ŞÛRÂ SÛRESİ

Bu sûre 53 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, bu sûrenin 23-26. âyetleri ise Medîne döneminde nâzil olmuştur. Müşâverenin öneminden bahsedildiği için, bu mânâya gelen ″Şûrâ″ ismi verilmiştir.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ حٰمٓ ﴿١﴾ عٓسٓقٓ۠ ﴿٢﴾ كَذٰلِكَ يُوح۪ٓي اِلَيْكَ وَاِلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكَۙ اللّٰهُ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿٣﴾ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ ﴿٤﴾

1-4. Hâ, Mîm.* Ayın, Sîn, Kâf.* Ey Resûlüm! Her şeye gâlip, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah, sana ve senden evvelki Peygamberlere işte böyle vahyeder.* Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. O, çok yücedir ve çok büyüktür.

İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e vahyin nasıl geldiğine dair Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan şöyle nakledilmiştir.

Yâ Resûlallah! Sana vahiy nasıl geliyor?″ denilince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

أَحْيَانًا يَأْتِينِي مِثْلَ صَلْصَلَةِ الْجَرَسِ وَهُوَ أَشَدُّهُ عَلَيَّ فَيُفْصَمُ عَنِّي وَقَدْ وَعَيْتُ عَنْهُ مَا قَالَ وَأَحْيَانًا يَتَمَثَّلُ لِي الْمَلَكُ رَجُلًا فَيُكَلِّمُنِي فَأَعِي مَا يَقُولُ قَالَتْ عَائِشَةُ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهَا وَلَقَدْ رَأَيْتُهُ يَنْزِلُ عَلَيْهِ الْوَحْيُ فِي الْيَوْمِ الشَّدِيدِ الْبَرْدِ فَيَفْصِمُ عَنْهُ وَإِنَّ جَبِينَهُ لَيَتَفَصَّدُ عَرَقًا (خ م عن عائشة)

″Bâzen vahiy bana bir çıngırak sesi gibi gelir. Bu bana en zor ve şiddetli olanıdır. Benden ayrıldığında, vahyi ezberlemiş olurum. Bâzen de melek bana bir adam şeklinde gelir, benimle konuşur, söylediğini ezberlerim.″ Hz. Âişe der ki: ″Son derece soğuk bir günde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e vahyin indiğini gördüm. Vahiy getiren ondan ayrıldığında alnı ter içinde kalmıştı.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Vahy, 1, 2; Sahih-i Müslim, Fedâil 23 (87).


﴿ تَكَادُ السَّمٰوَاتُ يَتَفَطَّرْنَ مِنْ فَوْقِهِنَّ وَالْمَلٰٓئِكَةُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِمَنْ فِي الْاَرْضِۜ اَلَٓا اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ ﴿٥﴾

5. Gökler, Allah’ın azametinden neredeyse üstlerinden yarılacaklar. Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ederler ve yeryüzündekiler için bağışlanma dilerler. Haberiniz olsun ki, şüphesiz Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

İzah: Katâde Hazretleri, ″Yeryüzündekiler için bağışlanma dilerler″ buyruğunu açıklarken şöyle demiştir: ″Melekler, yeryüzünde bulunan-lardan Mü’min olanlar için bağışlanma dilerler.″[1]

Meleklerin, Mü’minlere istiğfar etmesi ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

الْمَلَائِكَةُ تُصَلِّي عَلَى أَحَدِكُمْ مَا دَامَ فِي مُصَلَّاهُ الَّذِي صَلَّى فِيهِ مَا لَمْ يُحْدِثْ تَقُولُ اللّٰهُمَّ اغْفِرْ لَهُ اللّٰهُمَّ ارْحَمْهُ (خ عن ابى هريرة)

Mescitte namaz kıldığı yerde konuşmadan oturan kimse mescitten çıkmadığı müddetçe, melekler onun için istiğfar ederler. ″Allah’ım! Sen onu bağışla, Sen ona merhamet et″ derler.[2]

Yine meleklerin, Mü’minler için mağfiret dilediklerine dair Sûre-i Mü’min, Âyet 7-9 ve izahlarına bakınız.


[1] Celâleddin es-Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 13, s. 130.

[2] Sahih-i Buhârî, Salât 60.


﴿ وَالَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهُ حَف۪يظٌ عَلَيْهِمْۘ وَمَٓا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَك۪يلٍ ﴿٦﴾

6. Ey Resûlüm! O’ndan başka dostlar edinenlere gelince, Allah’u Teâlâ onları dâimâ gözetlemektedir. Sen onların üzerine vekil değilsin.

İzah: Allah’u Teâlâ, bundan önceki âyette meleklerin, devamlı olarak O’na ibâdette bulunmak sûretiyle hamd ile tesbih ettiklerini, bu âyette de buna mukâbil kâfirlerin, O’nu bı­rakıp başka şeylere taptıklarını, Allah’ın onları gözetlediğini ve bu itibarla onlara layık oldukları cezâyı vereceğini beyan etmektedir. Ayrıca Allah’u Teâlâ, îman etmeyen kâfirlere karşı Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i de teselli etmektedir.


﴿ وَكَذٰلِكَ اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ قُرْاٰنًا عَرَبِيًّا لِتُنْذِرَ اُمَّ الْقُرٰى وَمَنْ حَوْلَهَا وَتُنْذِرَ يَوْمَ الْجَمْعِ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ فَر۪يقٌ فِي الْجَنَّةِ وَفَر۪يقٌ فِي السَّع۪يرِ ﴿٧﴾

7. Ey Resûlüm! Böylece Biz sana Arapça bir Kur’ân vahyettik ki, şehirlerin anası olan Mekke’nin ahâlisi ile çevresindekileri uyarasın ve meydana gelmesinde aslâ şüphe bulunmayan o toplanma günüyle onları korkutasın. O gün bir kısmı Cennette, bir kısmı da Cehennemdedir.

İzah: Mekke-i Mükerreme hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لِمَكَّةَ مَا أَطْيَبَكِ مِنْ بَلَدٍ وَأَحَبَّكِ إِلَيَّ وَلَوْلَا أَنَّ قَوْمِي أَخْرَجُونِي مِنْكِ مَا سَكَنْتُ غَيْرَكِ (ت عن ابن عباس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mekke için şöyle buyurdu: ″Sen ne güzel bir şehirsin. Benim için ne kadar sevimlisin. Şâyet kavmim beni senden çıkarmamış olsaydı, senin dışında bir yerde oturmazdım.″[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 68.


﴿ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَهُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰكِنْ يُدْخِلُ مَنْ يَشَٓاءُ ف۪ي رَحْمَتِه۪ۜ وَالظَّالِمُونَ مَا لَهُمْ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ ﴿٨﴾

8. Allah’u Teâlâ dileseydi, insanların hepsini (hak din üzere) tek bir ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini rahmetine girdirir. Zâlimlerin ise ne bir dostu, ne de bir yardımcısı vardır.

İzah: Eğer Allah’u Teâlâ insanları hidâyette birleştirip tek bir din üzerinde ittifak et­melerini dileseydi, onları tek bir ümmet kılardı. Allah’u Teâlâ bunu böyle yapmadı. İmtihan için her­kesi hak dini kabul edip etmemekte kendi irâdesiyle başbaşa bıraktı. İrâdesini hayra sarf edenler hayra, şerre sarf edenler de şerre ereceklerdir. Allah’u Teâlâ onların haklarında hak ettiklerine göre muâmele yapacaktır.[1] Lâkin dilediği kimseyi, onun îmanının, güzel amellerinin bir mükâfatı olmak üzere O’nun bir rahmet yurdu olan Cennete kavuşturur. Kâfirlerin ise mahşer gününde, ne bir dostu, ne de bir yardımcısı vardır, demektir.


[1] Kulların irâdelerini kullanarak hayra veya şerre yönelmeleri hakkında geniş bilgi için Sûre-i Enfâl, Âyet 51 ve izahına bakınız.


﴿ اَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَۚ فَاللّٰهُ هُوَ الْوَلِيُّ وَهُوَ يُحْيِ الْمَوْتٰىۘ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟ ﴿٩﴾

9. Yoksa müşrikler, Allah’tan başkasını dostlar mı edindiler? Fakat dost, ancak Allah’tır. O, ölüleri diriltir. O, her şeye kâdirdir.

İzah: Yoksa Allah’a ortak koşan bu müşrikler, Allah’ın dışında bir kısım putları mı dost ediniyorlar? Onlar, bilsinler ki, gerçek dost sâdece Allah’tır. O halde onlar kendilerine herhangi bir fayda ve zarar ver­meyen putları bırakıp sâdece Allah’ı dost edinsinler. Ölüleri tekrar diriltecek ve mahşerde bir araya toplayıp hesaba çekecek olan da yalnız Allah’tır. Zîrâ O, her şeye kâdirdir, demektir.


﴿ وَمَا اخْتَلَفْتُمْ ف۪يهِ مِنْ شَيْءٍ فَحُكْمُهُٓ اِلَى اللّٰهِۜ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبّ۪ي عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُۗ وَاِلَيْهِ اُن۪يبُ ﴿١٠﴾

10. Ey Resûlüm! De ki: ″İhtilaf ettiğiniz herhangi bir meselede hüküm Allah’a aittir. İşte O Allah, benim Rabbimdir. O’na tevekkül ederim ve O’na yönelirim.″

İzah: İnsanlar, aralarında ortaya çıkan ihtilaflardan dolayı tam bir itaatla Allah’ın hükmüne müracaat edecek olursa, aralarındaki ihtilaf güzelce giderilir. Hakk Teâlâ, ihtilaf edilen meselenin hükmünü Allah’ın kitabıyla veya Resûlünün sünnetiyle beyân buyurmuştur. Bu husus Sûre-i Nisâ, Âyet 59’da şöyle geçmektedir:

″Ey îman edenler! Allah’a itaat edin ve Resûle itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız, ihtilaf ettiğiniz herhangi bir meselede Allah’ın kitabına ve Resûlün sünnetine mürâcaat edin. Bu, sizin için hayırlı ve netice itibariyle daha güzeldir.″

Ayrıca ruh’un mahiyeti, kıyametin kopma vakti gibi bâzı şeyler hikmet gereği insanlara bildirilmemiştir. Bu gibi hususları Allah’ın ilmine havâle etmelidir.


﴿ فَاطِرُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ جَعَلَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا وَمِنَ الْاَنْعَامِ اَزْوَاجًاۚ يَذْرَؤُ۬كُمْ ف۪يهِۜ لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ ﴿١١﴾

11. Gökleri ve yeri yaratan O’dur. O, sizin için kendi türünüzden zevceler, hayvanlardan da çiftler yaratmıştır. Bu sûretle sizi çoğaltıyor. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işiten ve görendir.

İzah: Allah’u Teâlâ bu âyette, göklerin ve yerin yaratılmasından, insanların ve hayvanların erkek ve dişiler olarak yaratılıp çoğaltılmasından bahsetmektedir. Ayrıca Allah’u Teâlâ, hayvanları, insanların menfaati için yaratmıştır. İnsanoğlu onların etinden, sütünden faydalandığı gibi, yük taşıma ve toprağı işleyerek ziraat yapma gibi işlerde de onlardan istifâde ederler. Böylece hayvanlar, insanlığın hayatını kolaylaştırarak nesillerinin devam etmesine katkı sağlamaktadır.


﴿ لَهُ مَقَال۪يدُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَقْدِرُۜ اِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ ﴿١٢﴾

12. Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. Dilediğine rızkı genişletir, dilediğine de daraltır. Şüphesiz O, her şeyi bilendir.


﴿ شَرَعَ لَكُمْ مِنَ الدّ۪ينِ مَا وَصّٰى بِه۪ نُوحًا وَالَّذ۪ٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِه۪ٓ اِبْرٰه۪يمَ وَمُوسٰى وَع۪يسٰٓى اَنْ اَق۪يمُوا الدّ۪ينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا ف۪يهِۜ كَبُرَ عَلَى الْمُشْرِك۪ينَ مَا تَدْعُوهُمْ اِلَيْهِۜ اَللّٰهُ يَجْتَب۪ٓي اِلَيْهِ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ٓي اِلَيْهِ مَنْ يُن۪يبُ ﴿١٣﴾

13. ″Dîne sağlam bir şekilde sarılın ve onda ayrılığa düşmeyin″ diye Nûh’a emrettiğini, Sana vahyettiğimizi, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya emrettiğimizi size de din kıldı. Ey Resûlüm! Müşriklere, kendilerini dâvet ettiğin tevhid ağır geldi. Allah’u Teâlâ, dilediğini kendine seçer. Hakk’a yö­nelenleri de hidâyete erdirir.

İzah: İslâm, Allah’u Teâlâ’nın hiçbir ortağı olmayıp, bir tek ilah olduğuna îman etmektir. Âdem Aleyhisselâm ile Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem ve bu ikisi arasında ne kadar Peygamber gelmiş ise, hepsi İslâm üzere idi. Ancak bâzılarının şeriatları farklı idi.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

الْأَنْبِيَاءُ إِخْوَةٌ لِعَلَّاتٍ أُمَّهَاتُهُمْ شَتَّى وَدِينُهُمْ وَاحِدٌ وَأَنَا أَوْلَى النَّاسِ بِعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ لِأَنَّهُ لَمْ يَكُنْ بَيْنِي وَبَيْنَهُ نَبِيٌّ وَإِنَّهُ نَازِلٌ فَإِذَا رَأَيْتُمُوهُ فَاعْرِفُوهُ رَجُلًا مَرْبُوعًا إِلَى الْحُمْرَةِ وَالْبَيَاضِ عَلَيْهِ ثَوْبَانِ مُمَصَّرَانِ كَأَنَّ رَأْسَهُ يَقْطُرُ وَإِنْ لَمْ يُصِبْهُ بَلَلٌ فَيَدُقُّ الصَّلِيبَ وَيَقْتُلُ الْخِنْزِيرَ وَيَضَعُ الْجِزْيَةَ وَيَدْعُو النَّاسَ إِلَى الْإِسْلَامِ فَيُهْلِكُ اللّٰهُ فِي زَمَانِهِ الْمِلَلَ كُلَّهَا إِلَّا الْإِسْلَامَ وَيُهْلِكُ اللّٰهُ فِي زَمَانِهِ الْمَسِيحَ الدَّجَّالَ وَتَقَعُ الْأَمَنَةُ عَلَى الْأَرْضِ حَتَّى تَرْتَعَ الْأُسُودُ مَعَ الْإِبِلِ وَالنِّمَارُ مَعَ الْبَقَرِ وَالذِّئَابُ مَعَ الْغَنَمِ وَيَلْعَبَ الصِّبْيَانُ بِالْحَيَّاتِ لَا تَضُرُّهُمْ فَيَمْكُثُ أَرْبَعِينَ سَنَةً ثُمَّ يُتَوَفَّى وَيُصَلِّي عَلَيْهِ الْمُسْلِمُونَ (حم عن ابى هريرة)

″Peygamberler, babadan bir kardeştirler. Onların anneleri ayrı olmakla birlikte, dinleri birdir. İnsanlar arasında Meryem oğlu Îsâ’ya en ya­kın benim. Çünkü benim ile onun arasında bir Peygamber yoktur. Şüphesiz ki Îsâ inecektir. Gördüğünüz vakit, onu tanıyınız ki o; orta boylu, pembeye çalan beyaz tenli, üzerinde iki parçadan ibâret elbisesi olan bir kimsedir. Islaklık olmadığı halde, sanki başından su damlar. İnsanları İslâm’a çağıracak, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır. Onun zamanında Allah’u Teâlâ, İslâm’dan başkalarını helâk edecek ve Mesih-i Deccal’i de helâk edecektir. Sonra, yeryüzünde sükûnet, emniyet meydana gelecektir. O kadar ki aslanlar develerle, panterler ineklerle ve kurtlar kuzularla serbestçe otlayıp geçinecekler, çocuklar da yılanlarla oynayacaklardır. Îsâ, kırk yıl yeryüzünde yaşayacak, sonra vefât edecek, cenâze namazını da Müslümanlar kılacaktır.″[1]

Yine bu Âyet-i Kerîme’nin sonunda: ″Allah’u Teâlâ, dilediğini kendine seçer. Hakk’a yö­nelenleri de hidâyete erdirir″ diye buyrulmaktadır. Yani küfür ve isyandan tevbe edip İslâm Dîni’ni kabul eden, ibâdet ve itaate devam eden kimseleri Allah’u Teâlâ kendine seçer ve doğru yoluna kavuşturur. Bu sebeple insan, aslî yaratılışını muhafaza etmelidir, irâdesini güzelce kullanmalıdır, Allah’ın yolunu takibe devam etmek istemelidir ki, Allah’u Teâlâ da onu hidâyete muvaffak buyursun. Zîrâ Allah’u Teâlâ, kendine yönelenlere hak yolunu gösterir.


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8902.


﴿ وَمَا تَفَرَّقُٓوا اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْۜ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى لَقُضِيَ بَيْنَهُمْۜ وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫رِثُوا الْكِتَابَ مِنْ بَعْدِهِمْ لَف۪ي شَكٍّ مِنْهُ مُر۪يبٍ ﴿١٤﴾

14. Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, birbirlerini çekememe yüzünden (din hususunda) ayrılığa düştüler. Eğer belirlenmiş bir vakte kadar (azâbın ertelenmesi hakkında) Rabbinden önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba vâris kılı­nanlar da onun hakkında elbette şiddetli bir tereddüt ve şüphe içindedirler.

İzah: Fahreddin Râzi Hazretleri, ″Tefsir-i Kebir″ adlı eserinde der ki: Bu Âyet-i Kerîme’de geçen ″Kitaba vâris kılınanlardan″ maksat, Ehl-i Kitap’tır. ″Onun hakkında elbette şiddetli bir tereddüt ve şüphe içindedirler″ ifadesinden maksat da, kitapları hususunda, kesin şüphe edici bir tereddüt içindedirler. Onlar kitaplarına hakkıyla inanamıyorlar, demektir.


﴿ فَلِذٰلِكَ فَادْعُۚ وَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَۚ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَٓاءَهُمْۚ وَقُلْ اٰمَنْتُ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنْ كِتَابٍۚ وَاُمِرْتُ لِاَعْدِلَ بَيْنَكُمْۜ اَللّٰهُ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْۜ لَنَٓا اَعْمَالُنَا وَلَكُمْ اَعْمَالُكُمْۜ لَا حُجَّةَ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْۜ اَللّٰهُ يَجْمَعُ بَيْنَنَاۚ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُۜ ﴿١٥﴾

15. Ey Resûlüm! Bundan dolayı onları İslâm Dîni’ne dâvet et, (din ve dâvette) emrolunduğun üzere devam et. Onların hevâsına tâbi olma ve şöyle de: ″Allah’ın indirdiği kitapların hepsine îman ettim ve aranızda adâleti yerine getirmekle emrolundum. Allah’u Teâlâ, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Bizimle sizin aranızda bir husûmet yoktur. Allah’u Teâlâ, hepimizi bir araya toplayacaktır. Dönüş de ancak O’nadır.″


﴿ وَالَّذ۪ينَ يُحَٓاجُّونَ فِي اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مَا اسْتُج۪يبَ لَهُ حُجَّتُهُمْ دَاحِضَةٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ شَد۪يدٌ ﴿١٦﴾

16. İnsanlar, İslâm’a girdikten sonra Allah’ın dîni hususunda hâlâ münâkaşa edenlerin delilleri Rableri katında bâtıldır. Allah’ın gazabı onların üzerine olsun! Onlar için şiddetli bir azap vardır.


﴿ اَللّٰهُ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ وَالْم۪يزَانَۜ وَمَا يُدْر۪يكَ لَعَلَّ السَّاعَةَ قَر۪يبٌ ﴿١٧﴾

17. Kitabı ve mizanı (ölçüyü, adâleti) hak olarak indiren Allah’tır. Ey Resûlüm! Ne bilirsin? Belki de kıyâmet yakındır.


﴿ يَسْتَعْجِلُ بِهَا الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِهَاۚ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مُشْفِقُونَ مِنْهَاۙ وَيَعْلَمُونَ اَنَّهَا الْحَقُّۜ اَلَٓا اِنَّ الَّذ۪ينَ يُمَارُونَ فِي السَّاعَةِ لَف۪ي ضَلَالٍ بَع۪يدٍ ﴿١٨﴾

18. Kıyâmete îman etmeyenler, onun acele olarak kop­masını isterler. Îman edenler ise, ondan korkarlar ve onun hak olduğunu bilirler. Haberiniz olsun ki, kıyâmet hakkında mücâdele edenler, haktan uzak dalâlet içindedirler.


﴿ اَللّٰهُ لَط۪يفٌ بِعِبَادِه۪ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَهُوَ الْقَوِيُّ الْعَز۪يزُ۟ ﴿١٩﴾

19. Allah’u Teâlâ, kulları hakkında lütufkârdır. Dilediğini rızıklandırır. O, çok kuvvetlidir, her şeye gâliptir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de ″Lütufkâr″ diye tercüme edilen ″Latîf″ kelimesi, Allah’u Teâlâ’nın doksan dokuz Esmâ’ul-Hüsnâ’sından biri olup: Lütuf sâhibidir. Kullarının güzel hallerini yayan ve kötü hallerini de ör­ten, azı kabul eden ve buna karşılık pek çok ihsan ve lütuflârda bulunandır mânâlarına gelir.

Bu hususta nakledilen bir Hadis-i Şerif’te; Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Allah’u Teâlâ’ya hitâben:

يَا مَنْ أَظْهَرَ الْجَمِيل وَسَتَرَ الْقَبِيح (ك عن ابن عمرو بن شعيب)

″Ey güzel ola­nı açığa çıkartıp, çirkin olanı örten″[1] diye buyurması da, bu sebeptendir.


[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 1956.


﴿ مَنْ كَانَ يُر۪يدُ حَرْثَ الْاٰخِرَةِ نَزِدْ لَهُ ف۪ي حَرْثِه۪ۚ وَمَنْ كَانَ يُر۪يدُ حَرْثَ الدُّنْيَا نُؤْتِه۪ مِنْهَا وَمَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ نَص۪يبٍ ﴿٢٠﴾

20. Kim âhiret menfaatini isterse, onun menfaatini artırırız. Kim de dünyâ menfaati arzusunda bulunursa, ona da ondan veririz. Âhirette ise hiçbir nasibi yoktur.

İzah: Her kim amellerini dünyâ menfaati elde etmek maksadıyla yaparsa, o kimseye dünyâda karşılığı tam olarak verilir. Ancak âhirette yaptığı o amellerinin hiçbir faydasını göremez.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّةِ وَإِنَّمَا لِامْرِئٍ مَا نَوَى (خ م عن عمر بن الخطاب)

″Şüphesiz ki, bütün ameller niyete göredir. Herkes yaptığı amelin karşılığını niyetine göre alır.″[1]

Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

خَرَجَ عَلَيْنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَنَحْنُ نَقْرَأُ الْقُرْآنَ وَفِينَا الْأَعْرَابِىُّ وَالْأَعْجَمِىُّ فَقَالَ اقْرَؤُا فَكُلٌّ حَسَنٌ وَسَيَجِيءُ أَقْوَامٌ يُق۪يمُونَهُ كَمَا يُقَامُ الْقِدْحُ يَتَعَجَّلُونَهُ وَلَا يَتَأَجَّلُونَهُ (د عن جابر)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bizler Kur’ân okuyorken yanımıza geldi; aramızda Arap da vardı, Arap olmayan da. Şöyle buyurdu: ″Okuyun, her okuyuş güzel­dir. İlerde bir kavim gelecektir ki bunlar, Kur’ân’ın kelime ve lafızlarını, okun yon­tulması gibi yontacaklar. Ondan hâsıl olan ecri âhirete bırakmayıp, dünyâda iken karşılığını alacaklar.″[2]

Yine bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

بَشِّرْ هَذِهِ الْأُمَّةَ بِالسَّنَاءِ وَالرِّفْعَةِ وَالنَّصْرِ وَالتَّمْكِينِ فِي الْأَرْضِ فَمَنْ عَمِلَ عَمَلَ الْآخِرَةِ لِلدُّنْيَا لَمْ يَكُنْ لَهُ فِي الْآخِرَةِ نَصِيبٌ (حم عن أبي بن كعب)

″Bu ümmet yücelme, yardım, yeryüzünü ele geçirme ile müjdelenmiştir. Onlardan her kim âhiret amelini dünyâ için işlerse, onun âhirette hiçbir nasibi yoktur.″[3]


[1] Sahih-i Buhârî, Îman 41, Nikah 5; Sahih-i Müslim, İmâre 45 (155 Sünen-i Ebû Dâvud, Talak 11; Sünen-i Tirmizî, Fedâil’ül–Cihat 16.

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 139; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7352.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 20274.


﴿ اَمْ لَهُمْ شُرَكٰٓؤُ۬ا شَرَعُوا لَهُمْ مِنَ الدّ۪ينِ مَا لَمْ يَأْذَنْ بِهِ اللّٰهُۜ وَلَوْلَا كَلِمَةُ الْفَصْلِ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْۜ وَاِنَّ الظَّالِم۪ينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٢١﴾

21. Yoksa o kâfirlerin, Allah’ın izin vermediği bir dini, kendilerine meşrû kılan ortakları mı var? Eğer (azâbın ertelenmesine dair) Allah’u Teâlâ’nın kesin bir hükmü olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi. Şüphesiz zâlimler için elim bir azap vardır.


﴿ تَرَى الظَّالِم۪ينَ مُشْفِق۪ينَ مِمَّا كَسَبُوا وَهُوَ وَاقِعٌ بِهِمْۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ف۪ي رَوْضَاتِ الْجَنَّاتِۚ لَهُمْ مَا يَشَٓاؤُ۫نَ عِنْدَ رَبِّهِمْۜ ذٰلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الْكَب۪يرُ ﴿٢٢﴾

22. Ey Resûlüm! Mahşer gününde o zâlimleri, kazandıkları kötülüklerden dolayı korku içinde görürsün. Ve korktukları başlarına gelecektir. Îman edip sâlih amellerde bulunanlar ise Cennet bahçelerindedir. Onlar için Rableri katında istedikleri her şey vardır. İşte bu, büyük bir lütuftur.

İzah: Cennetliklerin, istedikleri şeylerin olacağına dair Hasan İbn-i Arafe Radiyallâhu anhu’dan nakledildiğine göre, Ebû Taybe şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الشِّرْب مِنْ أَهْل الْجَنَّة لَتُظِلّهُمْ السَّحَابَة فَتَقُول مَا أُمْطِركُمْ ؟ قَالَ فَمَا يَدْعُو دَاعٍ مِنْ الْقَوْم بِشَيْءٍ إِلَّا أَمْطَرَتْهُمْ حَتَّى إِنَّ الْقَائِل مِنْهُمْ لَيَقُولُ أَمْطِرِينَا كَوَاعِب أَتْرَابًا (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن الحسن بن عرفة(

Cennetliklerden herhangi bir şey içmek üzere toplananların üzerine bir bulut gelip onları gölgelendirir ve ″Size ne yağdırayım?″ diye sorar. O topluluktan herhangi birisi ne isterse hemen onlara yağdırır. Hattâ onlardan birisi, ″Genç kızlar yağdır″ bile diyecektir.[1]


[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 21, s. 642; İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 7, s. 199.


﴿ ذٰلِكَ الَّذ۪ي يُبَشِّرُ اللّٰهُ عِبَادَهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ قُلْ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبٰىۜ وَمَنْ يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَزِدْ لَهُ ف۪يهَا حُسْنًاۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ شَكُورٌ ﴿٢٣﴾

23. İşte bu, îman edip sâlih amellerde bulunan kullarına Allah’u Teâlâ’nın müjdelediği şeylerdir. Ey Resûlüm! De ki: ″Ben, bu tebliğ vazifemi yerine getirdiğimden dolayı sizden, akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum.″ Her kim bir iyilik yaparsa, Biz onun bu iyiliğinin sevabını artırırız. Şüphesiz Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, az amele karşılık çok mükâfat verendir.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Sizden, akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum″ diye buyrulmaktadır. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ bu ifadeyi şöyle izah etmiştir: Ey Resûlüm! De ki: ″Ey kavmim! Sizi dâvet ettiğim hakka karşı sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Sizden ancak, be­nimle sizin aranızdaki akrabalık bağını koparmamanızı istiyorum.″ Bu izaha göre Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Kureyşlilere şöyle buyurmuştur: ″Bana yardım etmiyorsunuz, hiç olmazsa şerrinizi benden uzak tutun. Rabbimin Peygamberliğini tebliğ etmem için beni serbest bırakın. Benimle sizin aranızda olan akrabalık bağını gözetin.″

Said İbn-i Cübeyr Hazretleri de bu âyette geçen akrabalıktan maksat, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in akrabalarıdır, diye buyurmuştur.

İşte bu Âyet-i Kerîme, Resûlü Ekrem’in ailesine, akrabasına sevgi ve dostlukta bulunmanın gerektiğini emretmektedir. O mübârek zâtlara sevgi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e sevginin güzel bir nişânesidir. Bu hususta çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir.

Abdülmuttalib İbn-i Rabîa Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ الْعَبَّاسَ بْنَ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ دَخَلَ عَلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مُغْضَبًا وَأَنَا عِنْدَهُ فَقَالَ مَا أَغْضَبَكَ قَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَا لَنَا وَلِقُرَيْشٍ إِذَا تَلَاقَوْا بَيْنَهُمْ تَلَاقَوْا بِوُجُوهٍ مُبْشَرَةٍ وَإِذَا لَقُونَا لَقُونَا بِغَيْرِ ذَلِكَ قَالَ فَغَضِبَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَتَّى احْمَرَّ وَجْهُهُ ثُمَّ قَالَ وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَا يَدْخُلُ قَلْبَ رَجُلٍ الْإِيمَانُ حَتَّى يُحِبَّكُمْ لِلَّهِ وَلِرَسُولِهِ ثُمَّ قَالَ يَا أَيُّهَا النَّاسُ مَنْ آذَى عَمِّي فَقَدْ آذَانِي فَإِنَّمَا عَمُّ الرَّجُلِ صِنْوُ أَبِيهِ (ت حم عن عبد المطلب بن ربيعة)

Hz. Abbas İbn-i Abdulmuttalib, öfkeli bir vaziyette Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına girdi. Ben de onun yanındaydım. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Niçin öfkelisin?″ diye sordu. Hz. Abbas: ″Yâ Resûlallah! Biz Haşimoğulları ile Kureyş arasında ne var? Kendi kendilerine buluştuklarında güler yüzle buluşuyorlar, bizim karşımıza çıktıkları zaman da değişik yüzle çıkıyorlar″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kızdı, alın damarları şişti ve ″Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizi bir kimse Allah ve Resûlü için sevmedikçe, onun kalbine îman girmez″ diye buyurdu ve sonra sözüne şöyle devam etti: ″Ey insanlar! Her kim benim amcama eziyet ederse, bana eziyet etmiş olur. Bir insanın amcası onun babası gibidir.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ehl-i Beyti hakkında Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

أَحِبُّوا اللّٰهَ لِمَا يَغْذُوكُمْ مِنْ نِعَمِهِ وَأَحِبُّونِي بِحُبِّ اللّٰهِ وَأَحِبُّوا أَهْلَ بَيْتِي بِحُبِّي (ت عن ابن عباس)

″Nîmetleriyle sizi rızıklandırdığı için Allah’ı sevin. Beni de, Allah beni sevdiği için sevin. Ehl-i Beytimi de ben onları sevdiğim için sevin.″[2]

يَا عَلِيُّ إِنَّ الإِسْلامَ عُرْيَانٌ لِبَاسُهُ التَّقْوَى وَرِيَاشُهُ الْهُدَى وَزِينَتُهُ الْحَيَاءُ وَعِمَادُهُ الْوَرَعُ وَمِلاكُهُ الْعَمَلُ الصَّالِحُ وَأَسَاسُ الإِسْلامِ حُبِّي وَحُبُّ أَهْلِ بَيْتِي (ابن عساكر عن علي)

″Yâ Ali! İslâm uryandır, giysisi takvâdır, tüyleri hidâyettir. Süsü ise hayâdır. Direği verâdır. Ayakta tutucusu da beni sevmektir ve Ehl-i Beytimi sevmektir.″[3]

شَفَاعَتِي لأُمَّتِي مَنْ أَحَبَّ أَهْلَ بَيْتِي وَهُمْ شِيعَتِى (خط عن علي)

″Şefaatim, ümmetimden Ehl-i Beytimi sevenleredir. Onlar benim taraftarımdır.″[4]

لَا يُبْغِضُ الأَنْصَارَ إِلَّا مُنَافِقٌ وَمَنْ أَبْغَضَنَا أَهْلَ الْبَيْتِ فَهُوَ مُنَافِقٌ وَمَنْ أَبْغَضَ أَبَا بَكْرٍ وَعُمَرَ فَهُوَ مُنَافِقٌ (عد كر عن أبي سعيد)

″Ensârdan, ancak münâfık olan nefret eder. Kim bize, Ehl-i Beytimize karşı nefret duyarsa, o münâfıktır. Ebû Bekir ve Ömer Radiyallâhu anhumâ’ya nefret duyan kişi de münâfıktır.″[5]


[1] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 16861.

[2] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 26.

[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 498/10.

[4] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 206/5; Kenz’ül-İrfan, Hadis No: 329; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 39057.

[5] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 483/2; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 33753.


﴿ اَمْ يَقُولُونَ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًاۚ فَاِنْ يَشَأِ اللّٰهُ يَخْتِمْ عَلٰى قَلْبِكَۜ وَيَمْحُ اللّٰهُ الْبَاطِلَ وَيُحِقُّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِه۪ۜ اِنَّهُ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ ﴿٢٤﴾

24. Yoksa kâfirler (senin için), ″Yalan uydurup Allah’a iftira etti″ mi diyorlar? Ey Resûlüm! Allah’u Teâlâ dilerse, senin de kalbini mühürler. Allah’u Teâlâ, bâtılı yok eder ve kelimeleriyle (hükümleriyle) hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O, kalplerde olanı hakkıyla bilir.


﴿ وَهُوَ الَّذ۪ي يَقْبَلُ التَّوْبَةَ عَنْ عِبَادِه۪ وَيَعْفُوا عَنِ السَّيِّـَٔاتِ وَيَعْلَمُ مَا تَفْعَلُونَۙ ﴿٢٥﴾ وَيَسْتَج۪يبُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَيَز۪يدُهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۜ وَالْكَافِرُونَ لَهُمْ عَذَابٌ شَد۪يدٌ ﴿٢٦﴾

25-26. Kullarından tevbeyi kabul eden, günahları affeden ve yaptıklarınızı bilen O’dur.* Allah’u Teâlâ, îman edip sâlih amellerde bulunanların duâsına icâbet eder ve onlara lütfundan mükâfatlarını artırır. Kâfirler için de şiddetli bir azap vardır.

İzah: Allah’u Teâlâ’nın, kullarının duâsına icâbet ettiğine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَلّٰهُ أَشَدُّ فَرَحًا بِتَوْبَةِ عَبْدِهِ حِينَ يَتُوبُ إِلَيْهِ مِنْ أَحَدِكُمْ كَانَ عَلَى رَاحِلَتِهِ بِأَرْضِ فَلَاةٍ فَانْفَلَتَتْ مِنْهُ وَعَلَيْهَا طَعَامُهُ وَشَرَابُهُ فَأَيِسَ مِنْهَا فَأَتَى شَجَرَةً فَاضْطَجَعَ فِي ظِلِّهَا قَدْ أَيِسَ مِنْ رَاحِلَتِهِ فَبَيْنَا هُوَ كَذَلِكَ إِذَا هُوَ بِهَا قَائِمَةً عِنْدَهُ فَأَخَذَ بِخِطَامِهَا ثُمَّ قَالَ مِنْ شِدَّةِ الْفَرَحِ اللّٰهُمَّ أَنْتَ عَبْدِي وَأَنَا رَبُّكَ أَخْطَأَ مِنْ شِدَّةِ الْفَرَحِ (م عن انس بن مالك)

Allah’u Teâlâ, kulu, zâtına tevbe ettiği zaman o kadar çok sevinir ki, sizden birisi çorak bir arazide üzerinde yiyecek ve içeceği olan biniti bağından kurtulup kaybolmuş, ondan ümidini kesmiş bir halde bir ağacın altına gelip gölgesine uzanmış, binitinden ümidini bütünüyle kesmişken, birden binitini yanında dikilir gördüğü zamanda, onun yularına yapışıp, ″Ey Allah’ım! Sen kulumsun, ben de senin Rabbinim″ diye sevincinin şiddetinden hata etmesi durumundaki sevincinden, Allah’ın, kulu kendine tevbe ettiğindeki sevinci çok daha fazladır.[1]


[1] Sahih-i Müslim, Tevbe 1 (7 Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 49; Sünen-i İbn Mâce, Zühd 3.


﴿ وَلَوْ بَسَطَ اللّٰهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِه۪ لَبَغَوْا فِي الْاَرْضِ وَلٰكِنْ يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَا يَشَٓاءُۜ اِنَّهُ بِعِبَادِه۪ خَب۪يرٌ بَص۪يرٌ ﴿٢٧﴾

27. Allah’u Teâlâ, kullarına rızkı geniş tutsaydı, elbette yeryüzünde kibirlenir ve fesat çıkarırlardı. Lâkin dilediği kadar verir. Şüphesiz O, kullarından haberdardır ve her şeyi görendir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında bir Hadis-i Kudsî’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

مَنْ أَهَانَ لِي وَلِيًّا فَقَدْ بَارَزَنِي بِالْمُحَارَبَةِ وَإِنِّي لَأَسْرَع شَيْء إِلَى نُصْرَة أَوْلِيَائِي وَإِنِّي لَأَغْضَب لَهُمْ كَمَا يَغْضَب اللَّيْث الْحَرِد. وَمَا تَرَدَّدْت فِي شَيْء أَنَا فَاعِله تَرَدُّدِي فِي قَبْض رُوح عَبْدِي الْمُؤْمِن يَكْرَه الْمَوْت وَأَنَا أَكْرَه إِسَاءَته وَلَا بُدّ لَهُ مِنْهُ . وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدِي الْمُؤْمِن بِمِثْلِ أَدَاء مَا اِفْتَرَضْت عَلَيْهِ. وَمَا يَزَال عَبْدِي الْمُؤْمِن يَتَقَرَّب إِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى أُحِبّهُ فَإِذَا أَحْبَبْته كُنْت لَهُ سَمْعًا وَبَصَرًا وَلِسَانًا وَيَدًا وَمُؤَيِّدًا فَإِنْ سَأَلَنِي أَعْطَيْته وَإِنْ دَعَانِي أَجَبْته. وَإِنَّ مِنْ عِبَادِي الْمُؤْمِنِينَ مَنْ يَسْأَلنِي الْبَاب مِنْ الْعِبَادَة وَإِنِّي عَلِيم أَنْ لَوْ أَعْطَيْته إِيَّاهُ لَدَخَلَهُ الْعُجْب فَأَفْسَدَهُ. وَإِنَّ مِنْ عِبَادِي الْمُؤْمِنِينَ مَنْ لَا يُصْلِحهُ إِلَّا الْغِنَى وَلَوْ أَفْقَرْته لَأَفْسَدَهُ الْفَقْر. وَإِنَّ مِنْ عِبَادِي الْمُؤْمِنِينَ مَنْ لَا يُصْلِحهُ إِلَّا الْفَقْر وَلَوْ أَغْنَيْته لَأَفْسَدَهُ الْغِنَى. وَإِنِّي لِأُدَبِّر عِبَادِي لِعِلْمِي بِقُلُوبِهِمْ فَإِنِّي عَلِيم خَبِير. ثُمَّ قَالَ أَنَس اللّٰهُمَّ إِنِّي مِنْ عِبَادك الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ لَا يُصْلِحهُمْ إِلَّا الْغِنَى فَلَا تُفْقِرنِي بِرَحْمَتِك . (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن انس بن مالك)

″Benim herhangi bir evliyâmı hakir düşüren bir kimse, Bana karşı harp ilan etmiş olur ve Ben evliyâlarımın yardımı­na her şeyden çabuk koşarım ve şüphesiz Ben, kızgın aslanın kızdığı gibi onlar için gazaplanırım. Ölümden hoşlanmayan, bununla birlikte Benim de kendisine kötülük yapmak istemediğim, fakat kendisi için de ölümün kaçınılmaz olduğu Mü’min kulumun ruhunu almakta tereddüt ettiğim kadar, yap­tığım hiçbir işte tereddüt etmem. Mü’min kulum Bana farz namazı kılarken yakın olduğu gibi başka bir şey ile yakın olamaz. O kulum nâfilelerle de, Bana yakınlaşmaya devam eder durur. Nihâyet Ben onu se­verim, onu sevdim mi onun işitmesi, görmesi, dili, eli Ben olurum. Onun destek­çisi olurum. Benden bir şey isterse veririm, Bana duâ ederse duâsını kabul ederim.[1] Mü’min kullarım arasından Benden bir tür ibâdette bulunmayı ister ve Ben çok iyi biliyorum ki, eğer o ibâdet türünü ona verecek olursam, bu sefer ucub (kendini beğenmek) ona gelir ve onun o amelini fesat eder. Yine Mü’min kullarım arasından ancak zenginliğin kendisini düzelttiği kimseler var­dır. Eğer Ben onu fakir kılacak olursam, fakirlik onu fesat eder. Aynı şe­kilde Mü’min kullarım arasından ancak fakirliğin ıslah ettiği kimseler de var­dır. Onları zengin edecek olursam, zenginlik onu fesat eder. Ben kullarımı, onların kalplerini bildiğime göre tedbir ederim. Şüphesiz ki Ben, her şeyi çok iyi bilenim, her şeyden haberdar olanım.″ Daha sonra Enes Radiyallâhu anhu şöyle dedi: ″Al­lah’ım! Ben ancak zenginliğin kendilerini ıslah ettiği Mü’min kullarındanım. Rahmetin ile Sen beni fakir kılma.″[2]


[1] Benzeri için bakınız: Sahih-i Buhârî, Rikâk 38.

[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 16, s. 28.


﴿ وَهُوَ الَّذ۪ي يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُۜ وَهُوَ الْوَلِيُّ الْحَم۪يدُ ﴿٢٨﴾

28. O, insanlar ümitlerini kestikten sonra, yağmuru indiren ve rahmetini yayandır. O, (ihsanı ile kullarına) velîdir ve hamde lâyık olandır.

İzah: Katâde Hazretlerinden nakledildiğine göre, birisi Hz. Ömer Radiyallâhu anhu’ya: ″Ey Mü’minlerin emiri! Yağmur kesildi ve insanlar ümitlerini kesti″ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: ″Şüphesiz size yağmur yağdırılacak deyip, ″O, insanlar ümitlerini kestikten sonra, yağmuru indiren ve rahmetini yayandır…″ mealindeki Âyet-i Kerîme’yi okudu.


﴿ وَمِنْ اٰيَاتِه۪ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَثَّ ف۪يهِمَا مِنْ دَٓابَّةٍۜ وَهُوَ عَلٰى جَمْعِهِمْ اِذَا يَشَٓاءُ قَد۪يرٌ۟ ﴿٢٩﴾

29. Gökleri ve yeri yaratması ve oralarda canlıları yayması da O’nun varlığının delillerindendir. O, dilediği zaman onları bir araya toplamaya da kâdirdir.


﴿ وَمَٓا اَصَابَكُمْ مِنْ مُص۪يبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ اَيْد۪يكُمْ وَيَعْفُوا عَنْ كَث۪يرٍۜ ﴿٣٠﴾

30. Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Allah’u Teâlâ, (günahlarınızın) çoğunu da affeder.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا يُصِيبُ عَبْدًا نَكْبَةٌ فَمَا فَوْقَهَا أَوْ دُونَهَا إِلَّا بِذَنْبٍ وَمَا يَعْفُو اللّٰهُ عَنْهُ أَكْثَرُ قَالَ وَقَرَأَ {وَمَا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ} (ت عن ابى موسى)

″Kulun başına gelen küçük veya büyük herhangi bir sıkıntı ancak işlediği bir günahı sebebiyledir. Allah’ın bağışladıkları ise daha çoktur.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla: ″Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Allah’u Teâlâ, (günahlarınızın) çoğunu da affeder″ mealindeki Sûre-i Şûrâ, Âyet 30’u okudu.[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

مَا يُصِيبُ الْمُسْلِمَ مِنْ نَصَبٍ وَلَا وَصَبٍ وَلَا هَمٍّ وَلَا حُزْنٍ وَلَا أَذًى وَلَا غَمٍّ حَتَّى الشَّوْكَةِ يُشَاكُهَا إِلَّا كَفَّرَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ خَطَايَاهُ (خ عن ابى هريرة)

″Kendisine batan bir dikene varıncaya kadar Müslüman olan kişinin başına bir üzüntü, bir dert ve hastalık, bir hüzün gelmez ki; Allah’u Teâlâ onlarla onun hatâlarından bağışlamış olmasın.″[2]

Ayrıca Allah’u Teâlâ, sevdiği kullara, daha büyük dereceler alabilmeleri için lütfundan ibtilâlar verir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَشَدُّ النَّاسِ بَلَاءً الْأَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْعُلَمَاءُ ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ (طب ك عن سعد بن أبي وقاص)

″İnsanlardan belânın en şiddetlisi Peygamberlere, sonra evliyâlara, sonra derecelerine göre diğer Mü’minlere gelir.″[3]

İbtilâ konusunda daha geniş bilgi için de Sûre-i Bakara, Âyet 155 ve izahına bakınız.


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 44.

[2] Sahih-i Buhârî Merdâ 1; Sünen-i Tirmizî, Cenâiz 1.

[3] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 5472; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 20096.


﴿ وَمَٓا اَنْتُمْ بِمُعْجِز۪ينَ فِي الْاَرْضِۚ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ ﴿٣١﴾

31. Siz yeryüzünde O’nun cezâsına engel olamazsınız. (Ey insanlar!) Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.

İzah: Ey insanlar! İşlediğiniz günahlardan dolayı Rabbiniz, sizi cezâlandırmak isterse, siz O’nun cezâsından aslâ kurtulamazsınız. Siz nerede bulunursanız bulunun, Allah’ın tasarrufu altındasınız. Allah’a karşı sizi savunacak, Allah’tan başka herhangi bir dostunuz yoktur. O si­zi cezâlandırmak istediğinde, O’na karşı size yardım edecek hiçbir yardımcınız da yoktur. O halde ey insanlar! Allah’tan korkun, emirlerini tutun ve ya­saklarından uzak durun, demektir.


﴿ وَمِنْ اٰيَاتِهِ الْجَوَارِ فِي الْبَحْرِ كَالْاَعْلَامِۜ ﴿٣٢﴾ اِنْ يَشَأْ يُسْكِنِ الرّ۪يحَ فَيَظْلَلْنَ رَوَاكِدَ عَلٰى ظَهْرِه۪ۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍۙ ﴿٣٣﴾ اَوْ يُوبِقْهُنَّ بِمَا كَسَبُوا وَيَعْفُ عَنْ كَث۪يرٍۘ ﴿٣٤﴾ وَيَعْلَمَ الَّذ۪ينَ يُجَادِلُونَ ف۪ٓي اٰيَاتِنَاۜ مَا لَهُمْ مِنْ مَح۪يصٍ ﴿٣٥﴾

32-35. Denizde dağlar gibi hareket edip giden gemiler de Allah’ın varlığının delillerindendir.* Allah’u Teâlâ dilerse rüzgârı durdurur; gemiler de deniz yüzünde sâbit kalırlar. Şüphesiz bunda da çok sabredenler ve çok şükredenler için elbette alâmetler vardır.* Yahut da kazandıkları günah sebebiyle fırtınalarla gemidekileri helâk eder, birçoğunu da affeder (garktan kurtarır).* Âyetlerimiz hakkında mücâdele edenler bilsinler ki, (helâk olmalarını dilersem) kendileri için kurtuluş yoktur!


﴿ فَمَٓا اُو۫ت۪يتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَمَتَاعُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَمَا عِنْدَ اللّٰهِ خَيْرٌ وَاَبْقٰى لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَۚ ﴿٣٦﴾ وَالَّذ۪ينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَٓائِرَ الْاِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ وَاِذَا مَا غَضِبُوا هُمْ يَغْفِرُونَۚ ﴿٣٧﴾ وَالَّذ۪ينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَۖ وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْۖ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۚ ﴿٣٨﴾ وَالَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَهُمُ الْبَغْيُ هُمْ يَنْتَصِرُونَ ﴿٣٩﴾

36-39. Size verilen şeyler, sâdece bu dünyâ hayatının geçici menfaatidir. Allah katındaki ise, daha hayırlı ve bâkidir. Bu nîmetler, îman edenler ve Rablerine tevekkülde bulunanlar içindir.* Onlar, büyük günahlardan ve fuhşiyattan sakınırlar, öfkeli zamanlarında bile affederler,* Rablerinin dâvetine icâbet ederler, namazı kılarlar, işlerini aralarında müşâvere ile yürütürler, kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda infak ederler* ve bir zulme uğradıkları zaman, birbirlerine yardım ederek karşı koyarlar.

İzah: Bu âyetlerin nüzul sebebine dair Hz. Ali Kerremallâhu veche’den şu hâdise nakledilmiştir:

Bir seferinde Hz. Ebû Bekir’in elin­de toplu bir mal bulundu. O bunun tamamını hayır yolunda sadaka olarak verdi. Müslümanlar bundan dolayı onu kınadı, kâfirler de yanlış yaptığını söy­ledi. İşte bunun üzerine: Size verilen şeyler, sâdece bu dünyâ hayatının geçici menfaatidir. Allah katındaki ise, daha hayırlı ve bâkidir…″ diye başlayıp devam eden Sûre-i Şûrâ, Âyet 36-39 nâzil oldu.

Nakledildiğine göre, Hz. Ebû Bekir Efendimizin toplu olarak infak ettiği mal, seksen bin dirhemdir.


﴿ وَجَزٰٓؤُ۬ا سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِثْلُهَاۚ فَمَنْ عَفَا وَاَصْلَحَ فَاَجْرُهُ عَلَى اللّٰهِۜ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَ ﴿٤٠﴾

40. Bir kötülüğün cezâsı, onun misli bir kötülüktür. Lâkin her kim (gücü yettiği halde) affedip ıslahına gayret ederse, onun mükâfatı Allah’a aittir. Şüphesiz O, zâlimleri sevmez.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Ebû Abdullah el-Cedelî, Hz. Âişe’ye Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ahlâkından sorunca, kendisine şöyle buyurmuştur:

كَانَأَحْسَنَ النَّاسِ خُلُقًا لَمْ يَكُنْ فَاحِشًا وَلَا مُتَفَحِّشًا وَلَا صَخَّابًا فِي الْأَسْوَاقِ وَلَا يَجْزِي بِالسَّيِّئَةِ السَّيِّئَةَ وَلَكِنْ يَعْفُو وَيَصْفَحُ (ت حب عن عائشة)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, insanların en güzel ahlâklısı idi. Her zaman sükûnet ve vakarla hareket eder, aslâ yüksek sesle konuşmaz ve kötülüğe kötülükle mukâbelede bulunmazdı. Bilakis, affeder ve hoşgörülü davranırdı.″[1]

Kötülüğe kötülükle muâmele etmemenin fazileti hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Hadis-i Şerif’lerinden bâzıları şöyledir:

مَا نَقَصَتْ صَدَقَةٌ مِنْ مَالٍ وَمَا زَادَ اللّٰهُ عَبْدًا بِعَفْوٍ إِلَّا عِزًّا وَمَا تَوَاضَعَ أَحَدٌ لِلَّهِ إِلَّا رَفَعَهُ اللّٰهُ (م عن ابى هريرة)

″Sadaka vermekle mal eksilmez. Kul affederse, Allah’u Teâlâ onun izzetini artırır. Kim de Allah rızâsı için tevâzu sahibi olursa, Allah’u Teâlâ onu yükseltir.″[2]

أَشَدُّكُمْ مَنْ غَلَبَ نَفْسَهُ عِنْدَ الْغَضَبِ وَأَحْلَمُكُمْ مَنْ عَفَا عِنْدَ الْقُدْرَةِ (ابن أبي الدنبا عن علي)

″Sizin en kuvvetliniz, gazap hâlinde öfkesini yenen, en hâliminiz de intikam alma imkânına sahip iken almayanınızdır.″[3]

ثَلَاثٌ أَعْلَمُ أَنَّهُنَّ حَقٌّ مَا عَفَا امْرُؤٌ عَنْ مَظْلَمَةٍ اِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ بِهَا عِزًّا وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ عَلَى نَفْسِهِ بَابَ مَسْأَلَةٍ يَبْتَغِي بِهَا كَثْرَةً إِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ بِهَا فَقْرًا وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ عَلَى نَفْسِهِ بَابَ صَدَقَةٍ يَبْتَغِي بِهَا وَجْهُ اللّٰهِ تَعَالَى اِلَّا زَادَهُ اللّٰهِ بِهَا كَثْرَةً (هب عن ابى هريرة)

″Üç haslet var ki onlar haktır: Haksızlığa uğrayan bir kimse (eline fırsat geçtiği halde sabredip) affederse, şüphesiz Allah’u Teâlâ, o kulun şerefini artırır. Çok dünyâlık bulmak kastıyla kendisine dilencilik kapısını açan bir kula da, Allah’u Teâlâ yokluk kapısı açar. Bir kimse de Allah’ın rızâsını dileyerek Allah yoluna malını sarf ederse, Allah’u Teâlâ da onun malını kat kat artırır.″[4]


[1] Sünen-i Tirmizî, Birr 69; Sahih-i İbn-i Hibban, Hadis No: 6551.

[2] Sahih-i Müslim, Birr 19 (69).

[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 71/15.

[4] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 7846; Muhtâr’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 492.


﴿ وَلَمَنِ انْتَصَرَ بَعْدَ ظُلْمِه۪ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَا عَلَيْهِمْ مِنْ سَب۪يلٍۜ ﴿٤١﴾ اِنَّمَا السَّب۪يلُ عَلَى الَّذ۪ينَ يَظْلِمُونَ النَّاسَ وَيَبْغُونَ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٤٢﴾ وَلَمَنْ صَبَرَ وَغَفَرَ اِنَّ ذٰلِكَ لَمِنْ عَزْمِ الْاُمُورِ۟ ﴿٤٣﴾

41-43. Zulüm gördükten sonra hakkını alanlar hakkında, bir cezâ yoktur.* Cezâ, ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız iş yapanlar içindir. İşte onlar için elim bir azap vardır.* Zulüm gördüğü (gücü de yettiği) halde sabredip affeden kimsenin, sabır ve affı elbette büyük işlerdendir.

İzah: Bu âyetler hakkında Ali b. el-Huseyn Radiyallâhu anhu’dan nakledilen hadiste, şöyle buyrulmuştur:

إِذَا كَانَ يَوْمُ الْقِيَامَةِ نَادَى مُنَادٍ أَيُّكُمْ أَهْلُ الْفَضْلِ؟ فَيَقُومُ نَاسٌ مِنَ النَّاسِ فَيُقَالُ انْطَلِقُوا إِلَى الْجَنَّةِ فَتَتَلَقَّاهُمُ الْمَلَائِكَةُ فَيَقُولُونَ إِلَى أَيْنَ؟ فَيَقُولُونَ إِلَى الْجَنَّةِ قَالُوا قَبْلَ الْحِسَابِ؟ قَالُوا نَعَمْ قَالُوا مَنْ أَنْتُمْ؟ قَالُوا أَهْلُ الْفَضْلِ قَالُوا وَمَا كَانَ فَضْلُكُمْ؟ قَالُوا كُنَّا إِذَا جُهِلَ عَلَيْنَا حَلِمْنَا وَإِذَا ظُلِمْنَا صَبَرْنَا وَإِذَا سِيءَ إِلَيْنَا عَفَوْنَا قَالُوا ادْخُلُوا الْجَنَّةَ فَنِعْمَ أَجْرُ الْعَامِلِينَ (أبو نعيم الحافظ عن علي بن الحسين)

Mahşer gününde bir münâdi: ″Hanginiz fazilet ehlidir?″ diye seslenir. İnsanlar arasından birtakım kimseler ayağa kalkar, onlara: ″Haydi Cennete gidin denilir″ melekler onları karşılarlar ve ″Nereye?″ diye sorarlar. Onlar: ″Cennete″ diye cevap verirler. Melekler: ″Peki, hesaptan önce mi?″ diye sorun­ca, onlar: ″Evet″ derler. Yine melekler: ″Peki, siz kimsiniz?″ diye sorarlar. Onlar: ″Biz fazilet ehli kimseleriz″ derler. ″Peki, sizin faziletiniz ne idi?″ diye sorarlar. Onlar da: ″Bizler bize karşı câhillik yapıldığında tahammül gösterirdik, zulmedildiğinde sabrederdik, bize kötülük yapıldığında da affederdik″ derler. Bunun üze­rine melekler: ″Haydi Cennete girin, sâlih amelde bulunanların mükafatı ne gü­zeldir″ derler.[1]

Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan da şu hadis nakledilmiştir:

Birisi, Hz. Ebû Bekir’e küfretti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de orada oturuyordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bu duruma şaşmaya ve tebessüm etmeye başladı. Adam, Hz. Ebû Bekir’e fazlaca hakaret edince, o da söylediklerinin bir kısmıyla kendisine karşılık verdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem öfkelenerek kalktı. Arkasından yetişen Hz. Ebû Bekir: ″Yâ Resûlallah! O bana küfrederken sen oturuyordun. Söylediklerinin bir kısmıyla ben ona cevap verdiğimde ise, öfkelenip kalktın″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Şüphesiz seninle beraber senin yerine cevap veren bir melek vardı. Onun söylediklerinin bir kısmıyla ona cevap verdiğinde ise şeytan geldi. Elbette ben şeytanla beraber oturacak değildim″ buyurdu ve sonra şöyle devam etti:

يَا أَبَا بَكْرٍ ثَلَاثٌ كُلُّهُنَّ حَقٌّ مَا مِنْ عَبْدٍ ظُلِمَ بِمَظْلَمَةٍ فَيُغْضِي عَنْهَا لِلّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ إِلَّا أَعَزَّ اللّٰهُ بِهَا نَصْرَهُ وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ بَابَ عَطِيَّةٍ يُرِيدُ بِهَا صِلَةً إِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ بِهَا كَثْرَةً وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ بَابَ مَسْأَلَةٍ يُرِيدُ بِهَا كَثْرَةً إِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ بِهَا قِلَّةً (حم عن ابى هريرة)

″Ey Ebû Bekir! Üç şey vardır ki hepsi de gerçektir: Bir kul bir haksızlığa uğrar da, Allah için ona göz yumup karşılık vermezse, şüphesiz Allah’u Teâlâ onu aziz kılar. Bir kişi sıla-i rahimde bulunarak iyilik kapısını açarsa, Allah’u Teâlâ da onun imkânlarını çoğaltır. Bir kimse de çok şey peşinde koşarak dilencilik kapısını açarsa, Allah’u Teâlâ bununla onun fakirliğini artırır.″[2]


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 16, s. 38.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 9251.


﴿ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ وَلِيٍّ مِنْ بَعْدِه۪ۜ وَتَرَى الظَّالِم۪ينَ لَمَّا رَاَوُا الْعَذَابَ يَقُولُونَ هَلْ اِلٰى مَرَدٍّ مِنْ سَب۪يلٍۚ ﴿٤٤﴾ وَتَرٰيهُمْ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا خَاشِع۪ينَ مِنَ الذُّلِّ يَنْظُرُونَ مِنْ طَرْفٍ خَفِيٍّۜ وَقَالَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّ الْخَاسِر۪ينَ الَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَاَهْل۪يهِمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ اَلَٓا اِنَّ الظَّالِم۪ينَ ف۪ي عَذَابٍ مُق۪يمٍ ﴿٤٥﴾

44-45. Allah’u Teâlâ, kimi dalâlet üzere bırakırsa, artık bundan sonra onun için bir velî yoktur. Ey Resûlüm! Azâbı gördükleri vakit, zâlimlerin: ″Dünyâya dönmek için yol var mı?″ dediklerini görürsün.* Ateşe atılırken onların, zilletten boyunlarını bükerek, göz ucuyla gizli gizli ona baktıklarını görürsün. Mü’minler de derler ki: ″Asıl hüsrâna uğrayanlar, mahşer gününde nefsini ve ehlini hüsrâna uğratanlardır. Haberiniz olsun ki, şüphesiz zâlimler ebedî bir azap içindedirler

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Asıl hüsrâna uğrayanlar, mahşer gününde nefsini ve ehlini hüsrâna uğratanlardır″ diye buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: Nefsinin hevâsına uyarak dalâlet üzere olan bir kişi, kendisi Cehenneme girdiği gibi, ailesini ve yakınlarını da etki altına alarak onların da Cehenneme girmesine sebep olur. İşte bu kimse, kendini ateşe attığı gibi bütün ehlini de ateşe atarak onların da azâba uğramalarına neden olmuş olur. Halbuki bu kimse, îman ederek salih amellerde bulunup, kendine tâbi olanların da İslâm’a girmelerini sağlayarak, hem kendinin hem de ehlinin Cennete girmelerine sebep olabilirdi. Fakat kendisi nefsine uyarak Cehennemi tercih etti. İşte en büyük hüsrân da budur.


﴿ وَمَا كَانَ لَهُمْ مِنْ اَوْلِيَٓاءَ يَنْصُرُونَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ سَب۪يلٍۜ ﴿٤٦﴾

46. Ve onların, Allah’tan başka kendilerine yardım edecek hiçbir dostla­rı yoktur. Allah’u Teâlâ, kimi dalâlet üzere bırakırsa, artık onun için hiçbir kurtuluş yolu yoktur.


﴿ اِسْتَج۪يبُوا لِرَبِّكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا مَرَدَّ لَهُ مِنَ اللّٰهِۜ مَا لَكُمْ مِنْ مَلْجَاٍ يَوْمَئِذٍ وَمَا لَكُمْ مِنْ نَك۪يرٍ ﴿٤٧﴾

47. Allah tarafından gelecek olan ve geri çevrilmesi mümkün olmayan gün gelmeden önce, Rabbinizin dâvetine icâbet edin. O gün, sizin için sığınacak bir yer yoktur. Yaptıklarınızı inkâr da edemezsiniz.


﴿ فَاِنْ اَعْرَضُوا فَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَف۪يظًاۜ اِنْ عَلَيْكَ اِلَّا الْبَلَاغُۜ وَاِنَّٓا اِذَٓا اَذَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً فَرِحَ بِهَاۜ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يهِمْ فَاِنَّ الْاِنْسَانَ كَفُورٌ ﴿٤٨﴾

48. Bu beyandan sonra müşrikler yine haktan yüz çevirirlerse, Ey Habîbim! Biz seni onlara bekçi göndermedik. Sana düşen, sâdece tebliğ etmektir. İnsana katımızdan bir nîmet verirsek, onunla sevinir. Şâyet elleriyle yaptıkları yüzünden ona bir kötülük isâbet ederse, işte o zaman insan çok nankördür.

İzah: Îman edip sâlih amel işleyenler dışında, insanların çoğunun durumu Âyet-i Kerîme’de de geçtiği gibi rahata kavuştuğu zaman, sevinir. Başına bir musîbet gelince de Allah’a nankörlük eder. Allah’u Teâlâ’nın önceki verdiği nîmetleri unutur. Mü’min ise, böyle değildir. Mü’minin hâli hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

عَجَبًا لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ وَلَيْسَ ذَاكَ لِأَحَدٍ إِلَّا لِلْمُؤْمِنِ إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ (م عن صهيب)

″Mü’minin işi acâyiptir. Doğrusu onun her işi hayırdır. Bu husus Mü’minden başkası için böyle değildir. Ona iyilik ve genişlik isabet ederse, şükreder ve bu kendisi için hayır olur. Bir sıkıntı ve darlığa uğrarsa da, sabreder, bu da kendisi için hayır olur.″[1]

Bu husus Sûre-i Hûd, Âyet 11’de de şöyle geçmektedir:

″Ancak sabredenler ve sâlih amellerde bulunanlar böyle değildir. İşte onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.″


[1] Sahih-i Müslim, Zühd 13 (64).


﴿ لِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُۜ يَهَبُ لِمَنْ يَشَٓاءُ اِنَاثًا وَيَهَبُ لِمَنْ يَشَٓاءُ الذُّكُورَۙ ﴿٤٩﴾ اَوْ يُزَوِّجُهُمْ ذُكْرَانًا وَاِنَاثًاۚ وَيَجْعَلُ مَنْ يَشَٓاءُ عَق۪يمًاۜ اِنَّهُ عَل۪يمٌ قَد۪يرٌ ﴿٥٠﴾

49-50. Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. O, dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuğu ihsan eder, dilediğine de erkek çocuğu ihsan eder.* Yahut hem erkek çocuğu, hem kız çocuğu ihsan eder. Dilediğini de kısır bırakır. Şüphesiz O, her şeyi bilendir ve her şeye kâdirdir.


﴿ وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ اَنْ يُكَلِّمَهُ اللّٰهُ اِلَّا وَحْيًا اَوْ مِنْ وَرَٓائِ۬ حِجَابٍ اَوْ يُرْسِلَ رَسُولًا فَيُوحِيَ بِاِذْنِه۪ مَا يَشَٓاءُۜ اِنَّهُ عَلِيٌّ حَك۪يمٌ ﴿٥١﴾

51. Allah’u Teâlâ’nın insanla konuşması, ancak vahiyle yahut perde arkasından söylemekle yahut dilediğini izniyle ona vahyetmek için gönderdiği bir melek vâsıtasıyla olur. Şüphesiz O, çok yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.


﴿ وَكَذٰلِكَ اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ رُوحًا مِنْ اَمْرِنَاۜ مَا كُنْتَ تَدْر۪ي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْا۪يمَانُ وَلٰكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْد۪ي بِه۪ مَنْ نَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِنَاۜ وَاِنَّكَ لَتَهْد۪ٓي اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۙ ﴿٥٢﴾ صِرَاطِ اللّٰهِ الَّذ۪ي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ اَلَٓا اِلَى اللّٰهِ تَص۪يرُ الْاُمُورُ ﴿٥٣﴾

52-53. Ey Resûlüm! İşte böylece sana emrimizden bir ruh (Kur’ân) vahyettik. Sen önceleri kitap nedir, îman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu bir nûr kıldık, onunla kullarımızdan dilediğimizi hidâyete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru bir yolu gösterirsin.* Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sâhibi olan Allah’ın yolunu gösterirsin. Haberiniz olsun ki, bütün işler Allah’a döner.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Sen önceleri kitap nedir, îman nedir bilmezdin″ buyruğunda bahsedilen ″Îman nedir bilmezdin″ ifadesi îmansızlık anlamında değildir. Nitekim bu hususta ulemâ; burada geçen Îman’dan maksat; şeriatın tafsîlî hükümleridir. Yani sen, bu tafsilatı bilmeyen birisiydin, demektir. Yine bu âyete; sen, vahiyden önce Kur’ân’ı okuyacağını bi­lemediğin gibi, insanları îmana nasıl dâvet edeceğini de bilemiyordun, diye de mânâ verilmiştir.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, babası ve annesi gibi İbrâhim Aleyhisselâm’ın dîni olan Hanif Dîni (İslâm) üzere idi.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ da şöyle buyurmuştur:

″Sen önceleri kitap nedir, îman nedir bilmezdin″ buyruğundan maksat, sen kitabı tanımayan, îmanı bilmeyen ümmi bir kavimdendin. Dolayısıyla sen, onlara getirdiğini, onlardan bir kimseden almış olamazsın, demektir. Bu da Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Ankebût, Âyet 48’de: ″Ey Resûlüm! Sen Kur’ân’dan önce hiçbir kitap okumuş değildin. Onu elinle de yazmadın. Öyle olsaydı münkirler, (bunu önceki kitaplardan toplamıştır, diye) şüphe ederlerdi″ diye geçen buyruğuna benzemektedir.

Bu hususta Kadı İyaz da şöyle buyurmuştur:

Peygamberlerin Peygamberlikten önce Allah’ı, O’nun sıfatlarını tanımamaktan ve bu hususta şüpheye düşmekten mâsum olduklarıdır.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

Câhiliye devri insanlarının arzu ettikleri eğlenceleri hayatımda iki sefer arzu ettim. Her ikisinde de Allah beni onlara bulaşmaktan korudu. Bir gece, benimle Mekke’nin yukarı sırtlarında koyun güden Kureyşli arkadaşıma:

- Benim koyunlarıma nezâret ediver de bu gece, gençlerle birlikte Mekke’de şenlik seyredeyim, diye teklifte bulundum, o da kabul etti. Oradan ayrılarak şehre indim. Mekke’nin en yakın evlerinden birine yaklaşmıştım ki, davul zurna ve türkü sesleri kulağıma geldi. Bu eğlence neyin nesi? diye sordum.

- Falan, Kureyş’ten falanın kızıyla evleniyor, dediler. Bu eğlenceyi seyretmek, mûsikîyi dinlemek istedim. Ancak uyku bastırdı. Ertesi sabah, tepemi pişiren güneşin hararetiyle uyandım. Hemen arkadaşımın yanına döndüm. Bana, ″Ne yaptın?″ diye sordu. Olup biteni anlattım. Bir başka gece, aynı teklifte bulundum, yine kabul etti. Şehre indim. Yine bir eğlence işittim. Sebebini sorunca, yine öncekine benzer bir cevap aldım. Bu defa da eğlenceyi dinlemek arzu ettim. Yine uyku bastırdı. Tekrar ertesi günü güneşin hararetiyle uyandım. Arkadaşımın yanına döndüm. Bana,″Ne yaptın?″ diye sordu. ″Hiçbir şey yapmadım″ diye cevap verdim.

Hz. Ali, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sözlerini şöyle tamamladığını belirtir:

″Allah’a yemin olsun ki, bundan sonra, Allah bana Peygamberlik verinceye kadar câhiliye devri insanlarının işledikleri kötülüklerden hiçbirine arzu duymadım.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

خَرَجْتُ مِنْ نِكَاحٍ وَلَمْ أَخْرُجْ مِنْ سِفَاحٍ مِنْ لَدُنْ آدَمَ إِلَى أَنْ وَلَدَنِي أَبِي وَأُمِّي لَمْ يُصِبْنِي مِنْ سِفَاحٍ الْجَاهِلِيَّةِ شَيْءٌ (عد هب عن علي)

″Ben, nikahtan doğdum, zinâdan doğmadım. Âdem zamanından tâ babam ve annem beni dünyâya getirinceye kadar câhiliye ehlinin o çirkin fiilinden bana bir şey yetişmedi.″[2]


[1] Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 222, 223.

[2] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 31871, 32015, 32017; İmam Kastalâni, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 14; Beyhaki, Delâil’ün-Nübüvve, Hadis No: 81.