Bu sûre 110 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Bu sûre, Allah korkusundan bir mağaraya sığınıp üç yüz dokuz sene uyuyarak büyük bir kerâmete nâil olan Ashâb-ı Kehf’in hallerine dair bilgiler içerdiği için ″Kehf (mağara)″ ismini almıştır. Bu sûre hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ قَرَأَ ثَلَاثَ آيَاتٍ مِنْ أَوَّلِ الْكَهْفِ عُصِمَ مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَّالِ (ت عن ابى الدرداء)
″Her kim Kehf Sûresi’nin başından üç âyet okursa, Deccal’in fitnesinden korunur.″[1]
Ebû Said Hudrî Radiyallâhu anhu’dan da şöyle nakledilmiştir:
مَنْ قَرَأَ سُورَةَ الْكَهْفِ لَيْلَةَ الْجُمُعَةِ أَضَاءَ لَهُ مِنَ النُّورِ فِيمَا بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْبَيْتِ الْعَتِيقِ (الدارمى عن ابى سعيد الخدرى)
″Her kim, Cuma gecesi Kehf Sûresi’ni okursa, onun için kendisiyle Beyt’ül-Atîk (Kâbe) arasında bir nûr parlar.″[2]
Yine Hz. Âişe’den de şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: أَلَا أُخْبِرُكُمْ بِسُورَةٍ مَلَأَ عَظَمَتُهَا مَا بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ، وَلِكَاتِبِهَا مِنَ الْأَجْرِ مِثْلُ ذَلِكَ وَمَنْ قَرَأَهَا يَوْمَ الْجُمُعَةِ غُفِرَ لَهُ مَا بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْجُمُعَةِ الْأُخْرَى وَزِيَادَةُ ثَلَاثَةِ أَيَّامٍ وَمَنْ قَرَأَ الْخَمْسَ الْأَوَاخِرَ مِنْهَا عِنْدَ نَوْمِهِ بَعَثَهُ اللّٰهُ أَيَّ اللَّيْلِ شَاءَ؟ قَالُوا: بَلَى يَا رَسُولَ اللّٰهِ. قَالَ: سُورَةُ أَصْحَابِ الْكَهْفِ (ابن مردويه عن عائشة)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Azameti yeri ve göğü dolduran, onu yazdığında aynı sevabı alan, onu Cuma günü okuduğunda, diğer Cuma ve üç gün sonrasına kadar günahları bağışlanan, kişinin uyuyacağı zaman onun son beş âyetini okuduğunda, Allah’u Teâlâ’nın o kişiyi gecenin istediği saatinde uyandıran sûreyi haber vereyim mi?″ diye buyurdu. Ashab: ″Evet, Yâ Resûlallah!″ karşılığını verince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Ashâb-ı Kehf Sûresi’dir″ buyurdu.″[3]
[1] Sünen-i Tirmizî, Fedâil’ül-Kur’ân 5; Ayrıca bakınız: Sahih-i Müslim, Salât’ül-Müsâfirîn 44 (257).
[2] Sünen-i Dârimî, Kur’ân Okumanın Fazileti 18.
[3] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 9, s. 419-420.
﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ﴾
Bismillâhirrahmânirrahîm.
﴿ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا ۜ۔ ﴿١﴾ ﴾
1. Hamd, Allah’u Teâlâ’ya mahsustur ki, kuluna (Muhammed Aleyhisselâm’a) kitabı (Kur’ân’ı) indirdi. Onun lafzında ihtilaf ve mânâsında bir zıtlık yapmadı.
İzah: Allah’u Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’i lafzıyla, tertibiyle en mükemmel bir sûrette indirmiştir. İncil ve Tevrat’ta olduğu gibi, sonradan insanlar tarafından aslâ bir değişime de uğramayacaktır. Bu hususta Sûre-i Hicr, Âyet 9’da Allah’u Teâlâ: ″Şüphesiz ki, Kur’ân’ı Biz indirdik Biz. Onun koruyucusu da elbette Biziz″ diye buyurmuştur.
Yine Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsında da bir zıtlık yoktur. Yani hiçbir âyet diğer bir âyetle asla çelişmez. Nâsih ve Mensuh âyetler vardır. Bunların birisi diğerinin hükmünü değiştirdiği için farklıdır, ancak bir çelişki yoktur. Buna dair Sûre-i Nisâ, Âyet 82’de Allah’u Teâlâ: ″Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer Kur’an, Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, elbette onda birçok ihtilaf bulurlardı″ diye buyurmuştur.
Bu hususta Amr ibn-i Şuayb Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
سَمِعَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَوْمًا يَتَدَارَءُونَ فَقَالَ إِنَّمَا هَلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ بِهَذَا ضَرَبُوا كِتَابَ اللّٰهِ بَعْضَهُ بِبَعْضٍ وَإِنَّمَا نَزَلَ كِتَابُ اللّٰهِ يُصَدِّقُ بَعْضُهُ بَعْضًا فَلَا تُكَذِّبُوا بَعْضَهُ بِبَعْضٍ فَمَا عَلِمْتُمْ مِنْهُ فَقُولُوا وَمَا جَهِلْتُمْ فَكِلُوهُ إِلَى عَالِمِهِ (حم عمرو بن شعيب)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem münâkaşa eden bir grup gördü ve buyurdu ki: ″Sizden öncekiler bu yüzden helâk oldu. Allah’ın kitabının bir bölümünü diğer bir bölümüyle çatışır gördüler. Halbuki Allah’ın kitabının bir bölümü diğer bir bölümünü doğrular mâhiyette indirilmiştir. Bir kısmını diğer bir kısmına dayanarak yalanlamayın. Ondan bildiğinizi söyleyin, bilmediğinizi de onu bilenlere bırakın.″[1]
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 6453.
﴿ قَيِّمًا لِيُنْذِرَ بَأْسًا شَد۪يدًا مِنْ لَدُنْهُ وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِن۪ينَ الَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْرًا حَسَنًاۙ ﴿٢﴾ مَاكِث۪ينَ ف۪يهِ اَبَدًاۙ ﴿٣﴾ وَيُنْذِرَ الَّذ۪ينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًاۗ ﴿٤﴾ مَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍ وَلَا لِاٰبَٓائِهِمْۜ كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ اَفْوَاهِهِمْۜ اِنْ يَقُولُونَ اِلَّا كَذِبًا ﴿٥﴾ ﴾
2-5. Allah’u Teâlâ Kur’ân’ı dosdoğru olarak indirdi ki, katından gelecek şiddetli azap ile kâfirleri korkutsun ve sâlih amellerde bulunan Mü’minlere de güzel bir mükâfat (Cennet) olduğunu müjdelesin.* O Mü’minler, orada ebedî kalacaklardır.* ″Allah, çocuk edindi″ diyenleri de şiddetli azap ile korkutsun diye Kur’ân’ı indirdi.* Böyle diyenlerin de, babalarının da, bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz, ne ağır bir sözdür! Söyledikleri, yalandan başka bir şey değildir.
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere, ″Allah, çocuk edindi″ diye söyleyen zümreler şunlardır:
Hristiyanlar, ″Îsâ Mesih, Allah’ın oğludur″ dediler ve kâfir oldular. Yahudiler de ″Üzeyr, Allah’ın oğludur″ dediler ve kâfir oldular.[1] Müşrikler de ″Melekler, Allah’ın kızlarıdır″ dediler.[2] İşte bunlar, Cehennem azâbına müstehak olacaklardır.
Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَا أَحَدَ أَصْبَرُ عَلَى أَذًى يَسْمَعُهُ مِنَ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ إِنَّهُ يُشْرَكُ بِهِ وَيُجْعَلُ لَهُ الْوَلَدُ ثُمَّ هُوَ يُعَافِيهِمْ وَيَرْزُقُهُمْ (خ عن ابى موسى)
″İşittiği bir eziyete Allah’tan daha çok sabreden hiç kimse yoktur. Kulların rızkını verdiği ve onlara sıhhat ihsan ettiği halde, onlar kendisi için çocuk isnat ederler.″[3]
[1] Sûre-i Tevbe, Âyet 30.
[2] Sûre-i Nahl, Âyet 57.
[3] Sahih-i Buhârî, Tevhid 3; Sahih-i Müslim, Sıfat-ı Kıyâmet 9 (49).
﴿ فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ اِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَسَفًا ﴿٦﴾ ﴾
6. Ey Resûlüm! Onlar, bu Kur’ân’a îman etmiyorlar diye, arkalarından üzülerek neredeyse kendini helak edeceksin!
﴿ اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْاَرْضِ ز۪ينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا ﴿٧﴾ ﴾
7. Biz yeryüzündeki şeyleri oranın bir ziyneti yaptık ki, insanların hangisinin daha güzel bir amelde bulunacağını imtihan edelim.
İzah: Dünyânın bir imtihan yeri olduğuna dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ الدُّنْيَا حُلْوَةٌ خَضِرَةٌ وَإِنَّ اللّٰهَ مُسْتَخْلِفُكُمْ فِيهَا فَيَنْظُرُ كَيْفَ تَعْمَلُونَ فَاتَّقُوا الدُّنْيَا وَاتَّقُوا النِّسَاءَ فَإِنَّ أَوَّلَ فِتْنَةِ بَنِي إِسْرَائِيلَ كَانَتْ فِي النِّسَاءِ (م عن ابى سعيد الخدرى)
″Şüphesiz dünyâ tatlıdır, yeşildir. Muhakkak ki Allah, sizleri oraya halifeler kılmıştır. Nasıl ameller işleyeceğinize bakmaktadır. Dünyâdan sakının. Kadınlardan sakının. Zîrâ İsrailoğullarının ilk fitnesi kadınlar olmuştur.″[1]
[1] Sahih-i Müslim, Zikir 26 (99 Sünen-i Tirmizî, Fiten 26.
﴿ وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَع۪يدًا جُرُزًاۜ ﴿٨﴾ ﴾
8. Biz, elbette (zamanı gelince) yeryüzündeki her şeyi kupkuru toprak hâline getireceğiz.
İzah: Biz, elbette yeryüzünü imar ettikten sonra onu bir gün harabeye çevireceğiz. Bitkisiz, düz, çorak bir arazi hâlini alacaktır. Ona güvenenler, güvendikleri şeyi kaybedecekler. Nihâyet dönüşünüzün Bize olduğu, herkes tarafından anlaşılacaktır. O halde Ey Resûlüm! Yeryüzünün geçici nîmetlerine aldananlara üzülme. Sen, emrolunduğun yolda devam et, demektir.
﴿ اَمْ حَسِبْتَ اَنَّ اَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّق۪يمِ كَانُوا مِنْ اٰيَاتِنَا عَجَبًا ﴿٩﴾ ﴾
9. Ey Habîbim! Yoksa sen, Ashâb-ı Kehf ve Rakîm’i, Bizim şaşılacak âyetlerimizden mi zannettin?
İzah: Ey Habîbim! Sen bu hâdiseleri şaşılacak bir durum olarak görürsün, halbuki bu gibi hâdiseler, âyetlerimizden sâdece bâzılarıdır. Bunlardan daha fazlası vardır, demektir.
Bu âyette geçen ″Ashâb-ı Kehf ve Rakîm″ ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَا تَقُومُ السَّاعَةَحَتَّىيَمُرُّ عِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ بِالرَّوْحَاءِ حَاجًّا أَوْ مُعْتَمِرًا اَوْ لَيَجْمَعُنَّ اللّٰهَ لَهُ بَيْنَ الْحّجِّ وَالْعُمْرَة وَيَجْعَلَ اللّٰهُ تَعَالَى حَوَارِيَّهُ اَصْحَابُ الْكَهْفِ وَالرَّقِيمِ فَيَمُرُّونَ مَعَهُ حُجَّاجًا لَمْ يَحِجُّوا وَلَمْ يَمُوتُوا (مختصر تذكرة القرطبى عن اسماعيل بن اسحق)
″Meryem oğlu Îsâ, Ravha yolundan hac yahut umre yapmak için geçmedikçe kıyâmet kopmaz. Yahut da muhakkak Allah’u Teâlâ, Meryem oğlu Îsâ’ya hac ile umreyi birleştirerek hac ve umreyi beraber yaptırır ve Allah’u Teâlâ Ashâb-ı Kehf ve Rakîm’i, Îsâ’nın Havârileri kılar da onlar, onunla birlikte hac yaparlar. Çünkü onlar hem hac yapmadılar, hem de ölmediler.″[1]
Yine Ashâb-ı Kehf hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَصْحَابُ الْكَهْفِ أَعْوَانُ الْمَهْدِيِّ (ابن مردويه عن ابن عباس)
″Ashâb-ı Kehf, mehdinin yardımcılarıdır.″[2]
Allah’u Teâlâ Ashâb-ı Kehf ile Rakîm’i birbirinden ayırmıştır. Ashâb-ı Kehf (mağara arkadaşları) altı kişiydiler. Yedincileri giderken yolda karşılaştıkları çoban ki, o da onlara katılmıştı. Birde yanlarında kendilerine katılan çobanın köpeği vardı. Bunlar âyetlerde açıklanmıştır. Bu sebeple Ashâb-ı Kehf muhkemdir. Bu Âyet-i Kerîme’de Rakîm de geçmektedir. Fakat Rakîm’in ne olduğu, Âyet-i Kerîme’de ve Hadis-i Şerif’te açıkça belirtilmemiştir. Bu nedenle Rakîm ifadesinden maksadın ne olduğu bilinmediğinden, Rakîm de müteşâbihtir. Müfessirler, bu ifadenin ne anlama geldiğini bilemedikleri için ″Rakîm″ hakkında farklı mânâlar vermişler ve ″Ashâb-ı Kehf’in köpeği, kurşun yahut taştan bir levha, mağaranın bulunduğu mevkî veya köylerinin adı yahut Ashâb-ı Kehf’ten başka üç kişidir″[3] gibi tahmini bilgiler söylemişlerdir.
Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur: ″Vallâhi, Rakîm’in ne olduğunu bilmiyorum. O bir kitap mıdır, yoksa bir yapımıdır, bilmiyorum.″
İşte Kur’ân-ı Kerîm’de geçen Ashâb-ı Kehf’in mânâsı okunur, öğrenilir, bilinir ve söylenir. Ama Rakîm’in mânâsını Allah’tan başkası bilmez. Çünkü Âyet-i Kerîme’de ve Hadis-i Şerif’lerde bunun ne olduğu bildirilmemiştir. Eğer Rakîm muhkem olsaydı, Ashâb-ı Kehf’in ayrıntılı olarak bilindiği gibi, Rakîm’in de bilinmesi gerekirdi.
Muhkem ve Müteşâbih âyetler hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 7 ve izahına bakınız.
[1] İmâm-ı Şa’râni, Muhtasaru Tezkirat’il-Kurtubî, s. 180.
[2] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 9, s. 440.
[3] Bu üç kişi hakkında bakınız: Sahih-i Buhârî, Buyû 98, İcâre 12, Edeb 5; Sahih-i Müslim, Zikir 27 (100).
﴿ اِذْ اَوَى الْفِتْيَةُ اِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَٓا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا ﴿١٠﴾ فَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِن۪ينَ عَدَدًاۙ ﴿١١﴾ ثُمَّ بَعَثْنَاهُمْ لِنَعْلَمَ اَيُّ الْحِزْبَيْنِ اَحْصٰى لِمَا لَبِثُٓوا اَمَدًا۟ ﴿١٢﴾ ﴾
10-12. Ey Resûlüm! Zikret o vakti ki, o gençler mağaraya sığındılar ve ″Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizi tâlip olduğumuza ulaştıracak yola sevk et″ dediler.* Biz de onları yıllarca mağarada uyuttuk.* Sonra onları uyandırdık ki, (onların ne kadar uyuduklarında ihtilaf eden) iki taifeden hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesab ettiklerini bilelim.
﴿ نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَاَهُمْ بِالْحَقِّۜ اِنَّهُمْ فِتْيَةٌ اٰمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًىۗ ﴿١٣﴾ ﴾
13. Ey Resûlüm! Biz onların haberlerini doğru olarak sana beyan ediyoruz. Şüphesiz ki onlar, Rablerine îman eden birkaç genç idiler. Biz de onların hidâyetlerini artırdık.
﴿ وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ۬ا مِنْ دُونِه۪ٓ اِلٰهًا لَقَدْ قُلْنَٓا اِذًا شَطَطًا ﴿١٤﴾ ﴾
14. Onlar, kalkıp: ″Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. O’ndan başkasına aslâ ilah diye tapmayız. Eğer bunun aksini diyecek olursak, muhakkak haktan çok uzak bir söz söylemiş oluruz″ dedikleri vakit, kalplerini kuvvetlendirdik.
İzah: Ashâb-ı Kehf zamanında, Takyanus diye bir padişah vardı. Kendisi, tanrılık iddia ediyordu. Yanında, altı veziri vardı. Bir gün çok kıymetli bir şehrini düşman almıştı. Takyanus bunu duydu ve çok üzüldü, üzüntüsünden bayıldı. Kendisini zorla ayıktırdılar. Baş veziri Yemliha bunu görmüş, kendi kendine: ″Biz buna, ilah diyorduk, ilah olsa bayılmaması lâzımdı. Demek ki, bizi kandırıyormuş ″diyerek, bunları diğer arkadaşları olan beş vezire anlattı. Onlar: ″Sus, söyleme! duyulursa bizi derhal öldürtür″ dediler. Yemliha: ″Biz, bu yalancı tanrıdan korkuyoruz da, esas bizi yaratan Rabbimizden niçin korkmuyoruz? Rabbimiz, bize mahşerde bunun ilah olmadığını bile bile niçin yanında durdunuz derse, ne cevap vereceğiz? Biz, bunun yanında durursak, herkes gibi bizim de, ona secde etmemiz ve tanrıdır dememiz lâzım. Bu da, bizi yaratan Allah‘ımıza, karşı yapacağımız kulluğa ters düşer″ dedi. Allah korkusu kalplerine girmiş, onları düşündürüyordu. İstifa etseler, kabul etmez ve anlarsa onları öldürtürdü. Hepsinin evi, ailesi, çocuğu, makâmı, serveti ve saltanatları vardı. Böylece her şeylerini sırf Allah korkusundan terkettiler. Bunların hepsinden vazgeçerek gidip bir mağaraya sığındılar.
İşte Ashâb-ı Kehf’in yaptığı bu fedâkarlık, Allah’u Teâlâ‘nın çok hoşuna gitti. Onları bir anda evliyâlığın en üst derecelerine yükseltti. Bu da, her insanın yapamayacağı bir ibâdettir.
﴿ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةًۜ لَوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِمْ بِسُلْطَانٍ بَيِّنٍۜ فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًاۜ ﴿١٥﴾ ﴾
15. Onlar, kendi kavimlerine işâretle: ″Bu kavmimiz, Allah’tan başkasını ilah edindiler. Onlar, bu iddialarının doğru olduğuna dair bir delil getirseler ya! Allah’a yalan isnat edenden daha zâlim kim vardır?″ dediler.
﴿ وَاِذِ اعْتَزَلْتُمُوهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ اِلَّا اللّٰهَ فَأْوُ۫ٓا اِلَى الْكَهْفِ يَنْشُرْ لَكُمْ رَبُّكُمْ مِنْ رَحْمَتِه۪ وَيُهَيِّئْ لَكُمْ مِنْ اَمْرِكُمْ مِرْفَقًا ﴿١٦﴾ ﴾
16. Onlar birbirlerine: ″Mademki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıkları şeylerden uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının. Rabbiniz size rahmetini geniş eder ve işinizde bir kolaylık hazırlar″ dediler.
İzah: Âyet-i Kerîme‘de de geçtiği üzere onlar çok düşündüler başka çıkar bir yol bulamadılar ve ″Ancak biz, her şeyimizden vaz geçip, bir mağaraya saklanmamız lâzım″ dediler. Böylece bu altı kişi saraydan gizlice çıkıp mağaraya sığındılar.
﴿ وَتَرَى الشَّمْسَ اِذَا طَلَعَتْ تَزَاوَرُ عَنْ كَهْفِهِمْ ذَاتَ الْيَم۪ينِ وَاِذَا غَرَبَتْ تَقْرِضُهُمْ ذَاتَ الشِّمَالِ وَهُمْ ف۪ي فَجْوَةٍ مِنْهُۜ ذٰلِكَ مِنْ اٰيَاتِ اللّٰهِۜ مَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِۚ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُرْشِدًا۟ ﴿١٧﴾ ﴾
17. Ey Resûlüm! Onlara baksaydın görürdün ki, güneş doğduğu zaman, onların mağaralarının sağ tarafına meyleder ve batarken de onların sol taraflarına dönerdi. Onlar, mağaranın geniş bir yerinde bulunuyorlardı. İşte bu, Allah’ın kudretini gösteren delillerindendir. Allah’u Teâlâ kime hidâyet ederse, o kimse hidâyete nâil olur, kimi de dalâlette bırakırsa, o kimse için de velî ve mürşid bulamazsın.
﴿ وَتَحْسَبُهُمْ اَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌۗ وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَم۪ينِ وَذَاتَ الشِّمَالِۗ وَكَلْبُهُمْ بَاسِطٌ ذِرَاعَيْهِ بِالْوَص۪يدِۜ لَوِ اطَّلَعْتَ عَلَيْهِمْ لَوَلَّيْتَ مِنْهُمْ فِرَارًا وَلَمُلِئْتَ مِنْهُمْ رُعْبًا ﴿١٨﴾ ﴾
18. Ey Habîbim! O Ashâb-ı Kehf’i görseydin, onları uyanık zannederdin. Halbuki onlar uyuyorlardı. Biz onları sağa sola döndürüyorduk. Köpekleri de ön ayaklarını mağaranın girişine doğru uzatmış yatıyordu. Eğer onları görseydin, elbette onlardan yüz çevirip kaçardın ve elbette onların hâlinden dolayı kalbin korkuyla dolardı.
İzah: Allah’u Teâlâ, melekleri vasıtasıyla onları sağlarından sollarına döndürdüğünü, köpeklerinin de ayaklarını uzatıp, uyumadan yattığını ve onları beklediğini haber vermektedir.
Bunlar, mağarada üç yüz dokuz sene yattılar.[1] Bu süre içinde hep uyudular, köpekleri ise uyumadı. Köpek kendi ağzından dökülen köpüğü yalayarak Allah’ın izniyle hayatta kaldı.
Rivâyet edildiğine göre, yetmiş bin cinnî gelip, ″Bunlar, Allah’ın rahmetine kavuşacaklar″ dediler ve hallerini bozalım diye hücum ettiler. Köpek bunları gördü, onları uzaklaştırmak için her ne kadar uğraştı ise de cinnîler hücum etmeye devam ediyordu. Köpek, çaresiz kaldı ve sonunda ″Hû″ diyerek Allah’u Teâlâ’dan yardım diledi. Köpeğin, ″Hû″ demesi üzerine de Allah’u Teâlâ bu yetmiş bin cinnînin hepsini öldürdü.
Ezen okunurken şeytanlar ezan sesinden kaçarlar, bu hâli gören köpekler de ağızlarını havaya kaldırır ve ulurlar. Bunların bu şekilde ulumaları, Ashâb-ı Kehf’in köpeğinden kalmıştır.
İşte Cennete girecek on hayvandan birisi de, bu köpektir. Nitekim şu on hayvanın Cennete gireceği rivâyet edilmiştir:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Kusvâ isimli devesi veya kendisini Sevr Mağarası’nda bekleyen yılan. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Hz. Ali Efendimize verdiği Düldül adlı beyaz katır. İbrâhim Aleyhisselâm’ın, İsmâil Aleyhisselâm’ın yerine kestiği koç. Sâlih Aleyhisselâm’ın mûcizesi olan deve. Yunus Aleyhisselâm’ı yutan balık. Mûsâ Aleyhisselâm’ın ineği. Üzeyr Aleyhisselâm’ın eşeği. Süleyman Aleyhisselâm’ın karıncası. Süleyman Aleyhisselâm’ın Hüdhüd kuşu. Ashâb-ı Kehf’in Kıtmîr isimli köpeği.
[1] Sûre-i Kehf, Âyet 25.
﴿ وَكَذٰلِكَ بَعَثْنَاهُمْ لِيَتَسَٓاءَلُوا بَيْنَهُمْۜ قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْۜ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۜ قَالُوا رَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَا لَبِثْتُمْ فَابْعَثُٓوا اَحَدَكُمْ بِوَرِقِكُمْ هٰذِه۪ٓ اِلَى الْمَد۪ينَةِ فَلْيَنْظُرْ اَيُّهَٓا اَزْكٰى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُمْ بِرِزْقٍ مِنْهُ وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ اَحَدًا ﴿١٩﴾ اِنَّهُمْ اِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ اَوْ يُع۪يدُوكُمْ ف۪ي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُٓوا اِذًا اَبَدًا ﴿٢٠﴾ ﴾
19-20. Onları böyle nasıl uyuttuysak, mağarada ne kadar zaman kaldıklarını birbirlerine sormaları (İlâhi kudretin sırrına ermeleri) için, öyle de uyandırdık. Onlardan biri: ″Ne kadar yattınız″ dedi. Bâzısı: ″Bir gün yahut bir günden az yattık″ dediler. Diğer bâzıları da dediler ki: ″Ne kadar uyuduğumuzu Rabbimiz daha iyi bilir. İçinizden birini şu gümüş para ile şehre gönderin, ahâliden hangisinin yiyeceği helâl ise ondan size bir rızık getirsin. Fakat çok dikkatli davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.* Çünkü onlar, sizin varlığınızı öğrenirlerse, sizi taşlayarak öldürürler yahut zorla dinlerine döndürürler ve o takdirde ebediyyen kurtuluşa eremezsiniz.″
İzah: Ashâb-ı Kehf uyandıklarında sakalları, saçları, tırnakları aşırı derecede uzamıştı. Karınları tok olup acıkmamışlardı. Köpekleri, her sene tüyünü döktüğü için kocaman bir tüy yığını olmuştu. Onlar dediler ki:
- Biz ne kadar yattık? İçlerinden birisi:
- Dün yattık, bugün kalktık, dedi. Diğer birisi:
- Yarım gün yattık, dedi. Bir diğeri de:
- Bu kadar az yattıysak; saçımız, sakalımız, tırnaklarımız neden bu kadar uzamış? dedi.
Karınlarının acıkmadığından, kendileri de yattıkları yaşta kalktıkları için birazı, ″Bir gün yattık″ dediler. Birazı da, ″Yarım gün yattık″ dediler. Saçlarının, sakallarının uzamasından da çok uzun zaman geçmesi lâzımdı. İçlerinden en büyükleri olan Yemliha:
- Bizim ne kadar yattığımızı ancak Allah bilir, dedi. Mağaraya yatmazdan evvel, çobanın sütünü sattıklarından, yanlarında biraz para vardı. Yemliha:
- Ben gideyim. Bu parayla biraz ekmek alayım. Hem de ayın kaçı, hangi yıldayız, öğreneyim, dedi. Parayı aldı, fırıncıya gitti. Saçları, sakalları birbirine karışmış, çok uzamış, tırnakları çok uzun, çok acaip bir haldeydi. Fırıncıdan ekmek aldı. Parayı verdi. Fırıncı parayı aldı ve:
- Siz define mi buldunuz? Bu para, çok önce yaşamış olan Takyanus’un parası, dedi. Bunlar, hâlen Takyanus’un yaşadığını zannediyorlardı.
Bir insan çok eski, unutulmuş, hükmü geçmiş bir şeyi söylerse, ona ″Kande giden Takyanus″ derler. Bu, ata sözüdür. Yani ″Takyanus zamanı geçti, sen hangi Takyanus’tan bahsediyorsun″ demektir. Yemliha:
- Ben, dün süt sattım, sütün parası, dedi. Fırıncı:
- Bu, çok önce yaşamış olan Takyanus’un parasıdır, dedi. Yemliha:
- Takyanus’un ahvâlinden sorunca da, Fırıncı:
- Takyanus öleli üç yüz sene oldu, dedi.
Takyanus geçmiş. Îsâ Aleyhisselâm gelmiş. O da dünyâdan göğe çekilmiş. Îsâ Aleyhisselâm:
- Bir zaman gelecek, Ashâb-ı Kehf uyanıp zâhire çıkacak, onlara sahip çıkın, demişti. Oranın halkı Müslüman olmuştu. Onun için padişah:
- Ashâb-ı Kehf‘i görene, bulana, yerini haber verene şu kadar ödül vereceğim, demişti. Fırıncı, bunların Ashâb-ı Kehf olduğunu anlayınca, koşarak gelip padişaha haber verdi ve ödülü aldı. Padişah, Yemliha‘yı sarayına çağırttı. Padişah:
- Arkadaşlarını da getirelim, sarayımda rahat edin, dedi. Padişah emretti ve bir tören kıtası hazırlandı. Yemliha‘yı da aldılar. Padişah ve Yemliha önde, tören kıtası arkada, mağaranın kapısına geldiler. Yemliha:
- Benim arkadaşlarım, Takyanus hâlâ sağ diye korkuyorlar. Biz içeri girersek onlar korkarlar. Önden ben gideyim, onlara haber vereyim. Ben, sizi çağırırım. Siz o zaman gelin, dedi ve Yemliha önden gitti.
﴿ وَكَذٰلِكَ اَعْثَرْنَا عَلَيْهِمْ لِيَعْلَمُٓوا اَنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ وَاَنَّ السَّاعَةَ لَا رَيْبَ ف۪يهَاۚ اِذْ يَتَنَازَعُونَ بَيْنَهُمْ اَمْرَهُمْ فَقَالُوا ابْنُوا عَلَيْهِمْ بُنْيَانًاۜ رَبُّهُمْ اَعْلَمُ بِهِمْۜ قَالَ الَّذ۪ينَ غَلَبُوا عَلٰٓى اَمْرِهِمْ لَنَتَّخِذَنَّ عَلَيْهِمْ مَسْجِدًا ﴿٢١﴾ ﴾
21. Böylece, insanları onların hâlinden haberdar ettik ki, Allah’u Teâlâ‘nın (diriltme hususundaki) vaadinin hak olduğunu ve kıyâmetin gerçekleşmesinde de hiçbir şüphe olmadığını bilsinler. Hani bir zaman halk, aralarında Ashab-ı Kehf’in durumu hakkında tartışıyorlardı. Bir kısmı, ″Mağaranın kapısını bir bina ile kapatalım, Rableri onların hâlini daha iyi bilir″ dediler. Görüşleri kabul gören diğer kısım ise, ″Mağaranın önüne mutlaka bir mescit yapmalıyız″ dediler.
İzah: Yemliha, mağaraya girdi ve arkadaşlarına: ″Biz yatalı üç yüz dokuz sene olmuş.[1] Biz yatınca Takyanus ölmüş, Îsâ Aleyhisselâm gelmiş. Bizi haber vermiş, millet bize çok büyük saygı duyuyor. Padişah da geldi. İçeri girebilmesi için bizden izin bekliyor. Biz gidersek birazı elimizi öpecek. Birazı bize vaaz ettirecek. Biz, Takyanus‘un yanında vezirlikten başka bir şey yapmadık. Hiçbir şey bilmiyoruz, ne söyleyeceğiz? Gelin ben bir duâ edeyim, siz de âmin! deyin. Bizi üç yüz dokuz sene saklayan, uyutan Allah’u Teâlâ, kıyâmete kadar bizi saklasın″ dedi ve duâ etti. Bunların hepsi kayboldular.
Kral ilk defa çağırdı, ses çıkmayınca tekrar çağırdı, yine ses çıkmayınca, içeri girdiler. Köpeğin yattığı yeri, tüylerini, Ashâb-ı Kehf‘in yattıklarını, kalkınca oralarda gezdiklerinin izlerine rastladılar. Başka bir şey göremediler. Ve o mağaranın önüne bir mescit yaptılar. Onlar kıyâmete yakın kalkıp, Müslümanlara yardımcı olacaklardır.
İşte bu zâtların Allah’u Teâlâ’nın kudretiyle hâlen uyumaya devam ettikleri ve Hz. Îsâ’nın yeryüzüne inmesiyle tekrar uyanıp ona yardım edeceklerine dair İmam Şa’rani’nin ″Muhtasaru Tezkirat’il-Kurtubî″ adlı eserinde nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اِذَا نَزَلَ عِيسَى عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ قَتَلَ الْمَسِيخ الدَّجَّال وَيَخْرُجُ يَأْجُوج وَمَأْجُوج وَيَمُوتُونَ وَيَبْقَى عِيسَى عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ وَدِينُ الْاِسْلَامِ وَلَا يَعْبُدُ فِى الْاَرْضِ غَيْر اللّٰه وَاَنَّهُ يَحُجُّ، وَيَحُجُّ اَصْحَابُ الْكَهْفِ مَعَهُ (مختصر تذكرة القرطبى)
″Îsâ Aleyhisselâm yeryüzüne inince, Deccal’i öldürecek. Ye’cûc ile Me’cûc çıkacak ve onlar da ölecekler. Îsâ Aleyhisselâm ile İslâm Dîni kalacak. O zaman da yeryüzünde Allah’tan başka hiçbir şeye ibâdet edilmeyecek. Îsâ Aleyhisselâm haccedecek, beraberinde Ashâb-ı Kehf de haccedecekler.″[2]
[1] Onların üç yüz dokuz sene uyudukları Sûre-i Kehf, Âyet 25’te açıkça geçmektedir.
[2] İmâm-ı Şa’râni, Muhtasaru Tezkirat’il-Kurtubî, s. 188-189.
﴿ سَيَقُولُونَ ثَلٰثَةٌ رَابِعُهُمْ كَلْبُهُمْۚ وَيَقُولُونَ خَمْسَةٌ سَادِسُهُمْ كَلْبُهُمْ رَجْمًا بِالْغَيْبِۚ وَيَقُولُونَ سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْۜ قُلْ رَبّ۪ٓي اَعْلَمُ بِعِدَّتِهِمْ مَا يَعْلَمُهُمْ اِلَّا قَل۪يلٌ۠ فَلَا تُمَارِ ف۪يهِمْ اِلَّا مِرَٓاءً ظَاهِرًۖا وَلَا تَسْتَفْتِ ف۪يهِمْ مِنْهُمْ اَحَدًا۟ ﴿٢٢﴾ ﴾
22. ″Onlar üçtü, dördüncüleri köpekleri idi″ diyecekler ve ″Onlar beşti, altıncıları köpekleri idi″ diyecekler. Bu sözleri zandan ibârettir. Üçüncü bir taife de diyecektir ki: ″Onlar, yedi idi, sekizincisi köpekleri idi.″ Ey Resûlüm! ″Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir. İnsanlardan onları bilen pek azdır″ de. Ey Resûlüm! Artık onlar hakkında sana bildirilenler dışında bir tartışmaya girme ve bunlardan hiçbirine Ashâb-ı Kehf ile ilgili bir şey sorma!
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen Ashâb-ı Kehf’in isimlerine dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:
(مَا يَعْلَمُهُمْ إِلا قَلِيلٌ) أَنَا مِنْ أُولَئِكَ الْقَلِيلِ مكسمليثا وَتَمْلِيخَا وَهُوَ الْمَبْعُوثُ بِالْوَرِقِ إِلَى الْمَدِينَةِ وَمرطولس وَيثبونس وَذرتونس وَكفاشطيطوس ومنطنواسيسوس وَهُوَ الرَّاعِي وَالْكَلْبُ اسْمُهُ قِطْمِيرُ قَالَ أَبِوا عبد الرحمن: بَلَغَنِي أَنَّهُ مَنْ كَتَبَ هَذِهِ الأَسْمَاءَ فِي شَيْءٍ وَطَرَحَهُ فِي حَرِيقٍ سَكَنَ الْحَرِيقُ (طس عن ابى عبد الرحمن)
Sûre-i Kehf, Âyet 22’de Ashâb-ı Kehf’in sayıları hakkında: ″İnsanlardan onları bilen pek azdır″ diye geçen kişilerden biri de benim. Bunların isimleri: Meksemilisa, gümüş paralarla şehre gönderilen Temlîha, Mertûlüs, Yesbûnüs, Zertûnes, Kefeştaytûs ve çoban olan Mentanivâsînus’tur. Köpeklerinin adı ise Kıtmîr’dir. Râvi Ebû Abdurrahman dedi ki: ″Bana ulaştığına göre, kim bu isimleri bir şeye yazar da yangına atarsa, ateş hemen sönermiş.″[1]
Bir rivâyete göre de bunların adları sırasıyla; ″Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Debernuş, Şâzenuş″ idi. Bunlar, sarayda büyümüş, Güneş ve sıcak görmemişlerdi. Yolda giderken, sıcakta elleri ve yüzleri kızarırdı. Fazla yol yürümediklerinden ayaklarının altı kabarmış ve patlamıştı. Bu vaziyette iken bir çobanla karşılaştılar. Çobanın adı, ″Kefeştatayyuş″ idi. Çoban:
- Nerden gelip, nereye gidiyorsunuz? diye sordu. Bunlar:
- Biz yolcuyuz, geziyoruz dediler. Çoban:
- Siz kendinizi saklıyorsunuz. Siz, saray adamlarına benziyorsunuz. Güneş‘te boyunlarınız, yüzleriniz kızarmış, ayaklarınız kabarmış, patlamış. Seyyah adam devamlı gezer. Bunlara alışkın olur. Sizin seyyah olmadığınız besbelli, dedi. Bunlar, gizlice aralarında konuşup çobana doğruyu söylemeye karar verdiler. İçlerinden biri:
- Biz, Takyanus‘un yanında vezirdik. Şehri düşman basınca, Takyanus üzüntüsünden bayıldı. Bunu görünce, eğer gerçek bir ilah olsaydı, bayılmazdı, dedim. Bu durumu arkadaşlarıma anlattım. Onlar da benim fikrimi benimsediler. Yanında kalsak, duyarsa, bizi öldürtür. Makam, mevkii, aile, çocuklarımız, şan ve şerefimizi bırakıp her şeyi göze aldık ve kaçtık, dediler. Bunun üzerine çoban:
- Ben de sizinle geleceğim, dedi. Bunlar:
- Senin koyunların, köpeğin var, dediler. Çoban gelince, koyunlar da arkasına düştü. Gelmeye başladı. Çoban:
- Durun! diye çağırdı. Koyunların her birisi birer taş oldu.
Bu sefer köpek arkalarına düştü. Bunlar, çobana:
- Köpek havlar ve yerimizi bildirir, dediler. Çoban, gitsin diye köpeği taşlamaya başladı. Köpek lisâna geldi:
- Beni taşlamayın, söz veriyorum havlamayacağım, dedi ve böylece ″Köpek″ de, kendileri ile beraber geldi.
[1] Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7063.
﴿ وَلَا تَقُولَنَّ لِشَايْءٍ اِنّ۪ي فَاعِلٌ ذٰلِكَ غَدًاۙ ﴿٢٣﴾ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۘ وَاذْكُرْ رَبَّكَ اِذَا نَس۪يتَ وَقُلْ عَسٰٓى اَنْ يَهْدِيَنِ رَبّ۪ي لِاَقْرَبَ مِنْ هٰذَا رَشَدًا ﴿٢٤﴾ ﴾
23-24. Hiçbir şey hakkında, ″Ben bunu mutlaka yarın yaparım″ deme.* Ancak ″İnşâallah (yaparım)″ de. Bunu demeyi unutursan, hatırına geldiğinde Rabbini zikret (İnşâallah de) ve ″Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir dosdoğru hayra eriştirir″ de.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir dosdoğru hayra eriştirir″ diye buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat; Umulur ki, Rabbim Teâlâ, Ashâb-ı Kehf’in kıssasından daha ziyâde Peygamberliğimin ispatına delil olacak ve insanları irşad edecek haberleri ve havâdisi bana bildirir, demektir.
Yahudilerin yönlendirmeleri ile Kureyş müşrikleri, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek ona Ashâb-ı Kehf, Zulkarneyn ve ruh hakkında sormuşlardı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de onlara:
- Yarın sorduğunuz şeyleri size haber vereceğim, diye buyurdu. Fakat İnşâallah demedi. Bunun üzerine müşrikler:
- Bize yarın söylerim, diye vaad etti. İşte on beş gün de oldu, fakat kendisine sorduğumuz şeyleri hâlâ bize haber veremedi, diye dedikodu yapmaya başladılar. Nihâyet on beş gün sonra Ruh hakkındaki Âyet-i Kerîme ve Kehf Sûresi inmiş ve onların sorularına cevap gelmiştir.
Allah’u Teâlâ Sûre-i Kehf, Âyet 23-24’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e; İnşâallah, demeden bir şeyi yarın yaparım diye söylememesi gerektiğini beyan etmiş ve vahyin gecikme sebebinin de bu olduğunu vurgulamıştır.
Nakledildiğine göre, İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ:
أَنَّهُ كَانَ: يَرَى الاسْتِثْنَاءَ وَلَوْ بَعْدَ سَنَةٍ، ثُمَّ قَرَأَ (وَلَا تَقُولَنَّ لِشَيْءٍ إِنِّي فَاعِلٌ ذَلِكَ غَدًا إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ وَاذْكُرْ رَبَّكَ إِذَا نَسِيتَ) يَقُولُ: إِذَا ذَكَرْتَ. (طب عن ابن عباس)
(Unutan için) ″İnşâallah″ demeyi bir sene sonra dahi olsa uygun görür ve ″Hiçbir şey hakkında, ″Ben bunu mutlaka yarın yaparım″ deme.* Ancak ″İnşâallah (yaparım)″ de. Bunu demeyi unutursan, hatırına geldiğinde Rabbini zikret (İnşâallah de)…″ diye devam eden Sûre-i Kehf, Âyet 23-24’ü okurdu.[1]
[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 10906; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7061.
﴿ وَلَبِثُوا ف۪ي كَهْفِهِمْ ثَلٰثَ مِائَةٍ سِن۪ينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا ﴿٢٥﴾ قُلِ اللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا لَبِثُواۚ لَهُ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ اَبْصِرْ بِه۪ وَاَسْمِعْۜ مَا لَهُمْ مِنْ دُونِه۪ مِنْ وَلِيٍّۘ وَلَا يُشْرِكُ ف۪ي حُكْمِه۪ٓ اَحَدًا ﴿٢٦﴾ ﴾
25-26. Ashâb-ı Kehf’in uyuyarak mağaralarında kaldıkları müddet, üç yüz senedir. Dokuz sene de artırdılar.* Ey Resûlüm! De ki: ″Onların mağaralarında ne kadar kaldığını Allah’u Teâlâ daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybını bilmek O‘na mahsustur. O, ne güzel görür ve ne güzel işitir. Onlar için O‘ndan başka bir dost yoktur. O, hükmüne hiçbir kimseyi ortak etmez.″
İzah. Ashâb-ı Kehf üç yüz dokuz yıl yattılar ve yattıkları yaşta kalktılar. Onların ne kadar yattığını Allah’u Teâlâ bilir ve onu kullarına bildirince, kullar da haberdar olurlar. Yoksa Allah bildirmez ise doğrusunu kimse bilemez, demektir.
Miladi takvim ile Hicrî takvim arasındaki fark, her yüz sene de yaklaşık üç senedir. Miladi takvimin üç yüz yılı, Hicri takvimin yaklaşık olarak üç yüz dokuz yılına tekabul eder. Miladi yıl, üç yüz altmış beş gündür. Ay yılı ise, üç yüz elli beş gündür. Fark buradan kaynaklanmak-tadır. İşte âyette üç yüz diye buyrulması miladi yıla göredir, artırarak üç yüz dokuz, diye buyrulması da hicri yıla göredir. Onların, mağarada kaldıklarının tespit edilmesinden, bu sûrenin inişine ve uyanacakları zamana kadar geçen süreyi de ancak Allah’u Teâlâ bilir.
Ashâb-ı Kehf’in başından geçen bu hâdise, yani ölmeden üç yüz dokuz sene uyumaları büyük bir kerâmettir. Sûre-i Bakara, Âyet 259’da geçtiği üzere, Üzeyr Aleyhisselâm da yatıp yüz sene sonra kalkmıştı. İşte bu türden olağanüstü hâdiseler, Peygamberler tarafından gerçekleşirse, buna ″Mûcize″ denir. Ashâb-ı Kehf’te olduğu gibi Peygamber olmayan velî kullar tarafından gerçekleşenlere de ″Kerâmet″ denir. Her ikisi de Allah’u Teâlâ’dandır.
Kerâmet hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
رُبَّ أَشْعَثَ مَدْفُوعٍ بِالْأَبْوَابِ لَوْ أَقْسَمَ عَلَى اللّٰهِ لَأَبَرَّهُ. (م عن ابى هريرة)
″Saçı dağınık, herkes tarafından hakir görülen öyle adamlar vardır ki, şâyet bir şeyin olması için Allah üzerine yemin ederse, muhakkak Allah’u Teâlâ onu bu yemininde doğru çıkarır.″[1]
Yine bu hususta nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de, Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
مَنْ عَادَى لِى وَلِيًّا فَقَدْ آذَنْتُهُ بِالْحَرْبِ وَمَا تَقَرَّبَ اِلَيَّ عَبْدِى بِشَيْءٍ أَحَبَّ اِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُهُ وَمَا يَزَالُ عَبْدِى يَتَقَرَّبُ اِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى اُحِبَّهُ فَاِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ لَهُ سَمْعُهُ الَّذِى يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِى يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِى يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِى يَمْشِى بِهَا وَاِنْ سَأَلَنِى أَعْطَيْتُهُ وَلَوِ اسْتَعَاذَنِى لَأُعِيذُنِيهِ (خ حب ق عن ابى هريرة)
Her kim Benim evliyâmdan birine düşmanlık ederse, Bana karşı harp ilan eyledi. Kulum Bana farz namazı kılarken yakın olduğu gibi başka bir şey ile yakın olamaz. O kulum, nâfilelere devam ettiği sürece, bu yakınlığı devam eder. Hattâ o kulumu severim. Bir kulumu seversem; onun işiten kulağı Ben olurum, Benim ile işitir. Gören gözü Ben olurum, Benim ile görür. Tutan eli Ben olurum, Benim ile tutar ve yürüyen ayağı Ben olurum, Benim ile yürür. Benden ne isterse istediğini veririm. Bana sığınır ise Ben de onu muhafazama alırım.[2]
İşte bu âyetlerde bahsedilen Ashâb-ı Kehf, Takyanus’un vezirleriydi. Böyle bir makamı sırf Allah korkusundan, ölümü göze alıp, her şeyini terk ederek kaçıp bir mağaraya sığındılar. Yapmış oldukları bu fedâkarlık Allah’u Teâlâ’nın çok hoşuna gitti. Bunlar bir anda evliyâlığın en üst makamına yükseldiler. Peygamber olmadıkları için, onlarda görülen bu harikulâde haller kerâmettir.
Kerâmet hakkında geniş bilgi için Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 37 ve izahına bakınız.
[1] Sahih-i Müslim, Birr 40 (138 bu Hadis-i Şerif’in benzer rivâyetleri, Beyhakî, Taberânî ve Hâkim tarafından da rivâyet edilmiştir. Bunlardan biri şöyledir: رب رجل أشعث أغبر ذي طمرين لو أقسم على اللّٰه لابره ″Birtakım saçı dağınık, üstü başı tozlanmış eski elbiseli adam vardır ki, onlar şâyet bir şeyin olması için yemin etseler, Allah onları doğru çıkarır.″ (Beyhakî, Şu’ab’ul Îman, Hadis No: 10093; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 5925)
[2] Sahih-i Buhârî, Rikâk 38; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 330/3.
﴿ وَاتْلُ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنْ كِتَابِ رَبِّكَۚ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه۪ وَلَنْ تَجِدَ مِنْ دُونِه۪ مُلْتَحَدًا ﴿٢٧﴾ ﴾
27. Ey Resûlüm! Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. O‘nun kelimelerini değiştirecek yoktur. O’ndan başka sığınacak da bulamazsın.
﴿ وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِيِّ يُر۪يدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْۚ تُر۪يدُ ز۪ينَةَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ اَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوٰيهُ وَكَانَ اَمْرُهُ فُرُطًا ﴿٢٨﴾ ﴾
28. Ey Resûlüm! Sen nefsine (Ashâbın ter kokularına ve sözlerine) sabret. Onlarla beraber ol ki onlar, sabah akşam Rablerine duâ ederler ve O’nun Cemâlini dilerler. Sakın dünyâ hayâtının ziynetini dileyerek gözlerini onlardan başkasına çevirme. Bizi zikretmekten kalbini gâfil bıraktığımız, hevâsına tâbi olan kimselere uyma. Onlar haddini aşmış kimselerdir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçen husus, Sûre-i En’am, Âyet 52’de de şöyle geçmektedir:
″Ey Resûlüm! Rablerinin Cemâlini dileyerek, sabah akşam O’na duâ edenleri yanından kovma. Sen onların (Ashâbın uzaklaştırılmasını isteyen kâfirlerin) amellerinden mesul olmadığın gibi, onlar da senin amellerinden mesul değildir. Eğer onları uzaklaştırırsan, zâlimlerden olursun.″
Bu âyetlerde geçen ″Duâ″ ifadesi kelime olarak; çağırmak, nidâ etmek anlamındadır. Âyette kastedilen mânâ da, Mü’minlerin Allah’u Teâlâ’yı zikretmeleridir. Bu hususta İbrâhim en-Nehâi ve Mansur Hazretlerinden nakledildiğine göre:
(وَلَا تَطْرُدِ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدَوةِ وَالْعَشِيِّ) قَالَ: هُمْ أَهْل الذِّكْر (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن منصور وعن ابراهيم)
Âyet-i Kerîme’de: ″Ey Resûlüm! Rablerinin Cemâlini dileyerek, sabah akşam O’na duâ edenleri yanından kovma″ diye geçen kişiler, zikir ehli olanlardır.″[1]
Âyet-i Kerîme’de: ″Onlarla beraber ol ki onlar, sabah akşam Rablerine duâ ederler ve O’nun Cemâlini dilerler″ diye geçen ifadede ″Dilerler″ diye tercüme ettiğimiz ″Yurîdûne″ kelimesi, burada fiil şeklinde kullanılmıştır. Bu kelimenin ism-i fâil şekli de ″Mürid″ diye ifade edilir. Mürid ise dileyen, arzulayan, istekli anlamına gelmektedir. Tasavvuf yolunda olan kişilerin ″Mürid″ diye isimlendirilmesi ise onların, Rablerinin Cemâlini ve rızâsını dileyerek, ihlasla Allah’u Teâlâ’ya ibâdet etmeleri sebebiyledir.
Sûre-i Kehf, Âyet 28 ve Sûre-i En’am, Âyet 52-55’in nüzul sebebine dair Habbâb Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise anlatılmıştır:
قَالَ جَاءَ الْأَقْرَعُ بْنُ حَابِسٍ التَّمِيمِيُّ وَعُيَيْنَةُ بْنُ حِصْنٍ الْفَزَارِيُّ فَوَجَدَا رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَعَ صُهَيْبٍ وَبِلَالٍ وَعَمَّارٍ وَخَبَّابٍ قَاعِدًا فِي نَاسٍ مِنَ الضُّعَفَاءِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ فَلَمَّا رَأَوْهُمْ حَوْلَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَقَرُوهُمْ فَأَتَوْهُ فَخَلَوْا بِهِ وَقَالُوا إِنَّا نُرِيدُ أَنْ تَجْعَلَ لَنَا مِنْكَ مَجْلِسًا تَعْرِفُ لَنَا بِهِ الْعَرَبُ فَضْلَنَا فَإِنَّ وُفُودَ الْعَرَبِ تَأْتِيكَ فَنَسْتَحْيِي أَنْ تَرَانَا الْعَرَبُ مَعَ هَذِهِ الْأَعْبُدِ فَإِذَا نَحْنُ جِئْنَاكَ فَأَقِمْهُمْ عَنْكَ فَإِذَا نَحْنُ فَرَغْنَا فَاقْعُدْ مَعَهُمْ إِنْ شِئْتَ قَالَ نَعَمْ … (ه عن خباب)
Akra’ b. Habis et-Temîmi ve Uyeyne b. Hısn el-Fezâri Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldiler ve onu; fakir Müslümanlardan bir grup içinde Bilal, Suheyb, Ammâr ve Habbâb ile birlikte oturur buldular. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in çevresinde onları görünce, bu fakir ve köle olan Müslümanları hakir görerek Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e:
- Bizim için bunlardan ayrı bir oturum yapmanı, bize ayrı bir meclis tahsis etmeni isteriz. Böylece Araplar bizim bunlardan üstün olduğumuzu anlasınlar. Biliyorsun bize Arap kabilelerinden birtakım elçiler, heyetler gelir. Araplar’ın bizi, bu kölelerle birlikte görmelerinden utanırız. Dolayısıyla biz gelince onları yanından uzaklaştır. Bizim seninle işimiz bittikten sonra yine istersen onlarla ayrıca otur, dediler. Peygamber Efendimiz de (belki Müslüman olurlar ümidiyle):
- Olur, diye buyurunca, onlar:
- Olur demen yetmez, bizim için bunu yazılı hâle getir. Bunu bize yaz, dediler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bunların söyledik-lerini kabul ettiğini yazmak üzere, Hz. Ali’yi çağırtıp üstüne yazılması için bir sayfa istedi. Biz, bir köşede oturuyorduk. O sırada Cebrâil Aleyhisselâm geldi ve ″Ey Resûlüm! Rablerinin Cemâlini dileyerek, sabah akşam O’na duâ edenleri yanından kovma…″ diye devam eden Sûre-i En’am, Âyet 52’yi ve sonra bu âyetin devamında nâzil olan Sûre-i En’am, Âyet 53-55’i indirdi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem elindeki sayfayı attı ve bizi yanına çağırdı. Yanına geldiğimizde:
″Size selâm olsun! Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı…″[2] diyordu. Ona yaklaştık. Hattâ o kadar yaklaştık ki, dizlerimizi onun dizleri üzerine koyduk. Bu âyetin inmesinden sonra biz eskiden olduğu gibi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında oturmaya devam ettik. O, yanımızdan kalkıp gitmek istediği zaman kalkar gider, yanımızdan ayrılırdı. Ne zaman ki:
″Ey Resûlüm! Sen nefsine (Ashâbın ter kokularına ve sözlerine) sabret. Onlarla beraber ol ki onlar, sabah akşam Rablerine duâ ederler ve O’nun Cemâlini dilerler. Sakın dünyâ hayâtının ziynetini dileyerek gözlerini onlardan başkasına çevirme. Bizi zikretmekten kalbini gâfil bıraktığımız, hevâsına tâbi olan kimselere uyma. Onlar haddini aşmış kimselerdir″ mealindeki Sûre-i Kehf, Âyet 28 inince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte otururken vakit geç olup onun kalkma zamanı gelince, biz onun yanından kalkıp ayrılırdık ki, kalkıp gidebilsin.[3]
[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 11, s. 385; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 6, s. 76.
[2] Sûre-i En’am, Âyet 54.
[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 7.
﴿ وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَٓاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَٓاءَ فَلْيَكْفُرْۙ اِنَّٓا اَعْتَدْنَا لِلظَّالِم۪ينَ نَارًاۙ اَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَاۜ وَاِنْ يَسْتَغ۪يثُوا يُغَاثُوا بِمَٓاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَۜ بِئْسَ الشَّرَابُۜ وَسَٓاءَتْ مُرْتَفَقًا ﴿٢٩﴾ ﴾
29. Ey Resûlüm! O gâfillere de ki: ″Hak, Rabbiniz tarafından beyan olunandır. Artık dileyen îman etsin, dileyen kâfir olsun.″ Şüphesiz Biz, zâlimler için öyle bir ateş hazırladık ki, onun alevden duvarları kendilerini kuşatmaktadır. Eğer susuzluktan feryad edip yardım isterlerse, onlara yüzleri yakıp kavuran erimiş maden gibi bir su verilir. O ne kötü bir içecektir ve bulundukları yer ne kötüdür.
İzah: Cehennemliklerin içeceği su ile ilgili olarak Ebû Umâme Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onların önlerinde de Cehennem vardır. Orada onlara irinli sudan içirilir.* Onlar o sıvıyı yudumlamaya çalışırlar, fakat boğazından geçmez...″ [1] diye geçen âyetleri okudu ve buyurdu ki:
يُقَرَّبُ إِلَى فِيهِ فَيَكْرَهُهُ فَإِذَا أُدْنِيَ مِنْهُ شَوَى وَجْهَهُ وَوَقَعَتْ فَرْوَةُ رَأْسِهِ فَإِذَا شَرِبَهُ قَطَّعَ أَمْعَاءَهُ حَتَّى تَخْرُجَ مِنْ دُبُرِهِ يَقُولُ اللّٰهُ {وَسُقُوا مَاءً حَمِيمًا فَقَطَّعَ أَمْعَاءَهُمْ} وَيَقُولُ {وَإِنْ يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ} (ت عن ابى امامة)
″Bu su, ağzına yaklaştırılır fakat ondan tiksinir. Kendisi ona yaklaşacak olursa, yüzünü yakar ve başındaki saçlar o suyun içerisine düşer. O suyu içecek olursa, bağırsaklarını parçalar ve dübüründen çıkar. Allah’u Teâlâ: ″… Bunlara nâil olanlar, ateşte ebedî olup kaynar sular içirilerek bağırsakları parçalanan kimseler gibi midir?″[2] Ve ″… Eğer susuzluktan feryad edip yardım isterlerse, onlara yüzleri yakıp kavuran erimiş maden gibi bir su verilir. O ne kötü bir içecektir ve bulundukları yer ne kötüdür″[3] diye buyurmaktadır.[4]
[1] Sûre-i İbrâhîm, Âyet 16-17.
[2] Sûre-i Muhammed, Âyet 15.
[3] Sûre-i Kehf, Âyet 29.
[4] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cehennem 4; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7029.
﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اِنَّا لَا نُض۪يعُ اَجْرَ مَنْ اَحْسَنَ عَمَلًاۚ ﴿٣٠﴾ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ ف۪يهَا مِنْ اَسَاوِرَ مِنْ ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِنْ سُنْدُسٍ وَاِسْتَبْرَقٍ مُتَّكِـ۪ٔينَ ف۪يهَا عَلَى الْاَرَٓائِكِۜ نِعْمَ الثَّوَابُۜ وَحَسُنَتْ مُرْتَفَقًا۟ ﴿٣١﴾ ﴾
30-31. Îman edip sâlih amellerde bulunanlara gelince, şüphesiz ki Biz, güzel amellerde bulunanların mükâfatını zâyi etmeyiz.* Onlar için altlarından nehirler akan Adn Cennetleri vardır. Onlar orada altından bileziklerle ziynetlenirler ve sündüs ve ipekten yeşil elbiseler giyerler. Onlar orada tahtlar üzerine otururlar. O ne güzel bir mükâfattır ve orası ne güzel bir yerdir.
İzah: Adn Cenneti hakkında geniş bilgi için Sûre-i Tevbe, Âyet 72 ve izahına bakınız.
﴿ وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا رَجُلَيْنِ جَعَلْنَا لِاَحَدِهِمَا جَنَّتَيْنِ مِنْ اَعْنَابٍ وَحَفَفْنَاهُمَا بِنَخْلٍ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمَا زَرْعًاۜ ﴿٣٢﴾ كِلْتَا الْجَنَّتَيْنِ اٰتَتْ اُكُلَهَا وَلَمْ تَظْلِمْ مِنْهُ شَيْـًٔاۙ وَفَجَّرْنَا خِلَالَهُمَا نَهَرًاۙ ﴿٣٣﴾ وَكَانَ لَهُ ثَمَرٌۚ فَقَالَ لِصَاحِبِه۪ وَهُوَ يُحَاوِرُهُٓ اَنَا۬ اَكْثَرُ مِنْكَ مَالًا وَاَعَزُّ نَفَرًا ﴿٣٤﴾ وَدَخَلَ جَنَّتَهُ وَهُوَ ظَالِمٌ لِنَفْسِه۪ۚ قَالَ مَٓا اَظُنُّ اَنْ تَب۪يدَ هٰذِه۪ٓ اَبَدًاۙ ﴿٣٥﴾ وَمَٓا اَظُنُّ السَّاعَةَ قَٓائِمَةًۙ وَلَئِنْ رُدِدْتُ اِلٰى رَبّ۪ي لَاَجِدَنَّ خَيْرًا مِنْهَا مُنْقَلَبًا ﴿٣٦﴾ ﴾
32-36. Ey Resûlüm! Onlara biri Mü’min, diğeri kâfir iki kimsenin misâlini beyan et. Onlardan birine (kâfire), iki üzüm bağı verdik ve o bağların etrafını hurma ağaçlarıyla kuşattık ve aralarında ekin yetiştirdik.* Bu bağlardan her biri, hiç eksiksiz meyvesini verdi. O bağların arasından nehirler akıttık.* Ve o adamın, bu bağlardan başka çok malı da vardı. Bu adam, Mü’min arkadaşıyla konuşarak, ″Ben malca senden zenginim, adamca da senden daha kuvvetliyim″ dedi.* O kâfir, nefsine zulmederek kendi bağına girdi ve dedi ki: ″Ben zannetmem ki, bu ebediyyen yok olsun!* Ve zannetmem ki, kıyâmet kopsun. Eğer kıyâmet kopup da Rabbimin huzuruna çıkarılsam bile, elbette bundan daha hayırlı bir âkibet bulurum.″
﴿ قَالَ لَهُ صَاحِبُهُ وَهُوَ يُحَاوِرُهُٓ اَكَفَرْتَ بِالَّذ۪ي خَلَقَكَ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ نُطْفَةٍ ثُمَّ سَوّٰيكَ رَجُلًاۜ ﴿٣٧﴾ لٰكِنَّا۬ هُوَ اللّٰهُ رَبّ۪ي وَلَٓا اُشْرِكُ بِرَبّ۪ٓي اَحَدًا ﴿٣٨﴾ وَلَوْلَٓا اِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَٓاءَ اللّٰهُۙ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِۚ اِنْ تَرَنِ اَنَا۬ اَقَلَّ مِنْكَ مَالًا وَوَلَدًاۚ ﴿٣٩﴾ فَعَسٰى رَبّ۪ٓي اَنْ يُؤْتِيَنِ خَيْرًا مِنْ جَنَّتِكَ وَيُرْسِلَ عَلَيْهَا حُسْبَانًا مِنَ السَّمَٓاءِ فَتُصْبِحَ صَع۪يدًا زَلَقًاۙ ﴿٤٠﴾ اَوْ يُصْبِحَ مَٓاؤُ۬هَا غَوْرًا فَلَنْ تَسْتَط۪يعَ لَهُ طَلَبًا ﴿٤١﴾ ﴾
37-41. Mü’min arkadaşı, ona cevap vererek dedi ki: ″Seni topraktan,[1] sonra nutfe’den (sperm’den) yaratan ve sonra adam şekline getiren Allah’ı inkâr mı ediyorsun?* Lâkin O Allah, benim Rabbimdir. Ben, Rabbime kimseyi ortak koşmam.* Bağına girdiğin vakit, ″Mâşâallah, lâ kuvvete illâ billâh (Allah’ın dilediği olur, kuvvet ancak Allah’a mahsustur)″ deseydin ya! Sen beni, mal ve evlat yönünden kendinden daha az görüyorsan,* umulur ki Rabbim bana senin bağından daha hayırlısını verir ve senin bağına da semâdan yıldırımlar indiriverir ve bağın da kupkuru bir yer oluverir.* Yahut bağın suyu çekiliverir de bir daha onu aramakla bulamazsın.″
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Bağına girdiğin vakit, ″Mâşâallah, lâ kuvvete illâ billâh (Allah’ın dilediği olur, kuvvet ancak Allah’a mahsustur)″ deseydin ya!″ diye buyrulmaktadır. Bir kısım âlimler bu âyete bakarak, bir kimsenin kendi durumunu, çocuğunu ve malını beğenmesi hâlinde bile, ″Mâşâallah, lâ kuvvete illâ billâh″ demesi gerektiğini söylemişlerdir.
Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللّٰهِ دَوَاءٌ مِنْ تِسْعَةٍ وَتِسْعِينَ دَاءً، أَيْسَرُهَا الْهَمُّ (ابن مردويه عن أبي هريرة)
″Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (güç ve kuvvet ancak Allah’a mahsustur) ifadesi, en hafifi, üzüntüyü gidermek olmak üzere doksandokuz derde çaredir.″[2]
[1] Bu ifadeden maksat, insanlığın atası olan Âdem Aleyhisselâm’ın, topraktan yaratılmasıdır.
[2] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 9, s. 479.
﴿ وَاُح۪يطَ بِثَمَرِه۪ فَاَصْبَحَ يُقَلِّبُ كَفَّيْهِ عَلٰى مَٓا اَنْفَقَ ف۪يهَا وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا وَيَقُولُ يَا لَيْتَن۪ي لَمْ اُشْرِكْ بِرَبّ۪ٓي اَحَدًا ﴿٤٢﴾ وَلَمْ تَكُنْ لَهُ فِئَةٌ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَمَا كَانَ مُنْتَصِرًاۜ ﴿٤٣﴾ هُنَالِكَ الْوَلَايَةُ لِلّٰهِ الْحَقِّۜ هُوَ خَيْرٌ ثَوَابًا وَخَيْرٌ عُقْبًا۟ ﴿٤٤﴾ ﴾
42-44. Derken âfat, onun ürünlerini kuşatıp yok etti. Ve bağının çardakları çökmüş olduğu halde, masraflarına üzülerek ellerini oğuşturmaya ve ″Keşke Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmasaydım!″ demeye başladı.* Halbuki Allah’tan başka ondan bu âfatı defedecek bir topluluğu yoktu ve kendi kuvvetiyle de bu âfatı defedemedi.* Böyle bir durumda, velâyet (himâye ve yardım) hak olan Allah’a mahsustur. O’nun verdiği mükâfat da daha hayırlıdır, âkıbet de daha hayırlıdır.
İzah: Bu âyetlerde kulun rızkının, güç ve kuvvetinin Allah’u Teâlâ tarafından verildiği beyan edilmektedir. Bu sebeple bir Mü’minin, varlık hâlinde de yokluk hâlinde de bunun Allah’tan olduğunu bilerek hâline hamd ve şükür etmesi gerektiği bildirilmektedir. Para çokluğu ve makam yüksekliği insanı kurtaramaz. Aksine bu makam ve paraya sahip olan kimse nefsine hâkim olmazsa, kendini kibre sevk edip Allah’ın rızâsının dışına çıkmasına sebep olur ve böylece her türlü günaha açık hâle gelir. Nitekim Firavun, Nemrut, Şeddat, Kârun, Ebû Cehil gibi kimselerde her türlü mal, makam, güç ve kuvvet vardı. Bunlar bu güç ve makamlarına güvenerek, hevalarına uyup helâk oldular.
﴿ وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا كَمَٓاءٍ اَنْزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَٓاءِ فَاخْتَلَطَ بِه۪ نَبَاتُ الْاَرْضِ فَاَصْبَحَ هَش۪يمًا تَذْرُوهُ الرِّيَاحُۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ مُقْتَدِرًا ﴿٤٥﴾ ﴾
45. Ey Resûlüm! O kâfirlere dünyâ hayatını misal olarak beyan et. Dünyâ hayatı şuna benzer ki; Biz semâdan yağmur indiririz. Onunla birbirine girmiş yeryüzü bitkileri yetişir. En sonunda da kuruyup rüzgârın savurduğu çerçöp hâline gelir. Allah’u Teâlâ her şeye muktedirdir.
İzah: Allah’u Teâlâ birçok Âyet-i Kerîme’de buna benzer misaller vererek dünyânın geçici olduğunu, biz kullarına bildirmiş, kendimizi dünyâya kaptırmamamızı ve emirlerine uymamızı emretmiştir.
Allah’u Teâlâ Sûre-i Hadîd, Âyet 20’de de şöyle buyurmaktadır:
Bilin ki, dünyâ hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme, mal ve evlatların çoğalmasından ibârettir. Dünyâ hayatı şuna benzer ki; yağmur yağar ve onunla hâsıl olan bitkiyi çiftçiler beğenirler. Lâkin çok geçmeden kurur, sararır, sonra da çer çöp hâline gelir. İşte (dünyâyı üstün görenler için) âhirette şiddetli bir azap vardır. Ve (Mü’minler için) Allah’ın bağışlaması ve rızâsı vardır. Dünyâ hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir.
﴿ اَلْمَالُ وَالْبَنُونَ ز۪ينَةُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِنْدَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ اَمَلًا ﴿٤٦﴾ ﴾
46. Mal ve oğullar dünyâ hayatının ziynetidir. Bakî kalacak olan sâlih ameller ise, Rabbinin katında sevap olarak da hayırlıdır, ümit olarak da hayırlıdır.
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen mal ve oğullardan maksat, mallar ve çocuklar anlamındadır. Bu husus Sûre-i Teğâbün, Âyet 15’te de şöyle geçmektedir: ″Şüphesiz ki, mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.″
Bâki kalacak olan sâlih ameller hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اسْتَكْثِرُوا مِنَ الْبَاقِيَاتِ الصَّالِحَاتِ، قِيلَ: وَمَا هُنَّ يَا رَسُولَ اللّٰهِ؟ قَالَ: التَّكْبِيرُ وَالتَّهْلِيلُ وَالتَّسْبِيحُ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ وَلَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللّٰهِ (حب حم ك عن ابى سعيد الخدرى)
″Bâki olan salih amelleri çokça işleyin.″ Ashâb: ″Yâ Resûlallah! Bu salih ameller nedir?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″Allah’u Ekber,[1] Lâ ilâhe illallâh,[2] Subhânallâh,[3] Elhamdulilâh[4] ve Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh[5] demektir.″[6] Bir diğer nakilde de ziyâdeyle:
وَهُنَّ يَحْطُطْنَ الْخَطَايَا كَمَا تَحُطُّ الشَّجَرَةُ وَرَقَهَا وَهُنَّ مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ (طب عن ابى الدرداء)
″Bu ameller, günahları, ağaçların yapraklarını dökmesi gibi döker. Yine bunlar Cennet hazinelerindendir.″[7]
Hz. Ali Kerremallâhu veche, bu Âyet-i Kerîme hakkında şöyle buyurmuştur:
الْحَرْث حَرْثَانِ فَحَرْث الدُّنْيَا الْمَال وَالْبَنُونَ وَحَرْث الْآخِرَة الْبَاقِيَات الصَّالِحَات وَقَدْ يَجْمَعهُنَّ اللّٰهُ تَعَالَى لِأَقْوَامٍ (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن على)
″Ekin iki türlüdür. Mal ve oğullar, dünyâ ekinidir. Âhiret ekini ise, kalıcı olan sâlih amellerdir. Kimi zaman Allah’u Teâlâ, bâzı kimselere bunları bir arada verebilir.″[8]
[1] Allah, en büyüktür.
[2] O’ndan başka ilah yoktur.
[3] Allah, noksan sıfatlardan uzaktır.
[4] Hamd, O’na mahsustur.
[5] Güç ve kuvvet ancak Allah’a mahsustur.
[6] Sahih-i İbn-i Hibban, Hadis No: 841; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11288; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 1843; Celâleddin es-Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c 9, s. 485.
[7] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 43665; Celâleddin es-Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c 9, s. 485, 486.
[8] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 10, s. 414; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 44231.
﴿ وَيَوْمَ نُسَيِّرُ الْجِبَالَ وَتَرَى الْاَرْضَ بَارِزَةًۙ وَحَشَرْنَاهُمْ فَلَمْ نُغَادِرْ مِنْهُمْ اَحَدًاۚ ﴿٤٧﴾ وَعُرِضُوا عَلٰى رَبِّكَ صَفًّاۜ لَقَدْ جِئْتُمُونَا كَمَا خَلَقْنَاكُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍۘ بَلْ زَعَمْتُمْ اَلَّنْ نَجْعَلَ لَكُمْ مَوْعِدًا ﴿٤٨﴾ ﴾
47-48. Ey Habîbim! O günü hatırlat ki, dağları yürütürüz ve yeryüzünü dümdüz görürsün. Biz onları mahşerde toplarız da, içlerinden hiçbirini bırakmayız.* O gün onların hepsi, saf saf Rabbine arz olunurlar. Onlara: ″Şüphesiz ki, sizi ilk yarattığımız gibi Bize geldiniz. Halbuki sizleri hesaba çekmek için bir yer ve zaman tayin etmediğimizi sanıyordunuz″ denilir.
İzah: Sûre-i Tâhâ, Âyet 105-108’de de kıyâmetin nasıl kopacağı şöyle beyan edilmiştir:
″Ey Resûlüm! Sana dağların ne olacağını sorarlar. De ki: ″Rabbim onları kum gibi savuracak,* yerlerini dümdüz, boş bir halde bırakacak.″* Artık orada ne bir çukur, ne de bir tümsek görebilirsin.* O gün halk, hiçbir tarafa sapmadan kendilerini mahşere dâvet edene tâbi olurlar ve sesler, Rahmân’ın heybetinden kısılmıştır. Artık hafif bir sesten başkasını işitemezsin.″
Mahşer yeri hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يُحْشَرُ النَّاسُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلَى أَرْضٍ بَيْضَاءَ عَفْرَاءَ كَقُرْصَةِ النَّقِيِّ لَيْسَ فِيهَا عَلَمٌ لِأَحَدٍ (خ م عن سهل بن سعد)
″Mahşer günü insanlar, beyaz, duru beyaz ve kepekten arınmış undan yapılan çörek gibi bir saha üzerinde toplanırlar. O sahrada bir kimseye yol gösterecek (dağ, taş gibi) hiçbir alâmet yoktur.″[1]
[1] Sahih-i Buhâri, Rikâk 44; Sahih-i Müslim, Sıfat-ı Kıyâmet 2 (28).
﴿ وَوُضِعَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِم۪ينَ مُشْفِق۪ينَ مِمَّا ف۪يهِ وَيَقُولُونَ يَا وَيْلَتَنَا مَا لِ هٰذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغ۪يرَةً وَلَا كَب۪يرَةً اِلَّٓا اَحْصٰيهَاۚ وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِرًاۜ وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ اَحَدًا۟ ﴿٤٩﴾ ﴾
49. Herkesin amellerinin yazılı olduğu amel defteri ortaya konulur. Ey Resûlüm! O zaman mücrimler, amel defterlerindeki suçlarından ve günahlarından korkarak, ″Eyvah bize! Bu nasıl bir defterdir ki, ne küçük bırakmış, ne büyük; günahlarımızın hepsini saymış, tesbit etmiş″ derler. Onlar bütün yaptıklarını karşılarında bulurlar. Senin Rabbin, hiç kimseye haksızlık etmez.
İzah: Kulların yaptıkları her şeyin amel defterine yazıldığına dair Sa’d İbn-i Cünâde Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
لَمَّا فَرَغَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ حُنَيْنٍ نَزَلْنَا قَفْرًا مِنَ الأَرْضِ لَيْسَ فِيهِ شَيْءٌ فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: اجْمَعُوا مَنْ وَجَدَ عُودًا فَلْيَأْتِ بِهِ وَمَنْ وَجَدَ عَظْمًا أَوْ شَيْئًا فَلْيَأْتِ بِهِ قَالَ: فَمَا كَانَ إِلا سَاعَةً حَتَّى جَعَلْنَاهُ رُكَامًا فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: أَتَرَوْنَ هَذَا فَكَذَلِكَ تَجْتَمِعُ الذُّنُوبُ عَلَى الرَّجُلِ مِنْكُمْ كَمَا جَمَعْتُمْ هَذَا فَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَجُلٌ فَلا يُذْنِبْ صَغِيرَةً وَلا كَبِيرَةً فَإِنَّهَا مُحْصَاةٌ عَلَيْهِ (طب عن سعد بن جنادة)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Huneyn Savaşı’ndan dönünce, çorak bir arazide konakladı. Orada hiçbir şey yoktu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Toplanın, kim bir çöp bulursa, onu getirsin. Kim bir odun veya başka bir şey bulursa, onunla gelsin.″ Bir süre geçmeden bir tomar hâlinde toparladık. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Şunu görüyor musunuz? İşte sizin bu odun ve çöpü topladığınız gibi, sizden bir kişinin günahları toplanır. Öyleyse kişi Allah’tan korksun da, büyük veya küçük hiçbir günah işlemesin. Çünkü bunların hepsi, onun aleyhinde sayılmıştır.″[1]
Mahşer günü amellerin yazılı olduğu defterlerin, Cennet ehline sağından ve Cehennem ehline de solundan verileceğine dair çok sayıda Âyet-i Kerîme vardır. Bu hususta Sûre-İsrâ, Âyet 13-14, 71 ve izahına bakınız.
[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 5352.
﴿ وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ اَمْرِ رَبِّه۪ۜ اَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُٓ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُون۪ي وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّۜ بِئْسَ لِلظَّالِم۪ينَ بَدَلًا ﴿٥٠﴾ ﴾
50. Ey Resûlüm! Zikret o vakti ki, meleklere, ″Âdem‘e secde edin″ demiştik. Onlar da hemen secde ettiler, yalnız İblis secde etmedi. İblis, cinden idi, Rabbinin emrinden çıktı. Şimdi siz, Beni bırakıp da İblis‘i ve zürriyetini mi dostlar ediniyorsunuz? Oysa onlar, sizin düşmanınızdır. Bunu yapmak, zâlimler için ne kötü bir değiştirmedir.
İzah: İblis hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
خَلَقَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ آدَمَ عَلَيْهِ السَّلامُ يَوْمَ الْجُمُعَةِ بِيَدِهِ وَنَفَخَ فِيهِ مِنْ رُوحِهِ وَأَمَرَ الْمَلائِكَةَ أَنْ يَسْجُدُوا لَهُ فَسَجَدُوا لَهُ اِلَّا إِبْلِيسَ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِ اَىْ خَرَجَ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِ (م عن ابى هريرة)
″Allah’u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ı kendi eliyle[1] Cuma günü yarattı ve ruhundan üfledi ve meleklere ona secde etmelerini emretti. Hepsi ettiler. Yalnız İblis secde etmedi ki, o cinden idi.[2] Böylece secde etmediği için İblis, Rabbinin emrinden çıktı.″[3]
[1] Burada geçen ″Kendi eliyle″ ifadesi müteşâbihtir.
[2] İblis’in yaratılışı hakkında Sûre-i Bakara, Âyet 34’ün izahına bakınız.
[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 278/2.
﴿ مَٓا اَشْهَدْتُهُمْ خَلْقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَا خَلْقَ اَنْفُسِهِمْۖ وَمَا كُنْتُ مُتَّخِذَ الْمُضِلّ۪ينَ عَضُدًا ﴿٥١﴾ ﴾
51. Ben onları (İblis ve zürriyetini) ne göklerin ve yerin yaratılmasında, ne de kendilerinin yaratılmasında hazır bulundurdum. Ben, insanları dalâlete düşürenleri hiçbir zaman kendime yardımcı edinmedim.
﴿ وَيَوْمَ يَقُولُ نَادُوا شُرَكَٓائِىَ الَّذ۪ينَ زَعَمْتُمْ فَدَعَوْهُمْ فَلَمْ يَسْتَج۪يبُوا لَهُمْ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمْ مَوْبِقًا ﴿٥٢﴾ ﴾
52. Ey Resûlüm! Allah’u Teâlâ’nın, müşriklere: ″Şefaat edecekleri zannında bulunarak, ″Bana ortak koştuklarınızı çağırın″ dediği günü zikret. Müşrikler, sığınmak için onları çağırırlar. Fakat onlar, kendilerine icâbet etmezler. Biz, onların aralarına (Cehennemden) bir uçurum koymuşuzdur.
İzah: Allah’a ortak koşarak ilah edindikleri putlar, mahşerde müşriklere hiçbir fayda sağlamayacaktır.
Bu husus Sûre-i En’am, Âyet 94’te de şöyle geçmektedir:
Allah’u Teâlâ mahşer günü o müşriklere der ki: ″Yemin olsun ki, sizi evvelce nasıl teker teker yarattıysak, dünyâda size verdiğimiz nîmetleri arkanızda bırakıp öyle teker teker Bize geldiniz. Şimdi Allah’a ortak koştuğunuz şefaatçilerinizden (putlardan) hiçbirini yanınızda görmüyoruz. Onlarla sizin aranızdaki bağlar koptu ve şefaat eder zannettiğiniz o putlar, sizden kaybolup gitti.″
Çünkü müşrikler, Lat ve Uzza gibi isimler verdikleri putlara, Allah’u Teâlâ’ya ortak koşarak, o putların kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı. İşte Allah’u Teâlâ bu âyetler ile onların mahşerde kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağını beyan etmektedir.
﴿ وَرَاَ الْمُجْرِمُونَ النَّارَ فَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ مُوَاقِعُوهَا وَلَمْ يَجِدُوا عَنْهَا مَصْرِفًا۟ ﴿٥٣﴾ ﴾
53. Mücrimler (o gün) ateşi görürler, oraya düşeceklerini yakînen bilirler ve ondan kurtulmak imkânını bulamazlar.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ الْكَافِرَ لَيَرَى جَهَنَّمَ وَيَظُنُّ أَنَّهَا مُوَاقِعَتُهُ مِنْ مَسِيرَةِ أَرْبَعِينَ سَنَةً (حم عن ابى سعيد الخدرى)
″Kâfir, kırk yıllık bir mesafeden Cehennemi görür ve oraya düşeceğini yakînen bilir.″[1]
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11289.
﴿ وَلَقَدْ صَرَّفْنَا ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ لِلنَّاسِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍۜ وَكَانَ الْاِنْسَانُ اَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا ﴿٥٤﴾ ﴾
54. Yemin olsun ki, bu Kur’ân’da insanlar için her türlü misalden değişik şekillerde beyan ettik. İnsan, tartışmaya son derece düşkün olan bir varlıktır.
﴿ وَمَا مَنَعَ النَّاسَ اَنْ يُؤْمِنُٓوا اِذْ جَٓاءَهُمُ الْهُدٰى وَيَسْتَغْفِرُوا رَبَّهُمْ اِلَّٓا اَنْ تَأْتِيَهُمْ سُنَّةُ الْاَوَّل۪ينَ اَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ قُبُلًا ﴿٥٥﴾ ﴾
55. Kendilerine hidâyet (Kur’ân ve Peygamber) geldiği zaman, insanları îman etmekten ve Rablerinden bağışlanma dilemekten meneden olmadı, ancak geçmiş ümmetlerin başlarına gelen felâketlerin gelmesini veya kendilerine azâbın ayânen gelmesini istemeleri oldu.
﴿ وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَل۪ينَ اِلَّا مُبَشِّر۪ينَ وَمُنْذِر۪ينَۚ وَيُجَادِلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ وَاتَّخَذُٓوا اٰيَات۪ي وَمَٓا اُنْذِرُوا هُزُوًا ﴿٥٦﴾ ﴾
56. Biz, Peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfirler ise, hakkı bâtılla yok etmek için mücâdele ederler, âyetlerimi ve kendilerine yapılan uyarıları alaya alırlar.
﴿ وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ ذُكِّرَ بِاٰيَاتِ رَبِّه۪ فَاَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُۜ اِنَّا جَعَلْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اَكِنَّةً اَنْ يَفْقَهُوهُ وَف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرًاۜ وَاِنْ تَدْعُهُمْ اِلَى الْهُدٰى فَلَنْ يَهْتَدُٓوا اِذًا اَبَدًا ﴿٥٧﴾ ﴾
57. Rabbinin âyetleri ile uyarılıp da, ondan yüz çeviren ve elleriyle yaptığı küfür ve mâsiyeti unutandan daha zâlim kim vardır? Biz onların kalplerine, anlamamaları için perdeler gerdik ve kulaklarına da ağırlık verdik. Sen onları hidâyete dâvet etsen de, onlar ebediyyen hidâyete gelmezler.
﴿ وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِۜ لَوْ يُؤَاخِذُهُمْ بِمَا كَسَبُوا لَعَجَّلَ لَهُمُ الْعَذَابَۜ بَلْ لَهُمْ مَوْعِدٌ لَنْ يَجِدُوا مِنْ دُونِه۪ مَوْئِلًا ﴿٥٨﴾ ﴾
58. Bununla beraber senin Rabbin çok bağışlayıcıdır, rahmet sahibidir. Eğer onları, yaptıkları yüzünden hemen cezâlandıracak olsaydı, elbette azaplarını acele verirdi. Lâkin onlar için vaad olunan bir zaman vardır ki, o cezâlandırma zamanı gelince, ondan kaçıp kurtulacak bir yer bulamazlar.
İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Eğer senin dînin hak din ise, vaadettiğin azap hemen gelsin de görelim″ diyen kâfirlere cevap vermiş ve kendisinin affedici ve merhamet edici olduğunu, bu itibarla suçluların cezâsını derhal vermeyip belli bir süre ertelediğini ve cezâlandırma zamanı gelince de hiçbir kimsenin, kaçıp kurtulacak bir yer bulamayacağını bildirmiştir. Kâfirler, kendilerine verilen bu mühlete aldanarak cezâlandırılmayacaklarını sanmasınlar.
Bu husus Sûre-i Fâtır, Âyet 45’te de şöyle geçmektedir:
″Eğer Allah’u Teâlâ, insanları kazandıkları (günahlar) yüzünden hemen cezâlandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Lâkin onları belirli bir müddete kadar erteler. Nihâyet ecelleri gelince, onlara amellerine göre karşılığını verir. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, kullarını hakkıyla görendir.″
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:
إِنَّ اللّٰهَ لَيُمْلِي لِلظَّالِمِ حَتَّى إِذَا أَخَذَهُ لَمْ يُفْلِتْهُ (خ عن ابى موسى)
″Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, zâlime mühlet verir. Nihâyet (mühleti dolup) onu yakaladığında aslâ kurtulamaz.″[1]
[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Hûd 5; Sahih-i Müslim, Birr 15 (61).
﴿ وَتِلْكَ الْقُرٰٓى اَهْلَكْنَاهُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَعَلْنَا لِمَهْلِكِهِمْ مَوْعِدًا۟ ﴿٥٩﴾ ﴾
59. İşte o beldeler ki, Biz onları zulmettikleri vakit helâk ettik. Ve onların helâkları için belli bir vakit tayin etmiştik.
İzah: Biz, Âd ve Semud kavmi gibi, Peygamberlerini yalanlayıp küfürde ısrar eden kavimlerin helâk edilmeleri için belli bir vakit tayin etmiştik. Nitekim o vaad edilen zaman gelince de, onları helâk ettik.
﴿ وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِفَتٰيهُ لَٓا اَبْرَحُ حَتّٰٓى اَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ اَوْ اَمْضِيَ حُقُبًا ﴿٦٠﴾ فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَبًا ﴿٦١﴾ فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتٰيهُ اٰتِنَا غَدَٓاءَنَاۘ لَقَدْ لَق۪ينَا مِنْ سَفَرِنَا هٰذَا نَصَبًا ﴿٦٢﴾ قَالَ اَرَاَيْتَ اِذْ اَوَيْنَٓا اِلَى الصَّخْرَةِ فَاِنّ۪ي نَس۪يتُ الْحُوتَۘ وَمَٓا اَنْسَان۪يهُ اِلَّا الشَّيْطَانُ اَنْ اَذْكُرَهُۚ وَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِۗ عَجَبًا ﴿٦٣﴾ ﴾
60-63. Ey Resûlüm! Zikret o vakti ki Mûsâ, arkadaşına: ″Durmaya-cağım, iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim veya yıllarca yürüyeceğim″ demişti.* İki denizin birleştiği yere vardıkları vakit, balıklarını unuttular. Balık, denize girerek kendine bir yol açıp suyu yararak gitti.* İki denizin birleştiği yeri geçtikleri vakit, Mûsâ, arkadaşına: ″Getir, gıdamızı (balığı) yiyelim, bugün yolculuğumuzdan dolayı yorgunluk duyuyoruz″ dedi.* Arkadaşı: ″Gördün mü? Kayanın yanında olduğumuz vakit, balığı unuttum. Bunu söylemeyi bana ancak şeytan unutturdu. Balık da, acâyip bir şekilde denize girerek kendine bir yol açıp suyu yararak gitti″ dedi.
İzah: Mûsâ Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm arasında meydana gelen hâdiseyi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle anlatmaktadır:
قَامَ مُوسَى النَّبِىُّ خَطِيباً فِى بَنِى إِسْرَائِيلَ فَسُئِلَ أَىُّ النَّاسِ أَعْلَمُ فَقَالَ أَنَا أَعْلَمُ فَعَتَبَ اللّٰهُ عَلَيْهِ إِذْ لَمْ يَرُدَّ الْعِلْمَ إِلَيْهِ فَأَوْحَى اللّٰهُ إِلَيْهِ أَنَّ عَبْداً مِنْ عِبَادِى بِمَجْمَعِ الْبَحْرَيْنِ هُوَ أَعْلَمُ مِنْكَ قَالَ يَا رَبِّ وَكَيْفَ بِهِ فَقِيلَ لَهُ احْمِلْ حُوتاً فِى مِكْتَلٍ ... (خ عن ابى ابن كعب)
″Mûsâ Peygamber, bir gün İsrailoğullarına hutbe okumak için kalkmıştı. Kendisine: ″İnsanların içinde en âlim kimdir?″ diye soruldu. Mûsâ: ″En âlim benim″ diye cevâb verdi. Allah en iyi bilendir diyerek, işi Allah‘a havâle etmediğinden dolayı Allah’u Teâlâ, ona itab etti ve kendisine: ″İki denizin birleştiği yerde kullarımdan biri var. O, senden daha âlimdir″ diye vahyetti. Mûsâ: ″Yâ Rabbi! ona nasıl ulaşabilirim?″ diye sorduğunda, Allah’u Teâlâ: ″Büyük bir sepet içinde büyük bir balık taşı, o balık nerede canlanıp denize girerse, işte o kulum oradadır″ diye buyurdu…[1]
Mûsâ Aleyhisselâm Allah’u Teâlâ’dan ledün ilmini öğrenmek istemişti. Allah’u Teâlâ da Mûsâ Aleyhisselâm’a, benim bir kulum var ona git, ondan öğren, başına abasını çekmiş yatar bir vaziyette bulacaksın. Mûsâ Aleyhisselâm: ″Yâ Rabbi! Çok sayıda yatan insan var, ben o adamı nasıl bulacağım?″ dedi. Allah’u Teâlâ da ona: ″Sen yanına pişmiş büyük bir balık alarak deniz kenarında gidersin, balık ne zaman canlanıp suya girerse, orada o adamı abasını başının üzerine çekmiş taş, üstünde yatar bir vaziyette bulursun. İşte o adamdan ledün ilmini öğrenrsin″ diye buyurdu.
Allah’u Teâlâ’nın emri üzerine Mûsâ Aleyhisselâm ve arkadaşı,[2] yanlarına pişmiş bir balık alarak yola çıktılar. Mola verdikleri yerlerde o balıktan yiyorlardı. Mûsâ Aleyhisselâm ve arkadaşı, iki denizin birleştiği yere varınca, mola verdiler ve o balıktan yediler. Mûsâ Aleyhisselâm orada taş üstünde yatan birini görmüştü. Nihâyet yemeklerini yiyip oradan ayrılırken, Musâ Aleyhisselâm kalktı ve yürümeye başladı, arkadaşı da sofrayı topluyordu. O sırada yemiş oldukları balık, canlanıp suya girdi. Şeytan, arkadaşına bu hâdiseyi Mûsâ Aleyhisselâm’a söylemeyi unutturdu. Bir müddet daha gittikten sonra Mûsâ Aleyhisselâm arkadaşına, ″Getir azığımızı yiyelim″ dedi. Arkadaşı da ona, âyette geçtiği gibi ″Gördün mü? Kayanın yanında olduğumuz vakit, balığı unuttum. Bunu söylemeyi bana ancak şeytan unutturdu. Balık da, acâyip bir şekilde denize girerek kendine bir yol açıp suyu yararak gitti″ dedi.
[1] Sahih-i Buhârî, İlim 63; Sahih-i Müslim, Fedâil 46 (170-172 Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7065.
[2] Mûsâ Aleyhisselâm’ın yanında yol arkadaşı olan gencin adı, Yuşâ b. Nûn’dur. Bu zât, bir rivâyete göre, Mûsâ Aleyhisselâm‘ın kız kardeşinin oğludur. (Bu hususta bakınız: Sahih-i Buhârî, İlim 63; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7065)
﴿ قَالَ ذٰلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِۗ فَارْتَدَّا عَلٰٓى اٰثَارِهِمَا قَصَصًاۙ ﴿٦٤﴾ فَوَجَدَا عَبْدًا مِنْ عِبَادِنَٓا اٰتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا ﴿٦٥﴾ قَالَ لَهُ مُوسٰى هَلْ اَتَّبِعُكَ عَلٰٓى اَنْ تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا ﴿٦٦﴾ ﴾
64-66. Mûsâ: ″İşte bizim aradığımız da bu idi″ dedi. Hemen izlerini tâkip ederek geri döndüler.* O kayanın yanında, kendisine bir rahmet verdiğimiz ve ilm-i ledün öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu (Hızır Aleyhisselâm‘ı) buldular.* Mûsâ, o kulumuza: ″Sana öğretilen hikmetli ilimden bana da öğretmen için sana tâbi olayım mı?″ dedi.
İzah: Nihâyet geri döndüklerinde aynı şekilde taş üzerinde yatan adamı buldular. Mûsâ Aleyhisselâm o adama; arkadaş, ben Mûsâ’yım, Peygamberim, Allah’u Teâlâ’dan ilm-i ledün’ü öğrenmek istedim. Allah’u Teâlâ bana: ″O ilmi bilen kuluma git, ondan öğren″ dedi ve beni senin yanına gönderdi.
Mûsâ Aleyhisselâm’ın, ilm-i ledün öğretmesi karşılığında kendisine tâbi olmak istediği kişi Hızır Aleyhisselâm’dır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:
إِنَّمَا سُمِّيَ الْخَضِرَ أَنَّهُ جَلَسَ عَلَى فَرْوَةٍ بَيْضَاءَ فَإِذَا هِيَ تَهْتَزُّ مِنْ خَلْفِهِ خَضْرَاءَ (خ ت عن ابى هريرة)
Ona ″Hızır″ diye hitap edilmesinin sebebini izah ederek, ″Hızır, otsuz kuru bir yere otururdu da, ansızın o otsuz yer yeşillenerek peşi sıra dalgalanırdı″[1] diye buyurmuştur.
[1] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 26; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19.
﴿ قَالَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا ﴿٦٧﴾ وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلٰى مَا لَمْ تُحِطْ بِه۪ خُبْرًا ﴿٦٨﴾ قَالَ سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ صَابِرًا وَلَٓا اَعْص۪ي لَكَ اَمْرًا ﴿٦٩﴾ قَالَ فَاِنِ اتَّبَعْتَن۪ي فَلَا تَسْـَٔلْن۪ي عَنْ شَيْءٍ حَتّٰٓى اُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْرًا۟ ﴿٧٠﴾ ﴾
67-70. O kulumuz, Mûsâ’ya dedi ki: ″Şüphesiz ki, sen benimle beraber olmaya sabredemezsin.* Hakikatından haberdar olmadığın bir şeye nasıl sabredersin?″* Mûsâ da: ″İnşâallah! Beni sabredenlerden bulursun, senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim″ dedi.* Sâlih kul da: ″Bana tâbi olursan, ben hikmetlerini sana beyan edinceye kadar, bana bir şey sorma″ dedi.
İzah: Mûsâ Aleyhisselâm‘ın derecesi Hızır Aleyhisselâm‘dan yüksekti. Mûsâ Aleyhisselâm; Kelimullahtır, Resûlullahtır. Kendisinde Peygamberlik ve kitap ilmi vardı. Buna rağmen Allah’u Teâlâ İlm-i ledün’ü öğrenmesi için Hızır Aleyhisselâm‘a göndererek ona tâbi olmasını ve ondan bu ilmi öğrenmesini söylemiştir. Bu ilme sâhip olanlar, Allah’ın kendilerine bildirmesi ile hiç kimsenin bilemediği hususları bilirler. Bu sebeple Hızır Aleyhisselâm ona: ″Sen anlayamadığın hususlarda sabredemeyerek bana muhalefet edersin″ demiştir.
﴿ فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا رَكِبَا فِي السَّف۪ينَةِ خَرَقَهَاۜ قَالَ اَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ اَهْلَهَاۚ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـًٔا اِمْرًا ﴿٧١﴾ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا ﴿٧٢﴾ قَالَ لَا تُؤَاخِذْن۪ي بِمَا نَس۪يتُ وَلَا تُرْهِقْن۪ي مِنْ اَمْر۪ي عُسْرًا ﴿٧٣﴾ ﴾
71-73. Gittiler ve nihâyet bir gemiye bindiler. Sâlih kul, o gemiyi deldi. Mûsâ: ″Gemiyi, yolcularını gark etmek için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir şey yaptın″ dedi.* Sâlih kul: ″Ben sana, şüphesiz ki sen benimle beraber olmaya sabredemezsin, demedim mi?″ dedi.* Mûsâ: ″Unuttuğum için beni azarlama ve bana bu işimden dolayı bir güçlük çıkarma″ dedi.
İzah: Mûsâ Aleyhisselâm, artık ona teslim olduğu için, o ne derse ona tâbi oluyordu. Nihâyet beraber giderek bir geminin yanına vardılar. Hızır Aleyhisselâm, gemi sahibine: ″Bizi gemiye alırmısın?″ deyince, gemi sahibi: ″Alırım″ dedi. Bunlar: ″Paramız yok″ deyince de, gemi sahibi: ″Olsun, hiç olmazsa sizin hürmetinize Cenâb-ı Hakk benim gemimi muhafaza eder″ dedi ve hürmet ederek bunlara yer gösterdi.
Biraz gittikten sonra, Hızır Aleyhisselâm eline bir balta aldı ve geminin ambarına indi. Mûsâ Aleyhisselâm da arkasından indi. Hızır Aleyhisselâm, elindeki baltayla gemiyi delmeye başladı. Mûsâ Aleyhisselâm: ″Sen bu gemiyi deliyorsun, bütün gemidekiler gark olacak, sen ne yapıyorsun?″ deyince. Hızır Aleyhisselâm dedi ki : ″Ben sana demedim mi, sen benimle beraber olmaya sabredemezsin?″ Bunun üzerine Mûsâ Aleyhisselâm da ona dedi ki: ″Ben unuttum, bundan sonra sabrederim, bir daha işine karışmam, beni affet.″
﴿ فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا لَقِيَا غُلَامًا فَقَتَلَهُۙ قَالَ اَقَتَلْتَ نَفْسًا زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍۜ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـًٔا نُكْرًا ﴿٧٤﴾ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا ﴿٧٥﴾ قَالَ اِنْ سَاَلْتُكَ عَنْ شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْن۪يۚ قَدْ بَلَغْتَ مِنْ لَدُنّ۪ي عُذْرًا ﴿٧٦﴾ ﴾
74-76. Gemiden çıkarak gittiler, nihâyet bir oğlan çocuğuna rastladılar. Sâlih kul, hemen o çocuğu öldürdü. Mûsâ: ″Kısas olmaksızın hiç suçu olmayan bir nefsi mi öldürdün? Doğrusu çok kötü bir şey yaptın″ dedi.* Sâlih kul: ″Ben sana, şüphesiz ki sen benimle beraber olmaya sabredemezsin, demedim mi?″ dedi.* Mûsâ da: ″Eğer bundan sonra bir şey sorarsam, artık bana yoldaşlık etme, o zaman benden ayrılmak için bir mâzeretin olur″ dedi.
İzah: Gemiden çıktıktan sonra bir köyün yanından geçip giderken, o köyün köpekleri bunların üzerine hücum etti. Bir çocuk geldi, bu köpekleri taşla vurarak kovaladı ve buyrun yolunuza devam edin dedi. Hızır Aleyhisselâm o çocuğu yanına çağırdı, tuttu yere yatırdı, elini ayağını tutun dedi ve çocuğu boğazladı. O zaman Mûsâ Aleyhisselâm: ″Sen hiç suçu olmayan bir nefsi öldürdün? dedi. Bunun üzerine Hızır Aleyhisselâm dedi ki: ″Ben, sana demedim mi, sen benimle olmaya sabredemezsin.″ Mûsâ Aleyhisselâm da: ″Ben unuttum; eğer bir daha söylersem, beni yanından ayır″ dedi.
﴿ فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَٓا اَتَيَٓا اَهْلَ قَرْيَةٍۨ اسْتَطْعَمَٓا اَهْلَهَا فَاَبَوْا اَنْ يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا ف۪يهَا جِدَارًا يُر۪يدُ اَنْ يَنْقَضَّ فَاَقَامَهُۜ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَتَّخَذْتَ عَلَيْهِ اَجْرًا ﴿٧٧﴾ ﴾
77. Yine gittiler ve nihâyet bir beldeye varıp ahâlisinden yiyecek istediler. O belde ahâlisi bunları misafir etmekten çekindi. Mûsâ ve sâlih kul, orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Sâlih kul, o duvarı yaptı. Bunun üzerine Mûsâ: ″Bu iş için ücret istesen alırdın″ dedi.
İzah: Nihâyet bir beldeye gittiler. Orada çok şiddetli bir yağmur yağıyordu ve etraf da çok çamur olmuştu. Kendilerinin de üstleri yaşarmış ve çamur olmuştu. Ne kadar ev varsa dolaştılar, fakat bunları kimse misafir almadı.[1] Derken kötü ve harabe haline gelmiş bir duvarın yanına geldiler ve orada dururlarken Hızır Aleyhisselâm: ″Kalkın bakalım, biriniz çamur yapın, biriniz de taş verin, ben şu duvarı yapacağım″ dedi.
Mûsâ Aleyhisselâm, yağmurdan dolayı üstü ıslak olduğundan titriyordu. Mûsâ Aleyhisselâm dedi ki: ″Onlar bizi misafir almadılar, ekmek vermediler. Sen ise, onların duvarlarını yapıyorsun. Eğer isteseydin ücret dahi alırdın″ Bunun üzerine Hızır Aleyhisselâm: ″İşte şimdi sen ile benim arama ayrılık düştü″ dedi.
[1] O belde halkı azgınlıklarında devam etti, Îsâ Aleyhisselâm zamanında, Allah’u Teâlâ şiddetli bir zelzele ile o beldeyi helak etmiştir.
﴿ قَالَ هٰذَا فِرَاقُ بَيْن۪ي وَبَيْنِكَۚ سَاُنَبِّئُكَ بِتَأْو۪يلِ مَا لَمْ تَسْتَطِعْ عَلَيْهِ صَبْرًا ﴿٧٨﴾ ﴾
78. Sâlih kul, Mûsâ’ya dedi ki: ″İşte bu, seninle benim aramın ayrılmasıdır. Sana sabredemediğin şeylerin hikmetlerini bildireyim.″
﴿ اَمَّا السَّف۪ينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاك۪ينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَاَرَدْتُ اَنْ اَع۪يبَهَا وَكَانَ وَرَٓاءَهُمْ مَلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَف۪ينَةٍ غَصْبًا ﴿٧٩﴾ ﴾
79. O deldiğim gemi, birtakım yoksullara ait idi. Onu denizde çalıştırmakla ihtiyaçlarını gideriyorlardı. Önlerinde de her gemiyi gasp eden bir hükümdar vardı. İstedim ki, o gemide bir kusur meydana getireyim de, hükümdar onu gasp etmekten vazgeçsin.
İzah: Hızır Aleyhisselâm şöyle dedi: Gemi, hayır sahibi bir adamındı. Kendisi fakir olup geçimini bu gemiyle sağlıyordu. Bizi de gemiye hayrına bindirdi. Gidiş istikametindeki bir kral, harbe götürmek için sağlam olan gemilere el koyuyordu. Bu adamın da gemiden başka geliri yoktu. Onun için gemiyi delerek hasarlı hale getirdim. Gemi hasarlı olduğundan, ona el koymadılar. O gemi sahibi daha sonra gemisini tamir ederek çocuklarının geçimini sürdürür. İşte gemi sahibi, gemisinin delinmesinden memnun oldu ve böylece gemisi kurtuldu. İşte gemiyi delmemin hikmeti budur.
﴿ وَاَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ اَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَش۪ينَٓا اَنْ يُرْهِقَهُمَا طُغْيَانًا وَكُفْرًاۚ ﴿٨٠﴾ فَاَرَدْنَٓا اَنْ يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْرًا مِنْهُ زَكٰوةً وَاَقْرَبَ رُحْمًا ﴿٨١﴾ ﴾
80-81. Öldürdüğüm oğlan çocuğuna gelince, onun anne ve babası Mü’min kimselerdi. İlerde onları azgınlığa ve küfre sevk etmesinden korktuk.* İstedik ki, Rableri onun yerine kendilerine ondan daha hayırlı, daha temiz ve daha merhametli birini versin.
İzah: Hızır Aleyhisselâm şöyle dedi: O çocuğun anne ve babası sâlih kimselerdi, Allah’ın sevgili dostlarıydılar. O çocuk büyüdüğünde küfre girip zâlim, âsi ve eşkıya olacaktı. Haksız yere çok insan öldürecekti. Anne ve babasının, ona olan düşkünlüğünden dolayı, o çocuğun anne ve babasını küfür ve isyâna düşürmesinden korktuk, bu sebeple o çocuğu öldürdük. İstedik ki, Allah’u Teâlâ o çocuğun yerine kendilerine daha hayırlı, daha temiz ve daha merhametli olan bir çocuk versin. İşte çocuğu öldürmemin hikmeti budur.
Bu hâdise hakkında Katâde Hazretleri der ki: O çocukları doğduğunda anne ve babası sevinmişti. Öldürüldüğünde de onun için üzülmüşlerdi. Ama hayatta kalmış olsaydı, onların helâk olmalarına sebep olacaktı. O bakımdan herkese düşen Allah’u Teâlâ’nın kazâsına rızâ göstermektir. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ’nın, Mü’minler hakkındaki hoşlarına gitmeyen takdiri, sevdikleri şekildeki takdirlerinden onlar için daha hayırlıdır.
Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 216’da: ″… Bâzen bir şeyi hoş görmezsiniz, halbuki o sizin için hayırdır. Bâzen de bir şeyi arzu edersiniz, halbuki o sizin için şerdir. Allah’u Teâlâ (sizin için, hayır ve şer olanı) bilir, siz bilmezsiniz″ diye buyurmuştur.
Rivâyet edildiğine göre, Allah’u Teâlâ öldürülen çocuğun yerine anne ve babasına ondan daha hayırlı olan bir çocuk vermişti. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, ″Annesi bir kız çocuğu doğurdu. O da bir Peygamber doğurdu″ diye buyurmuştur.
﴿ وَاَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَت۪يمَيْنِ فِي الْمَد۪ينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنْزٌ لَهُمَا وَكَانَ اَبُوهُمَا صَالِحًاۚ فَاَرَادَ رَبُّكَ اَنْ يَبْلُغَٓا اَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنْزَهُمَاۗ رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَۚ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ اَمْر۪يۜ ذٰلِكَ تَأْو۪يلُ مَا لَمْ تَسْطِعْ عَلَيْهِ صَبْرًاۜ۟ ﴿٨٢﴾ ﴾
82. Yaptığım duvara gelince, bu duvar şehirdeki iki yetim erkek çocuğa ait idi. Duvarın altında onlara ait bir define vardı. Babaları da sâlih bir kimse idi. Rabbin Teâlâ, o çocukların buluğ yaşına ve rüşde ulaşınca definelerini kendilerinin çıkarmasını istedi. Bu, Rabbinden bir rahmetti. Ben, bu işleri kendiliğimden yapmadım. İşte sabredemeyip itiraz ettiğin şeylerin hikmetleri budur.
İzah: Hızır Aleyhisselâm şöyle dedi: O beldede iki yetim çocuk vardı. Bu çocukların babasının çok miktarda kendisine ait parası vardı. Bu adam hastalanıp öleceğini anladığında, çocuklarının da küçük yaşta olmaları sebebiyle parayı onlara güvenemedi. Çünkü kendisi öldüğünde, çevresinde bulunan zâlim insanlar, çocuklarının elinden bu paraları alırlar diye düşündü, evin duvarının temeline o paraları gömdü ve ″Allah’ım! Sen bu parayı muhafaza et ve benim yetimlerime nasip et″ diyerek Allah’a emânet etti. Çocuklarına da: ″Benden sonra siz büyüdüğünüzde, benim bu evimi tamamen yıkıp yerine yeni bir ev yapın″ diye vasiyet etti. Amacı, çocuklar büyüdüğünde, o parayı bulmalarını sağlamaktı. Evin duvarının bu kısmı yıkılmış, bu definenin üstünün açılmasına çok az bir şey kalmıştı. Bu gece yağan yağmurla da bunun üstü tamamen açılacaktı. Allah’u Teâlâ, bu durumu bana bildirdi. Onun için yıkılan o duvarı hemen yaptım ve böylece yetimlerin parasını korudum. İşte bunun hikmeti de budur.
Yine bu Âyet-i Kerîme’de geçen define hakkında Ebu’d-Derdâ Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmaktadır:
فِي قَوْلِهِ {وَكَانَ تَحْتَهُ كَنْزٌ لَهُمَا} قَالَ ذَهَبٌ وَفِضَّةٌ (ت عن ابى الدرداء)
″Altında onlara ait bir define vardı″ diye geçen âyet hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Altın ve gümüşten bir define″ diye buyurdu.[1]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يَرْحَمُ اللّٰهُ مُوسَى لَوْ كَانَ صَبَرَ لَقُصَّ عَلَيْنَا مِنْ أَمْرِهِمَا (خ م ت)
″Allah’u Teâlâ, Mûsâ‘ya rahmet etsin. İsterdik ki, keşke sabredeydi de, Hızır ile aralarında geçecek mâceraları Allah’u Teâlâ bize anlatsaydı.″[2]
İşte bu ve bunun gibi hâdiseler akla, mantığa sığmaz, îmana sığar.
Âyet-i Kerîme’de geçen, Mûsâ Aleyhisselâm’ın Hızır Aleyhis-selâm’dan öğrendiği ilim; ledün ilmidir. Bu da mânevî bir ilimdir. Bu ilme sâhip olanlar, Allah’ın kendilerine bildirmesi ile hiç kimsenin bilemediği hususları bilir.
Mûsâ Aleyhisselâm, ledün ilmini öğrenmek istedi. Allah’u Teâlâ da bu ilmi öğrenebilmesi için onu Hızır Aleyhisselâm’a göndermiştir. Bu husus Sûre-i Kehf, Âyet 65-66’da şöyle geçmektedir:
″O kayanın yanında, kendisine bir rahmet verdiğimiz ve ilm-i ledün öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu (Hızır Aleyhisselâm‘ı) buldular.* Mûsâ, o kulumuza: ″Sana öğretilen hikmetli ilimden bana da öğretmen için sana tâbi olayım mı?″ dedi.″
Allah’u Teâlâ istese bu ilmi, Mûsâ Aleyhisselâm’a bir anda verebilirdi. Ancak bu ilmi öğrenebilmesi için bir kulunu vesîle kılmıştır. Mûsâ Aleyhisselâm, Ulu’l-Azim Peygamberlerden olup Allah’u Teâlâ ile bizzat konuştuğu halde bu ilmi bilmiyordu. Halbuki kendisi Tevrat’ı ezbere biliyordu. Dolayısıyla kendi zamanında kitap ilminde kendisinden daha üstün kimse yoktu.
Bu mânevi ilim, ancak bir mürşidin yanında onun rehberliğinde yaşayarak ve sabırla öğrenilir. Aynı Mûsâ Aleyhisselâm’ın Hızır Aleyhisselâm’a tâbi olarak öğrendiği gibi. Hızır Aleyhisselâm’ın bu ilmi öğretme şekline bakıldığı zaman da, bu durum akla, mantığa ve şeriata muhâlif gibi gözükse de, sonuna bakıldığında büyük hikmetlerinin olduğu anlaşılmaktadır.
Ledün ilmini, insanların anlayamayıp karşı çıkması hakkında Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:
حَفِظْتُ مِنْ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وِعَاءَيْنِ فَأَمَّا أَحَدُهُمَا فَبَثَثْتُهُ وَأَمَّا الْآخَرُ فَلَوْ بَثَثْتُهُ قُطِعَ هَذَا الْبُلْعُومُ (خ عن ابى هريرة)
″Ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den iki çeşit ilim öğrendim. Bunlardan birini sizlere bildirdim. Eğer ikinci öğrendiğim ilmi size söylersem, benim şu boğazım kesilir.″[3]
İşte Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’nun, ″Eğer ikinci öğrendiğim ilmi size söylersem, benim şu boğazım kesilir″ dediği üzere, Muhyiddin İbn’ül-Arabî Hazretleri, Nesimi Hazretleri ve Hallac-ı Mansur Hazretleri gibi birçok tasavvuf ehlinin bâzı hallerinin hikmeti, o zamanın âlimleri tarafından ilk başta anlaşılamadığı için şeriata muhâlif gibi görülmüş ve verdikleri fetvâlar ile de bu zâtların öldürülmelerine hükmedilmiştir. Bunların hikmeti ise, sonradan ortaya çıkmıştır. Mesalâ: Muhyiddin İbn’ül-Arabî Hazretleri, büyük bir kayanın üzerine çıkarak, ″Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır″ demiş. Ve o zamanın âlimleri de, ″Biz taşa, toprağa değil Allah’a taparız, sen bize nasıl böyle bir şey dersin″ diyerek, onun bu sözüyle küfre girdiğini söyleyip öldürülmesine fetvâ vermişlerdir. Uzun yıllar sonra Yavuz Sultan Selim Han, Şam’ı fethedince, oradaki bir caminin giriş kapısının üzerinde bir yazı görür. O yazıda: ″Sin, Şın’a dahil olduğunda Muhyiddin’in kabri ortaya çıkar″ diye yazıyordu. Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri bu yazıyı görünce, ″Sin, benim, Şın da Şam şehridir. Bu yazı, Şam’ı aldığımda, Muhyiddin İbn’ül-Arabî Hazretlerinin kabrini ortaya çıkaracağımı haber vermektedir″ der. Onun nasıl öldüğünü soruşturur.
Muhyiddin İbn’ül-Arabî Hazretlerinin büyük bir kayanın üzerine çıkarak: ″Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır″ demesi üzerine o zamanın alimleri tarafından: ″Biz taşa, toprağa değil Allah’a taparız, sen bize nasıl böyle bir şey dersin″ diyerek onun bu sözüyle küfre girdiğini söyleyip öldürülmesine fetvâ verdiklerini öğrenir. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri, kayanın altını açtırır ki, altın ile dolu olduğu görülür. İşte o zaman anlaşılıyor ki, Muhyiddin İbn’ül-Arabî Hazretleri, insanların dünyâya çok fazla meylettiklerini ifade etmek için bu sözü söylemişti.
Bu olay üzerine Yavuz Sultan Selim Han, Muhyiddin İbn’ül-Arabî Hazretlerinin kabrini araştırır ve sonunda cesedini hiç bozulmamış halde bulur ve tekrar onu yıkayıp namazını kılarak defneder ve şu anki Şam şehrinde olan kabri şerifinin bulunduğu cami ve türbeyi yaptırır. İşte sözünün ne kadar hikmetli ve kendisinin de ne kadar büyük zât olduğu ilk başta anlaşılamadığı halde, uzun yıllar sonra hakikat meydana çıkmıştır. Nitekim Mûsâ Aleyhisselâm da, bizzat Allah’u Teâlâ tarafından Hızır Aleyhisselâm’a gönderildiği halde, onun ilminin büyüklüğünü bilmesine ve sabredeceğini söylemesine rağmen, onun yaptıklarını anlayamamış, sabredemeyip karşı çıkmıştır.
Mûsâ Aleyhisselâm gibi, bu ledün ilmini öğrenebilmek için İbrâhim Ethem Hazretleri de, padişahlığı, tacı tahtı terk ederek, bir Mürşid-i Kâmil’e intisap etmiş ve dergahında uzun yıllar hizmet ederek ondan bu ilmi öğrenmiştir. Mevlanâ Hazretleri de kendi zamanında yüksek bir kitap ilmine sahipken, bu mânevi ilmi öğrenebilmek için, o da Şems-i Tebrizî Hazretlerine intisap etmiş ve ondan bu ilmi öğrenmiştir. Yine Yunus Emre Hazretleri de bu mânevi ilmi öğrenebilmek için uzun yıllar Taptuk Emre Hazretlerinin dergâhında hizmet etmiş ve o da aynı şekilde bu ilmi ondan öğrenmiştir. Yine Fâtih Sultan Muhammed Han Hazretleri de, yüksek bir zâhir ilme sahip olup cihana hükmeden bir padişah iken ve ayrıca onun hakkında övgüyle bahseden Hadis-i Şerif olmasına rağmen, o da Akşemseddin Hazretlerine tâbi olarak onun müridi olmuştur. Osmanlı’nın kurucusu olan Osman Bey’in tâbi olduğu Şeyh Edebâli gibi, Osmanlı padişahlarının, bu mânevi ilmi öğrenebilmek için tâbi oldukları şeyhleri vardı. Bunlar gibi birçok örnek vardır. İşte bu mânevi ilme, genel olarak tasavvuf ilmi denilmiştir.
Nitekim bir kitap ilmi ve bir de mânevi ilim olduğuna dair çok sayıda Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif vardır. Bunlardan bâzıları şöyledir:
Sûre-i Bakara, Âyet 151:
″Nitekim içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi günahlardan temizleyen, size kitabı ve hikmeti öğreten ve bilmediklerinizi öğreten bir Peygamber gönderdik.″
Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 164:
″Yemin olsun ki Allah’u Teâlâ, Mü’minlere büyük lütufta bulundu. Zîrâ onlara Allah’ın âyetlerini okuyan, onları günahlardan temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten, kendilerinden bir Resûl gönderdi. Oysa onlar, evvelce apaçık bir dalâlet içindeydiler.″
Sûre-i Bakara, Âyet 269:
″Allah’u Teâlâ, hikmeti dilediğine verir. Her kime hikmet verilmiş ise, şüphesiz ona çok hayır verilmiştir. Bunu, ancak hâlis akıl sahipleri düşünüp anlar.″
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:
اَلْعِلْمُ عِلْمَانِ فَعِلْمٌ ثَابِتٌ فِى الْقَلْبِ فَذَاكَ الْعِلْمُ النَّافِعُ وَعِلْمٌ فِى اللِّسَانِ فَذَاكَ حُجَّةُ اللّٰهِ عَلَى عِبَادِهِ (ابو نعيم عن انس)
″İlim ikidir: Biri kalpte sâbittir. İşte en faydalı olan ilim (hikmet ve ledün ilmi) budur. Bir ilim de lisândaki ilimdir (kitaptır). Bu da Allah’u Teâlâ’nın kullarına hüccetidir (delilidir).″[4] Hadis-i Şerif’te geçen nâfi ilminden maksat, mânevi ilimdir.
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
تَعَلَّمُوا الْيَقِينَ كَمَا تَعَلَّمُوا الْقُرْآنَ حَتَّى تَعْرِفُوهُ فَاِنِّى اَتَعَلَّمُهُ (حل عن ثور)
″İlm-i yakîni öğrenmeye çalışın. Kur’ân öğrenmeye çalıştığınız gibi. Hattâ onu iyice bilesiniz, ben de onu öğrenmeye çalışıyorum.″[5]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
عِلْمُ الْبَاطِنِ سِرٌّ مِنْ أَسْرَارِ اللّٰهِ تَعَالَى وَحِكَمٌ مِنْ حِكَمِ اللّٰهِ يَقْذِفُهُ فِى قُلُوبٍ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ (فر الديلمى عن امام على)
″Bâtın ilmi, Allah’ın sırlarından bir sırdır ve Allah’ın hikmetlerinden bir hikmettir. Onu dilediği kullarının kalbine koyar.″[6]
İşte Allah’u Teâlâ’nın hücceti olan kitap ilmi de, mânevi ilim olan ledün ilmi de önceki Peygamberler döneminde olduğu gibi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘de ve ümmettinden bâzı kimselerde de vardır. Hâsılı kişiye lâzım olan zâhir ve mânevi ilmin kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu iki ilimi de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ümmetine öğretmiştir.
[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7073.
[2] Sahih-i Buhârî, İlim 63; Sahih-i Müslim, Fedâil 46 (170-172 Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7065.
[3] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 100.
[4] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 223/2; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, Hadis No: 60.
[5] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 254/1; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 7337.
[6] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 317/3.
﴿ وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنْ ذِي الْقَرْنَيْنِۜ قُلْ سَاَتْلُوا عَلَيْكُمْ مِنْهُ ذِكْرًاۜ ﴿٨٣﴾ اِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الْاَرْضِ وَاٰتَيْنَاهُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًاۙ ﴿٨٤﴾ فَاَتْبَعَ سَبَبًا ﴿٨٥﴾ ﴾
83-85. Ey Resûlüm! Sana Zülkarneyn hakkında sorarlar. De ki: ″Onun ahvâlinden size beyan edeyim.″* Biz ona yeryüzünde geniş imkânlar verdik. Biz, her şeyin sebebini ona verdik.* O da, sebeplere sarılarak yola gitti.
İzah: Rivâyete göre müşrikler, Yahudi hahamlarının yanına giderek, onlardan Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gerçek Peygamber olup olmadığı hakkında sordular. Yahudi hahamları müşriklere; Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gerçek Peygamber olup olmadığını anlamaları için Ashâb-ı Kehf’ten, ruhtan ve Zülkarneyn’in, yeryüzünün doğusuna ve batısına kadar gezen adamın durumundan sormalarını söylediler. Zülkarneyn’i anlatan bu âyetler, müşriklerin bu sorularına cevap olarak inmiştir.
Zülkarneyn, isim değildir. Esas adı İskender’dir. Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın başının üstünde iki tane etten, boynuz şeklinde parmak uzunluğunda et parçası vardı. Arapçada Zülkarneyn, ″İki boynuzlu″ demektir. Allah’u Teâlâ, Peygamberlerin bâzısına bu türden hiç kimsede olmayan özellikler vermiştir. Meselâ: Mûsâ Aleyhisselâm’ın sağ eli projektör gibi ışık verirdi. Elini bez ile sarar yahut koynuna koyardı. Dâvud Aleyhisselâm, demiri avucuna aldığında, demir erir ve istediği şekli verirdi. Yusuf Aleyhisselâm çok güzeldi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in de sırtında nübüvvet mührü vardı.
Zülkarneyn Aleyhisselâm, Kur’ân-ı Kerîm’de ismi geçen yirmi sekiz Peygamberden biridir. Allah‘u Teâlâ, bütün dünyâya hükmetmesi için kendine kolaylıklar vermiştir.
﴿ حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ ف۪ي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِنْدَهَا قَوْمًاۜ قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِمَّٓا اَنْ تُعَذِّبَ وَاِمَّٓا اَنْ تَتَّخِذَ ف۪يهِمْ حُسْنًا ﴿٨٦﴾ ﴾
86. Güneşin battığı yere vardığı vakit güneşi, siyah çamurlu bir suya, balçığa batıyor gibi gördü ve orada bir kavim buldu. Biz: ″Ey Zülkarneyn! Onları ya cezâlandırırsın, ya da haklarında iyi davranırsın″ dedik.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, güneşin battığı yer diye söylenen, Allah‘u a’lem, İskandinavya ülkeleri gibi, kutuba yakın olan bölgelerdir. Çünkü kutup bölgelerinde altı ay gündüz ve altı ay gece oluşmaktadır. İşte âyette geçen, güneşin battığı yer de, kutup bölgelerindeki altı ay olan gece kısmıdır. Orada zifiri karanlık durumu olmayıp alaca karanlık oluşmakta ve denize bakıldığında, deniz balçık gibi gözükmektedir.
Zülkarneyn Aleyhisselâm’a Allah’u Teâlâ çok kolaylıklar verdi ve birçok şeyleri de emrine verdi. Böylece dünyânın her tarafına yani dünyânın en soğuk bölgesi olan güney ve kuzey kutup bölgelerine ve dünyânın en sıcak iklimi olan bölgelerine de hâkim oldu.
Yine bu âyette, Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın gittiği yerde karşılaştığı kavmin îman etmemesi halinde onları öldürmekte veya onlara iyi davranarak îman etmelerini sağlamakta serbest olduğu beyan edilmiştir.
﴿ قَالَ اَمَّا مَنْ ظَلَمَ فَسَوْفَ نُعَذِّبُهُ ثُمَّ يُرَدُّ اِلٰى رَبِّه۪ فَيُعَذِّبُهُ عَذَابًا نُكْرًا ﴿٨٧﴾ وَاَمَّا مَنْ اٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُ جَزَٓاءًۨ الْحُسْنٰىۚ وَسَنَقُولُ لَهُ مِنْ اَمْرِنَا يُسْرًاۜ ﴿٨٨﴾ ﴾
87-88. Zülkarneyn dedi ki: ″Her kim zulmederse (küfürde ısrar ederse) onu cezâlandırırız, sonra Rabbine döndürülür. O da onu şiddetli bir azâba uğratır.* Her kim de îman edip sâlih amelde bulunursa, artık onun için çok güzel bir mükâfat vardır.″ Biz, Zülkarneyn’e kolay şey emrederiz.
﴿ ثُمَّ اَتْبَعَ سَبَبًا ﴿٨٩﴾ حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَطْلُعُ عَلٰى قَوْمٍ لَمْ نَجْعَلْ لَهُمْ مِنْ دُونِهَا سِتْرًاۙ ﴿٩٠﴾ كَذٰلِكَۜ وَقَدْ اَحَطْنَا بِمَا لَدَيْهِ خُبْرًا ﴿٩١﴾ ﴾
89-91. Sonra, Zülkarneyn yine sebeplere sarılarak yola devam etti.* Güneşin doğduğu yere vardığı vakit onu, kendilerini güneşten koruyacak bir şey vermediğimiz bir kavim üzerine doğuyor gördü.* Zülkarneyn’nin hâli işte böyledir. Şüphesiz ki, onun yanında neler olduğunu ilmimizle kuşatmışızdır.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Güneşin doğduğu yere vardığı vakit onu, kendilerini güneşten koruyacak bir şey vermediğimiz bir kavim üzerine doğuyor gördü″ diye buyrulmaktadır. Güneşin doğduğu yerden maksat, altı ay gece ve altı ay gündüzün oluştuğu kutba yakın olan bölgelerdir. Bu âyette de, kutup bölgelerindeki altı ay olan gündüz kısmı anlatılmaktadır. Oradaki halkın, kendilerini güneşten koruyacak bir şeyin olmaması, altı ay güneş batmadığından dolayıdır.
Daha yukarıdaki Sûre-i Kehf, Âyet 86’da: ″Güneşin battığı yere vardığı vakit güneşi, siyah çamurlu bir suya, balçığa batıyor gibi gördü″ diye geçen âyette de, altı ay gecenin olduğu kısımdan bahsedilmektedir.
Allah’u Teâlâ Sûre-i Kehf, Âyet 86’da Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın güneşin battığı yere gittiğini söylemektedir. Sûre-i Kehf, Âyet 89-90’da da: ″Sonra, Zülkarneyn yine sebeplere sarılarak yola devam etti.* Güneşin doğduğu yere vardığı vakit…″ diye geçtiği üzere, Zülkarneyn Aleyhis-selâm’ın güneşin battığı yerden ayrılarak güneşin doğduğu bölgeye doğru gittiği beyan edilmektedir. Bu da Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın bir kutup bölgesinden diğer kutup bölgesine gittiğini göstermektedir. Sûre-i Kehf, Âyet 91’de: ″Şüphesiz ki, onun yanında neler olduğunu ilmimizle kuşatmışızdır″ diye geçtiği üzere, Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın, Allah’u Teâlâ’nın kendisine verdiği kudret vâsıtalarıyla ve hikmetli ilimle bu altı aylık süre içerisinde hem kuzey kutbuna ve hem de güney kutbuna giderek oralara hâkim olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü altı aylık süreç içerisinde kutup bölgesinin birinde geceyken diğer kutup bölgesinde gündüz oluşmaktadır.
İşte bu olay, Kur’ân-ı Kerîm’deki mûcizelerdendir. Çünkü Kur’ân indiği zamanda, o bölge halkının kutuplarla ilgili bir bilgisi yoktu.
﴿ ثُمَّ اَتْبَعَ سَبَبًا ﴿٩٢﴾ حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ بَيْنَ السَّدَّيْنِ وَجَدَ مِنْ دُونِهِمَا قَوْمًاۙ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ قَوْلًا ﴿٩٣﴾ قَالُوا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِنَّ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ فَهَلْ نَجْعَلُ لَكَ خَرْجًا عَلٰٓى اَنْ تَجْعَلَ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمْ سَدًّا ﴿٩٤﴾ ﴾
92-94. Sonra, Zülkarneyn yine sebeplere sarılarak yola devam etti.* İki dağ arasına ulaştığı vakit, orada konuşulan dillerden hiç birini anlamayan bir kavim buldu.* Onlar: ″Yâ Zülkarneyn! Ye’cüc ve Me’cüc öldürme ve tahrif ile yeryüzünde fesat yapıyorlar. Bizimle onlar arasında bir set yapmak üzere sana bir bedel verelim mi?″ dediler.
İzah: İmam Taberî ve daha birçok tefsir âlimi, Ye’cüc ve Me’cüc’e karşı Zülkarneyn Aleyhisselâm’dan yardım isteyen kavmin, ″Türkler″ olduğunu söylemişlerdir.
Ye’cüc ve Me’cüc’e dair Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَبْشِرُوا فَإِنَّ مِنْ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ أَلْفًا وَمِنْكُمْ رَجُلٌ... (خ عن ابى سعيد)
″Müjde size, Cehenneme giren Ye’cüc ve Me’cüc’ün bin kişisi karşısında sizden oraya bir kişi girecektir.″[1]
Ye’cüc ve Me’cüc, âyetlerde ve birçok hadiste de geçtiği üzere, büyük kıyâmet alâmetlerinden sayılmıştır. Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Kehf, Âyet 97-99’un izahına ve Sûre-i Enbiyâ, Âyet 96’ya bakınız.
[1] Sahih-i Buhârî, Rikâk 46.
﴿ قَالَ مَا مَكَّنّ۪ي ف۪يهِ رَبّ۪ي خَيْرٌ فَاَع۪ينُون۪ي بِقُوَّةٍ اَجْعَلْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ رَدْمًاۙ ﴿٩٥﴾ اٰتُون۪ي زُبَرَ الْحَد۪يدِۜ حَتّٰٓى اِذَا سَاوٰى بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ قَالَ انْفُخُواۜ حَتّٰٓى اِذَا جَعَلَهُ نَارًاۙ قَالَ اٰتُون۪ٓي اُفْرِغْ عَلَيْهِ قِطْرًاۜ ﴿٩٦﴾ ﴾
95-96. Zülkarneyn dedi ki: ″Rabbimin bana verdiği imkân, sizin vereceğiniz bedelden daha hayırlıdır. Siz bana fiilen yardım edin de, sizinle onların arasında bir set yapayım,* bana demir parçaları taşıyın.″ Taşıdılar, iki dağ arası dolduğu vakit, Zülkarneyn: ″Ateş koyup körükleyin″ dedi. Körüklediler, demirler ateş kesildi. Zülkarneyn onlara: ″Bana erimiş bakır taşıyın da üzerine dökeyim″ dedi ve öyle yapıldı.
İzah: Zülkarneyn Aleyhisselâm’a tâbi olup Müslüman olan bir kavim, başka bir kavimle düşmandı. Onlar, o kavmin şerrinden ebediyyen kurtulmak için ona geldiler. O da, çalı yığmalarını emretti. Çalıyı duvar şeklinde yığdılar. Duâ etti, ateşledi. Ateşin içerisine demir ve bakır attı. Mûcize ile alevin yükseldiği yer tunçtan duvar oldu. Tunçla olan bu duvarı kimse aşamadı. Böylece o duvar kendilerini düşmanlarından korudu.
Bu, çok uzun yıllar önce olan bir hâdise idi. Zülkarneyn Aleyhis-selâm’ın hikmetle yaptığı bu tunçtan duvarın yeri, mahiyeti; zâhir mi yoksa bâtın mı olduğu tam olarak bilinememektedir.
﴿ فَمَا اسْطَاعُٓوا اَنْ يَظْهَرُوهُ وَمَا اسْتَطَاعُوا لَهُ نَقْبًا ﴿٩٧﴾ قَالَ هٰذَا رَحْمَةٌ مِنْ رَبّ۪يۚ فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ رَبّ۪ي جَعَلَهُ دَكَّٓاءَۚ وَكَانَ وَعْدُ رَبّ۪ي حَقًّاۜ ﴿٩٨﴾ وَتَرَكْنَا بَعْضَهُمْ يَوْمَئِذٍ يَمُوجُ ف۪ي بَعْضٍ وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَجَمَعْنَاهُمْ جَمْعًاۙ ﴿٩٩﴾ ﴾
97-99. Artık Ye’cüc ve Me’cüc, ne seddin üzerinden aşabildiler ne de delmeye muktedir oldular.* Zülkarneyn: ″Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaad ettiği vakit gelince, onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi haktır″ dedi.* Sed yerle bir olduğu gün, halk birbirine karışarak deniz gibi dalgalanırlar. Sonra Sûr üflenir de onların hepsini toplarız.
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Sed″ hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يَحْفِرُونَهُ كُلَّ يَوْمٍ حَتَّى إِذَا كَادُوا يَخْرِقُونَهُ قَالَ الَّذِي عَلَيْهِمْ ارْجِعُوا فَسَتَخْرِقُونَهُ غَدًا فَيُعِيدُهُ اللّٰهُ كَأَشَدِّ مَا كَانَ حَتَّى إِذَا بَلَغَ مُدَّتَهُمْ وَأَرَادَ اللّٰهُ أَنْ يَبْعَثَهُمْ عَلَى النَّاسِ قَالَ الَّذِي عَلَيْهِمْ ارْجِعُوا فَسَتَخْرِقُونَهُ غَدًا إِنْ شَاءَ اللّٰهُ وَاسْتَثْنَى قَالَ فَيَرْجِعُونَ فَيَجِدُونَهُ كَهَيْئَتِهِ حِينَ تَرَكُوهُ فَيَخْرِقُونَهُ فَيَخْرُجُونَ عَلَى النَّاسِ فَيَسْتَقُونَ الْمِيَاهَ وَيَفِرُّ النَّاسُ مِنْهُمْ فَيَرْمُونَ بِسِهَامِهِمْ فِي السَّمَاءِ فَتَرْجِعُ مُخَضَّبَةً بِالدِّمَاءِ فَيَقُولُونَ قَهَرْنَا مَنْ فِي الْأَرْضِ وَعَلَوْنَا مَنْ فِي السَّمَاءِ قَسْوَةً وَعُلُوًّا فَيَبْعَثُ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ نَغَفًا فِي أَقْفَائِهِمْ فَيَهْلِكُونَ فَوَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ إِنَّ دَوَابَّ الْأَرْضِ تَسْمَنُ وَتَبْطَرُ وَتَشْكَرُ شَكَرًا مِنْ لُحُومِهِمْ (ت عن ابى هريرة)
Ye’cüc ve Me’cüc, her gün seddi delmeye çalışırlar. Delik açmaya yaklaştıkları vakit, başlarında bulunan yetkili: ″Şimdi geri dönün, kalanı yarın delersiniz″ der. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ o seddin oyulan yerini öncekinden de sağlam bir şekilde yapar. Onların zamanları gelip de, Allah onları insanların arasına çıkarmak istediği zaman başlarında bulunan yetkili: ″Şimdi geri dönün, inşâallah yarın çıkarsınız″ der. İkinci gün döndüklerinde ise, seddi bıraktıkları gibi bulurlar. Seddi delip insanların içine çıkarlar. Bütün suları içerler, insanlar onlardan kaçarlar. Oklarını göğe doğru fırlatırlar, oklar kana bulanmış bir şekilde geri döner. Bunun üzerine, ″Yeryüzünde bulunanları perişan ettik ve gökte olanlara da galip gelerek mağlup ettik″ demeye başlarlar. Sonra Allah’u Teâlâ onlara enselerinden neğaf kurtlarını[1] musallat eder ve bu yüzden kırılıp helâk olurlar. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, yeryüzündeki hayvanlar, onların cesetlerini yiyip semiz birer varlık hâline gelirler.″[2]
Mü’minlerin annesi Zeyneb Bint-i Cahş Radiyallâhu anhâ da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
اسْتَيْقَظَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنَ النَّوْمِ مُحْمَرًّا وَجْهُهُ يَقُولُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِنْ شَرٍّ قَدْ اقْتَرَبَ فُتِحَ الْيَوْمَ مِنْ رَدْمِ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مِثْلُ هَذِهِ وَحَلَّقَ بِإِصْبَعِهِ الْإِبْهَامِ وَالَّتِي تَلِيهَا قَالَتْ زَيْنَبُ بِنْتُ جَحْشٍ فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَنَهْلِكُ وَفِينَا الصَّالِحُونَ قَالَ نَعَمْ إِذَا كَثُرَ الْخَبَثُ (خ م عن زينب بنت جحش)
Bir gün Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem uykudan uyandı ve titreyerek ürpermiş ve yüzleri kızarmış olduğu halde: ″Lâ ilâhe illallâh! Gelecek olan şerden dolayı Araba vah olsun! Bugün Ye’cûc ve Me’cûc’un seddinden şu kadar yer açıldı″ buyurdu ve baş parmağı ile şehâdet parmağını birleştirerek halka yaptı. ″Yâ Resûlallah! İçimizde iyiler olduğu halde de helâk olur muyuz?″ diye sordum. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Kötülük ve günahlar çoğaldığı vakit, evet!″ diye buyurdu.[3]
[1] Neğaf kurdu; deve, koyun ve sığır gibi hayvanların burunlarında olan kurt, demektir.
[2] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7075.
[3] Sahih-i Buhâri, Enbiyâ 7, Fiten 4, 28; Sahih-i Müslim, Fiten 1, 2; Sünen-i Tirmizî, Fiten 21, 23
﴿ وَعَرَضْنَا جَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ لِلْكَافِر۪ينَ عَرْضًاۙ ﴿١٠٠﴾ اَلَّذ۪ينَ كَانَتْ اَعْيُنُهُمْ ف۪ي غِطَٓاءٍ عَنْ ذِكْر۪ي وَكَانُوا لَا يَسْتَط۪يعُونَ سَمْعًا۟ ﴿١٠١﴾ ﴾
100-101. O gün Cehennemi, kâfirlere korkunç ve şiddetli bir sûrette arz ederiz.* Onların gözleri, âyetlerimize karşı perdeliydi ve kelâmımı işitmiyorlardı.
İzah: Cehhennem hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يُؤْتَى بِجَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ لَهَا سَبْعُونَ أَلْفَ زِمَامٍ مَعَ كُلِّ زِمَامٍ سَبْعُونَ أَلْفَ مَلَكٍ يَجُرُّونَهَا (م عن عبد اللّٰه)
″Cehennem, mahşer günü yetmiş bin iple bağlı olarak sürüklenir. Her ipte yetmiş bin melek vardır, onu çekerler (mahşer yerine getirirler).″[1]
[1] Sahih-i Müslim, Cennet 12 (29).
﴿ اَفَحَسِبَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنْ يَتَّخِذُوا عِبَاد۪ي مِنْ دُون۪ٓي اَوْلِيَٓاءَۜ اِنَّٓا اَعْتَدْنَا جَهَنَّمَ لِلْكَافِر۪ينَ نُزُلًا ﴿١٠٢﴾ ﴾
102. Kâfirler, Beni bırakıp da kullarımı dost (ilah) edineceklerini mi sandılar? Şüphesiz ki Biz, Cehennemi kâfirler için bir konak yeri olarak hazırladık.
İzah: Kâfirler, Beni bırakıp da Benim yarattığım Îsâ’yı, Üzeyr’i dost yani ilah edinmelerinin doğru bir şey olduğunu mu sanıyorlar? Bu aslâ doğru bir şey değildir. Beni bırakıp da ilah edindikleri, mahşer gününde kendilerinden uzaklaşacaklardır. Biz de kâfirler için konak olarak Cehennemi hazırlamışızdır. Onların kaçıp sığınacakları başka bir yer de yoktur, demektir.
Allah’u Teâlâ, Yahudi ve Hristiyanların nasıl küfre düştüklerine dair Sûre-i Tevbe, Âyet 30’da şöyle buyurmuştur:
″Yahudiler: ″Üzeyr, Allah’ın oğludur″ dediler. Hristiyanlar da: ″Îsâ Mesih, Allah’ın oğludur″ dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri sözleridir. Onlar bu sözlerini, kendilerinden önceki kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Haktan nasıl yüz çeviriyorlar.″
﴿ قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْاَخْسَر۪ينَ اَعْمَالًاۜ ﴿١٠٣﴾ اَلَّذ۪ينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا ﴿١٠٤﴾ ﴾
103-104. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Amellerinde en fazla hüsrâna uğrayanları size haber vereyim mi?* Onlar, dünyâ hayatındaki gayretleri boşa giden kimselerdir. Halbuki onlar, iyi yaptıklarını zannederlerdi.″
İzah: Sûre-i Kehf, Âyet 103 ile ilgili olarak Mus’ab Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:
سَأَلْتُ أَبِي {قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْأَخْسَرِينَ أَعْمَالًا} هُمْ الْحَرُورِيَّةُ قَالَ لَا هُمْ الْيَهُودُ وَالنَّصَارَى أَمَّا الْيَهُودُ فَكَذَّبُوا مُحَمَّدًا صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَأَمَّا النَّصَارَى فَكَفَرُوا بِالْجَنَّةِ وَقَالُوا لَا طَعَامَ فِيهَا وَلَا شَرَابَ وَالْحَرُورِيَّةُ {الَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ} وَكَانَ سَعْدٌ يُسَمِّيهِمْ الْفَاسِقِينَ (خ عن مصعب بن سعد)
Babama; Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Amellerinde en fazla hüsrâna uğrayanları size haber vereyim mi?″[1] diye geçen âyetten kastedilenler Hâriciler midir? diye sordum. O da, ″Hayır! Onlar, Yahudi ve Hristiyanlardır. Yahudiler, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i yalanladılar. Hristiyanlar da, Cenneti inkâr ettiler ve ″Orada ne yiyecek, ne de içecek var″ dediler. Hâriciler ise, Allah’u Teâlâ’ya verdikleri mîsâktan (sağlam ahidden) sonra ahidlerini bozanlardır.[2] Babam Sa’d, onları ″Fâsıklar″ diye adlandırıyordu.[3]
[1] Sûre-i Kehf, Âyet 103.
[2] Sûre-i Bakara, Âyet 27.
[3] Sahih-i Buhâri, Tefsir-i Kehf, 5; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7076.
﴿ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ رَبِّهِمْ وَلِقَٓائِه۪ فَحَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فَلَا نُق۪يمُ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَزْنًا ﴿١٠٥﴾ ذٰلِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ جَهَنَّمُ بِمَا كَفَرُوا وَاتَّخَذُٓوا اٰيَات۪ي وَرُسُل۪ي هُزُوًا ﴿١٠٦﴾ ﴾
105-106. İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr eden kimselerdir. Bu sebeple onların amelleri boşa gitmiştir. Kâfirlerin amellerini mahşer günü tartıya koymayacağız.* İşte onların cezâları, inkâr etmeleri ve âyetlerimi ve Resullerimi alay konusu yapmaları sebebiyle Cehennemdir.
İzah. Sûre-i Kehf, Âyet 105 ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَيَأْتِي الرَّجُلُ الْعَظِيمُ السَّمِينُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لَا يَزِنُ عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ وَقَالَ اقْرَءُوا {فَلَا نُقِيمُ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَزْنًا} (خ م عن ابى هريرة)
″Mahşer gününde iri yarı, oldukça şişman bir adam gelecek de sivrisinek kanadı kadar bir ağırlığı olmayacaktır. İsterseniz, ″Kâfirlerin amellerini mahşer günü tartıya koymayacağız″ diye geçen âyeti okuyun.″[1]
Kâfirin, yaptığı iyi amelin kendisine âhirette hiçbir faydasınının olmayacağına dair yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ لَا يَظْلِمُ الْمُؤْمِنَ حَسَنَةً يُثَابُ عَلَيْهَا الرِّزْقَ فِي الدُّنْيَا وَيُجْزَى بِهَا فِي الْآخِرَةِ وَأَمَّا الْكَافِرُ فَيُعْطَى بِحَسَنَاتِهِ فِي الدُّنْيَا فَإِذَا لَقِيَ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لَمْ تَكُنْ لَهُ حَسَنَةٌ يُعْطَى بِهَا خَيْرًا (حم عن انس)
″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, hiç kimseye haksızlık etmez. Mü’min, yaptığı bir iyilik sebebiyle dünyâda rızıklanır ve bununla beraber âhirette de bunun karşılığını alır. Kâfir ise, yaptığı bir iyilik sebebiyle dünyâda rızıklanır, âhirete vardığında ise bir sevap bulunmaz ki, karşılığında ona hayır verilsin.″[2]
[1] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1714; Sahih-i Müslim, Sıfat-ı Kıyâmet 1; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7077.
[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11816.
﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَانَتْ لَهُمْ جَنَّاتُ الْفِرْدَوْسِ نُزُلًاۙ ﴿١٠٧﴾ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا لَا يَبْغُونَ عَنْهَا حِوَلًا ﴿١٠٨﴾ ﴾
107-108. Îman edip sâlih amellerde bulunanlara gelince, onlar için Firdevs Cennetleri bir konak yeridir.* Onlar orada ebedî kalacaklardır. Oradan ayrılmak istemezler.
İzah: Firdevs Cenneti hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ فِي الْجَنَّةِ مِائَةَ دَرَجَةٍ مَا بَيْنَ كُلِّ دَرَجَتَيْنِ كَمَا بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ وَالْفِرْدَوْسُ أَعْلَى الْجَنَّةِ وَأَوْسَطُهَا وَفَوْقَ ذَلِكَ عَرْشُ الرَّحْمَنِ وَمِنْهَا تُفَجَّرُ أَنْهَارُ الْجَنَّةِ فَإِذَا سَأَلْتُمُ اللّٰهَ فَسَلُوهُ الْفِرْدَوْسَ (ت عن معاذ)
″Cennette yüz derece vardır. Her iki derece arasındaki mesâfe, gök ile yeryüzü arasındaki mesâfe kadardır. Firdevs, Cennetin daha yükseği ve ortasıdır. Onun üstünde Rahmân’ın Arş’ı vardır ki, oradan Cennet nehirleri fışkırır. Allah’tan istediğinizde, Firdevs’i isteyin.″[1]
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve bütün ümmetinin ilk gireceği yer, Firdevs Cennetleridir. Oraya girenlerin hepsi Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i orada görüp sohbet edecekler.
O gün de kimsenin ameli zâyi edilmez. Güzel amellerde bulunanlara ise ziyâde olarak fazla mükâfat ve yüce dereceler vardır. Sûre-i Vâkıa, Âyet 7-12’de geçtiği üzere, mahşer yerine insanlar üç sınıf olarak gelir. Biri Cehennemlik, biri Cennetlik ve biri de sâbikunlar yani sebat edip ibâdette ileri geçenlerdir. Böylece Cehennemlikler, Cehenneme ve Cennet ehlinin tamamı da Cennete girerler. Çok uzun yıllar geçtikten sonra, Allah’u Teâlâ tarafından Cennet ehline: ″Sâbikunlar ayrılsın!″ diye nidâ olunur. Böylelikle Cennet ehlinin içerisinden sâbikunlar, Allah’ın emriyle bulundukları Cennetlerden ayrılarak Nâim Cennetlerine yükseltilirler. İşte en yüksek makam ve derece de burasıdır. Sûre-i Hûd, Âyet 108’de: ″Said (Cennetlik) olanlar ise, gökler ve yer durdukça ebedî olarak Cennette kalacaklardır. Ancak Rabbinin (daha yüce derecelere nâil olmalarını) diledikleri müstesnâ…″ diye istisnâ edilen bu zümre, Cennet-i Naîm’e giren sâbikunlardır.
Cennet-i Naîm’in en yüksek makam olduğuna dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ جِبْرِيل قَالَ لِي اُخْرُجْ فَأَخْبِرْ بِنِعَمِ اللّٰه الَّتِي أَنْعَمَ بِهَا عَلَيْك وَفَضِيلَته الَّتِي فُضِّلْت بِهَا فَبَشَّرَنِي أَنِّي بُعِثْت إِلَى الْأَحْمَر وَالْأَسْوَد وَأَمَرَنِي أَنْ أُنْذِر الْجِنّ وَآتَانِي كِتَابه وَأَنَا أُمِّيٌّ وَغَفَرَ ذَنْبِي مَا تَقَدَّمَ وَمَا تَأَخَّرَ وَذَكَرَ اِسْمِي فِي الْأَذَان وَأَمَدَّنِي بِالْمَلَائِكَةِ وَآتَانِي النَّصْر وَجَعَلَ الرُّعْب أَمَامِي وَآتَانِي الْكَوْثَر وَجَعَلَ حَوْضِي مِنْ أَكْثَر الْحِيَاض يَوْم الْقِيَامَة وَوَعَدَنِي الْمَقَام الْمَحْمُود وَالنَّاس مُهْطِعُونَ مُقْنِعُو رُءُوسهمْ وَجَعَلَنِي فِي أَوَّل زُمْرَة تَخْرُج مِنَ النَّاس وَأَدْخَلَ فِي شَفَاعَتِي سَبْعِينَ أَلْفًا مِنْ أُمَّتِي الْجَنَّة بِغَيْرِ حِسَاب وَآتَانِي السُّلْطَان وَالْمُلْك وَجَعَلَنِي فِي أَعْلَى غُرْفَة فِي الْجَنَّة فِي جَنَّات النَّعِيم فَلَيْسَ فَوْقِي أَحَد إِلَّا الْمَلَائِكَة الَّذِينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْش وَأَحَلَّ لِي وَلِأُمَّتِي الْغَنَائِم وَلَمْ تَحِلّ لِأَحَدٍ كَانَ قَبْلنَا (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن عبادة بن الصامت)
Cebrâil bana dedi ki: ″Çık ve Allah’u Teâlâ’nın sana bahşettiği nîmetleri, senin üstün kılındığın faziletini haber ver.″ Allah’u Teâlâ bana müjdeledi ki; şüphesiz beni kırmızı ve siyah tenli insanlara gönderdi. Cinleri uyarmamı bana emretti. Ümmî olduğum halde bana kitabını verdi. Geçmiş ve gelecek günahlarımı bağışladı. Adımı ezanda zikretti. Beni meleklerle kuvvetlendirdi. Bana zaferi bahşetti ve korkuyu önümde kıldı (korku benden kaçar). Bana Kevser’i verdi; mahşer günü benim havuzumu havuzların en büyüğü kıldı. İnsanlar başlarını eğip koşuşturdukları zamanda bana Makâm-ı Mahmûd’u vaad etti. Beni insanlardan haşrolunacak ilk zümre içinde kıldı. Benim şefaatimle ümmetimden yetmiş bin kişiyi hesapsız olarak Cennete koydu. Bana hükümranlık ve mülk verdi. Beni Naîm Cennetlerinde içinde Cennetin en yüce köşkünde kıldı. Benim üzerimde Arş’ı taşıyan meleklerden başka hiç kimse yoktur. Bana bizden öncekilerden hiç kimseye helâl kılmadığı halde ganîmetleri helâl kıldı.″[2]
[1] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cennet 4; Ahme d b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21073.
[2] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 333.
﴿ قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّ۪ي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّ۪ي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِه۪ مَدَدًا ﴿١٠٩﴾ ﴾
109. Ey Resûlüm! De ki: ″Eğer Rabbinin kelimelerini (ilim ve hikmetini) yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve etsek, denizler biter, Rabbinin kelimeleri bitmez.″
İzah. Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:
قَالَتْ قُرَيْشٌ لِيَهُودَ أَعْطُونَا شَيْئًا نَسْأَلُ هَذَا الرَّجُلَ فَقَالَ سَلُوهُ عَنْ الرُّوحِ قَالَ فَسَأَلُوهُ عَنْ الرُّوحِ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ تَعَالَى {وَيَسْأَلُونَكَ عَنْ الرُّوحِ قُلْ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُمْ مِنَ الْعِلْمِ إِلَّا قَلِيلًا} قَالُوا أُوتِينَا عِلْمًا كَثِيرًا أُوتِينَا التَّوْرَاةَ وَمَنْ أُوتِيَ التَّوْرَاةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا فَأُنْزِلَتْ {قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ} إِلَى آخِرِ الْآيَةَ (ت عن ابن عباس)
Kureyşliler, Yahudilere: ″Bize sorabileceğimiz bir şeyler verin ki onu şu adama soralım″ dediler. Yahudiler de: ″Ona, ruh hakkında sorun″ dediler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, ruh hakkında sorduklarında, Allah’u Teâlâ: Ey Resûlüm! Sana ruh hakkında sorarlar. De ki: ″Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir″ mealindeki Sûre-i İsrâ, Âyet 85’i indirdi. Bunun üzerine Yahudiler: ″Bize büyük ilim verilmiştir; bize Tevrat verildi ve her kime Tevrat verilmişse ona büyük hayır verilmiştir″ dediklerinde de: Ey Resûlüm! De ki: ″Eğer Rabbinin kelimelerini (ilim ve hikmetini) yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve etsek, denizler biter, Rabbinin kelimeleri bitmez″ mealindeki Sûre-i Kehf, Âyet 109’u indirdi.[1]
Allah’u Teâlâ Sûre-i Lokmân, Âyet 27’de de şöyle buyurmaktadır:
″Yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, ondan başka yedi deniz de ona yardım etse, Allah’ın kelimeleri (ilim ve hikmeti) yazmakla bitmez. Şüphesiz Allah’u Teâlâ her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.″
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mûsâ Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm arasında geçen olayı anlatırken, bir bölümünde şöyle buyurmuştur:
Mûsâ, Hızır ile beraber gemiye bindiklerinde; bir ara küçük bir kuş gelip geminin kenarına kondu ve denize bir iki defa gagasını daldırıp çıkardı. Bunu gören Hızır dedi ki:
مَا عِلْمِي وَعِلْمُكَ مِنْ عِلْمِ اللّٰهِ إِلَّا مِثْلُ مَا نَقَصَ هَذَا الْعُصْفُورُ مِنْ هَذَا الْبَحْرِ... (خ عن ابى ابن كعب)
″Yâ Mûsâ! Bu kuşun gagasında kalan ıslaklık, denize nispetle ne kadarsa, senin ve benim ilmim de Allah’ın ilmine göre o kadardır…″[2]
Buradan anlaşılan, Allah’ın ilminin nihâyeti yoktur. Bunu insanlar akıllarıyla hiçbir şekilde anlayamazlar. Bu sebeple âyetler, kul sözü olmayıp Allah’ın kelâmı olduğu için hikmetlidir. Sâdece bir mânâ içermez, birçok anlam ifade eder. Bu hususta Hasan-ı Basrî Hazretlerinden nakledilen bir hadiste, şöyle buyrulmuştur:
لِكُلِّ آيَةٍ ظَهْرٌ وَبَطْنٌوَلِكُلِّ حَرْفٍ حَدٌّ وَلِكُلِّ حَدٌّمَطْلَعٌ (عن الحسن) فِى رِوَايَةٍ: اِنَّ لِلْقُرْآنِ ظَاهِرا وبَاطِنا وَلِلْبَاطِنِ بَاطِنا حَتَّى سَبْعَةِ اَبْطُنٍ.
″Her bir âyet için zâhir ve bâtın vardır ve her bir harf için bir had (mânâ) vardır. Her bir mânâ tamamlandığında yeni bir mânâ doğar.″[3] Bir rivâyette de şöyle geçmektedir: ″Kur’ân’ın zâhiri var, bâtını var, bâtınının bâtını var, hattâ yedi bâtına kadar bâtını var.″
İşte bu âyet ve hadislere baktığımız zaman, Kur’ân-ı Kerîm’in zâhir mânâları olduğu gibi, bâtın ve hikmet dolu mânâlarının olduğu da haber verilmektedir. Sâdece zâhir mânâsını anlatabilmek için dahi ciltler dolusu tefsirler yazılmıştır.
[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 18.
[2] Sahih-i Buhârî, İlim 63; Sahih-i Müslim, Fedâil 46 (170-172 Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7065. Bu kıssa için bakınız: Sûre-i Kehf, Âyet 60-82.
[3] Tahavî, Müşkül’ül-Âsar, Hadis No: 2629; Berîka, c. 1, s. 162.
﴿ قُلْ اِنَّمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَدًا ﴿١١٠﴾ ﴾
110. Ey Resûlüm! De ki: ″Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ancak ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor. Rabbine kavuşmak isteyen, sâlih amelde bulunsun ve ibâdette hiç kimseyi Rabbine ortak koşmasın.″
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِذَا جَمَعَ اللّٰهُ النَّاسَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فِيهِ نَادَى مُنَادٍ مَنْ كَانَ أَشْرَكَ فِي عَمَلٍ عَمِلَهُ لِلَّهِ أَحَدًا فَلْيَطْلُبْ ثَوَابَهُ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللّٰهِ فَإِنَّ اللّٰهَ أَغْنَى الشُّرَكَاءِ عَنْ الشِّرْكِ (ت عن ابى سعيد بن ابى فضالة)
Allah’u Teâlâ, geleceğinde şüphe olmayan mahşer gününde insanları bir araya topladığı zaman, bir münâdi şöyle seslenir: ″Her kim yaptığı bir amelde Allah’tan başkasını ortak etmişse, bu amelinin sevabını Allah’tan başkasından dilesin. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, her türlü ortakların ortaklığından uzak olandır.″[1]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يَجْمَعُ اللّٰهُ النَّاسَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِي صَعِيدٍ وَاحِدٍ ثُمَّ يَطَّلِعُ عَلَيْهِمْ رَبُّ الْعَالَمِينَ فَيَقُولُ أَلَا يَتْبَعُ كُلُّ إِنْسَانٍ مَا كَانُوا يَعْبُدُونَهُ فَيُمَثَّلُ لِصَاحِبِ الصَّلِيبِ صَلِيبُهُ وَلِصَاحِبِ التَّصَاوِيرِ تَصَاوِيرُهُ وَلِصَاحِبِ النَّارِ نَارُهُ فَيَتْبَعُونَ ... (ت عن ابى هريرة)
″Mahşer günü Allah’u Teâlâ insanları bir sahada toplayacak. Sonra âlemlerin Rabbi, onlara çıkarak buyurur ki: ″Dikkat! Her insan ibâdet ettiğine tâbi olsun!″ Bunun üzerine haça tapınmış olana tapındığı haçı temsil olunacak. Sûretlere tapınmış olana tapındığı sûretleri, ateşe tapınmış olana ateşi temsil olunacak ve böylece hepsi de dünyâda iken tapındıklarının arkasından gidecekler…″[2]
Ubade b. Nusay Hazretleri de Şeddâd İbn-i Evs Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
Şeddâd İbn-i Evs Radiyallâhu anhu, ağlamış. Seni ağlatan nedir? denildiğinde de, ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den duyduğum şu sözdür″ diyerek, onu hatırladığım için ağladım, demiş. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
أَتَخَوَّفُ عَلَى أُمَّتِي الشِّرْكَ وَالشَّهْوَةَ الْخَفِيَّةَ قَالَ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَتُشْرِكُ أُمَّتُكَ مِنْ بَعْدِكَ قَالَ نَعَمْ أَمَا إِنَّهُمْ لَا يَعْبُدُونَ شَمْسًا وَلَا قَمَرًا وَلَا حَجَرًا وَلَا وَثَنًا وَلَكِنْ يُرَاءُونَ بِأَعْمَالِهِمْ وَالشَّهْوَةُ الْخَفِيَّةُ أَنْ يُصْبِحَ أَحَدُهُمْ صَائِمًا فَتَعْرِضُ لَهُ شَهْوَةٌ مِنْ شَهَوَاتِهِ فَيَتْرُكُ صَوْمَهُ (حم عن شداد بن اوس)
″Ümmetimin şirke ve gizli şehvete düşmesinden korkuyorum.″ Ben dedim ki: ″Yâ Resûlallah! Ümmetin senden sonra şirke düşer mi?″ ″Evet″ buyurdu. Elbette ki onlar, aya veya güneşe, taşa veya puta tapmazlar. Ancak amellerini gösteriş için yaparlar. Gizli şehvet ise, bir kişinin sabahleyin oruç tutup, isteği baskın gelince şehveti için orucunu terk etmesidir.″[3]
[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19.
[2] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cennet 20.
[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 16498.