Bu sûre 88 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Bu sûrede özellikle Mûsâ Aleyhisselâm’ın hayatı anlatıldığı için, kıssalar ve olaylar anlamına gelen ″Kasas″ ismi verilmiştir. Sûrenin bu özelliğinden dolayı ″Mûsâ Sûresi″ diye de isimlendirilmiştir.
Bu ve bundan önceki iki sûrede ve daha nice sûrelerde, başta birkaç âyetten hemen sonra Mûsâ Aleyhisselâm’ın kıssası gelmektedir. Acaba Allah’u Teâlâ, niçin özellikle Mûsâ Aleyhisselâm’ın kıssasını tekrar tekrar anlatıyor? Dikkatle bakmak lâzım, burada ibretler vardır.
Birincisi: Bir mesele tekrar tekrar anlatılmazsa, insanlar anlayamaz; çünkü unutkandırlar.
İkincisi: Bizim açıktan gözümüzün görüp, kalbimizin mutmain olması için ″Şimdi de mûcizeler olsa″ diyenler düşünseler, hiç itirazsız bu âyetlerde büyük mûcizeler vardır. Çünkü Mûsâ Aleyhisselâm’ın sebebiyle Hak’tan gelen mûcizeler gâyet çoktur.
″Yâ Muhammed! Bize âşikâr mûcizeler göster″ diyen müşriklere karşı, Mûsâ Aleyhisselâm’ın ve daha nice Peygamberlerin gösterdiği mûcizelere kavimlerinin sihirdir, dedikleri gibi onlar da sihirdir, diyeceklerdi. Fakat o kıssaları, hiç okuma yazma bilmediği halde, onlara tamamıyla doğru haber vermek büyük mûcizedir, demek için Mûsâ Aleyhisselâm’ın kıssasını tekrar tekrar Allah’u Teâlâ beyan etmiştir. Çünkü Sultan-ı Enbiyâ Efendimizin kavminin içinde yaşayan Mûsevî âlimler vardı. Mûsâ Aleyhisselâm’ın kitabını okurlar, kıssalarını bilirlerdi. Kur’ân-ı Kerîm’de bu kıssalar, onların akılları şaşacak derecede güzel, doğru olarak haber verilince, hayret ederlerdi. Aslâ cevap veremez ve itiraz da edemezlerdi. Vallâhu a’lem, bi’s-savâb (Doğruyu en iyi bilen Allah’tır).
﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ﴾
Bismillâhirrahmânirrahîm.
﴿ طٰسٓمٓ ﴿١﴾ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ الْمُب۪ينِ ﴿٢﴾ ﴾
1-2. Tâ, Sîn, Mîm.* Bunlar, apaçık bildiren kitabın (Kur’ân’ın) âyetleridir.
﴿ نَتْلُوا عَلَيْكَ مِنْ نَبَأِ۬ مُوسٰى وَفِرْعَوْنَ بِالْحَقِّ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٣﴾ ﴾
3. Ey Resûlüm! Îman edenler için Mûsâ ve Firavun’un kıssasını sana hak ve doğru olarak anlatacağız.
﴿ اِنَّ فِرْعَوْنَ عَلَا فِي الْاَرْضِ وَجَعَلَ اَهْلَهَا شِيَعًا يَسْتَضْعِفُ طَٓائِفَةً مِنْهُمْ يُذَبِّحُ اَبْنَٓاءَهُمْ وَيَسْتَحْي۪ نِسَٓاءَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُفْسِد۪ينَ ﴿٤﴾ ﴾
4. Şüphesiz ki Firavun, o yerde (Mısır’da) kibirlendi ve ahâlisini sınıflara ayırdı. Mısır ahâlisinden bir taifeyi (İsrailoğullarını), zayıf ve hor görüyor, oğullarını boğazlıyor ve kızlarını da sağ bırakıyordu. Şüphesiz ki o, fesat çıkaranlardan idi.
İzah: Firavun’un erkek çocuklarını öldürüp kız çocuklarını bırak-masının sebebi şuydu:
Şeytanlar, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den önce, göğe çıkarak kulak hırsızlığı yaparlardı.[1] Yani gökteki meleklerin konuşmalarını dinlerler ve yeryüzüne gelerek bu haberleri kâhinlere söylerlerdi. Kâhinler de olacak bâzı şeylerden böylece haberdar olurlardı. İşte Firavun’un kâhinlere: ″Benim helâkime kim sebep olur?″ diye sorması üzerine kâhinler: ″Bu sene içinde doğacak bir erkek çocuk″ diye Mûsâ Aleyhisselâm’ın doğacağını haber vermişlerdi. Bunun üzerine Firavun, İsrailoğullarından o yıl içerisinde doğan bütün erkek çocuklarını öldürüyor ve kız çocuklarına dokunmuyordu.
[1] Resûlullah (Sallallâhu aleyhi ve sellem)’den sonra şeytanların göğe çıkarak kulak hırsızlığı yapmalarının kesin olarak menedildiği hakkında Sûre-i Hicr, Âyet 16-18’e bakınız.
﴿ وَنُر۪يدُ اَنْ نَمُنَّ عَلَى الَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا فِي الْاَرْضِ وَنَجْعَلَهُمْ اَئِمَّةً وَنَجْعَلَهُمُ الْوَارِث۪ينَۙ ﴿٥﴾ وَنُمَكِّنَ لَهُمْ فِي الْاَرْضِ وَنُرِيَ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا مِنْهُمْ مَا كَانُوا يَحْذَرُونَ ﴿٦﴾ ﴾
5-6. Biz ise, Firavun’un o yerde hor ve zayıf gördüğü kimseleri lütuf ve keremimizle onun zulmünden kurtarmak ve onları önderler yapıp, Firavun ile kavminin mülküne vâris etmek istedik.* Ve onlara yeryüzünde kudret vermek, Firavun’a, veziri Hâmân’a ve ikisinin ordusuna korktukları şeyi Mûsâ’nın eliyle göstermek istedik.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Firavun’a, vezîri Hâmân’a ve ikisinin ordusuna korktukları şeyi Mûsâ’nın eliyle göstermek istedik″ diye geçen ifadeden kastedilen, Allah’u Teâlâ’nın Mûsâ Aleyhisselâm’a vermiş olduğu mûcizelerdir. Bu mûcizeler şunlardır:
″Âsâ, parlayan el, tufan, çekirge, haşerât, kurbağa, kan, kıtlık yılları ve ürün eksikliği.″[1]
Firavun’u ve askerlerini çaresiz bırakan ve korkutan bu mûcizelerdir.
[1] Bu mûcizeler ile ilgili âyetler için Sûre-i Bakara, Âyet 60; Sûre-i Âraf, Âyet 107, 130, 133 ve Sûre-i Şuarâ, Âyet 33’e bakınız.
﴿ وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اُمِّ مُوسٰٓى اَنْ اَرْضِع۪يهِۚ فَاِذَا خِفْتِ عَلَيْهِ فَاَلْق۪يهِ فِي الْيَمِّ وَلَا تَخَاف۪ي وَلَا تَحْزَن۪يۚ اِنَّا رَٓادُّوهُ اِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ ﴿٧﴾ ﴾
7. Mûsâ’nın annesine: ″Mûsâ’yı emzir ve öldürülmesinden korktuğun zaman, onu Nil Nehri’ne bırak, korkma ve mahzun olma. Çünkü Biz onu en yakın zamanda sana döndüreceğiz ve onu Resullerden yapacağız″ diye vahyettik.
İzah: Mûsâ Aleyhisselâm’ın annesi, bir Peygamber olmadığı halde Allah’u Teâlâ ona ne yapacağını ilham ederek bildirmiştir.
Rivâyete göre, Mûsâ Aleyhisselâm’ın annesi, sandık yapan bir adama: ″Su geçirmeyen, aynı zamanda üstten hava alabilen bir sandık yap″ dedi. Adam: ″Ne yapacaksın?″ diye sordu. Nihâyet çocuğunun olduğunu öğrendi. Ben bunu Firavun’a şikâyet edersem, sandık parasının bin misli bana mükâfat verir, diye düşündü. Firavun’a haber vermek için koşarak gitti ve ″Ben, Firavun’la acele görüşmek istiyorum″ dedi. Huzuruna çıkardılar. Adamın dili tutuldu, bir şey söyleyemedi. Firavun, ne kadar sordu ise de, cevap alamadı. Bunun üzerine Firavun bunu iyice dövdürdü, sürükletip sarayın kapısından attırdı. Adam bir zaman sonra ayıldı. Kendi kendine: ″Ben niçin söyleyemedim; hemen gidip söyleyeyim″ dedi. Yine müsâde istedi. Kendini tekrar Firavun’un karşısına çıkardılar. Yine dili tutuldu, hiçbir şey söyleyemedi. Firavun: ″Bu sefer bunu daha fazla dövün″ dedi.Böylece onu tekrar dövdüler, sürükleyip dışarı attılar. Bu sefer koma hâline gelmişti ve çok geç ayıldı. Kendi kendine: ″Ben bu çocuğu söyleyemeyeceğim; sandığı yapayım″ dedi ve sandığı yaptı. Mûsâ Aleyhisselâm’ın annesi, Mûsâ Aleyhisselâm’ı sandığın içine koydu. Sandığın ağzını kapattı ve Nil Nehri’ne salıverdi.
﴿ فَالْتَقَطَهُٓ اٰلُ فِرْعَوْنَ لِيَكُونَ لَهُمْ عَدُوًّا وَحَزَنًاۜ اِنَّ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا كَانُوا خَاطِـ۪ٔينَ ﴿٨﴾ وَقَالَتِ امْرَاَتُ فِرْعَوْنَ قُرَّتُ عَيْنٍ ل۪ي وَلَكَۜ لَا تَقْتُلُوهُۗ عَسٰٓى اَنْ يَنْفَعَنَٓا اَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٩﴾ ﴾
8-9. Nihâyet Âl-i Firavun (Firavun ailesi), sonra kendilerine düşman ve hüzün sebebi olması için Mûsâ’yı nehirden çıkardı. Firavun ve veziri Hâmân ile askerleri her işlerinde hatâ edenlerden idiler.* Firavun’un zevcesi, Firavun’a dedi ki: ″Bu çocuk, benim için de, senin için de bir göz aydınlığıdır, bunu öldürmeyin. Belki bize faydalı olur veya onu evlat ediniriz.″ Oysa onlar, başlarına geleceklerin şuurunda değillerdi.
İzah: Firavun‘un sarayının altından Nil Nehri akardı. Firavun, ailesi Âsiye ile birlikte oturmuşlar, akan suyu seyrediyorlardı. Bir sandık göründü. Âsiye: ″Bu gelen cansa benim, malsa senin olsun″ dedi. Firavun da bunu kabul etti. Sandık geldi, açtılar. İçinden güzel bir oğlan çocuğu çıktı. Firavun: ″Benim sarayımda büyüyecek, benim helâkime sebep olacak çocuk işte budur″ dedi. Âsiye: ″Ben bu çocuğu kimseye vermem, bana söz vermiştin″ dedi ve Firavun’a: ″Çağır kâhinlerini baksınlar; bu çocuk, o çocuksa öldür, değilse öldürtmem″ dedi. Firavun, kâhinleri çağırdı. Kâhinler baktılar ve ″Eğer o çocuksa, Ulu‘l-Azim Peygamber olması lâzım. Ulu‘l-Azim Peygamberleri, çocukluğunda da kimse yanıltamaz. Bu çocuğu yanıltmaya çalışalım; yanılırsa o çocuk değil, yanılmazsa o çocuktur″ dediler. Kâhinler, bir tabağa altın, bir tabağa da ateşin közünü doldurdular ve ″Kuvvetli bir ateş kor hâline geldiğinde, onun üzerinde kısa alev gibi yalım olur, devamlı kımıldar, yükselir, enginleşir. Eğer o çocuk senin helâkine sebep olacak çocuk değilse, o korun yalımına aldanarak, közü tutar. Eğer o çocuksa ateşe bakmaz, altını tutar″ dediler ve öyle de yaptılar.
Mûsâ Aleyhisselâm, altına elini uzatırken Cebrâil Aleyhisselâm elinden tuttu, elini ateşe uzattı. Ateşi tuttu, avucunu yakmadı. Közü ağzına koydu. Eğer ağzını da yakmasa, ″O çocuk″ diyeceklerdi. Ateşi ağzına koyunca, ateş dilini yaktı, ağladı. O zaman, ″Demek ki o çocuk değil″ dediler.
İşte Hz. Mûsâ‘nın büyüyünce dilinde oluşan tutukluk, o ateşin yakmasından kaynaklanmıştır. Mûsâ Aleyhisselâm, dilindeki tutukluğun gitmesi için Sûre-i Tâhâ, Âyet 25-28’de şöyle dua etmiştir:
Mûsâ dedi ki: ″Yâ Rabbi! Göğsümü genişlet.* İşimi kolaylaştır.* Lisânımdaki ukdeyi (tutukluğu) gider.* Tâ ki sözümü anlasınlar.″
﴿ وَاَصْبَحَ فُؤَادُ اُمِّ مُوسٰى فَارِغًاۜ اِنْ كَادَتْ لَتُبْد۪ي بِه۪ لَوْلَٓا اَنْ رَبَطْنَا عَلٰى قَلْبِهَا لِتَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿١٠﴾ ﴾
10. (Mûsâ’nın, Firavun’un eline düştüğünü haber alınca) Mûsâ’nın annesinin kalbi, bomboş olarak sabahladı. Allah’ın vaadini tasdik edenlerden olması için kalbini sabır ve sebat ile takviye etmeseydik, Firavun’un elindeki çocuğun kendi oğlu Mûsâ olduğunu az kaldı açığa vuracaktı.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Mûsâ’nın annesinin kalbi, bomboş olarak sabahladı″ diye geçen ifadeden maksat, Hz. Mûsâ’nın, Firavun’un sarayına götürülmüş olduğunu haber alınca, Hz. Mûsâ’nın annesi, kendisine gelen üzüntü ve kederden dolayı akıllıca düşünmekten mahrum kaldı. Diğer bir görüşe göre de, onun kalbinde Hz. Mûsâ hakkındaki düşüncesinden, üzüntü ve kederinden başka bir şey kalmadı, onun hayatına kastedileceğini sandı, demektir.
﴿ وَقَالَتْ لِاُخْتِه۪ قُصّ۪يهِۘ فَبَصُرَتْ بِه۪ عَنْ جُنُبٍ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَۙ ﴿١١﴾ وَحَرَّمْنَا عَلَيْهِ الْمَرَاضِعَ مِنْ قَبْلُ فَقَالَتْ هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰٓى اَهْلِ بَيْتٍ يَكْفُلُونَهُ لَكُمْ وَهُمْ لَهُ نَاصِحُونَ ﴿١٢﴾ ﴾
11-12. Annesi, Mûsâ’nın kız kardeşine: ″Onu tâkip et″ dedi. O da, ne yaptığını kimse bilmediği halde uzaktan uzağa Mûsâ’nın hâlini gözetledi.* Halbuki bu araştırmadan evvel Biz, Mûsâ’ya sütannelerin sütünü haram etmiştik. Bunun üzerine Mûsâ’nın kız kardeşi: ″Sizin için bu çocuğa iyi bakacak ve terbiyesini güzelce verecek bir aile size göstereyim mi?″ dedi.
İzah: Hz. Mûsâ’nın kız kardeşinin adı Gülsüm’dür. Onun hakkında İbn-i Ebî Revvâd Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:
دَخَلَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلَى خَدِيجَةَ، وَهِيَ فِي مَرَضِهَا الَّذِي تُوُفِّيَتْ فِيهِ، فَقَالَ لَهَا: بِالْكُرْهِ مِنِّي مَا الَّذِي أَرَى مِنْكِ يَا خَدِيجَةُ وَقَدْ يَجْعَلُ اللّٰهُ فِي الْكُرْهِ خَيْرًا كَثِيرًا أَمَا عَلِمْتِ أَنَّ اللّٰهَ زَوَّجَنِي مَعَكِ فِي الْجَنَّةِ مَرْيَمَ بنتَ عِمْرَانَ وَكُلْثَمَ أُخْتَ مُوسَى وَآسِيَةَ امْرَأَةَ فِرْعَوْنَ؟ قَالَتْ: وَقَدْ فَعَلَ اللّٰهُ ذَلِكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ نَعَمْ قَالَتْ بِالرِّفَاءِ وَالْبَنِينَ (طب وفى معرفة الصحابة عن ابن ابى رواد)
Hz. Hatice hastayken ki, o hastalığı sebebiyle vefât etmişti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yanına girdi ve buyurdu ki: ″Yâ Hatice! Görüyorum ki, benden ayrılacağın için hoşnutsuzsun. Yemin ederim ki, hoşlanılmayan şeylerde Allah’u Teâlâ çok hayır yapar. Allah’u Teâlâ’nın, Cennette bana seninle birlikte İmran kızı Meryem’i, Mûsâ’nın kız kardeşi Gülsüm‘ü ve Firavun’un hanımı Âsiye’yi de eş olarak vereceğini bilmedin mi?″ O da: ″Yâ Resûlallah! Bunu Allah mı böyle kıldı?″ diye sorunca, Peygamber Efendimiz: ″Evet″ dedi. Bunun üzerine Hz. Hatice: ″Hayırlı olsun Yâ Resûlallah!″ dedi.[1]
Firavun’un sarayında Hz. Mûsâ için sütanne arıyorlardı. O, hiçbir kadının sütünü emmiyordu. Hz. Mûsâ’nın annesi, gizliden onun ablasını göndermiş, sorduruyordu. Âsiye vâlidemiz:
- Bu çocuk hangi kadını emerse, ona yüksek bir ödül ve maaş vereceğim, dediği için kadınlar gelip emzirmeye çalışıyorlardı. Fakat bir türlü emmiyordu. Hz. Mûsâ’nın ablası:
- Ben bir kadın biliyorum; çok temiz bir ailedendir, onu muhakkak emer, dedi. Haber gönderdiler, annesini getirttiler. Hz. Mûsâ, annesini emdi. Böylece annesi sarayda maaşla onu emzirmeye başladı.
Hz. Mûsâ’nın annesi hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَثَلُ الَّذِي يَعْمَلُ وَيَحْتَسِبُ فِي صَنْعَتِهِ الْخَيْرَ كَمَثَلِ أُمِّ مُوسَى تُرْضِعُ وَلَدَهَا وَتَأْخُذُ أَجْرَهَا (ابن كثير)
″Bir iş işleyip de, yaptığı işte hayır murad edip sevabını Allah’u Teâlâ’dan bekleyenin misâli, hem çocuğunu emzirip, hem de ücretini alan Mûsâ’nın annesi gibidir.″[2]
Hz. Mûsâ’nın annesi, hem çocuğunu emzirmiş ve hem de karşılığını almıştır. Hz. Mûsâ’nın annesinin başına gelen bu sıkıntı ile, sıkıntıdan kurtuluşu arasında az bir süre vardır. Bir gün, bir gece veya o kadar bir zamandır.
[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 6738; el-İsbehâni, Ma’rifet’üs-Sahâbe, Hadis No: 18531.
[2] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 284 ve c. 6, s. 224.
﴿ فَرَدَدْنَاهُ اِلٰٓى اُمِّه۪ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَ وَلِتَعْلَمَ اَنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ۟ ﴿١٣﴾ ﴾
13. Böylece gözünün aydın olması, Mûsâ’nın ayrılığı ile mahzun olmaması ve Allah’u Teâlâ’nın vaadinin hak olduğunu bilmesi için Mûsâ’yı annesine iade ettik. Lâkin insanların çoğu Allah’u Teâlâ’nın vaadinin hak olduğunu bilmezler.
﴿ وَلَمَّا بَلَغَ اَشُدَّهُ وَاسْتَوٰٓى اٰتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًاۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَ ﴿١٤﴾ ﴾
14. Mûsâ, kuvvetlenip kemal yaşına ulaştığı vakit, ona Peygamberlik ve ilim verdik. Muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız.
﴿ وَدَخَلَ الْمَد۪ينَةَ عَلٰى ح۪ينِ غَفْلَةٍ مِنْ اَهْلِهَا فَوَجَدَ ف۪يهَا رَجُلَيْنِ يَقْتَتِلَانِۘ هٰذَا مِنْ ش۪يعَتِه۪ وَهٰذَا مِنْ عَدُوِّه۪ۚ فَاسْتَغَاثَهُ الَّذ۪ي مِنْ ش۪يعَتِه۪ عَلَى الَّذ۪ي مِنْ عَدُوِّه۪ۙ فَوَكَزَهُ مُوسٰى فَقَضٰى عَلَيْهِۘ قَالَ هٰذَا مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِۜ اِنَّهُ عَدُوٌّ مُضِلٌّ مُب۪ينٌ ﴿١٥﴾ قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي ظَلَمْتُ نَفْس۪ي فَاغْفِرْ ل۪ي فَغَفَرَ لَهُۜ اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ ﴿١٦﴾ ﴾
15-16. Mûsâ, ahâlinin gâfil oldukları bir zamanda şehre girdi. Orada kavga eden iki kimse buldu. Biri İsrailoğullarından, diğeri de düşmanlarından olan Kıptîlerdendi.[1] İsrailoğullarından olan kimse, düşmanına karşı Mûsâ’dan yardım istedi. Mûsâ, Kıptîye bir yumruk vurunca Kıptî öldü. Mûsâ: ″Bu yaptığım iş, şeytan işidir. Şeytanın ise, düşmanlığı ve dalâleti açıktır″ dedi.* ″Yâ Rabbi! Şüphesiz ben nefsime zulmettim, beni affet″ dedi. Allah’u Teâlâ da onu affetti. Şüphesiz ki O, çok bağışlayandır, çok merhametlidir.
[1] Kıptî: Mısır halkından olan kimse.
﴿ قَالَ رَبِّ بِمَٓا اَنْعَمْتَ عَلَيَّ فَلَنْ اَكُونَ ظَه۪يرًا لِلْمُجْرِم۪ينَ ﴿١٧﴾ فَاَصْبَحَ فِي الْمَد۪ينَةِ خَٓائِفًا يَتَرَقَّبُ فَاِذَا الَّذِي اسْتَنْصَرَهُ بِالْاَمْسِ يَسْتَصْرِخُهُۜ قَالَ لَهُ مُوسٰٓى اِنَّكَ لَغَوِيٌّ مُب۪ينٌ ﴿١٨﴾ ﴾
17-18. Mûsâ: ″Yâ Rabbi! Bana verdiğin nîmetler hakkı için, artık mücrimlere aslâ yardımcı olmayacağım″ dedi.* Böylece korkarak ve etrafı gözetleyerek şehirde sabahladı. Bir de gördü ki, dün kendisinden yardım isteyen kimse yine kendisini çağırıp yardım istiyor. Mûsâ, ona dedi ki: ″Şüphesiz sen, elbette apaçık bir azgınsın.″
﴿ فَلَمَّٓا اَنْ اَرَادَ اَنْ يَبْطِشَ بِالَّذ۪ي هُوَ عَدُوٌّ لَهُمَاۙ قَالَ يَا مُوسٰٓى اَتُر۪يدُ اَنْ تَقْتُلَن۪ي كَمَا قَتَلْتَ نَفْسًا بِالْاَمْسِۗ اِنْ تُر۪يدُ اِلَّٓا اَنْ تَكُونَ جَبَّارًا فِي الْاَرْضِ وَمَا تُر۪يدُ اَنْ تَكُونَ مِنَ الْمُصْلِح۪ينَ ﴿١٩﴾ وَجَٓاءَ رَجُلٌ مِنْ اَقْصَا الْمَد۪ينَةِ يَسْعٰىۘ قَالَ يَا مُوسٰٓى اِنَّ الْمَلَ۬أَ يَأْتَمِرُونَ بِكَ لِيَقْتُلُوكَ فَاخْرُجْ اِنّ۪ي لَكَ مِنَ النَّاصِح۪ينَ ﴿٢٠﴾ فَخَرَجَ مِنْهَا خَٓائِفًا يَتَرَقَّبُۘ قَالَ رَبِّ نَجِّن۪ي مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ۟ ﴿٢١﴾ ﴾
19-21. Ve Mûsâ, hem kendisinin, hem de kendinden yardım isteyen Yahudinin düşmanı olan kimseyi (bu ikinci Kıptîyi) yakalamak isteyince, o Yahudi (Hz. Mûsâ’nın, kendisini yakalayacağını zannederek), ″Yâ Mûsâ! Dün birini öldürdüğün gibi, bugün de beni mi öldürmek istiyorsun? Sen, yeryüzünde cebbâr olmaktan başka bir şey istemiyorsun ve insanlar arasında ıslaha çalışanlardan olmak istemiyorsun″ dedi.* (Yahudi’nin sözünü, bu kavga ettiği Kıptî, Firavun’a ulaştırdı) Ve şehrin öbür ucundan koşarak bir adam geldi: ″Yâ Mûsâ! Şehrin ileri gelenleri, senin öldürülmen için müşâvere ediyorlar; kaç git. Şüphesiz ben sana nasihat edenlerdenim″ dedi.* Bunun üzerine Mûsâ, korkarak ve etrafı gözetleyerek şehirden çıktı ve ″Yâ Rabbi! Beni bu zâlim kavimden kurtar″ dedi.
İzah: Hz. Mûsâ’nın kendi kavminden olan arkadaşları vardı. Bunlardan birisi, şehirde bir Kıptî ile dövüşüyordu. Bu kişi, Firavun’un veziri idi. Hz. Mûsâ, arkadaşını o vezirin dövdüğünü gördü. Arkadaşı, Hz. Mûsâ’dan yardım istedi. Hz. Mûsâ da yardımına gitti. Bir tokat vurunca, veziri öldürdü. İkisi de oradan kaçtılar. Hz. Mûsâ: ″Yâ Rabbi! Ben adam öldürdüm; kâtil oldum, beni affet″ dedi.
Yine ertesi gün bu adam başka biriyle dövüşüyordu. Hz. Mûsâ’dan yine yardım istedi. Hz. Mûsâ: ″Sen niçin bu adamlara bulaşıyorsun? Sen fitne, fesat çıkaran birisin″ deyince, İsrailoğullarından olan o adam: ″Sen, dün veziri öldürdün. Bu gün de bana böyle mi söylüyorsun?″ diyerek, Hz. Mûsâ’nın Kıptîyi öldürdüğünü söylemiş oldu. Bu sözü duyan diğer Kıptî de bu haberi Firavun’a ulaştırdı. Firavun da, Hz. Mûsâ’yı arattırdı. Bunu haber alan Hz. Mûsâ da, Mısır’dan kaçtı.
﴿ وَلَمَّا تَوَجَّهَ تِلْقَٓاءَ مَدْيَنَ قَالَ عَسٰى رَبّ۪ٓي اَنْ يَهْدِيَن۪ي سَوَٓاءَ السَّب۪يلِ ﴿٢٢﴾ وَلَمَّا وَرَدَ مَٓاءَ مَدْيَنَ وَجَدَ عَلَيْهِ اُمَّةً مِنَ النَّاسِ يَسْقُونَۘ وَوَجَدَ مِنْ دُونِهِمُ امْرَاَتَيْنِ تَذُودَانِۚ قَالَ مَا خَطْبُكُمَاۜ قَالَتَا لَا نَسْق۪ي حَتّٰى يُصْدِرَ الرِّعَٓاءُ وَاَبُونَا شَيْخٌ كَب۪يرٌ ﴿٢٣﴾ ﴾
22-23. Mûsâ, Medyen’e doğru yöneldiği vakit, ″Ümit ederim ki Rabbim, bana doğru yolu gösterir″ dedi.* Medyen kuyusuna gelince, orada hayvanlarını sulayan insanlardan bir topluluk buldu. Onların gerisinde de, hayvanlarını sudan alıkoyan iki kız gördü ve onlara: ″Ne bu hâliniz (niçin koyunlarınızı sudan alıkoyuyorsunuz?)″ dedi. Onlar da: ″Çobanlar hayvanlarını sulayıp çekilmedikçe biz koyunlarımızı sulamayız, babamız da büyük bir şeyhtir″ dediler.
İzah: Medyen, Firavun’un hâkimiyeti dışında idi. Burası Şuayb Aleyhisselâm’ın da beldesiydi. Mûsâ Aleyhisselâm oraya doğru gitmişti.
Mûsâ Aleyhisselâm Mısır’dan ayrılınca, Medyen’e ulaşması on gün sürdü. Nihâyet Medyen’e yaklaşınca yol üzerinde koyunlarını sulayan bir topluluk buldu. Orada iki kızın da, koyunlarını o suya yaklaştırmadıklarını gördü. Bunlar, Şuayb Aleyhisselâm’ın kızları idi. Onlara: ″Niçin koyunlarınızı sudan menediyorsunuz?″ diye sordu. Bunun üzerine onlar, oldukça utangaç bir edâ ile ve sözlerine dikkat ederek, ″Biz koyunlarımızı bu adamlarla birlikte sulamayız. Çünkü biz Peygamber soyundanız. Hayvanları sulamak için onlarla birlikte aynı yerde durmayız. Bilakis onlar, koyunlarını kuyunun başından alıp meraya salıncaya kadar sabreder ve bekleriz. Çünkü biz yabancı erkeklerle bir araya gelmeyiz. Biz mecbur kaldığımız için koyunlarımızı sulamaya geldik. Çünkü babamız çok yaşlı bir adamdır ve gözleri görmemektedir. Bir kardeşimiz veya bir amcamız da yok, babamızın bizden başka kimsesi yok″ dediler.[1]
Mûsâ Aleyhisselâm onların bu hallerine acıdı ve onlara: ″Buralarda başka su imkânı yok mu?″ diye sordu. Kızlar: ″Bir kuyu var. Onun üzerini büyük bir taşla kapattılar. Kimse o taşı kaldırıp atamıyor″ dediler. O kuyuyu Mûsâ Aleyhisselâm’a gösterdiler. Mûsâ Aleyhisselâm taşı kuyunun üzerinden kaldırıp attı. Mûsâ Aleyhisselâm; ancak dolapla çekilebilen su dolusu tuluğu kuyudan çekerek koyunları suladı.
Âyet-i Kerîme’de geçen ″Şeyh″ kelimesi; kabile reisi, başkan, önder, tasavvuf büyüğü, saygı duyulması gereken kemal sahibi zât ve yaşlı gibi anlamlara gelmektedir. Araplar muhtar için ″Belde şeyhi″ anlamına gelen ″Şeyh’ul-beled″ ifadesini kullanırlar.
Ayrıca İslâmi açıdan en yüksek ilme sahip olan kimseye Osmanlı Devleti’nde ″Şeyh’ul-İslâm″ ünvânı verilmiştir.
İslâm’da şeyh ifadesi, özellikle Müslümanların önderleri durumunda olan ve hürmet edilmesi gereken kemâl sahibi zâtlar için kullanılan bir tâbirdir.
Şuayb Aleyhisselâm’ın kızlarınının: ″Babamız da büyük bir şeyhtir″ diye söylemeleri de, onun yaşlı ve saygı değer, kemâl sahibi biri olduğunu ifade etmek içindir.
Kemâl sahibi olan şeyhler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
بَجِّلُوا الْمَشَايِخَ فَاِنَّ تَبْجِيلُ الْمَشَايِخِ مِنْ اِجْلَالِ اللّٰهِ تَعَالَى وَمَنْ لَمْ يُبَجِّلْهُمْ فَلَيْسَ مِنِّى (حب عد والديلمى عن انس)
″Şeyhlere tâzim ve hürmet edin. Çünkü onlara yapılan tâzim ve hürmet, Allah’u Teâlâ’ya duyulan tâzim ve hürmettendir. Her kim onlara tâzim ve hürmet etmezse, benden değildir.″[2]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
اَلشَّيْخُ فِى اَهْلِهِ كَالنَّبِىِّ فِى اُمَّتِهِ (ابن النجار والديلمى عن رافع ابن ابى رافع)
″Şeyh; ehli arasında, ümmeti arasındaki Peygamber gibidir.″[3]
[1] Bakınız: Geylânî Tefsîri, c. 4, s. 164.
[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 243/6; Muhtar’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 222.
[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 216/14.
﴿ فَسَقٰى لَهُمَا ثُمَّ تَوَلّٰٓى اِلَى الظِّلِّ فَقَالَ رَبِّ اِنّ۪ي لِمَٓا اَنْزَلْتَ اِلَيَّ مِنْ خَيْرٍ فَق۪يرٌ ﴿٢٤﴾ فَجَٓاءَتْهُ اِحْدٰيهُمَا تَمْش۪ي عَلَى اسْتِحْيَٓاءٍۘ قَالَتْ اِنَّ اَب۪ي يَدْعُوكَ لِيَجْزِيَكَ اَجْرَ مَا سَقَيْتَ لَنَاۜ فَلَمَّا جَٓاءَهُ وَقَصَّ عَلَيْهِ الْقَصَصَۙ قَالَ لَا تَخَفْ۠ نَجَوْتَ مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ ﴿٢٥﴾ ﴾
24-25. Bunun üzerine Mûsâ, o kızların koyunlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi: ″Yâ Rabbi! Bana ihsan edeceğin hayra muhtacım″ dedi.* Nihâyet kızlardan biri, hayâ ederek geri geldi ve ona: ″Koyunlarımızı sulamana karşılık, ücretini vermek için babam seni çağırıyor″ dedi. Mûsâ, Şuayb’in yanına varıp kıssasını anlatınca, Şuayb: ″Korkma! O zâlim kavimden kurtuldun″ dedi.
İzah: Rivâyet edildiğine göre; Şuayb Aleyhisselâm’ın kızları sürüyü alıp, evlerine gittiler. Babaları: ″Bugün nasıl çabuk geldiniz?″ dedi. Kızlar: ″Bir adam geldi, ayakları kabarmış, yorgundu. Bize merhamet etti, kuyunun ağzındaki taşı kaldırıp attı. Koyunlarımızı o suladı″ dediler. Bunun üzerine babaları: ″Çağır onu gelsin, ücretini vereyim″ dedi. Kızlardan birini gönderdi. Kız, hayâ ederek Mûsâ Aleyhisselâm’a geldi.
Hz. Ömer Radiyallâhu anhu der ki:
- O kız, elbisesinin bir ucuyla yüzünü kapamış olarak ona gelmişti. Hz. Mûsâ’ya hitâben: ″Babam seni çağırıyor, sana ücretini verecek″ dedi.
Hz. Mûsâ ile o kız yola düştü. Giderken, şeytan fırsat buldu; Hz. Mûsâ’nın kalbine girdi; uğraştı, uğraştı, azdıramadı. Çünkü yol ıssızdı. Sâdece kızla beraberdi. Şeytan, bu sefer kızın kalbine girdi. Bunlara ne kadar şehvet verdiyse de muvaffak olamadı. Hz. Mûsâ, o kıza: ″Yanımda gitme, önde git″ dedi. Kız önde gidiyordu. İblis, bu sefer bir rüzgâr olup, kızın eteklerini yukarı kaldırdı. Bu sefer Hz. Mûsâ, o kıza: ″Sen arkadan gel, önde ben gideyim. Bana yolu tarif et″ dedi. Nihâyet eve geldiler.
﴿ قَالَتْ اِحْدٰيهُمَا يَٓا اَبَتِ اسْتَأْجِرْهُۘ اِنَّ خَيْرَ مَنِ اسْتَأْجَرْتَ الْقَوِيُّ الْاَم۪ينُ ﴿٢٦﴾ ﴾
26. O iki kızdan biri dedi ki: ″Babacığım! (Koyunlarımızı gütmesi için) bu adamı ücretle tut. Şimdiye kadar tuttuklarından daha hayırlı, kuvvetli ve güvenilir bir kimsedir.″
İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
Mûsâ Aleyhisselâm’ın, iki kızdan hangisi ile evlendiği sana sorulduğu zaman, ″Babacığım! (Koyunlarımızı gütmesi için) bu adamı ücretle tut. Şimdiye kadar tuttuklarından daha hayırlı, kuvvetli ve güvenilir bir kimsedir″[1] diyen küçük kızla evlendi, de. Babası ona:
قَالَ مَا الَّذِي رَأَيْتِ مِنْ قُوَّتِهِ؟ قَالَتْ أَخَذَ حَجَرًا ثَقِيلًا فَأَلْقَاهُ عَنِ الْبِئْرِ قَالَ وَمَا الَّذِي رَأَيْتِ مِنْ أَمَانَتِهِ؟ قَالَتْ قَالَ امْشِي خَلْفِي وَلَا تَمْشِي أَمَامِي (طس عن ابى ذر)
″Kuvvetli olduğunu nereden anladın?″ diye sorduğunda, küçük kız: ″Çünkü ağır bir taşı kaldırıp kuyunun üzerinden attı″ dedi. ″Güvenilir birisi olduğunu nerden anladın?″ deyince de kız: ″Çünkü bana; önümden değil arkamdan yürü, dedi″ karşılığını verdi.[2]
[1] Sûre-i Kasas, Âyet 26
[2] Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7137; Taberânî, Mu’cem’ul-Sağîr, Hadis No: 816.
﴿ قَالَ اِنّ۪ٓي اُر۪يدُ اَنْ اُنْكِحَكَ اِحْدَى ابْنَتَيَّ هَاتَيْنِ عَلٰٓى اَنْ تَأْجُرَن۪ي ثَمَانِيَ حِجَجٍۚ فَاِنْ اَتْمَمْتَ عَشْرًا فَمِنْ عِنْدِكَۚ وَمَٓا اُر۪يدُ اَنْ اَشُقَّ عَلَيْكَۜ سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ مِنَ الصَّالِح۪ينَ ﴿٢٧﴾ ﴾
27. Şuayb, Mûsâ’ya hitâben: ″Bana sekiz sene çalışman şartıyla, şu iki kızımdan birini sana nikah etmek istiyorum. Eğer müddeti on seneye tamamlarsan, onu da sen bilirsin. Ben sana güçlük vermek istemem. İnşâallah beni (ahdinde vefâ eden) sâlihlerden bulacaksın″ dedi.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ مُوسَى آجَرَ نَفْسَهُ بِعِفَّةِ فَرْجِهِ وَطُعْمَةِ بَطْنِهِ (تفسير ابن ابى حاتم عن عتبة بن الندر السلمي)
″Muhakkak ki Mûsâ, namusunun korunması ve karın tokluğu karşılığında ücretli işçi olmuştu.″[1]
[1] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 15776.
﴿ قَالَ ذٰلِكَ بَيْن۪ي وَبَيْنَكَۜ اَيَّمَا الْاَجَلَيْنِ قَضَيْتُ فَلَا عُدْوَانَ عَلَيَّۜ وَاللّٰهُ عَلٰى مَا نَقُولُ وَك۪يلٌ۟ ﴿٢٨﴾ ﴾
28. Mûsâ: ″Bu, seninle benim aramda olan bir ahiddir. İki müddetten hangisini tamamlarsam, ahdi yerine getirmiş olurum. Bu sözümüze Allah şâhittir″ dedi.
İzah: Utbe İbn-i en-Nedr es-Sülemi Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
سُئِلَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَيَّ الأَجَلَيْنِ قَضَى مُوسَى؟ قَالَ أَبَرَّهُمَا وَأَوْفَاهُمَا" وَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّ مُوسَى لَمَّا أَرَادَ فِرَاقَ شُعَيْبٍ عَلَيْهِ السَّلامُ، قَالَ لامْرَأَتِهِ أَنْ تَسْأَلَ أَبَاهَا أَنْ يُعْطِيَهَا مِنْ غَنَمِهِ مَا تَعِيشُ بِهِ ... (طب عن عتبة بن الندر السلمي)
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, Mûsâ Aleyhisselâm (Sûre-i-Kasas, Âyet 28’de geçtiği üzere): ″İki müddetten hangisini doldurmuştur?″ diye sorulduğunda, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″En iyisini ve en uzununu doldurdu″ diye buyurdu.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla şöyle buyurdu:
″Mûsâ Aleyhisselâm, Şuayb Aleyhisselâm’dan ayrılmak istediğinde karısına, babasından geçimlerini sağlayabilecek kadar koyun istemesini söyledi. Şuayb Aleyhisselâm da, ona o yıl doğan her renkten birer koyun verdi. Mûsâ Aleyhisselâm önünden geçen her koyunun iki tarafına âsâsıyla dokununca, her koyun kendi renginde yavrular doğurmaya başladı. Bu şekilde sağlam ve hiçbir kusuru bulunmayan otuz iki tane yavru doğdu. O koyunların memeleri avuca sığmayacak kadar büyük oldu.″
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yine şöyle buyurdu:
″Şâyet Şam’ı fethederseniz, bu koyunlardan geriye kalanları göreceksiniz. Bunlar sâmiriyye koyunlarıdır.″[1]
[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 13777; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No:7136.
﴿ فَلَمَّا قَضٰى مُوسَى الْاَجَلَ وَسَارَ بِاَهْلِه۪ٓ اٰنَسَ مِنْ جَانِبِ الطُّورِ نَارًاۚ قَالَ لِاَهْلِهِ امْكُثُٓوا اِنّ۪ٓي اٰنَسْتُ نَارًا لَعَلّ۪ٓي اٰت۪يكُمْ مِنْهَا بِخَبَرٍ اَوْ جَذْوَةٍ مِنَ النَّارِ لَعَلَّكُمْ تَصْطَلُونَ ﴿٢٩﴾ فَلَمَّٓا اَتٰيهَا نُودِيَ مِنْ شَاطِئِ الْوَادِ الْاَيْمَنِ فِي الْبُقْعَةِ الْمُبَارَكَةِ مِنَ الشَّجَرَةِ اَنْ يَا مُوسٰٓى اِنّ۪ٓي اَنَا اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَۙ ﴿٣٠﴾ ﴾
29-30. Mûsâ, söz vermiş olduğu müddeti tamamlayıp, zevcesiyle beraber Mısır’a dönerken, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine: ″Siz burada durun, ben bir ateş gördüm. Ümit ederim ki, size oradan bir haber veya ısınmanız için ateşten bir parça (kor) getiririm″ dedi.* Mûsâ ateşe yaklaşınca, mübârek vâdinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle nidâ olundu: ″Yâ Mûsâ! Şüphesiz ki, âlemlerin Rabbi olan Allah Benim, Ben!″
İzah: Mûsâ Aleyhisselâm, Şuayb Aleyhisselâm ile yaptığı ahidleşmeye göre, sekiz yılı tamamlayınca kızıyla evlendi. Mûsâ Aleyhisselâm, iki yıl daha kalarak süreyi on yıla tamamladı. On yılın sonunda kendisi eşiyle beraber Mısır’a doğru yola çıktı. Yolda giderken Tûr Dağı’na yaklaştıklarında gece olmuştu. O gece, hâmile olan eşinin doğum sancıları tuttu ve doğum yaptı. Geceyi orada geçirmek zorunda kaldıkları için ateşe ihtiyaç duyulmuştu. Mûsâ Aleyhisselâm, Tûr Dağı’na doğru bakınca, orada bir ateşin yandığını gördü. Ateşin yanına gittiğinde, oradaki ışığın ateş değil, zeytin ağacının üzerinde bir nûr olduğunu gördü. İşte âyette de geçtiği üzere Allah’u Teâlâ kendisine oradan nidâ etti.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
كَانَ عَلَى مُوسَى يَوْمَ كَلَمُهُ رَبُّهُ كِسَاءُ صُوفٍ وَجُبَّةُ صُوفٍ وَكُمَّةُ صُوفٍ وَسَرَاو۪يلُ صُوفٍ وَكَانَتْ نَعْلَاهُ مِنْ جِلْدِ حِمَارِ مَيِّتٍ (ت عن ابن مسعود)
″Mûsâ, Rabbi ile konuştuğu gün, üstünde yün elbisesi, yün cübbesi, yün sarığı, yün şalvarı vardı. Ayakkabıları da ölmüş eşek derisindendi.″[1]
[1] Sünen-i Tirmizî, Libas 9; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 337/8.
﴿ وَاَنْ اَلْقِ عَصَاكَۜ فَلَمَّا رَاٰهَا تَهْتَزُّ كَاَنَّهَا جَٓانٌّ وَلّٰى مُدْبِرًا وَلَمْ يُعَقِّبْۜ يَا مُوسٰٓى اَقْبِلْ وَلَا تَخَفْ۠ اِنَّكَ مِنَ الْاٰمِن۪ينَ ﴿٣١﴾ ﴾
31. ″Âsânı yere bırak!″ Mûsâ âsâyı bıraktı ve onun yılan gibi süratle hareket ettiğini görünce, arkasına bakmadan kaçtı. Ve tekrar şöyle nidâ olundu: ″Yâ Mûsâ! Geri gel, korkma! Sen, emniyette olanlardansın.″
﴿ اُسْلُكْ يَدَكَ ف۪ي جَيْبِكَ تَخْرُجْ بَيْضَٓاءَ مِنْ غَيْرِ سُٓوءٍۘ وَاضْمُمْ اِلَيْكَ جَنَاحَكَ مِنَ الرَّهْبِ فَذَانِكَ بُرْهَانَانِ مِنْ رَبِّكَ اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِه۪ۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِق۪ينَ ﴿٣٢﴾ ﴾
32. ″Elini koynuna sok. Kusursuz, parlak olarak çıkar. Korkudan açılan kanadını (kollarını) vücuduna birleştir. İşte bunlar, Firavun ile kavmine karşı Rabbinden sana verilen iki kesin mûcizedir. Şüphesiz ki onlar fâsık bir kavimdir.″
İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de Mûsâ Aleyhisselâm’a: ″Korkudan açılan kanadını (kollarını) vücuduna birleştir″ buyruğu ile; âsâyı yere bıraktığında büyük bir yılan olunca, kendisinde oluşan korku hâliyle panikleyerek kaçmayıp, toparlanarak kendine gelmesini ve sakinleşmesini beyan etmiştir. Allah’u Teâlâ, bunu da bir kuşun hâlinden örnek vermiştir. Nitekim bir kuş, korktuğu zaman kanatlarını açıp uçar ve korku hâli gidip sakinleştiği zaman da bir yerde durup kanatlarını toplar. Yani Allah’u Teâlâ, Mûsâ Aleyhisselâm’a; ″Sen de o kuşun toparlanma hâli gibi toparlan, Allah’ın huzurunda olduğunu hatırla, kendine gel ve kuşun korku hâlinde kanatlarını açtığı gibi korkup kaçma″ diye buyurmuştur.
Rivâyete göre, Mûsâ Aleyhisselâm, elindeki âsâsını yere atınca, âsâ bir mil (yani bin altı yüz metre) uzunluğunda büyük ve korkunç bir yılan oldu. Allah’u Teâlâ: ″Yâ Mûsâ! Yılanı tut″ dedi. Mûsâ Aleyhisselâm korktu ve tutamadı. Eteğini avucuna aldı, eğildi. Onunla tuttu. Tutunca yine âsâ oldu.
Mûsâ Aleyhisselâm sağ elini açtığında da, projektörden daha fazla ışık çıkarır ve gece her tarafı aydınlatırdı. Mûsâ Aleyhisselâm sağ elini sarar, her yerde göstermezdi. Kendisinin Peygamber olduğunu açıklamak ve îman etmeleri için mûcize olarak, o elini gösterirdi.
﴿ قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي قَتَلْتُ مِنْهُمْ نَفْسًا فَاَخَافُ اَنْ يَقْتُلُونِ ﴿٣٣﴾ وَاَخ۪ي هٰرُونُ هُوَ اَفْصَحُ مِنّ۪ي لِسَانًا فَاَرْسِلْهُ مَعِيَ رِدْءًا يُصَدِّقُن۪يۘ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اَنْ يُكَذِّبُونِ ﴿٣٤﴾ قَالَ سَنَشُدُّ عَضُدَكَ بِاَخ۪يكَ وَنَجْعَلُ لَكُمَا سُلْطَانًا فَلَا يَصِلُونَ اِلَيْكُمَا بِاٰيَاتِنَاۚ اَنْتُمَا وَمَنِ اتَّبَعَكُمَا الْغَالِبُونَ ﴿٣٥﴾ ﴾
33-35. Mûsâ dedi ki: ″Yâ Rabbi! Şüphesiz ben, onlardan birini öldürdüm. Bu yüzden korkarım ki, beni öldürürler.* Kardeşim Hârun’un lisânı benden daha fasîhtir (düzgündür). Onu da beni tasdik eden bir Peygamber olarak benimle beraber ve bana yardımcı gönder. Çünkü beni yalanlamalarından korkarım.″* Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz. İkinize öyle bir güç vereceğiz ki, artık (düşmanlarınız) size aslâ erişemeyeceklerdir. Mûcizelerimizle (Firavun’a ve kavmine) gidin. Siz ve size tâbi olanlar gâlip geleceksiniz.″
﴿ فَلَمَّا جَٓاءَهُمْ مُوسٰى بِاٰيَاتِنَا بَيِّنَاتٍ قَالُوا مَا هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُفْتَرًى وَمَا سَمِعْنَا بِهٰذَا ف۪ٓي اٰبَٓائِنَا الْاَوَّل۪ينَ ﴿٣٦﴾ ﴾
36. Mûsâ, açık olan mûcizelerimizle Firavun’a ve kavmine geldiği vakit onlar: ″Bu, ancak uydurulmuş bir sihirdir. Biz, dâvet ettiğiniz dîni önceki babalarımızdan da işitmedik″ dediler.
﴿ وَقَالَ مُوسٰى رَبّ۪ٓي اَعْلَمُ بِمَنْ جَٓاءَ بِالْهُدٰى مِنْ عِنْدِه۪ وَمَنْ تَكُونُ لَهُ عَاقِبَةُ الدَّارِۜ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ ﴿٣٧﴾ ﴾
37. Mûsâ: ″Rabbim, kendi tarafından kimin hidâyet ile geldiğini ve güzel âkıbetin kimin olacağını daha iyi bilir. Şüphesiz ki zâlimler felah bulmazlar″ dedi.
﴿ وَقَالَ فِرْعَوْنُ يَٓا اَيُّهَا الْمَلَ۬أُ مَا عَلِمْتُ لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْر۪يۚ فَاَوْقِدْ ل۪ي يَا هَامَانُ عَلَى الطّ۪ينِ فَاجْعَلْ ل۪ي صَرْحًا لَعَلّ۪ٓي اَطَّلِعُ اِلٰٓى اِلٰهِ مُوسٰىۙ وَاِنّ۪ي لَاَظُنُّهُ مِنَ الْكَاذِب۪ينَ ﴿٣٨﴾ ﴾
38. Firavun: ″Ey kavmimin ileri gelenleri! Sizin benden başka ilahınız olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân! Benim için çamur pişir de bana tuğladan bir kule yap. Üzerine çıkayım. Umulur ki, Mûsâ’nın ilahı hakkında bilgi edinirim. Muhakkak ki ben, Mûsâ’yı yalancılardan zannediyorum″ dedi.
İzah: Firavun, veziri Hâmân’a kule yap sözünü, ciddi olarak söyleyip köşkü yaptırdı mı, yoksa Mûsâ Aleyhisselâm’ın sözlerine karşı onu alaya mı almak istedi bu net olarak bilinememektedir.
﴿ وَاسْتَكْبَرَ هُوَ وَجُنُودُهُ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ اِلَيْنَا لَا يُرْجَعُونَ ﴿٣٩﴾ فَاَخَذْنَاهُ وَجُنُودَهُ فَنَبَذْنَاهُمْ فِي الْيَمِّۚ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الظَّالِم۪ينَ ﴿٤٠﴾ ﴾
39-40. Firavun ve askerleri, o yerde (Mısır’da) haksız yere kibirlendiler ve Bize döndürülmeyeceklerini zannettiler.* Biz de Firavun’u ve askerlerini tutup denize attık. Ey Resûlüm! Bak, zâlimlerin âkıbeti nasıl oldu?
İzah: Firavun ve askerlerinin Kızıldeniz’de nasıl helâk oldukları hakkında geniş bilgi için Sûre-i Şuarâ, Âyet 63-66 ve izahına bakınız.
﴿ وَجَعَلْنَاهُمْ اَئِمَّةً يَدْعُونَ اِلَى النَّارِۚ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ لَا يُنْصَرُونَ ﴿٤١﴾ وَاَتْبَعْنَاهُمْ ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةًۚ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ هُمْ مِنَ الْمَقْبُوح۪ينَ۟ ﴿٤٢﴾ ﴾
41-42. Biz onları Cehennem ateşine dâvet eden önderler kıldık. Mahşer günü ise onlara yardım olunmayacaktır.* Bu dünyâda onları lânete uğrattık. Mahşer gününde ise onlar, çok çirkin kimselerdendirler.
﴿ وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ مِنْ بَعْدِ مَٓا اَهْلَكْنَا الْقُرُونَ الْاُو۫لٰى بَصَٓائِرَ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَرَحْمَةً لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ ﴿٤٣﴾ ﴾
43. Yemin olsun ki, önceki nesilleri helâk ettikten sonra, düşünüp öğüt alsınlar diye insanların kalplerini nurlandıran ve onlara bir hidâyet ve rahmet olan kitabı (Tevrat’ı) Mûsâ’ya verdik.
İzah: Şüphesiz ki Biz, Nûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb Peygamberlerin kavimleri gibi, azgın toplulukları helak ettikten sonra Mûsâ’ya, Tevrat’ı verdik. Tevrat, insanların kalplerini İslâm’ın nûruyla aydınlatan, onlara doğru yolu gösteren bir hidâyet rehberi ve hükümleriyle amel edenler için bir rahmet kaynağıydı. Biz, İsrailoğullarına Tevrat’ı verdik ki, Allah’ın, kendilerine olan nîmetlerini düşünsün ve şükretmiş olsunlar.
﴿ وَمَا كُنْتَ بِجَانِبِ الْغَرْبِيِّ اِذْ قَضَيْنَٓا اِلٰى مُوسَى الْاَمْرَ وَمَا كُنْتَ مِنَ الشَّاهِد۪ينَۙ ﴿٤٤﴾ وَلٰكِنَّٓا اَنْشَأْنَا قُرُونًا فَتَطَاوَلَ عَلَيْهِمُ الْعُمُرُۚ وَمَا كُنْتَ ثَاوِيًا ف۪ٓي اَهْلِ مَدْيَنَ تَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِنَاۙ وَلٰكِنَّا كُنَّا مُرْسِل۪ينَ ﴿٤٥﴾ ﴾
44-45. Ey Resûlüm! Biz, Mûsâ’ya emrimizi vahyettiğimiz vakit, sen (Tûr’un) batı tarafında değildin. Bu olaya şâhit olanlardan da değildin.* Lâkin Biz, Mûsâ’dan sonra birçok nesiller meydana getirdik. Onların ömrü uzadı (geçmiş hâdiseleri unuttular). Sen, Medyen ahâlisi arasında mukim değildin, âyetlerimizi onlardan okuyup öğrenmedin. Lâkin Biz seni peygamber olarak gönderdik (ve bunları sana bildirdik).
İzah: Allah’u Teâlâ’nın, Mûsâ Aleyhisselâm ile konuşması gaybe ait bir haberdir. Ayrıca Medyen’de mukim olan Şuayb Aleyhisselâm ile olan kıssası da Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bilmediği bir haberdi. Bu âyetlerde geçtiği gibi, diğer âyetlerde de önceki kavimlerin kıssaları kendisine tafsilatlı olarak bildirilmişti. Câhil bir topluluk içerisinde yetişen ve okuryazarlığı olmayan bir zâtın, hiç kimsenin bilemeyeceği böyle gaybî bilgilerden haber vermesi, müşrikler için onun hak Peygamber olduğuna dair açık bir delildir. Küfürde inâdi olan müşrikler ise, bu ve bunun gibi onun çok sayıda mûcizesini görmelerine rağmen yine de îman etmemişlerdir.
﴿ وَمَا كُنْتَ بِجَانِبِ الطُّورِ اِذْ نَادَيْنَا وَلٰكِنْ رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَ لِتُنْذِرَ قَوْمًا مَٓا اَتٰيهُمْ مِنْ نَذ۪يرٍ مِنْ قَبْلِكَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ ﴿٤٦﴾ ﴾
46. Ey Habîbim! Biz, Mûsâ’ya nidâ ettiğimiz zaman sen, Tûr tarafında da değildin. Lâkin senden önce kendilerine bir uyarıcı (Peygamber) gelmemiş olan bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin. Umulur ki, düşünüp öğüt alırlar.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Vehb Rahimehullah şöyle anlatmaktadır:
وَذَلِكَ أَنَّ مُوسَى لَمَّا ذَكَرَ اللّٰه لَهُ فَضْل مُحَمَّد وَأُمَّته قَالَ يَا رَبّ أَرِنِيهِمْ فَقَالَ اللّٰه إِنَّك لَنْ تُدْرِكهُمْ لَئِنْ شِئْت نَادَيْتهمْ فَأَسْمَعْتُك صَوْتهمْ قَالَ بَلَى يَا رَبّ فَقَالَ اللّٰه تَعَالَى يَا أُمَّة مُحَمَّد فَأَجَابُوا مِنْ أَصْلَاب أَبَائِهِمْ فَقَالَ قَدْ أَجَبْتُكُمْ قَبْل أَنْ تَدْعُونِي (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن وهب)
Allah’u Teâlâ Mûsâ Aleyhisselâm’a, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve ümmetinin faziletini zikredince, Mûsâ Aleyhisselâm: ″Rabbim! Onları bana göster″ dedi. Allah’u Teâlâ: ″Sen onlara yetişemeyeceksin, fakat arzu edersen, Ben onlara seslenirim ve sana seslerini işittiririm″ dedi. Mûsâ Aleyhisselâm: ″Peki Rabbim″ dedi. Allah’u Teâlâ: ″Ey Muhammed ümmeti!″ diye seslendi. Atalarının sulblerinden ona cevap verdiler. Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu: ″Siz Bana duâ etmeden önce, Ben sizin duânızı kabul buyurdum.″[1]
Bu husus Ebû Hüreyre ve İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan da nakledildiğine göre, o zaman Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
يَا أُمَّة مُحَمَّد قَدْ أَجَبْتُكُمْ قَبْل أَنْ تَدْعُونِي وَأَعْطَيْتُكُمْ قَبْل أَنْ تَسْأَلُونِي وَغَفَرْت لَكُمْ قَبْل أَنْ تَسْتَغْفِرُونِي وَرَحِمْتُكُمْ قَبْل أَنْ تَسْتَرْحِمُونِي(القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن ابى هريرة وابن عباس)
″Ey Muhammed ümmeti! Bana duâ etmeden önce, Ben duânızı kabul ettim. Benden istemeden önce, Ben size verdim. Benden mağfiret istemeden önce, size mağfiret ettim. Benden merhamet istemeden önce, size merhamet ettim.″[2]
Bu nakillerde geçtiği üzere Âyet-i Kerîme’deki: ″Ey Habîbim! Biz, Mûsâ’ya nidâ ettiğimiz zaman sen, Tûr tarafında da değildin″ buyruğunda anlatılan ″Nidâ″ budur. Buna göre, bu ifadenin anlamı şöyledir:
- Biz, Mûsâ ile konuşup senin ümmetine seslendiğimiz; senin ve ümmetin için dünyânın nihâyetine kadar takdir etmiş olduğumuz rahmeti ona haber verdiğimizde, Ey Habîbim! Sen Tûr tarafında değildin.
Yine bu Âyet-i Kerîme’de: ″Lâkin senden önce kendilerine bir uyarıcı (Peygamber) gelmemiş olan bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin″ diye geçen ifadeyle de, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile İsmâil Aleyhisselâm arasında Araplara gönderilen hiçbir Peygamberin olmadığı beyan edilmektedir.
[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 13, s. 292.
[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 13, s. 292.
﴿ وَلَوْلَٓا اَنْ تُص۪يبَهُمْ مُص۪يبَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يهِمْ فَيَقُولُوا رَبَّنَا لَوْلَٓا اَرْسَلْتَ اِلَيْنَا رَسُولًا فَنَتَّبِعَ اٰيَاتِكَ وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٤٧﴾ فَلَمَّا جَٓاءَهُمُ الْحَقُّ مِنْ عِنْدِنَا قَالُوا لَوْلَٓا اُو۫تِيَ مِثْلَ مَٓا اُو۫تِيَ مُوسٰىۜ اَوَلَمْ يَكْفُرُوا بِمَٓا اُو۫تِيَ مُوسٰى مِنْ قَبْلُۚ قَالُوا سِحْرَانِ تَظَاهَرَا۠ وَقَالُٓوا اِنَّا بِكُلٍّ كَافِرُونَ ﴿٤٨﴾ ﴾
47-48. Ey Resûlüm! Kendi elleriyle yaptıkları yüzünden (küfür ve isyanlarının cezâsı olarak) onlara azap isâbet edince, ″Ey Rabbimiz! Bize de Peygamber gönderseydin, âyetlerine tâbi olarak Mü’minlerden olurduk!″ diyecek olmasalardı, seni Peygamber olarak göndermezdik.* Fakat onlara katımızdan hak gelince, ″Mûsâ’ya verilen mûcizeler gibi ona da verilse ya!″ dediler. Daha önce Mûsâ’ya verilen mûcizeleri inkâr etmemişler miydi? Onlar, ″İki sihir (Tevrat ve Kur’ân), birbirini destekledi″ dediler. Ve ″Şüphesiz biz hepsini inkâr ediyoruz″ dediler.
İzah: Bir rivâyete göre, Kureyş kâfirleri, âhir zaman Peygamberinin vasıflarını Yahudilerden sormuşlar, onlar da Tevrat’ta bildirilen niteliklerini haber vermişler. Kureyş kâfirleri de bu nitelikleri tamamen Resûlü Ekrem’de görünce yine inkârlarına devam ederek, ″Mûsâ ve Muhammed Aleyhimesselâm, iki sihirbaz kimsedir″ demek câhilliğinde bulunmuşlardır.
﴿ قُلْ فَأْتُوا بِكِتَابٍ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ هُوَ اَهْدٰى مِنْهُمَٓا اَتَّبِعْهُ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿٤٩﴾ فَاِنْ لَمْ يَسْتَج۪يبُوا لَكَ فَاعْلَمْ اَنَّمَا يَتَّبِعُونَ اَهْوَٓاءَهُمْۜ وَمَنْ اَضَلُّ مِمَّنِ اتَّبَعَ هَوٰيهُ بِغَيْرِ هُدًى مِنَ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ ﴿٥٠﴾ ﴾
49-50. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Eğer iddianızda doğru iseniz, Allah tarafından, bu ikisinden (Tevrat ve Kur’ân’dan) daha fazla hidâyet bahşeden bir kitap getirin de ben ona tâbi olayım″* Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar ancak nefislerinin arzularına tâbi oluyorlar. Allah’ın hidâyetine mazhar olmayarak kendi nefsinin arzusuna tâbi olandan daha azgın kimdir? Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez.
﴿ وَلَقَدْ وَصَّلْنَا لَهُمُ الْقَوْلَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَۜ۟ ﴿٥١﴾ ﴾
51. Yemin olsun ki, düşünüp öğüt alsınlar diye Kur’ân âyetlerini onlar için birbiri ardınca indirdik.
﴿ اَلَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِه۪ هُمْ بِه۪ يُؤْمِنُونَ ﴿٥٢﴾ وَاِذَا يُتْلٰى عَلَيْهِمْ قَالُٓوا اٰمَنَّا بِه۪ٓ اِنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّنَٓا اِنَّا كُنَّا مِنْ قَبْلِه۪ مُسْلِم۪ينَ ﴿٥٣﴾ اُو۬لٰٓئِكَ يُؤْتَوْنَ اَجْرَهُمْ مَرَّتَيْنِ بِمَا صَبَرُوا وَيَدْرَؤُ۫نَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ ﴿٥٤﴾ وَاِذَا سَمِعُوا اللَّغْوَ اَعْرَضُوا عَنْهُ وَقَالُوا لَنَٓا اَعْمَالُنَا وَلَكُمْ اَعْمَالُكُمْۘ سَلَامٌ عَلَيْكُمْۘ لَا نَبْتَغِي الْجَاهِل۪ينَ ﴿٥٥﴾ ﴾
52-55. Kur’ân’dan evvel kendilerine kitap vermiş olduğumuz kimseler ki, onlar Kur’ân’a da îman ederler.* Kur’ân kendilerine okunduğu vakit, ″Biz ona îman ettik. Şüphesiz bu Kur’ân, Rabbimiz tarafından hak olarak nâzil oldu. Şüphesiz biz, Kur’ân nâzil olmadan önce de Müslüman idik″ derler.* İşte onlara, sabır ve sebatları sebebiyle sevapları iki kat verilir. Onlar, kötülüğü iyilikle bertaraf ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.* Onlar boş bir söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve ″Bizim amelimiz bize, sizin ameliniz size aittir. Size selâm olsun. Biz câhillerle sohbet etmek istemeyiz″ derler.
İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, bu âyetler Müslüman olan Hz. Necâşi ve onun tâbiası hakkında nâzil olmuştur.
Şöyle ki: İslâmiyetin ilk yıllarında Peygamber Efendimizin emriyle Câfer b. Ebû Tâlib, Habeşistan’a hicret ettiği vakit, onlara Meryem Sûresi’ni okumuş ve sûre tamamlanıncaya kadar orada bulunan Hristiyan cemaatinin hepsi ağlamışlardı. Daha sonra Hz. Necâşi, kendi kavminin ulemâsından İslâm’a meyleden yetmiş kişiyi Fahr-i Kâinat Efendimize göndermiştir. Resûlü Ekrem de onlara Yâsîn Sûresi’ni okumuş, onlar da ağlayarak hemen Müslümanlığı kabul etmişlerdi.
Bu heyet, Peygamberimiz ile birlikte otururlarken Ebû Cehil ve arkadaşları da onlara yakın idi. Bunlar, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e îman ettiler. Yanından kalkıp gittiklerinde Ebû Cehil ve beraberindekiler onların peşlerinden gitti ve onlara: ″Allah sizin gibi bir kâfileye hayır yüzü göstermesin. Siz ne kadar kötü bir heyetsiniz, hemen onu tasdik ettiniz. Sizden daha ahmak, sizden daha câhil bir kâfile görmüş değiliz″ dediler. Bunun üzerine o adamlar, Sûre-i Kasas, Âyet 55’te geçtiği üzere: ″Bizim amelimiz bize, sizin ameliniz size aittir. Size selâm olsun. Biz câhillerle sohbet etmek istemeyiz″ dediler. Yani onlara, ″Sizin inancınız size, bizim inancımız bize aittir. Sizinle bizim aramızda ne hayır ve ne de şer vardır, biz sizden selâmette bulunmaktayız, siz de hâlinizi düzelterek selâmete kavuşun. Biz sizin gibi câhil insanlarla sohbet etmeyiz″ dediler.
Âyet-i Kerîme’de: ″İşte onlara sabır ve sebatları sebebiyle sevapları iki kat verilir″ diye geçtiği üzere, Ehl-i Kitap iken Müslüman olanlara iki kat sevap verildiği beyan edilmektedir.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
ثَلَاثَةٌ يُؤْتَوْنَ أَجْرَهُمْ مَرَّتَيْنِ رَجُلٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ آمَنَ بِنَبِيِّهِ وَأَدْرَكَ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَآمَنَ بِهِ وَاتَّبَعَهُ وَصَدَّقَهُ فَلَهُ أَجْرَانِ وَعَبْدٌ مَمْلُوكٌ أَدَّى حَقَّ اللّٰهِ تَعَالَى وَحَقَّ سَيِّدِهِ فَلَهُ أَجْرَانِ وَرَجُلٌ كَانَتْ لَهُ أَمَةٌ فَغَذَّاهَا فَأَحْسَنَ غِذَاءَهَا ثُمَّ أَدَّبَهَا فَأَحْسَنَ أَدَبَهَا ثُمَّ أَعْتَقَهَا وَتَزَوَّجَهَا فَلَهُ أَجْرَانِ (م عن ابى موسى)
″Üç kişiye sevapları iki kat verilir: Ehl-i Kitap’tan olup Peygam-berine îman eden, sonra da Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e yetişip ona da îman eden; ona tâbi olup onu tasdik eden kimseye iki kat sevap vardır. Köle bir kul olup, hem Allah’ın üzerindeki hakkını eksiksiz yerine getiren, hem de efendisinin hakkını yerine getirene de iki kat sevap vardır. Kişinin, bir câriyesi olur; onu besler, hem de güzel şekilde besler. Sonra güzel bir şekilde edeplendirir, sonra onu azat edip onunla da evlenirse, onun için de iki kat sevap vardır.″[1]
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Onlar, kötülüğü iyilikle bertaraf ederler″ diye buyrulmaktadır. Yani bir kimse onlara kötü bir söz söyleyecek olursa, buna tahammül ederek, onu önleyecek türden güzel sözlerle karşılık verirler, kendilerine kötülük yapılsa bile, fırsat ellerine geçtiğinde o kötülüğe iyilikle muâmele ederler, demektir. Bu, ahlâkın üstün değerlerinden biridir.
Ayrıca bu âyetten, iyi ameller sebebiyle kötü amellerin giderildiği anlamı da çıkmaktadır. Bu hususta Ebû Zerr Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
قَالَ لِي رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اتَّقِ اللّٰهِ حَيْثُمَا كُنْتَ وَأَتْبِعْ السَّيِّئَةَ الْحَسَنَةَ تَمْحُهَا وَخَالِقِ النَّاسَ بِخُلُقٍ حَسَنٍ (ت حم عن ابى ذر)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bana dedi ki: ″Nerede ve hangi hâl üzere olursan ol, Allah’tan kork ve kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap ki, onu silsin. İnsanlarla da güzel bir ahlâk ile geçin.″[2]
Hz. Necâşi hakkında da Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ نَعَى النَّجَاشِيَّ فِي الْيَوْمِ الَّذِى مَاتَ فِيهِ خَرَجَ إِلَى الْمُصَلَّى فَصَفَّ بِهِمْ وَكَبَّرَ أَرْبَعًا (خ ه ت عن ابى هريرة)
″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Necâşi’nin vefâtını, onun öldüğü günü (mescitte bizzat) haber verdi. Sonra mescitten musallaya çıktı. Ashâbı ile saf bağlayarak dört tekbir aldı (gıyâbî olarak cenâze namazını kıldı).″[3]
Hz. Necâşi ve arkadaşlarının ağlayarak hemen îman ettiklerine dair geniş bilgi için Sûre-i Mâide, Âyet 82-85 ve izahına bakınız.
[1] Sahih-i Müslim, Îman 70 (241).
[2] Sünen-i Tirmizî, Birr 54; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 20392.
[3] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 622; Sünen-i İbn-i Mâce, Cenâiz 33.
﴿ اِنَّكَ لَا تَهْد۪ي مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۚ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ ﴿٥٦﴾ ﴾
56. Ey Resûlüm! Şüphesiz ki sen, sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Lâkin Allah’u Teâlâ dilediğini hidâyete erdirir. O, hidâyete lâyık olanları daha iyi bilir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu şu olayı anlatmaktadır:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لِعَمِّهِ قُلْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ أَشْهَدُ لَكَ بِهَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ قَالَ لَوْلَا أَنْ تُعَيِّرَنِي بِهَا قُرَيْشٌ أَنَّ مَا يَحْمِلُهُ عَلَيْهِ الْجَزَعُ لَأَقْرَرْتُ بِهَا عَيْنَكَ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ {إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللّٰهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ} (ت عن ابى هريرة)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem amcası Ebû Tâlib’e dedi ki: ″Mahşer günü senin hakkında şâhitlikte bulunmam için -Lâ ilâhe illallâh- de″ Ebû Tâlib: ″Şâyet Kureyş beni ayıplayıp, onu bu sözleri söylemeye iten, ancak ölüm korkusudur diyecek olmasalardı, ben bu sözü söylemekle senin gözünü aydın ederdim. Ben bu sözleri, ancak bunlarla senin gözün aydın olsun diye söylerim″ dedi. Allah’u Teâlâ da: ″Ey Resûlüm! Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Lâkin Allah’u Teâlâ dilediğini hidâyete erdirir …″ diye devam eden Sûre-i Kasas, Âyet 56’yı indirdi.[1]
Ebû Tâlib hakkında ″Mir’at-ül Haremeyn″ adlı kitapta genel olarak şu bilgilere yer verilmektedir:
[Ehl-i Sünnet, Ebû Tâlib’in Ehl-i Necat’tan yani Cennetlik olup kurtulandan olduğuna itikâd eder. Sözleri dinde hüccet olan İmam-ı Sübki, İmam-ı Şa’rani, İmam-ı Kurtubî gibi muhakkik âlimlerden nakledilen kavillere göre:
″Allah’u Teâlâ, Ebû Tâlib’i diriltti. O da Resûlü Ekrem’e imân edip Müslüman olduğu halde vefât etti.″[2]
Zamanın Mekke Müftüsü ve Şâfii âlimlerinden olan Ahmed Zeynî Dahlan Hazretleri de şöyle buyurmuştur:
Ebû Tâlib’in diriltildiği ve îman ettiğini söyleyen bu gibi zâtlar, Ehl-i Sünnet’in büyüklerindendir. Her birinin kavli senettir. Ebû Tâlib’in kurtulduğunu söyleyenlerin sözleri, isabet ve doğruluk mertebesine ulaşır. Her nerede ihtilaf olunsa, ihtiyatlı davranılmalıdır. İhtiyatın en alt mertebesi ise, Allah’a havâle ederek bu hususta söz söylememek ve bu hususta vârid olan hadisleri gayet korku ve edeple karşılamaktır.[3]
Allâme-i Telemsânî, Şifâ-i Şerif Şerhi’nin ″Mu’cizât″ bâbında Ebû Tâlib, Resûlü Ekrem Efendimizi himâye edip söz ve fiiliyle muâvenet (yardım) eylediğinden, onun hakkında fenâ söz söylemek Peygamberimize eziyettir. Cenâb-ı Hakk, Ebû Tâlib’i diriltti. Ebû Tâlib kardeşinin oğluna îman etti.[4] Peygamberimizin mûcizeleri sayılamayacak kadar çoktur.[5]
Hâfız Celâleddin es-Suyûtî, bu meselede hususi bir kitap te’lif edip, hadis hâfızlarından on iki hâfızın Ebû Tâlib’in imânına hükmettiğini yazdıktan sonra, ″Bizim de Allah’a vâsıl olacağımız itikâd budur″ diye buyurmuş ve bu sözleri, Şeyh Allâme-i Cehverî Mâlikî’den nakil ve rivâyet ettiğini haber vermiştir.[6]
Allâme-i Şetvâyenî, Fâkihî’nin Şerh’ul-Fıtır’ı üzerine yazdığı hâşiyede, Ebû Tâlib’in, ″Ve deavtenî ve alimtü enneke nâsihî″[7] sözü delâletiyle Şerh’ul-Berâvî’den nakil ve rivâyet edip der ki: ″Allah’u Teâlâ Ebû Tâlib’i diriltti ve Ebû Tâlib, Peygamber Efendimize îman ettiğinden, Allah’u Teâlâ onu Mü’min olarak öldürüp Cennete koydu. Resûlü Ekrem Efendimize ve onun âli ve evlâdına muhabbet edenler böyle itikâd etsinler. Merhum fâkihî bu kavli on dört Sahâbîden nakil ve rivâyet etmiştir.[8]
Bu meselede bildirdiklerimiz; ″Ebû Tâlib küfür üzere öldü″ diyenlerin kavline zıt değildir. Biz deriz ki, vefât ettikten sonra Allah’u Teâla onu diriltip, sonra Mü’min olarak onu öldürmüştür.][9]
Me’âric’ün-Nübüvve’de şöyle anlatılmıştır:
Ebû Tâlib, hasta olunca ziyaretine gelenlere vasiyette bulunarak dedi ki: ″Kâbe-i Şerif’e hürmet edin! Sıla-i rahimi bırakmayın! Zayıflara yardım edin, fakirlere ihsan edin, emânete riâyet edin, yeğenim Muhammed’e tâbi olun. O Arabın emînidir. Sözünde sâdıktır. Dâvet ettiğini akıl kabul eder. Dil şehâdet eder. Arabın ve Acemin onu tasdik edeceğine ve ona teslim olacağına inanıyorum. Ona yaklaşın; malınızla, canınızla yardım edin…″ Ebû Tâlib ölüm döşeğinde iken, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de yanına gelip, îman etmesini söyledi. Ebû Tâlib, ″Allah hakkı için, eğer halkın ayıplaması olmasa ve ölüm korkusu ile Müslüman oldu demeleri korkusu olmasa, bu kelimeyi söylerdim ve hatırını hoş ederdim″ dedi ve hastalığı ağırlaştı. Bu arada dili bir şeyler der idi. Lâkin halsiz olup sesi yavaş çıktığından anlaşılmıyordu. Orada bulunan Ebû Tâlib’in kardeşi Abbas, kulağını ağzına tuttu ve ″Yâ Muhammed! Senin teklif ettiğin kelimeyi söylüyordu″ dedi.[10]
Bu bakımdan Ebû Tâlib’in ölürken imân ettiği şüphelidir. Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğu îman etmeden öldüğünü bildirmişlerdir. Fakat ölümünden bir müddet sonra diriltilerek imân ettiği, Ehl-i Sünnet’in büyük âlimlerinden İbn-i Hacer el-Mekkî Hazretlerinin, ″Nîmet’ül-Kübrâ″ adlı kitabında da yazılıdır. Bu kitabın onuncu sayfasında şöyle geçmektedir:
وَمِنْ مُعْجِزَاتِهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اِحْيَاءُ الْمَوْتَى وَكَلَامُهُمْ مَعَهُ وَفِى الْخَبَرَ اَنَّ اللّٰهَ تَعَالَى اَحْيَى لَهُ اَبَوَيْهِ وَعَمَّهُ اَبَا طَالِبٍ فَآمَنَا بِهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ذَكَرَهُ الْقُرْطُبِىُّ فِى التَّذْكِرَةِ.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ölüleri diriltmesi ve onlarla konuşması onun mûcizelerindendir.[11] Bu hususta nakledilen Hadis-i Şerif’te: ″Allah’u Teâlâ, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem için, anne ve babasını ve amcası Ebû Tâlib’i diriltti ve onlar da kendisine îman ettiler.″ Bu Hadis-i Şerif İmam Kurtubî’nin, ″et-Tezkira″ adlı eserinde kayıtlıdır.[12]
Celâleddin es-Suyûti demiştir ki: Bize ulaşan haberde şöyle buyrulmuştur:
أَنَّ اللّٰهَ تَعَالَى اَحْيَى أَبَوَيْهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَتَّى آمَنَا بِهِ.
″Allah’u Teâlâ, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in anne ve babasını, ona îman etmesi için diriltmiştir.″[13] Bu Hadis-i Şerif’i; Hatîb Bağdadî, Ebu’l-Kâsım b. Asâkir, Ebû Hafs b. Şahin, Süheylî, Kurtubî, Muhibb’üd-dîn Taberî, İbn’ül-Münîr, İbn-i Seyyidinnâs Safevî ve İbn-i Nâsır ed-Dimeşkî gibi bir takım hadis hâfızları nakil ve rivâyet etmişlerdir.[14]
İşte Allah’u Teâlâ, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ikram olarak annesini, babasını ve amcası Ebû Tâlib’i diriltti. Bunlar, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e îman ettiler. Anne ve babası zâten İbrâhim Aleyhisselâm’ın Hanif Dîni’nde olup îmanlı ölmüşlerdi. Şehâdet kelimesini söylemeleri, îmana gelmek için değil, bu ümmetten olmakla şereflenmek içindi. Amcası Ebû Tâlib ise, diriltilerek şehâdet kelimesini söylemekle hem îman etti, hem de bu ümmetten olmakla şereflendi. Ehl-i Sünnet’in itikâdı budur.
[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân, 29.
[2] Yine bakınız: Envâr’ul-Aşikin, s. 216.
[3] Eyüp Sabri Paşa, Mir’at-ı Mekke, s. 1101; Kâbe ve Mekke Târihi, s. 709.
[4] Eyüp Sabri Paşa, Kâbe ve Mekke Târihi, s. 716. Bu hadis, Müslime b. Sa’id’den menkuldür.
[5] Eyüp Sabri Paşa, Kâbe ve Mekke Târihi, s. 716. Bu hususta Ahmed Zeynî Dahlan Hazretleri daha birçok delil ortaya koymaktadır ki, bu hususta geniş bilgi için bu kitaba bakabilirsiniz.
[6] Eyüp Sabri Paşa, Kâbe ve Mekke Târihi, s. 716.
[7] Ebû Tâlib’in, ″Ve deavtenî ve alimtü enneke nâsihî″ diye geçen bu sözü onun kayıtlara geçmiş olan şiirlerinden bir bölümdür. Bu şiiri şöyledir: ″Ey Kardeşimin oğlu! Ebû Tâlib başını toprağa koymadıkça, Mezarı kendine yatak yapmadıkça, düşmanlar hiçbir zaman sana ulaşama-yacaklar″ ″Bundan dolayı hiçbir şeyden korkma ve sana verilen görevi yerine getir, müjde ver ve gözleri aydınlat.″ ″Beni dâvet ettin, iyi biliyorum ki amacın sâdece öğüt vermek ve beni uyandırmaktı. Sen dâvetinde emin ve dürüstsün.″ ″Ben de Muhammed (Sallallâhu aleyhi ve âlihî)’nin dîninin en iyi din olduğunu anladım.″ ″Ey Kureyş! Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i Mûsâ gibi Peygamber ve Allah’ın Resûlü olarak bildiğimizi bilmiyor musunuz? Onun şânı semâvî kitaplarda kaydedilmiştir.″ ″Allah’ın kullarının ona özel ilgisi var ve Allah’ın kendisine muhabbetini has kıldığı kişiye muhabbet mânâsız değildir.″
[8] Eyüp Sabri Paşa, Kâbe ve Mekke Târihi, s. 716.
[9] Eyüp Sabri Paşa, Mir’at-ı Mekke, s.1112; Kâbe ve Mekke Târihi, s. 716. Bu konu hakkında daha geniş bilgi için Eyüp Sabri Paşa, Mir’at-ı Mekke, Sayfa: 1096-1112’e bakınız.
[10] Meâric’ün-Nübüvve, Altıparmak (Peygamberler Tarihi), c. 1, 3. Rükün, s. 71-73. Ayrıca bakınız: Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 29. Bu bilgiyi İbn-i İshâk, İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan naklederek aktarmaktadır.
[11] Ölüleri diriltmek Peygamberlerde olan bir mûcizedir. Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 49’a bakınız.
[12] İbn-i Hacer el-Heytemi eş-Şâfii, en-Ni’met’il-Kübra Alel Alem Fî Mevlid’i Seyyid-i veled-i Âdem, Hakikat kitabevi, İstanbul-2003, s. 10
[13] Bu Hadis-i Şerif, Sünen-i İbn-i Mâce Şerhinde de: أَنَّ اللّٰه تَعَالَى أَحْيَا لِلنَّبِيِّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَالِدِيهِ حَتَّى آمَنَا بِهِ ″Allah’u Teâlâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hatırı için anne ve babasını ona îman etmeleri için diriltti″ diye geçmektedir (Hâşiyet’üs-Sindî Alâ İbn-i Mâce, c. 3, s. 348). Yine bu hususta bakınız: Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, c. 4, s. 547; İmam Kastalanî, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 332; Envâr’ul-Aşikin, s. 216; Eyüp Sabri Paşa, Mir’at-ı Mekke, s. 1101.
[14] Eyüp Sabri Paşa, Mir’at-ı Mekke, s. 1087-1088; Kâbe ve Mekke Târihi, s. 700-701.
﴿ وَقَالُٓوا اِنْ نَتَّبِعِ الْهُدٰى مَعَكَ نُتَخَطَّفْ مِنْ اَرْضِنَاۜ اَوَلَمْ نُمَكِّنْ لَهُمْ حَرَمًا اٰمِنًا يُجْبٰٓى اِلَيْهِ ثَمَرَاتُ كُلِّ شَيْءٍ رِزْقًا مِنْ لَدُنَّا وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٥٧﴾ ﴾
57. Bir kısım insanlar: ″Biliriz ki dînin haktır. Eğer sana tâbi olursak, yerlerimizden çıkarılırız″ dediler. Oysa onlara, tarafımızdan rızık olarak her türlü mahsulün getirilip toplandığı emin bir yer olan Beyt-i Haram’ı mekân kılıp, onları korumadık mı? Lâkin onların çoğu bilmezler.
﴿ وَكَمْ اَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍ بَطِرَتْ مَع۪يشَتَهَاۚ فَتِلْكَ مَسَاكِنُهُمْ لَمْ تُسْكَنْ مِنْ بَعْدِهِمْ اِلَّا قَل۪يلًاۜ وَكُنَّا نَحْنُ الْوَارِث۪ينَ ﴿٥٨﴾ ﴾
58. Biz, refah içinde şımarıp azgınlaşan nice beldeleri helâk ettik. İşte evleri bomboş duruyor. Orada, kendilerinden sonra gelip geçen yolculardan dinlenmek için duranlardan başka kalan olmadı. O yerlere Biz vâris olduk, Biz.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’in son kısmında geçen ifade ile ilgili olarak İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ: ″O meskenlerde ancak yolcular yahut yoldan geçenler bir gün veya bir saat kalırlar″ diye buyurmuştur.
﴿ وَمَا كَانَ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرٰى حَتّٰى يَبْعَثَ ف۪ٓي اُمِّهَا رَسُولًا يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِنَاۚ وَمَا كُنَّا مُهْلِكِي الْقُرٰٓى اِلَّا وَاَهْلُهَا ظَالِمُونَ ﴿٥٩﴾ ﴾
59. Ey Habîbim! Senin Rabbin, beldelerin merkezlerine âyetleri-mizi okuyan bir Resûl göndermedikçe, beldeleri helâk etmez. Biz ancak, ehli zâlim olan beldeleri helâk ederiz.
﴿ وَمَٓا اُو۫ت۪يتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَمَتَاعُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَز۪ينَتُهَاۚ وَمَا عِنْدَ اللّٰهِ خَيْرٌ وَاَبْقٰىۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ۟ ﴿٦٠﴾ ﴾
60. Size verilen şeyler, sâdece dünyâ hayatının geçici menfaatinden ve ziynetinden ibârettir. Allah katındaki ise daha hayırlı ve bâkidir. Artık akletmez misiniz?
İzah: Âhirete nispetle dünyânın temsili hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
وَاللّٰهِ مَا الدُّنْيَا فِي الْآخِرَةِ إِلَّا مِثْلُ مَا يَجْعَلُ أَحَدُكُمْ إِصْبَعَهُ هَذِهِ وَأَشَارَ يَحْيَى بِالسَّبَّابَةِ فِي الْيَمِّ فَلْيَنْظُرْ بِمَ تَرْجِعُ (م عن المستورد بن شداد)
″Allah’a yemin ederim ki, âhirete nispetle dünyâ, ancak herhangi birinizin şu işâret parmağını denize daldırması gibidir. Baksın bakalım, o parmak denizden ne kadar ıslaklıkla döner?″[1]
[1] Sahih-i Müslim, Cennet 14 (55).
﴿ اَفَمَنْ وَعَدْنَاهُ وَعْدًا حَسَنًا فَهُوَ لَاق۪يهِ كَمَنْ مَتَّعْنَاهُ مَتَاعَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا ثُمَّ هُوَ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ مِنَ الْمُحْضَر۪ينَ ﴿٦١﴾ ﴾
61. Kendisine güzel bir vaad ile vaadde bulunduğumuz ve mutlaka o vaade kavuşacak olan kimse, dünyâ hayatının geçici menfaati ile yaşattığımız, sonra da mahşer günü (azap için) huzurumuza getirece-ğimiz kimse gibi midir?
﴿ وَيَوْمَ يُنَاد۪يهِمْ فَيَقُولُ اَيْنَ شُرَكَٓائِىَ الَّذ۪ينَ كُنْتُمْ تَزْعُمُونَ ﴿٦٢﴾ قَالَ الَّذ۪ينَ حَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ رَبَّنَا هٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذ۪ينَ اَغْوَيْنَاۚ اَغْوَيْنَاهُمْ كَمَا غَوَيْنَاۚ تَبَرَّأْنَٓا اِلَيْكَۘ مَا كَانُٓوا اِيَّانَا يَعْبُدُونَ ﴿٦٣﴾ ﴾
62-63. Mahşer günü Allah’u Teâlâ, o müşriklere: ″Benim ortaklarım zannında bulunduğunuz şeyler nerededir?″ diye nidâ eder.* O gün haklarında azap hak olanlar, diyecekler ki: ″Ey Rabbimiz! İşte azdırdığımız kimseler bunlardır. Biz azdığımız gibi, onları da azdırdık. Biz onlardan uzaklaştık ve Sana sığındık. Onlar zâten bize ibâdet etmiyorlardı (kendi arzularına ibâdet ediyorlardı).
İzah: Mahşer günü, haklarında azap hak olan şeytanlar şöyle diyecekler: ″Ey Rabbimiz! Bunlar azdırdığımız kimselerdir. Biz nasıl kendi irâdemizle azdıysak, onlar da verdiğimiz vesveseye tâbi olarak kendi irâdeleriyle azdılar. Biz onlardan uzaklaştık ve Sana sığındık. Onlar bize değil, kendi meyil ve arzularına ibâdet ederlerdi.″
﴿ وَق۪يلَ ادْعُوا شُرَكَٓاءَكُمْ فَدَعَوْهُمْ فَلَمْ يَسْتَج۪يبُوا لَهُمْ وَرَاَوُا الْعَذَابَۚ لَوْ اَنَّهُمْ كَانُوا يَهْتَدُونَ ﴿٦٤﴾ ﴾
64. Onlara: ″Allah’a ortak koştuklarınızı çağırın″ denilir. Onlar da çağırırlar, fakat Allah’a ortak koştukları onlara cevap vermez ve azâbın kendilerini sardığını görürler. Keşke onlar (dünyâda iken) hakka tutunsalardı!
﴿ وَيَوْمَ يُنَاد۪يهِمْ فَيَقُولُ مَاذَٓا اَجَبْتُمُ الْمُرْسَل۪ينَ ﴿٦٥﴾ فَعَمِيَتْ عَلَيْهِمُ الْاَنْبَٓاءُ يَوْمَئِذٍ فَهُمْ لَا يَتَسَٓاءَلُونَ ﴿٦٦﴾ ﴾
65-66. O gün Allah’u Teâlâ onlara nidâ edecek ve ″Peygamberlere ne cevap verdiniz?″ diyecektir.* Artık o gün, cevap vermek onlara kapanmıştır, birbirlerine de soramazlar.
﴿ فَاَمَّا مَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَعَسٰٓى اَنْ يَكُونَ مِنَ الْمُفْلِح۪ينَ ﴿٦٧﴾ ﴾
67. Fakat tevbe eden, îman edip sâlih amelde bulunan kimsenin, kurtuluşa erenlerden olması umulur.
İzah: İmam Taberî ve İbn-i Kesir diyorlar ki: Allah tarafından beyan edilen ″Umulur″ ifadesi, ihtimal değil ″Kesinlik″ ifade eder. Buna göre, âyetin mânâsı şöyle olur: ″Fakat tevbe eden, îman edip sâlih amelde bulunan kimsenin kurtuluşa ereceği, Allah’ın izniyle muhakkaktır.″
﴿ وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُ وَيَخْتَارُۜ مَا كَانَ لَهُمُ الْخِيَرَةُۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ وَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿٦٨﴾ ﴾
68. Ey Resûlüm! Senin Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların ise seçme hakkı yoktur. Allah’u Teâlâ, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır ve çok yücedir.
İzah: Ey Resûlüm! Hiçbir kimse, o hikmet sahibi yaratıcının bir şeyi dileyip seçmesine mâni olamaz. O kulların irâdeleri, bizzat tesirli değildir. Allah Teâlâ onların dileyip seçecekleri şeyleri yaratmaya hâşâ mecbur değildir. Rivâyete göre, Mugayre demişti ki: ″Kur’ân, bu iki beldedeki en büyük bir şahsa nâzil olmalı değil mi idi?″ İşte bu gibileri reddetmek için âyette şöyle buyrulmuştur: Cenâb-ı Hakk, Peygamberlerini kendilerine gönderilen kimselerin rey ve irâdelerine göre göndermez, ancak kendi ilâhi seçimine göre gönderir. Hayır ve iyiliğin ne şekilde, ne vâsıta ile tecelli edeceğini ancak O Kerem sâhibi yaratıcı bilir. Hiçbir şey, Allah’a ortak olamaz ve onun ezelî irâdesine aykırı bir şeyi meydana getiremez, demektir.[1]
[1] Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’ân-ı Kerîm Meâli Âlîsi ve Tefsîri, c. 5, s. 2622.
﴿ وَرَبُّكَ يَعْلَمُ مَا تُكِنُّ صُدُورُهُمْ وَمَا يُعْلِنُونَ ﴿٦٩﴾ وَهُوَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ لَهُ الْحَمْدُ فِي الْاُو۫لٰى وَالْاٰخِرَةِۘ وَلَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٧٠﴾ ﴾
69-70. Senin Rabbin, onların kalplerinde gizledikleri ve açığa vurdukları şeyleri bilir.* Kendinden başka ilah olmayan Allah O’dur. Dünyâda ve âhirette, hamd O’na mahsustur. Hüküm O’na aittir. Nihâyet O’na döndürüleceksiniz.
﴿ قُلْ اَرَاَيْتُمْ اِنْ جَعَلَ اللّٰهُ عَلَيْكُمُ الَّيْلَ سَرْمَدًا اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ مَنْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللّٰهِ يَأْت۪يكُمْ بِضِيَٓاءٍۜ اَفَلَا تَسْمَعُونَ ﴿٧١﴾ قُلْ اَرَاَيْتُمْ اِنْ جَعَلَ اللّٰهُ عَلَيْكُمُ النَّهَارَ سَرْمَدًا اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ مَنْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللّٰهِ يَأْت۪يكُمْ بِلَيْلٍ تَسْكُنُونَ ف۪يهِۜ اَفَلَا تُبْصِرُونَ ﴿٧٢﴾ وَمِنْ رَحْمَتِه۪ جَعَلَ لَكُمُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ لِتَسْكُنُوا ف۪يهِ وَلِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِه۪ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ ﴿٧٣﴾ ﴾
71-73. Ey Resûlüm! De ki: ″Haber verin, Allah’u Teâlâ geceyi kıyâmete kadar dâim etseydi, Allah’tan başka hangi ilah size aydınlık yaratırdı? Hâlâ hak sözü işitmiyor musunuz?″* De ki: ″Haber verin, Allah’u Teâlâ gündüzü kıyâmete kadar dâim etseydi, Allah’tan başka hangi ilah size istirahatiniz için gece yaratırdı? Hâlâ gerçeği görmüyor musunuz?″* Allah’u Teâlâ, rahmetinden dolayı sizin için gece ile gündüzü var etti ki, gece istirahat edesiniz, gündüz de Allah’ın lütfundan nasibinizi arayasınız ve (O’nun nimetlerine) şükredesiniz.
İzah: Allah’u Teâlâ, geceyi insanların istirahati için yeterli bir dinlenme vakti olarak yaratmıştır. O, isteseydi sürekli gündüz veya sürekli gece olarak da yaratırdı. Fakat böyle yapmadı. İşte Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, dünyânın belli bir yörüngede döndüğüne ve bu sebeple sürekli gündüz ve gecenin dönüşüm hâlinde olduğuna dikkat çekmektedir. Bu da, Kur’ân’daki mûcizelerden biridir.[1]
[1] Ayrıca bu mûcizeyle ilgili Sûre-i Furkân, Âyet 45-46’nın izahına bakınız.
﴿ وَيَوْمَ يُنَاد۪يهِمْ فَيَقُولُ اَيْنَ شُرَكَٓائِيَ الَّذ۪ينَ كُنْتُمْ تَزْعُمُونَ ﴿٧٤﴾ وَنَزَعْنَا مِنْ كُلِّ اُمَّةٍ شَه۪يدًا فَقُلْنَا هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ فَعَلِمُٓوا اَنَّ الْحَقَّ لِلّٰهِ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ۟ ﴿٧٥﴾ ﴾
74-75. Mahşer gününde Allah’u Teâlâ, müşriklere nidâ eder ve ″Benim ortaklarım zannında bulunduğunuz şeyler nerededir?″ der.* O gün, her ümmetin Peygamberini şâhit olarak hazır ederiz. O ümmetlere: ″Dâvânızı ispat için delilinizi gösterin″ deriz. Onlar, o zaman hakkın Allah’a mahsus olduğunu bilirler. Allah’a ortak koştukları şeyler de kendilerinden ayrılıp kaybolur.
﴿ اِنَّ قَارُونَ كَانَ مِنْ قَوْمِ مُوسٰى فَبَغٰى عَلَيْهِمْۖ وَاٰتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَٓا اِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُٓواُ بِالْعُصْبَةِ اُ۬ولِي الْقُوَّةِۗ اِذْ قَالَ لَهُ قَوْمُهُ لَا تَفْرَحْ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْفَرِح۪ينَ ﴿٧٦﴾ وَابْتَغِ ف۪يمَٓا اٰتٰيكَ اللّٰهُ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ وَلَا تَنْسَ نَص۪يبَكَ مِنَ الدُّنْيَا وَاَحْسِنْ كَمَٓا اَحْسَنَ اللّٰهُ اِلَيْكَ وَلَا تَبْغِ الْفَسَادَ فِي الْاَرْضِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِد۪ينَ ﴿٧٧﴾ ﴾
76-77. Şüphesiz ki Kârun, Mûsâ’nın kavminden idi. Fakat onlara karşı haddi aştı. Halbuki Biz ona, öyle hazineler vermiştik ki, onun anahtarlarını taşımak, kuvvet sahibi bir topluluğa ağır geliyordu. O vakit kavmi, Kârun’a dedi ki: ″Mal çokluğundan dolayı gururlanıp şımarma. Allah’u Teâlâ, dünyâ ziynetleri ile şımaranları sevmez!* Allah’u Teâlâ’nın sana verdiği servetle, âhiret yurdunu (Cenneti) kazanmaya bak. Dünyâda olan nasibini de unutma. Allah’u Teâlâ sana nasıl ihsan ettiyse, sen de muhtaca öyle ihsan et. Yeryüzünde fesat arama. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, fesat çıkaranları sevmez.″
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Dünyâda olan nasibini de unutma″ diye buyrulmaktadır. Bundan maksat, dünyâda iken malının zekâtını ver, âhiretin için çalış, dünyâda sâlih amelleri terk ederek ondan payını almayı unutma″ demektir.
Kârun, tercih edilen görüşe göre; Hz. Mûsâ’nın amcasının oğludur. Teyzesinin oğlu olduğu da söylenmiştir.
Âyet-i Kerîme’de, onun hazinelerinin anahtarlarının, kuvvetli bir topluluk tarafından taşındığı anlatılmaktadır. Rivâyete göre, hazine odalarının anahtarlarını yüz yirmi deve taşıyordu.
Yine rivâyet edildiğine göre, Kârun, bir kadına on batman altın verdi. On batman ise 76,92 kg’dır. Kadın mahkemede: ″Mûsâ bana zorla tecavüz etti″ diyecek. Kendinin parayla tuttuğu yalancı şâhitler de bunu tasdik edecekti. Böylece Hz. Mûsâ’ya recm uygulanıp cezâlandırılacaktı. Kadın, Hz. Mûsâ ile mahkemeye geldi. Hz. Mûsâ, kadına: ″Doğruyu söyle″ dedi. Kadın ifade verirken ne kadar uğraştı ise de: ″Bana zorla tecavüz etti″ diyemedi. Dili dönmedi, kekeledi, çok uğraştı, söyleyemedi. En sonunda, Hz. Mûsâ, kadına: ″Doğruyu söyle″ dediği için, kadın yalan söyleyemedi ve doğruları söylemek zorunda kaldı: ″Mûsâ bana zorla tecavüz etti, diye Mûsâ’ya iftira etmem için Kârun bana on batman altın rüşvet verdi. Ben de bu yalanı uğraştım, uğraştım söyleyemedim. En son doğruyu söylemek mecburiyetinde kaldım″ dedi.
Yine Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere kavmi, Kârun’a: ″Âhiret yurdunu kazanabilmek için iyi düşün. Allah’ın sana verdiğini unutma. Bu malı sana Allah’u Teâlâ verdi. O sana verdiği gibi sen de fakirlere ver. Allah’u Teâlâ kendine muhâlif olanları sevmez. Sen bu malından fakirlere vermezsen, Allah’u Teâlâ seni helâk eder″ dediler.
﴿ قَالَ اِنَّمَٓا اُو۫ت۪يتُهُ عَلٰى عِلْمٍ عِنْد۪يۜ اَوَلَمْ يَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَهْلَكَ مِنْ قَبْلِه۪ مِنَ الْقُرُونِ مَنْ هُوَ اَشَدُّ مِنْهُ قُوَّةً وَاَكْثَرُ جَمْعًاۜ وَلَا يُسْـَٔلُ عَنْ ذُنُوبِهِمُ الْمُجْرِمُونَ ﴿٧٨﴾ ﴾
78. Kârun: ″Bu mal, bana bendeki ilmin gereği olarak verildi″ dedi. O bilmez mi ki, Allah’u Teâlâ ondan evvel, kendinden daha kuvvetli ve zengin olan kimseleri helâk etti. Mücrimlere günahlarından sorulmaz.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Mücrimlere günahlarından sorulmaz″ diye buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat, kâfirlerin amellerinin mahşer günü tartıya konulmadan Cehenneme girmeleridir. Zîrâ onların küfürleri, sîmalarından bilinecektir.
Kâfirlerin amellerinin boş olup, tartıya dahi girmeyeceği Sûre-i Kehf, Âyet 105-106’da şöyle geçmektedir:
″İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr eden kimselerdir. Bu sebeple onların amelleri boşa gitmiştir. Kâfirlerin amellerini mahşer günü tartıya koymayacağız.* İşte onların cezâları, inkâr etmeleri ve âyetlerimi ve Resullerimi alay konusu yapmaları sebebiyle Cehennemdir.″
Yine mahşer günü, kâfirlerin hesaba çekilmeden, sorgusuz olarak Cehenneme atılacağı Sûre-i Rahman, Âyet 41’de de şöyle geçmektedir:
″Mücrimler sîmalarından tanınır, sonra da perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar (Cehenneme atılırlar).″
﴿ فَخَرَجَ عَلٰى قَوْمِه۪ ف۪ي ز۪ينَتِه۪ۜ قَالَ الَّذ۪ينَ يُر۪يدُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا يَا لَيْتَ لَنَا مِثْلَ مَٓا اُو۫تِيَ قَارُونُۙ اِنَّهُ لَذُو حَظٍّ عَظ۪يمٍ ﴿٧٩﴾ وَقَالَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ وَيْلَكُمْ ثَوَابُ اللّٰهِ خَيْرٌ لِمَنْ اٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًاۚ وَلَا يُلَقّٰيهَٓا اِلَّا الصَّابِرُونَ ﴿٨٠﴾ ﴾
79-80. Kârun, ziynet ve büyük bir gösteriş ile kavmine göründü. Dünyâ hayatına rağbeti olanlar onu görünce, ″Keşke bizim de böyle Kârun’a verilen gibi mal ve servetimiz olaydı. Şüphesiz o, büyük bir nîmete sahiptir″ dediler.* Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise onlara: ″Yazıklar olsun size! Îman edip sâlih amelde bulunanlara, Allah’u Teâlâ’nın vereceği sevap bundan daha hayırlıdır. Fakat o sevâba, ancak sabredenler nâil olur″ dediler.
﴿ فَخَسَفْنَا بِه۪ وَبِدَارِهِ الْاَرْضَ فَمَا كَانَ لَهُ مِنْ فِئَةٍ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللّٰهِۗ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُنْتَصِر۪ينَ ﴿٨١﴾ وَاَصْبَحَ الَّذ۪ينَ تَمَنَّوْا مَكَانَهُ بِالْاَمْسِ يَقُولُونَ وَيْكَاَنَّ اللّٰهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ وَيَقْدِرُۚ لَوْلَٓا اَنْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَيْنَا لَخَسَفَ بِنَاۜ وَيْكَاَنَّهُ لَا يُفْلِحُ الْكَافِرُونَ۟ ﴿٨٢﴾ ﴾
81-82. Biz, Kârun’u sarayı ile beraber yere geçirdik. Allah’a karşı kendisinin yardımcılarından ona yardım eden olmadığı gibi, kendi de helâki defetmeye muktedir olamadı.* Daha dün, onun serveti gibi mal ve servet temennisinde bulunanlar, şöyle demeye başladılar: ″Vây! Allah’u Teâlâ, kullarından istediğine rızkını geniş ve dilediğine de dar edermiş. Allah’u Teâlâ’nın bize yardımı olmayıp da istediğimizi verseydi, bizi de yere geçirirdi. Vây! Şüphesiz ki kâfirler, felah bulmazmış!″
İzah: Rivâyete göre; Allah tarafından zekât emredilince, Mûsâ Aleyhisselâm zekâtı herkese tebliğ etti. Zekâtını vermesini Kârun’a da söyledi. Kârun, zekâtı diğer paralardan ayırdı, yığdı. Zekâtını vereceği altın, bir dağ gibi olmuştu. Bunu veremedi. Mûsâ Aleyhisselâm vermesi için diretti.
Mûsâ Aleyhisselâm, yere; Kârun’u tutmasını ve sıkmasını, söyledi. Yer de Kârun’u dizine kadar içine aldı ve bacaklarını sıktı. Kârun: ″Yâ Mûsâ! Beni kurtar, zekâtı vereceğim″ dedi. Kârun’u yer bıraktı. Kârun yine zekâtı veremeyeceğini söyledi. Mûsâ Aleyhisselâm tekrar yere; Kârun’u tutmasını söyledi. Yer, Kârun’u ikinci defa kuşakları beraberinde beline kadar tuttu, sıktı. Kârun yine, Mûsâ Aleyhisselâm’dan aman diledi ve ″Yâ Mûsâ! Beni kurtar, zekâtı vereceğim″ dedi. Kurtulunca yine zekâtı vermedi. Bu sefer yer yine yarıldı ve Kârun’u içine aldı. Kârun kayboldu. Malının ve parasının hepsi kalmıştı. Bunun üzerine Kârun’un adamları: ″Mûsâ, Kârun’u sihirle öldürdü, yerin dibine batırdı, parasının hepsi Mûsâ’ya kaldı. Mûsâ zekât için değil de, parasının kendisine kalması için sihir yaptı, ona da muvaffak oldu″ dediler. Bunun üzerine Mûsâ Aleyhisselâm: ″Yâ Rabbi! Kârun’un malı da parası da neyi varsa, kendisi gibi onlar da yerin dibine batsın″ diye duâ etti. Böylece Kârun’un bütün malları yerin dibine battı.
Bu husus Âyet-i Kerîme’de: ″Allah’u Teâlâ’nın bize yardımı olmayıp da istediğimizi verseydi, bizi de yere geçirirdi″ diye ifade edilmiştir. Böylece Karun’un kendisi, malı ve tâbiası hepsi yere batmıştır. Bir müddet evvel onun serveti gibi mal ve servet temennisinde bulunanlar da hayret ederek, kendilerinin yerin dibine batmadığına sevinip, Allah’u Teâlâ’ya hamdu senâ etmişlerdir.
Halk arasında söylenilen ″Malı yerin dibine batsın″ sözü buradan kalmıştır.
﴿ تِلْكَ الدَّارُ الْاٰخِرَةُ نَجْعَلُهَا لِلَّذ۪ينَ لَا يُر۪يدُونَ عُلُوًّا فِي الْاَرْضِ وَلَا فَسَادًاۜ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّق۪ينَ ﴿٨٣﴾ ﴾
83. İşte âhiret yurdu, Biz onu yeryüzünde kibirlenmeyenlere ve fesat çıkarmayanlara veririz. Güzel âkıbet, takvâ sahipleri içindir.
İzah: Tevâzu sahibi olanın, Allah katında derecesinin yüksek olduğuna dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَا نَقَصَتْ صَدَقَةٌ مِنْ مَالٍ وَمَا زَادَ اللّٰهُ عَبْدًا بِعَفْوٍ إِلَّا عِزًّا وَمَا تَوَاضَعَ أَحَدٌ لِلَّهِ إِلَّا رَفَعَهُ اللّٰهُ (م عن ابى هريرة)
″Sadaka vermekle mal eksilmez. Kul affederse, Allah’u Teâlâ onun izzetini artırır. Kim de Allah rızâsı için tevâzu sahibi olursa, Allah’u Teâlâ onu yükseltir.″[1]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
وَإِنَّ اللّٰهَ أَوْحَى إِلَيَّ أَنْ تَوَاضَعُوا حَتَّى لَا يَفْخَرَ أَحَدٌ عَلَى أَحَدٍ وَلَا يَبْغِ أَحَدٌ عَلَى أَحَدٍ (م عن قتادة)
″Allah’u Teâlâ, bana birbirinize karşı mütevâzî olmanızı, böylece kimsenin kimseye karşı övünmemesini, kimsenin kimseye haksızlıkta bulunmamasını vahyetti.″[2]
Kibirlenenler hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَا يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مَنْ كَانَ فِي قَلْبِهِ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ مِنْ كِبْرٍ قَالَ رَجُلٌ إِنَّ الرَّجُلَ يُحِبُّ أَنْ يَكُونَ ثَوْبُهُ حَسَنًا وَنَعْلُهُ حَسَنَةً قَالَ إِنَّ اللّٰهَ جَمِيلٌ يُحِبُّ الْجَمَالَ الْكِبْرُ بَطَرُ الْحَقِّ وَغَمْطُ النَّاسِ (م عن ابن مسعود)
″Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete giremez.″ Orada bulunan adamın biri: ″Fakat kişi, elbisesinin ve ayakkabılarının güzel olmasını ister″ deyince, buyurdu ki: ″Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir, Hakk’a karşı gururlanmak ve insanlara üstten bakmaktır.″[3]
[1] Sahih-i Müslim, Birr 19 (69).
[2] Sahih-i Müslim, Cennet 16 (64).
[3] Sahih-i Müslim, Îman 39 (147).
﴿ مَنْ جَٓاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ خَيْرٌ مِنْهَاۚ وَمَنْ جَٓاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلَا يُجْزَى الَّذ۪ينَ عَمِلُوا السَّيِّـَٔاتِ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٨٤﴾ ﴾
84. Her kim sâlih amel ile gelirse, ona ondan daha hayırlı mükâfat vardır. Her kim de kötü amelle gelirse, onlar da ancak amellerinin misliyle cezâlanırlar.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِذَا أَحْسَنَ أَحَدُكُمْ إِسْلَامَهُ فَكُلُّ حَسَنَةٍ يَعْمَلُهَا تُكْتَبُ بِعَشْرِ أَمْثَالِهَا إِلَى سَبْعِ مِائَةِ ضِعْفٍ وَكُلُّ سَيِّئَةٍ يَعْمَلُهَا تُكْتَبُ بِمِثْلِهَا حَتَّى يَلْقَى اللّٰهَ (خ م عن أبى هريرة)
″Sizden biri içiyle dışıyla Müslüman olursa, yaptığı her bir hayır en az on mislinden, yedi yüz misline kadar sevabıyla yazılır. İşlediği her bir günah da sâdece misliyle yazılır. Bu hâl, Allah’a kavuşuncaya kadar böyle devam eder.″[1]
[1] Sahih-i Buhârî, Îman 31; Sahih-i Müslim, Îman 59 (205).
﴿ اِنَّ الَّذ۪ي فَرَضَ عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لَرَٓادُّكَ اِلٰى مَعَادٍۜ قُلْ رَبّ۪ٓي اَعْلَمُ مَنْ جَٓاءَ بِالْهُدٰى وَمَنْ هُوَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٨٥﴾ ﴾
85. Ey Habîbim! Kur’ân’ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve gereğince amel etmeyi) sana farz kılan Allah, elbette seni döneceğin yere döndürecektir. De ki: ″Rabbim, hidâyetle geleni ve apaçık bir dalâlette bulunanı daha iyi bilir.″
İzah: Âyette ifade edilen Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in döndürüleceği yerden maksat, Allah’ın kendisi için vaad buyurduğu Makâm-ı Mahmud’dur,[1] bir diğer görüşe göre Cennetteki yeridir, başka bir görüşe göre doğduğu ve çıkartıldığı yer olan Mekke’dir. Bu görüşe göre, Mekke’nin fethedileceği bu âyetle vaad edilmiştir. Zîrâ bu âyetin, hicret yolunda nâzil olduğu da söylenmiştir.[2]
[1] Nûr’ul-Beyan, c. 1, s. 763. Makâm-ı Mahmud hakkında Sûre-i İsrâ, Âyet 79’un izahına bakınız.
[2] Celâleddin es-Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 11, s. 493-496.
﴿ وَمَا كُنْتَ تَرْجُٓوا اَنْ يُلْقٰٓى اِلَيْكَ الْكِتَابُ اِلَّا رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ ظَه۪يرًا لِلْكَافِر۪ينَۘ ﴿٨٦﴾ وَلَا يَصُدُّنَّكَ عَنْ اٰيَاتِ اللّٰهِ بَعْدَ اِذْ اُنْزِلَتْ اِلَيْكَ وَادْعُ اِلٰى رَبِّكَ وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۚ ﴿٨٧﴾ ﴾
86-87. Ey Resûlüm! Kitabın (Kur’ân’ın) sana indirileceğini ummuyordun. Ancak Rabbinden bir rahmet olarak sana indirildi. O halde sakın kâfirlere arka çıkma!* Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, sakın kâfirler seni onlardan alıkoymasınlar. Sen, Rabbine dâvet et ve sakın müşriklerden olma!
İzah: Burada hitap Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e olmakla birlikte, maksat ümmetidir. Kur’ân’da bu şekilde hitaplar çoktur. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ümmetinin Efendisi ve onlarla Rableri arasında bir elçi olduğundan, Arapların âdeti üzere ümmetini kastetmek için bu hususta Allah’u Teâlâ, Habîbini söz konusu etmiştir.
﴿ وَلَا تَدْعُ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَۢ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ۠ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُۜ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٨٨﴾ ﴾
88. Allah ile beraber başka bir ilaha ibâdet etme. O’ndan başka ilah yoktur. O’ndan başka her şey helâk olacaktır. Her şeyin hüküm ve tasarrufu O’na aittir. Ve O’na döndürüleceksiniz.