri mübârek ayakları şişinceye kadar ibâdet ederdi. Hz. Âişe: ″Yâ Resûlallah! Senin geçmiş ve gelecek olan günahlarını Allah’u Teâlâ bağışladığı[1] halde, niçin bu kadar ibâdet edip kendini yoruyorsun?″ deyince, buyurdu ki: ″Yâ Âişe! Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?″[2]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اَلذِّكْرُ نِعْمَةٌ مِنَ اللّٰهِ فَاَدُّوا شُكْرَهَا (فر عن نبيط بن شريط)
″Zikir, Allah’tan bir nîmettir. Bu sebeple Allah’ı zikrederek O’nun şükrünü ödeyin.″[3]
Dünyâ yönü ise, bir Müslümanın, her ne kadar sıkıntıda olsa da her hâline hamd ve şükretmesi gerekir. Böyle yapan kişiye Allah’u Teâlâ dünyâ nîmetlerini artırır.
Bu hususta da Enes Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
أَتَى رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ سَائِلٌ فَأَمَرَ لَهُ بِتَمْرَةٍ فَوَحَشَ بِهَا ثُمَّ جَاءَ سَائِلٌ آخَرُ فَأَمَرَ لَهُ بِتَمْرَةٍ فَقَالَ سُبْحَانَ اللّٰهِ تَمْرَةٌ مِنْ رَسُولِ اللّٰهِ قَالَ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لِلْجَارِيَةِ اذْهَبِي إِلَى أُمِّ سَلَمَةَ فَأَعْطِيهِ الْأَرْبَعِينَ دِرْهَمًا الَّتِي عِنْدَهَا (حم عن انس)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bir dilenci geldi. Resûlü Ekrem ona bir hurma verilmesini emretti. Fakat dilenci hurmayı kabul etmedi. Sonra bir başka dilenci geldi. Peygamber Efendimiz ona da bir hurma verilmesini emretti. O dilenci: ″Subhânallâh! Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den bir hurma mı?″ diyerek kabul etti. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem câriyesini çağırarak ona: ″Ümmü Seleme’ye gidip ona yanındaki kırk dirhemi, şu hurmayı kabul eden dilenciye vermesini söyle″ diye buyurdu.[4]
[1] Bakınız: Sûre-i Fetih, Âyet 2.
[2] Sahih-i Müslim, Sıfat-ı Kıyâmet 18 (81).
[3] Kırk Mevzuda Kırk Hadis Kitabı, Zikir 8.
[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 13234, 12115.
﴿ وَقَالَ مُوسٰٓى اِنْ تَكْفُرُٓوا اَنْتُمْ وَمَنْ فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًاۙ فَاِنَّ اللّٰهَ لَغَنِيٌّ حَم۪يدٌ ﴿٨﴾ ﴾
8. Mûsâ, kavmine dedi ki: ″Siz ve yeryüzündekilerin hepsi Allah’ın nîmetlerine nankörlük etseniz, Şüphesiz Allah’u Teâlâ hiçbir şeye muhtaç değildir, hamde lâyıktır.″
İzah: Allah’u Teâlâ’nın hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı hususunda, nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de Hakk Teâlâ şöyle buyurmuştur:
يَا عِبَادِي لَوْ أَنَّ أَوَّلَكُمْ وَآخِرَكُمْ وَإِنْسَكُمْ وَجِنَّكُمْ كَانُوا عَلَى أَتْقَى قَلْبِ رَجُلٍ وَاحِدٍ مِنْكُمْ مَا زَادَ ذَلِكَ فِي مُلْكِي شَيْئًا يَا عِبَادِي لَوْ أَنَّ أَوَّلَكُمْ وَآخِرَكُمْ وَإِنْسَكُمْ وَجِنَّكُمْ كَانُوا عَلَى أَفْجَرِ قَلْبِ رَجُلٍ وَاحِدٍ مَا نَقَصَ ذَلِكَ مِنْ مُلْكِي شَيْئًا يَا عِبَادِي لَوْ أَنَّ أَوَّلَكُمْ وَآخِرَكُمْ وَإِنْسَكُمْ وَجِنَّكُمْ قَامُوا فِي صَعِيدٍ وَاحِدٍ فَسَأَلُونِي فَأَعْطَيْتُ كُلَّ إِنْسَانٍ مَسْأَلَتَهُ مَا نَقَصَ ذَلِكَ مِمَّا عِنْدِي إِلَّا كَمَا يَنْقُصُ الْمِخْيَطُ إِذَا أُدْخِلَ الْبَحْرَ ... (م عن ابى ذر)
″Ey kullarım! Şâyet sizin geçmişleriniz, gelecekleriniz, insanlarınız ve cinleriniz, içinizden en muttaki adamın kalbine sahip olsalar da, bu Benim mülkümden hiçbir şeyi artırmaz. Ey kullarım! Şâyet sizin geçmişleriniz, gelecekleriniz, insanlarınız ve cinleriniz, içinizden en kötü adamın kalbine sahip olsalar da, bu Benim mülkümden bir şey eksiltmez. Ey kullarım! Şâyet sizin geçmişleriniz, gelecekleriniz, insanlarınız ve cinleriniz bir yerde durup Benden istekte bulunmuş olsalar, Ben de herkese istediğini versem, bu Benim nezdimde bulunan şeylerden, ancak denize batırılan bir iğnenin, deniz suyundan eksilttiği kadar bir miktar eksilmiş olabilir yani hiçbir şey eksiltmez, demektir…″[1]
[1] Sahih-i Müslim, Birr 15 (55).
﴿ اَلَمْ يَأْتِكُمْ نَبَؤُا الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَۜ ۛ وَالَّذ۪ينَ مِنْ بَعْدِهِمْۜۛ لَا يَعْلَمُهُمْ اِلَّا اللّٰهُۜ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَرَدُّٓوا اَيْدِيَهُمْ ف۪ٓي اَفْوَاهِهِمْ وَقَالُٓوا اِنَّا كَفَرْنَا بِمَٓا اُرْسِلْتُمْ بِه۪ وَاِنَّا لَف۪ي شَكٍّ مِمَّا تَدْعُونَنَٓا اِلَيْهِ مُر۪يبٍ ﴿٩﴾ ﴾
9. Sizden önceki Nûh, Âd ve Semud kavimlerinin ve onlardan sonra gelip sayılarını Allah’tan başkasının bilmediği kavimlerin haberleri size ulaşmadı mı? Onlara, Peygamberleri apaçık deliller ile geldiler. Fakat onlar, ellerini ağızlarına götürerek şöyle dediler: ″Şüphesiz biz, sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz ve bizi dâvet ettiğiniz şeyler hakkında şiddetli bir tereddüt ve şüphe içindeyiz″ dediler.
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Ellerini ağızlarına götürerek″ ifadesinden neyin kastedildiği hakkında çeşitli izahlar yapılmıştır. Bir görüşe göre, kâfirler, ellerini kendi ağızlarına götürerek, Peygamberlerin susmalarını ve konuşmamalarını işâret etmişlerdir.
Diğer bir görüşe göre de kâfirler, Peygamberlerin sözlerini duyunca öfkelerinden, ellerini ağızlarına götürerek ellerini ısırmışlardır.
﴿ قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِي اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ يَدْعُوكُمْ لِيَغْفِرَ لَكُمْ مِنْ ذُنُوبِكُمْ وَيُؤَخِّرَكُمْ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۜ قَالُٓوا اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَاۜ تُر۪يدُونَ اَنْ تَصُدُّونَا عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ اٰبَٓاؤُ۬نَا فَأْتُونَا بِسُلْطَانٍ مُب۪ينٍ ﴿١٠﴾ ﴾
10. Peygamberleri de onlara: ″Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’tan hiç şüphe edilir mi? O, günahlarınızı bağışlamak için sizi hak dîne çağırıyor ve belirli bir vakte kadar size müsaade ediyor″ dediler. Kavimleri: ″Siz de, bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz. Babalarımızın ibâdet ettiği şeylerden bizi menetmek istiyorsunuz. O halde bize apaçık bir delil getirin″ dediler.
﴿ قَالَتْ لَهُمْ رُسُلُهُمْ اِنْ نَحْنُ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَمُنُّ عَلٰى مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ۜ وَمَا كَانَ لَنَٓا اَنْ نَأْتِيَكُمْ بِسُلْطَانٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ ﴿١١﴾ وَمَا لَنَٓا اَلَّا نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّٰهِ وَقَدْ هَدٰينَا سُبُلَنَاۜ وَلَنَصْبِرَنَّ عَلٰى مَٓا اٰذَيْتُمُونَاۜ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ۟ ﴿١٢﴾ ﴾
11-12. Peygamberleri onlara dedi ki: ″Biz dediğiniz üzere, sizin gibi insandan başka bir şey değiliz. Lâkin Allah’u Teâlâ, kullarından dilediğine Peygamberliği ihsan eder. Allah’ın izni olmadıkça bizim size bir delil (mûcize) getirmeğe kudretimiz yoktur. Mü’minler, Allah’a tevekkül etsinler.* Allah’u Teâlâ, bize yollarımızı dosdoğru göstermişken, biz ne diye O’na tevekkül etmeyelim? Ve elbette bize yaptığınız eziyetlere sabredeceğiz. Tevekkül edenler, Allah’a tevekkül etsinler.″
İzah: Âyet-i Kerîme‘de geçen tevekkül ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ أَحَبَّ أَنْ يَكُونَ أَقْوَى النَّاس فَلْيَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰه وَمَنْ أَحَبَّ أَنْ يَكُون أَغْنَى النَّاس فَلْيَكُنْ بِمَا فِي يَد اللّٰه عَزَّ وَجَلَّ أَوْثَق مِنْهُ بِمَا فِي يَدَيْهِ وَمَنْ أَحَبَّ أَنْ يَكُون أَكْرَم النَّاس فَلْيَتَّقِ اللّٰه عَزَّ وَجَلَّ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابن عباس(
″Kim insanların en güçlüsü olmayı isterse, Allah’a tevekkül etsin. Kim de insanların en zengini olmak isterse, elindekinden ziyade Allah katında olanlara güvensin. Kim de insanların en şereflisi olmayı sevip isterse Allah’tan korksun.″[1]
[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 7, s. 101.
﴿ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِرُسُلِهِمْ لَنُخْرِجَنَّكُمْ مِنْ اَرْضِنَٓا اَوْ لَتَعُودُنَّ ف۪ي مِلَّتِنَاۜ فَاَوْحٰٓى اِلَيْهِمْ رَبُّهُمْ لَنُهْلِكَنَّ الظَّالِم۪ينَۙ ﴿١٣﴾ وَلَنُسْكِنَنَّكُمُ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِهِمْۜ ذٰلِكَ لِمَنْ خَافَ مَقَام۪ي وَخَافَ وَع۪يدِ ﴿١٤﴾ ﴾
13-14. Kâfirler, Peygamberlerine: ″Yemin ederiz ki, ya sizi yurdumuzdan çıkarırız yahut dînimize dönersiniz″ dediler. Rableri de Peygamberlerine şöyle vahyetti: ″Zâlimleri elbette helâk edeceğiz.″* ″Onlardan sonra sizi elbette o yurda yerleştireceğiz. İşte bu lütuf, huzuruma gelmekten ve azap emrimden korkanlar içindir.″
İzah: İslam tarihine bakıldığında, belli zamanlarda Allah’u Teâlâ küfre mühlet vermiştir. Ama bu mühlet geçici olmuştur. Allah’u Teâlâ er veya geç küfrü yok edip yerine İslâm’ı hâkim kılmıştır. Böylece Mü’minler kâfirlere vâris olmuşlardır. Yine bu hususla ilgili olarak Allah’u Teâlâ Sûre-i Enbiyâ, Âyet 105’te şöyle buyurmaktadır:
″Yemin olsun ki, Tevrat’tan sonra Zebur’da da sâlih kullarımın yeryüzüne vâris olacağını yazmıştık.″
Bu husus Sûre-i Saff, Âyet 8’de de: ″Onlar, Allah’ın nûrunu ağızlarıyla (bâtıl sözleriyle) söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah’u Teâlâ, nûrunu tamamlayacaktır″ diye buyrularak, Mü’minlerin, kâfirlere gâlip olacakları haber verilmiştir.
Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Nûr, Âyet 55 ve izahına bakınız.
﴿ وَاسْتَفْتَحُوا وَخَابَ كُلُّ جَبَّارٍ عَن۪يدٍۙ ﴿١٥﴾ مِنْ وَرَٓائِه۪ جَهَنَّمُ وَيُسْقٰى مِنْ مَٓاءٍ صَد۪يدٍۙ ﴿١٦﴾ يَتَجَرَّعُهُ وَلَا يَكَادُ يُس۪يغُهُ وَيَأْت۪يهِ الْمَوْتُ مِنْ كُلِّ مَكَانٍ وَمَا هُوَ بِمَيِّتٍۜ وَمِنْ وَرَٓائِه۪ عَذَابٌ غَل۪يظٌ ﴿١٧﴾ ﴾
15-17. Peygamberler, Allah’tan yardım istediler. Cebbâr ve hakka karşı inatçı olanlar da hüsrâna uğradılar.* Onların önlerinde de Cehennem vardır. Orada onlara irinli sudan içirilir.* Onlar, o sıvıyı yudumlamaya çalışırlar, fakat boğazından geçmez. Onlara her yönden ölüm gelecek, fakat ölmeyecekler. Bunun arkasından da şiddetli bir azap daha vardır.
İzah: Cehennem ehlinin içeceği su ile ilgili Ebû Umâme Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onların önlerinde de Cehennem vardır. Orada onlara irinli sudan içirilir.* Onlar o sıvıyı yudumlamaya çalışırlar, fakat boğazından geçmez...″ [1] diye geçen âyetleri okudu ve buyurdu ki:
يُقَرَّبُ إِلَى فِيهِ فَيَكْرَهُهُ فَإِذَا أُدْنِيَ مِنْهُ شَوَى وَجْهَهُ وَوَقَعَتْ فَرْوَةُ رَأْسِهِ فَإِذَا شَرِبَهُ قَطَّعَ أَمْعَاءَهُ حَتَّى تَخْرُجَ مِنْ دُبُرِهِ يَقُولُ اللّٰهُ {وَسُقُوا مَاءً حَمِيمًا فَقَطَّعَ أَمْعَاءَهُمْ} وَيَقُولُ {وَإِنْ يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ} (ت عن ابى امامة)
Bu su, ağzına yaklaştırılır fakat ondan tiksinir. Kendisi ona yaklaşacak olursa, yüzünü yakar ve başındaki saçlar o suyun içerisine düşer. O suyu içecek olursa, bağırsaklarını parçalar ve dübüründen çıkar. Allah’u Teâlâ: ″… Bunlara nâil olanlar, ateşte ebedî olup kaynar sular içirilerek bağırsakları parçalanan kimseler gibi midir?″[2] Ve ″… Eğer susuzluktan feryad edip yardım isterlerse, onlara yüzleri yakıp kavuran erimiş maden gibi bir su verilir. O ne kötü bir içecektir ve bulundukları yer ne kötüdür″[3] diye buyurmaktadır.[4]
[1] Sûre-i İbrâhîm, Âyet 16-17.
[2] Sûre-i Muhammed, Âyet 15.
[3] Sûre-i Kehf, Âyet 29.
[4] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cehennem 4; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7029.
﴿ مَثَلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ اَعْمَالُهُمْ كَرَمَادٍۨ اشْتَدَّتْ بِهِ الرّ۪يحُ ف۪ي يَوْمٍ عَاصِفٍۜ لَا يَقْدِرُونَ مِمَّا كَسَبُوا عَلٰى شَيْءٍۜ ذٰلِكَ هُوَ الضَّلَالُ الْبَع۪يدُ ﴿١٨﴾ ﴾
18. Rablerini inkâr edenlerin hallerine gelince, onların güzel amelleri, fırtınalı bir günde şiddetli rüzgârla savrulup giden kül gibidir. Onlar dünyâda kazandıkları güzel amellerden, âhirette faydalanamazlar. Onların bu hâli, apaçık dalâlettir.
İzah: Kâfirin, dünyâda yaptığı iyi amelin, âhirette kendisine hiçbir faydasınının olmayacağına dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ لَا يَظْلِمُ الْمُؤْمِنَ حَسَنَةً يُثَابُ عَلَيْهَا الرِّزْقَ فِي الدُّنْيَا وَيُجْزَى بِهَا فِي الْآخِرَةِ وَأَمَّا الْكَافِرُ فَيُعْطَى بِحَسَنَاتِهِ فِي الدُّنْيَا فَإِذَا لَقِيَ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لَمْ تَكُنْ لَهُ حَسَنَةٌ يُعْطَى بِهَا خَيْرًا (حم عن انس)
″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, hiç kimseye haksızlık etmez. Mü’min, yaptığı bir iyilik sebebiyle dünyâda rızıklanır ve bununla beraber âhirette de bunun karşılığını alır. Kâfir ise, yaptığı bir iyilik sebebiyle dünyâda rızıklanır, âhirete vardığında ise bir sevap bulunmaz ki, karşılığında ona hayır verilsin.″[1]
Bu sebeple kâfirin amelleri tartıya dâhi konulmayacaktır. Bu hususta Sûre-i Kehf, Âyet 105’te şöyle buyrulmuştur:
″İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr eden kimselerdir. Bu sebeple onların amelleri boşa gitmiştir. Kâfirlerin amellerini mahşer günü tartıya koymayacağız.″
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11816.
﴿ اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّۜ اِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَد۪يدٍۙ ﴿١٩﴾ وَمَا ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ بِعَز۪يزٍ ﴿٢٠﴾ ﴾
19-20. Ey Resûlüm! Görmez misin ki Allah’u Teâlâ, gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Dilerse sizi yok eder, yerinize yeni bir halk getirir.* Bu, Allah’a göre güç değildir.
﴿ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ جَم۪يعًا فَقَالَ الضُّعَفٰٓؤُ۬ا لِلَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُٓوا اِنَّا كُنَّا لَكُمْ تَبَعًا فَهَلْ اَنْتُمْ مُغْنُونَ عَنَّا مِنْ عَذَابِ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍۜ قَالُوا لَوْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَهَدَيْنَاكُمْۜ سَوَٓاءٌ عَلَيْنَٓا اَجَزِعْنَٓا اَمْ صَبَرْنَا مَا لَنَا مِنْ مَح۪يصٍ۟ ﴿٢١﴾ ﴾
21. Onların hepsi (mahşer gününde) Allah’ın huzuruna çıkarlar. İşte o zaman zayıf olanlar, büyüklük taslayan önderlerine: ″Biz size tâbi olmuştuk. Şimdi siz, Allah’ın azâbından az bir kısmını olsun, bizden uzaklaştırabilir misiniz?″ derler. Onlar da: ″Allah bize hidâyet etseydi, biz de size hidâyet ederdik. Sızlanıp feryat da etsek, sabır da etsek bizim için birdir. Bizim için hiçbir kurtuluş yoktur″ derler.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يَقُولُ أَهْلُ النَّارِ: هَلُمُّوا فَلْنَصْبِرْ، قَالَ: فَصَبَرُوا خَمْسَمِائَةِ عَامٍ، فَلَمَّا رَأَوْا ذَلِكَ لا يَنْفَعُهُمْ، قَالُوا: هَلُمُّوا فَلْنَجْزَعْ، قَالَ: فَيَبْلُونَ خَمْسَمِائَةِ عَامٍ، فَلَمَّا رَأَوْا ذَلِكَ لَمْ يَنْفَعُهُمْ، قَالُوا: سَوَاءٌ عَلَيْنَا أَجَزِعْنَا أَمْ صَبَرْنَا مَا لَنَا مِنْ مَحِيصٍ (طب عن كعب بن مالك)
Cehennem ehli, ″Gelin, sabredelim″ derler. Beş yüz yıl süreyle sabrederler. Bu sabırlarının kendilerine bir fayda sağlamadığını gördüklerinde, ″haydi gelin sızlanıp feryad edelim″ diyecekler. Beş yüz yıl süreyle sızlanıp feryad edecekler. Bunun da kendilerine bir fayda sağlamadığını gördüklerinde, bu sefer (Sûre-i İbrâhîm, Âyet 21’de geçtiği üzere), ″Sızlanıp feryat da etsek, sabır da etsek bizim için birdir. Bizim için hiçbir kurtuluş yoktur″ diyecekler.[1]
[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 15521.
﴿ وَقَالَ الشَّيْطَانُ لَمَّا قُضِيَ الْاَمْرُ اِنَّ اللّٰهَ وَعَدَكُمْ وَعْدَ الْحَقِّ وَوَعَدْتُكُمْ فَاَخْلَفْتُكُمْۜ وَمَا كَانَ لِيَ عَلَيْكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ اِلَّٓا اَنْ دَعَوْتُكُمْ فَاسْتَجَبْتُمْ ل۪يۚ فَلَا تَلُومُون۪ي وَلُومُٓوا اَنْفُسَكُمْۜ مَٓا اَنَا۬ بِمُصْرِخِكُمْ وَمَٓا اَنْتُمْ بِمُصْرِخِيَّۜ اِنّ۪ي كَفَرْتُ بِمَٓا اَشْرَكْتُمُونِ مِنْ قَبْلُۜ اِنَّ الظَّالِم۪ينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٢٢﴾ ﴾
22. Allah’ın emri yerini bulup, Cennet ehli Cennete ve Cehennem ehli de Cehenneme girince, şeytan der ki: ″Allah’u Teâlâ, size hak ve doğru vaadde bulundu. Ben de size yalan vaadde bulundum. Benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sizi ancak dâvet ettim, siz de bana hemen icâbet ettiniz. Beni değil, kendi nefsinizi kınayın. Ne ben sizi, bulunduğunuz azaptan kurtarabilirim, ne de siz beni! Şüphesiz ki, daha önce de sizin beni Allah’a ortak koşmanızı reddetmiştim. Şüphesiz ki, zâlimler için elim bir azap vardır.″
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِذَا جَمَعَ اللّٰهُ الأَوَّلِينَ وَالآخِرِينَ فَقَضَى بَيْنَهُمْ وَفَرَغَ مِنَ الْقَضَاءِ قَالَ الْمُؤْمِنُونَ: قَدْ قَضَى بَيْنَنَا رَبُّنَا، فَمَنْ يَشْفَعُ لَنَا إِلَى رَبِّنَا؟ فَيَقُولُونَ: انْطَلِقُوا إِلَى آدَمَ فَإِنَّ اللّٰهَ خَلَقَهُ بِيَدِهِ وَكَلَّمَهُ. فَيَأْتُونَهُ فَيَقُولُونَ قَمْ فَاشْفَعْ لَنَا إِلَى رَبِّنَا. فَيَقُولُ آدَمُ: عَلَيْكُمْ بِنُوحٍ. فَيَأْتُونَ نُوحاً فَيَدُلُّهُمْ عَلَى إِبْرَاهِيمَ فَيَأْتُونَ إِبْرَاهِيمَ فَيَدُلُّهُمْ عَلَى مُوسَى، فَيَأْتُونَ مُوسَى فَيَدُلُّهُمْ عَلَى عِيسَى فَيَأْتُونَ عِيسَى فَيَقُولُ: أَدُلُّكُمْ عَلَى النَّبِىِّ الأُمِّىِّ قَالَ: فَيَأْتُونِى فَيَأْذَنُ اللّٰهُ لِى أَنْ أَقُومَ إِلَيْهِ فَيَثُورُ مَجْلِسِى أَطْيَبَ رِيحٍ شَمَّهَا أَحَدٌ قَطُّ حَتَّى آتِىَ رَبِّى فَيُشَفِّعَنِى وَيَجْعَلَ لِى نُوراً مِنْ شَعْرِ رَأْسِى إِلَى ظُفُرِ قَدَمِى فَيَقُولُ الْكَافِرُونَ عِنْدَ ذَلِكَ لإِبْلِيسَ: قَدْ وَجَدَ الْمُؤْمِنُونَ مَنْ يَشْفَعُ لَهُمْ فَقُمْ أَنْتَ فَاشْفَعْ لَنَا إِلَى رَبِّكَ فَإِنَّكَ أَنْتَ أَضْلَلْتَنَا قَالَ: فَيَقُومُ فَيَثُورُ مَجْلِسُهُ أَنْتَنَ رِيحٍ شَمَّهَا أَحَدٌ قَطُّ ثُمَّ يَعْظُمُ لِجَهَنَّمَ فَيَقُولُ عِنْدَ ذَلِكَ وَقَالَ الشَّيْطَانُ لَمَّا قُضِىَ الأَمْرُ إِنَّ اللّٰهَ وَعَدَكُمْ وَعْدَ الْحَقِّ وَوَعَدْتُكُمْ فَأَخْلَفْتُكُمْ (طب والدارمى عن عقبة بن عامر)
Allah’u Teâlâ öncekileri ve sonrakileri topladığında, aralarında hükmünü verip de hükmünü bitirince, Mü’minler diyecek ki: ″Rabbimiz aramızda hüküm verdi. Şimdi Rabbimizden bizim için kim şefaat dileyecek?″ Derken onlar birbirlerine: ″Âdem’e gidin. Çünkü Allah’u Teâlâ onu kendi eliyle yaratmış ve ona hitap etmiştir″ diyecek ve ona gelip, ″Kalk da Rabbimize bizim için şefatçi ol″ diyecekler. Âdem, ″Siz Nûh’a gidin″ diyecek. Bunun üzerine onlar Nûh’a gelecekler. O da onları İbrâhim’e yollayacak. Bu sefer onlar İbrâhim’e gelecekler. O da onları Mûsâ’ya yollayacak. O zaman onlar Mûsâ’ya gelecekler. O da onları Îsâ’ya yollayacak. Onlar, Îsâ’ya gelecekler. Îsâ da onlara diyecek ki: ″Ben size ümmi Peygambere gitmenizi tavsiye ederim.″
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla şöyle buyurdu:
Bunun üzerine bana gelirler, Allah’u Teâlâ bana kalkmam için izin verecek. Benim meclisimden, güzel koku koklamış herkesin, kokladığı kokudan daha da hoş bir koku rüzgârı yayılacaktır. Nihâyet Rabbimin huzuruna geleceğim, benim şefaatimi kabul edecek ve bana saçımdan ayağımın tırnağına kadar bir nûr ihsan edecek. Sonra kâfirler şöyle diyecekler: ″Mü’minler kendilerine şefaat edecek kimseyi buldular, peki bize kim şefaat edecek?″ Bu sefer: ″Bu, İblis’ten başkası olamaz. Bizi saptıran odur″ diyecekler ve bunun üzerine İblis’in yanına varacaklar. Ona: ″Mü’minler kendilerine şefaat edecek kimseyi buldular, haydi sen de bize şefaat et. Çünkü bizi saptıran sen oldun″ diyecekler. Bu sefer onun meclisinden kokusu alınmış en kötü ve pis bir koku rüzgârı yayılacak. Ardından Cehenneme götürmek üzere İblis onların önüne düşecek ve o vakit, (Sûre-i İbrâhîm, Âyet 22’de geçtiği üzere) onlara: ″Allah’u Teâlâ, size hak ve doğru vaadde bulundu. Ben de size yalan vaadde bulundum″ diyecektir.[1]
[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 14301; Sünen-i Dârimî, Şefaat 84.
﴿ وَاُدْخِلَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْۜ تَحِيَّتُهُمْ ف۪يهَا سَلَامٌ ﴿٢٣﴾ ﴾
23. Îman edip sâlih amellerde bulunanlar ise, altlarından nehirler akan Cennetlere girdirilirler. Onlar, Rablerinin izniyle orada ebedî kalacaklardır. Orada, ″Selâm″ diyerek selamlaşırlar.
﴿ اَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ اَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَٓاءِۙ ﴿٢٤﴾ تُؤْت۪ٓي اُكُلَهَا كُلَّ ح۪ينٍ بِاِذْنِ رَبِّهَاۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ ﴿٢٥﴾ ﴾
24-25. Ey Resûlüm! Görmez misin ki Allah’u Teâlâ, nasıl misâl getirdi? Güzel kelime, kökü yerin derinliklerinde ve dalları semâya doğru uzamış güzel ağaç gibidir.* O güzel ağaç ki, vakti gelince Allah’ın izniyle meyve verir. Allah’u Teâlâ, düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara misaller verir.
İzah: Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, Mü’minin îmanı, hurma ağacına benzetilmiştir.[1] Onun amelinin sevabının göğe doğru yükselmesi de hurma ağacının dallarının yükselişine, Allah’u Teâlâ’nın Mü’minin ameline vereceği mükâfat ise, o güzel olan hurma ağacının meyvesine benzetilmiştir.
Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ مَثَل الْإِيمَان كَمَثَلِ شَجَرَة ثَابِتَة الْإِيمَان عُرُوقهَا وَالصَّلَاة أَصْلهَا وَالزَّكَاة فُرُوعهَا وَالصِّيَام أَغْصَانهَا وَالتَّأَذِّي فِي اللّٰه نَبَاتهَا وَحُسْن الْخُلُق وَرَقهَا وَالْكَفّ عَنْ مَحَارِم اللّٰه ثَمَرَتهَا (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن انس(
″Îmanın misâli kökü sağlam bir ağaca benzer. Îman bu ağacın kökleridir, namaz onun gövdesidir. Zekat gövdeden ayrılan kollarıdır, oruç onun dallarıdır. Allah uğrunda sıkıntılara katlanmak onun filizleridir, güzel ahlâk onun yapraklarıdır. Allah’ın haramlarından uzak durmaksa onun meyvesidir.″[2]
[1] Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7030.
[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 9, s. 359.
﴿ وَمَثَلُ كَلِمَةٍ خَب۪يثَةٍ كَشَجَرَةٍ خَب۪يثَةٍۨ اجْتُثَّتْ مِنْ فَوْقِ الْاَرْضِ مَا لَهَا مِنْ قَرَارٍ ﴿٢٦﴾ ﴾
26. Kötü kelime de, gövdesi toprağın üstünden kolayca çıkarıla-bilen, kökleşip yerleşmeyen kötü bir ağaç gibidir.
İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de de kâfirlerin kalplerindeki inkârı, kötü bir ağaca benzetmiştir.
Bu Âyet-i Kerîme hakkında Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e hurma dallarından yapılmış bir tabak içerisinde taze hurma getirildi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″… Güzel kelime, kökü yerin derinliklerinde ve dalları semâya doğru uzamış güzel ağaç gibidir.* O güzel ağaç ki, vakti gelince Allah’ın izniyle meyve verir…″ diye devam eden Sûre-i İbrâhîm, Âyet 24-25’i okudu ve şöyle buyurdu:
هِيَ النَّخْلَةُ {وَمَثَلُ كَلِمَةٍ خَبِيثَةٍ كَشَجَرَةٍ خَبِيثَةٍ اجْتُثَّتْ مِنْ فَوْقِ الْأَرْضِ مَا لَهَا مِنْ قَرَارٍ} قَالَ هِيَ الْحَنْظَلُ (ت عن انس بن مالك)
″İşte o hurma ağacıdır. Sonra sözüne devamla: ″Kötü kelime de, gövdesi toprağın üstünden kolayca çıkarılabilen, kökleşip yerleşmeyen kötü bir ağaç gibidir″ mealindeki Sûre-i İbrâhîm, Âyet 26’yı okudu ve buyurdu ki: ″İşte bu da Ebû Cehil karpuzudur.″[1]
[1] Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7030.
﴿ يُثَبِّتُ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِۚ وَيُضِلُّ اللّٰهُ الظَّالِم۪ينَ وَيَفْعَلُ اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ۟ ﴿٢٧﴾ ﴾
27. Allah’u Teâlâ, îman edenleri dünyâ hayatında da, âhirette de sâbit söz (şehâdet kelimesi) ile tesbit eder. Alah’u Teâlâ, zâlimleri ise dalâlette bırakır ve Allah’u Teâlâ dilediğini yapar.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
{يُثَبِّتُ اللّٰهُ الَّذِينَ آمَنُوا بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ} قَالَ نَزَلَتْ فِي عَذَابِ الْقَبْرِ فَيُقَالُ لَهُ مَنْ رَبُّكَ فَيَقُولُ رَبِّيَ اللّٰهُ وَنَبِيِّي مُحَمَّدٌ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَذَلِكَ قَوْلُهُ عَزَّ وَجَلَّ {يُثَبِّتُ اللّٰهُ الَّذِينَ آمَنُوا بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ} (م عن البراء بن عازب)
″Allah’u Teâlâ, îman edenleri dünyâ hayatında da, âhirette de sâbit söz (şehâdet kelimesi) ile tesbit eder″ âyeti kabir azâbı hakkında nâzil olmuştur. Kabir de Mü’min kula: ″Rabbin kimdir″ diye sorulur? O da: ″Rabbim Allah’dır, dînim de Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in dînidir″ der. İşte Hakk Teâlâ’nın: ″Allah’u Teâlâ, îman edenleri dünyâ hayatında da, âhirette de sâbit söz (şehâdet kelimesi) ile tesbit eder″ âyetinde kastedilen budur.[1]
İşte bir kul, meleklerin sorduğu bu suâle doğru cevap vermezse, azâbı kabirde iken başlar.
Yine bu hususta Hz. Âişe’den şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ! تُبْتَلَى هَذِهِ الأُمَّةُ فِي قُبُورِهَا، فَكَيْفَ بِي وَأَنَا امْرَأَةٌ ضَعِيفَةٌ؟ قَالَ: {يُثَبِّتُ اللّٰهُ الَّذِينَ آمَنُوا بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ} (البزار عن عائشة)
″Yâ Resûlallah! Bu ümmet kabirde imtihan edilecek, o zaman zayıf bir kadın olan ben ne yaparım?″ dedim. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’u Teâlâ, îman edenleri dünyâ hayatında da, âhirette de sâbit söz (şehâdet kelimesi) ile tesbit eder…″ âyetini okudu.[2]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
إِذَا قُبِرَ الْمَيِّتُ أَوْ قَالَ أَحَدُكُمْ أَتَاهُ مَلَكَانِ أَسْوَدَانِ أَزْرَقَانِ يُقَالُ لِأَحَدِهِمَا الْمُنْكَرُ وَالْآخَرُ النَّكِيرُ فَيَقُولَانِ مَا كُنْتَ تَقُولُ فِي هَذَا الرَّجُلِ فَيَقُولُ مَا كَانَ يَقُولُ هُوَ عَبْدُ اللّٰهِ وَرَسُولُهُ أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ فَيَقُولَانِ قَدْ كُنَّا نَعْلَمُ أَنَّكَ تَقُولُ هَذَا ثُمَّ يُفْسَحُ لَهُ فِي قَبْرِهِ سَبْعُونَ ذِرَاعًا فِي سَبْعِينَ ثُمَّ يُنَوَّرُ لَهُ فِيهِ ثُمَّ يُقَالُ لَهُ نَمْ فَيَقُولُ أَرْجِعُ إِلَى أَهْلِي فَأُخْبِرُهُمْ فَيَقُولَانِ نَمْ كَنَوْمَةِ الْعَرُوسِ الَّذِي لَا يُوقِظُهُ إِلَّا أَحَبُّ أَهْلِهِ إِلَيْهِ حَتَّى يَبْعَثَهُ اللّٰهُ مِنْ مَضْجَعِهِ ذَلِكَ وَإِنْ كَانَ مُنَافِقًا قَالَ سَمِعْتُ النَّاسَ يَقُولُونَ فَقُلْتُ مِثْلَهُ لَا أَدْرِي فَيَقُولَانِ قَدْ كُنَّا نَعْلَمُ أَنَّكَ تَقُولُ ذَلِكَ فَيُقَالُ لِلْأَرْضِ الْتَئِمِي عَلَيْهِ فَتَلْتَئِمُ عَلَيْهِ فَتَخْتَلِفُ فِيهَا أَضْلَاعُهُ فَلَا يَزَالُ فِيهَا مُعَذَّبًا حَتَّى يَبْعَثَهُ اللّٰهُ مِنْ مَضْجَعِهِ ذَلِكَ. (ت عن ابى هريرة)
″Sizden biriniz mezara konulduğu zaman, ona siyah ve mavi iki melek gelir. Birine Münker, diğerine ise Nekir denir. İki melek ona: ″Bu adam (Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında ne dersin?″ diye sorarlar. Bunun üzerine o, dünyâda söylediğini söyler ve şöyle der: ″O, Allah’ın kulu ve Resûlüdür. Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şâhitlik ederim″ der. Bunun üzerine iki melek: ″Senin böyle söyleyeceğini zâten biliyorduk″ derler. Sonra onun kabri, eni ve boyu yetmiş arşın genişletilir, sonra kabri ona aydınlatılır ve kendisine, ″Uyu″ denilir. Bunun üzerine O: ″Bu güzel durumumu dönüp aileme haber vereyim mi?″ der. Bunun üzerine iki melek, ona ″Ailesinden en çok seven kişiden başka kimsenin uyandırmadığı gelin güvey gibi uyu″ derler. O, Allah onu yatağından mahşere kaldırıncaya kadar, bu şekilde uyur.
Şâyet münâfık ise, insanların, ″Muhammed, Allah’ın Resûlüdür″ dediklerini işittim ve ben de onlar gibi söyledim. Ama gerçekten onun peygamber olup olmadığını bilmiyorum, der. Bunun üzerine iki melek: ″Senin böyle söyleyeceğini zâten biliyorduk″ derler. Sonra toprağa: ″Onu sıkıştır″ denilir. Bunun üzerine toprak onu öyle bir sıkıştırır ki, kaburga kemikleri birbirine geçer. Allah’u Teâlâ, onu yattığı yerden diriltinceye kadar ona böyle azap edilir.″[3]
Hz. Osman Radiyallâhu anhu da şöyle anlatmıştır:
كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا فَرَغَ مِنْ دَفْنِ الْمَيِّتِ وَقَفَ عَلَيْهِ فَقَالَ اسْتَغْفِرُوا لِأَخِيكُمْ وَسَلُوا لَهُ بِالتَّثْبِيتِ فَإِنَّهُ الْآنَ يُسْأَلُ (د عن عثمان بن عفان)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, cenâze defnini bitirdikten sonra kabrin başında durur ve şöyle derdi: ″Kardeşiniz için af dileyin. Onun, îmanda kararlı kılınmasını isteyin. Zîrâ o, şimdi sorgu suale tâbi tutulmaktadır.″[4]
Yine bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair şu hâdise nakledilmiştir:
اَلنَّبِيّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَمَّا وَصَفَ مُسَاءَلَة مُنْكَر وَنَكِير وَمَا يَكُون مِنْ جَوَاب الْمَيِّت قَالَ عُمَر: يَا رَسُول اللّٰه مَعِي عَقْلِي؟ قَالَ: نَعَمْ قَالَ: كُفِيت إِذًا فَأَنْزَلَ اللّٰه عَزَّ وَجَلَّ هَذِهِ الْآيَة (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن(
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün Ashâbına kabirde Münker ve Nekir’in ölüye heybetle nasıl sual ettiklerini beyan buyuruyorlardı. Hz. Ömer: ″Yâ Resûlallah! Sual zamanında şimdiki aklımız bize verilir mi, verilmez mi?″ diye sordu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet, şimdiki aklınız nasılsa, kabirde de öyle olursunuz″diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer: ″Böyle olduktan sonra korku ve elem çekmeğe lüzum yoktur. Bu bana yeter; ben onlara verecek cevabı biliyorum″ deyince, ″Allah’u Teâlâ, îman edenleri dünyâ hayatında da, âhirette de sâbit söz (şehâdet kelimesi) ile tesbit eder. …″ âyeti nâzil oldu.[5]
Hz. Ömer vefât edince, Hz. Ali’nin aklına bu hâdise geldi ve onun Münker ve Nekir’e nasıl bir cevap vereceğini merak etti. Gözlerini yumdu. Kalbi şeriflerini Hz. Ömer’in hâline yöneltip, tam teveccüh ile murâkabeye vardı. Hakk Teâlâ gözünden perdeyi kaldırdı. Münker ve Nekîr’in heybetle geldiklerini gördü.
Hz. Ömer’e: ″Rabbin kim? Dînin nedir? Peygamberin kim?″ şeklinde sorular sordular. Hz. Ömer, Münker ve Nekir’e:″Neredengeliyorsunuz?″ diye sordu. Onlar da: ″Yedinci kat göktengeliyoruz″ dediler. Hz. Ömer: ″Yedinci kat gökten burası ne kadar yoldur?″ diye sordu. Melekler: ″Yedi bin yıllık yoldur″ dediler. Hz. Ömer: ″Siz yedi bin yıllık yoldan geldiğiniz halde, Rabbinizi unutmadınız da, ben bugün evimden çıktım, kabre gelinceye kadar Rabbimi, dînimi, Peygamberimi niçin unutayım?″ buyurdu. Melekler: ″Biz senin böyle cevap vereceğini biliyorduk. Fakat bu heybetle gelip sual etmekle emrolunduk″ dediler.
Hz. Ali, bu hâli gördükten sonra gözlerini açtı; ″Yâ Ömer! Allah mübârek etsin, dâvânın eriymişsin″ buyurdu.[6]
[1] Sahih-i Müslim, Cennet 17 (73 Sahih-i Buharî, Cenâiz 87; Sünen-i Nesâi, Cenâiz 114.
[2] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 8, s. 499-500.
[3] Sünen-i Tirmizî, Cenâiz 66.
[4] Sünen-i Ebû Dâvud, Cenâiz 69.
[5] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 9, s. 364; Celâleddin es-Suyûti, Kabir Âlemi, s. 214.
[6] Şemsüddîn Ahmed Efendi, Dört Büyük Halife (Menâkıb-i Çehâr Yâr-ı Güzîn), 51. Menkıbe (Hz. Ömer), s. 134.
﴿ اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ بَدَّلُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ كُفْرًا وَاَحَلُّوا قَوْمَهُمْ دَارَ الْبَوَارِۙ ﴿٢٨﴾ جَهَنَّمَۚ يَصْلَوْنَهَاۜ وَبِئْسَ الْقَرَارُ ﴿٢٩﴾ ﴾
28-29. Ey Resûlüm! Allah’ın nîmetini küfürle değiştirenleri ve kavimlerini helâk yurduna sürükleyenleri görmüyor musun?* O helâk yurdu, Cehennemdir. Onlar oraya girerler. Orası, ne kötü karargâhtır.
İzah: Bu âyetler hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:
{الَّذِينَ بَدَّلُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ كُفْرًا} قَالَ هُمْ وَاللّٰهِ كُفَّارُ قُرَيْشٍ قَالَ عَمْرٌو هُمْ قُرَيْشٌ وَمُحَمَّدٌ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ نِعْمَةُ اللّٰهِ {وَأَحَلُّوا قَوْمَهُمْ دَارَ الْبَوَارِ} قَالَ النَّارَ يَوْمَ بَدْرٍ (خ عن ابن عباس)
″Allah’ın nîmetini küfürle değiştirenler, Kureyş kâfirleridir.″ Amr İbn-i Dinâr Radiyallâhu anhu da dedi ki:
″Onlar, Kureyş’tir ve Allah’ın nîmeti de Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’dir. Kureyş, kendile-rine tâbi olan kavimlerini Bedir Günü helâk yurduna, Cehenneme sokmuşlardır.″[1]
Allah’u Teâlâ, Kureyş kâfirlerini Harem-i Şerif’e yerleştirmiş, onlara rızık ve nîmet kapılarını açmış ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile şeref ve itibar ihsan buyurmuştu. Onlar ise, bu nîmetlere şükredecekleri yerde, nankörlük edip küfrü seçerek Cehennemi hak ettiler.
[1] Sahih-i Buhârî, Megâzi 7; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7032.
﴿ وَجَعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًا لِيُضِلُّوا عَنْ سَب۪يلِه۪ۜ قُلْ تَمَتَّعُوا فَاِنَّ مَص۪يرَكُمْ اِلَى النَّارِ ﴿٣٠﴾ ﴾
30. Onlar, kavimlerini Allah’ın yolundan saptırmak için O’na ortaklar koştular. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Bir süre daha faydalanın, gideceğiniz yer muhakkak Cehennemdir.″
﴿ قُلْ لِعِبَادِيَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا يُق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَيُنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ ف۪يهِ وَلَا خِلَالٌ ﴿٣١﴾ ﴾
31. Ey Habîbim! Îman eden kullarıma de ki: ″Namaz kılsınlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan, alışveriş ve dostluk olmayan gün gelmeden evvel gizli ve açık infak etsinler.″
İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Katâde diyor ki: Allah’u Teâlâ, insanların dünyâda alışveriş yapmak sûretiyle birbirlerinden faydalandıklarını ve kendilerine göre dostlar seçerek birbirleriyle yardımlaştıklarını bilmekte ve bu hâlin âhirette devam edebileceğini zannedenleri uyarmaktadır. Zîrâ âhirette, takvâ sahiplerinden başka, hiç kimsenin diğeriyle olan dostluğu fayda vermeyecektir.
Bu husus Sûre-i Zuhruf, Âyet 67-70’te şöyle buyrulmuştur:
O gün takvâ sahipleri hâriç, dostlar birbirine düşman olurlar.* O gün Allah’u Teâlâ, takvâ sahiplerine şöyle der: ″Ey kullarım! Bugün sizin için hiçbir korku yoktur ve siz mahzun da olmayacaksınız.* Ey âyetlerimize îman edip Allah’ın hükmüne boyun eğen kullarım!* Siz ve zevceleriniz mesrur olarak Cennete girin.″
Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:
لَوْ أَنَّ عَبْدَيْنِ تَحَابَّا فِي اللّٰهِ أَحَدُهُمَا فِي الْمَشْرِقِ وَالآخَرُ فِي الْمَغْرِبِ جَمَعَ اللّٰهُ بَيْنَهُمَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ، وَيَقُولُ: هَذَا الَّذِي كُنْتَ تُحِبُّهُ (هب كر عن ابى هريرة(
″İki kişi Allah için birbirini sevse, birisi doğuda, diğeri batıda olsa Allah’u Teâlâ mahşer günü ikisini bir araya getirir ve ″İşte bu, Benim için kendisini sevdiğin kişidir″ buyurur.″[1]
[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 356/2.
﴿ اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَخْرَجَ بِه۪ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْۚ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِيَ فِي الْبَحْرِ بِاَمْرِه۪ۚ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْاَنْهَارَۚ ﴿٣٢﴾ وَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَٓائِبَيْنِۚ وَسَخَّرَ لَكُمُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَۚ ﴿٣٣﴾ ﴾
32-33. O Allah ki, gökleri ve yeri yarattı, semâdan su indirdi ve o su ile size meyvelerden rızık çıkardı. Emriyle denizde yüzmek üzere gemileri sizin hizmetinize verdi ve nehirleri de sizin hizmetinize verdi.* Devamlı hareket eden güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdiği gibi, geceyi ve gündüzü de sizin hizmetinize verdi.
﴿ وَاٰتٰيكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُۜ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَاۜ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ۟ ﴿٣٤﴾ ﴾
34. Ve Allah’u Teâlâ, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah’ın nîmetlerini saymaya kalkışsanız, sayıp bitiremezsiniz. Şüphesiz insan çok zâlimdir, çok nankördür.
İzah: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, bu âyette geçen hususlara yaptığı sofra duâsında şöyle yer verirdi:
الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِي كَفَانَا وَأَرْوَانَا غَيْرَ مَكْفِيٍّ وَلَا مَكْفُورٍ (خ عن ابى امامة)
″Bize yetecek derecede nîmet veren ve bizi suya kandıran Allah’a hamd ederiz. O, bizim hamdimizi reddetmez ve bizi nîmetine nankörlük edenlerden kılmaz.″[1]
[1] Sahih-i Buhârî, Et’ime 53.
﴿ وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّ اجْعَلْ هٰذَا الْبَلَدَ اٰمِنًا وَاجْنُبْن۪ي وَبَنِيَّ اَنْ نَعْبُدَ الْاَصْنَامَۜ ﴿٣٥﴾ ﴾
35. Ey Resûlüm! Zikret o vakti ki, İbrâhim şöyle demişti: ″Ey Rabbim! Bu beldeyi (Mekke’yi) emin bir yer kıl. Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.″
﴿ رَبِّ اِنَّهُنَّ اَضْلَلْنَ كَث۪يرًا مِنَ النَّاسِۚ فَمَنْ تَبِعَن۪ي فَاِنَّهُ مِنّ۪يۚ وَمَنْ عَصَان۪ي فَاِنَّكَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٣٦﴾ ﴾
36. Ey Rabbim! Şüphesiz putlar, insanlardan birçoğunun dalâlete düşmesine sebep oldular. Bana tâbi olan bendendir; bana âsi olan için de şüphesiz Sen çok bağışlayansın, çok merhamet edensin.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Abdullah İbn-i Amr İbn’il-Âs Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, İbrâhim Aleyhisselâm’ın, Sûre-i İbrâhîm, Âyet 36’da geçen ″Ey Rabbim! Şüphesiz putlar, insanlardan birçoğunun dalâlete düşmesine sebep oldular. Bana tâbi olan bendendir; bana âsi olan için de şüphesiz Sen çok bağışlayansın, çok merhamet edensin″ buyruğunu ve Îsâ Aleyhisselâm’ın, Sûre-i Mâide, Âyet 118’de geçen ″Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır (Sana itiraz edecek yoktur). Eğer onları affedersen, şüphesiz Sen her şeye gâlipsin, hüküm ve hikmet sahibisin″ diye geçen âyetleri okudu ve ellerini kaldırarak:
اللّٰهُمَّ أُمَّتِي أُمَّتِي وَبَكَى فَقَالَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ يَا جِبْرِيلُ اذْهَبْ إِلَى مُحَمَّدٍ وَرَبُّكَ أَعْلَمُ فَسَلْهُ مَا يُبْكِيكَ فَأَتَاهُ جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلَام فَسَأَلَهُ فَأَخْبَرَهُ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِمَا قَالَ وَهُوَ أَعْلَمُ فَقَالَ اللّٰهُ يَا جِبْرِيلُ اذْهَبْ إِلَى مُحَمَّدٍ فَقُلْ إِنَّا سَنُرْضِيكَ فِي أُمَّتِكَ وَلَا نَسُوءُكَ (م عن عبد اللّٰه بن عمرو بن العاص(
″Allah’ım! Ümmetim, ümmetim″ deyip ağladı. Allah’u Teâlâ: ″Yâ Cebrâil! Muhammed’e git ve Rabbin en iyi bilen olduğu halde, onu ağlatanın ne olduğunu sor″ diye buyurdu. Bunun üzerine Cebrâil Aleyhisselâm, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve niçin ağladığını sordu. Peygamberimiz de durumu ona haber verdi. Allah’u Teâlâ en iyi bilen olduğu halde buyurdu ki:
- Yâ Cebrâil! Muhammed’e git ve de ki: ″Ümmetin konusunda Biz seni râzı edeceğiz ve seni üzmeyeceğiz.″[1]
[1] Sahih-i Müslim, Îman 86 (346).
﴿ رَبَّنَٓا اِنّ۪ٓي اَسْكَنْتُ مِنْ ذُرِّيَّت۪ي بِوَادٍ غَيْرِ ذ۪ي زَرْعٍ عِنْدَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِۙ رَبَّنَا لِيُق۪يمُوا الصَّلٰوةَ فَاجْعَلْ اَفْـِٔدَةً مِنَ النَّاسِ تَهْو۪ٓي اِلَيْهِمْ وَارْزُقْهُمْ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَشْكُرُونَ ﴿٣٧﴾ ﴾
37. ″Ey Rabbimiz! Ben zürriyetimden bâzısını Senin Beyt-i Muharremi’nin (Kâbe’nin) yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namaz kılsınlar diye böyle yaptım. Artık insanlardan bir kısmının kalplerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır. Umulur ki onlar şükrederler.″
İzah: İbrâhim Aleyhisselâm’ın, Hacer vâlidemizi ve oğlu İsmâil Aleyhisselâm’ı daha kundakta bebek iken, şu anki Kâbe’nin olduğu yere bırakması, Allah’u Teâlâ’nın bu emrine Hacer vâlidemizin tevekkül etmesi ve oradan Zemzem suyunun çıkması, orasının nasıl bir yerleşim yeri hâline geldiği, İbrâhim ve İsmâil Aleyhimesselâm’ın Kâbe’yi inşaa etmeleri İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şöyle nakledilmiştir:
جَاءَ بِهَا إِبْرَاهِيمُ وَبِابْنِهَا إِسْمَاعِيلَ وَهِيَ تُرْضِعُهُ حَتَّى وَضَعَهُمَا عِنْدَ الْبَيْتِ عِنْدَ دَوْحَةٍ فَوْقَ زَمْزَمَ فِي أَعْلَى الْمَسْجِدِ وَلَيْسَ بِمَكَّةَ يَوْمَئِذٍ أَحَدٌ وَلَيْسَ بِهَا مَاءٌ فَوَضَعَهُمَا هُنَالِكَ وَوَضَعَ عِنْدَهُمَا جِرَابًا فِيهِ تَمْرٌ وَسِقَاءً فِيهِ مَاءٌ ثُمَّ قَفَّى إِبْرَاهِيمُ مُنْطَلِقًا فَتَبِعَتْهُ أُمُّ إِسْمَاعِيلَ فَقَالَتْ يَا إِبْرَاهِيمُ أَيْنَ تَذْهَبُ وَتَتْرُكُنَا بِهَذَا الْوَادِي الَّذِي لَيْسَ فِيهِ إِنْسٌ وَلَا شَيْءٌ فَقَالَتْ لَهُ ذَلِكَ مِرَارًا وَجَعَلَ لَا يَلْتَفِتُ إِلَيْهَا فَقَالَتْ لَهُ أَاللّٰهُ الَّذِي أَمَرَكَ بِهَذَا قَالَ نَعَمْ … )خ عن ابن عباس)
Hz. İbrâhim; Hz. İsmâil ve annesi Hacer vâlidemizi şu anki Beytullah’ın bulunduğu yere yakın Zemzem kuyusunun üstüne bıraktı. O tarihte Mekke’de hiçbir kimse yoktu. Hattâ içecek su da yoktu. Hz. İbrâhim, onların yanlarına biraz hurma ve bir miktar su bırakıp, oradan ayrılırken Hacer vâlidemiz:
- Yâ İbrâhim! Bizi buraya bırakıp nereye gidiyorsun? Burası öyle bir vâdi ki, ne bir kimse var, ne de bir hayat eseri var, dedi. Hz. İbrâhim kendisine dönmeyince, tekrar Hacer vâlidemiz:
- Buraya bırakmayı Allah’u Teâlâ mı emretti? diye sordu. Hz. İbrâhim:
- Evet! Allah’ın emri olduğu için bırakıyorum, dedi. Bunun üzerine Hacer vâlidemiz:
- Öyleyse Allah’u Teâlâ bizim vekilimizdir, O bizi korur ve bize yardım eder, dedi.
Hz. İbrâhim, oradan ayrılıp gitti. Mekke’nin üstündeki ″Seniyye″ mevkiinde görülmeyecek bir yere varınca, yüzünü Kâbe’nin olduğu tarafa döndü ve ellerini kaldırarak (Sûre-i İbrâhîm, Âyet 37’de geçtiği üzere) şöyle duâ etti:
″Ey Rabbimiz! Ben zürriyetimden bâzısını Senin Beyt-i Muharremi’nin (Kâbe’nin) yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namaz kılsınlar diye böyle yaptım. İnsanlardan bir kısmının kalplerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır ki, şükretsinler.″
Hz. İsmâil’in annesi, henüz daha çocuğunu emzirmekteydi ve yanlarında bulunan sudan içiyorlardı. Hacer vâlidemiz su bitince kendisi ve oğlu susadı. Oğlunun susuzluk çektiğini görünce dayanamadı ve Safâ Tepesi’ne çıktı. Sonra vâdiye karşı durup bir kimse görebilir miyim, diye bakmaya başladı. Fakat kimseyi göremiyordu. Oradan vâdiye indi. Eteğini toplayarak koşmaya başladı. Sonra Merve Tepesi’ne çıktı. Orada da bakındı ancak kimseyi göremedi. Hacer vâlidemiz, bu şekilde yedi sefer Safâ ile Merve arasında gitti. Bunun için insanlar, Safâ ile Merve arasında sa’y ederler, buyurmuştur. Son defa Merve Tepesi’ne çıktığında bir ses işitti. Bunun üzerine Hacer vâlidemiz: ″Ey ses sahibi! Sesini duyurdun. Eğer bize yardım edecek bir kudretin varsa bize yardım et″ dedi. Böyle der demez, Zemzem kuyusunun yerinde bir melek (Cebrâil Aleyhisselâm) göründü. O melek, topuğu ile yahut kanadıyla yeri kazıyordu. Nihâyet su göründü. Su başka tarafa akmasın diye Hacer vâlidemiz hemen suyun etrafını çevirerek havuz gibi yaptı. Hem eliyle böyle yapıyor. Hem de bir taraftan kırbasını doldurmaya devam ediyordu. Suyu aldıkça su da kaynamaya devam ediyordu. (Hacer vâlidemiz suyun etrafındaki setin dağılmaması için suya dur, dur diye hitap ediyordu. Zemzem adı buradan gelir. O zamanın dilinde de Zemzem “dur dur” demektir)
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’u Teâlâ, Hz. İsmâil’in annesi Hz. Hacer’e rahmet etsin. O Zemzem’i kendi hâline bıraksaydı da, suyun etrafına set yaparak dur dur demeseydi, muhakkak Zemzem akar bir ırmak olurdu″ diye buyurdu.
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, sözüne devamla dedi ki:
Hacer vâlidemiz bu sudan içti ve çocuğunu emzirdi. Cebrâil, Hz. Hacer’e:
- Zâyi ve helâk oluruz diye sakın korkmayın! İşte şurası Allah’u Teâlâ’nın evidir. O evi şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki, Allah’u Teâlâ o işin ehlini zâyi etmez, dedi. Beyt’in yeri tepe gibi olup yerden yüksekçe idi. Uzun zaman seller sağını solunu alıp götürmüştü.
Hacer vâlidemiz bu şekilde yaşarken günün birinde Cürhüm’den bir topluluk uğradı. Bunlar Mekke’nin alt tarafına indiler. Cürhümlüler oraya bir kuşun gelip gittiğini gördüler ve ″Hiç şüphesiz şu kuş bir suyun başında döner dolaşır. Halbuki bu vâdide su bulunmadığını biliyorduk″ dediler ve bunu anlamak için çevik olan bir yahud iki kişi gönderdiler. Onlar orada su bulunduğunu anlayınca, dönüp geldiler ve su olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Cürhümlüler Mekke mevkiine geldiler.
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ dedi ki:
Cürhümlüler geldiğinde Hz. İsmâil’in annesi de su başında idi. Cürhümlüler ona:
- Bizim de gelip şuraya senin yakınına inmemize izin verir misin? dediler. Hz. Hacer de:
-Evet, inebilirsiniz. Fakat bu suda sizin mülkiyet hakkınız yoktur, dedi. Onlar da:
-Evet, diyerek Hz. Hacer’i tasdik ettiler. Ünsiyete muhtaç olduğu bir sırada Cürhümlüler’in bu gelişi Hz. Hacer’in arzusuna uygun oldu. Cürhümlüler Mekke civârına gelip yerleştiler. Sonra Cürhümlülerin asıl kalabalık kısmına da haber gönderdiler. Onlar da gelip yerleştiler. Nihâyet Mekke’nin bulunduğu yer medenî mâmur bir hâle gelmeye başladı.
Hz. Hacer’in oğlu Hz. İsmâil yiğitlik ve gençlik çağına girdi. Cürhümlülerden Arapça öğrendi. Artık Hz. İsmâil Cürhümlüler arasında en sevimli bir simâ olmuştu. Onun necâbeti[1], güzelliği Cürhümlüleri hayret içinde bırakmıştı. Bu sebeble Hz. İsmâil bulûğa erince Cürhümlüler onu kendilerinden bir kızla evlendirdiler. Hayatın bu mesûd safhası devam ederken günün birinde Hz. İsmâil’in annesi Hacer vâlidemiz öldü. (Hz. Hacer’in doksan yaşına girdiği ve Kâbe’nin bitişiğindeki Hicr denilen yere gömüldüğü rivâyet edilir.)
Hz. İsmâil evlendikten sonra, Hz. İbrâhim bırakıp gittiği oğlunu ve kadınını arayarak görmeye geldi. Hz. İsmâil, o sırada evde yoktu, Hz. İsmâil’i karısına sordu. O da:
-Rızkımızı tedârik etmek için ava gitti, diye cevap verdi. Sonra Hz. İbrâhim:
-Maişetiniz, hâliniz nasıldır? diye sordu. Hz. İsmâil’in hanımı:
- Şiddetli darlık içindeyiz, fenâ bir haldeyiz, diye şikâyet etti. Bunun üzerine Hz. İbrâhim dedi ki:
- Kocan geldiğinde benden selâm söyle ve ona de ki: ″Kapısının eşiğini değiştirsin.″
Hz. İsmâil geldiğinde babasının gelip gittiğini sezer gibi oldu ve karısına:
-Evimize gelen oldu mu? diye sordu. O da:
- Evet, şöyle şöyle şekilde yaşlı bir kişi geldi. Bana seni sordu. Cevap verdim. Maişetimizi sordu. Ben de şiddetli darlık içinde bulunduğumuzu söyledim, dedi. Bunun üzerine Hz. İsmâil:
-Sana bir şey vasiyet ve bir söz emânet etti mi? dedi. O da:
- Evet, bana, sana selâm söylememi ve kapısının eşiğini değiştirsin dememi tenbih etti, dedi. Sonra Hz. İsmâil, hanımına:
- O gelen ihtiyar, babamdır. Bana senden ayrılmamı emretmiştir. Artık sen kendi ailenin evine gidebilirsin, dedi ve ondan ayrılarak Cürhümlülerden başka bir kadınla evlendi.
Hz. İbrâhim, Allah’ın dilediği bir müddet uzaklaştı da sonra yine geldi. Yine evde Hz. İsmâil’i bulamadı. Onun hanımının yanına geldi. Ona da Hz. İsmâil’i sordu. O da:
-Maişetimizi tedârik etmek için ava gitti, dedi. Hz. İbrâhim:
-Nasılsınız, maişetiniz, hâliniz iyi midir? diye sordu. İsmâil’in hanımı:
- Biz hayır, saadet ve bolluk içindeyiz, diye Allah’a hamdu senâ etti. Bunun üzerine Hz. İbrâhim:
-Ne yiyip içiyorsunuz? diye sordu. Kadın:
-Et yiyoruz, su içiyoruz, dedi. Hz. İbrâhim:
- Ey Allah’ım! Bunların etlerini ve sularını mübârek kıl, hayır ve bereket ihsan eyle, diye duâ etti.
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
- Hz. İbrâhim zamanında Mekke civârında hubûbat yoktu. Av etiyle gıdâlanıyorlardı. Eğer o târihlerde ve oralarda hubûbat olsaydı, Hz. İbrâhim hubûbat hakkında da duâ ederdi.
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ dedi ki:
Hz. İbrâhim’in bu duâsı bereketiyledir ki, et ile su Mekke’den başka yerlerde (o sıcak muhitte) Mekke’deki kadar hiçbir kimsenin sıhhatine uygun düşmez.
Yine İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ sözüne devamla dedi ki: Hz. İbrâhim, kadına dedi ki:
- Kocan geldiğinde benden selâm söyle ve ona de ki: ″Kapısının eşiğini güzel tutsun.″
Hz. İsmâil geldiğinde:
-Evimize gelen oldu mu? diye sordu. Karısı:
- Evet, güzel yüzlü bir ihtiyar geldi, diye Hz. İbrâhim’i methetti. Sonra kadın:
- Seni sordu, ben de rızkımızı tedârik etmek için ava gitti, dedim.
- Geçiminiz nasıldır? dedi. Ben de:
- Hayır ve saadet içindeyiz, dedim. Sonra Hz. İsmâil:
-Sana bir şey vasiyet etti mi? diye sordu. Kadın da:
- Evet, o ihtiyar sana selâm söyledi ve kapının eşiğini iyi tutmanı emreyledi, dedi. Bunun üzerine Hz. İsmâil, hanımına:
- İşte o, babamdır; sen de evimizin şerefli eşiğisin! Babam bana seni hoş tutmamı, iyi geçinmemi emretmiştir, dedi.
Sonra Hz. İbrâhim, yine bir müddet daha oğlundan ve ailesinden uzakta yaşadı. Ondan sonra Mekke’ye geldi. O sırada Hz. İsmâil, Zemzem kuyusunun yakınında büyük bir ağacın altında okunu yontup düzeltmekte idi. Hz. İsmâil, babasını görünce hemen kalkıp ona karşı vardı. Baba oğul birbirlerine sarıldılar; el, yüz öpmelerinde bulundular. Sonra Hz. İbrâhim, oğluna:
-Yâ İsmâil! Allah’u Teâlâ bana büyük bir iş emretti, dedi. Hz. İsmâil de:″Rabbin ne emretti ise onu yerine getir″ dedi. Hz. İbrâhim:″Fakat bu işte sen bana yardım edeceksin″ dedi. Hz. İsmâil: ″Ben sana her türlü yardımı yaparım″ dedi. Bunun üzerine Hz. İbrâhim:
- Allah’u Teâlâ burada bir ″Beyt″ yapmamı emretti, diye etrafından yüksekçe bir tepeye işâret etti.
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ dedi ki:
Hz. İbrâhim ile Hz. İsmâil, işte orada Kâbe’nin temelini atıp duvarlarını yükselttiler. Hz. İsmâil taş getirir, Hz. İbrâhim de bina ederdi. Nihâyet Beyt’in binası ilerleyip duvarları yükseldiğinde Hz. İsmâil, (Makâm-ı İbrâhim[2] diye bilinen) taşı getirdi. Hz. İbrâhim de onu ayağının altına (iskele olarak) koydu, üzerinde inşaata devam etti. Hz. İbrâhim yapar, Hz. İsmâil de taş sunardı. Nihâyet inşaat tamam olduktan sonra, baba oğul Beyt’in etrafını tavaf ederek (Sûre-i Bakara, Âyet 127’de geçtiği üzere) şöyle duâ ediyorlardı:
″Ey Rabbimiz! Şu hayırlı amelimizi bizden kabul buyur. Şüphesiz ki sen, her şeyi işiten ve bilensin.″[3]
[1] Necâbet, soyluluk, soy temizliği anlamına gelmektedir.
[2] Makâm-ı İbrâhim hakkında Sûre-i Bakara, Âyet 125 ve izahına bakınız.
[3] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 10.
﴿ رَبَّنَٓا اِنَّكَ تَعْلَمُ مَا نُخْف۪ي وَمَا نُعْلِنُۜ وَمَا يَخْفٰى عَلَى اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِ ﴿٣٨﴾ ﴾
38. ″Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen, bizim gizlediğimizi de, açığa vurduğumuzu da bilirsin. Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.″
﴿ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي وَهَبَ ل۪ي عَلَى الْكِبَرِ اِسْمٰع۪يلَ وَاِسْحٰقَۜ اِنَّ رَبّ۪ي لَسَم۪يعُ الدُّعَٓاءِ ﴿٣٩﴾ ﴾
39. Hamd, ihtiyarlığımda bana İsmâil ve İshâk’ı ihsan eden Allah’a mahsustur. Şüphesiz ki Rabbim, elbette duâyı işitendir (kabul edendir).
İzah: İbrâhim Aleyhisselâm, Allah’u Teâlâ tarafından kendisine verilen nîmetleri beyan ederken, ihtiyar olduğu halde kendisine verilen evlat nîmetini de zikretmektedir. Zîrâ kişinin, ölümünden sonra geride kalan nîmetlerden biri de, Allah’ı zikreden bir nesildir.
Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
ثَلَاثٌ يَبْقِينَ لِلْعَبْدِ بَعْدَ مَوْتِهِ: صَدَقَةٌ أَجْرَاهَا، وَعِلْمٌ أَحْيَاهَ، وَذُرِّيَّةٌ يَبْقُونَ بَعْدَهُ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ (أبو الشيخ عن أنس)
″Şu üç şeyin, kul için öldükten sonra da mükâfatı devam eder: Sadaka-i câriye (insanların istifâde ettiği yol, çeşme, cami vs. yapmak). Faydalı ilim. Kendisinden sonra Allah’ı zikreden nesil.″[1]
[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 264/6.
﴿ رَبِّ اجْعَلْن۪ي مُق۪يمَ الصَّلٰوةِ وَمِنْ ذُرِّيَّت۪يۗ رَبَّنَا وَتَقَبَّلْ دُعَٓاءِ ﴿٤٠﴾ رَبَّنَا اغْفِرْ ل۪ي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ۟ ﴿٤١﴾ ﴾
40-41. ″Yâ Rabbi! Beni ve zürriyetimden olanı (sâlih kimseleri) namazı devamlı kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duâmı kabul et.* Ey Rabbimiz! Hesap günü beni, anne ve babamı ve Mü’minleri bağışla.″
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de İbrâhim Aleyhisselâm, kendisi ve hem de zürriyeti için duâ etmektedir. Bu duâsında Allah’u Teâlâ’dan, kendisi ve zürriyetinden gelecek olan sâlih kimseler için Allah’ın rızâsına uygun şekilde yaşamalarını dilemektedir.
Bu sebeple bir Müslüman, yaptığı duâsında, hem kendinden olacak zürriyetine, hem de kendinden önce geçmiş olan atalarına ve din kardeşlerine yer vermelidir.
Allah’u Teâlâ, bizden önce geçmiş olan din kardeşlerimize duâ etmemiz gerektiğine dair Sûre-i Haşr, Âyet 10’da da şöyle buyurmuştur:
Onlardan sonra gelenler de: ″Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden evvel îman eden kardeşlerimizi bağışla ve îman edenlere karşı kalbimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin!″ derler.
Kişinin evlatlarına duâ etmesi hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
دُعَاءُ الْوَالِدِ لِوَلَدِهِ كَدُعَاءِ النَّبِىِّ لِاُمَّتِهِ) فر عن أنس)
″Babanın, evlâdına karşı duâsı, Peygamberlerin ümmetine olan duâsı gibidir.″[1]
Yine bu konuda Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
سَبْعٌ يَجْرِي لِلْعَبْدِ أَجْرُهُنَّ مِنْ بَعْدِ مَوْتِهِ وَهُوَ فِي قَبْرِهِ مَنْ عَلَّمَ عِلْمًا أَوْ كَرَى نَهْرًا أَوْ حَفَرَ بِئْرًا أَوْ غَرَسَ نَخْلا أَوْ بَنَى مَسْجِدًا أَوْ وَرَّثَ مُصْحَفًا أَوْ تَرَكَ وَلَدًا يَسْتَغْفِرُ لَهُ بَعْدَ مَوْتِهِ (ابن ابى داود وسمويه حل هب عن انس(
″Yedi husus vardır ki, bunların mükâfatı kul için ölümünden sonra ve o, kabrinde olduğu halde yazılmaya devam eder: İlim öğreten, ırmak akıtan, kuyu kazan, bir miktar hurma ağacı diken, mescit inşaa eden, Mushaf (Kur’ân) mîras bırakan yahut ölümünden sonra kendisinin bağışlanmasını dileyecek evlat bırakan.″[2]
Anne ve baba için duâ etmek gerektiğine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَا الْمَيِّتُ فِي قَبْرِهِ اِلَّا شِبْهَ الْغَرِيقِ المُتَغَوِّثُ يَنْتَظِرً دَعْوَةً مِنْ أَبٍ أَوْ أُمٍّ أَوْ وَلَدٍ أَوْ صَدِيقٍ ثِقَةٍ فَإذَا لَحِقَتْهُ، كَانَ أَحَبُّ اِلَيْهِ مِنَ الدُّنْيَا وَمَا فِيهَا وَاِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ لَيَدْخِلُ عَلَى أَهْلِ الْقُبُورِ مِنْ دُعَاءِ أَهْلِ الدُّنْيَا أَمْثَالَ الْجِبَالَ وَ اِنَّ هَدِيَّةَ الْأَحْيَاءِ اِلَى الْاَمْوَاتِ الْاِسْتِغْفَارُ لَهُمْ وَالصَّدَقَةُ عَنْهُمْ (الديلمى عن ابن عباس)
″Kabrindeki ölü, boğulmakta olup da imdat bekleyen kişiye benzer. Dâimâ babadan, anneden, evlattan veya sâdık dosttan duâ bekler. Bu duâ ona ulaştığı zaman, bu ona dünyâ ve içindekilerden hayırlı olur. Allah’u Teâlâ kabir ehline dünyâ ehli tarafından yapılan duâları, dağlar hâline getirip kabre öyle sokar. Dirilerin ölülere gönderecekleri en büyük hediye, onlar için Allah’tan rahmet dilemek, bir de onlar nâmına sadaka vermektir.″[3]
[1] Kenz’ül-İrfan, Hadis No: 336; Kenz’ül-Ummal, Hadis No: 3314; Sünen-i İbn–i Mâce, Duâ 11.
[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 296/3; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 3294.
[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, 368/10.
﴿ وَلَا تَحْسَبَنَّ اللّٰهَ غَافِلًا عَمَّا يَعْمَلُ الظَّالِمُونَۜ اِنَّمَا يُؤَخِّرُهُمْ لِيَوْمٍ تَشْخَصُ ف۪يهِ الْاَبْصَارُۙ ﴿٤٢﴾ مُهْطِع۪ينَ مُقْنِع۪ي رُؤُ۫سِهِمْ لَا يَرْتَدُّ اِلَيْهِمْ طَرْفُهُمْۚ وَاَفْـِٔدَتُهُمْ هَوَٓاءٌۜ ﴿٤٣﴾ ﴾
42-43. Ey Resûlüm! Allah’u Teâlâ’yı, zâlimlerin yaptıklarından gâfil zannetme. Onların cezâlarını, gözlerin yerinden oynadığı güne erteler.* O gün onlar, başlarını yukarı dikerek çağırıldıkları yere doğru koşarlar, gözlerini kendilerine çevirip hallerine dahi bakamazlar ve kalpleri korkudan bomboştur.
﴿ وَاَنْذِرِ النَّاسَ يَوْمَ يَأْت۪يهِمُ الْعَذَابُ فَيَقُولُ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا رَبَّنَٓا اَخِّرْنَٓا اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۙ نُجِبْ دَعْوَتَكَ وَنَتَّبِعِ الرُّسُلَۜ اَوَلَمْ تَكُونُٓوا اَقْسَمْتُمْ مِنْ قَبْلُ مَا لَكُمْ مِنْ زَوَالٍۙ ﴿٤٤﴾ وَسَكَنْتُمْ ف۪ي مَسَاكِنِ الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَتَبَيَّنَ لَكُمْ كَيْفَ فَعَلْنَا بِهِمْ وَضَرَبْنَا لَكُمُ الْاَمْثَالَ ﴿٤٥﴾ ﴾
44-45. Ey Resûlüm! İnsanları, kendilerine azâbın geleceği gün ile uyar. O gün zâlimler: ″Ey Rabbimiz! Bir müddet azâbı bizden ertele ve bizi dünyâya geri gönder; dâvetine icâbet edip Resullerine itaat edelim″ derler. Onlara denir ki: ″Daha önce (dünyâda iken) âhirete intikal etmeyeceğinize dair yemin etmiyor muydunuz?* Halbuki dünyâda nefislerine zulmedenlerin meskenlerinde oturdunuz. Onları nasıl helâk ettiğimiz size belli olmuş idi. Bu hususta size misaller de beyan etmiştik.″
﴿ وَقَدْ مَكَرُوا مَكْرَهُمْ وَعِنْدَ اللّٰهِ مَكْرُهُمْۜ وَاِنْ كَانَ مَكْرُهُمْ لِتَزُولَ مِنْهُ الْجِبَالُ ﴿٤٦﴾ ﴾
46. Muhakkak ki kâfirler, (İslâm’a karşı) çeşitli tuzaklar kurdular. Onların tuzakları, Allah tarafından çok iyi bilinir. Bunların tuzaklarıyla dağlar yerinden oynamaz.
İzah: İmam Taberi, bu Âyet-i Kerîme’yi şöyle izah etmiştir: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, yüce şeriatını, sarsılmaz dağlara benzetmiş, kâfirlerin tuzaklarını da onların üzerinde esen yellere benzetmiştir. Yeller nasıl dağları koparamazsa, kâfirlerin tuzakları ve tutarsız iddiaları da İslam Dîni’ne herhangi bir zarar veremez.
﴿ فَلَا تَحْسَبَنَّ اللّٰهَ مُخْلِفَ وَعْدِه۪ رُسُلَهُۜ اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ ذُو انْتِقَامٍۜ ﴿٤٧﴾ ﴾
47. Ey Resûlüm! Allah’u Teâlâ’yı, Resullerine olan vaadinden döner zannetme. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ her şeye gâliptir, intikam sahibidir.
﴿ يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ ﴿٤٨﴾ ﴾
48. O gün yer başka yere, gökler de başka göklere çevrilir ve insanlar, bir ve her şeye hâkim olan Allah’ın huzuruna çıkarlar.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Sevban Radiyallâhu anhu şu hâdiseyi nekletmiştir:
Ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında ayakta duruyordum. Derken Yahudi bilginlerinden biri geldi. ″Esselâmu aleyke Yâ Muhammed!″ dedi. Ben onu bir ittim ki, neredeyse yere yıkılacaktı. ″Beni niçin itiyorsun?″ dedi. ″Niçin Yâ Resûlallah! demedin?″ dedim. Yahudi: ″Biz onu ancak ailesinin vermiş olduğu ismiyle çağırıyoruz″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Benim ismim, ailemin bana vermiş olduğu Muhammed’dir″ diye buyurdu. Sonra Yahudi: ″Sana bâzı şeyler sormak için geldim″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de ona hitâben: ″Eğer sana söylersem, söylediğim herhangi bir şey sana fayda verir mi ki?″ dedi. O da: ″Kulaklarımla duyarım″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yanında bulunan bir değnekle yere birtakım çizgiler çizerek tefekkür eder bir halde; ″Sor″ dedi. Yahudi:
أَيْنَ يَكُونُ النَّاسُ {يَوْمَ تُبَدَّلُ الْأَرْضُ غَيْرَ الْأَرْضِ وَالسَّمَوَاتُ} فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ هُمْ فِي الظُّلْمَةِ دُونَ الْجِسْرِ ... (م عن ثوبان)
″O gün yer başka yere, gökler de başka göklere çevrildiği vakit, insanlar nerede olacaktır?″ diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Köprünün (sırat köprüsünün) beri tarafında karanlık içerisinde olacaklar″ diye cevap verdi. Yahudi: ″İnsanların sırat köprüsünü ilk geçeni kimdir?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Muhâcirlerin fakirleridir″ buyurdu. Yahudi: ″Onlar, Cennete girerken kendilerine verilecek olan hediyeleri nedir?″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Balık ciğerinin bir kenarıdır″ buyurdu. Bunun ardından: ″Onların gıdaları nedir?″ dedi. ″Cennetin etrafından yemekte bulunan Cennet öküzü onlar için boğazlanır″ buyurdu. Bu yemek üzerine: ″Onların içeceği nedir?″ diye sorunca da, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Cennette, Selsebil ismi verilen bir pınardandır″ buyurdu. Yahudi: ″Doğru söyledin″ dedi ve sözüne devamla dedi ki: ″Sana yer ehlinden kimsenin bilemeyeceği, ancak bir Peygamberin yahut bir iki kişinin bilebileceği bir şeyi sormak için geldim″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Sana cevabı söylersem, bu söylemem sana menfaat verir mi?″ diye buyurdu. O da: ″Kulaklarımla duyarım″ dedi ve konuşmasına şöyle devam etti: ″Sana çocuğun mahiyetinden soruyorum?″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Erkeğin suyu beyazdır, kadının suyu sarıdır. Bu ikisi birleştikleri zaman erkeğin menisi, kadının menisine gâlip gelirse, Allah’ın izniyle erkek çocuk meydana getirirler. Kadının menisi erkeğin menisine gâlip gelirse yine Allah’ın izniyle kız çocuğu meydana getirirler″ buyurdu. Bunun üzerine Yahudi: ″Yemin ederim ki, sen doğru söyledin ve yine yemin ederim ki sen muhakkak bir Peygambersin″ dedi ve sonra ayrılıp gitti. Daha sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bu kişi sormak istediği şeyleri bana sormuştur. Halbuki o sorulardan hiçbirinin cevabını bilmiyordum. Nihâyet o soruların cevabını bana Allah’u Teâlâ bildirdi″ diye buyurdu.[1]
Allah’u Teâlâ yeri, göğü ve kainâtı tamamen yok edip, daha sonra yeryüzünü yeniden yaratarak orada mahşer yerinin kurulacağından bahsetmektedir.
Bu hususta da Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يُحْشَرُ النَّاسُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلَى أَرْضٍ بَيْضَاءَ عَفْرَاءَ كَقُرْصَةِ النَّقِيِّ لَيْسَ فِيهَا عَلَمٌ لِأَحَدٍ (خ م عن سهل بن سعد)
″Mahşer günü insanlar, beyaz, duru beyaz ve kepekten arınmış undan yapılan çörek gibi bir saha üzerinde toplanırlar. Orada bir kimseye yol gösterecek hiçbir alâmet yoktur.″[2]
[1] Sahih-i Müslim, Hayz 8 (34).
[2] Sahih-i Buhâri, Rikâk 44; Sahih-i Müslim, Sıfat-ı Kıyâmet 2 (28).
﴿ وَتَرَى الْمُجْرِم۪ينَ يَوْمَئِذٍ مُقَرَّن۪ينَ فِي الْاَصْفَادِۚ ﴿٤٩﴾ سَرَاب۪يلُهُمْ مِنْ قَطِرَانٍ وَتَغْشٰى وُجُوهَهُمُ النَّارُۙ ﴿٥٠﴾ لِيَجْزِيَ اللّٰهُ كُلَّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْۜ اِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ ﴿٥١﴾ ﴾
49-51 Ey Resûlüm! O gün mücrimleri birbirlerine zincirlerle bağlanmış görürsün.* Gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş kaplar.* Allah’u Teâlâ, herkese kazandığının karşılığını vermek için böyle yapar. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, hesabı çabuk görendir.
İzah: Her kim dünyâda iken mücrimlerle birlikte olur ve onları dost tutarsa, onlarla birlikte zincirlenerek mahşer yerine getirilir. Nitekim buna örnek olarak, Sûre-i Hûd, Âyet 98’de Firavun’a tâbi olanlar hakkında:
″Firavun, mahşer gününde kavminin önüne düşecek ve onları ateşe götürecektir…″ diye buyrulmaktadır.
Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ كَثَّرَ سَوَادَ قَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ وَمَنْ رَضِيَ عَمَلَ قَوْمٍ كَانَ شَرِيكٌ مِنْ عَمَلِهِ (ع الديلمى عن ابن مسعود(
″Her kim bir cemaatin kalabalığını artırırsa, o kimse onlardandır. Ve her kim bir kavmin yaptıklarından razı ve memnun olursa, o işi yapanların ortağı olur.″[1]
Sonuçta herkes sevdiği ile beraberdir. Mü’minler de dünyâda severek beraber olduğu kişilerle beraber haşredilip, mahşer yerine öyle gelecektir.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَن أحَبَّ قَومًا حَشَرَهُ اللّٰهُ فِى زُمْرَتِهِمْ (طب ابى قرصفة)
″Her kim bir topluluğu severse, Allah’u Teâlâ onu, o toplulukla birlikte haşreder.″[2]
﴿ هٰذَا بَلَاغٌ لِلنَّاسِ وَلِيُنْذَرُوا بِه۪ وَلِيَعْلَمُٓوا اَنَّمَا هُوَ اِلٰهٌ وَاحِدٌ وَلِيَذَّكَّرَ اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ ﴿٥٢﴾ ﴾
52. İşte bu (Kur’ân), insanlara bir tebliğdir ki, onunla uyarılmış olsunlar ve Allah’u Teâlâ’nın, ancak tek bir ilah olduğunu bilsinler ve hâlis akıl sahipleri de düşünüp öğüt alsınlar.