EN’ÂM SÛRESİ

Bu sûre 165 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. En’âm lafzı, 136, 138, 139 ve 142. âyetlerinde geçmektedir. Bu kelime, hayvan anlamına gelmekle birlikte, genel olarak; deve, sığır, koyun ve keçi için kullanılan bir tâbirdir. Bu sebeple ″En’âm″ diye isimlendirilmiştir.

Bu sûre hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

نَزَلَتْ عَلَيَّ سُورَةُ الأَنْعَامِ جُمْلَةً وَاحِدَةً يُشَيِّعُهَا سَبْعُونَ أَلْفِ مَلَكٍ لَهُمْ زَجَلٌ بِالتَّسْبِيحِ وَالتَّحْمِيدِ (طب عن ابن عمر)

″En’âm Sûresi, bana, Allah’ı tesbih ve hamd eden yetmiş bin melek eşliğinde toplu olarak nâzil oldu.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

مَنْ صَلَّى الفَجْرَ فِي جَمَاعِةٍ، وَقَعَدَ فِي مُصَلَّاهُ، وَقَرَأَ ثَلَاثَ آيَاتٍ مِنْ أَوَّلِ سُوْرَةِ الأَنْعَامِ، وَكَّلَ اللّٰهُ بِهِ سَبْعِينَ مَلَكًا يُسَبِّحُونَ اللّٰهَ وَيَسْتَغْفِرُوْنَ لَهُ إِلَى يَوْمِ القِيَامَةِ (الديلمى عن ابن مسعود)

″Bir kimse sabah namazını cemaatle kılar, namaz kıldığı yerde oturur ve sonra En’âm Sûresi’nin evvelinden üç âyet okursa, Allah ona, Allah’ı tesbih eden ve kendisi için istiğfar eden yetmiş melek memur eder.″[2]

En’âm Sûresi, Mekke’de bir bütün olarak nâzil olmuş ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bütün kâtiplerini çağırarak yazdırmıştır.


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 22; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, hadis No: 6940.

[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 427/3.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَۜ ثُمَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ ﴿١﴾

1. Hamd, gökleri ve yeri yaratan, zulumât ve nûru meydana getiren Allah’a mahsustur. Fakat buna rağmen kâfirler, putları Rablerine denk tutuyorlar.

İzah: Birçok tefsir ulemâsı Âyet-i Kerîme’de geçen ″Zulumât ve nûr″ ifadelerini; gece ve gündüz, küfür ve îman, cehâlet ve ilim, dalâlet ve hidâyet olarak tefsir etmişlerdir.


﴿ هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ ط۪ينٍ ثُمَّ قَضٰٓى اَجَلًاۜ وَاَجَلٌ مُسَمًّى عِنْدَهُ ثُمَّ اَنْتُمْ تَمْتَرُونَ ﴿٢﴾

2. O ki, sizi çamurdan yarattı, sonra sizin için bir ecel takdir etti. O’nun katında takdir edilen bir ecel de vardır. Böyle iken, (Ey kâfirler!) Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, sizin atanız olan Hz. Âdem’i çamurdan yaratan, sonra ölümünüz için size belli bir vakit tayin eden O’dur. Ayrıca dirilip kabirlerinizden kalkmanız için tayin edilen bir zaman da O’nun katındadır. Böyle iken, Ey kâfirler! Öldükten sonra, Allah’u Teâlâ’nın sizi dirilteceğine dair kudretinden siz hâlâ şüphe ediyorsunuz, anlamındadır.

Allah’u Teâlâ, Hz. Âdem’i yaratmayı murad ettiğinde, Cebrâil Aleyhisselâm’a emir vererek yeryüzünden toprak getirmesini istedi. Cebrâil Aleyhisselâm da bu emir gereği yeryüzüne inerek Kâbe’nin yerinden ve dünyânın farklı bölgelerinden her renkten farklı topraklar alarak getirmiş ve böylece Hz. Âdem, bu topraklarla yoğrularak vücudu yaratılmıştır. Bu nedenle insanlar, farklı renk ve tabiattadır.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ تَعَالَى خَلَقَ آدَمَ مِنْ قَبْضَةٍ قَبَضَهَا مِنْ جَمِيعِ الْأَرْضِ فَجَاءَ بَنُو آدَمَ عَلَى قَدْرِ الْأَرْضِ فَجَاءَ مِنْهُمْ الْأَحْمَرُ وَالْأَبْيَضُ وَالْأَسْوَدُ وَبَيْنَ ذَلِكَ وَالسَّهْلُ وَالْحَزْنُ وَالْخَبِيثُ وَالطَّيِّبُ (د ت عن ابى موسى)

″Allah’u Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir avuç topraktan yarattı. Bu sebeple Âdemoğulları, yeryüzünün renkleri ve tabiatları kadar değişik şekiller aldılar. Onlardan kimi siyah, kimi beyaz, kimi kızıl, bâzısı da bunların karışımı bir renktedir ve bunlardan bâzısı yumuşak, bâzısı sert, kimi çirkin, kimi de güzeldir.″[1]

Meyserate’l-Fecr Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ، مَتَى كُنْتَ نَبِيًّا؟ قَالَ وَآدَمُ بَيْنَ الرُّوحِ وَالْجَسَدِ (طب عن ميسرة الفجر)

″Yâ Resûlallah! Sen ne zaman Nebî idin?″ diye sordum. Buyurdu ki: ″Âdem Aleyhisselâm, ruh ile ceset arasında iken ben Nebî idim.″[2]

Bu husus bir diğer Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:

لَمَّا اِقْتَرَفَ آدَمُ الْخَطِيئَةَ قَالَ: يَا رَبِّ! اَسْأَلُكَ بِحَقِّ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اِلَّا لَمَّا غَفَرْتَ لِى فَقَالَ اللّٰهُ تَعَالَى: يَا آدَمُ! كَيْفَ عَرَفْتَ مُحَمَّدًا وَلَمْ أَخْلُقْهُ؟ قَالَ: يَا رَبِّ! لِاَنَّكَ لَمَّا خَلَقْتَنِى بِيَدِكَ وَنَفَخْتَ فِىَّ مِنْ رُوحِكَ رَفَعْتُ رَأْسِى فَرَأَيْتُ عَلَى قَوَائِمِ الْعَرْشِ مَكْتُوبًا لَا اِلَهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ فَعَلِمْتُ أَنَّكَ لَمْ تُضِفْ اِلَى اسْمِكَ اِلَّا أَحَبَّ الْخَلْقِ اِلَيْكَ فَقَالَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ: صَدَقْتَ يَا آدَمُ! اِنَّهُ لَاَحَبُّ الْخَلْقِ اِلَىَّ وَاِذَا سَأَلْتَنِى بِحَقِّهِ فَقَدْ غَفَرْتُ لَكَ وَلَوْ لَا مُحَمَّدٌ مَا خَلَقْتُكَ (ك وابن عساكر عن عمر)

Âdem, Cennetten kovulduğunda hatâsını anlayıp, ″Yâ Rabbi! Eğer beni affetmemiş isen Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem hürmetine Senden affımı diliyorum″ demişti. Allah’u Teâlâ (ne cevap vereceğini bildiği halde, cevabını da diğer insanların duyması için): ″Yâ Âdem! Ben onu henüz (zâhirde) yaratmadığım halde, sen Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i nasıl tanıdın?″ diye buyurdu. Âdem: ″Yâ Rabbi! Sen beni (kudret) elin ile yaratıp bana rûhundan üflediğin zaman, başımı kaldırıp baktığımda Arş’ın ayaklarında -Lâ ilâhe illallâh Muhammed’un Resûlullâh- yazılmış olduğunu gördüm. İsminin yanına ancak yaratıl-mışların en sevgilisini koyacağını bildim″ dedi. Allah’u Teâlâ: ″Yâ Âdem! Doğru söyledin, hakikaten Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem Bana yaratılmışların en sevgilisidir. Onun hürmetine Benden ne istesen sana verirdim. Affını diledin, Ben de seni affettim. Şâyet Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem olmasaydı, seni yaratmazdım″ buyurdu.[3]

Her şeyden önce Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in nûru yaratılmıştır. Âdem Aleyhisselâm ise, ceset olarak ilk yaratılandır. Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Nûr, Âyet 35 ve izahlarına bakınız.


[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 17; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 3; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 278/4.

[2] Taberânî, Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 17220, 17221. Sünen-i Tirmizî, Menâkib 1; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6355; İmam Kastalâni, Mevahib-i Ledünniyye, c. 1, s. 5.

[3] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 4287; İmam Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 13; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 8371; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 1, s. 256.


﴿ وَهُوَ اللّٰهُ فِي السَّمٰوَاتِ وَفِي الْاَرْضِۜ يَعْلَمُ سِرَّكُمْ وَجَهْرَكُمْ وَيَعْلَمُ مَا تَكْسِبُونَ ﴿٣﴾

3. Halbuki göklerde ve yerde (ibâdete lâyık olan) yalnız O Allah’tır. Sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilir ve (hayır ve şerden) ne kazandığınızı da bilir.


﴿ وَمَا تَأْت۪يهِمْ مِنْ اٰيَةٍ مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِمْ اِلَّا كَانُوا عَنْهَا مُعْرِض۪ينَ ﴿٤﴾

4. O kâfirlere, Rablerinin âyetlerinden hiçbir âyet gelmez ki, ondan yüz çevirmiş olmasınlar!


﴿ فَقَدْ كَذَّبُوا بِالْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُمْۜ فَسَوْفَ يَأْت۪يهِمْ اَنْبٰٓؤُ۬ا مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ ﴿٥﴾

5. İşte onlar, Kur’ân kendilerine gelince, onu yalanladılar. Bu alay etmelerinin cezâsını muhakkak yakında göreceklerdir.


﴿ اَلَمْ يَرَوْا كَمْ اَهْلَكْنَا مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ قَرْنٍ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّنْ لَكُمْ وَاَرْسَلْنَا السَّمَٓاءَ عَلَيْهِمْ مِدْرَارًاۖ وَجَعَلْنَا الْاَنْهَارَ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمْ فَاَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَاَنْشَأْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ قَرْنًا اٰخَر۪ينَ ﴿٦﴾

6. Onlardan evvel, nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkânları onlara verdik. Bol bol yağmurlar yağdırdık ve altlarından nehirler akıttık. Sonra, günahları sebebiyle onları helâk ettik ve onlardan sonra da başka nesiller yarattık.


﴿ وَلَوْ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ كِتَابًا ف۪ي قِرْطَاسٍ فَلَمَسُوهُ بِاَيْد۪يهِمْ لَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ ﴿٧﴾ وَقَالُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ مَلَكٌۜ وَلَوْ اَنْزَلْنَا مَلَكًا لَقُضِيَ الْاَمْرُ ثُمَّ لَا يُنْظَرُونَ ﴿٨﴾

7-8. Ey Resûlüm! Sana istedikleri şekilde, kâğıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak, onlar da o kitaba elleriyle dokunsalar, yine kâfir olanlar: ″Bu sihirden başka bir şey değildir″ diyeceklerdi.* Bir de: ″Ona bir melek indirilseydi ya!″ dediler. Eğer bir melek indirmiş olsaydık, elbette iş bitirilmiş olurdu (helâk olurlardı). Sonra onlara hiç mühlet verilmezdi.

İzah: Nâdir b. Haris, Abdullah İbn-i Ebû Ümeyye ve Nevfel b. Huveylid’in, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e hitâben: ″Sen bize Allah katından, Allah’ın Resûlü olduğuna şâhitlik ede­cek dört melekle birlikte bir kitap getirmedikçe, aslâ sana îman edecek değiliz″ diye söylemeleri üzerine bu âyetler nâzil olmuştur.


﴿ وَلَوْ جَعَلْنَاهُ مَلَكًا لَجَعَلْنَاهُ رَجُلًا وَلَلَبَسْنَا عَلَيْهِمْ مَا يَلْبِسُونَ ﴿٩﴾

9. Onlara uyarıcı olarak meleklerden Peygamber gönderseydik, elbette onu yine bir adam sûretinde gönderirdik ve onları düştükleri şüpheye yine düşürürdük (o zaman da, ″Sen de bizim gibi adamsın, melek değilsin″ derlerdi).


﴿ وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِنْ قَبْلِكَ فَحَاقَ بِالَّذ۪ينَ سَخِرُوا مِنْهُمْ مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ۟ ﴿١٠﴾

10. Ey Resûlüm! Yemin olsun ki, senden önceki Peygamberler ile de alay edildi. On­larla alay edenleri, alay konusu ettikleri şey, çepeçevre kuşatıverdi.


﴿ قُلْ س۪يرُوا فِي الْاَرْضِ ثُمَّ انْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ ﴿١١﴾

11. Ey Habîbim! De ki: ″Yeryüzünde gezip dolaşın. Sonra da, Peygamberleri yalanlayanların akıbetleri nasıl olmuş bir görün!″


﴿ قُلْ لِمَنْ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ قُلْ لِلّٰهِۜ كَتَبَ عَلٰى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَۜ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ اَلَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿١٢﴾

12. Ey Resûlüm! De ki: ″Göklerde ve yerde olanlar kimindir?″ De ki: ″Allah’ındır.″ O, merhamet etmeyi kendi zâtına farz kıldı. Meydana gelmesinde şüphe olmayan mahşer gününde elbette sizi toplayacaktır. Kendilerini hüsrâna uğratanlar var ya, işte onlar îman etmezler.

İzah: Allah’ın rahmeti, hem dünyâyı hem de âhireti kuşatıcıdır. Kâfirlere ölümlerine kadar mühlet verir. Kullarının tevbelerini kabul edip günahlarını affeder.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

لَمَّا قَضَى اللّٰهُ الْخَلْقَ كَتَبَ فِي كِتَابِهِ فَهُوَ عِنْدَهُ فَوْقَ الْعَرْشِ إِنَّ رَحْمَتِي غَلَبَتْ غَضَبِي (خ م عن ابى هريرة)

″Al­lah’u Teâlâ, mahlûkatı var edince, Arş’ın üzerinde kendi katında bulunan kitabına (Levh-i Mahfuz’a) şöyle yazmıştır: Şüphesiz ki, merhametim gazabıma gâlip gelmiştir.″[1]

إِنَّ لِلّٰهِ مِائَةَ رَحْمَةٍ أَنْزَلَ مِنْهَا رَحْمَةً وَاحِدَةً بَيْنَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ وَالْبَهَائِمِ وَالْهَوَامِّ فَبِهَا يَتَعَاطَفُونَ وَبِهَا يَتَرَاحَمُونَ وَبِهَا تَعْطِفُ الْوَحْشُ عَلَى وَلَدِهَا وَأَخَّرَ اللّٰهُ تِسْعًا وَتِسْعِينَ رَحْمَةً يَرْحَمُ بِهَا عِبَادَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ (م عن ابى هريرة)

″Allah’u Teâlâ’nın yüz rahmeti vardır. Bunlardan bir rahmetini cinlerin, insanların, hayvanların ve haşeratın arasında taksim etti. Tâ ki onunla birbirlerine şef­kat ve merhamet etsinler. Hattâ vahşi hayvanlar bile onunla yavrula­rına şefkat gösterirler. Doksan dokuz rahmetini ise, kullarına rahmet etmek için mahşer gününe bırakmıştır.″[2]

لَلّٰهُ أَرْحَمُ بِعِبَادِهِ مِنْ هَذِهِ بِوَلَدِهَا (خ م عن ابى هريرة)

″Bir annenin çocuğuna olan merhametinden, Allah’ın kullarına olan merhameti çok daha fazladır.″[3]


[1] Sahih-i Buhârî, Tevhid 15, 22, 55; Sahih-i Müslim, Tevbe 4 (14).

[2] Sahih-i Müslim, Tevbe, 4 (19).

[3] Sahih-i Buhârî, Edeb 18, Sahih-i Müslim, Tevbe 4 (22).


﴿ وَلَهُ مَا سَكَنَ فِي الَّيْلِ وَالنَّهَارِۜ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ﴿١٣﴾

13. Gece ve gündüzde barınan her şey O’nundur. O, her şeyi işiten ve bilendir.


﴿ قُلْ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَتَّخِذُ وَلِيًّا فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ يُطْعِمُ وَلَا يُطْعَمُۜ قُلْ اِنّ۪ٓي اُمِرْتُ اَنْ اَكُونَ اَوَّلَ مَنْ اَسْلَمَ وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ ﴿١٤﴾

14. Ey Resûlüm! De ki: ″Gökleri ve yeri yaratan, rızıklandıran fakat rızka ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı dost (Rabb) edineyim?″ De ki: ″Şüphesiz bana, İslâm’ı kabul edenlerin ilki olmam ve müşriklerden olmamam emredildi.″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçen hususlarla ilgili olarak Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

Ensârdan bir adam Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i yemeğe dâvet edince, biz de onunla birlikte gittik. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yemeğini bitirdiği zaman ellerini temizledi ve şöyle duâ etti:

الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِي يُطْعِمُ وَلَا يُطْعَمُ، مَنَّ عَلَيْنَا فَهَدَانَا، وَأَطْعَمَنَا وَسَقَانَا، وَكُلَّ بَلَاءٍ حَسَنٍ أَبْلانَا، الْحَمْدُ لِلّٰهِ غَيْرَ مُوَدَّعٍ رَبِّي وَلَا مُكَافَأٍ ، وَلَا مَكْفُورٍ وَلَا مُسْتَغْنًى عَنْهُ، الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِي أَطْعَمَنَا مِنَ الطَّعَامِ، وَسَقَانَا مِنَ الشَّرَابِ، وَكَسَانَا مِنَ الْعُرْيِ، وَهَدَانَا مِنَ الضَّلَالِ، وَبَصَّرَنَا مِنَ العَمَى، وَفَضَّلَنَا عَلَى كَثِيرٍ مِمَّنَ خَلَقَ تَفْضِيلًا، الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِين (ك هب عن ابى هريرة)

″Yedirdiği halde yedirilmeyen, bize nîmet verip hidâyet bahşeden, bizi yedirip içiren, güzel ibtilalarla imtihan eden Allah’a hamd olsun. Hiçbir zaman terk edilemeyecek olan, ama yine de verilenlerin karşılığı olamayan, her zaman kendisine muhtaç olunacak hamdler Allah’a mahsustur. Çeşitli yiyecekleri yediren, çeşitli içecekleri içiren, çıplakları giydiren, dalâletten hidâyete erdiren, körlükten bizi kurtaran ve yarattıklarının birçoğundan bizi üstün kılan âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.″[1]


[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 1961; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 40850.


﴿ قُلْ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اِنْ عَصَيْتُ رَبّ۪ي عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ ﴿١٥﴾ مَنْ يُصْرَفْ عَنْهُ يَوْمَئِذٍ فَقَدْ رَحِمَهُۜ وَذٰلِكَ الْفَوْزُ الْمُب۪ينُ ﴿١٦﴾

15-16. Ey Resûlüm! De ki: ″Eğer ben, Rabbime isyan edersem, elbette büyük bir günün azâbına uğramaktan korkarım.* O gün, azap kimden kaldırılırsa, muhakkak Allah’u Teâlâ ona rahmet etmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur.″


﴿ وَاِنْ يَمْسَسْكَ اللّٰهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُٓ اِلَّا هُوَۜ وَاِنْ يَمْسَسْكَ بِخَيْرٍ فَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿١٧﴾

17. Ey Resûlüm! Şâyet Allah’u Teâlâ sana bir zarar isâbet ettirecek olursa, bunu O’ndan başka giderecek yoktur. Sana bir hayır isâbet ettirecek olursa, onu da kimse gideremez. O, her şeye kâdirdir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Muâviye Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

إِنَّ نَبِيَّ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَقُولُ فِي دُبُرِ كُلِّ صَلَاةٍ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ اللّٰهُمَّ لَا مَانِعَ لِمَا أَعْطَيْتَ وَلَا مُعْطِيَ لِمَا مَنَعْتَ وَلَا يَنْفَعُ ذَا الْجَدِّ مِنْكَ الْجَدُّ وَكَتَبَ إِلَيْهِ إِنَّهُ كَانَ يَنْهَى عَنْ قِيلَ وَقَالَ وَكَثْرَةِ السُّؤَالِ وَإِضَاعَةِ الْمَالِ وَكَانَ يَنْهَى عَنْ عُقُوقِ الْأُمَّهَاتِ وَوَأْدِ الْبَنَاتِ وَمَنْعٍ وَهَاتِ (خ عن معاوية)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, her namazın sonunda şöyle duâ ederdi: ″Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîkeleh, lehul mülkü velehul hamdu ve hüve alâ kulli şey’in kadîr (Allah’tan başka ilah yoktur. O, birdir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Mülk sâdece O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O, her şeye kâdirdir). Ey Allah’ım! Senin verdiğine mâni olacak yoktur. Vermediğini verebilecek de yoktur. Kimsenin varlığı, Sen dilemedikçe kendisine fayda vermez.″[1]

İşte bu ve buna benzer Hadis-i Şerif’lerden dolayı: ″Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîkeleh, lehul mülkü velehul hamdu ve hüve alâ kulli şey’in kadîr″ duâsı, her namaz kılındıktan sonra tesbihatta okunur. Bu sebeple de müezzinlik duâlarından sayılmıştır.


[1] Sahih-i Buhârî, İ’tisam 3.


﴿ وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِه۪ۜ وَهُوَ الْحَك۪يمُ الْخَب۪يرُ ﴿١٨﴾

18. O, kullarının üzerinde tek tasarruf sahibidir. O, hüküm ve hikmet sahibidir ve her şeyden haberdardır.


﴿ قُلْ اَيُّ شَيْءٍ اَكْبَرُ شَهَادَةًۜ قُلِ اللّٰهُ شَه۪يدٌ بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْ وَاُو۫حِيَ اِلَيَّ هٰذَا الْقُرْاٰنُ لِاُنْذِرَكُمْ بِه۪ وَمَنْ بَلَغَۜ اَئِنَّكُمْ لَتَشْهَدُونَ اَنَّ مَعَ اللّٰهِ اٰلِهَةً اُخْرٰىۜ قُلْ لَٓا اَشْهَدُۚ قُلْ اِنَّمَا هُوَ اِلٰهٌ وَاحِدٌ وَاِنَّن۪ي بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَۢ ﴿١٩﴾

19. Ey Resûlüm! (Peygamberliğine şâhit isteyenlere) de ki: ″Şâhitliği daha büyük olan kimdir?″ De ki: ″Allah’tır. O, benimle sizin aranızda şâhittir. İşte bu Kur’ân, sizi ve kime ulaşırsa onları uyarayım diye bana vahyolundu. Siz, Allah ile beraber başka ilahlar olduğuna şâhitlik mi ediyorsunuz?″ De ki: ″Ben, buna şâhitlik etmem.″ De ki: ″O, bir tek ilahtır. Şüphesiz ben, sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nuzül sebebi şöyle nakledilmiştir:

Kureyş müşrikleri, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e hitâben: ″Yâ Muhammed! Allah senden başka Peygamber bulamadı mı? Biz seni tasdik eden kimse görmüyoruz? Yahudi ve Hristiyanlara da sorduk. Kitaplarında senin Peygamberliğine dair bir haber olmadığını söylüyorlar. Bize, senin Allah’ın Resûlü olduğuna şâhitlik edecek bir şâhit göster″ dediler. İşte onların bu sözleri üzerine Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’yi indirmiştir.

Âyet-i Kerîme’de, ″İşte bu Kur’ân, sizi ve kime ulaşırsa onları uyarayım diye bana vahyolundu″ diye geçen ifadeden anlaşılmaktadır ki; Kur’ân’ın hükümleri, sâdece nâzil olduğu döneme has değil, kıyâmete kadar gelecek olan herkes içindir. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de, yalnız Araplara değil, bütün âlemlere Peygamber olarak gönderilmiştir. Zîrâ Allah’u Teâlâ: ″Ey Habîbim! Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik″[1] diye buyurmuştur.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

نَضَّرَ اللّٰهُ عَبْدًا سَمِعَ مَقَالَتِي فَوَعَاهَا وأَدَّاها (طب عن جبير بن مطعم)

″Her kim benim sözlerimi işitip ezberler ve ümmetime tebliğ ederse, Allah’u Teâlâ ona hayat ve güzellik verir.″[2]

Bu tebliğ, hem Kur’ân-ı Kerîm’i, hem de Hadis-i Şerif’leri kapsamak-tadır. Nitekim birçok âyette: ″Allah’a ve Resûlüne itaat edin[3] diye emredilmiştir.

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِذَا قَرَأَ الرَّجُلُ الْقُرْآنَ وَاخْتَشَى وَمِنْ أَحَادِيثِ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيِهِ وَسَلَّمَ وَكَانَتْ هُنَاكَ عَزِيزَةٌ كَانَ خَلِيفَةٌ مِنْ خُلَفَاءِ الْاَنْبِيَاءِ (الرافع في تاريخه عن ابن امامة)

″Kur’ân’ı huşû ile okuyan, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Hadis-i Şerif’lerine de aynı hürmeti yapan bir kimse, bu dünyâda aziz olur ve Peygamberlerin halifelerinden bir halife olur.″[4]


[1] Sûre-i Enbiyâ, Âyet 107.

[2] Taberânî, Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 1524.

[3] Bakınız: Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 31, 50;Sûre-i Nûr, Âyet,52, 54, 56; Sûre-i Necm, Âyet: 3; Sûre-i Tevbe, Âyet 71; Sûre-i Şuarâ, Âyet 108, 110, 131, 150, 179, Sûre-i Ahzâb, Âyet 33, Sûre-i Muhammed, Âyet 33.

[4] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 28694.


﴿ اَلَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ اَبْنَٓاءَهُمْۢ اَلَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ۟ ﴿٢٠﴾

20. Ehl-i Kitap, onu (Muhammed Aleyhisselâm’ı) kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanıyıp bilirler. Kendilerini hüsrâna uğratanlar var ya, işte onlar îman etmezler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, Ehl-i Kitab’ın, kendi ki­taplarında sıfatları belirtilen Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i kendi oğullarını tanıdıkları gibi onu tanıyıp bildikleri beyan edilmiştir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e îman etmeyenlerin, kendilerini hüsrâna uğratıp Cehenneme gidecekleri de beyan edilmiştir.

Yahudilerden Müslüman olan insanlar demişlerdir ki:

Allah’a yemin olsun ki bizim, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i tanımamız, oğlumuzu tanıma­mızdan daha sağlamdır. Çünkü Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bütün sıfatlarını Tevrat’ta okuduk.

İşte Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Tevrat ve İncil’deki vasıflarını bildikleri halde, gizleyerek inkâr eden Ehl-i Kitap, kendilerini hüsrâna, zarar ve ziyana uğratarak Cehennemlik olurlar.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَا يَسْمَعُ بِى أَحَدٌ مِنْ هَذِهِ الْأُمَّةِ يَهُودِيٌّ وَلَا نَصْرَانِيٌّ ثُمَّ يَمُوتُ وَلَمْ يُؤْمِنْ بِالَّذِى أُرْسِلْتُ بِهِ اِلَّا كَانَ مِنْ أَصْحَابِ النَّارِ (حم م عن ابى هريرة)

″Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan Allah’a yemin ederim ki, her kim Yahudi olsun, Hristiyan olsun beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa, mutlaka Cehennem ehlinden olacaktır.″[1]


[1] Sahih-i Müslim, Îman 70 (240 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8255.


﴿ وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اَوْ كَذَّبَ بِاٰيَاتِه۪ۜ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ ﴿٢١﴾

21. Allah’a karşı yalan isnat edenlerden yahut O’nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kim vardır? Şüphesiz ki, zâlimler kurtuluşa eremezler.

İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in İncil ve Tevrat’ta geçen vasıflarını değiştirip inkâr eden Ehl-i Kitap’tan, ″Melekler, Allah’ın kızlarıdır!″ gibi sözler söyleyerek Allah’a iftirada bulunan müşriklerden ve Kur’ân âyetlerini inkâr edenlerden daha zâlim kim vardır? Bu zâlimler aslâ kurtuluşa eremezler, demektir.


﴿ وَيَوْمَ نَحْشُرُهُمْ جَم۪يعًا ثُمَّ نَقُولُ لِلَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا اَيْنَ شُرَكَٓاؤُ۬كُمُ الَّذ۪ينَ كُنْتُمْ تَزْعُمُونَ ﴿٢٢﴾ ثُمَّ لَمْ تَكُنْ فِتْنَتُهُمْ اِلَّٓا اَنْ قَالُوا وَاللّٰهِ رَبِّنَا مَا كُنَّا مُشْرِك۪ينَ ﴿٢٣﴾ اُنْظُرْ كَيْفَ كَذَبُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ ﴿٢٤﴾

22-24. Ey Resûlüm! Onların hepsini topladığımız ve sonra Allah’a ortak koşanlara, ″Nerede o ortak koştuklarınız ki, onları ilah sanırdınız?″ dediğimiz günü hatırlat.* O zaman onların, ″Vallâhi, Ey Rabbimiz! Biz müşriklerden değildik″ demekten başka mâzeretleri olmaz.* Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve uydurdukları put­lar da kendilerinden nasıl kaybolup gitti.

İzah:Allah’a ortak koşmak″ anlamına gelen ″Şirk″ ifadesinden maksat, Allah’ın birliğini inkâr ederek, müşriklerin yaptığı gibi putu veya her hangi bir nesneyi ilah edinip ona ibâdet etmek ve ayrıca Ehl-i Kitab’ın yaptığı gibi, birden fazla ilah olduğunu söyleyerek Allah’a ortak koşmaktır.

Bu husus Sûre-i Mü’min, Âyet 73-74’te de şöyle geçmektedir:

Sonra onlara denilir ki: ″Nerede o ortak koştuklarınız;* Allah’tan başka taptıklarınız?* Onlar da: ″Bizden uzaklaşıp kayboldular. Bilakis onlara ibâdet etmekle, evvelce hiçbir şeye ibâdet etmemiş olduğumuz meydana çıktı″ derler. Allah’u Teâlâ, kâfirleri işte böyle dalâlet üzere bırakır.

Yine bu âyetler hakkında Said b. Cübeyr Radiyallâhu anhu, şu hâdiseyi anlatır:

Bir adam gelerek, ″Yâ İbn-i Abbas! Ben, Allah’u Teâlâ’nın bir âyette, müşriklerin mahşer günü, içinde bulundukları zor durumdan dola­yı, ″Vallâhi, Ey Rabbimiz! Biz müşriklerden değildik″[1] diye söyleyeceklerini zikrettiğini gördüm. Bu kişi sözüne devamla, ″Allah’u Teâlâ’dan hiçbir sözü gizleyemezler″[2] diye geçen âyeti okudu ve bu nasıldır?″ diye sordu. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki:

Müşriklerin, ″Vallâhi, Ey Rabbimiz! Biz müşriklerden değildik″ şeklindeki sözlerini; onların, Cennete Müslüman olanlar dışında kimsenin girmediğini gördükleri ve ″Gelin, biz de müşrik olduğumuzu inkâr edelim″ dedikleri zaman söyleyeceklerdir. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ onların ağızlarını mühürleyecek, onların müşrik olduklarını elleri ve ayakları söyleyecektir. İşte o anda Allah’tan hiçbir sözü gizleyemeyeceklerdir.


[1] Sûre-i En’âm, Âyet 23.

[2] Sûre-i Nisâ, Âyet 42.


﴿ وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُ اِلَيْكَۚ وَجَعَلْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اَكِنَّةً اَنْ يَفْقَهُوهُ وَف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرًاۜ وَاِنْ يَرَوْا كُلَّ اٰيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَاۜ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاؤُ۫كَ يُجَادِلُونَكَ يَقُولُ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّٓا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿٢٥﴾ وَهُمْ يَنْهَوْنَ عَنْهُ وَيَنْـَٔوْنَ عَنْهُۚ وَاِنْ يُهْلِكُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ ﴿٢٦﴾

25-26. Onların bir kısmı, okuduğun Kur’ân’ı dinlerler. Halbuki senin sözlerini anlamamaları için, o (küfürde inâdî olan) kâfirlerin kalplerini kapadık, kulaklarını da sağır ettik. Onlar, her türlü mûcizeyi görseler de, yine ona îman etmezler. Yalanları o dereceye geldi ki, seninle mücâdeleye gelseler, o kâfirler: ″Bu Kur’ân, eskilerin masalların­dan başka bir şey değildir″ derler.* Onlar, insanları Kur’ân’ı dinlemekten nehyederler ve kendileri de ondan uzaklaşırlar. Böylece ancak kendi nefislerini helâk ederler. Fakat bunun farkında değildirler.

İzah: Sûre-i En’âm, Âyet 25’in nüzul sebebi hakkında şu hâdise nakledilmiştir:

Bir gün Ebû Cehil ve arkadaşları, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i Kur’ân-ı Kerîm okurken dışarıdan dinlemişlerdi. Nadr daha önlerindeydi. Ona: ″Muhammed, ne diyor?″ diye sormuşlar. O da: ″Ne dediğini bilmiyorum. Ancak dudakları hareket ediyor. Gâliba benim size anlattığım gibi eskilerin uydurmalarını söylüyor″ dedi. Nadr’in şiirleri vardı. O birtakım hikayeler toplayıp yazar ve bunları Kureyş’e okur, onlar da dinlerlerdi. Ebû Süfyan dayanamadı: ″Pek öyle değil. Ben, Muhammed’in bâzı sözlerini doğru buluyorum″ dedi. Bunun üzerine Ebû Cehil: ″Sakın böyle söyleme, bunu itiraf etmektense, ölüm bize bundan evlâdır″ diye cevap verdi. İşte bu Âyet-i Kerîme, bu olay üzerine nâzil olmuştur.


﴿ وَلَوْ تَرٰٓى اِذْ وُقِفُوا عَلَى النَّارِ فَقَالُوا يَا لَيْتَنَا نُرَدُّ وَلَا نُكَذِّبَ بِاٰيَاتِ رَبِّنَا وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٢٧﴾ بَلْ بَدَا لَهُمْ مَا كَانُوا يُخْفُونَ مِنْ قَبْلُۜ وَلَوْ رُدُّوا لَعَادُوا لِمَا نُهُوا عَنْهُ وَاِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ ﴿٢٨﴾ وَقَالُٓوا اِنْ هِيَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا وَمَا نَحْنُ بِمَبْعُوث۪ينَ ﴿٢٩﴾

27-29. Ey Resûlüm! Onlar, Cehennemin karşısında durduruldukları zaman, ″Keşke geri döndürülsek de, Rabbimizin âyetlerini yalanlamayıp Mü’minlerden olsak″ dediklerini bir görsen!* Bilakis onlara evvelce yalanladıkları Cehennem ateşi göründü de, bu temennîde bulundular. Eğer tekrar dünyâya dönseler, yine nehyedildikleri fenâlıklara dönerlerdi. Şüphesiz ki onlar, yalancıdırlar.* Dünyâya dönseler yine şöyle derlerdi: ″Dünyâ hayatından başka hayat yoktur ve biz tekrar diriltilecek değiliz.″


﴿ وَلَوْ تَرٰٓى اِذْ وُقِفُوا عَلٰى رَبِّهِمْۜ قَالَ اَلَيْسَ هٰذَا بِالْحَقِّۜ قَالُوا بَلٰى وَرَبِّنَاۜ قَالَ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ۟ ﴿٣٠﴾

30. Ey Resûlüm! Onları, Rableri huzurunda hesap vermek için durdurul­dukları zaman bir görsen! O zaman Rableri onlara: ″Bu dirilme, hak değil miymiş?″ diye soracak. Onlar da: ″Evet, Rabbimiz!″ diye yeminle tasdik edecekler. Rableri de onlara: ″Küfrünüz sebebiyle müstehak olduğunuz azâbı tadın″ buyuracak.


﴿ قَدْ خَسِرَ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِلِقَٓاءِ اللّٰهِۜ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَتْهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً قَالُوا يَا حَسْرَتَنَا عَلٰى مَا فَرَّطْنَا ف۪يهَاۙ وَهُمْ يَحْمِلُونَ اَوْزَارَهُمْ عَلٰى ظُهُورِهِمْۜ اَلَا سَٓاءَ مَا يَزِرُونَ ﴿٣١﴾

31. Allah’a kavuşmayı yalanlayanlar, şüphesiz hüsrâna uğramıştır. Nihâyet kendilerine kıyâmet ansızın geldiği vakit, günahlarını sırtlarına yüklenmiş oldukları halde, ″Dünyâda yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!″ derler. Dikkat edin! Onların yüklendikleri şey ne kötüdür.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Ebû Merzuk Hazretleri şöyle buyurmuştur:

يَسْتَقْبِل الْكَافِر أَوْ الْفَاجِر عِنْد خُرُوجه مِنْ قَبْره كَأَقْبَح صُورَة رَأَيْتهَا وَأَنْتَنَهُ رِيحًا فَيَقُول مَنْ أَنْتَ فَيَقُول أَوَمَا تَعْرِفنِي فَيَقُول لَا وَاللّٰه إِلَّا أَنَّ اللّٰه قَبَّحَ وَجْهك وَأَنْتَنَ رِيحك فَيَقُول أَنَا عَمَلك الْخَبِيث هَكَذَا كُنْت فِي الدُّنْيَا خَبِيث الْعَمَل مُنْتِنه فَطَالَمَا رَكِبْتنِي فِى الدُّنْيَا هَلُمَّ أَرْكَبك فَهُوَ قَوْله وَهُمْ يَحْمِلُونَ أَوْزَارهمْ عَلَى ظُهُورهمْ الْآيَة (تفسير ابن ابى حاتم عن ابى مرزوق)

Kâfir veya günahkâr, kabrinden çıkışı sırasında çok çirkin suratlı ve çok pis kokan bir şey tarafından karşılanır ve ona, ″Sen kimsin?″ diye sorar. O da: ″Beni tanımıyor musun?″ der. O kişi: ″Hayır! Ancak Allah’u Teâlâ senin yüzünü çirkinleştirmiş ve kokunu pis kılmıştır″ der. O şey de: ″Ben senin kötü amelinim. Sen, dünyâda böyle çirkin amelde bulunan birisiydin. Mademki, dünyâda sen bana bindin, şimdi de gel, ben sana bineceğim″ diyecek. İşte Sûre-i En’âm, Âyet 31’de geçen ″Onların yüklendikleri şey ne kötüdür″ sözünün anlamı budur.[1]


[1] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 7264.


﴿ وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌۜ وَلَلدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿٣٢﴾

32. Dünyâ hayatı, bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Takvâ sahipleri için âhiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Hâlâ akletmiyor musunuz?

İzah: Şeytan insana dünyâ hayatını hoş gösterir. Halbuki dünyâ hayâtı kısa ve geçicidir. Şeytana uyan kişiler için dünyâ hayatı, oyun ve eğlenceden ibârettir. Gerçek ve ebedî olan hayat ise, âhiret hayatıdır. Mü’minler ise şeytanın bu iğvasına uymazlar ve Allah’u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına uyar, nefisleriyle mücâdele eder ve ebedî olan âhiret hayatına hazırlık yaparlar.

Bu husus Sûre-i Hadîd, Âyet 20’de de şöyle geçmektedir:

Bilin ki, dünyâ hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme, mal ve evlatların çoğalmasından ibârettir. Dünyâ hayatı şuna benzer ki; yağmur yağar ve onunla hâsıl olan bitkiyi çiftçiler beğenirler. Lâkin çok geçmeden kurur, sararır, sonra da çer çöp hâline gelir. İşte (dünyâyı üstün görenler için) âhirette şiddetli bir azap vardır. Ve (Mü’minler için) Allah’ın bağışlaması ve rızâsı vardır. Dünyâ hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir.

Allah katında dünyânın önemsiz olduğuna dair Sehl b. Sa’d Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كُنَّا مَعَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِذِي الْحُلَيْفَةِ فَإِذَا هُوَ بِشَاةٍ مَيِّتَةٍ شَائِلَةٍ بِرِجْلِهَا فَقَالَ أَتُرَوْنَ هَذِهِ هَيِّنَةً عَلَى صَاحِبِهَا فَوَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَلدُّنْيَا أَهْوَنُ عَلَى اللّٰهِ مِنْ هَذِهِ عَلَى صَاحِبِهَا وَلَوْ كَانَتْ الدُّنْيَا تَزِنُ عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا سَقَى كَافِرًا مِنْهَا قَطْرَةً أَبَدًا (ه عن سهل بن سعد)

Biz, Zuاhüleyfe’de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraberdik. Peygamberimiz, şişkinlikten ayakları havaya kalkmış murdar bir koyunla karşılaştı. Bunun üzerine buyurdu ki: ″Şu murdar koyunun sahibinin yanında ne kadar kıymetsiz olduğunu görüyor musunuz? Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah katında dünyâ, sahibi yanında şu koyundan daha kıymetsizdir. Eğer dünyâ, Allah katında bir sivrisinek kanadı kadar kıymetli olsaydı, Allah’u Teâlâ, bir kâfire dünyâ sularından bir damla bile içirmezdi.″[1]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 3.


﴿ قَدْ نَعْلَمُ اِنَّهُ لَيَحْزُنُكَ الَّذ۪ي يَقُولُونَ فَاِنَّهُمْ لَا يُكَذِّبُونَكَ وَلٰكِنَّ الظَّالِم۪ينَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ يَجْحَدُونَ ﴿٣٣﴾

33. Ey Resûlüm! İyi biliriz ki, seni yalanlayanların sözleri elbette seni mahzun eder. O zâlimler hakikatte seni değil, Allah’ın âyetlerini yalanlar ve inkâr ederler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebi hakkında Hz. Ali Kerremallâhu veche şöyle buyurmuştur:

أَنَّ أَبَا جَهْلٍ قَالَ لِلنَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّا لَا نُكَذِّبُكَ وَلَكِنْ نُكَذِّبُ بِمَا جِئْتَ بِهِ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ تَعَالَى {فَإِنَّهُمْ لَا يُكَذِّبُونَكَ وَلَكِنَّ الظَّالِمِينَ بِآيَاتِ اللّٰهِ يَجْحَدُونَ} (ت عن على)

Ebû Cehil, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e hitâben: ″Biz seni değil, getirdiğin Kur’ân’ı yalanlıyoruz″ deyince Alah’u Teâlâ Sûre-i En’âm, Âyet 33’ü indirdi.[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 7; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6942.


﴿ وَلَقَدْ كُذِّبَتْ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِكَ فَصَبَرُوا عَلٰى مَا كُذِّبُوا وَاُو۫ذُوا حَتّٰٓى اَتٰيهُمْ نَصْرُنَاۚ وَلَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِۚ وَلَقَدْ جَٓاءَكَ مِنْ نَبَا۬ئِ الْمُرْسَل۪ينَ ﴿٣٤﴾

34. Yemin olsun ki, senden evvelki Peygamberler de yalanlandılar. Onlar, yalanlanmalarına ve yalanlayanlar tarafından yapılan eziyetlere, bizim yardımımız gelinceye kadar sabrettiler. Allah’ın kelimelerini (vaadini) değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Yemin olsun ki, senden evvelki Peygamberlerin bâzı haberleri sana geldi.

İzah: Ey Resûlüm! Bu kâfirlerin, seni yalanlamaları ve onlardan görmüş ol­duğun eziyetler seni üzmesin. Çünkü bu muâmeleler ilk defa sana yapılmış de­ğildir. Senden önceki Peygamberler de yalanlandılar. Fakat onlar, ümmetlerinin kendilerini yalanlamalarına karşı sabırlı oldular ve kendilerine zaferimiz ulaşıncaya kadar dâvâlarını, ısrarla devam ettirmekten geri durmadılar. Allah’u Teâlâ’nın, Peygamberlerine vaad etmiş olduğu zaferi değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Allah’ın zaferi sana da ulaşacaktır. Önceki Peygamberlerin, ümmetleriyle olan kıssaları sana gelmiştir. Sen bunları bilmektesin. Kâfirler azâba uğratılmış, Mü’minler ise kurtarılmışlardır, demektir.

Yine bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Ahkâf, Âyet 35’te Resûlüne hitâben şöyle buyurmuştur: ″Ey Habîbim! O halde, (kâfirlerin eziyetlerine) Peygamberlerden Ulu’l-Azim olanların sabrettikleri gibi sen de sabret. Onlar hakkında (azâbın inmesi için) acele etme…″


﴿ وَاِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكَ اِعْرَاضُهُمْ فَاِنِ اسْتَطَعْتَ اَنْ تَبْتَغِيَ نَفَقًا فِي الْاَرْضِ اَوْ سُلَّمًا فِي السَّمَٓاءِ فَتَأْتِيَهُمْ بِاٰيَةٍۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَجَمَعَهُمْ عَلَى الْهُدٰى فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْجَاهِل۪ينَ ﴿٣٥﴾ اِنَّمَا يَسْتَج۪يبُ الَّذ۪ينَ يَسْمَعُونَۜ وَالْمَوْتٰى يَبْعَثُهُمُ اللّٰهُ ثُمَّ اِلَيْهِ يُرْجَعُونَ ﴿٣٦﴾

35-36. Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geliyorsa, onlara bir delil getirmek için yerin içine girmeye bir tünel veya göğe çıkmaya bir merdiven yapabiliyorsan yap da, onları îmana getir. Allah’u Teâlâ dileseydi, onların hepsine hidâyet ederdi. O halde sakın câhillerden olma!* Senin dâvetine, ancak (hakikati düşünerek) dinleyenler icâbet eder. Allah’u Teâlâ, ölüleri diriltir. Sonra da hepsi, O’na döndürülürler.

İzah: Allah’u Teâlâ: Ey Resûlüm! Sen sâdece vazifen olan tebliğ görevini yerine getir. Onların niyeti bozuk ve küfürde inâdi oldukları için ne kadar büyük mûcize göstersen de, onlar yine îman etmezler. Bundan dolayı mahzun olma! Hidâyet Benim elimdedir, diye buyurmuştur.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 6-7’de de şöyle buyurmuştur:

″Ey Habîbim! (İnâdi olan) kâfirlere gelince, onları (Allah’ın azâbından) korkutsan da, korkutmasan da onlar için birdir, onlar îman etmezler.* Allah’u Teâlâ onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de perde çekmiştir. Ve onlar için büyük bir azap vardır.″


﴿ وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ عَلَيْهِ اٰيَةٌ مِنْ رَبِّه۪ۜ قُلْ اِنَّ اللّٰهَ قَادِرٌ عَلٰٓى اَنْ يُنَزِّلَ اٰيَةً وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٣٧﴾

37. O kâfirler: ″Ona Rabbinden bir mûcize indirilseydi ya!″ dediler. Ey Resûlüm! De ki: ″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, mûcize vermeye kâdirdir. Lâkin onların birçoğu (mûcizeden sonra, yine yalanladıkları takdirde helâk olacaklarını) bilmezler.″

İzah: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, çok sayıda mûcize göstermiştir. Buna rağmen küfürde inâdi olanlar, her defasında bir bahane uydurarak yine inkâr etmişlerdir. Bu Âyet-i Kerîme’de de o kâfirlerin: ″Ona Rabbinden bir mûcize indirilseydi ya!″ diye söylemeleri, Sâlih Aleyhisselâm’ın devesi, Mûsâ Aleyhisselâm’ın âsâsı gibi buna benzer bir mûcize daha istemeleridir. İşte Allah’u Teâlâ, böyle bir mûcize verdiğinde, buna da inanmayıp yalanladıkları takdirde helâk olacaklarını beyan etmektedir.

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu hâdise nakledilmiştir:

قَالَتْ قُرَيْشٌ لِلنَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ أَنْ يَجْعَلَ لَنَا الصَّفَا ذَهَبًا وَنُؤْمِنُ بِكَ قَالَ وَتَفْعَلُونَ قَالُوا نَعَمْ قَالَ فَدَعَا فَأَتَاهُ جِبْرِيلُ فَقَالَ إِنَّ رَبَّكَ عَزَّ وَجَلَّ يَقْرَأُ عَلَيْكَ السَّلَامَ وَيَقُولُ إِنْ شِئْتَ أَصْبَحَ لَهُمْ الصَّفَا ذَهَبًا فَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ مِنْهُمْ عَذَّبْتُهُ عَذَابًا لَا أُعَذِّبُهُ أَحَدًا مِنَ الْعَالَمِينَ وَإِنْ شِئْتَ فَتَحْتُ لَهُمْ بَابَ التَّوْبَةِ وَالرَّحْمَةِ قَالَ بَلْ بَابُ التَّوْبَةِ وَالرَّحْمَةِ (حم عن ابن عباس)

Kureyşliler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Rabbine duâ et de bize Safa Tepesi’ni altın yapsın, sana inanalım″ dediler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onlara: ″Şâyet bunu yaparsam beni tasdik eder misiniz?″ diye sorunca, onlar: ″Evet″ dediler. Bunun üzerine Cebrâil Aleyhisselâm geldi ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e şöyle dedi: Rabbinin sana selâmı var ve der ki: ″İsterse onlar için Safa Tepesi altın olur, ama içlerinden her kim bundan sonra küfre devam ederse; onu âlemlerden hiç kimseyi azaplandırmadığım bir biçimde azaplandırırım. İstersen de, onlar için tevbe ve rahmet kapılarını açarım.″ Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet, tevbe ve rahmet kapılarını isterim″ dedi.[1]

Yine kâfirlerin bu türden isteklerine dair, Sûre-i En’âm, Âyet 109-111 ve izahına bakınız.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Mîraca çıkması, ayın ikiye ayrılması, parmaklarından çeşmeler akması gibi sayılamayacak kadar çok mûcizesi vardır. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in mûcizeleriyle ilgili geniş bilgi için Sûre-i Kamer, Âyet 1 ve izahına bakınız.


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 2058.


﴿ وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ وَلَا طَٓائِرٍ يَط۪يرُ بِجَنَاحَيْهِ اِلَّٓا اُمَمٌ اَمْثَالُكُمْۜ مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ثُمَّ اِلٰى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ ﴿٣٨﴾

38. Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı varlık ve gökte kanat-larıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer topluluk olmasınlar. Biz, kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık. Sonra onların hepsi Rabblerinin huzurunda toplanacaklardır.

İzah: Bütün mahlûkatın Allah’ın huzurunda toplanacaklarına dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يُحْشَرُ الْخَلْقُ كُلُّهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ الْبَهَائِمُ وَالدَّوَابُّ وَالطَّيْرُ وَكُلُّ شَيْءٍ فَيَبْلُغُ مِنْ عَدْلِ اللّٰهِ أَنْ يَأْخُذَ لِلْجَمَّاءِ مِنَ الْقَرْنَاءِ ثُمَّ يَقُولُ: كُونِي تُرَابًا فَذَلِكَ حِينَ يَقُولُ الْكَافِرُ: يَا لَيْتَنِي كُنْتُ تُرَابًا (ك عن ابى هربرة)

Allah’u Teâlâ, mahşer gününde hayvanları, kuşları ve bütün yarattıklarını bir araya toplayacaktır. O gün Allah’ın adâleti, öyle bir dereceye ulaşacaktır ki, boynuzsuz hayvanların hakkını boynuzlu olanlardan alacak ve sonra, ″Hepiniz toprak olun″ buyuracak. Bu nedenle kâfir, ″Keşke toprak olsaydım!″[1] diyecektir.[2]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَتُؤَدُّنَّ الْحُقُوقَ إِلَى أَهْلِهَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ حَتَّى يُقَادَ لِلشَّاةِ الْجَلْحَاءِ مِنَ الشَّاةِ الْقَرْنَاءِ (م ت عن ابى هريرة)

″Mahşer gününde hakkı olanların haklarını, mutlaka sahiplerine vereceksiniz. Öyle ki, mahşer gününde boynuzsuz koyunun hakkı, (kendisini boynuzlayan) boynuzlu koyundan alınır.″[3]


[1] Sûre-i Nebe, Âyet 40.

[2] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3188.

[3] Sahih-i Müslim, Birr 15 (60 Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 1.


﴿ وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا صُمٌّ وَبُكْمٌ فِي الظُّلُمَاتِۜ مَنْ يَشَأِ اللّٰهُ يُضْلِلْهُۜ وَمَنْ يَشَأْ يَجْعَلْهُ عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ ﴿٣٩﴾

39. Âyetlerimizi yalanlayanlar, küfür karanlığında koşan sağır ve dilsizlerdir. Allah’u Teâlâ dilediğini dalâlette bırakır, dilediğini de doğru yola iletir.

İzah: Allah’u Teâlâ, kulun kalbindeki niyetine göre, onu dalâlette bırakır veya hidâyete erdirir. Kullarına aslâ haksızlık etmez. Bu hususta Sûre-i Enfal, Âyet 51 ve izahına bakınız.


﴿ قُلْ اَرَاَيْتَكُمْ اِنْ اَتٰيكُمْ عَذَابُ اللّٰهِ اَوْ اَتَتْكُمُ السَّاعَةُ اَغَيْرَ اللّٰهِ تَدْعُونَۚ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿٤٠﴾ بَلْ اِيَّاهُ تَدْعُونَ فَيَكْشِفُ مَا تَدْعُونَ اِلَيْهِ اِنْ شَٓاءَ وَتَنْسَوْنَ مَا تُشْرِكُونَ۟ ﴿٤١﴾

40-41. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Eğer (putların, ilah oldukları iddiasında) doğru iseniz, size Allah’ın azâbı gelirse yahut kıyâmet koparsa, Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? Söyleyin!* Bilakis o vakit, sâdece O’na yalvarırsınız. O da dilerse, sizin kalkması için yalvardığınız belâyı üzerinizden kaldırır. Siz de o zaman Allah’a ortak koştuğunuz putları unutursunuz.″


﴿ وَلَقَدْ اَرْسَلْنَٓا اِلٰٓى اُمَمٍ مِنْ قَبْلِكَ فَاَخَذْنَاهُمْ بِالْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ لَعَلَّهُمْ يَتَضَرَّعُونَ ﴿٤٢﴾ فَلَوْلَٓا اِذْ جَٓاءَهُمْ بَأْسُنَا تَضَرَّعُوا وَلٰكِنْ قَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٤٣﴾

42-43. Yemin olsun ki, senden evvelki ümmetlere de Peygamberler gönderdik, Peygamberlerini yalanladılar. Biz de onlara birtakım şiddetler ve âfetler verdik ki, Allah’a tevbe edip yalvarsınlar!* Onlar, tarafımızdan bu şekilde belâlara uğratıldıklarında, Rablerine yalvarmalı değil miydiler? Lâkin kalpleri katılaştı, şeytan da amellerini kendilerine güzel gösterdi.

İzah: Önceki kavimlerden; Nûh, Hûd ve Sâlih Aleyhimüsselâm’ın kavimleri gibi birçok kavim, Allah’ın emrine karşı geldiklerinden, Allah’u Teâlâ ayıkmaları için onlara çeşitli belâlar gönderdi. Buna rağmen, hatâlarında ısrar ettiler ve Allah’a tevbe ederek yalvarıp yakarmadılar, kalpleri katılaştı, şeytan da amellerini onlara güzel gösterdi. Böylece helâk oldular. Ancak Yunus Aleyhisselâm’ın kavmi, belânın ilk alâmetlerini görür görmez, hatâlarını anlayıp, hemen tevbe ederek Allah’a yalvardılar. Allah’u Teâlâ da onlara vermiş olduğu belâyı kaldırdı ve onları affederek ömürlerini tekrar uzattı.

Bu husus Sûre-i Yûnus, Âyet 96-98’de şöyle geçmektedir:

″Şüphesiz ki, aleyhlerinde Rabbinin kelimesi (hükmü) hak olanlar, îman etmezler.* Onlar, elim azâbı görünceye kadar delillerin hepsini görseler de yine îman etmezler.* Helâk olan bir belde ahâlisi, onlara azap inmeden önce îman etselerdi de bu îmanları kendilerine fayda verseydi ya! Ancak Yunus’un kavmi, azap işâretlerini görür görmez îman ettiler. Biz de onlardan, dünyâ hayatında zelil olacakları azâbı kaldırdık ve onları bir müddete kadar faydalandırdık.″

Yunus Aleyhisselâm’ın kavminin kıssası genel olarak şöyledir:

Yunus Aleyhisselâm, kavmini îmana dâvet edince, onlar kendisine inanmayarak, ″Sen bizi kandırıyorsun″ dediler. Allah’u Teâlâ, Yunus Aleyhisselâm’a: ″Yâ Yunus! Sen, sana tâbi olanları al, içlerinden çık, ben onlara belâ vereceğim. Sen felan ayın, felan günü gel, şehrin sokaklarında gez de onların hâlini gör″ dedi.

Yunus Aleyhisselâm, kavmine her ne kadar söylediyse de bunlar inanmadılar. O da kendine tâbi olanları alıp, onların içinden ayrıldı. Yunus Aleyhisselâm, onların üzerine belânın geleceği günü haber vermişti. O gün gelince onların üzerine belâ olarak Allah’u Teâlâ gökyüzünden ateş yağmuru yağdırmaya başladı. O kavmin kralı, Yunus Aleyhisselâm’ın doğru söylediğini anladı ve adamlarına: ″Yunus’u bulun, ona îman edelim″ dedi. Fakat Allah’ın emri ile Yunus Aleyhisselâm ve kendisine îman edenler oradan ayrılmıştı. Adamları: ″Yunus gitmiş, yok″ dediler. Bunun üzerine Kral: ″Onun adamlarından birini bulun; ona îman edelim″ dedi. Adamlarının da tamamının Yunus Aleyhisselâm ile birlikte gitmiş olduğunu söylediler. Kral onları bulamayınca insan, hayvan ne varsa, bir araya toplayıp dişileri erkeklerinden, yavruları analarından ayırdı. Onlar hep birlikte bağırmaya başladılar. Kral: ″Yâ Rabbi! Ben bilsem, Sana Yunus’un ettiği gibi duâ edeceğim. Ama elimden ancak, bu insanları ve hayvanları Sana karşı bağırttırmak geliyor. Bunların bağırmalarını Yunus’un yaptığı duâ gibi kabul et″ dedi. Kral’ın bu duâsı, Allah’u Teâlâ’nın hoşuna gitti ve onların üzerlerinde ki belâyı kaldırdı. Daha sonra o kavim, Yunus Aleyhisselâm’a tâbi olarak îman etmişlerdir.

İşte Âyet-i Kerîme’de: ″Onlar, tarafımızdan bu şekilde belâlara uğratıldıklarında, Rablerine yalvarmalı değil miydiler?″ diye buyrularak, diğer kavimlerin de tıpkı Yunus Aleyhisselâm’ın kavminin yaptığı gibi, belânın alâmetlerini görür görmez tevbe edip yalvarmaları gerekmez miydi? diye beyan edilmiştir. Allah’ın rahmeti çok geniştir; kullar her ne kadar çok günah işleseler de, içinden gelerek ihlasla tevbe ettiklerinde Allah’u Teâlâ onları bağışlar.


﴿ فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِه۪ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ اَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍۜ حَتّٰٓى اِذَا فَرِحُوا بِمَٓا اُو۫تُٓوا اَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَاِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ ﴿٤٤﴾ فَقُطِعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ ظَلَمُواۜ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٤٥﴾

44-45. Kendilerine söylenilen öğüt ve tehditleri unuttukları vakit, Biz de onlara (istidrâcen dünyâ nîmetlerinden) her şeyin kapılarını açtık. Nihâyet kendilerine verilen şeyler ile mesrur oldukları vakit, onları ansızın yakaladık. Artık o anda, bütün ümitlerini yitirdiler.* İşte böyle o zulmeden topluluğun kökü kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun!

İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Ukbe b. Âmir Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

إِذَا رَأَيْتَ اللّٰهَ يُعْطِي الْعَبْدَ مِنَ الدُّنْيَا عَلَى مَعَاصِيهِ مَا يُحِبُّ فَإِنَّمَا هُوَ اسْتِدْرَاجٌ ثُمَّ تَلَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ {فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ أَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍ حَتَّى إِذَا فَرِحُوا بِمَا أُوتُوا أَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَإِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ} (حم عن عقبة بن عامر)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Eğer Allah’u Teâlâ’nın bir kula günahlarına karşılık hâlâ sevdiği şeyleri verdiğini görürsen, bil ki bu istidraçtır″ buyurdu ve Sûre-i En’âm, Âyet 44 ve 45’i okudu.[1]


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 16673; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6944.


﴿ قُلْ اَرَاَيْتُمْ اِنْ اَخَذَ اللّٰهُ سَمْعَكُمْ وَاَبْصَارَكُمْ وَخَتَمَ عَلٰى قُلُوبِكُمْ مَنْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللّٰهِ يَأْت۪يكُمْ بِهِۜ اُنْظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ ثُمَّ هُمْ يَصْدِفُونَ ﴿٤٦﴾

46. Ey Resûlüm! De ki: ″Allah’u Teâlâ, sizi sağır ve kör etse, kalplerinizi de mühürlese, bunları Allah’tan başka iâde edecek ilah var mı?″ Bak, âyetleri, nasıl türlü türlü açıklıyoruz. Böyle iken onlar, hakikati kabulden nasıl yüz çeviriyorlar?


﴿ قُلْ اَرَاَيْتَكُمْ اِنْ اَتٰيكُمْ عَذَابُ اللّٰهِ بَغْتَةً اَوْ جَهْرَةً هَلْ يُهْلَكُ اِلَّا الْقَوْمُ الظَّالِمُونَ ﴿٤٧﴾

47. Ey Resûlüm! De ki: ″Söyleyin bana, eğer Allah’ın azâbı size ansızın yahut açıkça gelirse, zâlim bir kavimden başkası mı helâk olur?″


﴿ وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَل۪ينَ اِلَّا مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَۚ فَمَنْ اٰمَنَ وَاَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ﴿٤٨﴾ وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا يَمَسُّهُمُ الْعَذَابُ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ ﴿٤٩﴾

48-49. Biz, Peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim îman eder ve hâlini ıslah ederse, artık onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.* Âyetlerimizi yalanlayanlar da, doğru yoldan çıkmaları sebebiyle uyarıldıkları azâba uğrayacaklardır.


﴿ قُلْ لَٓا اَقُولُ لَكُمْ عِنْد۪ي خَزَٓائِنُ اللّٰهِ وَلَٓا اَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَٓا اَقُولُ لَكُمْ اِنّ۪ي مَلَكٌۚ اِنْ اَتَّبِعُ اِلَّا مَا يُوحٰٓى اِلَيَّۜ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُۜ اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ۟ ﴿٥٠﴾

50. Ey Resûlüm! De ki: ″Ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum, ben size meleğim de demiyorum. Ancak bana nâzil olan vahye tâbi oluyorum.″ De ki: ″Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, kâfirlerin haddi aşan istekleri üzerine nâzil olmuştur. Peygamberler gaybı bilemezler, ancak Allah’u Teâlâ bildirdiği zaman bilirler. Nitekim Peygamberler, Allah’u Teâlâ’nın bildirmesiyle birçok gaybi olan şeyleri haber vermişlerdir. Meselâ: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’ın bildirmesiyle birçok gaybî olan haberleri bilmiş ve bizlere de haber vermiştir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kendisinden sonra meydana gelecek hâdiseleri, kıyâmet alâmetlerini, mahşeri, Cennet ve Cehennemi anlatan hadisleri buna açık örnektir.

Yine bu hususta İbn-i İshâk, şu hâdiseyi nakletmiştir:

Yolda Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bir devesi kayboldu. Münâfıklardan biri dedi ki:

أَلَيْسَ مُحَمّدٌ يَزْعُمُ أَنّهُ نَبِيّ وَيُخْبِرُكُمْ عَنْ خَبَرِ السّمَاءِ وَهُوَ لَا يَدْرِي أَيْنَ نَاقَتُهُ؟وَإِنّي وَاللّٰهِ مَا أَعْلَمُ إلّا مَا عَلّمَنِي اللّٰهُ وَقَدْ دَلّنِي اللّٰهُ عَلَيْهَا وَهِيَ فِي هَذَا الْوَادِي فِي شِعْبِ كَذَا وَكَذَا قَدْ حَبَسَتْهَا شَجَرَةٌ بِزِمَامِهَا فَانْطَلِقُوا حَتّى تَأْتُونِي بِهَا فَذَهَبُوا فَجَاءُوا بِهَا (ٍسيرة ابن هشام عن ابن اسحاق)

″Muhammed, Peygamberim diyor. Göklerden haber verdiğini söylüyor. Halbuki devesinin nerede olduğunu bilmiyor.″ Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bir kişi hakkımda şunları söylüyor″ diye münâfığın sözlerini Ashâbına anlattı. Sonra: ″Vallâhi! Ben bir şey bilmem, ancak Allah’ın bildirdiğini bilirim. Şimdi Allah bana bildirdi ki, deve falan vâdide ve falan yerdedir. Yuları bir ağacın dalına takılıp kalmış, gidin getirin″ buyurdu. Hakikaten, Ashâbdan birkaç kişi hemen oraya koştu ve deveyi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in söylediği halde bulup getirdi.[1]

Katâde Hazretleri: ″Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?″ âyetini açıklarken şöyle buyurmuştur: ″Kör, Allah’ın üzerindeki hakkından ve verdiği nîmetlere karşı kör olan kâfir demektir. Gören ise, ibret gözüyle bakan, Allah’ı tevhid edip Rabbini râzı edecek ameller yapan ve Allah’ın kendisine verdiklerinden faydalanan Mü’mindir.″[2]


[1] İbn-i Hişam, es-Sîret’ün-Nebeviyye, c. 4, s. 522-523; Mir’at-ı Kâinat, c. 1, s. 469.

[2] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 6, s. 70.


﴿ وَاَنْذِرْ بِهِ الَّذ۪ينَ يَخَافُونَ اَنْ يُحْشَرُٓوا اِلٰى رَبِّهِمْ لَيْسَ لَهُمْ مِنْ دُونِه۪ وَلِيٌّ وَلَا شَف۪يعٌ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ ﴿٥١﴾

51. Ey Resûlüm! Rablerinin huzurunda toplanmaktan korkanları Kur’ân ile uyar. Onlar için O’ndan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır. Umulur ki, Allah’a karşı gelmekten sakınırlar.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Onlar için O’ndan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır″ diye buyrulmaktadır. Burdaki hitâbın Mü’minlere mi yoksa kâfirlere mi olduğu hususunda müfessirler farklı görüşler beyan etmişlerdir. Buradaki hitâbın kâfirlere olduğunu söyleyenler bu âyete, Allah katında kâfirler için hiçbir dost ve şefaatçi yoktur, diye mânâ vermişlerdir. Zîrâ Allah’u Teâlâ Sûre-i Müddessir, Âyet 48’de: ″Artık o kâfirlere, şefaat edenlerin şefaatleri fayda vermez diye buyurmuştur. Sûre-i Mü’min, Âyet 18’de de: ″… Kâfirler için ne yakın bir dost, ne de itaat olunacak bir şefaatçi vardır″ diye buyurmuştur.

Buradaki hitâbın Müslümanlar olduğunu söyleyenler de bu âyete, ″O’ndan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır″ diye mânâ vermiş-lerdir. Bu mânâ, Müslümanlar için şefaatin olmadığı anlamına gelmez. Müslümanlar için şefaatin hak olduğuna dair çok sayıda Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif vardır. Şefaat ancak Allah’u Teâlâ’nın izniyle olduğundan dolayı, gerçekte Allah tarafından yapılmış olur. Şefaat hakkında Sûre-i Meryem, Âyet 87’de: ″O gün, Rahmân’ın katında Allah’tan izin alandan başka, hiçbir kimse şefaat etme hakkına sahip olmayacaktır″ diye buyrulmuştur. Yine Sûre-i Tâhâ, Âyet 109’da: O gün şefaat fayda vermez. Ancak Rahmân‘ın kendilerine izin verdiği ve sözünden râzı olduğu kimseler müstesnâ″ diye buyrulmuştur.


﴿ وَلَا تَطْرُدِ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِيِّ يُر۪يدُونَ وَجْهَهُۜ مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِمْ مِنْ شَيْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِمْ مِنْ شَيْءٍ فَتَطْرُدَهُمْ فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِم۪ينَ ﴿٥٢﴾

52. Ey Resûlüm! Rablerinin Cemâlini dileyerek, sabah akşam O’na duâ edenleri yanından kovma. Sen onların (Ashâbın uzaklaştırılmasını isteyen kâfirlerin) amellerinden mesul olmadığın gibi, onlar da senin amellerinden mesul değildir. Eğer onları uzaklaştırırsan, zâlimlerden olursun.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçen husus Sûre-i Kehf, Âyet 28’de de şöyle geçmektedir:

″Ey Resûlüm! Sen nefsine (Ashâbın ter kokularına ve sözlerine) sabret. Onlarla beraber ol ki onlar, sabah akşam Rablerine duâ ederler ve O’nun Cemâlini dilerler. Sakın dünyâ hayâtının ziynetini dileyerek gözlerini onlardan başkasına çevirme. Bizi zikretmekten kalbini gâfil bıraktığımız, hevâsına tâbi olan kimselere uyma. Onlar haddini aşmış kimselerdir.″

Bu âyetlerde geçen ″Duâ″ ifadesi kelime olarak; çağırmak, nidâ etmek anlamındadır. Âyette kastedilen mânâ da, Mü’minlerin Allah’u Teâlâ’yı zikretmeleridir. Bu hususta İbrâhim en-Nehâi ve Mansur Hazretlerinden nakledildiğine göre:

)وَلَا تَطْرُدِ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدَوةِ وَالْعَشِيِّ) قَالَ: هُمْ أَهْل الذِّكْر (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن منصور وعن ابراهيم(

Âyet-i Kerîme’de: ″Ey Resûlüm! Rablerinin Cemâlini dileyerek, sabah akşam O’na duâ edenleri yanından kovma″ diye geçen kişiler, zikir ehli olanlardır.″[1]

Âyet-i Kerîme’de: Ey Resûlüm! Rablerinin Cemâlini dileyerek, sabah akşam O’na duâ edenleri yanından kovma″ diye geçen ifadede ″Dileyerek″ diye tercüme ettiğimiz ″Yurîdûne″ kelimesi, burada fiil şeklinde kullanılmıştır. Bu kelimenin ism-i fâil şekli de ″Mürid″ diye ifade edilir. Mürid ise dileyen, arzulayan, istekli anlamına gelmektedir. Tasavvuf yolunda olan kişilerin ″Mürid″ diye isimlendirilmesi ise onların, Rablerinin Cemâlini ve rızâsını dileyerek, ihlasla Allah’u Teâlâ’ya ibâdet etmeleri sebebiyledir.

Sûre-i En’âm, Âyet 52-55 ve Sûre-i Kehf, Âyet 28’in nüzul sebebine dair Habbâb Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise anlatılmıştır:

قَالَ جَاءَ الْأَقْرَعُ بْنُ حَابِسٍ التَّمِيمِيُّ وَعُيَيْنَةُ بْنُ حِصْنٍ الْفَزَارِيُّ فَوَجَدَا رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَعَ صُهَيْبٍ وَبِلَالٍ وَعَمَّارٍ وَخَبَّابٍ قَاعِدًا فِي نَاسٍ مِنَ الضُّعَفَاءِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ فَلَمَّا رَأَوْهُمْ حَوْلَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَقَرُوهُمْ فَأَتَوْهُ فَخَلَوْا بِهِ وَقَالُوا إِنَّا نُرِيدُ أَنْ تَجْعَلَ لَنَا مِنْكَ مَجْلِسًا تَعْرِفُ لَنَا بِهِ الْعَرَبُ فَضْلَنَا فَإِنَّ وُفُودَ الْعَرَبِ تَأْتِيكَ فَنَسْتَحْيِي أَنْ تَرَانَا الْعَرَبُ مَعَ هَذِهِ الْأَعْبُدِ فَإِذَا نَحْنُ جِئْنَاكَ فَأَقِمْهُمْ عَنْكَ فَإِذَا نَحْنُ فَرَغْنَا فَاقْعُدْ مَعَهُمْ إِنْ شِئْتَ قَالَ نَعَمْ (ه عن خباب)

Akra’ b. Habis et-Temîmi ve Uyeyne b. Hısn el-Fezâri Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldiler ve onu; fakir Müslümanlardan bir grup içinde Bilal, Suheyb, Ammâr ve Habbâb ile birlikte oturur buldular. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in çevresinde onları görünce, bu fakir ve köle olan Müslümanları hakir görerek Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e:

- Bi­zim için bunlardan ayrı bir oturum yapmanı, bize ayrı bir meclis tahsis etmeni isteriz. Böylece Araplar bizim bunlardan üstün olduğumuzu anlasınlar. Biliyor­sun bize Arap kabilelerinden birtakım elçiler, heyetler gelir. Araplar’ın bizi, bu kölelerle birlikte görmelerinden utanırız. Dolayısıyla biz gelince onları yanın­dan uzaklaştır. Bizim seninle işimiz bittikten sonra yine istersen onlarla ayrıca otur, dediler. Peygamber Efendimiz de (belki Müslüman olurlar ümidiyle):

- Olur, diye buyurunca, onlar:

- Olur demen yetmez, bizim için bunu yazılı hâle getir. Bunu bize yaz, dediler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bunların söyledik-lerini kabul ettiğini yazmak üzere, Hz. Ali’yi çağırtıp üstüne yazılması için bir sayfa istedi. Biz, bir köşede oturuyorduk. O sırada Cebrâil Aleyhisselâm geldi ve ″Ey Resûlüm! Rablerinin Cemâlini dileyerek, sabah akşam O’na duâ edenleri yanından kovma…″ diye devam eden Sûre-i En’âm, Âyet 52’yi ve sonra bu âyetin devamında nâzil olan Sûre-i En’âm, Âyet 53-55’i indirdi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem elindeki sayfayı attı ve bizi yanına çağırdı. Yanına geldiğimizde:

″Size selâm olsun! Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı…″[2] diyordu. Ona yaklaştık. Hattâ o kadar yaklaştık ki, dizlerimizi onun dizleri üzerine koyduk. Bu âyetin inmesinden sonra biz eskiden olduğu gibi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında oturmaya devam ettik. O, yanımızdan kalkıp gitmek istediği zaman kalkar gider, yanımızdan ayrılırdı. Ne zaman ki:

″Ey Resûlüm! Sen nefsine (Ashâbın ter kokularına ve sözlerine) sabret. Onlarla beraber ol ki onlar, sabah akşam Rablerine duâ ederler ve O’nun Cemâlini dilerler. Sakın dünyâ hayâtının ziynetini dileyerek gözlerini onlardan başkasına çevirme. Bizi zikretmekten kalbini gâfil bıraktığımız, hevâsına tâbi olan kimselere uyma. Onlar haddini aşmış kimselerdir″ mealindeki Sûre-i Kehf, Âyet 28 inince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte otururken vakit geç olup onun kalkma zamanı gelince, biz onun yanından kalkıp ayrılırdık ki, kalkıp gidebilsin.[3]


[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 11, s. 385; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 6, s. 76.

[2] Sûre-i En’âm, Âyet 54.

[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 7.


﴿ وَكَذٰلِكَ فَتَنَّا بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لِيَقُولُٓوا اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ مَنَّ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنْ بَيْنِنَاۜ اَلَيْسَ اللّٰهُ بِاَعْلَمَ بِالشَّاكِر۪ينَ ﴿٥٣﴾

53. Böylece insanların bâzısını bâzısıyla imtihan ettik ki, (O kâfirler, Ashab hakkında): ″Allah, aramızdan bunlara mı lütufta bulundu?″ desinler. Allah’u Teâlâ, şükredenleri daha iyi bilen değil mi?


﴿ وَاِذَا جَٓاءَكَ الَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِنَا فَقُلْ سَلَامٌ عَلَيْكُمْ كَتَبَ رَبُّكُمْ عَلٰى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَۙ اَنَّهُ مَنْ عَمِلَ مِنْكُمْ سُٓوءًا بِجَهَالَةٍ ثُمَّ تَابَ مِنْ بَعْدِه۪ وَاَصْلَحَ فَاَنَّهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٥٤﴾ وَكَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ وَلِتَسْتَب۪ينَ سَب۪يلُ الْمُجْرِم۪ينَ۟ ﴿٥٥﴾

54-55. Âyetlerimize îman edenler sana geldikleri zaman, onlara de ki: ″Size selâm olsun! Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı ki, sizden her kim cehâletle bir fenâlık yapar da sonra tevbe edip nefsini ıslah ederse, şüphesiz Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.* Âyetleri işte böyle genişçe açıklıyoruz ki, mücrimlerin tuttukları yol açıkça ortaya çıksın.


﴿ قُلْ اِنّ۪ي نُه۪يتُ اَنْ اَعْبُدَ الَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ قُلْ لَٓا اَتَّبِعُ اَهْوَٓاءَكُمْۙ قَدْ ضَلَلْتُ اِذًا وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُهْتَد۪ينَ ﴿٥٦﴾

56. Ey Resûlüm! De ki: ″Ben, Allah’tan başka taptığınız şeylere ibâdet etmekten nehyolundum.″ De ki: ″Ben sizin hevânıza aslâ uymam. Eğer sizin hevânıza uyarsam, dalâlet yolunu seçmiş ve ben hidâyetten çıkmış olurum.″


﴿ قُلْ اِنّ۪ي عَلٰى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبّ۪ي وَكَذَّبْتُمْ بِه۪ۜ مَا عِنْد۪ي مَا تَسْتَعْجِلُونَ بِه۪ۜ اِنِ الْحُكْمُ اِلَّا لِلّٰهِۜ يَقُصُّ الْحَقَّ وَهُوَ خَيْرُ الْفَاصِل۪ينَ ﴿٥٧﴾

57. Ey Resûlüm! De ki: ″Şüphesiz ben, Rabbimden apaçık bir delile (Kur’ân’a) dayanmaktayım. Siz ise onu yalanladınız. Acele olarak istediğiniz azap, benim elimde değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, hakkı beyan eder. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.

İzah: Allah’u Teâlâ, Sûre-i Ankebût, Âyet 53-55’te de kâfirlerin Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den, kendilerini korkuttuğu azâbı hemen ge­tirmesini istemelerini ve bu azâbın hemen gelmemesinin hikmet ve sebeplerini şöyle beyan etmektedir: Ey Habîbim! Senden azâbın hemen gelmesini isterler. Her şey için bir zaman belirlenmiş olmasaydı, onların azâbı da istedikleri gibi hemen gelirdi. Yemin olsun ki, onlar için belirlenmiş olan azap, farkında değillerken kendilerine ansızın gelir.* Senden azâbın hemen gelmesini isterler. Halbuki Cehennem, o kâfirleri elbette kuşatmış bulunmaktadır.* Azap, onları üstlerinden ve ayaklarının altından sardığı gün, Allah’u Teâlâ onlara: ″Yaptıklarınızın cezâsını tadın″ der.


﴿ قُلْ لَوْ اَنَّ عِنْد۪ي مَا تَسْتَعْجِلُونَ بِه۪ لَقُضِيَ الْاَمْرُ بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْۜ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالظَّالِم۪ينَ ﴿٥٨﴾

58. Ey Resûlüm! De ki: ″Meydana gelmesinde acele ettiğiniz azâbı, acele getirmeye muktedir olsaydım, o iş aramızda olur biterdi. Allah’u Teâlâ, zâlimleri daha iyi bilir.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre; Nadr İbn-i Haris ve Kureyşin ileri gelenleri: ″Yâ Muhammed! Sık sık bizi Allah’ın azâbı ile korkutuyorsun. Haydi, azaptan neye gücün yetiyorsa getir, demişlerdi.″ İşte bunun üzerine bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuştur.


﴿ وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ ﴿٥٩﴾

59. Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Onları, Allah’tan başka kimse bilmez. O, karada ve denizdekilerin hepsini bilir. Bir yaprak düşmez ve yerin altına bir tohum girmez ki, Allah’u Teâlâ onu bilmesin. Yaş ve kuru her ne varsa, hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) kayıtlıdır.

İzah: Gaybın anahtarları hakkında Sâlim İbn-i Abdullah Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

مَفَاتِحُ الْغَيْبِ خَمْسٌ {إِنَّ اللّٰهَ عِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَيُنْزِلُ الْغَيْثَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْأَرْحَامِ وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ مَاذَا تَكْسِبُ غَدًا وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ بِأَيِّ أَرْضٍ تَمُوتُ إِنَّ اللّٰهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ} (خ عن سالم بن عبد اللّٰه)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Gaybın anahtarları beştir″ diye buyurmuş ve Sûre-i Lokmân, Âyet 34’ü okumuştur: ″Kıyâmetin ne zaman kopacağına dair bilgi, ancak Allah katındadır. Yağmuru O indirir ve rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i En’âm 1; Tefsir-i Lokmân 3.


﴿ وَهُوَ الَّذ۪ي يَتَوَفّٰيكُمْ بِالَّيْلِ وَيَعْلَمُ مَا جَرَحْتُمْ بِالنَّهَارِ ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ ف۪يهِ لِيُقْضٰٓى اَجَلٌ مُسَمًّىۚ ثُمَّ اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ثُمَّ يُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ۟ ﴿٦٠﴾

60. O, geceleyin sizi uyutan, gündüzün ne kazandığınızı bilen ve belirlenmiş eceliniz tamamlanıncaya kadar gündüzün sizi uyandırandır. Sonra dönüşünüz O’nadır. Sonra O, yaptıklarını­zı size haber verecektir.


﴿ وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِه۪ وَيُرْسِلُ عَلَيْكُمْ حَفَظَةًۜ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَ اَحَدَكُمُ الْمَوْتُ تَوَفَّتْهُ رُسُلُنَا وَهُمْ لَا يُفَرِّطُونَ ﴿٦١﴾ ثُمَّ رُدُّٓوا اِلَى اللّٰهِ مَوْلٰيهُمُ الْحَقِّۜ اَلَا لَهُ الْحُكْمُ وَهُوَ اَسْرَعُ الْحَاسِب۪ينَ ﴿٦٢﴾

61-62. Ve O, kullarının üzerinde tek tasarruf sahibidir. Sizin amellerinizi kaydeden melekler gönderir. Hattâ sizden birinin eceli geldiğinde, ruhları almakla görevli olan ve vazifelerini yerine getirmede kusur etmeyen melekler onun ruhunu alır.* Sonra onlar, hak mevlâları olan Allah’a döndürülürler. İyi bilin ki, hüküm yalnız O’nundur. Ve O, hesaba çekenlerin en hızlı olanıdır.

İzah: Kulların hayır ve şer, yaptıkları amelleri kaydeden meleklerin olduğu birçok Âyet-i Kerîme’de geçmektedir. Bunlara kirâmen kâtibîn melekleri de denir.

Bu husus Sûre-i İnfitâr, Âyet 10-12’de de şöyle geçmektedir:

Halbuki yaptığınız işleri yazmakla görevli;* kirâmen kâtibîn (değerli ve güvenilir kâtip melekler) vardır.* Onlar, sizin yaptıklarınızı bilir ve kaydederler.

Enes Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كُنَّا عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَضَحِكَ فَقَالَ هَلْ تَدْرُونَ مِمَّ أَضْحَكُ قَالَ قُلْنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ مِنْ مُخَاطَبَةِ الْعَبْدِ رَبَّهُ يَقُولُ يَا رَبِّ أَلَمْ تُجِرْنِي مِنَ الظُّلْمِ قَالَ يَقُولُ بَلَى قَالَ فَيَقُولُ فَإِنِّي لَا أُجِيزُ عَلَى نَفْسِي إِلَّا شَاهِدًا مِنِّي قَالَ فَيَقُولُ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ شَهِيدًا وَبِالْكِرَامِ الْكَاتِبِينَ شُهُودًا قَالَ فَيُخْتَمُ عَلَى فِيهِ فَيُقَالُ لِأَرْكَانِهِ انْطِقِي قَالَ فَتَنْطِقُ بِأَعْمَالِهِ قَالَ ثُمَّ يُخَلَّى بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْكَلَامِ قَالَ فَيَقُولُ بُعْدًا لَكُنَّ وَسُحْقًا فَعَنْكُنَّ كُنْتُ أُنَاضِلُ (م عن انس)

Biz, bir gün Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında iken güldü de, ″Neye güldüğümü biliyor musunuz?″ buyurdu. ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dedik. Bunun üzerine: ″Kulun, Rabbine olan hitabından!″ buyurdu ve sözüne şöyle devam etti. Kul: ″Ey Rabbim! Sen beni zulümden korumadın mı?″ der. Allah’û Teâlâ da: ″Evet, korudum″ buyurur. Kul da: ″Fakat ben bugün kendime, kendimden başka bir kimsenin şâhit olmasını aslâ istemiyorum″ der. Allah’u Teâlâ: ″Bugün sana tek şâhit olarak nefsin, çok şâhit olarak da kirâmen kâtibîn melekleri kâfidir″ buyurur. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem devamla buyurdu ki: ″Ağzına mühür vurulur ve diğer organlarına, ″Konuş″ denilir. Onlar kişinin amelini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılır. Adam organlarına: ″Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben sizin için mücâdele etmiştim″ der.[1]

Ruhları almakla görevli olan melek, Azrâil Aleyhisselâm’dır. Âyette melekler diye çoğul kullanılmasının sebebi, Azrâil Aleyhisselâm’ın bu işi yaparken kendisinin emri altında görevli olan başka meleklerin de olmasından dolayıdır. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur: ″Ölüm meleğinin, diğer meleklerden çeşitli yardımcıları vardır.″

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الْمَيِّتَ تَحْضُرُهُ الْمَلَائِكَةُ فَإِذَا كَانَ الرَّجُلُ الصَّالِحُ قَالُوا اخْرُجِي أَيَّتُهَا النَّفْسُ الطَّيِّبَةُ كَانَتْ فِي الْجَسَدِ الطَّيِّبِ اخْرُجِي حَمِيدَةً وَأَبْشِرِي بِرَوْحٍ وَرَيْحَانٍ وَرَبٍّ غَيْرِ غَضْبَانَ قَالَ فَلَا يَزَالُ يُقَالُ ذَلِكَ حَتَّى تَخْرُجَ ثُمَّ يُعْرَجَ بِهَا إِلَى السَّمَاءِ فَيُسْتَفْتَحُ لَهَا فَيُقَالُ مَنْ هَذَا فَيُقَالُ فُلَانٌ فَيَقُولُونَ مَرْحَبًا بِالنَّفْسِ الطَّيِّبَةِ كَانَتْ فِي الْجَسَدِ الطَّيِّبِ ادْخُلِي حَمِيدَةً وَأَبْشِرِي بِرَوْحٍ وَرَيْحَانٍ وَرَبٍّ غَيْرِ غَضْبَانَ قَالَ فَلَا يَزَالُ يُقَالُ لَهَا حَتَّى يُنْتَهَى بِهَا إِلَى السَّمَاءِ الَّتِي فِيهَا اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ وَإِذَا كَانَ الرَّجُلُ السَّوْءُ قَالُوا اخْرُجِي أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْخَبِيثَةُ كَانَتْ فِي الْجَسَدِ الْخَبِيثِ اخْرُجِي ذَمِيمَةً وَأَبْشِرِي بِحَمِيمٍ وَغَسَّاقٍ وَآخَرَ مِنْ شَكْلِهِ أَزْوَاجٍ فَلَا يَزَالُ حَتَّى تَخْرُجَ ثُمَّ يُعْرَجَ بِهَا إِلَى السَّمَاءِ فَيُسْتَفْتَحُ لَهَا فَيُقَالُ مَنْ هَذَا فَيُقَالُ فُلَانٌ فَيُقَالُ لَا مَرْحَبًا بِالنَّفْسِ الْخَبِيثَةِ كَانَتْ فِي الْجَسَدِ الْخَبِيثِ ارْجِعِي ذَمِيمَةً فَإِنَّهُ لَا يُفْتَحُ لَكِ أَبْوَابُ السَّمَاءِ فَتُرْسَلُ مِنَ السَّمَاءِ ثُمَّ تَصِيرُ إِلَى الْقَبْرِ فَيُجْلَسُ الرَّجُلُ الصَّالِحُ فَيُقَالُ لَهُ مِثْلُ مَا قِيلَ لَهُ فِي الْحَدِيثِ الْأَوَّلِ وَيُجْلَسُ الرَّجُلُ السَّوْءُ فَيُقَالُ لَهُ مِثْلُ مَا قِيلَ فِي الْحَدِيثِ الْأَوَّلِ (حم عن ابى هريرة)

″Melekler, ölünün yanında hazır bulunurlar. Eğer o sâlih bir kişi ise, şöyle derler: ″Merhaba, Ey temiz cesette bulunan temiz ruh! Övülmüş ve müjdelenmiş olarak, rahat ve huzur ile cesetten çık. Öfkeli olmayan Rabbin Teâlâ’nın müjdesi sanadır.″ Bu melekler, o ruh cesetten çıkıncaya kadar bu sözleri söylemeye devam ederler. Sonra o ruh, göğe yükseltilir ve onun için gök kapılarının açılması istenir. ″Bu kimdir?″ diye sorulduğunda, ″Falancadır″ denilir. Ona: ″Merhaba, Ey temiz cesette bulunan temiz ruh! Övülmüş ve müjdelenmiş olarak, rahat ve huzur ile gir, öfkeli olmayan Rabbinin müjdesi sanadır″ denilir. O kişi, Allah’u Teâlâ’nın bulunduğu göğe erişinceye kadar, melekler bunları söylemeye devam ederler. Şâyet o kötü bir kimse ise, şöyle derler: ″Sana merhaba yok, Ey pis cesette bulunan pis ruh! Kötülenmiş olarak cesetten çık. Kavurucu ateş ve irinle, buna benzer başka azaplarla seni müjdeleriz″ Bu melekler, o ruh cesetten çıkıncaya kadar bu sözleri söylemeye devam ederler. Sonra o ruh, göğe yükseltilir ve onun için gök kapılarının açılması istenir. ″Bu kimdir?″ diye sorulduğunda, ″Falancadır″ diye cevap verilir. Bunun üzerine: ″Sana merhaba yok, Ey pis cesette bulunan pis ruh! Kötülenmiş olarak dön. Gök kapıları sana açılmayacaktır″ denilir ve gökten geri çevrilip gönderilir. Sonra bunlar (sâlih ve kötü olan kimse) kabre girdirilir. Sâlih kişi, kabrinde oturtulup ilk sözde (rûhu alındığında) söylenenlerin bir misli kendisine tekrar söylenir. Kötü kişi de, kabrinde oturtulur, ilk sözde (rûhu alındığında) söylenenlerin bir misli kendisine tekrar söylenir.″[2]


[1] Sahih-i Müslim, Zühd 1 (17).

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8414.


﴿ قُلْ مَنْ يُنَجّ۪يكُمْ مِنْ ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ تَدْعُونَهُ تَضَرُّعًا وَخُفْيَةًۚ لَئِنْ اَنْجٰينَا مِنْ هٰذِه۪ لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ ﴿٦٣﴾ قُلِ اللّٰهُ يُنَجّ۪يكُمْ مِنْهَا وَمِنْ كُلِّ كَرْبٍ ثُمَّ اَنْتُمْ تُشْرِكُونَ ﴿٦٤﴾

63-64. Ey Resûlüm! De ki: ″Karanın ve denizin zulumâtına (şiddet-lerine) uğrayıp da, açıktan veya gizlice Allah’a yalvardığınız ve ″Yâ Rabbi! Yemin olsun ki, eğer bizi bu zulumâttan kurtarırsan, mutlaka şükredenler olacağız!″ dediğiniz halde, sizi o zulumâttan kim kurtarır?″* De ki: ″Sizi o zulumâttan ve her türlü sıkıntıdan Allah’u Teâlâ kurtarır da, yine siz O’na ortak koşarsınız!″


﴿ قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلٰٓى اَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَابًا مِنْ فَوْقِكُمْ اَوْ مِنْ تَحْتِ اَرْجُلِكُمْ اَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعًا وَيُذ۪يقَ بَعْضَكُمْ بَأْسَ بَعْضٍۜ اُنْظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَفْقَهُونَ ﴿٦٥﴾

65. Ey Habîbim! De ki: ″O, size üstünüzden veya ayaklarınızın altından azap göndermeye veya sizi fırkalara ayırıp, bâzınızı diğerine musallat edip sizi birbirinize öldürtme azâbı gibi azapları size vermeye kâdirdir.″ Bak, anlasınlar diye âyetleri genişçe nasıl açıklıyoruz?

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Câbir Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

مَّا نَزَلَ عَلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ {قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلَى أَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَابًا مِنْ فَوْقِكُمْ} قَالَ أَعُوذُ بِوَجْهِكَ {أَوْ مِنْ تَحْتِ أَرْجُلِكُمْ} قَالَ أَعُوذُ بِوَجْهِكَ فَلَمَّا نَزَلَتْ {أَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعًا وَيُذِيقَ بَعْضَكُمْ بَأْسَ بَعْضٍ} قَالَ هَاتَانِ أَهْوَنُ أَوْ أَيْسَرُ (خ عن جابر بن عبد اللّٰه)

Sûre-i En’âm, Âyet 65, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e nâzil olurken, bu âyette geçen: ″Size üstünüzden azap göndermeye″ kısmı inince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’ım! Senin Cemâline sığınırım″ buyurdu. ″Size altınızdan azap göndermeye″ kısmı inince, yine: ″Allah’ım! Senin Cemâline sığınırım″ buyurdu. ″Sizi fırkalara ayırıp, bâzınızı diğerine musallat edip sizi birbirinize öldürtme azâbı gibi azapları size vermeye kâdirdir″ kısmı nâzil olunca da, buyurdu ki: ″Bu daha hafiftir.″[1]

Yine bu Âyet-i Kerîme’de hakkında Übeyy b. Kâ’b Radiyallâhu anhu’dan şöyle nakledilmiştir:

{هُوَ الْقَادِرُ عَلَى أَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَابًا مِنْ فَوْقِكُمْ} الْآيَةَ قَالَ هُنَّ أَرْبَعٌ وَكُلُّهُنَّ عَذَابٌ وَكُلُّهُنَّ وَاقِعٌ لَا مَحَالَةَ فَمَضَتْ اثْنَتَانِ بَعْدَ وَفَاةِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِخَمْسٍ وَعِشْرِينَ سَنَةً فَأُلْبِسُوا شِيَعًا وَذَاقَ بَعْضُهُمْ بَأْسَ بَعْضٍ وَثِنْتَانِ وَاقِعَتَانِ لَا مَحَالَةَ الْخَسْفُ وَالرَّجْمُ (حم عن ابى ابن كعب)

Ey Habîbim! De ki: ″O, size üstünüzden veya ayaklarınızın altından azap göndermeye ve sizi fırkalara ayırıp, bâzınızı diğerine musallat edip sizi birbirinize öldürtme azâbı gibi azapları size vermeye kâdirdir…″ diye devam eden Sûre-i En’âm, Âyet 65’te dört durum vardır. Hepsi de azap olup mutlaka meydana gelecektir. İkisi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in vefâtından yirmi beş yıl sonra meydana gelmiştir. Müslümanlar fırkalara ayrılmış ve birbirlerine sıkıntı çektirmişlerdir. Diğer ikisi de mutlaka meydana gelecek. Bu da, hasf (deprem ile yerle bir olma) ve semâdan recm (taşlanma veya havadan atılan bombalar) şeklinde olacaktır.[2]

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يَكُونُ فِي آخِرِ هَذِهِ الاُمَّةِ خَسْفٌ وَمَسْخٌ وَقَذْفٌ قَالَتْ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ انهلَكُ وَفِينَا الصالِحُونَ قَالَ نَعَمْ إِذَا ظَهَرَ الْخبثُ (ت عن عائشة)

″Bu ümmetin sonunda yere geçme, diğer hayvanların şekline döndürülme ve patlama hâdiseleri vardır.″ Hz. Âişe dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Aramızda sâlih insanlar olduğu halde yine helâk olur muyuz?″ dedim. Buyurdu ki: ″Evet, çirkin durumlar ortaya çıktığı vakit.″[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

إِنَّمَا أَخَافُ عَلَى أُمَّتِي الْأَئِمَّةَ الْمُضِلِّينَ قَالَ وَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ أُمَّتِي عَلَى الْحَقِّ ظَاهِرِينَ لَا يَضُرُّهُمْ مَنْ يَخْذُلُهُمْ حَتَّى يَأْتِيَ أَمْرُ اللّٰهِ (ت عن ثوبان) قَالَ أَبُو عِيسَى هَذَا حَدِيثٌ حَسَنٌ صَحِيحٌ سَمِعْت مُحَمَّدَ بْنَ إِسْمَعِيلَ يَقُولُ سَمِعْتُ عَلِيَّ بْنَ الْمَدِينِيِّ يَقُولُ وَذَكَرَ هَذَا الْحَدِيثَ عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ أُمَّتِي ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ فَقَالَ عَلِيٌّ هُمْ أَهْلُ الْحَدِيثِ

″Ümmetim üzerine en çok korktuğum, sapık ve saptırıcı imamların çıkmasıdır.″ Sevbân Radiyallâhu anhu, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu da söyledi: ″Ümmetimden bir taife Allah’ın emri gelinceye kadar bâtıla üstün gelerek hak üzere devam edeceklerdir. Onları yardımsız bırakanlar, onlara zarar veremeye-ceklerdir.″ İmam Tirmizî buyurdu ki: Bu hadis sahihtir. Muhammed b. İsmâil’den işittim şöyle diyordu: Ali b. el Medînî Radiyallâhu anhu’dan işittim, şöyle demişti: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in: ″Ümmetimden bir taife hak üzere olmaya devam edecektir″ diye geçen Hadis-i Şerif’i Hz. Ali’ye hatırlatılınca, şöyle buyurmuştur: ″Onlar, hadisle uğraşan ve ona göre yaşayan kimselerdir.″[4]

Burada, Hadis-i Şerif’lere önem vererek Sünnet-i Resûlullah üzere yaşamanın önemine dikkat çekilmektedir.


[1] Sahih-i Buhârî, i’tisam 12; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6948.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 20279; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6947.

[3] Sünen-i Tirmizî, Fiten 21; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 6235.

[4] Sünen-i Tirmizî, Fiten 51.


﴿ وَكَذَّبَ بِه۪ قَوْمُكَ وَهُوَ الْحَقُّۜ قُلْ لَسْتُ عَلَيْكُمْ بِوَك۪يلٍۜ ﴿٦٦﴾

66. Ey Resûlüm! Senin kavmin de hak ve doğru olan Kur’ân’ı yalanladı. Onlara de ki: ″Ben sizin üzerinize vekil değilim.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Ben sizin üzerinize vekil değilim″ ifadesinden maksat, Benim vazifem sâdece tebliğdir, uyarmaktır; ben de onu yaptım, demektir.


﴿ لِكُلِّ نَبَأٍ۬ مُسْتَقَرٌّۘ وَسَوْفَ تَعْلَمُونَ ﴿٦٧﴾

67. Her haberin, gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bileceksiniz.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Kur’ân’a ve onun verdiği haberlere inanmayan kâfirleri tehdit etmektedir.


﴿ وَاِذَا رَاَيْتَ الَّذ۪ينَ يَخُوضُونَ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ حَتّٰى يَخُوضُوا ف۪ي حَد۪يثٍ غَيْرِه۪ۜ وَاِمَّا يُنْسِيَنَّكَ الشَّيْطَانُ فَلَا تَقْعُدْ بَعْدَ الذِّكْرٰى مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ ﴿٦٨﴾

68. Âyetlerimizle alay edenleri görürsen, onlar başka bahse geçinceye kadar onlardan yüz çevir ve uzaklaş. Eğer şeytan sana unutturur da bir müddet onlarla beraber kalırsan, hatırladığın anda, o zâlimlerle birlikte oturmayıp hemen kalk.

İzah: Vahidî’nin naklettiğine göre; müşrikler, Mü’minlerle bir mecliste bulundukları zaman, Allah’ın Resûlüne ve Kur’ân’a hakâret ederler ve onlarla alay ederlerdi. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ Mü’minlere, müşrikler konuyu değiştirip başka bahse geçinceye kadar onlarla oturmamalarını emretti.

Şâyet bir Müslüman, şeytanın unutturması hâlinde, bu alay edenlerle birlikte bulunursa, hatırlar hatırlamaz hemen o zâlimlerden ayrılmalıdır. Bir Müslüman İslâm’a yapılan hakaretlere rağmen, o toplumu terk etmez ve susup dinlerse, o toplumdaki yapılan hakaretleri kabullenmiş olur.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ كَثَّرَ سَوَادَ قَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ وَمَنْ رَضِيَ عَمَلَ قَوْمٍ كَانَ شَرِيكٌ مِنْ عَمَلِهِ (ع الديلمى عن ابن مسعود(

″Her kim bir cemaatin kalabalığını artırırsa, o kimse onlardandır. Ve her kim bir kavmin yaptıklarından râzı ve memnun olursa, o işi yapanların ortağı olur.″[1]


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 441/4.


﴿ وَمَا عَلَى الَّذ۪ينَ يَتَّقُونَ مِنْ حِسَابِهِمْ مِنْ شَيْءٍ وَلٰكِنْ ذِكْرٰى لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ ﴿٦٩﴾

69. Takvâ sahiplerine, o alay edenlerin hesabından bir zarar gelmez. Lâkin onlar, nasihat etmelidirler. Umulur ki, o alay edenler de sakınırlar.

İzah: Takvâ sâhiplerine dü­şen, onlara hatırlatıp öğüt vermek ve onları kötülüklerinden vazgeçirmeye ça­lışmaktır. Eğer kabul etmeyecek olurlarsa, onların hesaplarını görmek Allah’a aittir. O takvâ sahiplerine de, onlarla oturup nasihat ettiğinden dolayı bir ziyan yoktur.


﴿ وَذَرِ الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا د۪ينَهُمْ لَعِبًا وَلَهْوًا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَذَكِّرْ بِه۪ٓ اَنْ تُبْسَلَ نَفْسٌ بِمَا كَسَبَتْۗ لَيْسَ لَهَا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِيٌّ وَلَا شَف۪يعٌۚ وَاِنْ تَعْدِلْ كُلَّ عَدْلٍ لَا يُؤْخَذْ مِنْهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اُبْسِلُوا بِمَا كَسَبُواۚ لَهُمْ شَرَابٌ مِنْ حَم۪يمٍ وَعَذَابٌ اَل۪يمٌ بِمَا كَانُوا يَكْفُرُونَ۟ ﴿٧٠﴾

70. Dinlerini oyun ve eğlence edinen ve kendilerini dünyâ hayatının aldattığı kimseleri bırak. Hiç kimsenin kazandığı (küfür ve mâsiyet) yüzünden helâke uğramaması için Kur’ân ile öğüt ver. Yoksa o gün onun için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır. Kurtuluşu için her türlü fidyeyi verse de, ondan kabul edilmez. İşte onlar, kazandıkları (küfür ve mâsiyetler) yüzünden azâbı hak etmişlerdir. Onlar için küfürlerinden dolayı kaynar bir içecek ve elim bir azap vardır.

İzah: Bu Ayet-i Kerîme, Peygamber Efendimize, dinlerini oyun ve eğlence edinen ve kendilerini dünyâ hayatına kaptıran kâfirlerden yüz çevirmesini, onla­rın bu hallerinden tedirgin olmamasını, zîrâ sonunda mutlak azâba uğrayacakla­rını bildirmektedir.

Kâfirler için mahşerde hiçbir dost ve şefaatçi yoktur. Şefaat sâdece Müslümanlaradır. Bu konu Sûre-i Bakara, Âyet 48, 255 ve Sûre-i En’âm, Âyet 51’de geniş olarak izah edilmiştir.


﴿ قُلْ اَنَدْعُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَنْفَعُنَا وَلَا يَضُرُّنَا وَنُرَدُّ عَلٰٓى اَعْقَابِنَا بَعْدَ اِذْ هَدٰينَا اللّٰهُ كَالَّذِي اسْتَهْوَتْهُ الشَّيَاط۪ينُ فِي الْاَرْضِ حَيْرَانَۖ لَهُٓ اَصْحَابٌ يَدْعُونَهُٓ اِلَى الْهُدَى ائْتِنَاۜ قُلْ اِنَّ هُدَى اللّٰهِ هُوَ الْهُدٰىۜ وَاُمِرْنَا لِنُسْلِمَ لِرَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ ﴿٧١﴾ وَاَنْ اَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاتَّقُوهُۜ وَهُوَ الَّذ۪ٓي اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ ﴿٧٢﴾ وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّۜ وَيَوْمَ يَقُولُ كُنْ فَيَكُونُۜ قَوْلُهُ الْحَقُّۜ وَلَهُ الْمُلْكُ يَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِۜ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِۜ وَهُوَ الْحَك۪يمُ الْخَب۪يرُ ﴿٧٣﴾

71-73. Ey Resûlüm! De ki: ″Allah’ı bırakıp da, bize ne bir fayda, ne de bir zarar vermeye gücü olmayan şeylere mi ibâdet edelim? Allah’u Teâlâ, bize hidâyet ettikten sonra gerisin geri şirke mi dönelim? Arkadaşları: ″Bize gel!″ diye doğru yola çağırdıkları halde, yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşıp, şeytanların azdırmasıyla doğru yolu bulamayan kimse gibi mi olalım?″ De ki: ″Şüphesiz ki hidâyet, ancak Allah’ın hidâyetidir. Biz, âlemlerin Rabbine boyun eğmek ile emrolunduk.″* Bir de ″Namaz kılın, Allah’tan korkun″ diye emrolunduk. O, huzurunda toplanacağınız Allah’tır.* O, gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yaratandır. O’nun ″Ol!″ diyeceği gün, her şey hemen oluverir. O’nun kelâmı haktır. Sûr’a üflendiği gün de mülkün hepsi sâdece O’nundur. Gizliyi ve açığı bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibidir ve her şeyden haberdardır.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Sûr″ hakkkında nakledilen bir Hadis-i Şerif‘te şöyle buyrulmuştur:

جَاءَ أَعْرَابِيٌّ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ مَا الصُّورُ قَالَ قَرْنٌ يُنْفَخُ فِيهِ (ت عن عمرو بن العاص)

Bir bedevî, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek, ″Sûr nedir?″ diye sorunca, buyurdu ki: İçine üflenen bir boynuzdur.″[1]

Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Ashâbından bir grubun arasında bulunduğu sırada şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰه لَمَّا فَرَغَ مِنْ خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ خَلَقَ الصُّورَ فَأَعْطَاهُ إسْرَافِيلَ فَهُوَ وَاضِعُهُ عَلَى فِيهِ شَاخِصٌ بِبَصَرِهِ يَنْتَظِرُ مَتَى يُؤْمَرُ قَالَ أَبُو هُرَيْرَةَ: قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّٰه وَمَا الصُّورُ؟ قَالَ: هُوَ قَرْنٌ قُلْتُ: وَكَيْفَ هُوَ؟ قَالَ: عَظِيمٌ قَالَ: وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ إِنَّ عِظَمَ دَارَةٍ فِيهِ لَعَرْضُ السَّمَاءِ وَالأَرْضِ يَنْفُخُ فِيهِ ثَلاثَ نَفَخَاتٍ فَالنَّفْخَةُ الأُولَى لِلْفَزَعِ وَالنَّفْخَةُ الثَّانِيَةُ نَفْخَةُ الصَّعْقِ وَالنَّفْخَةُ الثَّالِثَةُ نَفْخَةُ الْقِيَامِ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ. يَأْمُرُ اللّٰه إسْرَافِيلَ بالنَّفْخَةِ الأولى فَيَقُولُ: انْفُخْ نَفْخَةَ الفَزَعِ فَيَفْزَعُ أهْلُ السَّمَاوَاتِ وَأهْلُ الْأرْضِ إلَّا مَنْ شَاءَ اللّٰه وَيَأْمُرُهُ اللّٰه فَيُدِيمُهَا وَيُطَوِّلُهَا فَلا يَفْتُرُ وَهِيَ كَقَوْلُ اللّٰه: {وَمَا يَنْظُرُ هَؤُلاءِ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً مَا لَهَا مِنْ فَوَاقٍ} ... (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابى هريرة)

Allah’u Teâlâ, göklerin ve yerin yaratılmasını bitirince, Sûr’u yaratıp onu İsrâfil’e verdi. O, ″Sûr’a üfleme emri ne zaman verilecek″ diye beklemek üzere gözünü Arş’a dikerek o Sûr’u ağzına aldı. ″Yâ Resûlallah! Sûr nedir?″ diye sordum. ″Boynuzdur″ buyurdu. ″O nasıldır?″ diye sordum. ″Büyüktür″ buyurdu. Beni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, onun bir halkasının büyüklüğü göklerle yerin genişliği gibidir. Ona üç defa üflenecektir:

- Birinci üfleme, korku üflemesidir. İkincisi, yıkılma üflemesidir. Üçüncüsü ise, kalkıp âlemlerin Rabbinin huzuruna dikilme üflemesidir. Allah’u Teâlâ İsrâfil’e birinci üflemeyi emredip, ″Üfle″ diye buyuracak. O da, üfleyecek. Allah’ın diledikleri dışında bütün gökler ve yer halkı korkacak. Allah ona emredecek de uzatacak ve kesinti yapmayacak. Bu durum, Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Sâd, Âyet 15’te: ″Müşrikler de, bir an gecikmesi dâhi olmayan korkunç bir sesten (Sûr’un üflenmesinden) başka bir şeyi beklemiyorlar″ diye geçen buyruğu gibidir. Allah’u Teâlâ dağları yürütecek. Onlar bir bulut gibi geçecek ve serap olacaklar. Sonra yeryüzü halkını öyle bir sarsacak ki, dalgaların çarptığı denize atılmış bir gemi gibi olacak. Yeryüzündeki halkı ters çevirip rüzgârların salladığı, Arş’ta asılı bir kandil gibi yapacak. Bu durum, Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Nâziât, Âyet 6-9’daki: ″O gün (Sûr’un üflenmesiyle) yerin şiddetle sarsıldığı* ve o sarsıntının ardından bir başkasının geldiği gündür.* O gün, kalpler çok muzdariptir* ve onların gözleri de korkudan zillet içindedir″ buyruğunda haber verdiği durumdur. İnsanlar, onun üzerinde sarsılıp çalkalanacak. Süt veren kadınlar çocuklarını unutacak, hâmileler karınlarındakini bırakacak, çocuklar ihtiyarlayacak, şeytânlar korkudan uçar gibi kaçacaklar. Yeryüzünün kenarlarına varınca, melekler onlara gelip yüzlerine vuracaklar ve onlar da dönecek. İnsanlar arkalarına dönüp kaçacak. Allah’ın emrinden onları koruyacak hiçbir şey olmayacak. Birbirlerini çağıracaklar. İşte bu, Allah’u Teâlâ’nın çağrışma günü! Onlar bu halde iken, yeryüzü bir baştan diğer bir başa kadar yarılıp çatlayacak. Bir benzerini görmedikleri büyük bir durumu görecekler. Bundan dolayı en iyisini Allah’ın bildiği üzüntü ve korku onları kaplayacak. Sonra gökyüzüne bakacaklar ki o; erimiş bir maden gibi olmuş. Sonra gökyüzü yarılıp yıldızlar saçılacak, güneş ve ay batacak.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla buyurdu ki: ″Ölüler bundan hiçbir şey bilmeyecekler.″ Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu: ″Yâ Resûlallah! Sûre-i Neml, Âyet 87’deki: ″Sûr’a üflendiği gün, göklerde ve yerde bulunan kimselerin hepsi, şiddetli bir korkuya tutulur. Ancak Allah’u Teâlâ’nın diledikleri müstesnâ…″ buyruğunda istisnâ ettikleri kimlerdir?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″Bunlar şehitlerdir. Korku, dirilere ulaşacaktır. Şehitler, Allah katında diriler olup rızık-lanmaktadırlar. Allah’u Teâlâ, o günün korkusundan onları koruyup emîn kılacaktır. Kıyâmet, Allah’u Teâlâ’nın yarattıklarının kötüleri üzerine göndereceği bir azaptır.″ Allah’u Teâlâ bu hususta Sûre-i Hacc, Âyet 1-2’de şöyle buyurmaktadır:

″Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Şüphesiz ki kıyâmetin sarsıntısı korkunç bir olaydır.* Onu gördüğünüz vakit, dehşetinden her emzikli kadın emzirdiği çocuğunu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür. O gün, sarhoş olmadıkları halde, herkesi sarhoş görürsün. Çünkü Allah’ın azâbı çok şiddetlidir.″ Onlar, Allah’ın dilediği kadar bu azap içinde kalacaklardır. Bu süre uzun olacaktır. Sonra Allah’u Teâlâ İsrâfil’e yıkılma üflemesini emredecek. O da üfleyecek. Allah’ın diledikleri dışında gökler ve yer halkı yıkılacak. Bunlar bitince ölüm meleği, Cebbâr olan Allah’a gelecek ve ″Ey Rabbim! Senin dilediklerin dışında gökler ve yer ehli öldü″ diyecek. Allah’u Teâlâ, kimlerin kaldığını en iyi bildiği halde; kimler kaldı? diye soracak. Ölüm meleği:

- Ey Rabbim! Ölmeyecek diri olan Sen, Arş’ı taşıyanlar, Cebrâil ve Mikâil ve bir de ben kaldım, diyecek. Allah’u Teâlâ: ″Cebrâil ve Mikâil de ölsünler″ buyuracak. Allah’u Teâlâ, Arş’ı konuşturacak ve o diyecek ki:

- Ey Rabbim! Cebrâil ve Mikâil de ölüyor! Allah’u Teâlâ: ″Sus! Ben, Arş’ımın altında olan her şeye ölümü yazdım″ buyuracak ve o ikisi ölecekler. Sonra ölüm meleği, Cebbâr olan Allah’u Teâlâ’ya gelip:

- Ey Rabbim! Cebrâil ve Mikâil de öldü, diyecek. Allah’u Teâlâ, kimlerin kaldığını en iyi bilen olduğu halde, ″kim kaldı?″ diye soracak. Ölüm meleği: ″Aslâ ölmeyecek diri olan Sen, Arş’ını taşıyanlar ve bir de ben kaldım″ diyecek. Allah’u Teâlâ: ″Arş’ımı taşıyanlar ölsünler″ buyuracak ve onlar da ölecekler. Allah, Arş’a emredecek ve O, Sûr’u İsrâfil’den alacak (böylece İsrâfil de ölecek). Sonra ölüm meleği gelip:

- Ey Rabbim! Arş’ını taşıyanlar da öldü, diyecek. Allah’u Teâlâ, kimlerin kaldığını en iyi bilen olduğu halde, ″Kim kaldı?″ diye soracak. Ölüm meleği: ″Ey Rabbim! Aslâ ölmeyecek diri olan Sen ve bir de ben kaldım″ diyecek. Allah’u Teâlâ: ″Sen, yarattıklarımdan bir yaratıksın. Şu gördüğünü görmen için seni yaratmıştım, sen de öl″ buyuracak ve o da ölecek. Vâhid, Ahâd, Kahhâr olan, doğmamış ve doğurmamış olan Allah’tan başka, hiçbir şey kalmayınca ilk olduğu gibi Allah’u Teâlâ son da olacak. Gökleri ve yeri yazılan belgelerin dürüldüğü gibi dürecek sonra yayıp düzleyecek ve üç kere onları atacak ve: ″Ben Cebbâr’ım, Ben Cebbâr’ım, Ben Cebbâr’ım″ diye söyleyip üç kere: ″Bugün mülk kimindir?″ diye seslenecek. Ona hiç kimse cevap vermeyecek ve kendi kendine: ″Tek ve kahredici olan Allah’ım″ buyuracak. Allah’u Teâlâ Sûre-i İbrâhîm, Âyet 48’de: ″O gün yer başka yere, gökler de başka göklere çevrilir ve insanlar, bir ve her şeye hâkim olan Allah’ın huzuruna çıkarlar″ diye buyuruyor ki, Allah’u Teâlâ gökleri ve yeri yayacak. Ukâzî köselesi gibi onları uzatıp yayacak. Sen onlarda hiçbir eğrilik göremeyeceksin.

Sonra Allah’u Teâlâ, mahlûkata öyle bir seslenecek ki, onlar bu değiştirilmiş yeryüzünde bir öncekinde (dünyâdayken) oldukları gibi olacaklar. O’nun vâdisinde olanlar yine vâdisinde, yüksek yerinde olanlar yine yükseklerinde olacaklar (nerede ölmüşse oradan dirilecek). Sonra Allah’u Teâlâ, Arş’ın altından onların üzerine bir su gönderecek ve gökyüzüne yağmur yağdırmasını emredecek. Yeryüzüne kırk gün yağmur yağdıracak. Su onların üzerinde on iki kulaç olacak. Sonra Allah’u Teâlâ cesetlere, kamış veya bakla gibi bitmelerini emredecek de onlar bitecekler. Nihâyet cesetleri, daha önce olduğu gibi tam olarak teşekkül edecek. Allah’u Teâlâ: ″Arş’ımı taşıyanlar dirilsin″ buyuracak ve onlar dirilecekler. Allah’u Teâlâ, İsrâfil’e emredecek ve o, Sûr’u alıp ağzına koyacak. Sonra Allah’u Teâlâ: ″Cebrâil ve Mikâil dirilsin″ buyuracak ve onlar dirilecekler. Allah’u Teâlâ ruhları çağıracak. Onlar getirilecekler. Müslümanların ruhları nûr saçarken, kâfirlerin ruhları karanlık olacak. Allah’u Teâlâ hepsini alıp Sûr’un içine koyacak. Daha sonra İsrâfil’e dirilme üflemesini emredecek. O da, üfleyecek. Ruhlar arı gibi çıkacaklar. Gökle yer arasını doldurmuş olacaklar. Allah’u Teâlâ: ″İzzet ve Celâlim hakkı için, muhakkak her ruh cesedine dönecek″ buyuracak ve ruhlar yeryüzündeki cesetlerine girecekler. Önce genizlere girip, sokulan kişide zehirin yürümesi gibi cesedin içinde yürüyecek. Sonra yeryüzü sizi bırakacak. Yeryüzünün kendisini bırakacakların ilki ben olacağım. Rabbimize doğru çıkıp süratle varacaksınız. Kâfirler, o çağırana koşarak: ″Bu, zorlu bir gündür″ derler…[2]


[1] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 5.

[2] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 3, s. 283.


﴿ وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ لِاَب۪يهِ اٰزَرَ اَتَتَّخِذُ اَصْنَامًا اٰلِهَةًۚ اِنّ۪ٓي اَرٰيكَ وَقَوْمَكَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٧٤﴾

74. Ey Resûlüm! İbrâhim’in, babası Âzer’e: ″Sen putları ilah mı ediniyorsun? Şüphesiz ben görüyorum ki sen ve kavmin, apaçık bir dalâlet içindesiniz″ dediği vakti zikret.

İzah: İbrâhim (Âleyhisselâm), Babil halkındandı. Kavmi yıldızlara, gök cisimlerine ve putlara tapıyordu. Bu yıldıza tapanlara sâbiiler adı verilirdi.[1]

Âyet-i Kerîme’de geçen Âzer’in, İbrâhim Aleyhisselâm’ın gerçek babası olup olmadığı hususunda tefsir âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَبَا إِبْرَاهِيمَ لَمْ يَكُنِ اسْمُهُ آزَرَ وَإِنَّمَا كَانَ اسْمُهُ تَارَحَ (تفسير ابن ابى حاتم عن ابن عباس)

″İbrâhim Aleyhisselâm’ın babasının adı, Âzer değildir. Onun babasının ismi Târeh’tir.″[2]

Zeccâc da, neseb âlimleri arasında İbrâhim Aleyhisselâm’ın babası-nın isminin ″Târeh″ olduğu hususunda bir ihtilaf yoktur, demiştir.

Bâzı tefsir âlimleri, Târeh ile Âzer’in aynı kişi olduğunu ileri sürerek Âzer’in İbrâhim (Aleyhissselâm)’ın babası olduğunu söylemişlerdir. Vallâhu a’lem, bi’s-savâb (Doğruyu en iyi bilen Allah’tır).


[1] Sâbiiler hakkında geniş bilgi için Sûre-i Bakara, âyet, 62’nin izahına bakınız.

[2] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 7524.


﴿ وَكَذٰلِكَ نُر۪ٓي اِبْرٰه۪يمَ مَلَكُوتَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِن۪ينَ ﴿٧٥﴾

75. Böylece İbrâhim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, yakînen (kesin olarak) bilip inananlardan olsun.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ der ki: Bu Âyet-i Kerîme’de ″Melekût″ diye geçen ifadeden maksat, göklerin ve yerin nasıl yaratıldığını İbrâhim Aleyhisselâm’a gösterdik, anlamındadır.


﴿ فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ الَّيْلُ رَاٰ كَوْكَبًاۚ قَالَ هٰذَا رَبّ۪يۚ فَلَمَّٓا اَفَلَ قَالَ لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ ﴿٧٦﴾ فَلَمَّا رَاَ الْقَمَرَ بَازِغًا قَالَ هٰذَا رَبّ۪يۚ فَلَمَّٓا اَفَلَ قَالَ لَئِنْ لَمْ يَهْدِن۪ي رَبّ۪ي لَاَكُونَنَّ مِنَ الْقَوْمِ الضَّٓالّ۪ينَ ﴿٧٧﴾ فَلَمَّا رَاَ الشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هٰذَا رَبّ۪ي هٰذَٓا اَكْبَرُۚ فَلَمَّٓا اَفَلَتْ قَالَ يَا قَوْمِ اِنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ ﴿٧٨﴾ اِنّ۪ي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذ۪ي فَطَرَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ حَن۪يفًا وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۚ ﴿٧٩﴾

76-79. Gece olduğu vakit, İbrâhim bir yıldız gördü, ″Rabbim budur!″ dedi. Yıldız kaybolunca, ″Ben böyle kaybolan şeyleri sevmem!″ dedi.* Ayın doğduğunu görünce, ″Rabbim budur!″ dedi. O da batınca, ″Yemin olsun ki, eğer Rabbim bana hidâyet etmemiş olsaydı, elbette dalâlete düşen kavimden olacaktım!″ dedi.* Güneşin doğduğunu görünce, ″Rabbim budur, bu daha büyüktür!″ dedi. O da battığı vakit, dedi ki: ″Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.* Şüphesiz ben, hanif olarak (İslâm üzere) yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben, müşriklerden değilim.″

İzah: İbrâhim Aleyhisselâm’ın zamanında, o zamanın kralı ve kendisinin ilah olduğunu iddia eden Nemrud, bir gün kendi kendine: ″Her şeyin bir sonu var, benim sonum ne zaman?″ diye düşündü. Remilcilere, diğer bir deyimle kâhinlere, remil attırdı. O zamanda kâhinlik çok ileri idi. Geleceği istidrâcen bilirlerdi. Nemrud, bunlardan, kendisinin helâkine sebep olacak çocuğun dünyâya gelmesinin yakın olduğunu öğrendi.

Bunun üzerine doğan erkek çocuklarını öldürtmeye başladı. Âzer de, doğumu gizlenen çocukları bulup öldürmek için görevlendirilmişti. Doğan erkek çocukları şikâyet edene, ödül veriliyordu. İbrâhim Aleyhisselâm’a hâmile olan annesi, bundan dolayı kendini gizliyordu. Şehrin dışında doğum yapmak için münâsip bir yer arıyordu. Nihâyet doğum günü yaklaştı. Urfa‘daki mağarada, İbrâhim Aleyhisselâm’ı gizlice dünyâya getirdi. Orası, o zamanda yerleşim yerinden çok uzakta olup ıssız ve emin bir yerdi. Annesi çocuğu o mağarada bırakarak Allah’a emânet edip geri döndü. O mağaraya geyikler gelirdi ve İbrâhim Aleyhisselâm da onların sütünden emerdi. Annesi üç gün sonra geldi ki, İbrâhim Aleyhisselâm üç yaşındaki bir çocuk gibi olmuştu. İbrâhim Aleyhisselâm Allah’u Teâlâ’nın hikmetiyle o mağarada hergün bir yaş büyümüştü. İbrâhim Aleyhisselâm ilk defa mağaradan on üç, on beş gün sonra gece vakti dışarı çıkmıştı. Önce parlak bir yıldızı, sonra ayı daha sonra da güneşi gördü ve kendi kendine, ″Muhakkak beni bir yaratan var″ diyerek, Allah’ın verdiği aklı kullanıp önce, ″Beni yaratan bu yıldızdır″ dedi. Sonra ay doğdu. Bunu daha parlak gördü. ″İşte, benim Rabbim budur″ dedi. Ay batınca, güneş doğdu. ″İşte benim Rabbim budur″ dedi. Güneş de batınca, bunların hiçbirisi benim Rabbim değil, ″Beni yaratan bunları da yaratmıştır.″ Benim Rabbim, bu kâinattan daha büyük olmasa bunları yaratamaz, ben onu bu gözle göremem, diyerek Allah’u Teâlâ’nın gücünü kudretini idrak etti ve kendisini yaratanı buldu.


﴿ وَحَٓاجَّهُ قَوْمُهُۜ قَالَ اَتُحَٓاجُّٓونّ۪ي فِي اللّٰهِ وَقَدْ هَدٰينِۜ وَلَٓا اَخَافُ مَا تُشْرِكُونَ بِه۪ٓ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ رَبّ۪ي شَيْـًٔاۜ وَسِعَ رَبّ۪ي كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًاۜ اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ ﴿٨٠﴾ وَكَيْفَ اَخَافُ مَٓا اَشْرَكْتُمْ وَلَا تَخَافُونَ اَنَّكُمْ اَشْرَكْتُمْ بِاللّٰهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِه۪ عَلَيْكُمْ سُلْطَانًاۜ فَاَيُّ الْفَر۪يقَيْنِ اَحَقُّ بِالْاَمْنِۚ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَۢ ﴿٨١﴾

80-81. Kavmi, onunla mücadeleye kalkıştı. İbrâhim dedi ki: ″Bana hidâyet ettiği halde, Allah’ın birliği hususunda benimle mücâdele mi ediyorsunuz? Ben, Allah’a ortak koştuğunuz putlardan korkmam. Rabbim dilemedikçe, bana hiçbir fenâlık isâbet etmez. Rabbim, her şeyi ilmiyle kuşatmıştır. (Putların, hiçbir şeye kâdir olmadığını) düşünmez misiniz?* Siz, Allah’u Teâlâ’nın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri (putları), O’na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korka­rım? Artık korkudan emin olmaya iki taraftan hangisi daha haklıdır? Eğer biliyorsanız, söyleyin!″

İzah: İbrâhim Aleyhisselâm‘ın gençlik yıllarında, Âzer, put yapar ve bunları satmak için onu pazara gönderirdi. Fakat İbrâhim Aleyhisselâm pazarda: ″Kimseye bir fayda ve zararı dokunmayan bu putları benden kim satın alır?″ diye bağırırdı. Bu yüzden satış yapamazdı. Akşam olunca, putları nehre götürür, başlarını suya sokar ve ″Haydi su için″ diyerek kavmi ile alay eder ve onlara dalâletlerini bildirirdi. Bu hâdise şehre yayılınca kavmi kendisiyle mücâdele etmeye başladı.


﴿ اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُٓوا ا۪يمَانَهُمْ بِظُلْمٍ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمُ الْاَمْنُ وَهُمْ مُهْتَدُونَ۟ ﴿٨٢﴾

82. Îman edenler ve îmanlarını zulümle (şirkle) karıştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olacak olanlar onlardır. Hidâyete nâil olanlar da onlardır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

لَمَّا نَزَلَتْ {الَّذِينَ آمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُوا إِيمَانَهُمْ بِظُلْمٍ} شَقَّ ذَلِكَ عَلَى الْمُسْلِمِينَ فَقَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَيُّنَا لَا يَظْلِمُ نَفْسَهُ قَالَ لَيْسَ ذَلِكَ إِنَّمَا هُوَ الشِّرْكُ أَلَمْ تَسْمَعُوا مَا قَالَ لُقْمَانُ لِابْنِهِ وَهُوَ يَعِظُهُ {يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِ إِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ} (خ م عن عبد اللّٰه)

Îman edenler ve îmanlarını zulümle (şirkle) karıştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olacak olanlar onlardır. Hidâyete nâil olanlar da onlardır″[1] diye geçen âyet nâzil olduğunda, bu husus Müslümanlara ağır geldi. ″Yâ Resûlallah! Hangimiz zulüm yapmadık ki?″ dediler. Peygam-berimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Burada kastedilen siz değilsiniz. Burada geçen zulümden maksat, şirktir. Hz. Lokman’ın oğluna nasihat ederken, ″Oğulcuğum! Allah’a şirk koşma. Şüphesiz ki şirk, elbette büyük zulümdür″[2] dediğini duymadınız mı?″[3]

Yine bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Cerir b. Abdullah Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

خَرَجْنَا مَعَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَلَمَّا بَرَزْنَا مِنَ الْمَدِينَةِ إِذَا رَاكِبٌ يُوضِعُ نَحْوَنَا فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَأَنَّ هَذَا الرَّاكِبَ إِيَّاكُمْ يُرِيدُ قَالَ فَانْتَهَى الرَّجُلُ إِلَيْنَا فَسَلَّمَ فَرَدَدْنَا عَلَيْهِ فَقَالَ لَهُ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ أَيْنَ أَقْبَلْتَ قَالَ مِنْ أَهْلِي وَوَلَدِي وَعَشِيرَتِي قَالَ فَأَيْنَ تُرِيدُ قَالَ أُرِيدُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ فَقَدْ أَصَبْتَهُ قَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ عَلِّمْنِي مَا الْإِيمَانُ قَالَ تَشْهَدُ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ وَتُقِيمُ الصَّلَاةَ وَتُؤْتِي الزَّكَاةَ وَتَصُومُ رَمَضَانَ وَتَحُجُّ الْبَيْتَ قَالَ قَدْ أَقْرَرْتُ ... (حم عن جرير بن عبد اللّٰه)

Bir gün Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber çıkmıştık. Medîne’den uzaklaştığımızda bize doğru hızla gelen bir süvâri gördük. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bu binitli sanki bizi arıyor gibi″ buyurdu. Adam yanımıza geldi ve selâm verdi. Biz selâmını aldık. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona: ″Nereden geliyorsun?″ diye sordu. O Adam: ″Ailemden, çocuklarımdan ve aşiretimden″ diye cevap verdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Nereye gidiyorsun?″ diye sordu. Adam: ″Resûlullah’ı istiyorum″ deyince de, Resûlü Ekrem: ″İsabet ettin″ buyurdu. Adam: ″Yâ Resûlallah! Bana îman (İslâm) nedir? öğret″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’tan başka ilâh olmadığına Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet eder, namazı kılar, zekâtı verir, Ramazân orucunu tutar ve Kâbe’yi haccedersin″ buyurdu. Adam: ″Kabul ettim″ dedi. Sonra devesinin ayağı bir tarla faresi yuvasına girdi de devesi yıkılınca adam da yıkılıp tepesi üstü düşerek öldü. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Adamı bana getiriniz″ buyurdu. Ammâr b. Yâsir ve Huzeyfe b. Yemân, ona doğru koşup adamı oturttular ve ″Yâ Resûlallah! Adam ölmüş″ dediler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yüzünü ondan çevirip ikisine: ″Yüzümü adamdan çevirdiğimi görmediniz mi? Ben, iki melek gördüm, onun ağzına Cennet meyvelerinden koymaktaydılar. Bildim ki o, aç olarak ölmüş″ buyurdu. Daha sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Allah’u Teâlâ’nın Sûre-i Enâm, Âyet 82’de: ″Îman edenler ve îmanlarını zulümle (şirkle) karıştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olacak olanlar onlardır. Hidâyete nâil olanlar da onlardır″ diye buyurduğu kimselerdendir. Kardeşinizi alın″ buyurdu. Onu yüklenip suya götürdük. Yıkadık, kefenleyip tabuta koyarak kabre götürdük. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem gelip kabrin kenarına oturdu ve ″Lahid[4] yapın, düz bir yarık hâlinde çukur kazmayın. Lahid bizim için, düz yarık hâlinde çukur kazmak bizim dışımızdakiler içindir″ buyurdu.[5]


[1] Sûre-i En’âm, Âyet 82.

[2] Sûre-i Lokmân, Âyet 13.

[3] Sahih-i Buhârî, Îman 23, Enbiyâ 8; Sahih-i Müslim, Îman 56 (197).

[4] Lahid: Mezar kazıldıktan sonra, mezarın taban kısmından kıble tarafına, ölünün boydan boya sığacağı kadar bir girinti yapılmasıdır

[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 18382.


﴿ وَتِلْكَ حُجَّتُنَٓا اٰتَيْنَاهَٓا اِبْرٰه۪يمَ عَلٰى قَوْمِه۪ۜ نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَنْ نَشَٓاءُۜ اِنَّ رَبَّكَ حَك۪يمٌ عَل۪يمٌ ﴿٨٣﴾

83. İşte bu, İbrâhim’e, kavmine karşı verdiğimiz delilimizdir. Biz, dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir ve her şeyi bilendir.


﴿ وَوَهَبْنَا لَهُٓ اِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَۜ كُلًّا هَدَيْنَاۚ وَنُوحًا هَدَيْنَا مِنْ قَبْلُ وَمِنْ ذُرِّيَّتِه۪ دَاوُ۫دَ وَسُلَيْمٰنَ وَاَيُّوبَ وَيُوسُفَ وَمُوسٰى وَهٰرُونَۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَۙ ﴿٨٤﴾

84. Ve İbrâhim’e, İshâk’ı ve (İshâk’ın oğlu) Yâkub’u ihsan ettik ve hepsini de hidâyete erdirdik. Daha önce Nûh’u ve onun zürriyetinden Dâvud’u, Süleyman’ı, Eyyüb’u, Yusuf’u, Mûsâ’yı ve Hârun’u da hidâyete erdirmiştik. Muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız.

İzah: İshâk Aleyhisselâm, İbrâhim Aleyhisselâm’ın Hz. Sâra’dan olan oğludur ve İshâk Aleyhisselâm’dan da Yâkub Aleyhisselâm olmuştur. Allah’u Teâlâ bunları İbrâhim Aleyhisselâm’a müjdelemiş idi. Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Hûd, Âyet 69-73 ve izahlarına bakınız.


﴿ وَزَكَرِيَّا وَيَحْيٰى وَع۪يسٰى وَاِلْيَاسَۜ كُلٌّ مِنَ الصَّالِح۪ينَۙ ﴿٨٥﴾

85. Zekeriyya’yı, Yahyâ’yı, Îsâ’yı ve İlyâs’ı da hidâyete erdirdik. Bunların hepsi sâlihlerdendir.


﴿ وَاِسْمٰع۪يلَ وَالْيَسَعَ وَيُونُسَ وَلُوطًاۜ وَكُلًّا فَضَّلْنَا عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ ﴿٨٦﴾ وَمِنْ اٰبَٓائِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَاِخْوَانِهِمْۚ وَاجْتَبَيْنَاهُمْ وَهَدَيْنَاهُمْ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ ﴿٨٧﴾ ذٰلِكَ هُدَى اللّٰهِ يَهْد۪ي بِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ۜ وَلَوْ اَشْرَكُوا لَحَبِطَ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٨٨﴾

86-88. İsmâil’i, Elyasa’yı, Yunus’u ve Lût’u da hidâyete erdirdik. Hepsini (Peygamberlikle) âlemlere üstün kıldık.* Onların babalarından, oğullarından ve kardeşlerinden bâzısını da (Peygamberlikle) üstün kıldık ve doğru yola hidâyet ettik.* İşte bu, Allah’ın hidâyetidir, onunla kullarından dilediğine hidâyet eder. Eğer onlar Allah’a ortak koşmuş olsalardı, (iyi) amelleri boşa giderdi.


﴿ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَۚ فَاِنْ يَكْفُرْ بِهَا هٰٓؤُ۬لَٓاءِ فَقَدْ وَكَّلْنَا بِهَا قَوْمًا لَيْسُوا بِهَا بِكَافِر۪ينَ ﴿٨٩﴾ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدَى اللّٰهُ فَبِهُدٰيهُمُ اقْتَدِهْۜ قُلْ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًاۜ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٰى لِلْعَالَم۪ينَ۟ ﴿٩٠﴾

89-90. Onlar, kendilerine kitap ve hikmet ve Peygamberlik verdiği-miz zâtlardır. Eğer onlar (Kureyş kâfirleri), kendilerine verdiklerimizi inkâr ederlerse, Biz onları inkâr etmeyecek bir kavmi (Muhâcir ile Ensârı) onlara vekil ederiz.* O Peygamberler, Allah’u Teâlâ’nın hidâyet ettiği zâtlardır. Ey Habîbim! Sen de onların hidâyet yolunu tâkip et ve de ki: ″Kur’ân’ı tebliğimden dolayı sizden ücret istemiyorum. O Kur’ân, âlemler için ancak bir öğüttür.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen kitap ve hikmet ilmi hakkında geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 151 ve izahına bakınız.


﴿ وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِه۪ٓ اِذْ قَالُوا مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ عَلٰى بَشَرٍ مِنْ شَيْءٍۜ قُلْ مَنْ اَنْزَلَ الْكِتَابَ الَّذ۪ي جَٓاءَ بِه۪ مُوسٰى نُورًا وَهُدًى لِلنَّاسِ تَجْعَلُونَهُ قَرَاط۪يسَ تُبْدُونَهَا وَتُخْفُونَ كَث۪يرًاۚ وَعُلِّمْتُمْ مَا لَمْ تَعْلَمُٓوا اَنْتُمْ وَلَٓا اٰبَٓاؤُ۬كُمْۜ قُلِ اللّٰهُۙ ثُمَّ ذَرْهُمْ ف۪ي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ ﴿٩١﴾

91. Yahudiler, Allah’u Teâlâ’nın kadrini hakkıyla takdir etmediler. Zîrâ ″Allah, insana bir şey indirmedi!″ dediler. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Mûsâ’nın, insanlara bir nûr ve hidâyet olarak getirdiği, sizin de parça parça sahifelere yazıp işinize geleni açıkladığınız, fakat çoğunu da gizlediğiniz, sizin de babalarınızın da bilmediği şeylerin size öğretildiği o kitabı kim indirdi?″ Ey Habîbim! ″Allah’u Teâlâ indirdi″ de. Sonra bırak onları, batıl itikâdlarında oynaya dursunlar!

İzah: Said b. Cübeyr’e göre; bu Âyet-i Kerîme, Yahudi âlimi olan Mâlik b. Sayf hakkında nâzil olmuştur.

Yahudilerin hahambaşı olan Mâlik b. Sayf gelip Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile tartışmaya girişti. Peygamberimiz de ona:

- Tevrat’ı Mûsâ Aleyhisselâm’a indiren Allah hakkı için doğru söyle! Sen Tevrat’ta: ″Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, şişman olan âlime buğzeder, onu sevmez!″ diye geçen hükmünü görmedin mi? Mâlik, şişman bir din adamıydı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu sorusu üzerine kızdı ve dedi ki: ″Allah’a yemin olsun ki, Allah insana bir şey indirmedi!″ Yahudiler onun bu sözünü işitince, ona: ″Yazıklar olsun sana, Mûsâ Aleyhisselâm’a Tevrat indirilmedi mi? Niçin onu inkâr ettin?″ dediler. Mâlik: ″Muhammed’e hiddetimden öyle söyledim″ dedi. Yahudiler: ″Biz, öfkelendiği vakit kitabını inkâr eden adamı istemeyiz, sen yarın hiddetlenirsen Allah’ı da inkâr etmekten korkmazsın″ dediler ve kendisini başhahamlıktan azlederek, yerine Kâ’b b. Eşref’i tayin ettiler. İşte bu Âyet-i Kerîme, bu hâdise üzerine nâzil olmuştur.

Bu Âyet-i Kerîme’nin devamında, Yahudilerin işlerine gelen yerde Tevrat’tan bölümler okudukları, işlerine gelmeyen yerde de onu sakladıkları, tahrif ettikleri beyan edilmektedir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تَسْأَلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ عَنْ شَيْءٍ فَإِنِّي أَخَافُ أَنْ يُخْبِرُوكُمْ بِالصِّدْقِ فَتُكَذِّبُوهُمْ أَوْ يُخْبِرُوكُمْ بِالْكَذِبِ فَتُصَدِّقُوهُمْ عَلَيْكُمْ بِالْقُرْآنِ فَإِنَّهُ فِيهِ نَبَأُ مَا قَبْلَكُمْ وَخَبَرُ مَا بَعْدَكُمْ وَفَصْلُ مَا بَيْنَكُمْ (كر عن ابن مسعود(

″Ehl-i Kitab’a bir şey sormayın. Korkarım ki, size doğruyu söylerler de siz yalanlarsınız yahut yalan haber verirler de doğrularsınız. Siz Kur’ân’dan ayrılmayın. Zîrâ Kur’ân’da sizden evvel gelenlerin de sizden sonrakilerin de haberleri mevcuttur. Aranızdaki anlaşmazlıkları bertaraf edecek hükümler de mevcuttur.″[1]


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, 473/2.


﴿ وَهٰذَا كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ مُصَدِّقُ الَّذ۪ي بَيْنَ يَدَيْهِ وَلِتُنْذِرَ اُمَّ الْقُرٰى وَمَنْ حَوْلَهَاۜ وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ يُؤْمِنُونَ بِه۪ وَهُمْ عَلٰى صَلَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ ﴿٩٢﴾

92. Ey Resûlüm! Bu Kur’ân, kendinden önceki kitapları tasdik eden ve şehirlerin anası olan Mekke ahâlisini ve diğer insanları uyarman için indirdiğimiz mübârek bir kitaptır. Âhiret gününe îman edenler, Kur’ân’a da îman ederler ve namazlarını kılmada itinâlı olurlar.

İzah: Önceki Peygamberler sâdece kendi kavimlerine Peygamber olarak gönderilmiştir. Bu Âyet-i Kerîme’de ise, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bütün insanlığa Peygamber olarak gönderildiği vurgulanmıştır. Bu hususta Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

أُعْطِيتُ خَمْسًا لَمْ يُعْطَهُنَّ أَحَدٌ مِنَ الْأَنْبِيَاءِ قَبْلِي نُصِرْتُ بِالرُّعْبِ مَسِيرَةَ شَهْرٍ وَجُعِلَتْ لِي الْأَرْضُ مَسْجِدًا وَطَهُورًا وَأَيُّمَا رَجُلٍ مِنْ أُمَّتِي أَدْرَكَتْهُ الصَّلَاةُ فَلْيُصَلِّ وَأُحِلَّتْ لِي الْغَنَائِمُ وَكَانَ النَّبِيُّ يُبْعَثُ اِلَى قَوْمِهِ خَاصَّةً وَبُعِثْتُ إِلَى النَّاسِ كَافَّةً وَأُعْطِيتُ الشَّفَاعَةَ (خ م حم ه عن جابر)

″Bana, benden önce hiçbir Peygambere verilmeyen beş özellik verildi: Bir aylık mesafeden düşmanın kalbine korku salmakla ilâhi yardıma mazhar oldum. Yeryüzü benim için mescit (namaz kılma mahalli) ve temiz kılındı; ümmetimden kim bir namaz vaktine erişirse, hemen bulunduğu yerde namazını kılsın. Ganîmetler bana helâl kılındı. Benden önceki Peygamberler sâdece kendi kavmine Peygamber olarak gönderiliyordu, ben ise bütün insanlığa Peygamber olarak gönderildim. Bana şefaat yetkisi verildi.″[1] (Bir diğer Hadis-i Şerif’te: ″Mahşer günü ilk şefaat edecek ve şefaatı kabul edilecek olan benim″[2] diye buyrulmuştur.)

Âyet-i Kerîme’de, ″Şehirlerin anası″ diye tercüme ettiğimiz ifade, âyetin metninde ″Ümm’ül-Kurâ″ diye geçmektedir. Mekke şehrine bu ismin verilme sebebini Süddî Hazretleri şöyle açıklamıştır: ″Mekke’ye bu adın verilmesi, ilk mescidin (Kâbe’nin) oraya inşaa edilmesi sebebiyledir.″[3]


[1] Sahih-i Buhârî, Salat 56; Sahih-i Müslim, Mesâcid 1 (3).

[2] Sahih-i Müslim, Fedâil 2 (3 Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 12; Sünen-i Tirmizî, Menâkib 3.

[3] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül Mensûr, c. 6, s. 146.


﴿ وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اَوْ قَالَ اُو۫حِيَ اِلَيَّ وَلَمْ يُوحَ اِلَيْهِ شَيْءٌ وَمَنْ قَالَ سَاُنْزِلُ مِثْلَ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُۜ وَلَوْ تَرٰٓى اِذِ الظَّالِمُونَ ف۪ي غَمَرَاتِ الْمَوْتِ وَالْمَلٰٓئِكَةُ بَاسِطُٓوا اَيْد۪يهِمْۚ اَخْرِجُٓوا اَنْفُسَكُمْۜ اَلْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنْتُمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ غَيْرَ الْحَقِّ وَكُنْتُمْ عَنْ اٰيَاتِه۪ تَسْتَكْبِرُونَ ﴿٩٣﴾

93. Yalan yere Allah’a iftira edenden ve kendisine hiçbir vahiy nâzil olmadığı halde, ″Bana vahiy nâzil oldu!″ diyenden ve ″Allah’ın indirdiği âyetler gibi ben de indireceğim!″ iddiasında bulunandan daha zâlim kim vardır? Ey Habîbim! O zâlimleri, ölüm hâlinde can çekiştikleri ve (ruhları almakla görevli) melekler ruhlarını almak için ellerini uzatıp, onlara şiddetle, ″Ruhunuzu teslim edin. Bugün Allah’a iftira etmeniz ve Allah’ın âyetlerine karşı büyüklük taslamanız sebebiyle aşağılayıcı azap göreceksiniz″ dedikleri vakit, hallerini bir görsen!

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Müseylemet’ül-Kezzab’ın Necid’de ve Esved’ül-Ansî’nin Yemen’de Peygamberlik iddiasında bulunarak isyan etmeleri üzerine nâzil olmuştur.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

بَيْنَا أَنَا نَائِمٌ رَأَيْتُ أَنَّهُ وُضِعَ فِي يَدَيَّ سِوَارَانِ مِنْ ذَهَبٍ فَفُظِعْتُهُمَا وَكَرِهْتُهُمَا فَأُذِنَ لِي فَنَفَخْتُهُمَا فَطَارَا فَأَوَّلْتُهُمَا كَذَّابَيْنِ يَخْرُجَانِ فَقَالَ عُبَيْدُ اللّٰهِ أَحَدُهُمَا الْعَنْسِيُّ الَّذِي قَتَلَهُ فَيْرُوزٌ بِالْيَمَنِ وَالْآخَرُ مُسَيْلِمَةُ (خ عن ابن عباس)

″Ben uykuda iken iki elime altından iki bileziğin verildiğini gördüm. Bunlardan korktum ve hoş karşılamadım, bana izin verildi. Ben onlara üfledim. İkisi de uçup gittiler. Ben o iki bileziği, ortaya çıkacak iki yalancı olarak yorumladım. Râvilerden Ubeydullah Radiyallâhu anhu diyor ki: ″Bunlardan biri, Feyruz’un, Yemen’de öldürdüğü el-Ansî’dir. Diğeri ise (Hz. Vahşî’nin öldürdüğü) Müseyleme’dir.″[1]

Ayrıca İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre; ″Ey Habîbim! O zâlimleri, ölüm hâlinde can çekiştikleri ve (ruhları almakla görevli) melekler ruhlarını almak için ellerini uzatıp, onlara şiddetle, ″Ruhunuzu teslim edin″ âyetinde bahsedilen meleklerin, ellerini uzatması olayı ölüm anındadır. Uzatmak ise, vurmak anlamındadır. Melekler onların yüzlerine ve arkalarına vurarak canlarını alır, demektir.[2]


[1] Sahih-i Buhârî Tâbir 40.

[2] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 6, s. 154.


﴿ وَلَقَدْ جِئْتُمُونَا فُرَادٰى كَمَا خَلَقْنَاكُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَتَرَكْتُمْ مَا خَوَّلْنَاكُمْ وَرَٓاءَ ظُهُورِكُمْۚ وَمَا نَرٰى مَعَكُمْ شُفَعَٓاءَكُمُ الَّذ۪ينَ زَعَمْتُمْ اَنَّهُمْ ف۪يكُمْ شُرَكٰٓؤُ۬اۜ لَقَدْ تَقَطَّعَ بَيْنَكُمْ وَضَلَّ عَنْكُمْ مَا كُنْتُمْ تَزْعُمُونَ۟ ﴿٩٤﴾

94. Allah’u Teâlâ mahşer günü o müşriklere der ki: ″Yemin olsun ki, sizi evvelce nasıl teker teker yarattıysak, dünyâda size verdiğimiz nîmetleri arkanızda bırakıp öyle teker teker Bize geldiniz. Şimdi Allah’a ortak koştuğunuz şefaatçilerinizden (putlardan) hiçbirini yanınızda görmüyoruz. Onlarla sizin aranızdaki bağlar koptu ve şefaat eder zannettiğiniz o putlar, sizden kaybolup gitti.″

İzah: İkrime Hazretlerinden nakledildiğine göre, en-Nadr İbnu’l-Hâris: ″Lât ve Uzzâ elbette bana şefaat edecek­ler″ demiş ve onun bu sözü üzerine, bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuştur.

Yine bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يَقُولُ الْعَبْدُ مَالِي مَالِى إِنَّمَا لَهُ مِنْ مَالِهِ ثَلَاثٌ مَا أَكَلَ فَأَفْنَى أَوْ لَبِسَ فَأَبْلَى أَوْ أَعْطَى فَاقْتَنَى وَمَا سِوَى ذَلِكَ فَهُوَ ذَاهِبٌ وَتَارِكُهُ لِلنَّاسِ (م عن ابى هريرة)

İnsan, ″Malım malım″ der. Halbuki yiyip bitirdiğin, giyip eskittiğin ve tasaddukta bulunup âhirete gönderdiklerinden başka malın yoktur. Bundan gayrısı gidici ve insanları terk edicidir.″[1]

Sûre-i Tekâsür, Âyet 1-2’de de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur: ″Çoklukla övünmek, sizi oyaladı.* Tâ ki kabirlere vardınız.″


[1] Sahih-i Müslim, Zühd 1 (4 Sünen-i Nesâî, Vesâye 1.


﴿ اِنَّ اللّٰهَ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰىۜ يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَمُخْرِجُ الْمَيِّتِ مِنَ الْحَيِّۜ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ فَاَنّٰى تُؤْفَكُونَ ﴿٩٥﴾

95. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, tohum ve çekirdekleri yarar (onlardan ot ve ağaç bitirir). Ölüden diriyi çıkarır. Diriden ölüyü çıkaran da O’dur. Bunları yapan Allah’tır. O halde nasıl haktan yüz çeviriyorsunuz?


﴿ فَالِقُ الْاِصْبَاحِۚ وَجَعَلَ الَّيْلَ سَكَنًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ حُسْبَانًاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ ﴿٩٦﴾

96. O, sabahı (gecenin karanlığından) yarıp çıkarandır. Geceyi istirahat için, güneşi ve ayı da vakitleri tayin için birer hesap nişânesi kıldı. Bu, her şeye gâlip ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, ″Yarıp çıkaran″ diye tercüme ettiğimiz ″Fâligu″ kelimesi, ″Bir şeyi yarıp ayırmak″ anlamına gelmektedir. Bu da Kur’ân-ı Kerîm’in büyüklüğünü göstermektedir. Çünkü dünyânın bir tarafı gündüzken, diğer tarafı gece olmaktadır. İşte Allah’u Teâlâ yeryüzünü bu şekilde ikiye ayırmıştır. Bilim ve teknoloji bu bilgiye, ancak miladi 1600’lü yıllarda ulaşmış ve o zaman dünyânın yuvarlak olduğu, döndüğü ve yeryüzünün bir tarafı gündüzken, diğer tarafının gece olduğu ancak keşfedilebilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm ise, miladi 600’lü yıllarda bu bilgiyi, Sûre-i En’âm, Âyet 96’da: ″O, sabahı (gecenin karanlığından) yarıp çıkarandır…″ Yine Sûre-i A’râf, Âyet 54’te: ″… Allah’u Teâlâ, gündüzü gece ile örter ve süratle gece gündüzü, gündüz de geceyi tâkip eder…″ diye açık bir şekilde beyan etmiştir. İşte bu iki Âyet-i Kerîme, dünyânın döndüğünü haber vermektedir.

Kur’ân’da geçen bu bilgi, ancak bin yıl sonra bilimsel olarak ortaya çıkarılabilmiştir. Bu da Kur’ân-ı Kerîm’deki mûcizelerden birisidir.


﴿ وَهُوَ الَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ النُّجُومَ لِتَهْتَدُوا بِهَا ف۪ي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ قَدْ فَصَّلْنَا الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ ﴿٩٧﴾

97. Denizin ve karanın karanlıklarında yolunuzu bulmanız için yıldızları yaratan O’dur. Şüphesiz Biz, bilen bir topluluk için âyetleri genişçe açıkladık.


﴿ وَهُوَ الَّذ۪ٓي اَنْشَاَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ فَمُسْتَقَرٌّ وَمُسْتَوْدَعٌۜ قَدْ فَصَّلْنَا الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَفْقَهُونَ ﴿٩٨﴾

98. Sizi bir nefisten (Âdem Aleyhisselâm’dan) yaratan O’dur. Sizin için karar kılınan ve emanet olarak kalınan yerler vardır. Şüphesiz Biz, âyetleri, bunları anlayıp ibret alanlar için genişçe açıkladık.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’ye; sizi, Hz. Âdem’in sulbünden meydana getiren Allah’tır. Sizin, ana rahmi, yeryüzü, kabir ve âhiret gibi karar kılacağınız yerler olduğu gi­bi, atalarınızın sulbü ve geçici dünyâ gibi emânet olarak kalacağınız yerler de vardır. Şüphesiz ki Biz, âyetlerimizi ve delillerimizi, bunları anlayıp ibret alanlar için geniş bir şekilde açıkladık, diye mânâ verilmiştir.

Yine bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنِ اشْتَكَى ضِرْسَهُ فَلْيَضَعْ إِصْبَعَهُ عَلَيْهِ، وَلْيَقْرَأْ هَاتَيْنِ الْآيَتَيْنِ سَبْعَ مَرَّاتٍ {وَهُوَ الَّذِي أَنْشَأَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ فَمُسْتَقَرٌّ وَمُسْتَوْدَعٌ} إِلَى قَوْلِهِ {يَفْقَهُونَ} {هُوَ الَّذِي أَنْشَأَكُمْ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ} إِلَى {تَشْكُرُونَ} فَإِنَّهُ يَبْرَأُ بِإِذْنِ اللّٰهِ (الدارقطني في الأفراد عن ابن عباس(

Diş ağrısı çeken kişi, elini üzerine koysun ve yedişer defa; ″Sizi bir nefisten (Âdem Aleyhisselâm’dan) yaratan O’dur...″ diye devam eden Sûre-i En’âm, Âyet 98’i ve Ey Resûlüm! De ki: ″Sizi yaratan ve size kulaklar, gözler ve kalpler ihsan eden O’dur…″ diye devam eden Sûre-i Mülk, Âyet 23’ü okusun. Allah’ın izniyle ağrısı geçecektir.[1]


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 14, s. 558.


﴿ وَهُوَ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ نَبَاتَ كُلِّ شَيْءٍ فَاَخْرَجْنَا مِنْهُ خَضِرًا نُخْرِجُ مِنْهُ حَبًّا مُتَرَاكِبًاۚ وَمِنَ النَّخْلِ مِنْ طَلْعِهَا قِنْوَانٌ دَانِيَةٌ وَجَنَّاتٍ مِنْ اَعْنَابٍ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُشْتَبِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍۜ اُنْظُرُٓوا اِلٰى ثَمَرِه۪ٓ اِذَٓا اَثْمَرَ وَيَنْعِه۪ۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكُمْ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٩٩﴾

99. Semâdan su indiren de O’dur. Sonra o su ile, her sınıf bitkiyi bitirdik ve her bitkiden yeşillik meydana getirdik, yeşillikten ise birbiri üzerine binmiş taneler çıkarırız. Ve hurma ağacının tomurcuğundan, aşağıya sarkmış salkımlar çıkarırız. Ayrıca birbirine benzeyen ve benzemeyen (tatları ve kokuları ayrı ayrı olan) üzüm, zeytin ve nar ağaçlarından bahçeler meydana getiririz. Herbirinin meyve verdiği zaman, meyvesine ve onun olgunlaşmasına ibretle bakın. Şüphesiz bunlarda, îman edenler için elbette Allah’ın kudretine deliller vardır.

İzah: Dallar, yapraklar ve meyveler her biri yerli yerinde yakışmıştır. Her meyvenin kendine göre bir yapısı vardır. Toplaması kolay olsun diye böyle yaratılmıştır.

Yine Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere, Allah’u Teâlâ su ile, üzüm bahçeleri, yaprakları ve görünüşleri bakımından birbirine benzeyen, fakat meyve ve tat bakımından birbirine benzemeyen zeytin ve nar ağaçları çıkarmıştır. Böylece Allah’u Teâlâ her canlı için gerekli olan bitkileri su ile yerden çıkarmıştır.


﴿ وَجَعَلُوا لِلّٰهِ شُرَكَٓاءَ الْجِنَّ وَخَلَقَهُمْ وَخَرَقُوا لَهُ بَن۪ينَ وَبَنَاتٍ بِغَيْرِ عِلْمٍۜ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَصِفُونَ۟ ﴿١٠٠﴾ بَد۪يعُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ اَنّٰى يَكُونُ لَهُ وَلَدٌ وَلَمْ تَكُنْ لَهُ صَاحِبَةٌۜ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍۚ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ ﴿١٠١﴾

100-101. Böyle iken kâfirler, melekleri Allah’a ortak koştular. Halbuki onları Allah’u Teâlâ yaratmıştır. Onlar, hiçbir bilgiye dayanmadan, Allah’a oğullar ve kızlar isnat ettiler. Allah’u Teâlâ, onların isnat ettikleri vasıflardan uzaktır ve çok yücedir.* O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. O’nun bir zevcesi olmadığı halde, nasıl bir çocuğu olabilir. Halbuki her şeyi O yarattı ve O, her şeyi hakkıyla bilendir.

İzah: Âyet-i Kerîme’nin metninde ″el-Cinne″ diye geçen kelime, genel olarak görülmeyen varlıklar için kullanılan bir ifade olup, geçtiği yere göre melek, cin hattâ şeytan anlamına gelmektedir. Burada kastedilen melek olduğu için, el-Cinne ifadesi ″Melek″ olarak tercüme edilmiştir.[1]

Müşriklerin, meleklere Allah’ın kızları diyerek şirk koştuklarına dair Sûre-i Enbiyâ, Âyet 26-28’de şöyle geçmektedir:

″Ve bâzıları: ″Rahmân, çocuk edindi″ dediler. Hâşâ! O, bundan uzaktır. Bilakis onlar (melekler), ikram olunmuş kullardır.* Onlar, O’nun sözünün önüne geçmezler ve onlar, ancak O’nun em­riyle hareket ederler.* Allah’u Teâlâ, onların yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. Onlar, ancak Allah’ın râzı olduğu kimse için şefaat (yardım) ederler. Onlar, O’nun azamet ve heybetinden korkarlar.″


[1] Allah’u Teâlâ âyetlerde, bâzen cine, şeytan; bâzen de şeytana, cin diye hitap etmektedir. Bu hususta Sûre-i Hicr, Âyet 26-27 ve izahına bakınız. Yine Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 102’de: ″Şeyâtîn″ diye bir ifade kullanmakta ve cinleri kastetmektedir.


﴿ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ فَاعْبُدُوهُۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ وَك۪يلٌ ﴿١٠٢﴾

102. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. O’na ibâdet edin. O, her şey üzerine vekildir.


﴿ لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ ﴿١٠٣﴾

103. Gözler O’nu idrak edemez. Halbuki O, gözleri idrak eder. O, kullarına lütufta bulunandır ve her şeyden haberdardır.

İzah: Ehl-i Sünnet ulemâsı bu Âyet-i Kerîme, Ru’yetullah’ın (Allah’ı görmenin) mümkün olduğuna delil olduğunu beyan ederek, birçok âyet ve hadisler ile şöyle izah etmişlerdir:

Allah’u Teâlâ Sûre-i Necm, Âyet 10-11’de şöyle buyurmuştur:

″Böylece Allah’u Teâlâ, kuluna vahyettiğini vahyetti.* Gözüyle gördüğünü kalbi yalanlamadı.″

Allah’ı görmek hakkında İmam-ı Câfer-i Sâdık Rahmetullâhi aleyh: ″Böylece Allah’u Teâlâ, kuluna vahyettiğini vahyetti″ âyeti hakkında şöyle buyurmuştur:

″Bu âyette geçtiği üzere, olan oldu, giden gitti. Dost dostuyla muamelesini tamam etti. Aralarında olan sırları, perde-i hifâda (gizlilik perdesinde) kaldı. Ne vahyettiğini kimse bilmedi. Ancak Müslümanlar bildi ki, Allah’u Teâlâ O’na vahyetti.″[1]

Bu hususta İkrime Hazretlerinden nakledildiğine göre, İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ:

قَالَ رَأَى مُحَمَّدٌ رَبَّهُ قُلْتُ أَلَيْسَ اللّٰهُ يَقُولُ {لَا تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ} قَالَ وَيْحَكَ ذَاكَ إِذَا تَجَلَّى بِنُورِهِ الَّذِي هُوَ نُورُهُ وَقَالَ أُرِيَهُ مَرَّتَيْنِ (ت عن ابن عباس)

″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem, Rabbini gördü″ dedi. Allah’u Teâlâ: ″Gözler O’nu idrak edemez. Halbuki O, gözleri idrak eder″[2] diye buyurmuyor mu? dedim. Bunun üzerine buyurdu ki: ″Vay sana! O, kendi nûru olan nûru ile tecelli ettiği zamandır. Oysa Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem Rabbini iki kez gördü.″[3]

Kadı İyaz der ki:

Ru’yetullah aklen de câizdir. Mûsâ Aleyhisselâm: Sûre-i A’râf, Âyet 143’te geçtiği üzere, ″Yâ Rabbi! Bana zâtını da göster, Seni göreyim!″ dedi. Peygamberler imkânsız olan şeyi istemezler. Şer’i Şerif’te görmenin câiz olmadığına bir delil yoktur, diyerek ″Gözler O’nu idrak edemez″ âyetini delil tutanların hücceti yoktur. Zîrâ Âyet-i Kerîme‘de, değişik görüşler vardır, buyurdu. Ulemâdan rivâyettir ki:

- Allah’u Teâlâ görülür, ama idrak olunmaz. Zîrâ idrak ihatadan ve sonuna kadar bütününün kavranmasından ibârettir. Allah’u Teâlâ ise sondan ve sınırdan münezzeh ve mukaddestir, dediler. Görünmez diyenler, Mûsâ Aleyhisselâm’ın: ″Len Terânî″ yani ″Beni göremezsin″[4] âyetini delil olarak alırlar ise; bu âyet, daha iyi görülmesinin câiz olduğuna apaçık delildir, dediler. Zîrâ Peygamberler câiz olmayan ve olması imkânsız olan şeyi istemezler.

Sûre-i Necm, Âyet: 3-4’te Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

″O (Muhammed Aleyhisselâm), kendi hevâsından konuşmaz.* Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.

Mûsâ Aleyhisselâm’ın: ″Yâ Rabbi! Bana zâtını da göster, Seni göreyim″ dediği zaman, Allah’u Teâlâ’nın: ″Beni göremezsin″ diye buyurduğu, yalnız Mûsâ Aleyhisselâm’dır. ″Beni göremezler″ dememiştir. Hikmetini kendi bilir ki, ona öyle demiştir: Eğer görmek câiz olmasa idi, görüleceğine itikâd edenler kâfir olurdu. Mûsâ Aleyhisselâm’ı risâlet ve seçilmiş Peygamber ve envâ-i çeşit faziletler, burhanlar ve sözlerini Kelâm-ı Şerif ile nice mûcizeler ile kuvvetlendirip yardım eyleyip de, böyle olan kimse Hakk Teâlâ Hazretlerine câiz olmayanı nasıl câiz itikâd eyler? Mûsâ Aleyhisselâm, hemen o anda görmek istedi. O saatte göremeyeceğini, Hakk Teâlâ ona söyledi.

Kadı Beydâvî dahi tefsirinde demiştir ki:

″Bu âyette ru’yetin yani Allah’ı görmenin câiz olduğuna delil vardır. Zîrâ Enbiyâ’ya câiz olan, helâl şeyleri talep etmektir. Onun için: ″Len Terânî″ yani ″Beni göremezsin″ dedi. ″Len Erâ″ yani ″Ben görülmem″ demedi, demiştir.[5]

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

قَدْ رَأَى مُحَمَّدٌ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَبَّهُ (ك حب عن ابن عباس)

″Yemin ederim ki, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem Rabbini gördü.″[6]

İmam Abdurrezzak’ın naklettiğine göre:

كَانَ الْحَسَنُ يَحْلِفُ بِاللّٰهِ لَقَدْ رَأَى مُحَمَّدٌ رَبَّهُ (عن الحسن)

Hasan-ı Basrî Hazretleri, ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem Rabbini gördü″ diye yemin etmiştir.[7]

Yine İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:

اَتَعْجَبُونَ اَنْ تَكُونَ الْخَلَّةُ لِاِبْرَاهِيمَ وَالْكَلَامُ لِمُوسَى وَلِرُؤْيَةِ لِمُحَمُّدٍ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (طب ك عن ابن عباس)

″Halilliğin İbrâhim’e, kelâmın Mûsâ’ya ve görmenin Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e olduğuna siz hayret mi edersiniz!″[8]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mîraç gecesinde gördüklerini haber verince, Müslümanlardan birçok kimse inkâr edip mürtet oldu. Şimdi birçok âlimim diye geçinen, aklının almadığını inkâr eden kişiler hep böyledir.

Ehl-i Sünnet’in dışında olan Mûtezile fırkası, bu Âyet-i Kerîme’ye dayanarak, Allah’u Teâlâ’nın, dünyâda görülemediği gibi âhirette de hiç görülemeyeceğini söylemiştir. Onların bu sözü yanlıştır. Âyetin bâtıl bir yorumudur. Allah’u Teâlâ’nın görüleceği, sahih hadis kitaplarında mevcut olan sağlam Nass’lar ile bildirilmiştir.

Cerir İbn-i Abdullah Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:

كُنَّا عِنْدَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَنَظَرَ إِلَى الْقَمَرِ لَيْلَةً يَعْنِي الْبَدْرَ فَقَالَ إِنَّكُمْ سَتَرَوْنَ رَبَّكُمْ كَمَا تَرَوْنَ هَذَا الْقَمَرَ لَا تُضَامُّونَ فِي رُؤْيَتِهِ (خ م عن جرِير بن عبد اللّٰه(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındaydık. Mehtaplı bir gecede aya bir baktı ve ″Siz, Rabbinizi şu ayı perdesiz ve birbirinizi itip kakmadan gördüğünüz gibi açık olarak göreceksiniz.″[9]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَدْنَى أَهْلِ الْجَنَّةِ مَنْزِلَةً لَمَنْ يَنْظُرُ إِلَى جِنَانِهِ وَأَزْوَاجِهِ وَخَدَمِهِ وَسُرُرِهِ مَسِيرَةَ أَلْفِ سَنَةٍ وَأَكْرَمُهُمْ عَلَى اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ مَنْ يَنْظُرُ إِلَى وَجْهِهِ غُدْوَةً وَعَشِيَّةً ثُمَّ قَرَأَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ {وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ} (ت عن ابن عمر)

″Cennet ehlinin en aşağı mertebede olanı şu kişidir ki; bahçelerini, eşlerini, bol nîmetlerini, hizmetçilerini ve tahtlarını bin senelik mesâfeye kadar görecektir. Cennet ehlinin Allah katında en makbul olanı da şu kişidir ki, sabah akşam Allah’ın Cemâlini görecektir.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″O günde birtakım yüzler parıldar;* Rabblerine bakarlar″ mealindeki Sûre-i Kıyâmet, Âyet 22-23’ü okudu.[10]


[1] İmam Kastalâni, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 422.

[2] Sûre-i En’âm, Âyet 103.

[3] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 53.

[4] Sûre-i A’râf, Âyet 143.

[5] Bu husustaki fetvâlarla ilgili olarak bakınız: İmam Kastalâni, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 425-426; Kadı İyaz, Şifâ-i Şerif, s. 197.

[6] Sahih-i İbn-i Hibban, Hadis No: 57; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 204.

[7] İmam Kastalâni, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 426.

[8] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3069, 3706; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 11746.

[9] Sahih-i Buhârî, Mevâkit’üs-Salat 16; Sahih-i Müslim, Mesâcid 37 (211).

[10] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cennet 16.


﴿ قَدْ جَٓاءَكُمْ بَصَٓائِرُ مِنْ رَبِّكُمْۚ فَمَنْ اَبْصَرَ فَلِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ عَمِيَ فَعَلَيْهَاۜ وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِحَف۪يظٍ ﴿١٠٤﴾

104. Şüphesiz size Rabbinizden hakikati gösteren deliller gelmiştir. Artık kim görürse kendi lehinedir, kim de görmezse kendi aleyhinedir. Ey Resûlüm! De ki: ″Ben, sizin üzerinize bir koruyucu değilim (vazifem tebliğden ibârettir).″


﴿ وَكَذٰلِكَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ وَلِيَقُولُوا دَرَسْتَ وَلِنُبَيِّنَهُ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ ﴿١٠٥﴾

105. Kâfirler, ″Sen onu başkalarından öğrendin″ desinler diye ve bilen bir topluluğa da onu açıklayalım diye âyetleri genişçe işte böyle beyan ederiz.


﴿ اِتَّبِعْ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ ﴿١٠٦﴾

106. Ey Resûlüm! Sana Rabbinden nâzil olan vahye tâbi ol! O’ndan başka ilah yoktur. Müşriklerden yüz çevir!


﴿ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَٓا اَشْرَكُواۜ وَمَا جَعَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَف۪يظًاۚ وَمَٓا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَك۪يلٍ ﴿١٠٧﴾

107. Allah’u Teâlâ dileseydi, onlar Allah’a ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir koruyucu kılmadık. Sen onların üzerine vekil de değilsin!


﴿ وَلَا تَسُبُّوا الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ فَيَسُبُّوا اللّٰهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍۜ كَذٰلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ اُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ اِلٰى رَبِّهِمْ مَرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿١٠٨﴾

108. Ey îman edenler! Kâfirlerin, Allah’tan başka taptıkları putlara sövmeyin. Sonra onlar da haddi aşarak, cehâletle Allah’a söverler. Böylece her ümmete kendi amellerini güzel gösterdik. Sonra dönüşleri, ancak Rablerinedir. Rableri de, onlara ne yaptıklarını haber verecektir.

İzah: Katâde Hazretlerinden nakledildiğine göre; Müslümanların, kâfirlerin putlarına sövmeleri, kâfirlerin de haddi aşarak düşmanlıkla Allah’u Teâlâ’ya sövmeleri üzerine bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuştur.

Bu hususta Abdullah b. Amr Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مِنَ الْكَبَائِرِ أَنْ يَشْتُمَ الرَّجُلُ وَالِدَيْهِ قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَهَلْ يَشْتُمُ الرَّجُلُ وَالِدَيْهِ قَالَ نَعَمْ يَسُبُّ أَبَا الرَّجُلِ فَيَشْتُمُ أَبَاهُ وَيَشْتُمُ أُمَّهُ فَيَسُبُّ أُمَّهُ (م ت عن عبد اللّٰه بن عمرو)

″Kişinin, anne ve babasına sövmesi, büyük günahlardandır″ Dediler ki: ″Yâ Resûlallah! Kişi nasıl olur da anne ve babasına söver?″ Bunun üzerine buyurdu ki: ″Kişi başkasının babasına söver, sövdüğü adam da onun babasına söver ve başkasının annesine söver, o da onun annesine söver.″[1]


[1] Sahih-i Müslim, Îman 38 (146 Sünen-i Tirmizî, Birr 4.


﴿ وَاَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْ لَئِنْ جَٓاءَتْهُمْ اٰيَةٌ لَيُؤْمِنُنَّ بِهَاۜ قُلْ اِنَّمَا الْاٰيَاتُ عِنْدَ اللّٰهِ وَمَا يُشْعِرُكُمْۙ اَنَّهَٓا اِذَا جَٓاءَتْ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿١٠٩﴾ وَنُقَلِّبُ اَفْـِٔدَتَهُمْ وَاَبْصَارَهُمْ كَمَا لَمْ يُؤْمِنُوا بِه۪ٓ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَنَذَرُهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ۟ ﴿١١٠﴾ وَلَوْ اَنَّنَا نَزَّلْنَٓا اِلَيْهِمُ الْمَلٰٓئِكَةَ وَكَلَّمَهُمُ الْمَوْتٰى وَحَشَرْنَا عَلَيْهِمْ كُلَّ شَيْءٍ قُبُلًا مَا كَانُوا لِيُؤْمِنُٓوا اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ يَجْهَلُونَ ﴿١١١﴾

109-111. Kâfirler, kendilerine istedikleri gibi bir mûcize gelirse, ona mutlaka îman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah’a yemin ettiler. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Mûcizeler, ancak Allah katındadır. Ey îman edenler! Ne bilirsiniz ki, istedikleri gibi mûcize gelse, yine îman etmezler.″* Biz onların kalplerini ve gözlerini ters çevriririz de, ilk defa ona îman etmedikleri gibi, şimdi de îman etmezler. Onları, azgınlık ve isyanlarında şaşırmış oldukları halde terk ederiz.* Biz onlara melekler göndersek, (İslâm Dîni’nin hak olduğuna dair) ölüler dile gelip şehâdet etse ve her şeyi bölük bölük toplasak da şâhitlik etseler, Allah’u Teâlâ dilemedikçe, yine îman etmezlerdi. Lâkin onların (Mü’minlerin) çoğu, bu hakikatleri (o kâfirlerin îman etmeyeceğini) bilmezler.

İzah: Müşrikler, kendilerinin istediği gibi bir mûcize geldiği takdirde îman edeceklerine dair yemin edince, Mü’minler: ″Yâ Resûlallah! Sen Allah’u Teâlâ’dan bir mûcize iste de müşrikler îman etsinler″ demişlerdi. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ bu âyetleri indirmiş ve ″Ey Mü’minler! O müşriklere istedikleri mûcizeler geldiğinde, onların îman edeceklerini nereden biliyorsunuz?″ diye buyurmuştur.

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu hâdise nakledilmiştir:

قَالَتْ قُرَيْشٌ لِلنَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ أَنْ يَجْعَلَ لَنَا الصَّفَا ذَهَبًا وَنُؤْمِنُ بِكَ قَالَ وَتَفْعَلُونَ قَالُوا نَعَمْ قَالَ فَدَعَا فَأَتَاهُ جِبْرِيلُ فَقَالَ إِنَّ رَبَّكَ عَزَّ وَجَلَّ يَقْرَأُ عَلَيْكَ السَّلَامَ وَيَقُولُ إِنْ شِئْتَ أَصْبَحَ لَهُمْ الصَّفَا ذَهَبًا فَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ مِنْهُمْ عَذَّبْتُهُ عَذَابًا لَا أُعَذِّبُهُ أَحَدًا مِنَ الْعَالَمِينَ وَإِنْ شِئْتَ فَتَحْتُ لَهُمْ بَابَ التَّوْبَةِ وَالرَّحْمَةِ قَالَ بَلْ بَابُ التَّوْبَةِ وَالرَّحْمَةِ (حم عن ابن عباس)

Kureyşliler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Rabbine duâ et de bize Safa Tepesi’ni altın yapsın, sana inanalım″ dediler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onlara: ″Şâyet bunu yaparsam beni tasdik eder misiniz?″ diye sorunca, onlar: ″Evet″ dediler. Bunun üzerine Cebrâil Aleyhisselâm geldi ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e şöyle dedi: Rabbinin sana selâmı var ve der ki: ″İsterse onlar için Safa Tepesi altın olur, ama içlerinden her kim bundan sonra küfre devam ederse; onu âlemlerden hiç kimseyi azaplandırmadığım bir biçimde azaplandırırım. İstersen de, onlar için tevbe ve rahmet kapılarını açarım.″ Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet, tevbe ve rahmet kapılarını isterim″ dedi.[1]

Bu olay üzerine bu âyetler nâzil olmuştur. Birçok Âyet-i Kerîme’de belirtildiği gibi, önceki kavimler Peygamberlerden mûcize istemişler, mûcize gelip de gözleriyle gördükleri halde, yine de Peygamberleri ve tebliğ ettiği dini kabul etmemişlerdi. Allah’u Teâlâ, bunlardan bâzılarını domuz ve maymun sûretine dönüştürmüş ya da helâk etmiştir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, işte ümmetinin bu durumlara düşmesini istemediği için, tevbe ve rahmet kapılarını tercih etmiştir.


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 2058.


﴿ وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاط۪ينَ الْاِنْسِ وَالْجِنِّ يُوح۪ي بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًاۜ وَلَوْ شَٓاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ ﴿١١٢﴾ وَلِتَصْغٰٓى اِلَيْهِ اَفْـِٔدَةُ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ وَلِيَرْضَوْهُ وَلِيَقْتَرِفُوا مَا هُمْ مُقْتَرِفُونَ ﴿١١٣﴾

112-113. İşte böylece, her peygamber için, insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Onlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı bâtıl sözleri telkin ederler. Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları kendi küfür ve iftiralarıyla başbaşa bırak.* Bir de âhirete îman etmeyenlerin kalpleri, o yaldızlı bâtıl sözlere meyletsin, ondan hoşlansın ve çirkin olan küfürlerinde devam etsinler, diye o kâfirler böyle yaparlar.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″İşte böylece, her peygamber için, insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık″ diye buyrulmaktadır. İblis ve onun bütün çocukları, sâdece Peygamberlere değil, Âdemoğullarının hepsine düşman-dırlar. Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, özellikle Peygam­berlere düşman olan şeytanları zikrettiğine göre, buradaki şeytanlardan maksa­dın, İblis’in soyundan olan şeytanlar olmadıkları anlaşılmaktadır. Bu da göstermek-tedir ki, buradaki insanların şeytanlarından maksat, insanların azgın­ları, cinlerin şeytanlarından maksat da cinlerin azgınlarıdır.

Bu hususta Ebû Zerr Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَتَيْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي مَجْلِسٍ قَدْ أَطَالَ فِيهِ الْجُلُوسَ قَالَ فَقَالَ: يَا أَبَا ذَرٍّ ، هَلْ صَلَّيْتَ؟ قَالَ: لَا يَا رَسُولَ اللّٰهِ. قَالَ: قُمْ فَارْكَعْ رَكْعَتَيْنِ قَالَ: ثُمَّ جِئْتُ فَجَلَسْتُ إِلَيْهِ، فَقَالَ: يَا أَبَا ذَرٍّ ، هَلْ تَعَوَّذْتَ بِاللّٰهِ مِنْ شَيَاطِينِ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ؟ قَالَ: قُلْتُ: لَا يَا رَسُولَ اللّٰهِ، وَهَلْ لِلْإِنْسِ مِنْ شَيَاطِينَ؟ قَالَ : نَعَمْ، هُمْ شَرٌّ مِنْ شَيَاطِينِ الْجِنِّ. (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن ابى ذر)

Bir mecliste Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına vardım. Peygamber Efendimiz orada uzun süre oturdu. Bana: ″Yâ Ebâ Zerr! Namaz kıldın mı?″ diye sordu. ″Hayır, Yâ Resûlallah″ diye cevap verdim. ″Kalk ve iki rek’at namaz kıl″ buyurdu. Sonra geldim ve yanına oturdum. ″Yâ Ebâ Zerr! İnsan ve cin şeytanlarının şerrinden Allah’a sığındın mı?″ buyurdu. ″Hayır, Yâ Resûlallah! İnsanların da şeytanları mı var?″ diye sordum. Buyurdu ki: ″Evet, onlar cin şeytanlarından daha şerlidirler.″[1]


[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 12, s. 53; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 20566; 20572; Sünen-i Nesâî, İstiâze 46.


﴿ اَفَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْتَغ۪ي حَكَمًا وَهُوَ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ اِلَيْكُمُ الْكِتَابَ مُفَصَّلًاۜ وَالَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْلَمُونَ اَنَّهُ مُنَزَّلٌ مِنْ رَبِّكَ بِالْحَقِّ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَر۪ينَ ﴿١١٤﴾

114. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″O, size Kur’ân’ı genişçe açıklanmış olarak indirmişken, Allah’tan baş­ka hakem mi arayayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz de o kitabın (Kur’ân’ın), ger­çekten Rabbin tarafından hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. Sakın şüphe edenlerden olma!


﴿ وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلًاۜ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه۪ۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ﴿١١٥﴾

115. Rabbinin kelimesi (haberleri, ahkâmı ve vaadi), doğruluk ve adâlet bakımından tamamlanmıştır. O’nun kelimelerini değiştirecek yoktur. O, her şeyi işiten ve bilendir.


﴿ وَاِنْ تُطِعْ اَكْثَرَ مَنْ فِي الْاَرْضِ يُضِلُّوكَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَاِنْ هُمْ اِلَّا يَخْرُصُونَ ﴿١١٦﴾

116. Eğer yeryüzündekilerin çoğuna tâbi olursan, onlar seni Allah’ın doğru yolundan saptırırlar. Onlar, zandan başka bir şeye tâbi olmazlar. Onlar, ancak yalan söylerler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, insanların çoğunun görüşünün hakkı temsil etmediğini, nefsânî arzularına uyarak bâtıla yöneldiklerini, bunlara uyulduğu takdir­de, insanları Allah’ın yolundan saptıracaklarını bizlere öğretmekte ve hakka uyanların sayısı ne kadar azınlıkta olsa da, hakka tâbi olmak gerektiğini bildirmektedir.


﴿ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ مَنْ يَضِلُّ عَنْ سَب۪يلِه۪ۚ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ ﴿١١٧﴾

117. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları çok iyi bilir. O, hidâyet yolunda olanları da çok iyi bilir.


﴿ فَكُلُوا مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللّٰهِ عَلَيْهِ اِنْ كُنْتُمْ بِاٰيَاتِه۪ مُؤْمِن۪ينَ ﴿١١٨﴾

118. Eğer O’nun âyetlerine îman edenlerden iseniz, Allah’ın ismi zikredilerek kesilen hayvanlardan yiyin.

İzah: Sûre-i En’âm, Âyet 118-121’in nüzul sebebine dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

أَتَى أُنَاسٌ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَنَأْكُلُ مَا نَقْتُلُ وَلَا نَأْكُلُ مَا يَقْتُلُ اللّٰهُ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ {فَكُلُوا مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللّٰهِ عَلَيْهِ إِنْ كُنْتُمْ بِآيَاتِهِ مُؤْمِنِينَ إِلَى قَوْلِهِ وَإِنْ أَطَعْتُمُوهُمْ إِنَّكُمْ لَمُشْرِكُونَ} (ت عن ابن عباس)

″Yâ Resûlallah! Hayvanlardan kendi öldürdüğümüzü yiyoruz da, Allah’ın öldürdüklerinden neden yiyemiyoruz?″ diye sordular. İşte bunun üzerine Allah’u Teâlâ Sûre-i En’âm, Âyet 118-121’i indirdi.[1]

Hayvan kesilirken: ″Bismillâhi Allah’u Ekber″ demek yeterlidir. Zîrâ bu hususta Enes Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

ضَحَّى النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِكَبْشَيْنِ أَمْلَحَيْنِ أَقْرَنَيْنِ ذَبَحَهُمَا بِيَدِهِ وَسَمَّى وَكَبَّرَ وَوَضَعَ رِجْلَهُ عَلَى صِفَاحِهِمَا (خ م ن عن انس)

″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, iki tane alacalı ve boynuzlu koç kurban etti. Onları kendi eliyle kesti ve ″Besmele ile tekbir getirdi (Bismillâhi Allah’u Ekber, dedi). Kendi ayağını da boyunlarının üzerine koydu.″[2]

Âyet-i Kerîme’de: Allah’ın ismi zikredilerek″ diye geçen ifadeden maksat, ″Bismillâhi Allah’u Ekber″ demektir.

Allah’ın ismi zikredilmeden kesilen hayvanların yenmeyeceğine dair, aşağıda gelecek olan Sûre-i En’âm, Âyet 121 ve izahına bakınız.


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 7; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6951.

[2] Sahih-i Buhârî, Edâhi 14. Sahih-i Müslim, Edâhi 3 (17 Sünen-i Nesâî, Dahâya 14.


﴿ وَمَا لَكُمْ اَلَّا تَأْكُلُوا مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللّٰهِ عَلَيْهِ وَقَدْ فَصَّلَ لَكُمْ مَا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ اِلَّا مَا اضْطُرِرْتُمْ اِلَيْهِۜ وَاِنَّ كَث۪يرًا لَيُضِلُّونَ بِاَهْوَٓائِهِمْ بِغَيْرِ عِلْمٍۜ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِالْمُعْتَد۪ينَ ﴿١١٩﴾

119. Allah’ın ismi zikredilerek kesilen hayvanlardan niçin yemeyesiniz? Halbuki Allah’u Teâlâ size haram olan şeyleri ayrıntılı olarak bildirdi. Ancak haram olan şeylerden zaruret hâlinde (ölmeyecek kadar) yemeniz müstesnâ. Doğrusu birçokları, hevâlarına uyarak, hiç­bir ilme dayanmaksızın (haramı helâl, helâli de haram saymak sûretiyle) insanları doğru yoldan saptırırlar. Şüphesiz senin Rabbin, haddi aşanları çok iyi bilir.

İzah: Allah’ın haram kıldığı şeyler; Sûre-i Bakara, Âyet 173, Sûre-i Mâide, Âyet 3, Sûre-i En’âm, Âyet 121, 145’te ve izahlarında açıklanmıştır. İslâmiyet’te haram ve helâl olan şeyler, gerek âyet ve gerekse de hadislerde açık bir şekilde belirlenmiştir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

الْحَلَالُ بَيِّنٌ وَالْحَرَامُ بَيِّنٌ وَبَيْنَهُمَا مُشَبَّهَاتٌ لَا يَعْلَمُهَا كَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ فَمَنْ اتَّقَى الْمُشَبَّهَاتِ اسْتَبْرَأَ لِدِينِهِ وَعِرْضِهِ وَمَنْ وَقَعَ فِي الشُّبُهَاتِ كَرَاعٍ يَرْعَى حَوْلَ الْحِمَى يُوشِكُ أَنْ يُوَاقِعَهُ أَلَا وَإِنَّ لِكُلِّ مَلِكٍ حِمًى أَلَا إِنَّ حِمَى اللّٰهِ فِي أَرْضِهِ مَحَارِمُهُ أَلَا وَإِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ أَلَا وَهِيَ الْقَلْبُ (خ عن النعمان بن بشير)

″Helâl bellidir, haram da bellidir. Bu ikisinin arasında çok kimselerin bilmedikleri şüpheli şeyler vardır. Kim bu şüpheli şeylerden koru­nursa, dînini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli işi işleyenler, harama düşerler. Şüpheli işleri işleyen kişi, korunun etrafında hayvanlarını otlatan kimse gibi­dir ki, koruya girmesi pek mümkündür. Dikkat ediniz, her hükümdarın bir korusu vardır. Uyanık olun, Allah’u Teâlâ’nın korusu da, haram kıldığı şeylerdir. Haberiniz olsun ki, bedende bir et parçası vardır, o düzgün olursa bütün vücut düz­gün olur. Eğer o bozuk olursa, bütün vücut bozuk olur. Haberiniz olsun ki, bu et parçası kalptir.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Îman 37.


﴿ وَذَرُوا ظَاهِرَ الْاِثْمِ وَبَاطِنَهُۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْسِبُونَ الْاِثْمَ سَيُجْزَوْنَ بِمَا كَانُوا يَقْتَرِفُونَ ﴿١٢٠﴾

120. Ey îman edenler! Âşikâr ve gizli olan günahı bırakın. Şüphesiz günah kazananlar, günahlarının cezâsını görürler.

İzah: Günaha dair Nüvas İbn-i Sem’ân Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

سَأَلْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ الْإِثْمِ فَقَالَ الْإِثْمُ مَا حَاكَ فِي صَدْركَ وَكَرِهْتَ أَنْ يَطَّلِعُ النَّاسَ عَلَيْهِ. (ابن ابى حاتم عن النواس بن سمعان)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘e, günahın ne olduğunu sordum. Şöyle buyurdu: ″Günah, kalbinde tereddüt ve şüphe uyandıran, insanların ondan haberdar olmasından hoşlanmadığın şeydir.″[1]


[1] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 7859.


﴿ وَلَا تَأْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّٰهِ عَلَيْهِ وَاِنَّهُ لَفِسْقٌۜ وَاِنَّ الشَّيَاط۪ينَ لَيُوحُونَ اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِهِمْ لِيُجَادِلُوكُمْۚ وَاِنْ اَطَعْتُمُوهُمْ اِنَّكُمْ لَمُشْرِكُونَ۟ ﴿١٢١﴾

121. Üzerine Allah’ın ismi zikredilmeden kesilen hayvanlardan yemeyin. Zîrâ o fısktır (Allah’a itaatten ayrılmadır). Muhakkak ki şeytanlar, sizinle mücâdele etmek için dostlarına (kendi kestiğinizi yiyorsunuz da, Allah’ın öldürdüğünü yemiyorsunuz diye) vesvese verirler. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz de müşrik olursunuz.

İzah: İkrime Hazretlerinden nakledildiğine göre, müşriklerden bâzı insanlar Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gel­diler ve ona dediler ki: ″Söyler misin bize, ölen bir koyunu kim öldürmüştür?″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de buyurdu ki: ″Allah öldürmüştür.″ Bunun üzerine Müşrikler dediler ki: ″Sen kendi öldürdüğünü ve arkadaşlarının öldürdüğünü helâl, Allah’ın öldürdüğünü ise haram sayıyorsun ha?″ İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.

Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme ile, putlar için kesilen hayvanların, kendiliğinden ölen hayvanların ve Allah’ın ismi zikredilmeksizin kesilen hayvanların yenilmeyeceğini beyan etmiştir.

Yukarıda Sûre-i En’âm, Âyet 118’in izahındaki Hadis-i Şerif’te geçtiği gibi hayvan kesilirken, ″Bismillâhi Allah’u Ekber″ demek yeterlidir.[1] Bu ifadesinin tam hayvan kesileceği sırada söylenilmesi lâzımdır. Bu söz ile hayvan kesmek arasına, başka bir iş veya dünyâ kelâmı girmemelidir. Şâyet bir Müslüman, Allah’ın ismini zikretmeyi unutarak terk etse, o hayvanın eti yenir.

Bu hususta da Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ تَجَاوَزَ عَنْ أُمَّتِي الْخَطَأَ وَالنِّسْيَانَ وَمَا اسْتُكْرِهُوا عَلَيْهِ (ه عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ ümmetimden hatâ, unutma ve istemediği halde zorla yaptırılan şeyin sorumluluğunu kaldırmıştır.″[2]

Yine bu Âyet-i Kerîme hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

مَنْ نَسِىَ التَّسْمِيَةَ فَلَا بَأْسَ وَمَنْ تَعَمَّدَ فَلَا تُؤْكَلْ (اخرجه رزين عن ابن عباس)

″Şâyet bir kimse, Allah’ın ismini zikretmeyi hatâ ile veya unutarak terk ederse, o zaman yenir. Fakat kasten terk edilmesi durumunda aslâ yenilmez.″[3]

Kâ’b İbn-i Mâlik Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmaktadır:

أَنَّ جَارِيَةً لَهُمْ كَانَتْ تَرْعَى غَنَمًا بِسَلْعٍ فَأَبْصَرَتْ بِشَاةٍ مِنْ غَنَمِهَا مَوْتًا فَكَسَرَتْ حَجَرًا فَذَبَحَتْهَا فَقَالَ لِأَهْلِهِ لَا تَأْكُلُوا حَتَّى اَسْأَلَ رَسُولَ اللّٰه صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَسَأَلَهُ فَأَمَرَهُ بِأَكْلِهَا (مالك خ عن كعب بن مالك)

″Onların koyun güden câriyeleri, bir koyunun ölmek üzere olduğunu görmüş, derhal bir taş kırarak, onunla koyunu kesmiştir. Babası, ailesine: ″Ondan yemeyin.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e sorayım demiş ve sormuş. O da, yemelerini emretmiştir.″[4]


[1] Bakınız: Sahih-i Buhârî, Edâhi 14. Sahih-i Müslim, Edâhi 3 (17 Sünen-i Nesâî, Dahâya 14.

[2] Sünen-i İbn-i Mâce, Talak 16.

[3] Kütüb-i Sitte, Hadis No: 1950.

[4] Sahih-i Buhârî, Zebâih 18; İmam Mâlik, Muvatta, Zebâih 4; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 1958.


﴿ اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْش۪ي بِه۪ فِي النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَاۜ كَذٰلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِر۪ينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿١٢٢﴾

122. Ölü (dalâlette) iken dirilttiğimiz ve insanlar arasında hidâyet yolunda yürümesi için nûr verdiğimiz kimse, dalâlet karanlığında dalmış olan kimse gibi midir? İşte kâfirlere, yaptıkları böyle güzel göründü.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebi hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

Bu âyette kastedilenler, Hz. Hamza ve Ebû Cehil’dir. Şöyle ki: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, bir gün Safa Tepesi‘nde otururken, oradan geçmekte olan Ebû Cehil, kendisine hakaret etmişti. O gün bu hâdiseyi görenler, o sırada elinde yayı ile avdan dönmekte olan Peygamberimizin amcası Hz. Hamza’ya haber verdiler. Hz. Hamza, yeğeni hakkında fenâ sözler söylendiğini işitince, doğru Ebû Cehil’in yanına gitti ve kızgın bir şekilde gelip Ebû Cehil’in üzerine yürüdü. ″Yeğenime hakaret eden ve onu inciten sen misin?″ dedi. Yayı ile vurarak Ebû Cehil’in kafasını yardı. Ebû Cehil, müşrikler arasında hatırı sayılan bir kimseydi. Yanındakiler, Hz. Hamza’ya hücum edecek oldular. Fakat Ebû Cehil buna engel oldu. Hz. Hamza ayrıldıktan sonra da dostlarına: ″Ona sakın ilişmeyin. Hiddetlenir de Müslüman olur ve Muhammedîler kuvvet bulur″ diye öğüt verdi.

Hz. Hamza, Ebû Cehil’in yanından ayrıldıktan sonra Resûlü Ekrem’in huzuruna geldi ve Ebû Cehil’e yaptığı hâdiseyi ona anlatarak teselli etti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hz. Hamza’ya; ″Ancak Müslüman olursan, memnun olurum″ dedi. Bunun üzerine Hz. Hamza, Kelime-i Şehâdet getirdi ve bu îmanını bütün Kureyş‘e ilan etti.

Dahhâk Hazretlerine göre ise, bu Âyet-i Kerîme, Hz. Ömer ile Ebû Cehil hakkında nâzil olmuştur. Zîrâ İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ اللّٰهُمَّ أَعِزَّ الْإِسْلَامَ بِأَبِي جَهْلِ ابْنِ هِشَامٍ أَوْ بِعُمَرَ قَالَ فَأَصْبَحَ فَغَدَا عُمَرُ عَلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَسْلَمَ (ت عن ابن عباس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah‘ım! İslâm‘ı Ebû Cehil b. Hişam (Ömer b. Hişam) veya Ömer b. el-Hattab ile aziz kıl″ diye duâ etti. Ömer b. el-Hattab sabaha erince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘e giderek Müslüman oldu.[1]

Ömer b. Hişam’a: ″Câhillerin babası″ anlamına gelen ″Ebû Cehil″ lakabını Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem takmıştır.

Cehâlet zamanında Hz. Ömer‘in bütün insanları titreten bir heybeti, şiddeti vardı. Bir gün câhiller meclisinde iken birisi: ″Ey Kureyş beyleri! Muhammed’in şiirleri karılarınızın koynunda dolaşıyor″ deyince, Hz. Ömer, bu sözü söyleyene hiddetle sus dediğinde, o evet! hepinizin karıları böyledir. Muhammed’in yanına gidip şiirlerini alıyorlar, dedi. Hz. Ömer hiddetle kalkıp Muhammed’in başını şimdi buraya getirmezsem insan değilim dedi. Kendi kız kardeşinin de Müslüman olduğu haberini alınca, daha ziyâde hiddetlendi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ve Ashâbı, otuz dokuz kişi oldukları halde bir evde Allah’ın zikriyle meşgulken, Hz. Ömer kapıya geldi. Ashâbın korkudan elleri tutmaz oldu. ″Eyvah! Resûlullah elimizden gitti″ dediler. Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Korkmayın, gelsin″ deyince, Hz. Ömer’i içeri aldılar. O, yalın kılıç, harp elbisesi üzerinde olduğu halde dedi ki: ″Ey Ebû Tâlib’in yetimi! Nedir bu senin yaptıkların? Evlâdı babaya, kardeşi kardeşe düşman ediyormuşsun. Yeniden bir din icâd etmişsin. Bizim putlarımızın hepsini inkâr ediyormuşsun. Bu dediklerin doğru mu? Sen bu sözleri söylüyor musun?″ Kılıcı Peygamberimizin üzerinde idi. Niyeti Peygamber Efendimiz, ″Doğrudur″ dese hemen ona vuracaktı. Bunun üzerine Resûlü Ekrem’e bir celal gelip, hiddetle Hz. Ömer’in üzerine yürüdü. Mübârek elleriyle yakasından tutup, ″Ben, Allah’ın Resûlüyüm sizi îmana dâvet ediyorum″ diye silkelediğinde, Hz. Ömer’in vücudunda şiddetli bir zelzele oldu, yıldırım çarpmış gibi oldu. Neredeyse hayatı elden gidiyordu. Bütün gücü gidip, hemen yere yığıldı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Yâ Ömer! Müslüman ol″ deyince, derhal şehâdet getirdi. Hz. Ömer’in vücudunda o titreme hâli ölünceye kadar devam etti.

Hz. Ömer’in Müslüman olması sâdece Mü’minleri değil, gökteki melekleri bile sevindirmişti.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

لَمَّا أَسْلَمَ عُمَرُ نَزَلَ جِبْرِيلُ فَقَالَ يَا مُحَمَّدُ لَقَدْ اسْتَبْشَرَ أَهْلُ السَّمَاءِ بِإِسْلَامِ عُمَرَ (ه عن ابن عباس)

Hz. Ömer, Müslüman olduğunda, Cebrâil Aleyhisselâm gelerek: ″Yâ Muhammed! Gök Ehli, Hz. Ömer’in Müslüman oluşunu birbirine müjdeliyor­lar″ dedi.[2]

Sonuç olarak bu Âyet-i Kerîme, bu iki olay hakkında nâzil olmuştur. Hükmü her Mü’min ve kâfir için geçerlidir.


[1] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 47 (3928).

[2] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 11


﴿ وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَا ف۪ي كُلِّ قَرْيَةٍ اَكَابِرَ مُجْرِم۪يهَا لِيَمْكُرُوا ف۪يهَاۜ وَمَا يَمْكُرُونَ اِلَّا بِاَنْفُسِهِمْ وَمَا يَشْعُرُونَ ﴿١٢٣﴾

123. Böylece Biz, her beldede günahkârlarını ileri gelenler kıldık ki, orada hile yapsınlar. Halbuki onlar, hileyi ancak kendilerine yaparlar. Fakat bunun farkında değillerdir.


﴿ وَاِذَا جَٓاءَتْهُمْ اٰيَةٌ قَالُوا لَنْ نُؤْمِنَ حَتّٰى نُؤْتٰى مِثْلَ مَٓا اُو۫تِيَ رُسُلُ اللّٰهِۜ اَللّٰهُ اَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَهُۜ سَيُص۪يبُ الَّذ۪ينَ اَجْرَمُوا صَغَارٌ عِنْدَ اللّٰهِ وَعَذَابٌ شَد۪يدٌ بِمَا كَانُوا يَمْكُرُونَ ﴿١٢٤﴾

124. Onlara (Muhammed Aleyhisselâm’ın doğruluğuna dair) bir âyet geldiği zaman, ″Allah’ın Peygamberlerine veri­lenin aynısı bize de veril-medikçe îman etmeyiz″ dediler. Allah’u Teâlâ, Peygamberlik görevini kime vereceğini daha iyi bilir. Mücrimlere, yaptıkları hilelerinden dolayı Allah katında zillet ve şiddetli bir azap isâbet edecektir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Allah’u Teâlâ, Peygamberlik görevini kime vereceğini daha iyi bilir″ diye geçen ifadeyle ilgili olarak çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ اصْطَفَى مِنْ وَلَدِ إِبْرَاهِيمَ إِسْمَاعِيلَ وَاصْطَفَى مِنْ بَنِي إِسْمَاعِيلَ كِنَانَةَ وَاصْطَفَى مِنْ بَنِي كِنَانَةَ قُرَيْشًا وَاصْطَفَى مِنْ قُرَيْشٍ بَنِي هَاشِمٍ وَاصْطَفَانِي مِنْ بَنِي هَاشِمٍ (حم عن واثلة بن الأسقع)

″Allah’u Teâlâ, İbrâhim evlâdından İsmâil’i, İsmâiloğullarından, Kinâneoğullarını, Kinâneoğullarından Kureyş’i, Kureyş’ten Hâşim-oğullarını ve Hâşimoğullarından da beni seçmiştir.″[1]

Abbas Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

بَلَغَهُ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بَعْضُ مَا يَقُولُ النَّاسُ قَالَ فَصَعِدَ الْمِنْبَرَ فَقَالَ مَنْ أَنَا قَالُوا أَنْتَ رَسُولُ اللّٰهِ فَقَالَ أَنَا مُحَمَّدُ بْنُ عَبْدِ اللّٰهِ بْنِ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ إِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ الْخَلْقَ فَجَعَلَنِي فِي خَيْرِ خَلْقِهِ وَجَعَلَهُمْ فِرْقَتَيْنِ فَجَعَلَنِي فِي خَيْرِ فِرْقَةٍ وَخَلَقَ الْقَبَائِلَ فَجَعَلَنِي فِي خَيْرِ قَبِيلَةٍ وَجَعَلَهُمْ بُيُوتًا فَجَعَلَنِي فِي خَيْرِهِمْ بَيْتًا فَأَنَا خَيْرُكُمْ بَيْتًا وَخَيْرُكُمْ نَفْسًا (حم عن العباس)

İnsanların söylediklerinin bir kısmı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ulaştı. Bunun üzerine minbere çıkıp: ″Ben kimim?″ diye buyurdu. ″Sen, Allah’ın Resûlüsün″ demeleri üzerine, şöyle buyurdu: ″Ben, Abdulmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed’im. Allah’u Teâlâ, mahlûkâtı yaratmış ve beni yarattıklarının en hayırlısı içinde kılmıştır. Onları iki bölük yapmış, beni en hayırlı bölük içinde kılmıştır. Kabileleri yaratmış ve beni en hayırlı kabile içinde kılmıştır. Onlara evler yapmış ve beni evlerin en hayırlıları içinde kılmıştır. Ben, evi en hayırlı olanınız, nefsi en hayırlı olanınızım.″[2]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

قَالَ لِي جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلامُ قَلَبَتُ الأَرْضَ مَشَارِقَهَا وَمَغَارِبَهَا فَلَمْ أَجِدْ رَجُلا أَفْضَلَ مِنْ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ السَّلامُ وَقَلَبْتُ الأَرْضَ مَشَارِقَهَا وَمَغَارِبَهَا فَلَمْ أَجِدْ بَنِي أَبٍ أَفْضَلَ مِنْ بَنِي هَاشِمٍ (دلائل النبوة عن عائشة)

Cebrâil Aleyhisselâm bana dedi ki: ″Yeryüzünün doğusunu batısını dolaştım, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’den daha üstün bir kişi bulamadım. Yeryüzünün doğusunu batısını dolaştım. Bir babanın oğulları olan Hâşimoğullarından daha üstününü bulamadım.″[3]

Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ نَظَرَ فِي قُلُوبِ الْعِبَادِ فَوَجَدَ قَلْبَ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ خَيْرَ قُلُوبِ الْعِبَادِ فَاصْطَفَاهُ لِنَفْسِهِ فَابْتَعَثَهُ بِرِسَالَتِهِ ثُمَّ نَظَرَ فِي قُلُوبِ الْعِبَادِ بَعْدَ قَلْبِ مُحَمَّدٍ فَوَجَدَ قُلُوبَ أَصْحَابِهِ خَيْرَ قُلُوبِ الْعِبَادِ فَجَعَلَهُمْ وُزَرَاءَ نَبِيِّهِ يُقَاتِلُونَ عَلَى دِينِهِ فَمَا رَأَى الْمُسْلِمُونَ حَسَنًا فَهُوَ عِنْدَ اللّٰهِ حَسَنٌ وَمَا رَأَوْا سَيِّئًا فَهُوَ عِنْدَ اللّٰهِ سَيِّئٌ (حم طب عن عبد اللّٰه بن مسعود)

″Allah’u Teâlâ, kulların kalplerine baktı ve Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kalbini kulların kalplerinin en hayırlısı bularak onu kendisi için seçti ve emirlerini onunla gönderdi. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kalbinden sonra kulların kalplerine baktı ve onun Ashâbının kalplerini, kulların kalplerinin en hayırlısı bularak onları dîni üzere çarpışan Peygamberinin vezirleri yaptı. Müslümanların güzel gördükleri, Allah katında da güzeldir. Kötü gördükleri, Allah katında da kötüdür.″[4]


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 16373.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1692

[3] Beyhakî, Delâil’ün-Nübüvve, Hadis No: 83.

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 3418; Taberani, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 8504.


﴿ فَمَنْ يُرِدِ اللّٰهُ اَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِۚ وَمَنْ يُرِدْ اَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَاَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَٓاءِۜ كَذٰلِكَ يَجْعَلُ اللّٰهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿١٢٥﴾

125. Allah’u Teâlâ, her kime hidâyet etmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar. Dalâlette bırakmak istediği kimsenin göğsünü de öyle sıkar ki, ona İslâm’ı kabul etmek semâya çıkmak kadar zor gelir. İşte böylece Allah’u Teâlâ, îman etmeyenlerin üzerine pislik (azap) yağdı­rır.

İzah: İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledildiğine göre Ashâb, bu âyet nâzil olduğunda, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e:

قَالُوا: كَيْف يُشْرَح الصَّدْر؟ قَالَ: إِذَا نَزَلَ النُّور فِي الْقَلْب اِنْشَرَحَ لَهُ الصَّدْر وَانْفَسَحَ [فِى رِوَايَةٍ: إِذَا دَخَلَ النُّور الْقَلْب اِنْفَسَحَ وَانْشَرَحَ] قَالُوا: فَهَلْ لِذَلِكَ آيَة يُعْرَف بِهَا؟ قَالَ: نَعَمْ الْإِنَابَة إِلَى دَار الْخُلُود وَالتَّجَافِي عَنْ دَار الْغُرُورِ وَالِاسْتِعْدَاد لِلْمَوْتِ قَبْل الْفَوْتِ. (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن ابى جافر وعن عبد اللّٰه بن مسعود)

″Yâ Resûlallah! Hidâyete eren kişinin göğsü na­sıl açılır?″ dediler, Buyurdu ki: ″İslâm, bir nûr olarak onların gönlüne konur ve onların gönlü de bu nûr ile açılır, huzura kavuşur.″ Ashâb: ″Yâ Resûlallah! Böyle olanı belirtecek bir alâmet var mıdır?″ di­ye sorunca, buyurdu ki: ″Evet, ebedî yurda yönelmek, aldatan yurttan kaçınmak ve ölüm gelmeden önce ona hazırlanmaktır.″[1]

Hz. Abdurrahman b. Zeyd, bu âyetin metninde, ″Rics″ diye geçen kelimeden maksadın, ″Azap″ olduğunu söylemiştir. Bu sebeple biz de bu mânâda tercüme ettik. Bâzı tefsir âlimleri de, bu kelimeye aslî anlamı olan ″Pislik ve murdar″ anlamı vererek, ″Allah’u Teâlâ, îman etmeyenlerin üzerinde murdarlığı, pisliği böyle bırakır″ diye mânâ vermişlerdir.

Allah’u Teâlâ, kulun kalbindeki niyetine göre, onu dalâlette bırakır veya hidâyete erdirir. Kullarına aslâ haksızlık etmez. Bu hususta Sûre-i Enfal, Âyet 51 ve izahına bakınız.


[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, Hadis No: c. 12, s. 98.


﴿ وَهٰذَا صِرَاطُ رَبِّكَ مُسْتَق۪يمًاۜ قَدْ فَصَّلْنَا الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ ﴿١٢٦﴾ لَهُمْ دَارُ السَّلَامِ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَهُوَ وَلِيُّهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿١٢٧﴾

126-127. İşte bu (İslâm Dîni), Rabbinin dosdoğru yoludur. Şüphesiz Biz, âyetleri düşünenler için genişçe açıkladık.* Onlar için Rableri katında Dâr’us-Selâm (Cennet) vardır. Allah’u Teâlâ, güzel amelleri sebebiyle onların velîsidir.


﴿ وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ جَم۪يعًاۚ يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ قَدِ اسْتَكْثَرْتُمْ مِنَ الْاِنْسِۚ وَقَالَ اَوْلِيَٓاؤُ۬هُمْ مِنَ الْاِنْسِ رَبَّنَا اسْتَمْتَعَ بَعْضُنَا بِبَعْضٍ وَبَلَغْنَٓا اَجَلَنَا الَّذ۪ٓي اَجَّلْتَ لَنَاۜ قَالَ النَّارُ مَثْوٰيكُمْ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اِلَّا مَا شَٓاءَ اللّٰهُۜ اِنَّ رَبَّكَ حَك۪يمٌ عَل۪يمٌ ﴿١٢٨﴾ وَكَذٰلِكَ نُوَلّ۪ي بَعْضَ الظَّالِم۪ينَ بَعْضًا بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ۟ ﴿١٢٩﴾

128-129. Ey Habîbim! Allah’u Teâlâ’nın, onların hepsini bir araya toplayacağı günü zikret. O gün Allah’u Teâlâ, ″Ey şeytanlar! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız″ der. Onların insanlardan olan dostları da, ″Ey Rabbimiz! Biz birbirimizden istifâde ettik (onlar bize nefsânî arzuları güzel gösterdiler, biz de onlara itaat ettik). Şimdi bizim için takdir ettiğin güne geldik ve huzurunda boyun eğdik″ derler. Allah’u Teâlâ da onlara, ″Sizin yeriniz Cehennemdir. Orada ebedî kalacaksınız. Ancak Allah’ın dilediği müstesnâ″ diye buyurur. Şüphesiz senin Rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir ve her şeyi bilendir.* İşte böylece, zâlimleri kazandık-ları (günahlar) sebebiyle birbirlerinin dostu yaparız.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin Arapça metninde, ″Cinler topluluğu″ diye geçen ibâreden maksat, ″Şeytanlar″ olduğu için böyle mânâ verilmiştir. Çünkü ″el-Cinne″ diye geçen ve genel olarak görülmeyen varlıklar için kullanılan bu kelime, kullanıldığı yere göre mânâ ifade eden bir kelime olup şeytan, cin ve melek anlamlarına gelmektedir. Bu Âyet-i Kerîme’de kastedilen mânâ da, şeytanlar anlamındadır.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Zuhruf, Âyet 36’da şöyle buyurmuştur:

″Her kim Rahmân’ın zikrini görmemezlikten gelirse, ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan, her zaman onun arkadaşıdır.″

Yine âyette: ″Sizin yeriniz Cehennemdir, orada ebedî kalacaksınız. Ancak Allah’ın dilediği müstesnâ″ diye buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat ise, kâfirler Cehennemde ebedî kalacaktır. Ancak günahlarından dolayı Cehenneme giren bâzı Müslümanlar, Allah’u Teâlâ’nın rahmetiyle şefaate uğrayarak oradan çıkarılacaklardır, demektir.[1]

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَمَّا أَهْلُ النَّارِ الَّذِينَ هُمْ أَهْلُهَا فَإِنَّهُمْ لَا يَمُوتُونَ فِيهَا وَلَا يَحْيَوْنَ وَلَكِنْ نَاسٌ أَصَابَتْهُمْ النَّارُ بِذُنُوبِهِمْ أَوْ قَالَ بِخَطَايَاهُمْ فَأَمَاتَهُمْ إِمَاتَةً حَتَّى إِذَا كَانُوا فَحْمًا أُذِنَ بِالشَّفَاعَةِ فَجِيءَ بِهِمْ ضَبَائِرَ ضَبَائِرَ فَبُثُّوا عَلَى أَنْهَارِ الْجَنَّةِ ثُمَّ قِيلَ يَا أَهْلَ الْجَنَّةِ أَفِيضُوا عَلَيْهِمْ فَيَنْبُتُونَ نَبَاتَ الْحِبَّةِ تَكُونُ فِي حَمِيلِ. (م حم عن ابى سعيد)

″Cehennemin ehli olanlar, orada ne öldürülür, ne de diriltilir. Fakat işledikleri birtakım günahlardan dolayı Cehennem ateşi isâbet etmiş birtakım Müslümanlar vardır. İşte bir müddet azaptan sonra öldürülenler onlardır. Onlar kömür hâline geldiklerinde kendilerine şefaat olunma izni çıkar. Onlar, bölük bölük getirilip Cennetin ırmaklarına dağıtılacaklardır. Sonra Cennetliklere: ″Ey Cennet ahâlisi! Bunlara bol su, Cennet sularından dökünüz″ denilecek. Sonra onlar, sel yatağında biten dereotları gibi yeniden biteceklerdir.″[2]

Şefaat ile ilgili daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 255’in izahına bakınız.

Katâde Hazretleri, ″İşte böylece, zâlimleri işledikleri (günahlar) sebebiyle birbirlerinin dostu yaparız″ âyetini açıklarken: ″Allah’u Teâlâ, zâlimleri dünyâda birbirine dost yapar ve bunlar Cehennemde birbirlerinin peşinden giderler″ diye buyurdu.[3]


[1] Ebedî Cehennemde kalacak olanların sâdece kâfirler olduğuna dair ayrıca Sûre-i Müddessir, Âyet 48 ve izahına bakınız.

[2] Sahih-i Müslim, Îman 82 (306 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10655.

[3] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 6, s. 218.


﴿ يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ اَلَمْ يَأْتِكُمْ رُسُلٌ مِنْكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ اٰيَات۪ي وَيُنْذِرُونَكُمْ لِقَٓاءَ يَوْمِكُمْ هٰذَاۜ قَالُوا شَهِدْنَا عَلٰٓى اَنْفُسِنَا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَشَهِدُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ اَنَّهُمْ كَانُوا كَافِر۪ينَ ﴿١٣٠﴾

130. Allah’u Teâlâ mahşer günü: ″Ey cin ve insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve sizi, bu güne kavuşacağınız hususunda uyaran Resuller gelmedi mi?″ buyurur. Onlar da: ″Biz kendi aleyhimize şâhitlik ederiz (geldiler ve bizi uyardılar)″ derler. Allah’u Teâlâ da: ″Dünyâ hayatı onları aldattı. Şimdi de kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şâhitlik ettiler″ diye buyurur.

İzah: Cinlere kendilerinden Peygamber gelip gelmediği hususunda ihtilaf edenler olmuşsa da, Peygamberler sâdece insanlardan olmuştur. Cinlerden Peygamber yoktur. Sahâbe, tâbiin ve sonraki gelen âlimlerden birçoğu, bu hususu açıkça belirtmişlerdir. Nitekim bu hususta İbn-i Abbâs Radiyallâhu anhumâ der ki:

اَلرُّسُلُ مِنْ بَنِي آدَم وَمِنَ الْجِنِّ نُذُرٌ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابن عباس)

″Peygamberler, Âdemoğullarındandır. Cinlerden ise, sâdece uyarıcılar vardır.″[1]

Allah’u Teâlâ Sûre-i Cin, Âyet 1-3’te de şöyle buyurmuştur:

Ey Habîbim! De ki: Bana vahyolundu ki, Kur’ân’ı okuduğum zaman cinlerden bir taife beni dinlemiş ve kavimlerine şöyle demişler: ″Muhakkak biz, acâyip bir Kur’ân dinledik ki,* hakka hidâyet ediyor. Artık biz ona îman ettik ve onun beyanı üzere Rabbimize hiçbir kimseyi aslâ ortak koşmayız.* Şüphesiz ki, Rabbimizin azameti çok yücedir. O, ne bir eş, ne de bir çocuk edinmiştir.″

Bu âyetlerde, cinlerden bâzılarının kendi kavimlerini uyararak onları İslâm Dîni’ne dâvet ettikleri görülmektedir. İşte İbn-i Abbas Hazretlerinin: ″Cinlerden sâdece uyarıcılar vardır″ dediği de budur.


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 3, s. 340.


﴿ ذٰلِكَ اَنْ لَمْ يَكُنْ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرٰى بِظُلْمٍ وَاَهْلُهَا غَافِلُونَ ﴿١٣١﴾

131. İşte bu (Resullerin gönderilmesi), Rabbinin, beldeler halkını gâfil bir halde bulunurlarken (onları uyarmadan), zulümleri sebebiyle helâk etmek istemediği içindir.

İzah: Allah’u Teâlâ bir kavme, Resûl gönderip onları uyarmadıkça, günah ve isyanlarından dolayı onları helak etmez. Bu husus Sûre-i İsrâ, Âyet 15’te de şöyle geçmektedir: ″… Biz, bir Resûl göndermedikçe (hiçbir kavme) azap etmeyiz.″


﴿ وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِمَّا عَمِلُواۜ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ ﴿١٣٢﴾

132. (Mükellef olan) herkesin, (hayır veya şer) yaptıklarına göre dereceleri vardır. Senin Rabbin, on­ların yaptıklarından gâfil değildir.

İzah: Allah’u Teâlâ, Âdil’dir. Yarattığı herkese kendi varlığını birliğini bulması için akıl ve fırsat vermiştir. Allah’u Teâlâ, yarattığı bütün kullara amellerine göre, mükâfat veya cezâ olarak karşılığını verecektir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Zilzâl, Âyet 7-8’de şöyle buyurmuştur:

İşte her kim zerre kadar bir hayır işlemiş ise, onun mükâfatını görecektir.* Her kim de zerre kadar bir şer işlemiş ise, onun cezâsını görecektir.″

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ لَا يَظْلِمُ الْمُؤْمِنَ حَسَنَةً يُثَابُ عَلَيْهَا الرِّزْقَ فِي الدُّنْيَا وَيُجْزَى بِهَا فِي الْآخِرَةِ وَأَمَّا الْكَافِرُ فَيُعْطَى بِحَسَنَاتِهِ فِي الدُّنْيَا فَإِذَا لَقِيَ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لَمْ تَكُنْ لَهُ حَسَنَةٌ يُعْطَى بِهَا خَيْرًا (حم عن انس)

″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, hiç kimseye haksızlık etmez. Mü’min, yaptığı bir iyilik sebebiyle dünyâda rızıklanır ve bununla beraber âhirette de bunun karşılığını alır. Kâfir ise, yaptığı bir iyilik sebebiyle dünyâda rızıklanır, âhirete vardığında ise bir sevap bulunmaz ki, karşılığında ona hayır verilsin.″[1]


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11816.


﴿ وَرَبُّكَ الْغَنِيُّ ذُو الرَّحْمَةِۜ اِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَسْتَخْلِفْ مِنْ بَعْدِكُمْ مَا يَشَٓاءُ كَمَٓا اَنْشَاَكُمْ مِنْ ذُرِّيَّةِ قَوْمٍ اٰخَر۪ينَۜ ﴿١٣٣﴾

133. Ey Resûlüm! Senin Rabbin, hiçbir şeye muhtaç değildir, rahmet sahibidir. Eğer dilerse sizi helâk eder ve sizden sonra yerinize dilediğini getirir, tıpkı sizi başka bir kavmin soyundan getirdiği gibi.

İzah: Ey Resûlüm! Senin Rabbin, hiçbir şeye muhtaç değildir, rahmet sahibidir; kulları hakkındaki teklifi ve mühlet vermesi hep rahmettir. Ey âsiler! Allah’u Teâlâ’nın size ihtiyacı yoktur. Sizi, sizden evvelki kavmin zürriyetinden nasıl yarattıysa, dilerse, sizi de helâk eder ve sizden sonra, dilediğini sizin yerinize getirir, demektir.

Yine bu mânâda Allah’u Teâlâ Sûre-i Fatır, Âyet 15-17’de şöyle buyurmaktadır:

″Ey insanlar! Siz, Allah’a muhtaçsınız. Allah’u Teâlâ ise hiçbir şeye muhtaç değildir, hamde lâyıktır.* Eğer dilerse, sizi helâk eder ve yerinize başkalarını getirir.* Bu, Allah’a göre zor bir şey değildir.″


﴿ اِنَّ مَا تُوعَدُونَ لَاٰتٍۙ وَمَٓا اَنْتُمْ بِمُعْجِز۪ينَ ﴿١٣٤﴾

134. Şüphesiz size vaad olunan (kıyâmet ve azap), mutlaka yerine gelir. Siz bundan kurtulamazsınız.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

إِنَّ أَحْسَنَ الْحَدِيثِ كِتَابُ اللّٰهِ وَأَحْسَنَ الْهَدْيِ هَدْيُ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَشَرَّ الْأُمُورِ مُحْدَثَاتُهَا وَ {إِنَّ مَا تُوعَدُونَ لَآتٍ وَمَا أَنْتُمْ بِمُعْجِزِينَ} (خ عن ابن مسعود)

″Şüphesiz en güzel söz Allah’ın kitabıdır. En güzel yol da Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in (sünnet ve hadisleriyle gösterdiği) yoludur. İşlerin en kötüsü de, dîne aykırı olarak sonradan çıkarılandır. Sûre-i En’âm, Âyet 134’te Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor: ″Size vaad olunan (kıyâmet ve azap), mutlaka yerine gelir. Siz bundan kurtulamazsınız.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, İ’tisam 2, Edeb 70; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 60.


﴿ قُلْ يَا قَوْمِ اعْمَلُوا عَلٰى مَكَانَتِكُمْ اِنّ۪ي عَامِلٌۚ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَۙ مَنْ تَكُونُ لَهُ عَاقِبَةُ الدَّارِۜ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ ﴿١٣٥﴾

135. Ey Resûlüm! De ki: ″Ey kavmim! Siz bulunduğunuz hâl üzere devam edin. Şüphesiz ben de bulunduğum hâl üzere devam edeceğim. Elbette yakında güzel âkibetin kimin olduğunu bileceksiniz. Şüphesiz ki, zâlimler kurtuluşa eremezler.″


﴿ وَجَعَلُوا لِلّٰهِ مِمَّا ذَرَاَ مِنَ الْحَرْثِ وَالْاَنْعَامِ نَص۪يبًا فَقَالُوا هٰذَا لِلّٰهِ بِزَعْمِهِمْ وَهٰذَا لِشُرَكَٓائِنَاۚ فَمَا كَانَ لِشُرَكَٓائِهِمْ فَلَا يَصِلُ اِلَى اللّٰهِۚ وَمَا كَانَ لِلّٰهِ فَهُوَ يَصِلُ اِلٰى شُرَكَٓائِهِمْۜ سَٓاءَ مَا يَحْكُمُونَ ﴿١٣٦﴾

136. Mekke müşrikleri, Allah’u Teâlâ’nın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan bir pay ayırdılar ve bâtıl zanlarınca, ″Bu, Allah içindir, şu da putlarımız içindir″ dediler. Putları için ayırdıkları, Allah için verilmezdi. Fakat Al­lah için ayırdıkları, putları için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak müfessirler, şu hâdiseyi beyan etmişlerdir:

Mekke müşrikleri ekinlerinin arasına bir hat çeker ve ″Bu Allah’ın, bu da ilahlarımızın″ derlerdi. Aynı şekilde deve, sığır, koyun ve keçilerden de bu şekilde ayırırlardı. Allah’u Teâlâ için ayırdıklarını misafirlere ve fakirlere, putları için ayırdıklarını da o putların bakımına, onların huzurunda yapılacak âyine, kesile­cek kurbanlara sarfedilmek üzere puthâne hizmetçilerine verirlerdi. Eğer Allah’u Teâlâ için ayırdıkları ürün ve hayvanlar çoğalır ve iyi gelişirse, onlardan putlarına verirlerdi. Fakat putlarına ayırdıkları çoğalır ve iyi gelişirse, onlardan Allah’u Teâlâ için vermezler ve putlarına bırakırlardı. ″Allah zengin, putlarımız ise fakir ve muhtaç″ derlerdi. Bu sûrette putlarını Allah’u Teâlâ’ya tercih ederlerdi. Allah için ayırdıklarını putlara sarf eder, fakat putları için ayırdıklarından Allah için sarf etmezlerdi. İşte bu Âyet-i Kerîme, onların bu anlamsız ve çirkin işlerini haber vermektedir.


﴿ وَكَذٰلِكَ زَيَّنَ لِكَث۪يرٍ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ قَتْلَ اَوْلَادِهِمْ شُرَكَٓاؤُ۬هُمْ لِيُرْدُوهُمْ وَلِيَلْبِسُوا عَلَيْهِمْ د۪ينَهُمْۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ ﴿١٣٧﴾

137. Böylece onların ortakları (şeytanlar), müşriklerden birçoğuna, onları helâk etmek ve dinlerini bozmak için çocuklarını öldürmeyi de güzel gösterdi. Allah’u Teâlâ dileseydi, bunları yapamazlardı. Sen onları küfür ve iftiralarında bırak!

İzah: Câhiliye Araplarının, kız çocuklarını öldürdükleri, diri diri toprağa gömdükleri birçok Âyet-i Kerîme’de beyan edilmektedir.

Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Nahl, Âyet 57-58’de de şöyle buyurmuştur:

″Onlar, Allah’a kızlar isnat ederler. Hâşâ! O, bundan uzaktır. Kendilerine ise sevdiklerini (erkek çocuklarını) isnat ederler.* Halbuki onlardan biri, kız çocuğu ile müjdelendiği zaman, içi öfkeyle dolar ve yüzü kapkara kesilir.″

Sonuç olarak; Ey Habîbim! Sen onların yaptıkları bu kötülüklerden ve batıl inançlarından dolayı, sâdece uyar ve onlara hakkı tebliğ et. Eğer dinlemezlerse, onları iftiralarıyla yani küfürleri üzere bırak, ne halleri varsa görsünler, demektir. O dönemde Araplar, Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil’in zamanından beri gelen Hanif yani İslâm inancını, yukarıda geçtiği üzere, kendi bâtıl hurafeleri ile bozmuşlardır.


﴿ وَقَالُوا هٰذِه۪ٓ اَنْعَامٌ وَحَرْثٌ حِجْرٌۘ لَا يَطْعَمُهَٓا اِلَّا مَنْ نَشَٓاءُ بِزَعْمِهِمْ وَاَنْعَامٌ حُرِّمَتْ ظُهُورُهَا وَاَنْعَامٌ لَا يَذْكُرُونَ اسْمَ اللّٰهِ عَلَيْهَا افْتِرَٓاءً عَلَيْهِۜ سَيَجْز۪يهِمْ بِمَا كَانُوا يَفْتَرُونَ ﴿١٣٨﴾

138. Ve bâtıl zanlarınca dediler ki: ″Bu hayvanlar ve ekinler haramdır, bunları dilediğimiz kimselerden (putlara hizmet edenlerden) başkası yiyemez.″ Şunlar da, ″Sırtına binilmesi ve yük yükletilmesi yasaklanmış hayvanlardır″ derler. Bir kısım hayvanları da keserken, üzerlerine Allah’ın ismini zikretmezler. Bütün bunları, (Allah emretti, diye) O’na iftira ederek yaparlar. Elbette Allah’u Teâlâ, bu iftiraları sebebiyle onları cezâlandıracaktır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Said b. el-Müseyb Radiyallâhu anhu’dan şöyle nakledilmiştir:

الْبَحِيرَةُ الَّتِي يُمْنَعُ دَرُّهَا لِلطَّوَاغِيتِ فَلَا يَحْلُبُهَا أَحَدٌ مِنَ النَّاسِ وَالسَّائِبَةُ كَانُوا يُسَيِّبُونَهَا لِآلِهَتِهِمْ لَا يُحْمَلُ عَلَيْهَا شَيْءٌ قَالَ وَقَالَ أَبُو هُرَيْرَةَ قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَأَيْتُ عَمْرَو بْنَ عَامِرٍ الْخُزَاعِيَّ يَجُرُّ قُصْبَهُ فِي النَّارِ كَانَ أَوَّلَ مَنْ سَيَّبَ السَّوَائِبَ وَالْوَصِيلَةُ النَّاقَةُ الْبِكْرُ تُبَكِّرُ فِي أَوَّلِ نِتَاجِ الْإِبِلِ ثُمَّ تُثَنِّي بَعْدُ بِأُنْثَى وَكَانُوا يُسَيِّبُونَهَا لِطَوَاغِيتِهِمْ إِنْ وَصَلَتْ إِحْدَاهُمَا بِالْأُخْرَى لَيْسَ بَيْنَهُمَا ذَكَرٌ وَالْحَامِ فَحْلُ الْإِبِلِ يَضْرِبُ الضِّرَابَ الْمَعْدُودَ فَإِذَا قَضَى ضِرَابَهُ وَدَعُوهُ لِلطَّوَاغِيتِ وَأَعْفَوْهُ مِنَ الْحَمْلِ فَلَمْ يُحْمَلْ عَلَيْهِ شَيْءٌ وَسَمَّوْهُ الْحَامِيَ (خ عن سعيد بن المسيب)

Müşriklerin bâtıl inanışına göre bahîra, sütü putlara bağışlanan, bu sebeple kimsenin sağmadığı devedir. Sâibe, putlar için salıverilip ondan faydalanılmayan ve üzerine hiçbir yük yükletilmeyen devedir. Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu söyledi: ″Ben, İbn-i Amr el-Huzai’yi kendi bağırsaklarını Cehennem ateşinde sürükler bir halde olduğunu gördüm. Çünkü o develeri putlar için salarak, adak yapanların ilkidir.″ Said b. el-Müseyb Radiyallâhu anhu şöyle devam etti: Vasîle, genç devedir ki, birinci ve ikinci doğumda birbiri üzerine dişi doğurması sebebiyle, putlar için terk edilen devedir. Hâm, Kendilerince belirlenen sayıda dişiye çekildikten sonra, putlar için terk edilen erkek devedir. Artık bunun üzerine hiçbir yük yükletilmezdi.[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Menâkib 9, Tefsir-i Mâide 13.


﴿ وَقَالُوا مَا ف۪ي بُطُونِ هٰذِهِ الْاَنْعَامِ خَالِصَةٌ لِذُكُورِنَا وَمُحَرَّمٌ عَلٰٓى اَزْوَاجِنَاۚ وَاِنْ يَكُنْ مَيْتَةً فَهُمْ ف۪يهِ شُرَكَٓاءُۜ سَيَجْز۪يهِمْ وَصْفَهُمْۜ اِنَّهُ حَك۪يمٌ عَل۪يمٌ ﴿١٣٩﴾

139. ″Bu (Bahîra ve Sâibe gibi) hayvanların karınlarındaki yavrular, erkeklerimiz için helâl, kadınlarımız için haramdır. Eğer ölü doğarsa, onlardan erkek ve kadınlar yiyebilir″ dediler. Allah’u Teâlâ, onlara bu isnatlarının (haram ve helâl hususundaki yalanlarının) cezâsını yakında verecektir. Şüphesiz O, hüküm ve hikmet sahibidir ve her şeyi bilendir.


﴿ قَدْ خَسِرَ الَّذ۪ينَ قَتَلُٓوا اَوْلَادَهُمْ سَفَهًا بِغَيْرِ عِلْمٍ وَحَرَّمُوا مَا رَزَقَهُمُ اللّٰهُ افْتِرَٓاءً عَلَى اللّٰهِۜ قَدْ ضَلُّوا وَمَا كَانُوا مُهْتَد۪ينَ۟ ﴿١٤٠﴾

140. Hiçbir bilgiye dayanmadan akılsızca hareket ederek çocuk-larını öldürenler ve Allah’u Teâlâ’nın kendilerine rızık olarak verdiği helâl olan nîmetleri, Allah’u Teâlâ’ya iftira ederek haram sayanlar, elbette hüsrâna uğramışlardır. Muhakkak ki onlar, sapıtmışlar ve doğru yolu bulamamışlardır.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan rivâyet edildiğine göre, bu Âyet-i Kerîme; Râbia, Mudar ve diğer Arap kabilelerinden câhiliye devrinde kız çocuklarını diri diri gömenler hakkında nâzil olmuştur.

Bu Âyet-i Kerîme hakkında yine İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ:

إِذَا سَرَّكَ أَنْ تَعْلَمَ جَهْلَ الْعَرَبِ فَاقْرَأْ مَا فَوْقَ الثَّلَاثِينَ وَمِائَةٍ فِي سُورَةِ الْأَنْعَامِ {قَدْ خَسِرَ الَّذِينَ قَتَلُوا أَوْلَادَهُمْ سَفَهًا بِغَيْرِ عِلْمٍ إِلَى قَوْلِهِ قَدْ ضَلُّوا وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ} (خ عن ابن عباس)

″İslâm’dan önce Arapların cehâletini öğrenmek hoşuna giderse, Sûre-i En’âm, Âyet 130’dan sonrasını oku buyurmuş ve Sûre-i En’âm, Âyet 140’a kadar okumuştur.″[1]

Câhiliye döneminde babalarının, kendi kız çocuklarını diri diri gömüp öldürmelerinin sebebi hakkında Katâde Hazretleri şöyle buyurmuştur: ″Kız çocukları sağ kalıp büyüdükleri tak­dirde, ırz ve namuslarının ayaklar altına alınmasından ve fakirlik korkusundan, babalarının onları daha küçükken öldürdükleri nakledilmiştir.″


[1] Sahih-i Buhârî, Menâkib 10; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No:6952.


﴿ وَهُوَ الَّذ۪ٓي اَنْشَاَ جَنَّاتٍ مَعْرُوشَاتٍ وَغَيْرَ مَعْرُوشَاتٍ وَالنَّخْلَ وَالزَّرْعَ مُخْتَلِفًا اُكُلُهُ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُتَشَابِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍۜ كُلُوا مِنْ ثَمَرِه۪ٓ اِذَٓا اَثْمَرَ وَاٰتُوا حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِه۪ۘ وَلَا تُسْرِفُواۜ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِف۪ينَۙ ﴿١٤١﴾

141. Dalları yerden yüksek veya yeryüzüne yayılmış bahçeler, tatları çeşitli olan hurma ve ekinleri, birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytin ve nar ağaçlarını yaratan O’dur. Bunlar meyve verdikleri vakit, her birinin meyvesinden yiyin ve hasat zamanında hakkını verin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, müsrifleri sevmez.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: Hasat zamanında hakkını verin″ diye geçen ifadeden maksadın, ne olduğu hususunda genel olarak şu üç mânâ verilmiştir.

Birincisi: Hasat zamanında bunlardan tasadduk edin, demektir. Çünkü bu âyet bâzı tefsir âlimlerine göre; zekâtın farz kılınmasından evvel nâzil olduğundan, burada geçen haktan maksat, miktarı belirsiz bir tasadduktan ibârettir.

İkincisi: Hasat zamanında Allah’a hamd ederek O’na kulluk ve ibâdet edin, demektir.

Üçüncüsü: Hasat zamanında hakkını verin, yani oturduğunuz toprağı düşmana karşı muhafaza eden devlete öşrü (vergiyi) verin, demektir. Ömer Nasuhi Bilmen, tefsirinde bu mânâya yer verir ve der ki:

″Bu âyette geçen haktan maksat, ürünlerin usulü dairesinde onda birini veya yirmide birini selâhiyet sahibi makama (devlete) vermektir.″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

فِيمَا سَقَتْ الْأَنْهَارُ وَالْعُيُونُ الْعُشْرُ وَمَا سُقِيَ بِالسَّوَانِي فَفِيهِ نِصْفُ الْعُشْرِ (خ م د عن جابر)

″Nehirlerin ve pınarların (kendiliğinden akarak) suladığı arazi mahsulünde öşür (onda bir), hayvanla çıkarılan (yani kendi imkânlarıyla çıkarılan) su ile sulanan arazi mahsullerinde ise yarım öşür (yirmide bir) vergi vardır.″[1]

Öşür ile zekât birbirinden farklıdır. Çünkü öşür genel olarak onda birdir, zekât ise kırkta birdir. Öşür mahsul çıkar çıkmaz verilir, zekât üzerinden sene geçince verilir. Öşürü millet verir, devlet alır; zekâtı zengin verir, fakir alır. Zengin veya fakir, malı olan herkesin devlete öşür vermesi mecbûrîdir. Eğer kişi gelirinin onda biri oranında devlete vergi vermişse öşür vermesi gerekmez. Çünkü öşür, zâten devlete verilen bir vergidir. Zekâtta, belli bir nisap miktarı aranırken, öşürde böyle bir nisap yoktur. Nitekim İmam-ı Âzam Efendimiz; öşürde nisap aranmaksızın az veya çok, yerden çıkan her mahsüle öşür düşeceği kanaatindedir.

Bâzen kitaplarda öşüre, zekât tâbirinin kullanılmasının sebebi, daha evvel İslâm devletinde öşürü de, zekâtı da devlet topladığı içindir. Devlet, öşürü, Müslümanların topraklarını düşmandan koruduğundan dolayı, kendi bekâsı için vergi olarak alır. Zekât olarak topladıklarını ise fakirlere dağıtırdı.

Bu hususta Ebû Yusuf, Amr b. Şuayb Radiyallâhu anhu’dan şu hâdiseyi nakleder:

Tâif emiri,Hz. Ömer‘e yolladığı mektupta şöyle yazmıştı: ″Arı sahipleri vaktiyle Resûlullah’a vermekte oldukları bal öşürünü bize vermekten imtinâ ediyorlar, buna mukâbil bizden vâdilerini (bağ ve bahçelerini) korumamızı istiyorlar. Bu husustaki görüşünüzü bana yazın ki, ona göre hareket edeyim.″

Hz. Ömer şöyle yazdı: ″Eğer onlar Resûlullah’a vermekte oldukları miktarı sana da verirlerse vâdilerini (bağ ve bahçelerini) koru, eğer vermezlerse vâdilerini koruma. Onlar, Resûlullah’a on kırbadan bir kırba veriyorlardı.[2]

Öşür arazileri, Müslümanlara ait olan topraklardır. Bunlardan onda bir veya duruma göre yirmide bir oranında alınan vergiye öşür denilmiştir. Haraç arazileri de gayr-i müslimlere ait olan topraklardır. Bunlardan alınan vergiye de haraç vergisi denilmiştir. Öşürün oranı Hadis-i Şerif’lerde belirlendiği için, devlet bunda artırma veya eksiltme yapamaz. Ancak devlet, haraç vergisini gayr-i müslimlerin durumuna göre istediği oranda artırabilir. Bu onların kuvvetlenip Müslümanlara ve devlete silahlanıp karşı koymamaları içindir. Bu sebeple gayr-i müslimler, devletin belirlediği haracı vermeye mecburdurlar.

Öşür ve haraç hakkında el-Alâ b. el-Hadramî Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

بَعَثَنِي رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِلَى الْبَحْرَيْنِ أَوْ إِلَى هَجَرَ فَكُنْتُ آتِي الْحَائِطَ يَكُونُ بَيْنَ الْإِخْوَةِ يُسْلِمُ أَحَدُهُمْ فَآخُذُ مِنَ الْمُسْلِمِ الْعُشْرَ وَمِنَ الْمُشْرِكِ الْخَرَاجَ (ه عن العلاء بن الحضرمى)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem beni, Bahreyn’e veya Hecer’e gönderdi. Ben orada iki kardeş arasında müşterek olan bahçeye haraç almak için giderdim. Kardeşlerden birisi Müslümanlığı kabul etti. Artık Müslüman olan kardeşten öşür, müşrik olan kardeşten de haraç alırdım.″[3]


[1] Sahih-i Buhârî, Zekât 55; Sahih-i Müslim, Zekât 1 (7 Sünen-i Ebû Dâvud, Zekât 11.

[2] Ebû Yusuf, Kitâb’ul-Haraç, s. 124.

[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Zekât 22.


﴿ وَمِنَ الْاَنْعَامِ حَمُولَةً وَفَرْشًاۜ كُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُ وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۜ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌۙ ﴿١٤٢﴾

142. Yük taşıyan ve kıllarından döşek yapılan hayvanları yaratan da O’dur. Allah’u Teâlâ’nın size rızık olarak verdiği (helâl olan) şeylerden yiyin. Şeytanın adımlarına (vesvesesine) uymayın. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere daha birçok Âyet-i Kerîme’de, hayvanların, insanların istifâdesi için yaratıldığı beyan edilmektedir.

Bu husus Sûre-i Yâsîn, Âyet 71-73’te de şöyle geçmektedir:

″Onlar, kendileri için bizzat kudretimizin eseri olarak yarattığımız hayvanları görmüyorlar mı? Üstelik bunlara sahiptirler.* Biz o hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Onlardan bir kısmını binek olarak kullanırlar, bir kısmını da yerler.* Onlar için bu hayvanlarda nice faydalar ve içilecek sütler vardır. Hâlâ şükretmezler mi?″


﴿ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍۚ مِنَ الضَّأْنِ اثْنَيْنِ وَمِنَ الْمَعْزِ اثْنَيْنِۜ قُلْ آٰلذَّكَرَيْنِ حَرَّمَ اَمِ الْاُنْثَيَيْنِ اَمَّا اشْتَمَلَتْ عَلَيْهِ اَرْحَامُ الْاُنْثَيَيْنِۜ نَبِّؤُ۫ن۪ي بِعِلْمٍ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَۙ ﴿١٤٣﴾ وَمِنَ الْاِبِلِ اثْنَيْنِ وَمِنَ الْبَقَرِ اثْنَيْنِۜ قُلْ آٰلذَّكَرَيْنِ حَرَّمَ اَمِ الْاُنْثَيَيْنِ اَمَّا اشْتَمَلَتْ عَلَيْهِ اَرْحَامُ الْاُنْثَيَيْنِۜ اَمْ كُنْتُمْ شُهَدَٓاءَ اِذْ وَصّٰيكُمُ اللّٰهُ بِهٰذَاۚ فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا لِيُضِلَّ النَّاسَ بِغَيْرِ عِلْمٍۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ۟ ﴿١٤٤﴾

143-144. (Allah’u Teâlâ’nın faydalanmanız için yarattığı) o hayvanlar, sekiz sınıftır. İkisi koyun, ikisi keçidir. Ey Resûlüm! De ki: ″ Allah’u Teâlâ bunların erkeklerini mi, yoksa dişilerini mi, yoksa dişilerinin karnındaki yavrularını mı haram etti? Eğer dâvânızda doğru iseniz, bunu bana bir ilimle haber verin.″* Ve geri kalan o sekiz sınıftan ikisi deve, ikisi de sığırdır. Ey Habîbim! De ki: ″Allah’u Teâlâ bunların erkeklerini mi, yoksa dişilerini mi, yoksa dişilerinin karnındaki yavruları mı haram etti? Yoksa Allah’u Teâlâ bunların haram olduğunu tavsiye ettiği vakit, hazır mı idiniz?″ İnsanları dalâlete düşürmek için bilgisizce Allah’a karşı yalan uyduran kimseden daha zâlim kim vardır? Şüphesiz Allah’u Teâlâ, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez.

İzah: Bu âyetlerde Allah’u Teâlâ, taptıkları putları Allah’u Teâlâ’ya denk tutan müşriklerin, bir kısım hayvanları, Sûre-i En’âm, Âyet 138-139’da da açıklandığı üzere Bahire, Sâibe, Vasîle ve Hâm diye isimler takarak haram kılmalarını kınamakta ve bu câhiliye âdetlerini reddetmektedir.[1]


[1] Bu hususta yine Sûre-i En’âm, Âyet 138 ve izahına bakınız.


﴿ قُلْ لَٓا اَجِدُ ف۪ي مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيَّ مُحَرَّمًا عَلٰى طَاعِمٍ يَطْعَمُهُٓ اِلَّٓا اَنْ يَكُونَ مَيْتَةً اَوْ دَمًا مَسْفُوحًا اَوْ لَحْمَ خِنْز۪يرٍ فَاِنَّهُ رِجْسٌ اَوْ فِسْقًا اُهِلَّ لِغَيْرِ اللّٰهِ بِه۪ۚ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَاِنَّ رَبَّكَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿١٤٥﴾

145. Ey Resûlüm! De ki: ″Bana vahyedilenler içinde, bir kimsenin yiyecekleri arasında, murdar olan hayvan yahut dökülmüş kan veya domuz eti ki, şüphesiz o necistir (murdardır) yahut haktan saparak Allah’tan başkası adına kesilen hayvandan başka, yenilmesi haram olan bir şey bulmadım. Fakat çâresiz kalan kimsenin, isyan etmeden ve zaruret ölçüsünü aşmadan (ölmeyecek kadar) bunlardan yemesinde bir günah yoktur. Şüphesiz senin Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.″

İzah: Haram kılınan hususlar ile ilgili geniş bilgi için bu Âyet-i Kerîme’nin benzeri olan Sûre-i Bakara, Âyet 173’ün izahına bakınız.


﴿ وَعَلَى الَّذ۪ينَ هَادُوا حَرَّمْنَا كُلَّ ذ۪ي ظُفُرٍۚ وَمِنَ الْبَقَرِ وَالْغَنَمِ حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ شُحُومَهُمَٓا اِلَّا مَا حَمَلَتْ ظُهُورُهُمَٓا اَوِ الْحَوَايَٓا اَوْ مَا اخْتَلَطَ بِعَظْمٍۜ ذٰلِكَ جَزَيْنَاهُمْ بِبَغْيِهِمْۘ وَاِنَّا لَصَادِقُونَ ﴿١٤٦﴾ فَاِنْ كَذَّبُوكَ فَقُلْ رَبُّكُمْ ذُو رَحْمَةٍ وَاسِعَةٍۚ وَلَا يُرَدُّ بَأْسُهُ عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِم۪ينَ ﴿١٤٧﴾

146-147. Yahudilere her tırnaklı hayvanı haram kıldık. Sığır, koyun ve keçinin sırtlarına ve bağırsaklarına yapışan yağlar ve kuyruk kemiğine ve etlere yapışan yağlar müstesnâ olmak üzere, iç yağlarını da haram kıldık. İşte bunu, azgınlıkları sebebiyle onlara cezâ olarak yaptık. Şüphesiz ki Biz, sözümüzde elbette doğruyuz.* Ey Resûlüm! Seni yalanlarlarsa, onlara de ki: ″Rabbiniz, geniş rahmet sahibidir (sizi cezâlandırmada acele etmez). Fakat onun azâbı da mücrim olan bir toplumdan geri çevrilmez.″

İzah: Allah’u Teâlâ Âyet-i Kerîme’de: ″Yahudilere her tırnaklı hayvanı haram kıldık″ diye buyurmaktadır. Bu ifade, Yahudilere her tek tır­naklı veya bitişik tırnaklı deve, deve kuşu, ördek ve benzeri hayvanları haram kıldık, demektir.

Yine bu âyetler hakkında şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّهُ سَمِعَ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ عَامَ الْفَتْحِ وَهُوَ بِمَكَّةَ إِنَّ اللّٰهَ حَرَّمَ بَيْعَ الْخَمْرِ وَالْمَيْتَةَ وَالْخِنْزِيرَ وَالْأَصْنَامَ فَقِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَرَأَيْتَ شُحُومَ الْمَيْتَةِ فَإِنَّهُ يُطْلَى بِهَا السُّفُنُ وَيُدْهَنُ بِهَا الْجُلُودُ وَيَسْتَصْبِحُ بِهَا النَّاسُ فَقَالَ لَا هُوَ حَرَامٌ ثُمَّ قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عِنْدَ ذَلِكَ قَاتَلَ اللّٰهُ الْيَهُودَ إِنَّ اللّٰهَ لَمَّا حَرَّمَ عَلَيْهِمْ شُحُومَهَا أَجْمَلُوهُ ثُمَّ بَاعُوهُ فَأَكَلُوا ثَمَنَهُ ( خ م عن جابر)

Câbir Radiyallâhu anhu, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i Mekke’de fetih yılında şöyle buyururken işitmiştir: ″Allah’u Teâlâ içkinin, murdar olarak ölmüş hayvanın, domuzun ve putun alışverişini yasakladı.″ ″Yâ Resûlallah! Murdar olarak ölmüş hayvanların iç yağı hakkında ne buyurursunuz. Zîrâ onunla gemiler yağlanır, derilere sürülür ve kandiller aydınlatılır″ denildi. Bunun üzerine: ″O haramdır″ buyurdu ve sözüne şöyle devam etti: ″Allah, Yahudilerin canını alsın! Allah onlara murdar olarak ölmüş hayvanların iç yağını haram kıldı. Fakat onlar bu yağı erittiler ve sonrada satıp parasını yediler.″[1]

Buradan anlaşılan, Ashâbın iç yağı hakkında ne dersiniz? diye sorması, yenmesi hakkında değildir. Çünkü ölmüş murdar bir hayvanın eti zâten haramdır. Öğrenilmek istenilen, iç yağıyla gemiler yağlanması, derilere sürülmesi, aydınlatma amacıyla kandillerde yakılması ve ayrıca alım satımına dair helâl olup olmadığı hususudur. Bu husus İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te ise, şöyle geçmektedir:

رَأَيْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ جَالِسًا عِنْدَ الرُّكْنِ قَالَ فَرَفَعَ بَصَرَهُ إِلَى السَّمَاءِ فَضَحِكَ فَقَالَ لَعَنَ اللّٰهُ الْيَهُودَ ثَلَاثًا إِنَّ اللّٰهَ حَرَّمَ عَلَيْهِمْ الشُّحُومَ فَبَاعُوهَا وَأَكَلُوا أَثْمَانَهَا وَإِنَّ اللّٰهَ إِذَا حَرَّمَ عَلَى قَوْمٍ أَكْلَ شَيْءٍ حَرَّمَ عَلَيْهِمْ ثَمَنَهُ (د وعن ابن عباس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i, Makâm-ı İbrâhîm’in arkasında otururken gördüm. Bir ara başını semâya kaldırarak güldü ve üç kez: ″Allah’u Teâlâ Yahudilere lânet etsin!″ buyurdu ve şöyle devam etti: ″Allah’u Teâlâ onlara murdar olarak ölen hayvanların iç yağlarını haram kılmıştı. Onlar ise bunu satıp ücretini yediler. Halbuki Allah’u Teâlâ bir kavme bir şeyin yenmesini haram kılmışsa, onlara bunun ücretini, alım satımını da haram kılmıştır.″[2]


[1] Sahih-i Buhârî, Buyû 112, Meğâzî 50; Sahih-i Müslim, Müsâkât 71 (13 Sünen-i Ebû Dâvud, Buyû 66.

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Büyû 66; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 217.


﴿ سَيَقُولُ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُوا لَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَٓا اَشْرَكْنَا وَلَٓا اٰبَٓاؤُ۬نَا وَلَا حَرَّمْنَا مِنْ شَيْءٍۜ كَذٰلِكَ كَذَّبَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ حَتّٰى ذَاقُوا بَأْسَنَاۜ قُلْ هَلْ عِنْدَكُمْ مِنْ عِلْمٍ فَتُخْرِجُوهُ لَنَاۜ اِنْ تَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَاِنْ اَنْتُمْ اِلَّا تَخْرُصُونَ ﴿١٤٨﴾ قُلْ فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُۚ فَلَوْ شَٓاءَ لَهَدٰيكُمْ اَجْمَع۪ينَ ﴿١٤٩﴾

148-149. Allah’a ortak koşanlar diyeceklerdir ki: ″Eğer Allah dileseydi, biz de ortak koşmazdık, babalarımız da. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.″ Onlardan evvelkiler de (peygamberlerini) böyle yalanlamıştı. Nihâyet azabımızı tattılar. Ey Resûlüm! De ki: ″Bu yaptıklarınızın hak olduğuna dair bildiğiniz bir delil ve burhan varsa beyan edin!″ Bu gibi itikâdlarda bâtıl zandan başka bir şeye tâbi olmuyorsunuz. Siz yalancıdan başka bir şey değilsiniz!* Ey Habîbim De ki: ″Apaçık delil, Allah’a mahsustur. Eğer O dileseydi, elbette hepinizi hidâyete erdirirdi.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Eğer O dileseydi, elbette hepinizi hidâyete erdirirdi″ diye buyrulmaktadır. Yani Allah dileseydi, bütün insanları zorla hidâyete erdirirdi. Fakat bunu dile­medi ve herkesi kendi irâdesine bıraktı. Cenneti de Cehennemi de kazanmak kulun kendi irâdesindedir, demektir.[1]

Bu husus Sûre-i Yûnus, Âyet 99’da da şöyle geçmektedir:

″Ey Resûlüm! Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi îman ederdi. Allah’u Teâlâ istemese de, sen insanları Mü’min olmaları için zorlar mısın?″


[1] Bu konuda geniş bilgi için Sure-i Enfâl, Âyet 51 ve izahına bakınız.


﴿ قُلْ هَلُمَّ شُهَدَٓاءَكُمُ الَّذ۪ينَ يَشْهَدُونَ اَنَّ اللّٰهَ حَرَّمَ هٰذَاۚ فَاِنْ شَهِدُوا فَلَا تَشْهَدْ مَعَهُمْۚ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَٓاءَ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَالَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ وَهُمْ بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ۟ ﴿١٥٠﴾

150. Ey Resûlüm De ki: ″Haydi, bu haram saydıklarınızı, Allah’u Teâlâ’nın haram kıldığına dair şâhitlik edecek olan şâhitlerinizi getirin.″ Eğer onlar yalan yere şâhitlik ederlerse, sen onlarla beraber bulunup kendilerini tasdik etme. Âyetlerimizi yalanlayanların ve âhirete îman etmeyenlerin hevâsına tâbi olma. Onlar, başka şeyleri Rablerine denk tutarlar.


﴿ قُلْ تَعَالَوْا اَتْلُ مَا حَرَّمَ رَبُّكُمْ عَلَيْكُمْ اَلَّا تُشْرِكُوا بِه۪ شَيْـًٔاۜ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَانًاۚ وَلَا تَقْتُلُٓوا اَوْلَادَكُمْ مِنْ اِمْلَاقٍۜ نَحْنُ نَرْزُقُكُمْ وَاِيَّاهُمْۚ وَلَا تَقْرَبُوا الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَۚ وَلَا تَقْتُلُوا النَّفْسَ الَّت۪ي حَرَّمَ اللّٰهُ اِلَّا بِالْحَقِّۜ ذٰلِكُمْ وَصّٰيكُمْ بِه۪ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ ﴿١٥١﴾

151. Ey Resûlüm! De ki: ″Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım: ″O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne ve babanıza güzel muâmele edin. Fakirlikten korkarak çocuklarınızı öldürmeyin. Biz, sizin de onların da rızkını veririz. Gizli ve âşikâr fuhşiyata (zinâ ve benzeri günahlara) yaklaşmayın. Haksız yere Allah’u Teâlâ’nın haram kıldığı nefsi öldürmeyin.″ Akledip düşünesiniz diye, Allah’u Teâlâ size bunları emretti.″

İzah: Büyük günahlar hakkında Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

سَأَلْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَيُّ الذَّنْبِ أَعْظَمُ عِنْدَ اللّٰهِ قَالَ أَنْ تَجْعَلَ لِلّٰهِ نِدًّا وَهُوَ خَلَقَكَ قَالَ قُلْتُ لَهُ إِنَّ ذَلِكَ لَعَظِيمٌ قَالَ قُلْتُ ثُمَّ أَيٌّ قَالَ ثُمَّ أَنْ تَقْتُلَ وَلَدَكَ مَخَافَةَ أَنْ يَطْعَمَ مَعَكَ قَالَ قُلْتُ ثُمَّ أَيٌّ قَالَ ثُمَّ أَنْ تُزَانِيَ حَلِيلَةَ جَارِكَ (م عن عبد اللّٰه(

″Yâ Resûlallah! Allah katında hangi günah daha büyüktür?″ diye sordum. ″Seni yarattığı halde Allah’u Teâlâ’ya ortak koşmandır″ buyurdu. ″Ondan sonra hangisidir?″ dedim. ″Seninle birlikte yemek yiyeceğinden korkarak çocuğunu öldürmendir″ buyurdu. ″Ondan sonra hangisidir?″ dedim. ″Komşunun hanımıyla zinâ etmendir″ buyurdu.[1]

Yine bu Âyet-i Kerîme’de geçtiği gibi, birçok Âyet-i Kerîme’de ve Hadis-i Şerif’te, anne ve babaya güzel muâmelede bulunulması emredil-mektedir.

Bu husus Sûre-i İsrâ, Âyet 23’te de şöyle geçmektedir:

″Rabbin, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi, anne ve babaya güzel muâmelede bulunmanızı emretti. İkisinden biri yahut her ikisi, yanında yaşlanır ve düşkün duruma düşerse, onlardan sıkılıp ″Öf″ bile deme! Onları azarlama ve onlara güzel söz söyle.″

İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

سَأَلْتُ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَيُّ الْعَمَلِ أَحَبُّ إِلَى اللّٰهِ قَالَ الصَّلَاةُ عَلَى وَقْتِهَا قَالَ ثُمَّ أَيٌّ قَالَ ثُمَّ بِرُّ الْوَالِدَيْنِ قَالَ ثُمَّ أَيٌّ قَالَ الْجِهَادُ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ قَالَ حَدَّثَنِي بِهِنَّ وَلَوْ اسْتَزَدْتُهُ لَزَادَنِي (خ عن عبد اللّٰه بن مسعود)

″Yâ Resûlallah! Amellerin hangisi Allah’a daha sevimlidir?″ diye sordum. ″Vaktinde kılınan namazdır″ buyurdu. ″Sonra hangisi?″ dedim. ″Anne ve babaya iyilikte bulunmaktır″ buyurdu. ″Sonra hangisidir?″ dedim. ″Allah yolunda mücâhede etmektir″ buyurdu. Bundan sonra ben sustum. Şâyet daha fazla soracak olsaydım, onlara da cevap verecekti.[2]

Ayrıca Âyet-i Kerîme’de geçen ″Fuhşiyattan″ maksat, zinâ ve benzeri büyük günahlardır. Bu hususta Sûre-i İsrâ, Âyet 32’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur: ″Zinâya yaklaşmayın! Şüphesiz ki o, çok çirkin ve fenâlığı açık olan kötü bir fiildir.″

Ayrıca âyette, meşrû bir hak olmadıkça, Allah’ın haram kıldığı bir nefsi öldürmenin haram kılındığı da açıklanmıştır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا يَحِلُّ دَمُ امْرِئٍ مُسْلِمٍ إِلَّا بِإِحْدَى ثَلَاثِ خِصَالٍ: زَانٍ مِحْصَنٌ يُرْجَمُ أَوْ رَجُلٌ قَتَلَ مُتَعَمِّدًا فَيُقْتَلُ أَوْ رَجُلٌ خَرَجَ مِنَ الْإِسْلَامِ فَحَارَبَ فَيُقْتَلُ أَوْ يُصْلَبُ أَوْ يُنْفَى مِنَ الأَرْضِ (د ن والنحاس والبيهقى عن عائشة)

″Müslüman kişinin kanı, şu üç şeyden biri olmaması durumunda helal değildir. Evli olup da zinâ eden kişi recmedilir. Kasten öldüren kişi (kısasla) öldürülür ve İslâm’dan çıkıp Müslümanlara karşı savaşan kişi ya öldürülür, ya asılır ya da İslâm topraklarından sürgün edilir.″[3]


[1] Sahih-i Müslim, Îman, 38 (141).

[2] Sahih-i Buhârî, Mevâkit’us-Salât 6.

[3] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 5, s. 262; Sünen-i Nesâî, Tahrim’ud-Dem 12; Sünen-i Ebû Dâvud, Hudûd 1.


﴿ وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَت۪يمِ اِلَّا بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُ حَتّٰى يَبْلُغَ اَشُدَّهُۚ وَاَوْفُوا الْكَيْلَ وَالْم۪يزَانَ بِالْقِسْطِۚ لَا نُكَلِّفُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا وَاِذَا قُلْتُمْ فَاعْدِلُوا وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبٰىۚ وَبِعَهْدِ اللّٰهِ اَوْفُواۜ ذٰلِكُمْ وَصّٰيكُمْ بِه۪ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَۙ ﴿١٥٢﴾

152. Yetimin malına yaklaşmayın. Ancak onlar bâliğ olup rüşde erişinceye kadar en güzel bir sûretle yaklaşırsanız başka. Ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın. Biz, kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle sorumlu tutmayız. Söz söylediğiniz vakit (lehinde ve aleyhinde söyleye-ceğiniz kimse) akrabanız dahi olsa adâleti gözetin. Allah’ın ahdini (O’nun emirlerini) yerine getirin. Allah’u Teâlâ size, düşünüp öğüt alasınız diye bunları emretti.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Abdullah İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şöyle nakledilmiştir:

لَمَّا أَنْزَلَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ {وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَتِيمِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ} وَ {إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْمًا} الْآيَةَ انْطَلَقَ مَنْ كَانَ عِنْدَهُ يَتِيمٌ فَعَزَلَ طَعَامَهُ مِنْ طَعَامِهِ وَشَرَابَهُ مِنْ شَرَابِهِ فَجَعَلَ يَفْضُلُ مِنْ طَعَامِهِ فَيُحْبَسُ لَهُ حَتَّى يَأْكُلَهُ أَوْ يَفْسُدَ فَاشْتَدَّ ذَلِكَ عَلَيْهِمْ فَذَكَرُوا ذَلِكَ لِرَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ {وَيَسْأَلُونَكَ عَنْ الْيَتَامَى قُلْ إِصْلَاحٌ لَهُمْ خَيْرٌ وَإِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ} فَخَلَطُوا طَعَامَهُمْ بِطَعَامِهِ وَشَرَابَهُمْ بِشَرَابِهِ (ن عن ابن عباس)

″Yetimin malına yaklaşmayın. Ancak onlar bâliğ olup rüşde erişinceye kadar en güzel bir sûretle yaklaşırsanız başka…″[1] ve ″Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş doldururlar ve onlar yakında şiddetli bir ateşe atılacaklardır[2] diye geçen âyetler nâzil olunca, yanında yetim bulunan kişi, yemeğini onun yemeğinden, içeceğini de onun içeceğinden ayırmaya başladı. Yetimin yemeğinden bir şey arttığı zaman da, yetim onu yiyene veya bozulana kadar saklamaya başladı. Ancak bu durum yetimlere ağır geldi ve bunu Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e söylediler. Bu hâdise üzerine Allah’u Teâlâ: ″… Ey Resûlüm! Sana yetimler hakkında sorarlar. De ki: ″Onları ve mallarını ıslah için müdahaleniz, uzak durmanızdan daha hayırlıdır…″[3] diye geçen âyeti indirdi. Bu âyet indikten sonra da, artık yanında yetim bulunanlar onlarla beraber yemeye ve içmeye başladılar.″[4]


[1] Sûre-i En’âm, Âyet 152.

[2] Sûre-i Nisâ, Âyet 10.

[3] Sûre-i Bakara, Âyet 220.

[4] Sünen-i Nesâî, Vesâya 11; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6809.


﴿ وَاَنَّ هٰذَا صِرَاط۪ي مُسْتَق۪يمًا فَاتَّبِعُوهُۚ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَب۪يلِه۪ۜ ذٰلِكُمْ وَصّٰيكُمْ بِه۪ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ ﴿١٥٣﴾

153. İşte bu, Benim dosdoğru yolumdur. Artık o doğru yolda yürüyün. Sizi doğru yoldan ayırıp tefrikaya düşürecek yollara gitmeyin. Allah’u Teâlâ, sakınasınız diye bunları size emretti.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

خَطَّ لَنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ خَطًّا ثُمَّ قَالَ هَذَا سَبِيلُ اللّٰهِ ثُمَّ خَطَّ خُطُوطًا عَنْ يَمِينِهِ وَعَنْ شِمَالِهِ ثُمَّ قَالَ هَذِهِ سُبُلٌ قَالَ يَزِيدُ مُتَفَرِّقَةٌ عَلَى كُلِّ سَبِيلٍ مِنْهَا شَيْطَانٌ يَدْعُو إِلَيْهِ ثُمَّ قَرَأَ {إِنَّ هَذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبِيلِهِ} (ه حم عن عبد اللّٰه بن مسعود(

Bir gün Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yere bir çizgi çizdi ve ″Bu Allah’ın yoludur″ dedi. Sonra bu çizginin sağında ve solunda başka çizgiler de çizdi ve ″Bunlar da başka yollardır. Bunların her birinin başında, kendisine çağı­ran bir şeytan bulunmaktadır″ buyurdu. Sonra da: ″İşte bu, Benim dosdoğru yolumdur. Artık o doğru yolda yürüyün. Sizi doğru yoldan ayırıp tefrikaya düşürecek yollara gitmeyin…″ diye devam eden Sûre-i En’âm, Âyet 153’ü okudu.[1]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 3928.


﴿ ثُمَّ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ تَمَامًا عَلَى الَّذ۪ٓي اَحْسَنَ وَتَفْص۪يلًا لِكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لَعَلَّهُمْ بِلِقَٓاءِ رَبِّهِمْ يُؤْمِنُونَ۟ ﴿١٥٤﴾

154. Sonra ahkâmıyla güzelce amel edenlere nîmeti tamamlamak, her şeyi açıklamak ve hidâyet ve rahmet olmak üzere Mûsâ’ya kitabı (Tevrat’ı) verdik. Tâ ki (İsrailoğulları), Rablerine kavuşacaklarına îman etsinler.


﴿ وَهٰذَا كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ فَاتَّبِعُوهُ وَاتَّقُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَۙ ﴿١٥٥﴾ اَنْ تَقُولُٓوا اِنَّمَٓا اُنْزِلَ الْكِتَابُ عَلٰى طَٓائِفَتَيْنِ مِنْ قَبْلِنَاۖ وَاِنْ كُنَّا عَنْ دِرَاسَتِهِمْ لَغَافِل۪ينَۙ ﴿١٥٦﴾ اَوْ تَقُولُوا لَوْ اَنَّٓا اُنْزِلَ عَلَيْنَا الْكِتَابُ لَكُنَّٓا اَهْدٰى مِنْهُمْۚ فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَيِّنَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌۚ فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَّبَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَصَدَفَ عَنْهَاۜ سَنَجْزِي الَّذ۪ينَ يَصْدِفُونَ عَنْ اٰيَاتِنَا سُٓوءَ الْعَذَابِ بِمَا كَانُوا يَصْدِفُونَ ﴿١٥٧﴾

155-157. Bu (Kur’ân) da, Bizim indirdiğimiz mübârek bir kitaptır. Artık ona tâbi olun ve muhalefetten sakının ki, rahmete nâil olasınız.* ″Kitap, yalnız bizden önceki iki taifeye (Yahudilere ve Hristiyanlara) indirildi. Biz onların okuduklarından gâfil idik″ dememeniz için bu kitabı (Kur’ân’ı) indirdik.* Yahut, ″Bize kitap indirilseydi, onlardan daha fazla hidâyette olurduk″ dememeniz için bu Kur’ân’ı indirdik. İşte size Rabbinizden apaçık bir delil, hidâyet ve rahmet geldi. Artık Allah’ın âyetlerini yalanlayan ve ondan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim vardır? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, elbette bu yüz çevirmelerinden dolayı şiddetli bir azap ile cezâlandıracağız.


﴿ هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّٓا اَنْ تَأْتِيَهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ اَوْ يَأْتِيَ رَبُّكَ اَوْ يَأْتِيَ بَعْضُ اٰيَاتِ رَبِّكَۜ يَوْمَ يَأْت۪ي بَعْضُ اٰيَاتِ رَبِّكَ لَا يَنْفَعُ نَفْسًا ا۪يمَانُهَا لَمْ تَكُنْ اٰمَنَتْ مِنْ قَبْلُ اَوْ كَسَبَتْ ف۪ٓي ا۪يمَانِهَا خَيْرًاۜ قُلِ انْتَظِرُٓوا اِنَّا مُنْتَظِرُونَ ﴿١٥٨﴾

158. Onlar, îman etmek için kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini ya da Rabbinin bâzı alâmetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin bâzı alâmetlerinin geldiği gün, daha önce îman etmemiş veya îmanıyla bir hayır kazanmamış olan bir kişiye, o zaman ki îmanı fayda vermeyecektir. Ey Resûlüm! De ki: ″Siz bekleyin, şüphesiz biz de bekliyoruz!″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Ebû Said Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي قَوْلِ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ {أَوْ يَأْتِيَ بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ} قَالَ طُلُوعُ الشَّمْسِ مِنْ مَغْرِبِهَا (ت عن ابى سعيد)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Rabbinin bâzı alâmetlerinin geldiği gün…″ diye geçen Sûre-i En’âm, Âyet 158’i okuduktan sonra buyurdu ki: ″Bu âlamet, güneşin batıdan doğmasıdır.″[1]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى تَطْلُعَ الشَّمْسُ مِنْ مَغْرِبِهَا فَإِذَا طَلَعَتْ فَرَآهَا النَّاسُ آمَنُوا أَجْمَعُونَ فَذَلِكَ حِينَ {لَا يَنْفَعُ نَفْسًا إِيمَانُهَا لَمْ تَكُنْ آمَنَتْ مِنْ قَبْلُ أَوْ كَسَبَتْ فِي إِيمَانِهَا خَيْرًا} وَلَتَقُومَنَّ السَّاعَةُ وَقَدْ نَشَرَ الرَّجُلَانِ ثَوْبَهُمَا بَيْنَهُمَا فَلَا يَتَبَايَعَانِهِ وَلَا يَطْوِيَانِهِ وَلَتَقُومَنَّ السَّاعَةُ وَقَدْ انْصَرَفَ الرَّجُلُ بِلَبَنِ لِقْحَتِهِ فَلَا يَطْعَمُهُ وَلَتَقُومَنَّ السَّاعَةُ وَهُوَ يَلِيطُ حَوْضَهُ فَلَا يَسْقِي فِيهِ وَلَتَقُومَنَّ السَّاعَةُ وَقَدْ رَفَعَ أَحَدُكُمْ أُكْلَتَهُ إِلَى فِيهِ فَلَا يَطْعَمُهَا (خ عن ابى هريرة)

″Güneş batıdan doğmadıkça kıyâmet kopmaz. Güneş batıdan doğup da insanlar onu gördüklerinde, hepsi îman ederler. İşte o zaman, ″Rabbinin bâzı alâmetlerinin geldiği gün, daha önce îman etmemiş veya îmanıyla bir hayır kazanmamış olan bir kişiye, o zaman ki îmanı fayda vermeyecektir ″[2] diye buyrulan zamandır. İki kişi elbiselerini aralarında açmışlar, henüz satamamışlar ve toplayamamışlarken kıyâmet kopacak-tır. Kişi, devesinin sütünü sağıp ayrılmışken onu içemeden kıyâmet kopacaktır. Kişi, yiyeceğini ağzına almış fakat henüz yutamamışken kıyâmet kopacaktır.″[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

إِنَّ مِنْ قِبَلِ مَغْرِبِ الشَّمْسِ بَابًا مَفْتُوحًا عَرْضُهُ سَبْعُونَ سَنَةً فَلَا يَزَالُ ذَلِكَ الْبَابُ مَفْتُوحًا لِلتَّوْبَةِ حَتَّى تَطْلُعَ الشَّمْسُ مِنْ نَحْوِهِ فَإِذَا طَلَعَتْ مِنْ نَحْوِهِ لَمْ يَنْفَعْ نَفْسًا إِيمَانُهَا لَمْ تَكُنْ آمَنَتْ مِنْ قَبْلُ أَوْ كَسَبَتْ فِي إِيمَانِهَا خَيْرًا (ه عَنْ صفوان بن عسال)

″Güneşin battığı yerde, genişliği yetmiş yıllık bir mesafe olan açık bir kapı vardır. Bu kapı, güneş batı yönünden doğuncaya kadar, tevbe için açıktır. Güneşin bu yönden doğduğu zamandan itibaren ise, daha önce îman etmemiş veya îmanıyla bir hayır kazanmamış olan bir kişiye, o zaman ki îmanı fayda vermeyecektir.″[4]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 6.

[2] Sûre-i En’âm, Âyet 158.

[3] Sahih-i Buhârî, Rikâk 39.

[4] Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 32.


﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ فَرَّقُوا د۪ينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًا لَسْتَ مِنْهُمْ ف۪ي شَيْءٍۜ اِنَّمَٓا اَمْرُهُمْ اِلَى اللّٰهِ ثُمَّ يُنَبِّئُهُمْ بِمَا كَانُوا يَفْعَلُونَ ﴿١٥٩﴾

159. Şüphesiz ki, dinlerini parça parça edip fırkalara ayrılanlar var ya, sen onlardan mesul değilsin. Onların işi ancak Allah’a aittir. Sonra Allah’u Teâlâ, ne yaptıklarını kendilerine haber verecektir.

İzah: Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledildiğine göre, bu âyette geçen ″Fırkalara ayrılanlardan″ maksat, bu ümmetten ehl-i bid’at olanlardır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

افْتَرَقَتْ الْيَهُودُ عَلَى إِحْدَى وَسَبْعِينَ فِرْقَةً فَوَاحِدَةٌ فِي الْجَنَّةِ وَسَبْعُونَ فِي النَّارِ وَافْتَرَقَتْ النَّصَارَى عَلَى ثِنْتَيْنِ وَسَبْعِينَ فِرْقَةً فَإِحْدَى وَسَبْعُونَ فِي النَّارِ وَوَاحِدَةٌ فِي الْجَنَّةِ وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَتَفْتَرِقَنَّ أُمَّتِي عَلَى ثَلَاثٍ وَسَبْعِينَ فِرْقَةً وَاحِدَةٌ فِي الْجَنَّةِ وَثِنْتَانِ وَسَبْعُونَ فِي النَّارِ قِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَنْ هُمْ قَالَ الْجَمَاعَةُ (ه عن عوف بن مالك)

″Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Biri hâriç hepsi ateştedir. Hristiyanlar da yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Bunlardan da biri hâriç hepsi ateştedir. Muhammed’in canı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Birinden başka hepsi ateştedir.″ ″Yâ Resûlallah! O kurtuluşa eren tek fırka kimlerdir?″ diye sorulunca, buyurdu ki: ″ Ben ve Ashâbımın yolu üzere olanlardır.″[1]

Bu Hadis-i Şerif’ten anlaşılan; Yahudiler, Mûsâ Aleyhisselâm’dan sonra yetmiş bir fırkaya ayrılmış ve daha sonraki gelen Peygamberlere, bunların içinden hak üzere olan bir fırka îman etmiş ve bunlar kurtuluşa ermiştir. Îsâ Aleyhisselâm gelinceye kadar bu durum böyle devam etmiş ve o geldiğinde de, yine hak olan bir zümre hemen ona tâbi olarak kurtuluşa ermiştir. Îsâ Aleyhisselâm’ın göğe yükseltilmesinden sonra, Peygam-berimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanına kadar, Îsâ Aleyhisselâm’ın ümmeti de yetmiş iki fırkaya ayrılmış ve bunlardan da ancak bir fırka kurtulmuştur. Onlardaki hak üzere olan fırka da, Hz. Necâşi ve tâbileri gibi hak üzere olan topluluktur. Bunlar, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in geldiğini haber alır almaz, hemen îman edip, ona tâbi olmuşlardır.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 19’da: Şüphesiz ki, Allah katında tek din İslâm’dır…″ diye buyuruyor.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَا يَسْمَعُ بِى أَحَدٌ مِنْ هَذِهِ الْأُمَّةِ يَهُودِيٌّ وَلَا نَصْرَانِيٌّ ثُمَّ يَمُوتُ وَلَمْ يُؤْمِنْ بِالَّذِى أُرْسِلْتُ بِهِ اِلَّا كَانَ مِنْ أَصْحَابِ النَّارِ (حم م عن ابى هريرة)

″Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan Allah’a yemin ederim ki, her kim Yahudi olsun, Hristiyan olsun beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa, mutlaka Cehennem ehlinden olacaktır.″[2]

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılmasına gelince; Yezid ile başlayan ve Mervanla son bulan seksen yıllık Emeviler döneminde İslâmiyet zaafiyete uğratıldığı için, yetmiş üç ayrı fırka ortaya çıkmıştır. Ebâ Müslim, Emevi saltanatını yıkıp; Peygamberimizin amcası Hz. Abbas’ın soyundan gelen bir zâtı halife yaptı. Bu sebeple onlara ″Abbâsiler″ denildi. O dönemin hükümdarı, ilmine güvendiği beş yüz din ulemâsı seçti. Ortaya çıkan bu yetmiş üç fırkanın itikâdlarına ait görüşlerini âyet ve hadisler ile inceletti. Her birinin âyet ve hadislere ters düşen tarafları vardı. Ancak bunlardan, tek birinin âyet ve hadislere ters düşmediği görüldü. Bu sebeple bu topluluğa, ″Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat″ denildi. Yeryüzünde bulunan Müslümanların hepsi Ehl-i Sünnet’in itikâdı üzere olmaya mecburdur. Ehl-i Sünnet’nin itikâddaki görüşü tektir ve itikâdda imamları da İmam Mâturudî ve İmam Eş’arî’dir. Ehl-i Sünnet, amel bakımından ise dörde ayrılır. O dönemde ilk olarak İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri Hanefi Mezhebi’ni kurmuş ve daha sonra da itikadda aynı olup amel bakımından bâzı farklılıkları olan, Şâfi, Mâliki ve Hanbelî Mezhepleri oluşmuştur. Bu sebepten bu dört mezhebe, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebi denilmiştir.

İşte bu dört mezhebin tamamı, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaşantısında uyguladığı hâli örnek almışlardır. Amel bakımından abdest, namaz, oruç ve benzeri hususlarda Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bâzıları ilk yaptığını, bâzıları da daha sonra yaptığını delil almışlardır. Meselâ: Şafiilerde, kan akması abdesti bozmaz, Hanefiler ise, kan akması abdesti bozar. Yine Şâfiilerde, sabah namazını imsak vaktinde kılmak efdaldir. Hanefilerde ise, sabah namazını ortalık biraz daha aydınlanmaya başlayınca kılmak efdaldir. Bu her iki uygulamada Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından yapılmıştır. Bu dört mezhebin görüşleri âyetlere ve hadislere dayandığı için haktır. Bu, şuna benzemektedir: Ağacın kökü bir olup, dört ayrı kola ayrı aşılar yapılıp farklı meyveler vermesi gibidir. Âğacın kökü îmana misâldir. Kollardaki ayrı aşılar da, bu dört mezhebin arasındaki amelî hususlardaki farklılığın misâlidir. Neticede hepsi de aynı kökten beslenmektedir. Böylece itikâdları tek olduğu için bunların hepsine ″Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Mezhebi″ denilmiştir. Hadis-i Şerif’te geçtiği üzere kurtuluşa erecek bir fırka, bu hak mezhebe tâbii olanlardır.

Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lere uygun olan Ehl-i Sünnet toplumuna; Fırka-i Nâciye (kurtuluşa erenler) de denir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Vedâ Hutbesi’nde bu konuya değinerek şöyle buyurmuştur:

تَرَكْتُ فِيكُمْ أَمْرَيْنِ لَنْ تَضِلُّوا مَا تَمَسَّكْتُمْ بِهِمَا كِتَابَ اللّٰهِ وَسُنَّةَ نَبِيِّهِ (موطأ عن ابى هريرة)

″Size iki şey bırakıyorum ki, bunlara sarıldığınız sürece, aslâ dalâlete düşmezsiniz. Bunlar, Allah’ın kitabı ve O’nun Peygamberinin sünnetidir.″[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

إِنِّي تَارِكٌ فِيكُمْ مَا إِنْ تَمَسَّكْتُمْ بِهِ لَنْ تَضِلُّوا بَعْدِي أَحَدُهُمَا أَعْظَمُ مِنَ الْآخَرِ كِتَابُ اللّٰهِ حَبْلٌ مَمْدُودٌ مِنَ السَّمَاءِ إِلَى الْأَرْضِ وَعِتْرَتِي أَهْلُ بَيْتِي وَلَنْ يَتَفَرَّقَا حَتَّى يَرِدَا عَلَيَّ الْحَوْضَ فَانْظُرُوا كَيْفَ تَخْلُفُونِي فِيهِمَا (ت زيد بن ارقم(

″Ben size iki şey bırakacağım ki, buna sarıldığınızda benden sonra aslâ sapıklığa düşmezsiniz. Bunların ikisinden biri diğerinden büyüktür. O, semâdan yere uzanan bir ip gibi olan Allah’ın kitabıdır. Diğeri de, kendi neslim olan Ehl-i Beytimdir. Bu ikisi mahşer günü havuz başında bana gelinceye kadar aslâ birbirinden ayrılmayacaklardır. Bu iki şey hakkında bana nasıl uyacağınıza dikkat edin.″[4]

Bu Hadis-i Şerif’te Kur’ân‘a itaat edilmesi ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in sünnetlerini en iyi yaşayan Ehl-i Beytine uyulması gerektiği emredilmektedir. Bu sebeple Ehl-i Sünnet âlimleri, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in sünneti üzere olan Ehl-i Beytini örnek almışlardır. Resûlü Ekrem’in Ehl-i Beyti‘nin büyük âlimlerine imam diye hitap edilmesi de bundan dolayıdır. Mesalâ: Ebû Hanife Hazretleri, on iki imamdan biri olan Câfer-i Sâdık Hazretlerini üstâdı olarak kabul etmiş ve daha ilk görüşmesinde onun için:″İnsanların en âlim olanıdır ve meseleler etrafındaki ihtilafları en iyi bilendir″diye buyurmuştur.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ehl-i Beytinden gelen imamlar şu zâtlardır: İmam Ali, İmam Hasan, İmam Hüseyin, İmam Zeynelâbidin b. Hüseyin, İmam Muhammed Bâkır, İmam Câfer-i Sâdık, İmam Mûsâ Kâzım, İmam Ali Rızâ, İmam Muhammed Cevad Takî, İmam Ali Nakî, İmam Hasan b. Ali Askerî Zekî, İmam Muhammed Mehdî.[5] Yine Abdulkadir Geylâni Hazretleri, Ahmed Rufâi Hazretleri ve Seyyid Nizamoğlu Hazretleri gibi Ehl-i Beytten çok sayıda büyük âlim yetişmiştir. İşte bu hadiste, Kur’ân ve sünnet ile amel eden bu gibi Ehl-i Beytten olan zâtlara uyulması gerektiği söylenmiştir.

Peygamber Efendimizin Ehl-i Beytinden olan bu gibi zâtlar, Âyet-i Kerîme’ye ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetlerine yeryüzündeki bütün insanlardan daha fazla önem vererek titizlikle uyarlar ve bunlara uygun amel ederler. Bir kimse her ne kadar ben Ehl-i Beytim dese de, hal ve davranışları âyete ve hadislere uygun değilse, ona tâbi olunmaz ve onun sözüyle de amel edilmez.

Kur’ân ve sünnetin dışına çıkanlar, dalâlete düşen fırkalardır. Yukarıda Hadis-i Şerif’te geçtiği üzere bunların sayısı da yetmiş ikidir. Bu fırkalara: ″Fırka-i Dâlle, Ehl-i Bid‘at veya Beşinci Mezhep″ de denir. Bunların hepsi dâlâlettedir ve sapıktır.

Yine bu Âyet-i Kerîme’de geçen dinde fırkalara ayrılanlar hakkıda Hz. Ömer Radiyallâhu anhu’dan nakledildiğine göre:

أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ لِعَائِشَةَ يَا عَائِشَةُ إِنَّ الَّذِينَ فَارَقُوا دِينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًا هُمْ أَصْحَابُ الْبِدَعِ وَأَصْحَابُ الْأَهْوَاءِ لَيْسَ لَهُمْ تَوْبَةٌ أَنَا مِنْهُمْ بَرِيءٌ وَهُمْ مِنِّي بِرَاءُ (طس عن عمر)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Âişe’ye şöyle buyurdu: ″Yâ Aişe! Sûre-i En’âm, Âyet 159’da ki kişiler, bid’at ve hevâ sahipleridir. Onların tevbesi kabul edilmez. Ben onlardan uzağım, onlar da benden uzaktır.″[6]

Ehl-i Bid‘ad, Ehl-i Sünnet‘in zıttıdır. Bir bid‘at kalkar yerine bir sünnet gelir. Bir sünnet kalkar yerine bir bid‘at gelir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا أَحْدَثَ قَوْمٌ بِدْعَةً إِلَّا رُفِعَ مِثْلُهَا مِنَ السُّنَّةِ (حم عن غضيف بن الحارث)

″Bir kavim, kötü bir bid’at ihdas ederse, ihdas ettiği bid’at kadar sünnet ortadan kalkar.″[7]

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in çok sayıda Hadis-i Şerif’i nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

اِنَّ اللّٰهَ تَعَالَى لَا يَقْبَلُ لِصَاحِبِ بِدْعَةٍ صَوْمًا وَلَا صَلَاةً وَلَا صَدَقَةً وَلَا حَجًّا وَلَا عُمْرَةً وَلَا جِهَادًا وَلَا صَرْفًا وَلَا عَدْلًا حَتَّى يَخْرُجَ مِنَ الْإِسْلَامِ كَمَا تَخْرُجُ الشَّعَرَةُ مِنَ الْعَجِينِ (ه الديلمى عن حذيفة)

″Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, bid‘at ehlinin orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, sarfiyatını ve adâletini kabul etmez. Hattâ İslâmlıktan deriden kılın ayrıldığı gibi çıkar, ayrılırlar.″[8]

اِذَا ظَهَرَتِ الْبِدَعُ وَلَعَنَ آخِرُ هَذِهِ الْاُمَّةِ اَوَّلَهَا فَمَنْ كَانَ عِنْدَهُ عِلْمٌ فَلْيَنْشُرْهُ فَاِنَّ كَاتِمَ الْعِلْمِ يَوْمَئِذٍ كَكَاتِمِ مَا اَنْزَلَ اللّٰهُ عَلَى مُحَمَّدٍ (ابن عساكر عن معاذ)

″Bid’atler yayıldığı ve bu ümmetin sonra gelenleri öncekilere lânet ettiği (reddettiği) zaman, kendinde ilim olanlar onu yaysın. Zîrâ böyle zamanda ilmini gizleyen kimse, Allah’u Teâlâ’nın Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e indirdiğini gizleyen kimse gibidir.″[9]

مَنْ أَحْيَا سُنَّةً مِنْ سُنَّتِي فَعَمِلَ بِهَا النَّاسُ كَانَ لَهُ مِثْلُ أَجْرِ مَنْ عَمِلَ بِهَا لَا يَنْقُصُ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْئًا وَمَنْ ابْتَدَعَ بِدْعَةً فَعُمِلَ بِهَا كَانَ عَلَيْهِ أَوْزَارُ مَنْ عَمِلَ بِهَا لَا يَنْقُصُ مِنْ أَوْزَارِ مَنْ عَمِلَ بِهَا شَيْئًا (ه عن عمرو بن عوف المزنى)

″Kim benim bir sünnetimi ihyâ ederek insanların onunla amel etmelerine vesîle olursa, o insanların kazanacağı sevaplardan hiçbir şey eksiltilmeden onların sevabından bir katını almış olacaktır. Kim de bir bid’at icad ederek onunla amel edilmesine vesîle olursa, o bid’at ile amel edenlerin yüklenecekleri günahlardan hiçbir şey eksiltilmeden onların günahlarının bir katını yüklenmiş olur.″[10]

غَشِيَتْكُمُ السَّكْرَتَانِ سَكْرَةُ حُبِّ الْعَيْشِ وَحُبُّ الْجَهْلِ فَعِنْدَكَ ذَلِكَ لا تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَلا تَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَالْقَائِمُونَ بِالْكِتَابِ وَالسُّنَّةِ كَالسَّابِقِينَ الأَوَّلِينَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالأَنْصَارِ (حل عن عائشة)

″Âhir zamanda iki sarhoşluk sizi kaplar. Birincisi, geçim sarhoş-luğudur. İkincisi de cehâlet sarhoşluğudur. O zaman ne iyiliği emreder, ne de kötülükten nehyedersiniz. İşte o zaman da Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti ile amel edip başkalarına da öğretenler, (derece bakımından) öne geçen Muhâcir ve Ensâr gibidirler.″[11]

İrbad b. Sâriye Radiyallâhu anhu‘dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

وَعَظَنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَوْمًا بَعْدَ صَلَاةِ الْغَدَاةِ مَوْعِظَةً بَلِيغَةً ذَرَفَتْ مِنْهَا الْعُيُونُ وَوَجِلَتْ مِنْهَا الْقُلُوبُ فَقَالَ رَجُلٌ إِنَّ هَذِهِ مَوْعِظَةُ مُوَدِّعٍ فَمَاذَا تَعْهَدُ إِلَيْنَا يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ أُوصِيكُمْ بِتَقْوَى اللّٰهِ وَالسَّمْعِ وَالطَّاعَةِ وَإِنْ عَبْدٌ حَبَشِيٌّ فَإِنَّهُ مَنْ يَعِشْ مِنْكُمْ يَرَى اخْتِلَافًا كَثِيرًا وَإِيَّاكُمْ وَمُحْدَثَاتِ الْأُمُورِ فَإِنَّهَا ضَلَالَةٌ فَمَنْ أَدْرَكَ ذَلِكَ مِنْكُمْ فَعَلَيْهِ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ (ت عن العرباض بن سارية)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün sabah namazından sonra son derece tesirli bir vaaz verdi. Bu vaazın tesirinden gözler yaşardı, kalpler ürperdi. Ashâbdan bir adam: ″Bu öğütler, şüphesiz vedalaşan bir kimsenin öğütleri gibidir. Yâ Resûlallah! Bize neyi vasiyet edersiniz?″ dedi. Resûlü Ekrem şöyle buyurdu: ″Takvâ ile amel etmenizi ve idâreciniz Habeşli bir köle bile olsa, dinleyip itaat etmenizi vasiyet ederim. İçinizde yaşayacak olanlar benden sonra pek çok ayrılık ve anlaşmazlıklara şâhit olacaktır. Dinde yeri olmayan, fakat dindenmiş gibi gösterilmeye çalışılan şeylerden sakınıp uzak durun; çünkü onlar dalâlettir. Sizden her kim bu dönemlere ulaşırsa, benim sünnetime ve hidâyet üzere olan Hulefâ-i Râşidinin sünnetine sıkıca sarılsın. Bu hususta azı dişinizle sıkıca tutunun.″[12]

Buraya kadar anlatılanlardan açıkça anlaşılan şudur ki; Ehl-i Sünnet’i, diğer fırka-i dâlle veya ehl-i bid’at’ten ayıran temel özellik, Kur’ân-ı Kerîm’e ve Sünnet-i Resûlullah’a olan bağlılıktır. Bu sebeple hak olan bu fırkaya ″Ehl-i Sünnet″ yani ″Sünnet Ehli″ adı verilmiştir. Ehl-i Sünnet, itikâdda bir olup, amelde dörde ayrılır. Bunlar da; Hanefi, Şâfi, Mâliki ve Hanbelî Mezhepleri’dir.


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 17. Bu Hadis-i Şerif’in sonunda geçen ″el-Cemaat″ ifadesine, ″Ben ve Ashâbımın yolu üzere olanlardır″ diye mânâ vermemizin sebebi, bu Hadis-i Şerif’in başka rivâyetlerinde, مَا أَنَا عَلَيْهِ وَأَصْحَابِي ″Mâ ene aleyhi ve ashâbî″ diye mânâ verildiği içindir (Sünen-i Tirmizî, Îman 18).

[2] Sahih-i Müslim, Îman 70 (240 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8255.

[3] İmam Mâlik, Muvatta, Kitab’ul-Kader 3.

[4] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 26.

[5] Burada sayılan Muhammed Mehdi ise, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ehl-i Beytinden gelen 12 imamın sonuncusudur. Hadislerde geçen ve ahir zamanda gelecek olan mehdidir.

[6] Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6957.

[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 16356.

[8] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 7; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 92/1.

[9] Râmûz’ul Ehâdîs, s. 54/8; Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 24.

[10] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 15.

[11] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 321/5.

[12] Sünen-i Tirmizî, İlim 15.


﴿ مَنْ جَٓاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ اَمْثَالِهَاۚ وَمَنْ جَٓاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلَا يُجْزٰٓى اِلَّا مِثْلَهَا وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ ﴿١٦٠﴾

160. Bir iyilik yapan kimse için on misli mükâfat vardır. Bir kötülük yapan kimse de, ancak yaptığı kötülüğün misliyle cezâlandırılır. Onlara haksızlık edilmez.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Ebu Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de şöyle buyrulmuştur:

قَالَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ وَقَوْلُهُ الْحَقُّ إِذَا هَمَّ عَبْدِي بِحَسَنَةٍ فَاكْتُبُوهَا لَهُ حَسَنَةً فَإِنْ عَمِلَهَا فَاكْتُبُوهَا لَهُ بِعَشْرِ أَمْثَالِهَا وَإِذَا هَمَّ بِسَيِّئَةٍ فَلَا تَكْتُبُوهَا فَإِنْ عَمِلَهَا فَاكْتُبُوهَا بِمِثْلِهَا فَإِنْ تَرَكَهَا وَرُبَّمَا قَالَ لَمْ يَعْمَلْ بِهَا فَاكْتُبُوهَا لَهُ حَسَنَةً ثُمَّ قَرَأَ {مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا} (ت عن ابى هريرة)

″Allah’u Teâlâ buyurur ki, O’nun sözü haktır: Kulum bir iyilik yapmayı gönlünden geçirirse ona bir sevap yazın. Eğer o iyiliği yaparsa on kat olarak yazın. Eğer bir kötülük yapmayı içinden geçirirse, onu yazmayın. Şâyet o kötülüğü işlerse ona bir günah yazın. Şâyet ondan vazgeçerse veya onu yapmazsa da ona bir sevap yazın.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bunu söyledikten sonra Sûre-i En’âm âyet 160’ı okudu.[1]

Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 261’de de şöyle buyurmuştur:

Mallarını Allah yolunda infak edenlerin misâli, yedi başak veren ve her başağında yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah’u Teâlâ dilediğine kat kat ihsanda bulunur...″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

إِذَا أَحْسَنَ أَحَدُكُمْ إِسْلَامَهُ فَكُلُّ حَسَنَةٍ يَعْمَلُهَا تُكْتَبُ بِعَشْرِ أَمْثَالِهَا إِلَى سَبْعِ مِائَةِ ضِعْفٍ وَكُلُّ سَيِّئَةٍ يَعْمَلُهَا تُكْتَبُ بِمِثْلِهَا حَتَّى يَلْقَى اللّٰهَ (خ م عن أبى هريرة)

″Sizden biri içiyle dışıyla Müslüman olursa, yaptığı her bir hayır en az on mislinden, yedi yüz misline kadar sevabıyla yazılır. İşlediği her bir günah da sâdece misliyle yazılır. Bu hâl, Allah’a kavuşuncaya kadar böyle devam eder.″[2]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 7.

[2] Sahih-i Buhârî, Îman 31; Sahih-i Müslim, Îman 59 (205).


﴿ قُلْ اِنَّن۪ي هَدٰين۪ي رَبّ۪ٓي اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۚ د۪ينًا قِيَمًا مِلَّةَ اِبْرٰه۪يمَ حَن۪يفًاۚ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ ﴿١٦١﴾

161. Ey Resûlüm! De ki: ″Şüphesiz Rabbim, beni dosdoğru yola, sâbit dîne, Hanif (İslâm üzere) olan İbrâhim’in dînine hidâyet buyurdu. O ise, aslâ müşriklerden olmadı.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Hanif″ ifadesi, hakka meyleden anlamına gelmektedir. Kavram olarak da kastedilen, İslâm inancıdır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sabaha uyanınca, şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

أَصْبَحْنَا عَلَى فِطْرَةِ الْإِسْلَامِ وَعَلَى كَلِمَةِ الْإِخْلَاصِ وَعَلَى دِينِ نَبِيِّنَا مُحَمَّدٍ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَعَلَى مِلَّةِ أَبِينَا إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا مُسْلِمًا وَمَا كَانَ مِنْ الْمُشْرِكِينَ (حم عن ابن عبد الرحمن بن ابزى عن ابيه)

″İslâm fıtratı ve ihlas üzerine ve birde Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in dîni üzerine babamız İbrâhim Peygamberin dîni olan İslâm üzerine sabahlamış olduk. O, Hanif (İslâm üzere) idi, Müslüman idi. Ve aslâ müşriklerden olmadı.″[1]


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 14818.


﴿ قُلْ اِنَّ صَلَات۪ي وَنُسُك۪ي وَمَحْيَايَ وَمَمَات۪ي لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ ﴿١٦٢﴾ لَا شَر۪يكَ لَهُۚ وَبِذٰلِكَ اُمِرْتُ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُسْلِم۪ينَ ﴿١٦٣﴾

162-163. Ey Habîbim! De ki: ″Şüphesiz benim namazım, ibâdet-lerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.* O’nun ortağı yoktur. Ben, bununla emrolundum ve ben, Müslümanların (bu ümmetten İslâm’ı kabul edenlerin) ilkiyim.″

İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Câbir Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

ذَبَحَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَوْمَ الذَّبْحِ كَبْشَيْنِ أَقْرَنَيْنِ أَمْلَحَيْنِ مُوجَأَيْنِ فَلَمَّا وَجَّهَهُمَا قَالَ إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ عَلَى مِلَّةِ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا أَنَا مِنْ الْمُشْرِكِينَ إِنَّ صَلَاتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ لَا شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَا مِنْ الْمُسْلِمِينَ اَللّٰهُمَّ مِنْكَ وَلَكَ وَعَنْ مُحَمَّدٍ وَأُمَّتِهِ بِاسْمِ اللّٰهِ وَاللّٰهُ أَكْبَرُ ثُمَّ ذَبَحَ (د عن جابر بن عبد اللّٰه)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Kurban Bayramı günü boynuzlu, alacalı ve hadımlaştırılmış iki koç kesti. Bunları kesime hazırlayıp yönlerini kıbleye çevirince, ″Şüphesiz ben, hanif olarak İbrâhim’in dîni (İslâm) üzere yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben, müşriklerden değilim.″ ″Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.* O’nun ortağı yoktur. Ben, bununla emrolundum ve ben, Müslümanların (bu ümmetten İslâm’ı kabul edenlerin) ilkiyim.″[1] ″Ey Allah’ım! Bu kurban, Senden bir nîmettir. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem ve ümmeti tarafından sırf senin rızân içindir″ diye buyurdu. Bismillâhi Allah’u Ekber deyip, sonra koçu kesti.[2]


[1] Sûre-i En’âm, Âyet 162-163.

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Dahâya 4; Sünen-i İbn-i Mâce, Edâha 1; Sünen-i Tirmizî, Edâha 21; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 14491.


﴿ قُلْ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْغ۪ي رَبًّا وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍۜ وَلَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ اِلَّا عَلَيْهَاۚ وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۚ ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ مَرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ ﴿١٦٤﴾

164. Ey Resûlüm! De ki: ″Ben, Allah’tan başkasını mı Rabb edinmek isterim? Halbuki O, her şeyin Rabbidir. Herkesin günahı kendine aittir. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O zaman, ihtilaf ettiğiniz şeyleri Allah’u Teâlâ size haber verecektir.


﴿ وَهُوَ الَّذ۪ي جَعَلَكُمْ خَلَٓائِفَ الْاَرْضِ وَرَفَعَ بَعْضَكُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَبْلُوَكُمْ ف۪ي مَٓا اٰتٰيكُمْۜ اِنَّ رَبَّكَ سَر۪يعُ الْعِقَابِۘ وَاِنَّهُ لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿١٦٥﴾

165. O, sizi yeryüzünün halifeleri kıldı. Ve size verdiği şeyler konusunda sizi imtihan etmek için derecelerle bâzınızı bâzınızdan üstün kıldı. Şüphesiz senin Rabbin, cezâyı çabuk görendir. Ve muhakkak ki O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الدُّنْيَا حُلْوَةٌ خَضِرَةٌ وَإِنَّ اللّٰهَ مُسْتَخْلِفُكُمْ فِيهَا فَيَنْظُرُ كَيْفَ تَعْمَلُونَ فَاتَّقُوا الدُّنْيَا وَاتَّقُوا النِّسَاءَ فَإِنَّ أَوَّلَ فِتْنَةِ بَنِي إِسْرَائِيلَ كَانَتْ فِي النِّسَاءِ (م عن ابى سعيد الخدرى)

″Şüphesiz dünyâ tatlıdır, yeşildir. Muhakkak ki Allah, sizleri oraya halifeler kılmıştır. Nasıl ameller işleyeceğinize bakmaktadır. Dünyâdan sakının. Kadınlardan sakı­nın. Zîrâ İsrailoğullarının ilk fitnesi kadınlar olmuştur.″[1]

Fahreddin er-Râzî Hazretleri, tefsirinde âyette, ″Derecelerle bâzınızı bâzınızdan üstün kıldı″ diye geçen ifade hakkında şöyle buyurmuştur:

- Bu Âyet-i Celîle işâret ediyor ki; Cenâb-ı Hakk, kullarının ahvâli arasında değişik durumlar yaratmıştır. Bâzılarını yaratılışta, rızıkta, şerefte, akılda, kuvvette, fazilette diğerlerinden üstün kıl­mıştır. Bâzılarını güzel, bâzılarını çirkin, bâzılarını zengin, bâzıla­rını fakir, bâzılarını soylu, bâzılarını basit, bâzılarını kuvvetli, bâzılarını da zayıf yaratmıştır. İşte halkın arasındaki bu değişiklik, derecelerdir. Yani bu durumda üstün gibi gözüken meziyetler aslında bir imtihan vesîlesidir. Bu nîmetlere sahip olan insanların şükrünü yerine getirmek ve hesabını vermek gibi sorumlulukları vardır.

Ehl-i Sünnet inancına göre, bize düşen, Allah’ın takdirine râzı olmaktır. Bu farklılıklarda Allah’u Teâlâ’nın hikmetleri vardır. Allah katında bütün kullar eşittir. Bunların yaptığı amellerden hiçbir şey zâyi edilmez. Allah’u Teâlâ kullarına zerre kadar haksızlık yapmaz. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

ثَلاثَةُ نَفَرٍ كَانَ لأَحَدِهِمْ عَشَرَةُ دَنَانِيرَ فَتَصَدَّقَ مِنْهَا بِدِينَارٍ وَكَانَ لآخَرَ عَشَرَةُ أَوَاقٍ فَتَصَدَّقَ مِنْهَا بِأُوقِيَّةٍ وَآخَرُ كَانَ لَهُ مِائَةُ أُوقِيَّةٍ فَتَصَدَّقَ بِعَشَرَةِ أَوَاقٍ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: هُمْ فِي الأَجْرِ سَوَاءٌ كُلٌّ قَدْ تَصَدَّقَ بِعُشْرِ مَالِهِ… (طب عن ابى مالك الاشعرى(

Üç kişi vardı. Bunlardan birisinin on dinarı bulunuyordu, bundan bir dinar sadaka verdi. Diğerinin on okkası vardı, o da bir okka tasadduk etti. Üçüncüsünün de yüz okkası vardı, bundan on okka sadaka verdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bu üçünün mükâfatı eşittir, çünkü her biri malının onda birini tasadduk etti″ buyurdu.[2]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يَدْخُلُ فُقَرَاءُ الْمُؤْمِنِينَ الْجَنَّةَ قَبْلَ أَغْنِيَائِهِمْ بِنِصْفِ يَوْمٍ خَمْسِ مِائَةِ عَامٍ (ه عن ابى هريرة(

″Mü’minlerin fakirleri, Cennete, zengin olanlardan yarım gün yani beş yüz yıl evvel girerler.″[3]

İşte bu şekilde fakirler, dünyâda iken bir takım sıkıntılara mâruz kalmaları sebebiyle Allah’u Teâlâ mahşerde önce onları Cennete almaktadır.


[1] Sahih-i Müslim, Zikir 26 (99 Sünen-i Tirmizî, Fiten 26.

[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 3361.

[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 6.