HÛD SÛRESİ

Bu sûre 123 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Hûd Aleyhisselâm’ın hayatına dair bilgiler içerdiği için, ″Hûd Sûresi″ diye isimlendirilmiştir.

Bu sûre hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

قَالَ أَبُو بَكْر رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَدْ شِبْتَ قالَ شَيّبَتْنِي هُودٌ، وَالْوَاقِعَةُ، وَالمُرْسَلاَتُ، وَعَمّ يَتَسَاءَلُونَ، وَإِذَا الشّمْسُ كُوّرَتْ (ت عن ابن عباس)

Hz. Ebû Bekir: ″Yâ Resûlallah! Saçların ağardı″ deyince, buyurdu ki: ″Hûd, Vâkıa, Mürselât, Nebe ve Tekvîr Sûreleri benim saçımı ağarttı.″[1]

Yine bu sûre hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اقْرَءُوا سُورَةَ هُودٍ يَوْمَ الْجُمُعَةِ (درعن كعب)

″Cuma günü, Hûd Sûresi’ni okuyun.″[2]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 56.

[2] Sünen-i Dârimî, Fedâil’ul-Kur’ân 17.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ الٓرٰ۠ كِتَابٌ اُحْكِمَتْ اٰيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَك۪يمٍ خَب۪يرٍۙ ﴿١﴾ اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّا اللّٰهَۜ اِنَّن۪ي لَكُمْ مِنْهُ نَذ۪يرٌ وَبَش۪يرٌۙ ﴿٢﴾

1-2. Elif, Lâm, Râ. Bu (Kur’ân), âyetleri sağlam kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından hükümleri genişçe açıklanmış bir kitaptır.* Tâ ki Allah’tan başkasına ibâdet etmeyesiniz. Ey Resûlüm! De ki: ″Şüphesiz ben, O’nun tarafından size bir uyarıcıyım ve müjdeleyiciyim.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de, Kur’ân âyetlerinin sağlam kılındığından bahsedilmektedir. Bu ifade, Kurân âyetleri bâtıla karşı sağlam kılınmış, sonra onlarla haram ve helâl açıklanmıştır, anlamına gelir.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Şüphesiz ben, O’nun tarafından size bir uyarıcıyım ve müjdeleyiciyim″ diye buyrulmaktadır. Yani sizleri, Allah’a isyan ettiğiniz takdirde Cehennem ile cezâlandıracağı gerçeğiyle uyarırım. Yine ben sizler için bir müjdeleyiciyim. Allah’a itaat ettiğiniz takdirde onun sevâbını kazanarak Cennete gireceğinizi müjdelerim, demektir.


﴿ وَاَنِ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُٓوا اِلَيْهِ يُمَتِّعْكُمْ مَتَاعًا حَسَنًا اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى وَيُؤْتِ كُلَّ ذ۪ي فَضْلٍ فَضْلَهُۜ وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنّ۪ٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ كَب۪يرٍ ﴿٣﴾ اِلَى اللّٰهِ مَرْجِعُكُمْۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٤﴾

3-4. Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra da O’na tevbe edin ki, sizi ömrünüzün sonuna kadar güzelce yaşatsın ve her hayır işleyenin mükâfatını (dünyâda ve âhirette) versin. Ey Resûlüm! De ki: ″Eğer (îmandan) yüz çevirirseniz, şüphesiz ki ben, sizin büyük bir günün azâbına uğramanızdan korkarım.* Dönüşünüz Allah’adır. O, her şeye kâdirdir.″

İzah: Hz. Âişe’den nakledildiğine göre, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem istiğfarda bulunarak şöyle duâ ederdi:

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنِي مِنَ الَّذِينَ إِذَا أَحْسَنُوا اسْتَبْشَرُوا وَإِذَا أَسَاءُوا اسْتَغْفَرُوا (ه عن عائشة)

″Allah’ım! Beni o kimselerden eyle ki, onlar güzel ameller işledikleri zaman müjdelenirler ve hatâ işledikleri zaman da istiğfar ederler.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ تُوبُوا إِلَى اللّٰهِ فَإِنِّي أَتُوبُ فِي الْيَوْمِ إِلَيْهِ مِائَةَ مَرَّةٍ. )م حم عن ابن عمر(

″Ey insanlar! Allah’a tevbe edin. Zîrâ ben de Allah’a, günde yüz kere (Estağfirullah el-Azîm, diye) tevbe istiğfar ediyorum.″[2]

Allah’u Teâlâ, îman edip amel-i sâlih işleyenlere, hem dünyâda, hem de âhirette nîmetler vereceğini vaad etmektedir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ حَفَظَ سُنَّتِى اَكْرَمَهُ اللّٰهُ بِاَرْبَعِ خِصَالٍ اَلْمُحَبَّةُ فِى قُلُوبِ الْبَرَرَةِ وَالْهَيْبَةُ فِى قُلُوبِ الْفَجَرَةِ وَالسَّعَةُ فِى الرِّزْقِ وَالثِّقَةُ فِى الدِّينِ.

″Her kim sünnetimi muhafaza ederse, Allah’u Teâlâ ona dört büyük haslet verir. Mü’minlerin kalbine sevgisini koyar. Fâcirlerin kalbine heybetini koyar. Rızkına bolluk verir. Dîninde inancı kuvvetli olur.″[3]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Edeb 57.

[2] Sahih-i Müslim, Zikir 12 (42 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 17173.

[3] Mecmâ’ul-Âdâb, s. 66.


﴿ اَلَٓا اِنَّهُمْ يَثْنُونَ صُدُورَهُمْ لِيَسْتَخْفُوا مِنْهُۜ اَلَا ح۪ينَ يَسْتَغْشُونَ ثِيَابَهُمْۙ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَۚ اِنَّهُ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ ﴿٥﴾

5. Haberiniz olsun ki onlar, kalplerini haktan döndürürler ve kalplerinde gizlediklerini O’ndan saklamak isterler. Haberiniz olsun ki onlar, örtülerine büründükleri vakitte bile, gizledikleri ve açıkladıkları şeylerin hepsini Allah’u Teâlâ bilir. Şüphesiz ki O, kalplerde olanı hakkıyla bilir.

İzah: Rivâyete göre bu Âyet-i Kerîme, Ahnes b. Şurayk hakkında nâzil olmuştur. O tatlı sözlü, hoş görkemli bir kişiydi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hoşuna gidecek sözleri söyler, fakat kalbinde bunun aksini düşünürdü.

Bu Âyet-i Kerîme genel olarak; münâfıkların ve müşriklerin Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e olan düşmanlıkları ve kalplerinde gizledikleri hususları beyan etmektedir.


﴿ وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَاۜ كُلٌّ ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ ﴿٦﴾

6. Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Allah’u Teâlâ, onların (hayat ve ölüm hâlindeki) duracakları ve emânet olarak bırakılacakları yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) kayıtlıdır.

İzah: Levh-i Mahfuz hakkında Allah’u Teâlâ Sûre-i Ra’d, Âyet 39’da da şöyle buyurmuştur:

Allah’u Teâlâ, dilediği hükmü siler ve dilediğini sâbit bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.″

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın″ diye geçen kısımla ilgili olarak Zeyd b. Eş­lem Radiyallâhu anhu, şu olayı nakleder:

Eş’arî kabilesinden olan Ebû Mûsâ, Ebû Mâlik ve Ebû Âmir kendi kabilelerinden bir grup ile birlikte hicret edip, Efendimizin huzuruna geldiklerinde azıkları tükenmişti. Aralarından birisini azık istemek üzere Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gönderdiler. Bu kişi Efendimizin kapı­sına ulaştığında: ″Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın…″ diye devam eden Sûre-i Hûd, Âyet 6’yı okuduğunu işitti. Bunun üzerine o adam: ″Eş’arîler, Allah yanında diğer canlılardan daha değersiz değildi″ diyerek geri döndü ve Efendimizin huzuruna girmedi. Arkadaşlarına da: ″Müjdeler olsun sizlere ki, sizin imdadınıza yetişildi″ dedi. Onlar da bu ada­mın Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile konuştuğunu ve Efendimizin ona söz verdiğini zannediyorlardı. Bu halde bulundukları sırada, içi ekmek ve et dolu bir kabı, iki kişinin taşıyarak getirdiğini gördüler. Diledikleri kadar o kaptan yediler, da­ha sonra biri diğerine: ″Keşke biz bu yiyeceği, o da ihtiyacını gidersin diye, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geri göndersek″ dedi ve bu iki adama şöyle dediler: ″Haydi bu yemeği Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geri götürün. Çünkü bizler bundan ihtiyacımızı kar­şıladık.″

Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldiler ve ″Yâ Resûlallah! Bize göndermiş olduğun o yiyecekten daha bol ve daha lezzetlisini görmedik″ dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

مَا أَرْسَلْت إِلَيْكُمْ طَعَامًا فَأَخْبَرُوهُ أَنَّهُمْ أَرْسَلُوا صَاحِبهمْ فَسَأَلَهُ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَخْبَرَهُ مَا صَنَعَ وَمَا قَالَ لَهُمْ فَقَالَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ذَلِكَ شَيْء رَزَقَكُمُوهُ اللّٰه (الترمذي الحكيم في نوادر الأصول عن زيد بن اسلم)

″Ben size yiyecek bir şey göndermedim ki″ dedi. Ona kendi arkadaşlarını gönderdiklerini bildirince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de ona durumu sordu. Bu kişi de yaptığını ve arkadaşlarına söylediklerini bildirince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bu Allah’u Teâlâ’nın size rızık olarak verdiği bir yiyecektir″ buyurdu.[1]

Her canlının rızkını Allah’u Teâlâ verdiğinden dolayı bir kulun, ″Nasıl olsa rızkım gelir, beni bulur″ diyerek boş boş beklememesi gerekir. Kul elinden geleni yapmak zorundadır. Allah’u Teâlâ’nın da takdiri ne ise, o rızıkta gelir kendini bulur. O kulun ilim ve makam sahibi olması ya da câhil olması Allah’u Teâlâ’nın vereceği rızkı etkilemez. Nice ilim sahibi olan kişiler vardır ki, maddi durumları zayıftır, nice câhil gibi gözüken kişiler de vardır ki, maddi durumları çok iyidir. Allah’ın takdiri neyse o olur. Her şey O’nun dilemesiyledir. Dilediğinin rızkını artırır, dilediğinin de rızkını azaltır.[2] Allah’u Teâlâ rızkı dilediğine, ilmi de çalışana verir.


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 9, s. 7.

[2] Bakınız: Sûre-i İsrâ, Âyet 30, Sûre-i Sebe, Âyet 36.


﴿ وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَٓاءِ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ وَلَئِنْ قُلْتَ اِنَّكُمْ مَبْعُوثُونَ مِنْ بَعْدِ الْمَوْتِ لَيَقُولَنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ ﴿٧﴾

7. O, Arş’ı su üzerinde iken, hanginizin daha güzel amel işleyeceği hususunda sizi imtihan için gökleri ve yeri altı günde yarattı. Ey Resûlüm! Sen onlara: ″Öldükten sonra şüphesiz ki dirileceksiniz″ desen, kâfirler: ″Bu söz, sihirden başka bir şey değildir″ derler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak İmran b. Husayn Radiyallâhu anhu şu hâdiseyi anlatmıştır:

إِنِّي عِنْدَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذْ جَاءَهُ قَوْمٌ مِنْ بَنِي تَمِيمٍ فَقَالَ اقْبَلُوا الْبُشْرَى يَا بَنِي تَمِيمٍ قَالُوا بَشَّرْتَنَا فَأَعْطِنَا فَدَخَلَ نَاسٌ مِنْ أَهْلِ الْيَمَنِ فَقَالَ اقْبَلُوا الْبُشْرَى يَا أَهْلَ الْيَمَنِ إِذْ لَمْ يَقْبَلْهَا بَنُو تَمِيمٍ قَالُوا قَبِلْنَا جِئْنَاكَ لِنَتَفَقَّهَ فِي الدِّينِ وَلِنَسْأَلَكَ عَنْ أَوَّلِ هَذَا الْأَمْرِ مَا كَانَ قَالَ كَانَ اللّٰهُ وَلَمْ يَكُنْ شَيْءٌ قَبْلَهُ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ ثُمَّ خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَكَتَبَ فِي الذِّكْرِ كُلَّ شَيْءٍ ... (خ عن عمران)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında idim. Yanına Temimoğullarından bir topluluk geldi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onlara:

- Ey Temimoğulları! Müjdeyi kabul edin, buyurdu. Onlar da:

- Madem bize müjde verdin. Haydi bize ihsanda bulun, dediler ve bu­nu iki defa tekrarladılar. Bu sefer Yemen halkından birtakım kimseler girdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onlara:

- Ey Yemen halkı! Madem Temimoğulları onu kabul etmediler. O halde sizler müjdeyi kabul edin, diye buyurdu. Onlar da:

- Kabul ettik. Biz dinde bilgi sahibi olmak için geldik ve sana bu işin önceki hâlini sormaya geldik, dediler. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bu­yurdu ki:

- Her şeyden önce Allah’u Teâlâ vardı, O’ndan başka hiçbir şey yoktu. Arş’ı da su üzerinde idi. Daha sonra gökleri ve yeri yarattı ve Levh-i Mahfuz’da her şeyi yaz­dı…[1]

Ebû Rezzin Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ، أَيْنَ كَانَ رَبُّنَا قَبْلَ أَنْ يَخْلُقَ خَلْقَهُ. قَالَ: كَانَ فِي عَمَاءٍ، مَا تَحْتَهُ هَوَاءٌ وَمَا فَوْقَهُ هَوَاءٌ، وَخَلَقَ عَرْشَهُ عَلَى الْمَاءِ (ت عن ابى رزين)

Dedim ki: ″Yâ Resûlallah! Rabbimiz mahlûkatını yaratmadan evvel nerede idi?″ Buyurdu ki: ″O, kendisiyle beraber hiçbir şey bulunmaz bir haldeydi. Ne altında hava bulunuyordu ne de üstünde! Ve Arş’ını su üzerinde yarattı.″[2]

Allah’u Teâlâ’nın, gökleri ve yeri altı günde yaratıldığına dair de geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 54’ün izahına bakınız.


[1] Sahih-i Buhâri, Bed’ul-Halk 1, Tevhid 22.

[2] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân, 12.


﴿ وَلَئِنْ اَخَّرْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ اِلٰٓى اُمَّةٍ مَعْدُودَةٍ لَيَقُولُنَّ مَا يَحْبِسُهُۜ اَلَا يَوْمَ يَأْت۪يهِمْ لَيْسَ مَصْرُوفًا عَنْهُمْ وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ۟ ﴿٨﴾

8. Yemin olsun ki, eğer onlardan azâbı sayılı bir müddete kadar ertelesek, o zaman da elbette (alay ederek), ″Bu azâbı bizden meneden nedir?″ derler. Bu azap geldiği zaman, kendilerinden çevrilecek değildir. O alay ettikleri azap, kendilerini kuşatmış olacaktır.


﴿ وَلَئِنْ اَذَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُۚ اِنَّهُ لَيَؤُ۫سٌ كَفُورٌ ﴿٩﴾

9. Yemin olsun ki, insana tarafımızdan bir nîmet tattırır, sonra da onu kendisinden geri alırsak, şüphesiz ki o, ümitsizliğe düşer ve nankör olur.


﴿ وَلَئِنْ اَذَقْنَاهُ نَعْمَٓاءَ بَعْدَ ضَرَّٓاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّـَٔاتُ عَنّ۪يۜ اِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌۙ ﴿١٠﴾ اِلَّا الَّذ۪ينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَاَجْرٌ كَب۪يرٌ ﴿١١﴾

10-11. Yemin olsun ki, insana uğradığı bir musîbetten sonra bir nîmet tattırırsak, ″Musîbetler benden gitti″ der. Şüphesiz ki o, (şükretmeyerek) ferahlanır ve gururlanır.* Ancak sabredenler ve sâlih amellerde bulunanlar böyle değildir. İşte onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.

İzah: Mü’minin, başına gelen musîbetler karşısında hâlinin nasıl olduğu Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından şöyle ifade edilmiştir:

عَجَبًا لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ وَلَيْسَ ذَاكَ لِأَحَدٍ إِلَّا لِلْمُؤْمِنِ إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ (م عن صهيب)

″Mü’minin işi acâyiptir. Doğrusu onun her işi hayırdır. Bu husus Mü’minden başkası için böyle değildir. Ona iyilik ve genişlik isabet ederse, şükreder ve bu kendisi için hayır olur. Bir sıkıntı ve darlığa uğrarsa da, sabreder, bu da kendisi için hayır olur.″[1]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا يُصِيبُ الْمُسْلِمَ مِنْ نَصَبٍ وَلَا وَصَبٍ وَلَا هَمٍّ وَلَا حُزْنٍ وَلَا أَذًى وَلَا غَمٍّ حَتَّى الشَّوْكَةِ يُشَاكُهَا إِلَّا كَفَّرَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ خَطَايَاهُ (خ عن ابى هريرة)

″Kendisine batan bir dikene varıncaya kadar Müslüman olan kişinin başına bir üzüntü, bir dert ve hastalık, bir hüzün gelmez ki, Allah’u Teâlâ onlarla, hatâlarından bağışlamış olmasın.″[2]


[1] Sahih-i Müslim, Zühd 13 (64).

[2] Sahih-i Buhârî Merdâ 1. Ayrıca bakınız: Sünen-i Tirmizî, Cenâiz 1.


﴿ فَلَعَلَّكَ تَارِكٌ بَعْضَ مَا يُوحٰٓى اِلَيْكَ وَضَٓائِقٌ بِه۪ صَدْرُكَ اَنْ يَقُولُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ كَنْزٌ اَوْ جَٓاءَ مَعَهُ مَلَكٌۜ اِنَّمَٓا اَنْتَ نَذ۪يرٌۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ وَك۪يلٌۜ ﴿١٢﴾

12. Ey Habîbim! Kâfirlerin, ″Ona bir hazine indirilseydi veya berâberinde bir melek gelseydi ya!″ diye söylemelerinden sıkılıp, sana nâzil olan vahiylerin bir kısmını tebliğden geri durma. Zîrâ sen, ancak uyarmakla görevlisin. Allah’u Teâlâ, her şey üzerine vekildir (O’na tevekkül et).

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Allah’u Teâlâ, her şey üzerine vekildir″ diye geçen ifade, her şeyi sevk ve idâre eden Allah’tır, anlamındadır.


﴿ اَمْ يَقُولُونَ افْتَرٰيهُۜ قُلْ فَأْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِه۪ مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿١٣﴾ فَاِلَّمْ يَسْتَج۪يبُوا لَكُمْ فَاعْلَمُٓوا اَنَّمَٓا اُنْزِلَ بِعِلْمِ اللّٰهِ وَاَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ فَهَلْ اَنْتُمْ مُسْلِمُونَ ﴿١٤﴾

13-14. Yoksa o kâfirler, ″Kur’ân’ı, kendisi uydurdu mu?″ diyorlar. Ey Resûlüm! De ki: ″Eğer sözünüzde doğru iseniz, siz de onun gibi uydurma on sûre getirin ve bunun için Allah’tan başka gücünüzün yettiği herkesi de yardımınıza çağırın.″* Ey kâfirler! Yardım etmeleri için çağırdıklarınız size icâbet etmezlerse, bilin ki bu Kur’ân, ancak Allah’ın ilmi ile nâzil olmuştur. O’ndan başka ilah yoktur. Artık Müslüman oluyor musunuz?

İzah: Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hak Peygamber olduğuna delil olarak, insanları âciz bırakan bu Kur’ân kâfidir. Zîrâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, yaşadığı toplumun fertlerinden biridir ve okuma yazma bilmiyordu. O tarihte Araplar edebiyatın zirvesinde bulunuyorlardı. Tüm belâgat ve fesahatlarına rağmen Kur’ân ifadeleri karşısında âciz kalmışlar ve onun bir sûresinin dahi benzerini meydana getirememişlerdir. İşte bu hâliyle Kur’ân-ı Kerîm, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hak Peygamber olduğuna en büyük delildir.

Allah’u Teâlâ’nın âyetlerinin benzerinin getirilemeyeceğine dair daha geniş bilgi için Sûre-i Yûnus, Âyet 38’in izahına bakınız.


﴿ مَنْ كَانَ يُر۪يدُ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا وَز۪ينَتَهَا نُوَفِّ اِلَيْهِمْ اَعْمَالَهُمْ ف۪يهَا وَهُمْ ف۪يهَا لَا يُبْخَسُونَ ﴿١٥﴾ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ لَيْسَ لَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ اِلَّا النَّارُۘ وَحَبِطَ مَا صَنَعُوا ف۪يهَا وَبَاطِلٌ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿١٦﴾

15-16. Her kim dünyâ hayatını ve onun ziynetini isterse, onlara yaptığı amellerin karşılığını dünyâda tam olarak veririz. Onlar orada bir eksikliğe uğratılmazlar.* İşte onlara, âhirette ateşten başka bir şey yoktur. Onların dünyâda yaptıkları ameller âhirette boşa gitmiştir, bütün amelleri bâtıl olmuştur.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ bu âyetler hakkında şöyle buyurmuştur:

Dünyâlık malı elde etmek için oruç tutan, namaz kılan veya gece ibâdetine kalkan kişi hakkında Allah’u Teâlâ: ″Ona dünyâlıktan istediklerini veririm, ama bu kişinin yapmış oldukları amelleri boşa gider ve âhirette zarara uğrayanlardan olur″ diye buyurmuştur.[1]

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَوَّلُ مَنْ يُدْعَى يَوْمَ الْقِيَامَةِ رَجُلٌ جَمَعَ الْقُرْآنَ يَقُولُ اللّٰهُ تَعَالَى لَهُ: أَلَمْ أُعَلِّمْكَ مَا أَنْزَلْتُ عَلَى رَسُولِي؟ فَيَقُولُ: بَلَى يَا رَبِّ فَيَقُولُ: فَمَاذَا عَمِلْتَ فِيمَا عَلَّمْتُكَ؟ فَيَقُولُ: يَا رَبِّ كُنْتُ أَقُومُ بِهِ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ. فَيَقُولُ اللّٰهُ لَهُ: كَذَبْتَ، وَتَقُولُ الْمَلَائِكَةُ: كَذَبْتَ، بَلْ أَرَدْتَ أَنْ يُقَالَ: فُلَانٌ قَارِئٌ ، فَقَدْ قِيلَ ذَاكَ اذْهَبْ فَلَيْسَ لَكَ الْيَوْمَ عِنْدَنَا شَيْءٌ، ثُمَّ يُدْعَى صَاحِبُ الْمَالِ فَيَقُولُ اللّٰهُ: عَبْدِي، أَلَمْ أُنْعِمْ عَلَيْكَ، أَلَمْ أَوْسَعْ عَلَيْكَ، فَيَقُولُ: بَلَى يَا رَبِّ، فَيَقُولُ: مَاذَا عَمِلْتَ فِيمَا آتَيْتُكَ؟ فَيَقُولُ: يَا رَبِّ كُنْتُ أَصِلُ الرَّحِمَ وَأَتَصَدَّقُ وَأَفْعَلُ وَأَفْعَلُ فَيَقُولُ اللّٰهُ لَهُ: كَذَبْتَ بَلْ أَرَدْتَ أَنْ يُقَالَ: فُلَانٌ جَوَادٌ، فَقَدْ قِيلَ ذَاكَ، اذْهَبْ فَلَيْسَ لَكَ الْيَوْمَ عِنْدَنَا شَيْءٌ، وَيُدْعَى الْمَقْتُولُ، فَيَقُولُ اللّٰهُ لَهُ: عَبْدِي، فِيمَ قُتِلْتَ؟ فَيَقُولُ: يَا رَبِّ فَيكَ، وَفِي سَبِيلِكَ، فَيَقُولُ اللّٰهُ لَهُ: كَذَبْتَ، وَتَقُولُ لَهُ الْمَلائِكَةُ: كَذَبْتَ، بَلْ أَرَدْتَ أَنْ يُقَالَ: فُلَانٌ جَرِيءٌ، فَقَدْ قِيلَ ذَاكَ، اذْهَبْ فَلَيْسَ لَكَ الْيَوْمَ عِنْدَنَا شَيْءٌ. ثُمَّ قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: أُولَئِكَ الثَّلَاثَةُ أَوَّلُ خَلْقِ اللّٰهِ تُسَعَّرُ بِهِمْ النَّارُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ. فَحَدَّثَ مُعَاوِيَةَ بِهَذَا إِلَى قَوْلِهِ {وَبَاطِلٌ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ} (ت ك السيوطي، الدر المنثور عن ابى هريرة)

Mahşer günü, hesaba çekilmek için ilk çağrılacak kişi Kur’ân’ı ezberleyip okuyan kişidir. Allah’u Teâlâ bu kişiye: ″Peygamberime indirdiğimi sana öğretmedim mi?″ diye sorar. Bu kişi: ″Evet, öğrettin Ey Rabbim″ karşılığını verince Allah’u Teâlâ: ″Sana öğrettiğimle nasıl amel yaptın?″ diye sorar. Bu kişi: ″Yâ Rabbi! Gece gündüz onu elimden bırakmadım″ cevabını verince Allah’u Teâlâ: ″Yâlan söyledin″ buyurur. Melekler de: ″Yalan söyledin″ derler. Allah’u Teâlâ: ″ Senin için filan kişi güzel okuyor, desinler diye Kur’ân okudun ve böyle de denildi. Git, bugün yanımızda senin bir alacağın yoktur″ buyurur.

Sonra mal sâhibi çağrılır ve Allah’u Teâlâ: ″Kulum! Sana nîmetler vermedim mi? Sana bolluk vermedim mi?″ diye sorar. Bu kişi: ″Evet, Ey Rabbim″ cevabını verince Allah’u Teâlâ: ″Sana verdiğimle ne yaptın?″ diye sorar. Bu kişi: ″Ey Rabbim! Akrabamı gözetir, sadaka verir ve başka yerlere de infakta bulunurdum″ cevabını verince, Allah’u Teâlâ: ″Yalan söyledin, sen bunları senin için cömert denilmesi için yaptın ve böylede denildi. Git, bugün yanımızda senin bir alacağın yoktur″ buyurur.

Sonra öldürülen kişi çağrılır ve Allah’u Teâlâ: ″Ey kulum! Neden öldürüldün?″ diye sorar. O kul: ″Yâ Rabbi! Senin için ve Senin yolunda öldürüldüm″ cevabını verince, Allah’u Teâlâ: ″Yalan söyledin.″ Melekler de: ″Yalan söyledin″ derler. Allah’u Teâlâ: ″Senin için, falan kişi cesurdur denilmesi için savaştın ve böyle de denildi. Git, bugün yanımızda senin bir alacağın yoktur″ buyurur.

Sonra Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″Mahşer günü, Cehennem ilk olarak bu üç kişi ile tutuşturulacaktır.″ Bu hadis Hz. Muâviye’ye anlatılınca, ağlayarak Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem doğru söyledi deyip, ″Dünyâ hayatını ve ziynetini isteyenlere, dünyâdaki amellerinin karşılığını tam olarak veririz. Onlar orada bir eksikliğe uğratılmazlar.* İşte onlara, âhirette ateşten başka bir şey yoktur. Onların dünyâdaki amelleri âhirette boşa gitti ve bütün amelleri de bâtıl oldu″ diye geçen âyetleri okudu.[2]

Yine bu konuda Câbir Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif’ nakledilmiştir:

خَرَجَ عَلَيْنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَنَحْنُ نَقْرَأُ الْقُرْآنَ وَفِينَا الْأَعْرَابِىُّ وَالْأَعْجَمِىُّ فَقَالَ اقْرَؤُا فَكُلٌّ حَسَنٌ وَسَيَجِيءُ أَقْوَامٌ يُق۪يمُونَهُ كَمَا يُقَامُ الْقِدْحُ يَتَعَجَّلُونَهُ وَلَا يَتَأَجَّلُونَهُ (د عن جابر)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bizler Kur’ân okuyorken yanımıza geldi; aramızda Arap da vardı, Arap olmayan da. Şöyle buyurdu:

″Okuyun, her okuyuş güzel­dir. İlerde bir kavim gelecektir ki bunlar, Kur’ân’ın kelime ve lafızlarını, okun yon­tulması gibi yontacaklar. Ondan hâsıl olan ecri âhirete bırakmayıp, dünyâda iken karşılığını alacaklar.″[3]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

تَكُونُ بَيْنَ يَدَيِ السَّاعَةِ فِتَنٌ كَقِطَعِ اللَّيْلِ الْمُظْلِمِ, وَيُصْبِحُ الرَّجُلُ فِيهَا مُؤْمِنًا وَيُمْسِي كَافِرًا، وَيُمْسِي مُؤْمِنًا وَيُصْبِحُ كَافِرًا، يَبِيعُ أَقْوَامٌ دِينَهُمْ بِعَرَضِ الدُّنْيَا (ت عن انس بن مالك)

″Kıyâmet kopmazdan önce gece karanlığının parçaları gibi fitneler olacak. (O vakit) kişi Mü’min olarak sabaha erer de kâfir olarak akşama kavuşur. Mü’min olarak akşama erer, kâfir olarak sabaha kavuşur. Birçok kimseler azıcık bir dünyâlık mukabilinde dinlerini satarlar.″[4]

Ameller niyete göredir. Bu hususta da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّةِ وَإِنَّمَا لِامْرِئٍ مَا نَوَى (خ م عن عمر بن الخطاب)

″Şüphesiz ki, bütün ameller niyete göredir. Herkes yaptığı amelin karşılığını niyetine göre alır.″[5]


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 8, s. 36; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 7469; Sünen-i Tirmizi, Resûlullah’ın Zühdü 37; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 8086.

[2] Sünen-i Tirmizî, Resûlullah’ın Zühdü 37; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mansûr, c. 8, s. 37-38.

[3] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 139; Rudânî, Câm’ul-Fevâid, Hadis No: 7352.

[4] Sünen-i Tirmizi, Fiten 27.

[5] Sahih-i Buhârî, Îman 41, Nikâh 5; Sahih-i Müslim, İmâre 45 (155 Sünen-i Ebû Dâvud, Talak 11; Tirmizî, Fedâil’ül–Cihat 16.


﴿ اَفَمَنْ كَانَ عَلٰى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّه۪ وَيَتْلُوهُ شَاهِدٌ مِنْهُ وَمِنْ قَبْلِه۪ كِتَابُ مُوسٰٓى اِمَامًا وَرَحْمَةًۜ اُو۬لٰٓئِكَ يُؤْمِنُونَ بِه۪ۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِه۪ مِنَ الْاَحْزَابِ فَالنَّارُ مَوْعِدُهُۚ فَلَا تَكُ ف۪ي مِرْيَةٍ مِنْهُ اِنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿١٧﴾

17. Rabbinden apaçık bir delil üzere (Kur’ân ve mûcizelerle desteklenmiş) olan, ayrıca onu kendinden bir şâhit tâkip eden ve ondan evvel kendisine uyulan ve bir rahmet olan Mûsâ’nın kitabı (Tevrat) ile tasdik edilen zât, dünyâ hayatını tercih eden gibi midir? İşte bunlar (Müslümanlar) ona îman ederler. Resûlullah’ın aleyhindeki fırkalardan her kim onu inkâr ederse, ona vaad edilen yer Cehennemdir. Artık ondan hiç şüphen olmasın. Şüphesiz o, Rabbinden bir haktır. Fakat insanların çoğu îman etmezler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah (Sallâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:

اَفَمَنْ كَانَ عَلَى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّهِ أَنَا، وَيَتْلُوهُ شَاهِدٌ مِنْهُ قَالَ: عَلِيٌّ (السيوطي، الدر المنثور عن على)

″Rabbinden apaçık bir delil üzere olan kişi benim, kendimden olan şâhit ise Ali’dir.″[1]

Yine bu Âyet-i Kerîme hakkında Said İbn-i Cübeyr Radiyallâhu anhu’dan nakledildiğine göre, o şöyle buyurmuştur:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَمَا مِنْ أَحَدٍ يَسْمَعُ بِي مِنْ هَذِهِ الْأُمَّةِ وَلَا يَهُودِيٌّ وَلَا نَصْرَانِيٌّ فَلَا يُؤْمِنُ بِي إِلَّا دَخَلَ النَّارَ فَجَعَلْتُ أَقُولُ أَيْنَ مِصْدَاقُهَا فِي كِتَابِ اللّٰهِ؟ قَالَ وَقَلَّمَا سَمِعْتُ حَدِيثًا عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِلَّا وَجَدْتُ لَهُ تَصْدِيقًا فِي الْقُرْآنِ حَتَّى وَجَدْتُ هَذِهِ الْآيَاتِ) وَمَنْ يَكْفُرْ بِهِ مِنَ الْأَحْزَابِ فَالنَّارُ مَوْعِدُهُ( الْمِلَلُ كُلُّهَا (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن سعيد بن جبير)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Her kim Yahudi olsun, Hristiyan olsun beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmazsa Cehenneme girecektir″[2] diye buyurdu. Kendi kendime: ″Bunun Allah’ın kitabında tasdiki nerededir?″ diye konuşmaya başladım. Said İbn-i Cübeyr Radiyallâhu anhu dedi ki: ″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den işittiğim her Hadis-i Şerif’in tasdikini muhakkak Kur’ân-ı Kerîm’de buldum. Nihâyet şu Âyet-i Kerîme’yi buldum: ″Resûlullah’ın aleyhindeki fırkalardan her kim onu inkâr ederse ona vaad edilen, Cehennemdir″[3] İşte burada kasdedilen fırkalar, İslâm hâricinde olan diğer dinlerden olanlardır.[4]


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mansûr, c. 8, s. 42.

[2] Bu rivâyetin benzeri için bakınız: Sahih-i Müslim, Îman 70 (240).

[3] Sûre-i Hûd, Âyet 17.

[4] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 15, s. 280; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mansûr, c. 8, s. 43.


﴿ وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًاۜ اُو۬لٰٓئِكَ يُعْرَضُونَ عَلٰى رَبِّهِمْ وَيَقُولُ الْاَشْهَادُ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذ۪ينَ كَذَبُوا عَلٰى رَبِّهِمْۚ اَلَا لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِم۪ينَۙ ﴿١٨﴾ اَلَّذ۪ينَ يَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًاۜ وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ ﴿١٩﴾

18-19. Allah’a yalan isnat ederek iftira edenden daha zâlim kim vardır? Onlar, Rablerine arz olunurlar. Şâhitler de, ″Rablerine yalan isnat edenler bunlardır″ derler. Haberiniz olsun ki, Allah’ın lâneti zâlimler üzerinedir.* O zâlimler ki, Allah yolundan menederler ve o yolu eğri göstermeye çalışırlar ve onlar âhireti de inkâr edenlerdir.

İzah: Âyette geçtiği üzere Rablerine yalan isnat eden kimseler hakkında Safvan b. Muhriz Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

Bir adam, İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’ya: ″Sen, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in mahşer gününde Allah’u Teâlâ’nın, kulu ile konuşması hakkında ne duy­dun?″ diye sorunca o, ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu dinledim″ dedi:

يُدْنَى الْمُؤْمِنُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنْ رَبِّهِ عَزَّ وَجَلَّ حَتَّى يَضَعَ عَلَيْهِ كَنَفَهُ فَيُقَرِّرُهُ بِذُنُوبِهِ فَيَقُولُ هَلْ تَعْرِفُ فَيَقُولُ أَيْ رَبِّ أَعْرِفُ قَالَ فَإِنِّي قَدْ سَتَرْتُهَا عَلَيْكَ فِي الدُّنْيَا وَإِنِّي أَغْفِرُهَا لَكَ الْيَوْمَ فَيُعْطَى صَحِيفَةَ حَسَنَاتِهِ وَأَمَّا الْكُفَّارُ وَالْمُنَافِقُونَ فَيُنَادَى بِهِمْ عَلَى رُءُوسِ الْخَلَائِقِ هَؤُلَاءِ الَّذِينَ كَذَبُوا عَلَى اللّٰهِ (م عن صفوان بن محرز)

″Mü’min, mahşer gününde Aziz ve Celil olan Rabbine yaklaştırılır. Hattâ Allah’u Teâlâ onun üzerine şefkat kanadını koyar da gizlice ona bütün günahlarını söyletir. Rabbi kuluna, ″Sen şu günahı tanıyor musun?″ diye sorar, o da: ″Ey Rabbim! Tanıyorum″ diye ikrar eder. Allah’u Teâlâ: ″Ey kulum! Ben senin aleyhindeki bu günahları dünyâda iken halktan gizledim. Bugün de senin lehine bunları bağışlı­yorum″ buyurur. Sonra da ona sevaplarının yazılı olduğu sahife verilir. Kâfirler ile münâfıklara ise herkesin önünde: ″Bunlar Allah’a karşı yalan söyleyen kimselerdir″ diye ilan edilirler.[1]


[1] Sahih-i Müslim, Tevbe 8 (52 Ayrıca bakınız: Sahih-i Buhârî, Mezâlim 2, Tevhid 36; Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 13.


﴿ اُو۬لٰٓئِكَ لَمْ يَكُونُوا مُعْجِز۪ينَ فِي الْاَرْضِ وَمَا كَانَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ اَوْلِيَٓاءَۢ يُضَاعَفُ لَهُمُ الْعَذَابُۜ مَا كَانُوا يَسْتَط۪يعُونَ السَّمْعَ وَمَا كَانُوا يُبْصِرُونَ ﴿٢٠﴾ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ ﴿٢١﴾ لَا جَرَمَ اَنَّهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ هُمُ الْاَخْسَرُونَ ﴿٢٢﴾

20-22. Onlar yeryüzünde her nereye kaçsalar, Allah’ın azâbından kurtulamazlar. Ve onların Allah’tan başka hiçbir yardımcıları da yoktur. Onlara azap kat kat artırılır. Çünkü onlar, hakkı işitmeğe tahammül edemiyorlardı, hem de görmüyorlardı.* İşte onlar, kendilerini hüsrâna uğratanlardır. Allah’a ortak edindikleri şeyler de kendilerinden kaybolup gitmiştir.* Şüphesiz ki, âhirette en çok hüsrâna uğrayanlar onlardır.

İzah: Allah’u Teâlâ, kâfirlere îman edip hakkı bulmaları için mühlet verir. Küfürlerinde ısrar edenlere, hem dünyâda, hem de âhirette azap eder. Dilerse de hak ettikleri cezâyı âhirete bırakır. Ancak hak ettikleri cezâyı âhirette mutlaka göreceklerdir.


﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَاَخْبَتُٓوا اِلٰى رَبِّهِمْۙ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ ﴿٢٣﴾

23. Şüphesiz ki îman edip sâlih amellerde bulunanlar ve Rablerine tevâzu ile boyun eğenler, işte onlar Cennet ehlidirler ve onlar orada ebedî kalacaklardır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: Rablerine tevâzu ile boyun eğenler″ diye geçen ifadeden maksat, Allah’u Teâlâ’ya gönül enginliği ile takvâ üzere ibâdet edenlerdir. Yaptığı ibâdetin Allah’u Teâlâ’ya lâyık olmadığını düşünerek, sürekli kendi âcizliğini, noksanını göz önüne alıp ibâdetlerini özenerek yapar ve bu sebeple sürekli olarak tevbe istiğfar ederler.

İstiğfar hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِنَّهُ لَيُغَانُ عَلَى قَلْبِى وَاِنِّى لَأَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ فِى الْيَوْمِ مِائَةَ مَرَّةٍ )م طب عن الاغر المزنى(

″Muhakkak ki, kalbime perde çekilir ve bu nedenle ben günde yüz kere (Estağfirullah el-Azîm, diye) Allah’a istiğfar ederim.″[1]


[1] Sahih-i Müslim, Zikir 12 (41 Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 884, 879.


﴿ مَثَلُ الْفَر۪يقَيْنِ كَالْاَعْمٰى وَالْاَصَمِّ وَالْبَص۪يرِ وَالسَّم۪يعِۜ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلًاۜ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ۟ ﴿٢٤﴾

24. Biri Mü’min, diğeri kâfir iki fırkanın misâli; kör ve sağır ile gören ve işitenin misâli gibidir. Bu iki fırkanın halleri eşit midir? Hâlâ düşünmez misiniz?

İzah: Mü’min, hakkı kabul ettiği için gören ve işiten kimse gibidir. Kâfir ve münâfıklar ise, hakkı görüp işittikleri halde, nefislerine ve şeytana uyarak hakkı kabul etmediklerinden, Allah katında kör ve sağır olan kimse gibidirler.

Kâfir ve münâfıkların özellikleri hakkında Sûre-i Bakara, Âyet 18’de de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

″Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar (o dalâletten) dönmezler.″


﴿ وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحًا اِلٰى قَوْمِه۪ۘ اِنّ۪ي لَكُمْ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌۙ ﴿٢٥﴾ اَنْ لَا تَعْبُدُٓوا اِلَّا اللّٰهَۜ اِنّ۪ٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ اَل۪يمٍ ﴿٢٦﴾

25-26. Yemin olsun ki Nûh’u, kavmine Peygamber olarak gönderdik. O, kavmine dedi ki: ″Şüphesiz ben, sizin için apaçık bir uyarıcıyım.* Allah’tan başkasına ibâdet etmeyin. Şüphesiz ben, elim bir günün azâbına uğramanızdan korkarım.″

İzah: İdris Aleyhisselâm göğe çekildikten sonra Âdemoğulları, putlara tapar olmuşlardı. Allah’u Teâlâ’da onlara Peygamber olarak Nûh Aleyhisselâm’ı gönderdi.

Nûh Aleyhisselâm dokuzyüz elli sene boyunca kavmini dîne dâvet etmiş. Fakat her defasında kendisine îman etmeyerek, ona eziyet etmişlerdi. Bu husus Sûre-i Ankebût, Âyet 14’te şöyle geçmektedir:

″Yemin olsun ki Biz, Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli sene onların arasında (Peygamber olarak) kaldı. Nihâyet onlar, zâlimler oldukları halde tufan onları helâk etti.″

Nûh Aleyhisselâm, artık onların îman etmelerinden ümit kesince, onların helâk olmaları için Allah’u Teâlâ’ya nidâ ederek yardım istemiştir. Allah’u Teâlâ da, tufan ile o kâfirlerin hepsini helâk etmiştir.

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmaktadır:

بَعَثَ اللّٰهُ نُوحًا لأَرْبَعِينَ سَنَةً وَلَبِثَ فِي قَوْمِهِ أَلْفَ سَنَةٍ إِلَّا خَمْسِينَ عَامًا يَدْعُوهُمْ وَعَاشَ بَعْدَ الطُّوفَانِ سِتِّينَ سَنَةً حَتَّى كَثُرَ النَّاسُ وَفَشَوْا (ك عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ, Nûh’u kırk yaşında Peygamber kıldı. Dokuzyüz elli sene kavmini dîne dâvet etti. Altmış sene de insanlar çoğalıncaya ve yayılıncaya kadar tufandan sonra yaşadı.″[1]


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 244/12; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3964.


﴿ فَقَالَ الْمَلَ۬أُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ مَا نَرٰيكَ اِلَّا بَشَرًا مِثْلَنَا وَمَا نَرٰيكَ اتَّبَعَكَ اِلَّا الَّذ۪ينَ هُمْ اَرَاذِلُنَا بَادِيَ الرَّأْيِۚ وَمَا نَرٰى لَكُمْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلٍ بَلْ نَظُنُّكُمْ كَاذِب۪ينَ ﴿٢٧﴾

27. Nûh’un kavminden ileri gelen kâfirler: ″Biz seni ancak bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. İçimizden sana, basit görüşlü olan en aşağı kimselerden başkasının tâbi olduğunu da görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin, yalancı kimseler olduğunuzu zannediyoruz″ dediler.

İzah: Burada ve birçok âyette geçtiği üzere, Peygamberler hakkı tebliğ ettiklerinde, ilk başta özellikle de zengin ve eşraftan olan insanların tereddütü olmuştur. Hattâ bunların çoğu, nefislerine uyarak hakkı inkâr etmişlerdir. Îman edenler ise genellikle eşraf olan kesim tarafından hor ve hakir görülen kimselerdir. Bu husus hemen aşağıda Sûre-i Hûd, Âyet 29-30’un izahında geniş olarak izah edilmiştir.


﴿ قَالَ يَا قَوْمِ اَرَاَيْتُمْ اِنْ كُنْتُ عَلٰى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبّ۪ي وَاٰتٰين۪ي رَحْمَةً مِنْ عِنْدِه۪ فَعُمِّيَتْ عَلَيْكُمْۜ اَنُلْزِمُكُمُوهَا وَاَنْتُمْ لَهَا كَارِهُونَ ﴿٢٨﴾

28. Nûh, kavmine dedi ki: ″Ey kavmim! Eğer Rabbimden, (dâvâmın doğruluğuna dair) açık bir delilim varsa ve Allah katından bana bir rahmet olarak Peygamberlik verilmişse, siz de bunlara kör kalmışsanız, sizleri, istemediğiniz halde İslâm’a zorla mı girdireyim? Söyleyin.″

İzah: Nûh Aleyhisselâm kavmine hitâben: ″Bana âyet, mûcize ve Peygamberlik verildiği; siz de bu âyet ve mûcizeleri açıkça gördüğünüz halde, hakkı bilerek inkâr eden körler olmuşsanız, sizler bu durumda iken, zorla hakkı kabul ettirip İslâm’a girdirebilir miyim?″ dedi.

Kâfirlerin hak olan doğru karşısında sağır ve kör olduklarına dair Sûre-i Hûd, Âyet 24’e bakınız.


﴿ وَيَا قَوْمِ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مَالًاۜ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ وَمَٓا اَنَا۬ بِطَارِدِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ اِنَّهُمْ مُلَاقُوا رَبِّهِمْ وَلٰكِنّ۪ٓي اَرٰيكُمْ قَوْمًا تَجْهَلُونَ ﴿٢٩﴾ وَيَا قَوْمِ مَنْ يَنْصُرُن۪ي مِنَ اللّٰهِ اِنْ طَرَدْتُهُمْۜ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ ﴿٣٠﴾

29-30. ″Ey kavmim! Ben, tebliğden dolayı sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım, ancak Allah’a aittir. Ben, îman edenleri kovacak da değilim. Şüphesiz onlar, Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi câhillik eden bir topluluk olarak görüyorum.* Ey kavmim! Eğer ben onları kovarsam, Allah’a karşı bana kim yardım edebilir? Hiç düşünmez misiniz?″

İzah: Nûh Aleyhisselâm’a îman etmeyen kavmi, gördükleri mûcizeler karşısında, onun hakiki Peygamber olduğunu bildiler. Fakat Nûh Aleyhisselâm’a tâbi olan kişileri; sefih ve câhil olarak gördükleri için kibirlerinden bunlarla bir arada ve aynı seviyede olmak nefislerine ağır geldi. Nûh Aleyhisselâm’dan bunları yanından kovmasını istediler. Ancak bu şekilde kendisine inanacaklarını beyan ettiler. Bu husus Sûre-i Şuarâ, Âyet 111’de de:

Kavmi: ″Sefil ve câhil insanlar sana tâbi olmuşken, biz sana îman eder miyiz?″ dediler diye geçmektedir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında da Sûre-i En’âm, Âyet 52 ve Sûre-i Kehf, Âyet 28’de geniş olarak geçtiği üzere Mekke’nin beyleri, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Biz, şu Ashâbın senin yanında iken seninle konuşamayız. Çünkü onlar fakir ve kölelerden olan kimselerdir. Onların ter kokuları bizi rahatsız ediyor. Biz onlarla aynı seviyede mi olacağız? Onları yanından uzaklaştırırsan seninle görüşürüz″ dediler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de: ″Ben onları yanımdan kovucu değilim″ dedi.

Nitekim bütün Peygamberlere ilk olarak tâbi olanlar, genellikle halkın alt kesiminden, câhil olarak görülen fakir ve köleler olmuştur. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu hâdise nakledilmiştir:

Ebû Süfyan, Müslüman olmadan önce, Bizans İmparatoru Heraklius ile karşılaşıp Peygamber Efendimiz hakkında konuşurken:

وَسَأَلْتُكَ أَشْرَافُ النَّاسِ اتَّبَعُوهُ أَمْ ضُعَفَاؤُهُمْ، فَذَكَرْتَ أَنَّ ضُعَفَاءَهُمْ اتَّبَعُوهُ، وَهُمْ أَتْبَاعُ الرُّسُلِ اللّٰهِ (خ عن ابن عباس)

Heraklius: ″Ona halkın ileri gelenleri mi yoksa zayıfları mı tâbi oluyor?″ diye sordum. Sen: ″Ona insanların zayıflarının tâbi olduğunu söyle­din. Zâten Peygamberlere ilk olarak bunlar tâbi olurlar″ diye söylemiştir.[1]

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِنَّ الدِّينَ بَدَأَ غَرِيبًا وَيَرْجِعُ غَرِيبًا فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ الَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَ النَّاسُ مِنْ بَعْدِى مِنْ سُنَّتِى. (ت عن عمرو بن عوف المزنى)

″Bu din garip olarak geldi (gariplerin eli ile yüceltildi), garip olarak gider. Hayır ve saadet, o garipleredir ki, onlar benden sonra insanların fesâda gittiği zamanda benim sünnetimi yaparlar ve halka da öğretirler.″[2]


[1] Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Vahy 6; Cihat ve Siyer 101.

[2] Sünen-i Tirmizî, Îman 12.


﴿ وَلَٓا اَقُولُ لَكُمْ عِنْد۪ي خَزَٓائِنُ اللّٰهِ وَلَٓا اَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَٓا اَقُولُ اِنّ۪ي مَلَكٌ وَلَٓا اَقُولُ لِلَّذ۪ينَ تَزْدَر۪ٓي اَعْيُنُكُمْ لَنْ يُؤْتِيَهُمُ اللّٰهُ خَيْرًاۜ اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْۚ اِنّ۪ٓي اِذًا لَمِنَ الظَّالِم۪ينَ ﴿٣١﴾

31. Ben size, ″Allah’ın hazineleri benim yanımdadır″ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. ″Ben meleğim″ de demiyorum. Sizin hakir gördüğünüz Mü’minler için, ″Allah’u Teâlâ onlara hiçbir hayır vermez″ de demem. Onların kalplerinde olanı Allah’u Teâlâ daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem, elbette zâlimlerden olurum.


﴿ قَالُوا يَا نُوحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَاَكْثَرْتَ جِدَالَنَا فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿٣٢﴾

32. Kavmi: ″Ey Nûh! Bizimle mücâdele ettin ve bizimle olan bu mücâdelede aşırı gittin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize vaad ettiğin azâbı getir″ dediler.

İzah: Câhiller, cesur olur. İşte Nûh Aleyhisselâm’ın kavmi de, cehâletlerinden dolayı hem îman etmediler, hem de ″Haydi bize vaad ettiğin azâbı getir″ dediler. Bu cehâletleri neticesinde de büyük bir azâba uğrayıp tufanda helâk oldular.


﴿ قَالَ اِنَّمَا يَأْت۪يكُمْ بِهِ اللّٰهُ اِنْ شَٓاءَ وَمَٓا اَنْتُمْ بِمُعْجِز۪ينَ ﴿٣٣﴾ وَلَا يَنْفَعُكُمْ نُصْح۪ٓي اِنْ اَرَدْتُ اَنْ اَنْصَحَ لَكُمْ اِنْ كَانَ اللّٰهُ يُر۪يدُ اَنْ يُغْوِيَكُمْۜ هُوَ رَبُّكُمْ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَۜ ﴿٣٤﴾

33-34. Nûh dedi ki: ″O azâbı size eğer dilerse, ancak Allah’u Teâlâ getirir, siz de bunun gelmesine mâni olamazsınız.* Eğer Allah’u Teâlâ sizi azgınlığınızda bırakıp helâk olmanızı dilemişse, ben size nasihat etmek istesem de, nasihatimin size bir faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir ve O’na döndürüleceksiniz.″


﴿ اَمْ يَقُولُونَ افْتَرٰيهُۜ قُلْ اِنِ افْتَرَيْتُهُ فَعَلَيَّ اِجْرَام۪ي وَاَنَا۬ بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تُجْرِمُونَ۟ ﴿٣٥﴾

35. Yoksa o kâfirler, ″Bu vahyi, kendisi uydurdu mu?″ diyorlar. (Ey Nûh!) De ki: ″Eğer ben uydurduysam, vebâli bana aittir. Ben sizin işlediğiniz suçlardan uzağım.″


﴿ وَاُو۫حِيَ اِلٰى نُوحٍ اَنَّهُ لَنْ يُؤْمِنَ مِنْ قَوْمِكَ اِلَّا مَنْ قَدْ اٰمَنَ فَلَا تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُوا يَفْعَلُونَۚ ﴿٣٦﴾

36. Nûh’a şöyle vahyolundu: ″Kavminden îman etmiş olanlardan başka, artık hiç kimse îman etmeyecektir. Artık onların yaptıklarından dolayı mahzun olma!″

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre; Nûh Aleyhisselâm, kavmini dîne dâvet ettiğinde, onu düşüp bayılıncaya kadar döverlerdi. Sonra bir keçeye sarıp bir evin köşesine bırakırlardı. Fakat ertesi gün yine meydana çıkar ve onları dîne dâvet ederdi.

Allah’u Teâlâ, bunlara ayıkmaları için, bir kaç sefer belâlar verdi. Belâ gelince, korkularından inandık, dediler. Sonra yine azdılar.

Yine rivâyet edildiğine göre, Nûh Aleyhisselâm’ın kavminden bir ihtiyar, oğlunu yanına aldı. Âsâsına dayanarak Nûh Aleyhisselâm’ın yanına geldi ve oğluna: ″Sakın, yavrum dikkat et, bu divâne seni aldatmasın″ deyince delikanlı, derhal babasının âsâsını aldı ve Nûh Aleyhisselâm’ın başını yardı. Bunun üzerine: ″Kavminden îman etmiş olanlardan başka, artık hiç kimse îman etmeyecektir. Onların yaptıklarından mahzun olma!″ Yani, sen sabret. Ben onları helâk edecek ve sana îman edenleri de kurtaracağım, diye vahiy geldi.

Nûh Aleyhisselâm, kavmini Allah’u Teâlâ’nın birliğine dâvet edince, onu dövdüler, ayaklarından sürüyüp attılar. Nûh Aleyhisselâm, bunları tekrar tekrar îmana dâvet etti. Bu durum dokuz yüz elli sene devam etti;[1] fakat içlerinden pek azı hâriç, çoğu îman etmediler.

Bu kâfirler, ezâ ve alaylarında git gide daha da ileri gittiler. Nihâyet Allah’u Teâlâ Nûh Aleyhisselâm’a gemi yapmasını ve kendine îman edenlerin, o gemiye binmesini emretti. Sonunda tufanda bütün kavmi helâk oldu ve sâdece o gemiye binenler kurtuldu.


[1] Sûre-i Ankabut, Âyet 14; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 244/12; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3964.


﴿ وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِاَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا وَلَا تُخَاطِبْن۪ي فِي الَّذ۪ينَ ظَلَمُواۚ اِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ ﴿٣٧﴾

37. Gemiyi Bizim nezâretimiz altında ve vahyimize uygun olarak yap. Ve zâlimler hakkında Bana müracaatta bulunma. Şüphesiz ki onlar, gark olacaklardır.

İzah: Allah’u Teâlâ, Nûh Aleyhisselâm’a bir gemi yapmasını emretti ve gemiyi nasıl yapacağını Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtayla öğretti.

Rivâyet edildiğine göre geminin şeklini, her türlü detayını tarif etti. İnsan ve hayvanın kaburga kemikleri gibi birbirine çatmasını; gövdesinin ördek gövdesi gibi olmasını, tam teferruatıyla tarif etti. Bu, Allah’u Teâlâ’nın bir emri idi. Âyette: Gemiyi Bizim nezâretimiz altında ve vahyimize uygun olarak yap″ diye buyrulmuştur. Böylece gemi, Cebrâil Aleyhisselâm’ın nezâreti altında Allah’u Teâlâ tarafından tarif edilerek yapılmıştır.

Rivâyete göre, gemi tamamlanmaya yakın, kâfirler gelip geminin içini tuvalet gibi kullandılar. Nûh Aleyhisselâm, geminin içine girilmez hâle geldiğini görünce, ″Yâ Rabbi! Ben bunu nasıl temizleyeyim?″ dedi. Allah’u Teâlâ: ″Ben, onu onlara temizleteceğim″ dedi. O kavme bir uyuz hastalığı verdi. Herkes uyuz oldu. Birisi gemi içerisinde tuvalete otururken, pisliğin içine düştü. Dışarı çıktı. Onun uyuzu geçti. ″Hangi ilacı sürdün?″ dediler. O da: ″O pisliğe düştüm ve ondan sonra hastalığım geçti″ dedi. Herkes gelip, kovalarla pislik götürüp evlerinde süründüler. Hastalığın geçtiğini gören diğerleri de geldiler. En son gelenler yıkadılar, temizlediler, onun suyunu götürüp süründüler. Böylece geminin içi tertemiz oldu.


﴿ وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلَ۬أٌ مِنْ قَوْمِه۪ سَخِرُوا مِنْهُۜ قَالَ اِنْ تَسْخَرُوا مِنَّا فَاِنَّا نَسْخَرُ مِنْكُمْ كَمَا تَسْخَرُونَۜ ﴿٣٨﴾

فَسَوْفَ تَعْلَمُونَۙ مَنْ يَأْت۪يهِ عَذَابٌ يُخْز۪يهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُق۪يمٌ ﴿٣٩﴾

38-39. Nûh gemiyi yapıyordu, kavminin ileri gelenleri kendisine her uğradığında, onunla alay ediyorlardı. Nûh dedi ki: ″Bizimle alay ederseniz, bizimle alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.* İleride, zelil edecek azâbın ve dâimî olan azâbın kime geleceğini bileceksiniz.″

İzah: Nûh Aleyhisselâm gemiyi, sudan uzak ve yüksek bir yerde yaptığından dolayı, kavminin ileri gelenleri: ″Sen ne yapıyorsun?″ diyerek gülüşür, alay ederlerdi. Nûh Aleyhisselâm da onlara: ″Bugün siz bizimle alay ediyor­sunuz, fakat tufan kopup gemiye bindiğimiz de biz de sizinle alay edeceğiz″ diye cevap vermiştir.

Tûfan hâdisesi ile ilgili olarak İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şu hâdiseyi anlatır:

قَالَ الْحَوَارِيُّونَ لِعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ لَوْ بَعَثْتَ لَنَا رَجُلا شَهِدَ السَّفِينَةَ فَحَدَّثَنَا عَنْهَا فَانْطَلَقَ بِهِمْ حَتَّى انْتَهَى إِلَى كَثِيبٍ مِنْ تُرَابٍ فَأَخَذَ كَفًّا مِنْ ذَلِكَ التُّرَابِ بِكَفِّهِ فَقَالَ أَتَدْرُونَ مَا هَذَا؟ قَالُوا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ هَذَا قَبْرُ حَامِ بْنِ نُوحٍ قَالَ فَضَرَبَ الْكَثِيبَ بِعَصَاهُ وَقَالَ قُمْ بِإِذْنِ اللّٰهِ فَإِذَا هُوَ قَائِمٌ يَنْفُضُ التُّرَابَ عَنْ رَأْسِهِ وَقَدْ شَابَ فَقَالَ لَهُ عِيسَى عَلَيْهِ السَّلَامُ هَكَذَا هَلَكْتَ؟ قَالَ لَا وَلَكِنِّي مِتُّ وَأَنَا شَابٌّ وَلَكِنِّي ظَنَنْتُ أَنَّهَا السَّاعَةُ فَمِنْ ثَمَّ شِبْتُ قَالَ حَدِّثْنَا عَنْ سَفِينَةِ نُوحٍ قَالَ كَانَ طُولُهَا أَلْفَ ذِرَاعٍ وَمِائَتَيْ ذِرَاعٍ وَعَرْضُهَا سِتَّ مِائَةِ ذِرَاعٍ وَكَانَتْ ثَلَاثَ طَبَقَاتٍ فَطَبَقَةٌ فِيهَا الدَّوَابُّ وَالْوَحْشُ وَطَبَقَةٌ فِيهَا الإِنْسُ وَطَبَقَةٌ فِيهَا الطَّيْرُ... (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن ابن عباس)

Havâriler, Meryem oğlu Îsâ’ya: Gemide bulunan birisini bizim için diriltseydin de, bize ondan bahsetseydi, dediler. Îsâ Aleyhisselâm, onları alıp götürdü ve bir toprak tepeciğine vardı. Avucuyla topraktan bir avuç alıp, ″Biliyor musunuz bu nedir?″ diye sordu. Onlar: ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dediler. Îsâ Aleyhisselâm: ″Bu, Nûh’un oğlu Hâm’ın topuğudur″ dedi ve tepeciğe âsâsı ile vurarak, ″Allah’ın izni ile kalk″ dedi. Bir de gördüler ki o, kalkmış başından toprağı silkeliyor ve ihtiyarlamış. Îsâ Aleyhisselâm ona: ″Bu şekilde mi öldün?″ diye sordu. O dedi ki: ″Hayır, genç iken öldüm. Fakat ben sandım ki, o tufan kıyâmettir. İşte bunun için ihtiyarladım. Îsâ Aleyhisselâm: ″Bize Nûh’un gemisinden bahset″ dedi. Bunun üzerine dedi ki: ″Uzunluğu bin iki yüz arşın, genişliği altı yüz arşın idi ve üç katlı idi. Bir katında hayvanlar ve vahşiler, bir katında insanlar, bir katında ise kuşlar vardı…″[1]

Bir rivâyete göre, Nûh Aleyhisselâm, Mü’minlerin çocuklarını da hayvanlardan bir zarar görmemeleri için üst kapıdan yanına alarak gemiye binmiştir.


[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 15, s. 311.


﴿ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَ اَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُۙ قُلْنَا احْمِلْ ف۪يهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَاَهْلَكَ اِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ اٰمَنَۜ وَمَٓا اٰمَنَ مَعَهُٓ اِلَّا قَل۪يلٌ ﴿٤٠﴾

40. Nihâyet emrimiz gelip tandır kaynayınca (yerden sular çıkmaya başladığında), Nûh’a: ″Her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift, bir de aleyhlerinde daha önce hüküm verilmiş olanlar hâriç, ehlini ve îman edenleri gemiye yükle″ dedik. Zâten onunla beraber ancak çok az kimse îman etmişti.

İzah: Allah’u Teâlâ, Nûh Aleyhisselâm’a: ″Her hayvandan bir çift gemiye al; nesli bitmesin″ dedi. Nûh Aleyhisselâm çağırdı ve bütün hayvanlardan birer çift geldi, gemiye girdi.

Nûh Aleyhisselâm’ın gemiye binen üç oğlu; Sâm, Hâm ve Yâfes, kızları, kavmi ve kendisi; İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledil-diğine göre, hepsi toplam seksen kişi idi.

Nûh Aleyhisselâm’ın çocukları hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَلَدُ نُوحٍ ثَلاثَةٌ سَامٌ أَبُو الْعَرَبِ وَحَامٌ أَبُو السُّودَانِ وَيَافِثُ أَبُو التُّرْكِ (ابن كثير، التفسير القران العظيم حم عن سمرة)

″Nûh’un (gemiye binen) çocuklarından Sâm, Arapların atası; Hâm, Sûdanlıların atası; Yâfes de, Türklerin atasıdır.″[1]


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 195; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1940; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 38; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32393. Bu Hadis-i Şerif’in bâzı rivâyetlerinde: ″Sâm, Arapların atası, Ham, Habeşlilerin atası, Yâfes de, Rumların atası″ diye geçmektedir.


﴿ وَقَالَ ارْكَبُوا ف۪يهَا بِسْمِ اللّٰهِ مَجْرٰۭۙيهَا وَمُرْسٰيهَاۜ اِنَّ رَبّ۪ي لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٤١﴾ وَهِيَ تَجْر۪ي بِهِمْ ف۪ي مَوْجٍ كَالْجِبَالِ وَنَادٰى نُوحٌۨ ابْنَهُ وَكَانَ ف۪ي مَعْزِلٍ يَا بُنَيَّ ارْكَبْۭۗ مَعَنَا وَلَا تَكُنْ مَعَ الْكَافِر۪ينَ ﴿٤٢﴾ قَالَ سَاٰو۪ٓي اِلٰى جَبَلٍ يَعْصِمُن۪ي مِنَ الْمَٓاءِۜ قَالَ لَا عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِ اِلَّا مَنْ رَحِمَۚ وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَق۪ينَ ﴿٤٣﴾

41-43. Nûh, gemiye bineceklere: ″Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ (Allah’ın ismini zikredip, geminin yürümesi de durması da O’nun irâdesiyledir) diyerek gemiye binin. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhametlidir″ dedi.* Bindiler ve gemi, dağlar gibi dalgalar arasında yüzmeye başladı. Nûh, kendinden ayrılmış olan oğluna: ″Oğulcuğum! Gel, bizimle beraber bin. Kâfirlerle beraber olma!″ diye nidâ etti.* Oğlu: ″Beni gark olmaktan koruyacak bir dağa sığınırım″ dedi. Nûh da: ″Bugün Allah’ın rahmet ettiğinden başka, O’nun azâbından korunacak yoktur″ dedi. Bu esnâda dalga aralarına girdi, oğlu da gark olanlardan oldu.

İzah: Tufan başlayınca yerden sular kaynamaya, semâdan bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Denizin yükselmesi ile birlikte bütün kara parçaları su altında kaldı. Böylece gemi yüzmeye başladı.

Âyette anlatıldığı gibi, Nûh Aleyhisselâm‘ın oğullarından Kenan gemiye binmedi ve ″Ben dağ başına; tunçtan bir ev yaptırırım, ona girerim. Tufan geçince de çıkarım″ dedi.

İşte bu Âyet-i Kerîme’de: ″Bugün Allah’ın rahmet ettiğinden başka, Allah’ın azâbından korunacak yoktur″ diye geçtiği üzere, tufandan ancak Allah’u Teâlâ’nın rahmet ettiği kimselerin kurtulacağı beyan edilmiştir.

Gemiye binenlerden başka, Allah’ın rahmetiyle kurtulan bir kadın hakkında da şu hâdise rivâyet edilmiştir:

Tufandan önce yaşlı bir kadın, her gün ineğini sağar ve sütünü Nûh Aleyhisselâm’a getirirdi: ″Yâ Nûh! Tufanda beni unutma″ derdi. O da: ″Tamam″ derdi. Tufan olup bunlar gemiye binince, Nûh Aleyhisselâm, yaşlı kadını gemiye almayı unutmuştu. Tufan geçtikten sonra sular çekildi ve yer kurudu. Bir gün, yaşlı kadın yine ineği sağmış, sütü getirdi. ″Yâ Nûh! Beni tufanda unutma, gemiye al″ deyince Nûh Aleyhisselâm: ″Subhânallâh! Tufan oldu, geçti. Sana ve ineğine bir şey olmamış. Sen hiçbir şey farketmedin mi?″ dedi. Yaşlı kadın: ″Bir gün ineğimin sırtı yaşarmış olarak eve geldi. Başka bir şey hatırlamıyorum″ dedi.

Yeryüzü altı ay tufanın içinde kalıyor, her yer deniz oluyor. Yaşlı kadının haberi yok. Kendine ve ineğine hiçbir şey olmamış. Allah esirgerse, işte böyle esirger. Nitekim Allah’u Teâlâ Nemrut’un yaktırdığı ateşi gül bahçesine çevirerek İbrâhim Aleyhisselâm‘ı bu ateşten esirgemiştir. Allah’u Teâlâ bizi de esirgesin. Amin!


﴿ وَق۪يلَ يَٓا اَرْضُ ابْلَع۪ي مَٓاءَكِ وَيَا سَمَٓاءُ اَقْلِع۪ي وَغ۪يضَ الْمَٓاءُ وَقُضِيَ الْاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَق۪يلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ ﴿٤٤﴾

44. Sonra, ″Ey yer! Suyunu çek. Ey gök! Suyunu dindir″ denildi. Su çekildi ve (Nûh kavminin helâki hakkındaki) Allah’ın vaadi yerini buldu. Gemi, Cudi Dağı’nın üzerinde durdu ve ″Zâlimler topluluğu, Allah’ın rahmetinden uzak olsun″ denildi.

İzah: Böylece gemi, altı ay su yüzünde kaldı. Sular çekilince de Aşûre Günü, Cudi Dağı’nda karaya oturdu. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

رَجَبٌ شَهْرٌ عَظِيمٌ يُضَاعِفُ اللّٰهُ فِيهِ الْحَسَنَاتِ فَمَنْ صَامَ يَوْمًا مِنْ رَجَبٍ فَكَأَنَّمَا صَامَ سَنَةً وَمَنْ صَامَ مِنْهُ سَبْعَةَ أَيَّامٍ غُلِّقَتْ عَنْهُ سَبْعَةُ أَبْوَابِ جَهَنَّمَ وَمَنْ صَامَ مِنْهُ ثَمَانِيَةَ أَيَّامٍ فُتِحَتْ لَهُ ثَمَانِيَةُ أَبْوَابِ الْجَنَّةِ وَمَنْ صَامَ مِنْهُ عَشَرَةَ أَيَّامٍ لَمْ يَسْأَلِ اللّٰهَ شَيْئًا إِلا أَعْطَاهُ إِيَّاهُ وَمَنْ صَامَ مِنْهُ خَمْسَةَ عَشَرَ يَوْمًا نَادَى مُنَادٍ فِي السَّمَاءِ قَدْ غُفِرَ لَكَ مَا مَضَى فَاسْتَئْنِفِ الْعَمَلَ وَمَنْ زَادَ زَادَهُ اللّٰهُ وَفِي رَجَبٍ حَمَلَ اللّٰهُ نُوحًا فِي السَّفِينَةِ فَصَامَ رَجَبًا وَأَمَرَ مَنْ مَعَهُ أَنْ يَصُومُوا فَجَرَتْ بِهِمُ السَّفِينَةُ سِتَّةَ أَشْهُرٍ آخِرُ ذَلِكَ يَوْمُ عَاشُورَاءَ أُهْبِطَ عَلَى الْجُودِيِّ فَصَامَ نُوحٌ وَمَنْ مَعَهُ وَالْوَحْشُ شُكْرًا لِلّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ وَفِي يَوْمِ عَاشُورَاءَ فَلَقَ اللّٰهُ الْبَحْرَ لِبَنِي إِسْرَائِيلَ وَفِي يَوْمِ عَاشُورَاءَ تَابَ اللّٰهُ عَلَى آدَمَ وَعَلَى مَدِينَةِ يُونُسَ وَفِيهِ وُلِدَ إِبْرَاهِيمُ. (طب عن سعيد بن ابى راشد)

″Receb, büyük bir aydır. Allah’u Teâlâ bu ayda hasenâtı kat kat eder. Kim Receb’den bir gün oruç tutarsa, sanki bir sene oruç tutmuş gibi olur. Kim ondan yedi gün oruç tutarsa, ona Cehennem kapıları kapanır. Kim ondan sekiz gün oruç tutarsa, ona Cennetin sekiz kapısı açılır. Kim ondan on gün oruç tutarsa, Allah’ Teâlâ ona istediğini verir. Kim ondan on beş gün oruç tutarsa, semâdan bir münadi şöyle seslenir: Geçmişin affolundu. Amellere yeniden başla. Kim artırırsa Allah’u Teâlâ da onu artırır. Receb ayında Allah’u Teâlâ Nûh’u gemiye bindirdi ve o, Receb ayını oruçlu geçirdi. Yanındakilere de oruç tutmalarını emretti. Onlarla gemi altı ay seyretti. Bunun sonu Aşûre Günü’dür. Ve gemi, Cudi Dağı’nda durdu. O gün Nûh, yanındaki insanlar ve hayvanlar hepsi, Aziz ve Celil olan Allah için, şükür olarak oruçlu idiler. Allah’u Teâlâ, denizi İsrailoğulları için Aşûre Günü’nde yardı. Ve yine Aşûre Günü’nde Allah’u Teâlâ Âdem’in tevbesini ve Yunus’un şehrinin halkının tevbesini de kabul etti. İbrâhim de o gün de doğdu.″[1]

Yine bu hususta İmam Kurtubî, tefsirinde şu hâdiseyi nakleder:

Nûh Aleyhisselâm, yer­yüzünün durumuna dair (kara parçası görülüp görülmediğine dair) kendisine bilgi getirmek üzere birisini görevli olarak gön­dermek isteyince, tavuk ben gideyim, dedi. Nûh Aleyhisselâm, o tavuğu alıp kanatla­rını mühürledi ve ona: ″Sen benim mührümle mühürlüsün, ebediyyen uçamazsın. Seninle benim ümmetim istifâde etsin″ dedi. Bunun üzerine kar­gayı gönderdi, karga bir leşe kondu ve orada kaldı, dönüşü gecikti. Nûh Aleyhisselâm da kargaya lânet etti, işte bundan dolayı leş yiyen karga, hem Harem bölgesinde, hem de Harem bölgesinin dışında öldürülür.[2] Nûh Aleyhisselâm kargaya korkak olsun, di­ye bedduâ etti. Bundan dolayı karga evcil değildir. Daha sonra güvercini gön­derdi, güvercin duracak bir yer bulamadı. Sina topraklarında bir ağaca kon­du ve bir zeytin yaprağı taşıdı, Nûh Aleyhisselâm’ın yanına geri döndü, böylelikle Nûh Aleyhisselâm güvercinin yere konamadığını anladı. Daha sonra onu bir daha gön­derdi. Bu sefer güvercin Harem bölgesi vâdilerinden birisine kondu. Kâbe’nin bulunduğu yerlerde suyun çekilmiş olduğunu gördü. Oranın çamurları kırmı­zı renkli idi, o bakımdan güvercinin iki ayağı da bu çamur ile renklendi. Sonradan Nûh Aleyhis-selâm’a gelerek, sana vereceğim müjde karşılığında benim boynuma gerdanlık bağışlaman, ayaklarımın kınalanması ve Harem bölgesinde yer­leşmem olsun, dedi. Nûh Aleyhisselâm eliyle boynunu sıvazladı, boynunun etrafında gerdan­lık oluştu; ayaklarında da ona kırmızılık bağışladı, ona ve zürriyetine mübârek olması için duâ etti.

Nihâyet Cudi Dağı’na indiklerinde gemide bulunan son yiyeceklerini de hep bir araya toplayıp karıştırarak Aşûre yemeğini yaptılar. Bunlar nohut, fasulye, dövme gibi yedi çeşit yiyecek türünden oluşmaktaydı. İşte Muharrem’in onuncu günü bu şekilde Aşûre yemeği yapmak sevaptır. Bu da Nûh Aleyhisselâm’dan kalma bir sünnettir.


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 5405; Râmûz’ul-Ehâdîs, Hadis No: 288/13.

[2] Hz. Âişe’den nakledilen bir Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Beş çeşit hayvan vardırki bunlar fâsıktırlar. Bunlar harem dâhilinde dahi öldürülürler: Bunlar karga, çaylak, ısırıcı (kuduz) köpek, akrep ve fâre.″ Sahih-i Müslim, Hac 9 (71, 76-79)


﴿ وَنَادٰى نُوحٌ رَبَّهُ فَقَالَ رَبِّ اِنَّ ابْن۪ي مِنْ اَهْل۪ي وَاِنَّ وَعْدَكَ الْحَقُّ وَاَنْتَ اَحْكَمُ الْحَاكِم۪ينَ ﴿٤٥﴾ قَالَ يَا نُوحُ اِنَّهُ لَيْسَ مِنْ اَهْلِكَۚ اِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍۗ فَلَا تَسْـَٔلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌۜ اِنّ۪ٓي اَعِظُكَ اَنْ تَكُونَ مِنَ الْجَاهِل۪ينَ ﴿٤٦﴾

45-46. Nûh, Rabbine nidâ ederek, ″Yâ Rabbi! Şüphesiz oğlum benim ehlimdendir (ehlimin kurtulacağını vaad buyurduğun halde onu gark ettin). Muhakkak ki, Senin vaadin haktır. Sen, hükmedenlerin en iyi hükmedenisin!″ dedi.* Allah’u Teâlâ da, ″Ey Nûh! O senin ehlinden değildir. Çünkü o, pek kötü işte bulundu. Sen, bilmediğin bir şeyi Benden isteme. Muhakkak ki, Ben sana câhillerden olmayasın diye öğüt veririm″ buyurdu.

İzah: Nûh Aleyhisselâm’ın oğlullarından biri olan Kenan gemiye binmemişti. Suda boğulurken Kenan, babasına: ″Baba beni kurtar″ diye çağırdı. Nûh Aleyhisselâm da onu kurtarmak için gemiyi oğlundan tarafa çevirince Allah’u Teâlâ: ″Yâ Nûh! Ben seni aklıselime çekiyorum, sen câhillerden oluyorsun. Kim senin gemine bindiyse ehlin odur″ buyurdu.

Kenan, Nûh Aleyhisselâm’ın öz oğlu olduğu halde, Allah’a ve Peygamberine itaat etmeyerek gemiye binmediği için, Allah’u Teâlâ Nûh Aleyhisselâm’ın ehlinden olmadığını yani evlâdı sayılmadığını söyle-miştir. Bu sebeple Allah’u Teâlâ Nûh Aleyhisselâm’ın, gemiyi oğlundan tarafa çevirmesine müsaade etmedi. Kenan da boğularak öldü.

İşte Peygamberler kendine tâbi olanların babası hükmündedir. Nitekim Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Ahzâb, Âyet 6’da: ″Peygamber, Mü’min-lere kendi canlarından daha evlâdır. Onun zevceleri de Mü’minlerin anneleridir…″ diye geçen buyruğundan dolayı, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de Mü’minlerin babasıdır.


﴿ قَالَ رَبِّ اِنّ۪ٓي اَعُوذُ بِكَ اَنْ اَسْـَٔلَكَ مَا لَيْسَ ل۪ي بِه۪ عِلْمٌۜ وَاِلَّا تَغْفِرْ ل۪ي وَتَرْحَمْن۪ٓي اَكُنْ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ ﴿٤٧﴾

47. Nûh: ″Ey Rabbim! Şüphesiz ben, bilmediğim bir şeyi Senden istemekten Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, hüsrâna uğrayanlardan olurum″ dedi.


﴿ ق۪يلَ يَا نُوحُ اهْبِطْ بِسَلَامٍ مِنَّا وَبَرَكَاتٍ عَلَيْكَ وَعَلٰٓى اُمَمٍ مِمَّنْ مَعَكَۜ وَاُمَمٌ سَنُمَتِّعُهُمْ ثُمَّ يَمَسُّهُمْ مِنَّا عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٤٨﴾

48. Ona şöyle denildi: ″Ey Nûh! Tarafımızdan bir güven içinde, sana ve senin zürriyetinden sonra gelecek ümmetlere (Mü’minlere) verilecek olan bereketlerle gemiden in. Bir kısım ümmetleri (kâfirleri) de ecelleri gelinceye kadar dünyâda faydalandıracağız. Sonra onlara tarafımızdan elim bir azap dokunacaktır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, Nûh (Aleyhisselam) ile gemiye binen insanların tamamının Allah’u Teâlâ’nın emrine itaat eden Mü’min kimseler olduğu, tufandan sonra, bunların nesillerinin yeryüzüne tekrar yayılıp çoğalacağı ve bunların içerisinde de Allah’a isyan eden kâfir zümreler olacağı bildirilmektedir.


﴿ تِلْكَ مِنْ اَنْبَٓاءِ الْغَيْبِ نُوح۪يهَٓا اِلَيْكَۚ مَا كُنْتَ تَعْلَمُهَٓا اَنْتَ وَلَا قَوْمُكَ مِنْ قَبْلِ هٰذَاۜۛ فَاصْبِرْۜۛ اِنَّ الْعَاقِبَةَ لِلْمُتَّق۪ينَ۟ ﴿٤٩﴾

49. Ey Habîbim! Sana vahyettiğimiz bu kıssa, gaybî olan haberler-dendir. Vahiyden önce sen ve kavmin, bu kıssayı bilmezdiniz. O halde sabret. Şüphesiz ki (dünyâda ve âhirette) güzel âkıbet, takvâ sahipleri içindir.


﴿ وَاِلٰى عَادٍ اَخَاهُمْ هُودًاۜ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا مُفْتَرُونَ ﴿٥٠﴾ يَا قَوْمِ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًاۜ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى الَّذ۪ي فَطَرَن۪يۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿٥١﴾ وَيَا قَوْمِ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُٓوا اِلَيْهِ يُرْسِلِ السَّمَٓاءَ عَلَيْكُمْ مِدْرَارًا وَيَزِدْكُمْ قُوَّةً اِلٰى قُوَّتِكُمْ وَلَا تَتَوَلَّوْا مُجْرِم۪ينَ ﴿٥٢﴾

50-52. Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u Peygamber olarak gönderdik. O dedi ki: ″Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin. Sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Siz ise (putlara ibâdet ederek, Allah’a ortak koşan) iftiracılardan başka bir şey değilsiniz.* Ey kavmim! Ben dâvetime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım, beni yaratan Allah’a aittir. Düşünmüyor musunuz?* Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra da O’na tevbe edin ki, size semâdan bol bol yağmur yağdırsın, (mallar ve evlat ile) kuvvetinizi daha da artırsın. Mücrimler olarak (Allah’tan) yüz çevirmeyin.″

İzah: Hûd Aleyhisselâm, Âd kavminden olup Nûh Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir. Bunlar, bir Arap kabilesi olup Yemen bölgesinde ikâmet ederlerdi.

Hûd Aleyhisselâm, kavmini hak yola dâvet etmiş ve onlardan bu dâvetine karşı hiçbir dünyâlık menfaat ve ücret beklemediğini beyan ederek, Şâyet ben, size öğüt vermekten başka bir maksat gütmüş olsaydım, yaptığım dâvete karşılık, sizlerden bir kısım dünyâ menfaatleri elde etmeye çalışırdım″ diye buyurmuştur.

Rivâyet edildiğine göre, Âd kavminin, küfürleri sebebiyle yurtlarında kuraklık olmuştu. Kendileri geniş arazilere sahip olduklarından ziraat ile uğraşıyorlardı ve bu kuraklıktan dolayı yağmura şiddetli ihtiyaçları vardı. Allah’u Teâlâ’nın verdiği bir belâ ile bunların kadınlarının çoğu kısırlaşmıştı. Bu sebeple çocukları olmuyordu. Bunlar diğer kavimlere karşı kuvvetsiz bir hâle gelmişlerdi. Hûd Aleyhisselâm, Allah’u Teâlâ’ya istiğfar ve tevbe etmeleri durumunda bu sıkıntılardan kurtulacaklarını, bolluk ve bereket olacağını onlara haber vermişti.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ لَزِمَ الِاسْتِغْفَارَ جَعَلَ اللّٰهُ لَهُ مِنْ كُلِّ ضِيقٍ مَخْرَجًا وَمِنْ كُلِّ هَمٍّ فَرَجًا وَرَزَقَهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ (د ه عن عبد اللّٰه بن عباس)

″Kim istiğfar etmeye devam ederse, Allah’u Teâlâ o kimse için her sıkıntıdan bir çıkış ve her kederden bir kurtuluş yolu ihsan eder ve onu, ummadığı yerden (helâl ve güzel rızık ile) rızıklandırır.″[1]


[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Vitir 26; Sünen-i İbn-i Mâce, Edeb 57.


﴿ قَالُوا يَا هُودُ مَا جِئْتَنَا بِبَيِّنَةٍ وَمَا نَحْنُ بِتَارِك۪ٓي اٰلِهَتِنَا عَنْ قَوْلِكَ وَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِن۪ينَ ﴿٥٣﴾ اِنْ نَقُولُ اِلَّا اعْتَرٰيكَ بَعْضُ اٰلِهَتِنَا بِسُٓوءٍۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اُشْهِدُ اللّٰهَ وَاشْهَدُٓوا اَنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَۙ ﴿٥٤﴾ مِنْ دُونِه۪ فَك۪يدُون۪ي جَم۪يعًا ثُمَّ لَا تُنْظِرُونِ ﴿٥٥﴾ اِنّ۪ي تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ رَبّ۪ي وَرَبِّكُمْۜ مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَاۜ اِنَّ رَبّ۪ي عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ ﴿٥٦﴾ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ مَٓا اُرْسِلْتُ بِه۪ٓ اِلَيْكُمْۜ وَيَسْتَخْلِفُ رَبّ۪ي قَوْمًا غَيْرَكُمْۚ وَلَا تَضُرُّونَهُ شَيْـًٔاۜ اِنَّ رَبّ۪ي عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ حَف۪يظٌ ﴿٥٧﴾

53-57. Kavmi de dediler ki: ″Ey Hûd! Sen bize açık bir mûcize ile gelmedin. Biz senin sözünle ilahlarımızı terk edecek değiliz. Biz sana îman edecek de değiliz.* Biz: ″İlahlarımızdan bâzısı seni fenâ çarpmış″ demekten başka bir şey söylemeyiz. Hûd dedi ki: ″Ben, Allah’ı şâhit tutarım. Siz de şâhit olun ki, ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.* Haydi (sizler de, ilahlarınız da) hep birlikte bir araya gelin ve bana istediğiniz tuzağı kurun, bana mühlet de vermeyin.* Şüphesiz ben, hem benim Rabbim, hem de sizin Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Hareket eden hiçbir canlı varlık yoktur ki, idâre ve tasarrufu O’nun elinde olmasın. Şüphesiz Rabbimin yolu, elbette hak olan yoldur.* Eğer haktan yüz çevirirseniz, ben size tebliğ etmekle görevli olduğum şeyi muhakkak tebliğ ettim. Rabbim sizi helâk eder ve yerinize başka bir kavim getirir. Hakkı kabulden yüz çevirmekle O’na aslâ zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rabbim, her şeyin koruyucusu ve gözetleyicisidir.″


﴿ وَلَمَّا جَٓاءَ اَمْرُنَا نَجَّيْنَا هُودًا وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّاۚ وَنَجَّيْنَاهُمْ مِنْ عَذَابٍ غَل۪يظٍ ﴿٥٨﴾

58. Âd kavminin helâki hakkındaki emrimiz gelince, Hûd’u ve onunla beraber îman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık ve onları ağır bir azaptan kurtardık.


﴿ وَتِلْكَ عَادٌ جَحَدُوا بِاٰيَاتِ رَبِّهِمْ وَعَصَوْا رُسُلَهُ وَاتَّبَعُٓوا اَمْرَ كُلِّ جَبَّارٍ عَن۪يدٍ ﴿٥٩﴾ وَاُتْبِعُوا ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ اَلَٓا اِنَّ عَادًا كَفَرُوا رَبَّهُمْۜ اَلَا بُعْدًا لِعَادٍ قَوْمِ هُودٍ۟ ﴿٦٠﴾

59-60. Rablerinin âyetlerini inkâr eden, Peygamberlerine isyan eden, inatçı ve cebbâr olan önderlerine tâbi olan Âd kavminin hâli budur.* Onlar, hem dünyâda, hem de âhiret gününde bir lânete tâbi tutuldular. Haberiniz olsun ki, Âd kavmi, Rablerini inkâr ettiler. Haberiniz olsun ki, Hûd’un kavmi olan Âd, Allah’ın rahmetinden uzaklaştılar.

İzah: Âd kavminin inatçı ve kibirli olan önderleri tanrılık iddiasında bulunan Şeddat idi. Hûd Aleyhisselâm‘ın kavmi olan Âd kavmi ve bunların nasıl helâk edildiğine dair geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 72 ve izahına bakınız.


﴿ وَاِلٰى ثَمُودَ اَخَاهُمْ صَالِحًاۢ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ هُوَ اَنْشَاَكُمْ مِنَ الْاَرْضِ وَاسْتَعْمَرَكُمْ ف۪يهَا فَاسْتَغْفِرُوهُ ثُمَّ تُوبُٓوا اِلَيْهِۜ اِنَّ رَبّ۪ي قَر۪يبٌ مُج۪يبٌ ﴿٦١﴾

61. Semud kavmine de kardeşleri Sâlih’i Peygamber olarak gönderdik. O dedi ki: ″Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin. Sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Sizi topraktan yaratan ve sizi orada yaşatan O’dur. O’ndan bağışlanma dileyin, sonra da O’na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim, kullarına çok yakındır ve duâlara icâbet edendir.″

İzah: Semud Kavmi, Tebuk ile Medîne arasında bulunan Hicr bölgesinde yaşamış olan bir kavimdir. Dağları oyarak evler yapmışlardı. Bunlar, kendilerine Peygamber olarak gönderilen Sâlih Aleyhisselâm’ı yalanladılar ve istekleri üzerine Sâlih Aleyhisselâm’ın mûcize olarak getirmiş olduğu dişi deveyi keserek öldürdüler. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ da onları helâk etti.

Sâlih Aleyhisselâm ve Semud kavmi hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 78’in izahına bakınız.


﴿ قَالُوا يَا صَالِحُ قَدْ كُنْتَ ف۪ينَا مَرْجُوًّا قَبْلَ هٰذَٓا اَتَنْهٰينَٓا اَنْ نَعْبُدَ مَا يَعْبُدُ اٰبَٓاؤُ۬نَا وَاِنَّنَا لَف۪ي شَكٍّ مِمَّا تَدْعُونَٓا اِلَيْهِ مُر۪يبٍ ﴿٦٢﴾

62. Kavmi: ″Ey Sâlih! Sen bunları söylemeden önce, aramızda (kendisinde olgunluk görülen ve efendi olması) ümit edilen biriydin. Şimdi bize, babalarımızın taptıklarına tapmamızı mı yasaklıyorsun? Şüphesiz biz, bizi dâvet ettiğin şeyler hakkında şiddetli bir tereddüt ve şüphe içindeyiz″ dediler.


﴿ قَالَ يَا قَوْمِ اَرَاَيْتُمْ اِنْ كُنْتُ عَلٰى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبّ۪ي وَاٰتٰين۪ي مِنْهُ رَحْمَةً فَمَنْ يَنْصُرُن۪ي مِنَ اللّٰهِ اِنْ عَصَيْتُهُ فَمَا تَز۪يدُونَن۪ي غَيْرَ تَخْس۪يرٍ ﴿٦٣﴾ وَيَا قَوْمِ هٰذِه۪ نَاقَةُ اللّٰهِ لَكُمْ اٰيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ ف۪ٓي اَرْضِ اللّٰهِ وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُٓوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ قَر۪يبٌ ﴿٦٤﴾ فَعَقَرُوهَا فَقَالَ تَمَتَّعُوا ف۪ي دَارِكُمْ ثَلٰثَةَ اَيَّامٍۜ ذٰلِكَ وَعْدٌ غَيْرُ مَكْذُوبٍ ﴿٦٥﴾

63-65. Sâlih, onlara dedi ki: ″Ey kavmim! Söyleyin bana, eğer Rabbimden, (dâvâmın doğruluğuna dair) açık bir delilim varsa ve Allah tarafından bana bir rahmet olarak Peygamberlik verilmişse, buna rağmen Allah’a isyan edersem, beni Allah’ın azâbından kim kurtarır? Demek ki, (ben size uyarsam) siz bana ziyandan başka bir şey artırmış olmayacaksınız.* Ey kavmim! Şu dişi deve, Allah’u Teâlâ’nın size mûcize olarak gönderdiği devedir. Onu bırakın, Allah’ın arzında (yeryüzünde) yayılsın. Ona bir fenâlık yapmayın, yoksa inmesi yakın olan bir azâba uğrarsınız.″* Sonra kavmi, o deveyi keserek öldürdüler. Sâlih onlara dedi ki: ″Yurdunuzda üç gün daha yaşayın (sonra azâba uğrayacaksınız). İşte bu, yalanlanmamış olan bir vaaddir.″


﴿ فَلَمَّا جَٓاءَ اَمْرُنَا نَجَّيْنَا صَالِحًا وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَمِنْ خِزْيِ يَوْمِئِذٍۜ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْقَوِيُّ الْعَز۪يزُ ﴿٦٦﴾

66. Semud kavminin helâki hakkındaki emrimiz gelince, Sâlih’i ve onunla beraber îman edenleri tarafımızdan bir rahmetle o günün azâbından ve zelilliğinden kurtardık. Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin çok kuvvetlidir, her şeye gâliptir.


﴿ وَاَخَذَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا الصَّيْحَةُ فَاَصْبَحُوا ف۪ي دِيَارِهِمْ جَاثِم۪ينَۙ ﴿٦٧﴾ كَاَنْ لَمْ يَغْنَوْا ف۪يهَاۜ اَلَٓا اِنَّ ثَمُودَا۬ كَفَرُوا رَبَّهُمْۜ اَلَا بُعْدًا لِثَمُودَ۟ ﴿٦٨﴾

67-68. Nihâyet o zâlimleri, korkunç bir ses yakaladı ve sabahleyin yurtlarında diz üstü çökmüş (ölmüş) olarak bulundular.* Orada hiç oturmamış gibi oldular. Haberiniz olsun ki, Semud kavmi, Rablerini inkâr ettiler. Haberiniz olsun ki, Semud kavmi, Allah’ın rahmetinden uzaklaştılar.

İzah: Semud kavmi ve Salih Aleyhisselâm’ın kıssası hakkında geniş bilgi için yine Sûre-i A’râf, Âyet 73-79 ve izahlarına bakınız.


﴿ وَلَقَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُنَٓا اِبْرٰه۪يمَ بِالْبُشْرٰى قَالُوا سَلَامًاۜ قَالَ سَلَامٌ فَمَا لَبِثَ اَنْ جَٓاءَ بِعِجْلٍ حَن۪يذٍ ﴿٦٩﴾

69. Şüphesiz ki resullerimiz (melekler), İbrâhim’e bir müjde ile geldiler. Ona: ″Selâm″ dediler. İbrâhim de ″Selâm″ dedi ve çok geçmeden kızartılmış (semiz) bir buzağıyı getirdi.

İzah: Rivâyete göre; İbrâhim Aleyhisselâm’a gelen melekler, Cebrâil, Mikâil ve İsrâfil idi.

İbrâhim Aleyhisselâm’ın misafirlerine yaptığı ikram Sûre-i Zâriyât, Âyet 24-27’de de şöyle geçmektedir:

Ey Resûlüm! İbrâhim’in ağırladığı misafirlerin kıssası sana geldi mi?* Hani onlar, İbrâhim’in yanına girmiş ve ″Selâm″ demişlerdi. İbrâhim de: ″Selâm size, siz tanınmayan bir kavimsiniz″ demişti.* Hemen bir bahane ile ailesinin yanına gitti ve (kızartılmış) semiz bir buzağı getirdi.* Onu önlerine koydu ve ″Yemez misiniz?″ dedi.

İbrâhim Aleyhisselâm misafirhâne yaptırıp yoldan gelip geçenleri doyurmakla tanınmış olduğundan ona, ″Ebu’d-Dayfân (misafirlerin babası) diye isim verilmiştir.[1] Abdullah İbn-i Amr Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَا جِبْرِيل لِمَ اِتَّخَذَ اللّٰهُ إِبْرَاهِيم خَلِيلًا؟ قَالَ لِإِطْعَامِهِ الطَّعَام يَا مُحَمَّد (هب عن عبد اللّٰه بن عمرو)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Yâ Cebrâil! Allah’u Teâlâ, İbrâhim’i ne sebepten Halîl (dost) edindi?″ diye sorunca, o: ″Misafir-lerine yemek yedirdiği için Yâ Muhammed!″ diye cevap verdi.[2]

Bu da, misafire ikramın ne kadar önemli olduğunu gösterir. İbrâhim Aleyhisselâm hiç tanımadığı halde, kendisine gelenlere en iyi şekilde ikramda bulunup, güzel bir buzağı kızartarak önlerine getirmiştir. Hattâ onlara aç olup olmadıklarını dahi sormamıştı.

Misafire ikram hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen Hadis-i Şerifler’den bâzıları da şöyledir:

مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَلْيَقُلْ خَيْرًا أَوْ لِيَصْمُتْ، وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَلْيُكْرِمْ جَارَهُ، وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَلْيُكْرِمْ ضَيْفَهُ (خ م عن ابى هريرة)

″Allah’a ve âhiret gününe îman eden kimse, ya hayır söylesin ya da sussun! Allah’a ve âhiret gününe îman eden kimse, akrabasına iyilik etsin. Allah’a ve âhiret gününe îman eden kimse, misafirine ikram etsin.″[3]

ثَلَاثٌ حَقٌ عَلَى اللّٰهِ أَنْ لَا يَرُدُّ لَهُمْ دَعْوَةً: اَلصَّائِمُ حَتَّى يُفْطِرَ وَالْمَظْلُومُ حَتَّى يَتْنَصِرَ وَالْمُسَافِرُ حَتَّى يَرْجِعَ (بزار عن ابى هريرة )

″Üç kişi vardır ki, duâlarını geri çevirmemek Allah’u Teâlâ üzerine bir haktır: Orucunu açıncaya kadar oruçlu, hakkını alıncaya kadar mazlum ve evine dönünceye kadar misafir.″[4]

أَقِيلُوا السَّخِيَّ زَلَّتَهُ فَإِنَّ اللّٰهَ آخِذٌ بِيَدِهِ كُلَّمَا عَثَرَ (الجامع الصغير عن ابن عباس )

″Cömert kimselerin kusurunu affedin. Çünkü her ayağı tökezlediğinde Allah’u Teâlâ onun elinden tutar.″[5]


[1] Mecmâ’ul-Âdab, s. 209-210.

[2] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 9290.

[3] Sahih-i Buhârî, Edeb 31, 85; Sahih-i Müslim, Îman 19 (74).

[4] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 3319.

[5] Celâleddin es-Suyûtî, Câmi’us-Sağir, c. 1, s. 283.


﴿ فَلَمَّا رَآٰ اَيْدِيَهُمْ لَا تَصِلُ اِلَيْهِ نَكِرَهُمْ وَاَوْجَسَ مِنْهُمْ خ۪يفَةًۜ قَالُوا لَا تَخَفْ اِنَّٓا اُرْسِلْنَٓا اِلٰى قَوْمِ لُوطٍۜ ﴿٧٠﴾ وَامْرَاَتُهُ قَٓائِمَةٌ فَضَحِكَتْ فَبَشَّرْنَاهَا بِاِسْحٰقَۙ وَمِنْ وَرَٓاءِ اِسْحٰقَ يَعْقُوبَ ﴿٧١﴾ قَالَتْ يَا وَيْلَتٰٓى ءَاَلِدُ وَاَنَا۬ عَجُوزٌ وَهٰذَا بَعْل۪ي شَيْخًاۜ اِنَّ هٰذَا لَشَيْءٌ عَج۪يبٌ ﴿٧٢﴾ قَالُٓوا اَتَعْجَب۪ينَ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ اَهْلَ الْبَيْتِۜ اِنَّهُ حَم۪يدٌ مَج۪يدٌ ﴿٧٣﴾

70-73. Onların ellerinin yemeğe uzanmadığını görünce, bu halleri hoşuna gitmedi ve onlardan korktu. Onlar: ″Korkma! Biz, Lût’un kavmine gönderildik″ dediler.* İbrâhim’in zevcesi de ayakta duruyordu, (Meleklerin, ″Korkma″ diye vukû bulan müjdesinden dolayı) sevincinden güldü. Ona da İshâk’ı ve İshâk’ın arkasından da Yâkub’u müjdeledik.* İbrâhim’in zevcesi (Sâra): ″Vay başıma gelene! Ben, (kısır) yaşlı bir kadınım ve bu kocam da bir şeyhtir. Bu halde ben doğurur muyum? Şüphesiz ki bu, acâyip bir şeydir″ dedi.* Melekler ona: ″Allah’ın işine mi şaşırıyorsun? Ey İbrâhim’in ailesi! Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizdedir. Şüphesiz O, hamde lâyıktır, şânı yücedir″ dediler.

İzah: Melekler, insan sûretinde gelmişlerdi. Yemeğe ellerini sürmeyince, İbrâhim Aleyhisselâm onlara, neden yemediklerini sordu. Onlar da, kendilerinin Cebrâil, Mikâil ve İsrâfil olduklarını beyan ettiler. İbrâhim Aleyhisselâm bunların ne için geldiklerini bilmediğinden dolayı endişe ederek korktu. Melekler de korkmamasını, kendisini İshâk ve Yâkub Aleyhimesselâm ile müjdelemek için geldiklerini ve Lût Aleyhisselâm’ın yanına giderek de azgın olan kavmini helâk edeceklerini beyan ettiler.

Yine Âyet-i Kerîme’de, İbrâhim Aleyhisselâm’ın zevcesi Sâra vâlidemizin, insan zannettiği meleklere hizmet için orada ayakta durması misafire olan hürmeti ve adabın nasıl olması gerektiğinin bir göstergesidir.

Rivâyet edildiğine göre, Hz. Ömer Radiyallâhu anhu bir misafir geldiğinde, ona kendi hizmet eder ve şöyle dermiş:

Peygamberimiz Sallallâhu Teâlâ aleyhi vesellem’den işittim ki, misafir olan evde melekler ayakta olurlar. Öyle olunca ben oturup onlar ayakta olunca utanırım.″[1]

Bu nedenle misâfire ev sahibi hizmet etmelidir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

سَخَافَةٌ بِالمَرْءِ أنْ يَسْتَخْدِمَ ضَيْفَهُ (الديلمى عن إبن عباس)

″İnsanın aklının kısalığına alâmettir ki, misafirinden hizmet bekleye.″[2]

Misafir giderken onları uğurlamak gerektiğine dair de Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu hadis nakledilmiştir:

إِنَّ مِنَ السُّنَّةِ أَنْ يَخْرُجَ الرَّجُلُ مَعَ ضَيْفِهِ إِلَى بَابِ الدَّارِ (ه عن ابى هريرة)

″Kişinin misafirini dış kapıya kadar uğurlaması sünnettendir.″[3]

Yine âyette geçtiği üzere Melekler, İbrâhim Aleyhisselâm’a gelerek; İshâk Aleyhisselâm ile müjdeleyince, İbrâhim Aleyhisselâm’ın zevcesi Sâra: ″Vay başıma gelene! Ben, (kısır) yaşlı bir kadınım″ diye söylemiştir. Çünkü kendisi doksan yaşında idi ve o zamana kadar hiç çocuğu olmamıştı. Bu nedenle çocuğunun olacağına dair haberi alınca, hayret edip böyle söylemiştir.

Bu husus Sûre-i Zâriyât, Âyet 28-30’da da şöyle geçmektedir:

O vakit İbrâhim onlardan korktu. Misafirler: ″Korkma! Biz, Allah’ın resulleriyiz″ dediler ve onu ilim sâhibi bir oğul ile müjdele-diler.* Bunun üzerine zevcesi (Sâra), hayretle seslenerek geldi, ellerini yüzüne vurdu ve ″Benim gibi kısır, yaşlı bir kadın nasıl doğurur?″ dedi.* Melekler de: ″Senin Rabbin, işte böyle emretti. Şüphesiz O, hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi bilendir″ dediler.

Sâra vâlidemiz, İbrâhim Aleyhisselâm’a: ″Bu kocam da bir şeyhtir″ diyerek, onun yaşlı ve saygı değer, kemal sahibi biri olduğunu söylemiştir.

Yine Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere melekler, İbrâhim Aleyhis-selâm’ın ailesine: ″Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizdedir″ diye selâm vererek, Allah’u Teâlâ’nın rahmeti ve bereketiyle çocuklarının olacağını ve çoğalacaklarını müjdelemişlerdir.

Sahâbe-i Kirâm tarafından Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e:

قِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَمَّا السَّلَامُ عَلَيْكَ فَقَدْ عَرَفْنَاهُ فَكَيْفَ الصَّلَاةُ عَلَيْكَ قَالَ قُولُوا اللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى آلِ إِبْرَاهِيمَ إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ اللّٰهُمَّ بَارِكْ عَلَى مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ مُحَمَّدٍ كَمَا بَارَكْتَ عَلَى آلِ إِبْرَاهِيمَ إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ (خ م عن كعب بن عجرة)

″Yâ Resûlallah! Senin üzerine olan selâmı bildik. Senin üzerine salât nasıldır?″ denildi. Bunun üzerine buyurdu ki: ″Ey Allah’ım! İbrâhim’in âline salât ettiğin gibi, Muhammed ve Muhammed’in âline de salât et (yücelt). Sen hamde lâyık ve şânı yüce olansın. Ey Allah’ım! İbrâhim’in âlini mübârek kıldığın gibi, Muhammed ve Muhammed’in âlini de mübârek kıl. Sen hamde lâyık ve şânı yüce olansın, deyin.″[4]

Bu Hadis-i Şerif’te geçen salât, her namazda tahiyyatta selamdan önce okuduğumuz ″Allâhumme salli ve Allâhumme bârik″ diye bilinen duâlardır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem üzerine çok sayıda getirilen salavat çeşitlerinden bir tanesidir.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Ona da İshâk’ı ve İshâk’ın arkasından da Yâkub’u müjdeledik″ diye buyrulmaktadır. Âyette müjdelendiği gibi, İbrahim Aleyhisselâm’ın ve Sârâ validemizin oğulları İshâk Aleyhisselâm doğdu. Rivâyet edildiğine göre; İshâk Aleyhisselâm’ın da iki oğlu oldu. Biri İs, birisi de Yâkub Aleyhisselâm idi. İs, sert mizaçlı, Yâkub Aleyhisselâm ise, sakin mizaçlı bir kişiydi.

İshâk Aleyhisselâm çok ihtiyar, çok zayıflamış ve öleceği zaman da yaklaşmıştı. İs onun yanına geldi ve ″Bana dua et, ben ve benden sonra gelen çocuklarım da Peygamber olsun″ dedi. İshâk Aleyhisselâm: ″Sen bir geyik avlamaya git, eğer Allah’u Teâlâ sana bir geyik vurmayı nasip ederse, ben de senin Peygamber olman için Allah’u Teâlâ’ya duâ ederim″ dedi. Kendisi de İs’in Peygamber olmasını istiyordu. Ancak bunu Allah’u Teâlâ’ya havâle ederek, ″Yâ Rabbi! Eğer İs, Peygamberliğe lâyıksa, ona geyik vurmayı nasip et, değilse nasip etme″ diye duâ etti.

Annesi ise Yâkub Aleyhisselâm’ı çok seviyordu. Bunun için Hz. Yâkub’a: ″Sen de git, eğer Allah’u Teâlâ senin Peygamber olmanı dilerse, ondan evvel sana geyiği vurmayı nasip eder″ dedi.

Geyiğin olduğu yer uzaktı. İs, o uzak mesafeye gitmişti. Yakub Aleyhisselâm da annesinin sözü üzerine oku, yayı aldı ve yola çıktı. Allah’u Teâlâ Yâkub Aleyhisselâm’a Peygamberliği nasip etmek için, köyün kenarında onun önüne bir geyik çıkardı. Yâkub Aleyhisselâm da geyiği vurdu, getirdi. Babasına: ″İşte geyiği getirdim″ dedi. Babasının gözleri görmüyordu. Yâkub Aleyhisselâm’ı İs zannederek ellerini havaya açtı ve duâ etti: ″Senin neslinden Peygamberler gelsin, sen de benim yerime Peygamber ol″ dedi.

Annesi Yâkub Aleyhisselâm’a:″İs seni görürse öldürür, sen halanın yanına kaç, gizlen″ dedi. Halasının yeri, yaya olarak üç günlük yoldu. Yâkub Aleyhisselâm, üç günlük yiyeceğini aldı. Annesi: ″Gündüz yoldan gitme, seni görür, arkandan yetişir, gece git, yoldan uzak yürü″ dedi. Yâkub Aleyhisselâm, annesinin dediği gibi halasının yanına gitmek için yola çıktı. Yoldan uzak ve gece gider, gündüz yatardı. İs geldi, babasına: ″Geyiği getirdim, bana dua et″ dedi. İshâk Aleyhisselâm: ″Ben sana duâ ettim, geyiği getirmiştin″ dedi. İs, anladı ki kardeşi geyik getirmiş, duâyı o almıştı. İs: ″Ben onu öldürürüm″ diye onun halasının yanına gideceğini tahmin ederek, oraya gitti. Üç günlük yaya yolunu her gün atla gidip gelirdi. Gündüz Yâkub Aleyhisselâm yatar, İs yoldan rüzgâr gibi geçerdi. İs, halasının yanını arıyor, orada yok. Babasının yanında arıyor, orada da yok. Babası ona: ″Ben duâ ettim, onun elinden Peygamberliği alamazsın. Gel sana da duâ edeyim. Sen ve senin neslinden gelenlerde padişah olsun″ dedi.

Yâkub Aleyhisselâm, İs’den uzun yıllar ayrı kaldı. Bir gün kardeşi İs’i görmek için memleketine geldi. İs, padişah olmuştu. Çocuklarından birisini görüşme izni için İs’in yanına gönderdi ve ona dedi ki:

- İs’e de ki, ″Senin bir kölen varmış, o da kaçmış, korkusundan gelemiyormuş. Şimdi gelmiş, senden müsaade ve görüşmek istiyor.″ Böylece o çocuk, İs’in yanına geldi ve babasının söylediklerini ona bildirdi. İs ise, Yâkub Aleyhisselâmile görüşmek istemedi ve yanından kovdu.

Bunun üzerine Yâkub AleyhisselâmKenan’a geldi. Yusuf Aleyhis-selâm’ın ve kardeşlerinin hâdiseleri Kenan’da olmuş ve daha sonra Mısır’a yerleşmişlerdi. Yâkub Aleyhisselâm ömrünün en son günlerinde çok ihtiyarlamıştı: ″Ben, babamın memleketine gideceğim″ dedi ve yola çıktı.

İs de padişahlığı oğullarına devredip, o da babasının memleketine gelmek için yola çıktı. Yolda iki kâfile birbirlerini gördüler. Birbirlerinin yanına adam gönderdiler. Yâkub Aleyhisselâm’ın kâfilesi, gelen kâfilenin İs’in kâfilesi olduğunu; İs ile gelen kâfile de, gelenin Yâkub Aleyhisselâm’ın kâfilesi olduğunu öğrenince, her ikisi de attan indiler ve kucaklaştılar. Gözlerinin yaşları, elbiselerinden yere doğru aktı. Her ikisi de o anda ruhlarını teslim ettiler. Bunlar ikiz olarak dünyâya gelmişlerdi. Bunlar hayatları boyunca küs olarak ayrı kaldıkları için bunları ikisini de bir kabire defnettiler.

Bu sebeple dünyânın birçok yerlerinde İs’in evlatları krallık, padişahlık yaptılar. İşte dünyâdaki kıralların soyu genellikle İs’e dayanır.

Bu hususta Abdullah İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

لَمْ يَقُولُوا ذَلِكَ إِلَّا أَنَّهُ كَانَ فِي بَنِي إِسْرَائِيلَ سِبْطَانِ؛ كَانَ فِي أَحَدِهِمَا النُّبُوَّةُ وَفِي الْآخَرِ الْمُلْكُ, فَلَا يُبْعَثُ نَبِيٌّ إِلَّا مَنْ كَانَ مِنْ سِبْطِ النُّبُوَّةِ, وَلَا يَمْلِكُ عَلَى الْأَرْضِ أَحَدٌ إِلَّا مَنْ كَانَ مِنْ سِبْطِ الْمُلْكِ… (ابن جرير وابن أبي حاتم عن ابن عباس(

″İsrailoğullarında iki kol vardı. Biri Peygamberlik kolu, diğeri de hükümdarlık koluydu. Peygamber ancak Peygamber kolundan, yeryüzünde hükümdar olacak kişi de ancak hükümdar kolundan gönderilirdi...[5]


[1] Tercüme-i Tefsir-i Tibyan, c. 1, s. 352; Mecmâ’ul-Âdâb, s. 209.

[2] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 25872; Muhtâr’ul-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 668.

[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Et’ime 55.

[4] Sahih-i Buhârî, Tefsîr-i Ahzâb 9; Sahih-i Müslim, Salât 17 (65).

[5] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 5, s. 311; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 3, s. 125.


﴿ فَلَمَّا ذَهَبَ عَنْ اِبْرٰه۪يمَ الرَّوْعُ وَجَٓاءَتْهُ الْبُشْرٰى يُجَادِلُنَا ف۪ي قَوْمِ لُوطٍۜ ﴿٧٤﴾ اِنَّ اِبْرٰه۪يمَ لَحَل۪يمٌ اَوَّاهٌ مُن۪يبٌ ﴿٧٥﴾

74-75. İbrâhim’den korku gidip, kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında meleklerimizle (helâk edilmemeleri için) mücâdeleye başladı.* Şüphesiz ki İbrâhim, elbette halîm (yumuşak huylu), evvâh (zikrullahı çok yapan) ve munîb (kendisini ibâdete vermiş) bir zât idi.

İzah: ″Evvâh″ tâbiri hakkında Câbir Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ رَجُلًا كَانَ يَرْفَعُ صَوْتَهُ بِالذِّكْرِ فَقَالَ رَجُلٌ لَوْ أَنَّ هَذَا خَفَضَ مِنْ صَوْتِهِ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَآلِهِ وَسَلَّمَ: فَإِنَّهُ أَوَّاهٌ قَالَ: فَمَاتَ فَرَأَى رَجُلٌ نَارًا فِي قَبْرِهِ فَأَتَاهُ فَإِذَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَآلِهِ وَسَلَّمَ فِيهِ وَهُوَ يَقُولُ: هَلُمُّوا إِلَى صَاحِبِكُمْ. فَإِذَا هُوَ الرَّجُلُ الَّذِي كَانَ يَرْفَعُ صَوْتَهُ بِالذِّكْرِ (د هب ك عن جابر)

Bir adam sesini yükselterek Allah’ı zikrederdi. Bunun üzerine adamın biri: ″Bu adam sesini alçaltsa ya!″ deyince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″O evvâhtır (zikrullahı çok yapan biridir).″ Ravî dedi ki: Bu adam öldü. Baktık ki, kabrinde bir nûr var. Gittik ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem orada ve ″Arkadaşınızı bana verin (de onu kabre koyayım) diyordu. İşte o adam, sesini yükselterek Allah’ı zikretmesiyle tanınan o zattı.[1]

Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i Tevbe, Âyet 114’ün izahına bakınız.


[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Cenâiz 36-37; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 609; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 1310.


﴿ يَٓا اِبْرٰه۪يمُ اَعْرِضْ عَنْ هٰذَاۚ اِنَّهُ قَدْ جَٓاءَ اَمْرُ رَبِّكَۚ وَاِنَّهُمْ اٰت۪يهِمْ عَذَابٌ غَيْرُ مَرْدُودٍ ﴿٧٦﴾

76. Melekler: ″Ey İbrâhim! Bu mücâdeleden vazgeç. Şüphesiz ki, Rabbinin emri gelmiştir. Muhakkak ki onlara, geri çevrilmesi mümkün olmayan azap gelecektir″ dediler.

İzah: İbrâhim Aleyhisselâm, Lût Aleyhisselâm’ın kavminin helâk olmaması için meleklerle mücâdele edince, melekler; âyette geçtiği gibi mücâdeleden vazgeçmesini söylediler. Çünkü Allah’u Teâlâ’dan azâba uğratılmaları için meleklere kesin emir verilmişti.


﴿ وَلَمَّا جَٓاءَتْ رُسُلُنَا لُوطًا س۪ٓيءَ بِهِمْ وَضَاقَ بِهِمْ ذَرْعًا وَقَالَ هٰذَا يَوْمٌ عَص۪يبٌ ﴿٧٧﴾

77. Resullerimiz (meleklerimiz) Lût’a gelince, onların gelmesiyle endişeye düştü, kalbi daraldı ve ″İşte bugün zor bir gündür″ dedi.


﴿ وَجَٓاءَهُ قَوْمُهُ يُهْرَعُونَ اِلَيْهِ وَمِنْ قَبْلُ كَانُوا يَعْمَلُونَ السَّيِّـَٔاتِۜ قَالَ يَا قَوْمِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ بَنَات۪ي هُنَّ اَطْهَرُ لَكُمْ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَلَا تُخْزُونِ ف۪ي ضَيْف۪يۜ اَلَيْسَ مِنْكُمْ رَجُلٌ رَش۪يدٌ ﴿٧٨﴾

78. Kötülük yapmaya alışmış olan Lût’un kavmi de süratle ona doğru geldiler. Lût onlara: ″Ey kavmim! İşte kızlarım! Onlar sizin için daha temizdir. Allah’tan korkun. Beni misafirlerime karşı rezil etmeyin. İçinizde aklı başında bir adam yok mu?″ dedi.

İzah: Rivâyet edildiğine göre melekler, Lût Aleyhisselâm’ın evine geldikleri vakit, onun zevcesi, bir iş bahane ederek dışarı çıkmış ve o azgın kavme: ″Lût’a çok güzel genç oğlanlar geldi″ diye haber vermişti. Lût Aleyhisselâm’ın kavmi olan Sadum halkı; o zamana kadar kimsenin yapmadığı fuhşiyatı yapıyorlar, kadınları bırakıp erkeklere yanaşıyorlardı.[1]

Ayrıca bu âyette, Lût Aleyhisselâm, gelen misafirlerin melek olduğunu bilmediği halde, sırf Allah rızâsı için evinde misafir etmiş ve bu misafirlerin canını ve namusunu kendi nefsinden üstün görüp, onları rahat bırakmaları için bu azgın kavme kendi, kızlarını almalarını söylemiştir.[2]


[1] Bu hususta daha geniş bilgi için Sure-i A’râf, Âyet 84’ün izahına bakınız.

[2] Misafirliğin önemine dair geniş bilgi için Sure-i Nisâ, Âyet 125’in izahına bakınız.


﴿ قَالُوا لَقَدْ عَلِمْتَ مَا لَنَا ف۪ي بَنَاتِكَ مِنْ حَقٍّۚ وَاِنَّكَ لَتَعْلَمُ مَا نُر۪يدُ ﴿٧٩﴾ قَالَ لَوْ اَنَّ ل۪ي بِكُمْ قُوَّةً اَوْ اٰو۪ٓي اِلٰى رُكْنٍ شَد۪يدٍ ﴿٨٠﴾

79-80. Kavmi, Lût’a hitâben: ″Bizim, senin kızlarında bir hakkımız olmadığını çok iyi bilirsin ve ne istediğimizi de çok iyi bilirsin″ dediler.* Lût da onlara: ″Sizi defedecek bir gücüm olsa yahut sağlam bir kuvvete sığınabilsem″ dedi.

İzah: Lût Aleyhisselâm’ın kavmi, âyette geçtiği gibi misafirlerine sarkıntılık yapıyordu. Lût Aleyhisselâm, misafirlerinin bu olaydan haberi olmaması için, hem azgın kavmiyle mücâdele ediyor, hem de misafirlerine hissettirmemeye çalışıyordu. Evin kapılarını kilitleyip, kavmini içeri almayınca, bu sefer onlar, evin kerpiç duvarını yıkmaya başladılar. Bunun üzerine Lût Aleyhisselâm Allah’u Teâlâ’ya sığınmıştır.

Lût Aleyhisselâm’ın: ″Sizi defedecek bir gücüm olsa yahut sağlam bir kuvvete sığınabilsem″ sözü ile ilgili olarak Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu)’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَأْوِي إِلَى رُكْنٍ شَدِيدٍ إِلَى رَبِّهِ عَزَّ وَجَلَّ قَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَمَا بُعِثَ بَعْدَهُ نَبِيٌّ إِلَّا فِي ثَرْوَةٍ مِنْ قَوْمِهِ (حم عن ابى هريرة)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Allah’u Teâlâ, Lût’a rahmet etsin. O, sağlam bir kuvvete, Rabbi Teâlâ’ya sığınıyordu″ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla buyurdu ki: ″Ondan sonra Peygamberler, kavminden aşiretinin sayısı çok olarak gönderildi.″[1]

Lût Aleyhisselâm’ın, o azgın kavme karşı koyacak bir gücü olmadığı için: ″Yâ Rabbi! Güçlü bir aşiretim olsaydı, ben bu küfür ehli ile mücâdele ederdim″ diyerek duâ edip Allah’a sığınmıştır. Allah’u Teâlâ da kendisini ve ehlini, o kavimden kurtarmış ve yapmış olduğu duâyı da kabul edip, ondan sonra gelen Peygamberleri, kavminden aşiretinin sayısı çok olarak göndermiştir.

Yine melekler Lût Aleyhisselâm’a sordular: ″Sendeki bu telaş nedir? Bu insanlar senden ne istiyor?″ Lût Aleyhisselâm ise, hayâ ettiğinden cevap veremiyordu. Bunun üzerine melekler: ″Yâ Lût! Biz, Allah tarafından gönderilmiş olan melekleriz. Senin kavminin ne kadar azgın olduğunu görmen ve bu kavmi helâk etmek için gönderildik, müsterih ol″ dediler.


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8627.


﴿ قَالُوا يَا لُوطُ اِنَّا رُسُلُ رَبِّكَ لَنْ يَصِلُٓوا اِلَيْكَ فَاَسْرِ بِاَهْلِكَ بِقِطْعٍ مِنَ الَّيْلِ وَلَا يَلْتَفِتْ مِنْكُمْ اَحَدٌ اِلَّا امْرَاَتَكَۜ اِنَّهُ مُص۪يبُهَا مَٓا اَصَابَهُمْۜ اِنَّ مَوْعِدَهُمُ الصُّبْحُۜ اَلَيْسَ الصُّبْحُ بِقَر۪يبٍ ﴿٨١﴾

81. Melekler dediler ki: ″Ey Lût! Biz Rabbinin görevlendirdiği resulleriz. Onların sana aslâ bir zararları dokunamaz. Sen, zevcen hâriç ehlin ile gecenin bir kısmında çık git. Sizden hiçbir kimse arkasına dönüp bakmasın. Kavmine gelecek azap, zevcene de gelecektir. Onların helâk olma vakti sabah vaktidir, sabah yakın değil mi?″

İzah: Lût Aleyhisselâm’ın zevcesi, gelen misafirler hakkında o azgın kavme haber verip onlarla birlikte hareket ettiği için, azaptan o da kurtulamamıştır.

Lût Aleyhisselâm, meleklere azâbın ne zaman olacağını sormuş, âyette geçtiği üzere, melekler de sabah vakti deyince, sabah vaktinin yakın olmasından dolayı Lût Aleyhisselâm telaşlanmış ve acele ederek ehliyle birlikte evden çıkmıştır. Hanımı hâriç, onların attıkları her adım bir mûcize olarak bir mil (1600 metre) uzunluğunda oldu. Hanımı peşlerinden ne kadar koştuysa da ulaşamadı. Birkaç adım atarak onlar şehirden çıktılar ve o azgın kavim de, hanımı da hepsi şehirle birlikte helâk edildi.


﴿ فَلَمَّا جَٓاءَ اَمْرُنَا جَعَلْنَا عَالِيَهَا سَافِلَهَا وَاَمْطَرْنَا عَلَيْهَا حِجَارَةً مِنْ سِجّ۪يلٍۙ مَنْضُودٍۙ ﴿٨٢﴾ مُسَوَّمَةً عِنْدَ رَبِّكَۜ وَمَا هِيَ مِنَ الظَّالِم۪ينَ بِبَع۪يدٍ۟ ﴿٨٣﴾

82-83. Lût kavminin helâki hakkındaki emrimiz gelince, beldelerinin altını üstüne çevirdik ve üzerlerine arka arkaya ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar yağdırdık.* O taşlar, Rabbin tarafından işâretlenmiş (üzerinde kime isâbet edeceği yazılı) idi. Bu azap, zâlimlerden hiçbir zaman uzak değildir.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Beldelerinin altını üstüne çevirdik″ diye geçen ifadeden maksat şudur: Lût kavminin yaptıkları azgınlıklarından dolayı Allah’u Teâlâ o kavmi helâk etmek istedi ve Cebrâil Aleyhisselâm’ı onlara gönderdi. O da kanadını, yerin derinliklerinden daldırarak beldelerini olduğu gibi kaldırıp gökyüzünde bulutların seviyesine kadar yükseltti ve oradan ters çevirerek bıraktı. Bu şekilde onların beldelerinin altını üstüne çevirmiş oldu. İşte Lut Gölü diye bilinen yer de bu sebepten oluşmuştur. Bilimsel olarak yapılan araştırmalarda, buranın binlerce metre altındaki katmanın yer yüzeyine çıktığı görülmüştür. Bu da Kur’ân’daki mûcizelerdendir.

Bu husus nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle geçmektedir:

أَنَّهُ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ قَالَ لِجِبْرِيلَ ذَكَرَ اللّٰهُ قُوَّتَكَ فَمَاذَا بَلَغْتَ؟ قَالَ رَفَعْتُ قُرَيَّاتِ قَوْمِ لُوطٍ الْأَرْبَعَ عَلَى قَوَادِمِ جَنَاحِي حَتَّى إِذَا سَمِعَ أَهْلُ السَّمَاءِ نُبَاحَ الْكِلَابِ وَأَصْوَاتَ الدَّجَاجِ قَلَبْتُهَا (الرازى، التفسير الكبير(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Cebrâil’e: ″Allah’u Teâlâ senin kuvvetinden bahsediyor. Kuvvetin ne kadar?″ diye sordu. O da: Lût’un kavminin dört şehrini kanatlarımın üzerine alıp, göktekiler o şehirdeki köpeklerin havlamasını ve horozların ötüşlerini duyacakları yüksekliğe kadar kaldırdım ve yere çaldım″ dedi.[1]

Yine Allah’u Teâlâ, Lût Aleyhisselâm’ın kavmini helâk ederken üzerlerine yağan taşların üzerinde kime isâbet edeceği yazılı idi, diye beyan ettikten sonra, âyetin devamında: ″Bu azap, zâlimlerden hiçbir zaman uzak değildir″ buyurarak, Mekke müşriklerine Fil Sûresi’nde geçen Ebrehe olayını hatırlatmaktadır. Ebrehe’nin ordusuna da ebabil kuşları vâsıtasıyla ateşte pişmiş taş yağdırılmıştı ve o taşların üzerinde de kime isâbet edeceği yazılı idi.

Lût kavminin hangi sebepten helâk olduğuna dair de Sûre-i A’râf, Âyet 80-84 ve izahına bakınız.


[1] Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebîr, c. 16, s. 379.


﴿ وَاِلٰى مَدْيَنَ اَخَاهُمْ شُعَيْبًاۜ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ وَلَا تَنْقُصُوا الْمِكْيَالَ وَالْم۪يزَانَ اِنّ۪ٓي اَرٰيكُمْ بِخَيْرٍ وَاِنّ۪ٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ مُح۪يطٍ ﴿٨٤﴾ وَيَا قَوْمِ اَوْفُوا الْمِكْيَالَ وَالْم۪يزَانَ بِالْقِسْطِ وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ اَشْيَٓاءَهُمْ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْاَرْضِ مُفْسِد۪ينَ ﴿٨٥﴾ بَقِيَّتُ اللّٰهِ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَۚ وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِحَف۪يظٍ ﴿٨٦﴾

84-86. Medyen kavmine de kardeşleri Şuayb’i Peygamber olarak gönderdik. O dedi ki: ″Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin. Sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Ölçüyü ve terâziyi eksik tutmayın. Ben sizi, bolluk ve bereket içinde görüyorum. Şüphesiz ben, her tarafı kuşatan bir günün azâbına uğramanızdan korkarım.* Ey kavmim! Ölçüyü ve teraziyi adâlet ile kullanın. İnsanların eşyalarını (haklarını) eksik vermeyin ve yeryüzünde fesat çıkararak fenâlık yapmayın.* Eğer siz îman etmiş kimseler iseniz, Allah’ın helâl olarak verdiği kazanç, sizin için daha hayırlıdır. Ben sizin yaptıklarınızın koruyucusu değilim.″

İzah: Medyen halkı, İbrâhim Aleyhisselâm‘ın neslinden gelen bir kavimdir. Şuayb Aleyhisselâm da o kavimdendi. Medyen halkının yaşadığı belde, Kudüs ile Hicaz arasında Kızıldeniz sahilinde bir mevkiidir. Şuayb Aleyhisselâm‘ın büyük vâlidesi Lût Aleyhisselâm‘ın kızıydı. Şuayb Aleyhisselâm, Medyen şehrinde iken kızını Mûsâ Aleyhisselâm ile evlendirmişti.

İbn-i İshâk’tan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle geçmektedir:

Şuayb Aleyhisselâm’dan konuşulduğu zaman, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyururdu:

ذَاكَ خَطِيب الْأَنْبِيَاء (ك عن محمد بن اسحاق)

″İşte o, Peygamberlerin hâtibidir.″[1]

Yine ölçü ve tartıyı noksan etmek hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَلَمْ يَنْقُصُوا الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ إِلَّا أُخِذُوا بِالسِّنِينَ وَشِدَّةِ الْمَئُونَةِ وَجَوْرِ السُّلْطَانِ عَلَيْهِمْ (ه عن ابن عمر)

″Bir kavim eksik ölçüp tarttıkları takdirde, onlar mutlaka kıtlık, geçim zorluğu ve yöneticilerin zul­mü ve musîbeti ile karşı karşıya bırakılırlar.″[2]


[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 4034.

[2] Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 22.


﴿ قَالُوا يَا شُعَيْبُ اَصَلٰوتُكَ تَأْمُرُكَ اَنْ نَتْرُكَ مَا يَعْبُدُ اٰبَٓاؤُ۬نَٓا اَوْ اَنْ نَفْعَلَ ف۪ٓي اَمْوَالِنَا مَا نَشٰٓؤُ۬اۜ اِنَّكَ لَاَنْتَ الْحَل۪يمُ الرَّش۪يدُ ﴿٨٧﴾

87. Kavmi: ″Ey Şuayb! Babalarımızın taptığı şeyleri veya mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terk etmemizi, kıldığın namazın mı sana emrediyor? Şüphesiz ki sen, yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin″ dediler.


﴿ قَالَ يَا قَوْمِ اَرَاَيْتُمْ اِنْ كُنْتُ عَلٰى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبّ۪ي وَرَزَقَن۪ي مِنْهُ رِزْقًا حَسَنًاۜ وَمَٓا اُر۪يدُ اَنْ اُخَالِفَكُمْ اِلٰى مَٓا اَنْهٰيكُمْ عَنْهُۜ اِنْ اُر۪يدُ اِلَّا الْاِصْلَاحَ مَا اسْتَطَعْتُۜ وَمَا تَوْف۪يق۪ٓي اِلَّا بِاللّٰهِۜ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَاِلَيْهِ اُن۪يبُ ﴿٨٨﴾ وَيَا قَوْمِ لَا يَجْرِمَنَّكُمْ شِقَاق۪ٓي اَنْ يُص۪يبَكُمْ مِثْلُ مَٓا اَصَابَ قَوْمَ نُوحٍ اَوْ قَوْمَ هُودٍ اَوْ قَوْمَ صَالِحٍۜ وَمَا قَوْمُ لُوطٍ مِنْكُمْ بِبَع۪يدٍ ﴿٨٩﴾ وَاسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُٓوا اِلَيْهِۜ اِنَّ رَبّ۪ي رَح۪يمٌ وَدُودٌ ﴿٩٠﴾

88-90. Şuayb dedi ki: ″Ey kavmim! Eğer Rabbimden, (dâvâmın doğruluğuna dair) açık bir delilim varsa ve Rabbim bana katından güzel bir rızık vermişse, yine hakkımda böyle der misiniz? Söyleyin. Size nehyettiğim şeyi kendim yapmak istemiyorum. Sâdece gücümün yettiği kadar ıslah etmeyi isterim. Muvaffak olmam, ancak Allah’u Teâlâ’nın yardımıyladır. O’na tevekkül ettim ve O’na yönelirim.* Ey kavmim! Bana muhalefetiniz ve düşmanlığınız, sizi Nûh yahut Hûd veya Sâlih’in kavimlerine isâbet eden musîbetler gibi bir musîbete sevk etmesin. Lût kavmi de sizden uzak değildir (ibret alın).* Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra da O’na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim, çok merhametlidir ve kendisine yönelenleri çok sever.″

İzah: Şuayb Aleyhisselâm, kavmine hitâben: ″Rabbim bana katından güzel bir rızık vermişse, yine hakkımda böyle der misiniz?″ diye buyurmuştur. Yani, bana helâl nîmetler vermiş, beni Peygamberliğe, hikmete, mânevî ve maddî bereketlere kavuşturmuş ise artık benim hakkımda öyle yanlış iddialarda bulunur musunuz? diye söylemiştir.


﴿ قَالُوا يَا شُعَيْبُ مَا نَفْقَهُ۬ كَث۪يرًا مِمَّا تَقُولُ وَاِنَّا لَنَرٰيكَ ف۪ينَا ضَع۪يفًاۚ وَلَوْلَا رَهْطُكَ لَرَجَمْنَاكَۘ وَمَٓا اَنْتَ عَلَيْنَا بِعَز۪يزٍ ﴿٩١﴾

91. Kavmi: ″Ey Şuayb! Sözlerinin çoğunu anlamıyoruz. Şüphesiz biz seni aramızda hakikaten zayıf görüyoruz. Eğer aşiretin (onların hatırı) olmasaydı, elbette seni taşlayarak öldürürdük. Sen bizim nazarımızda itibarlı biri değilsin″ dediler.

İzah: Şuayb Aleyhisselâm, Peygamberliğini ilan etmeden önce Sûre-i Hûd, Âyet 87’de geçtiği üzere kendisine: ″Şüphesiz ki sen, yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin″ diyorlardı. Ne zaman ki Peygamber-liğini ilan etti, o zaman Âyet-i Kerîme’de geçtiği gibi: ″… Sen bizim nazarımızda itibarlı biri değilsin″ dediler ve Peygamberliğini kabul etmeyerek küfürlerinde ısrar ettiler.

Bu âyetlerde geçen benzer bir hadise de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında gerçekleşmiştir.

Bu husus Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle geçmektedir:

Abdullah b. Selâm der ki: Ben Müslüman olduktan sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Yâ Resûlallah! Yahudiler insanı hayrette bırakacak derecede yalancı, asılsız isnat ve iftiralarda bulunan bir kavimdir. Eğer sen beni onlara sormadan önce, onlar benim Müslüman olduğumu öğrenirlerse, senin yanında bana akla gelmedik isnat ve iftiralarda bulunurlar. Sen beni odalarından birine gizledikten sonra, onlar arasındaki durumumu onlara sormanı, bunu Müslüman olduğumu öğrenmeden önce sana haber vermelerini istiyorum″ dedi.

Peygamber Efendimiz de onu odalarından birine koydu. Sonra, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Yahudilere haber saldı, geldiler. Peygamber Efendimiz onlara Abdullah İbn-i Selâm hakkında:

أَيُّ رَجُلٍ عَبْدُ اللّٰهِ بْنُ سَلَامٍ فِيكُمْ قَالُوا هُوَ خَيْرُنَا وَابْنُ خَيْرِنَا وَسَيِّدُنَا وَابْنُ سَيِّدِنَا وَعَالِمُنَا وَابْنُ عَالِمِنَا فَقَالَ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَسْلَمَ تُسْلِمُونَ فَقَالُوا أَعَاذَهُ اللّٰهُ مِنْ ذَلِكَ فَقَالَ يَا عَبْدَ اللّٰهِ بْنَ سَلَامٍ اخْرُجْ إِلَيْهِمْ فَأَخْبِرْهُمْ فَخَرَجَ فَقَالَ أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ فَقَالُوا أَشَرُّنَا وَابْنُ أَشَرِّنَا وَجَاهِلُنَا وَابْنُ جَاهِلِنَا فَقَالَ ابْنُ سَلَامٍ قَدْ أَخْبَرْتُكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَنَّ الْيَهُودَ قَوْمٌ بُهْتٌ (حم عن انس بن مالك(

″Abdullah İbn-i Selâm, aranızda nasıl bir adamdır?″ diye sorunca, onlar: ″O, bizim en hayırlımız ve en hayırlımızın oğludur. O, bizim Efendimiz ve Efendimizin oğludur. O bizim en âlim olanımız ve en âlim olanımızın oğludur″ dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Eğer o, Müslüman olmuşsa, siz ne dersiniz?″ diye sordu. Onlar: ″Allah onu böyle bir şeyden korusun″ dediler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Yâ Abdullah İbn-i Selâm! Çık ve onlara haber ver″ dedi. Bunun üzerine o hemen çıktı ve ″Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet ederim″ dedi. Abdullah İbn-i Selâm’ın Müslüman olduğunu gören Yahudiler, bu sefer daha önce övdükleri bu zât hakkında: ″O, en şerlimizdir ve en şerlimizin oğludur. O en câhilimiz ve en câhilimizin oğludur″ dediler. Abdullah İbn-i Selâm dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Ben sana Yahudilerin insanı hayrette bırakacak derecede yalancı, asılsız isnat ve iftiralarda bulunan bir kavim olduğunu söylemiştim.″[1]

Allah’u Teâlâ, bütün Peygamberlere vahiy yoluyla hakkı ve hakikati bildirmiştir. Şeytan da küfür ehline sapık ve bâtıl olan şeyleri iğvâ ile bildirmiştir. Bu sebeple bütün Peygamberler hep aynı şekilde dîni halka tebliğ etmişlerdir. Küfrü inâdi olanlar da aynı fiil ve sözlerle karşı gelerek Mü’minleri câhil, hor ve hakir görmüşler,[2] Peygamberleri ise hep yalanlamışlardır. Peygamberlerin gösterdiği mûcizelere de hiçbir bahane bulamadıkları için ″Sihirdir″[3] diyerek küfürlerinde ısrar etmişlerdir.


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned Hadis No: 13365; Sahih-i İbn-i Hibban, Hadis No: 7546.

[2] Bu hususta bakınız: Sûre-i Hûd, Âyet 30, Sûre-i Şuarâ, Âyet 111.

[3] Bu hususta da Sûre-i Kamer, Âyet 2, Sûre-i Enbiyâ, Âyet 3 ve Sûre-i Neml, Âyet 13’e bakınız.


﴿ قَالَ يَا قَوْمِ اَرَهْط۪ٓي اَعَزُّ عَلَيْكُمْ مِنَ اللّٰهِۜ وَاتَّخَذْتُمُوهُ وَرَٓاءَكُمْ ظِهْرِيًّاۜ اِنَّ رَبّ۪ي بِمَا تَعْمَلُونَ مُح۪يطٌ ﴿٩٢﴾ وَيَا قَوْمِ اعْمَلُوا عَلٰى مَكَانَتِكُمْ اِنّ۪ي عَامِلٌۜ سَوْفَ تَعْلَمُونَۙ مَنْ يَأْت۪يهِ عَذَابٌ يُخْز۪يهِ وَمَنْ هُوَ كَاذِبٌۜ وَارْتَقِبُٓوا اِنّ۪ي مَعَكُمْ رَق۪يبٌ ﴿٩٣﴾

92-93. Şuayb dedi ki: ″Ey kavmim! Sizce benim aşiretim, Allah’tan daha mı itibarlı ki, O’na sırt çeviriyorsunuz? Şüphesiz benim Rabbim, sizin yaptıklarınızı (ilim ve kudreti ile) kuşatmıştır.* Ey kavmim! Siz bulunduğunuz hâl üzere devam edin. Şüphesiz ben de bulunduğum hâl üzere devam edeceğim. Zelil edici azâbın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu yakında bileceksiniz. Siz de bekleyin, şüphesiz ben de sizinle beraber beklerim.″


﴿ وَلَمَّا جَٓاءَ اَمْرُنَا نَجَّيْنَا شُعَيْبًا وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَاَخَذَتِ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا الصَّيْحَةُ فَاَصْبَحُوا ف۪ي دِيَارِهِمْ جَاثِم۪ينَۙ ﴿٩٤﴾ كَاَنْ لَمْ يَغْنَوْا ف۪يهَاۜ اَلَا بُعْدًا لِمَدْيَنَ كَمَا بَعِدَتْ ثَمُودُ۟ ﴿٩٥﴾

94-95. Medyen kavminin helâki için emrimiz gelince, Şuayb’i ve onunla beraber îman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O zâlimleri ise, korkunç bir ses yakaladı ve sabahleyin yurtlarında diz üstü çökmüş (ölmüş) olarak bulundular.* Orada hiç oturmamış gibi oldular. Haberiniz olsun ki, Semud kavmi, Allah’ın rahmetinden uzaklaştığı gibi, Medyen kavmi de öyle uzaklaştı.

İzah: Medyen kavmi de, aynı Semud kavmi gibi yerin sarsılması ve korkunç bir sesle beraber helâk olmuşlardır.


﴿ وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مُوسٰى بِاٰيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُب۪ينٍۙ ﴿٩٦﴾ اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَ۬ائِه۪ فَاتَّبَعُٓوا اَمْرَ فِرْعَوْنَۚ وَمَٓا اَمْرُ فِرْعَوْنَ بِرَش۪يدٍ ﴿٩٧﴾ يَقْدُمُ قَوْمَهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ فَاَوْرَدَهُمُ النَّارَۜ وَبِئْسَ الْوِرْدُ الْمَوْرُودُ ﴿٩٨﴾

96-98. Yemin olsun ki Mûsâ’yı da âyetlerimizle ve açık mûcizelerle Peygamber olarak gönderdik;* Firavun’a ve onun ileri gelenlerine. Onlar ise, Firavun’un emrine tâbi oldular. Halbuki Firavun’un emri hak değildi.* Firavun, mahşer gününde kavminin önüne düşecek ve onları ateşe götürecektir. Varacakları yer, ne kötü bir yerdir.

İzah: Tâbi olunan kişi Allah dostu olursa, kendisine tâbi olanları Cennete götürür. Eğer tâbi olunan kişi zâlim, fâcir, kâfir olursa, tâbi olanları kendisiyle birlikte Cehenneme götürür. İşte hayatta iken Firavun’a tâbi olanlar, mahşerde de Firavun ile birlikte Cehenneme giderler. Bu yüzden kişi kime tâbi olacağına dikkat etmelidir.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلْمَرْءُ عَلَى دِينِ خَلِيلِهِ فَلْيَنْظُرْ أَحَدُكُمْ مَنْ يُخَالِلْ (حم هب ك عن ابى هريرة)

″Kişi dostunun dîni üzeredir. Bu nedenle kişi kiminle dost olacağına dikkat etsin.″[1]

Sonuçta herkes sevdiği ile beraberdir. Mü’minler de sevdikleri ile beraber haşredilip mahşer yerine öyle geleceklerdir. Bu nedenledir ki, Allah’u Teâlâ Sûre-i Tevbe, Âyet 119’da: ″Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun″ diye buyurmuştur.

Enes Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

Bir adam, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek: ″Yâ Resûlallah! Kıyâmet ne zaman kopacaktır?″ diye sordu. Peygamberimiz, namaza kalktı ve namazını bitirince: ″Kıyâmetin kopmasını soran kimse nerededir? buyurdu. Adam: ″Benim Yâ Resûlallah!″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Kıyâmet için ne hazırladın?″ buyurdu. Adam: ″Kıyâmet için (nâfile olarak) fazla namaz ve oruç hazırlayamadım. Fakat ben, Allah’ı ve Resûlünü seviyorum″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

الْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ وَأَنْتَ مَعَ مَنْ أَحْبَبْتَ فَمَا رَأَيْتُ فَرِحَ الْمُسْلِمُونَ بَعْدَ الْإِسْلَامِ فَرَحَهُمْ بِهَذَا. (م د ت عن انس)

″Kişi sevdiğiyle beraberdir, sen de sevdiğinle beraber olacaksın.″ Enes Radiyallâhu anhu der ki: ″Müslümanların, Müslüman olmaları dışında bu söze sevindikleri kadar, başka bir şeye sevindiklerini görmedim.[2]

Hadis-i Şerif’te geçen sevgi, tek taraflı olan bir sevgi değildir. Sevgi her iki taraflı olursa, işte o zaman Hadis-i Şerif’teki müjdeye nâil olunur. Ashâb-ı Kirâm, Allah’u Teâlâ’nın ve Resûlünün emirlerine itaat ederlerdi. Peygamber Efendimiz de bu sebeple onlara karşı sevgi ve muhabbet duyardı. Bu nedenle onlara Ashab denilmiştir. Ashab ifadesi de, dost ve arkadaş anlamına gelmektedir.

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يُبْعَثُ كُلُّ عَبْدٍ عَلَى مَا مَاتَ عَلَيْهِ )م عن جابر)

″Her bir kul hangi hâl üzere vefât ettiyse, o hâl üzere diriltilir.″[3]


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8065; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7868.

[2] Sünen-i Tirmizî, Zühd 36; Sünen-i Ebû Dâvûd, Edeb 113; Sahih-i Müslim, Birr 50 (161-165).

[3] Sahih-i Müslim, Cennet 19 (83-84).


﴿ وَاُتْبِعُوا ف۪ي هٰذِه۪ لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ بِئْسَ الرِّفْدُ الْمَرْفُودُ ﴿٩٩﴾

99. Onlar, hem dünyâda, hem de âhiret gününde bir lânete tâbi tutuldular. Onlara yapılan bu ikram, ne kötü bir ikramdır.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, ″Onlara yapılan bu ikram, ne kötü bir ikramdır″ buyruğundan kastedilen, dünyâ ve âhirette uğrayacakları lânettir.


﴿ ذٰلِكَ مِنْ اَنْبَٓاءِ الْقُرٰى نَقُصُّهُ عَلَيْكَ مِنْهَا قَٓائِمٌ وَحَص۪يدٌ ﴿١٠٠﴾

100. Ey Resûlüm! Sana anlattığımız bu kıssalar, (helâk olan) beldelerin haberlerinden bâzılarıdır. Onların bir kısmı hâlâ ayaktadır, bir kısmı ise biçilmiş ekin gibi yok olmuştur.


﴿ وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلٰكِنْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَمَٓا اَغْنَتْ عَنْهُمْ اٰلِهَتُهُمُ الَّت۪ي يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍ لَمَّا جَٓاءَ اَمْرُ رَبِّكَۜ وَمَا زَادُوهُمْ غَيْرَ تَتْب۪يبٍ ﴿١٠١﴾

101. Biz onlara zulmetmedik. Lâkin onlar (küfrü yüklenmekle) kendi nefislerine zulmettiler. Rabbinin azap emri gelince, Allah’ı bırakıp da ibâdet ettikleri ilahları, onlara hiçbir fayda sağlamadı ve onların hüsranlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı.


﴿ وَكَذٰلِكَ اَخْذُ رَبِّكَ اِذَٓا اَخَذَ الْقُرٰى وَهِيَ ظَالِمَةٌۜ اِنَّ اَخْذَهُٓ اَل۪يمٌ شَد۪يدٌ ﴿١٠٢﴾

102. Senin Rabbin, zulmeden beldeleri yakaladığı zaman, işte böyle yakalar. O’nun yakalaması (cezâlandırması), elim ve şiddetlidir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Ebû Mûsâ el-Eş’arî Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِنَّ اللّٰهَ لَيُمْلِي لِلظَّالِمِ حَتَّى إِذَا أَخَذَهُ لَمْ يُفْلِتْهُ قَالَ ثُمَّ قَرَأَ {وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ الْقُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ} (خ عن ابى موسى)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, zâlime mühlet verir. Nihâyet (mühleti dolup) onu yakaladığında aslâ kurtulamaz″ buyurdu ve sonra da, Sûre-i Hûd, Âyet 102’yi okudu.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e verilen özelliklerden biri de, kendisine şiddetli yakalama yeteneğinin verilmesidir. Yani düşmanını helâk etmesidir.

Bu hususta da Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

فُضِّلْتُ عَلَى النَّاسِ بِأَرْبَعٍ بِالسَّخَاءِ وَالشَّجَاعَةِ وَكَثْرَةِ الْجِمَاعِ وَشِدَّةِ الْبَطْشِ (طس خط كر عن انس(

″İnsanlara şu dört hasletle üstün kılındım. Cömertlik,şecaat,çok cimâ ve Şiddetliyakalamayeteneği.″[2]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’de olan şiddetli yakalama yeteneği, düşmanlarını zâhir ve bâtın olarak helâk etmesidir.

Zâhiren helâk etmesine örnek verecek olursak, savaş meydanlarında iki ordu karşı karşıya geldiğinde; gücüne ve yeteneğine güvenen bâzı kâfir savaşçıları, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e meydan okurlardı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de bu kâfir pehlivanlarının hiçbirini reddetmez, karşısına çıkar, onları öldürür ve helâk ederdi. Savaşlarda da kâfirleri yenilgiye uğratarak, onları bu şekilde cezâlandırıp helâk etmiştir.

Hz. Ali Kerremallâhu veche, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in savaşlardaki yiğitliği ve cesareti hakkında şöyle buyurmaktadır:

″Savaşlarda Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kadar düşmana yaklaşan bir kimse bulunmazdı. Birçok defalar savaş kızışıp başımız sıkıntıya girince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e sığınırdık.″[3]

Câbir Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, kendisine diğer peygam-berlere verilmeyen beş özellikten bahsetmekte ve bunlardan birinde de şöyle buyurmaktadır:

نُصِرْتُ بِالرُّعْبِ مَسِيرَةَ شَهْرٍ (خ م حم ه عن جابر)

″Bir aylık mesafeden düşmanın kalbine korku salmakla ilâhi yardıma mazhar oldum…″[4]

Bâtın olarak helâk etmesi de, ona düşman olanların sonunun hüsrânla bitmesi ve mahşerde elim bir azâba uğramalarıdır.


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Hûd 5; Sahih-i Müslim, Birr 15 (61).

[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 323/12.

[3] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihâli, s. 552.

[4] Sahih-i Buhârî, Salât 56; Sahih-i Müslim Mesâcid 1.


﴿ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِمَنْ خَافَ عَذَابَ الْاٰخِرَةِۜ ذٰلِكَ يَوْمٌ مَجْمُوعٌۙ لَهُ النَّاسُ وَذٰلِكَ يَوْمٌ مَشْهُودٌ ﴿١٠٣﴾ وَمَا نُؤَخِّرُهُٓ اِلَّا لِاَجَلٍ مَعْدُودٍۜ ﴿١٠٤﴾ يَوْمَ يَأْتِ لَا تَكَلَّمُ نَفْسٌ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۚ فَمِنْهُمْ شَقِيٌّ وَسَع۪يدٌ ﴿١٠٥﴾

103-105. Şüphesiz bu kıssalarda, âhiret azâbından korkanlar için elbette bir ibret vardır. O gün, insanların bir araya gelip toplanacağı bir gündür. O gün, bütün mahlûkatın hazır bulunacağı bir gündür.* Biz o günü, ancak belirli bir müddete kadar erteleriz.* O gün gelince, hiçbir kimse Allah’ın izni olmadan konuşamaz. Artık onların bir kısmı şakîdir (Cehennemliktir), bir kısmı da saiddir (Cennetliktir).

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″O gün gelince, hiçbir kimse Allah’ın izni olmadan konuşamaz″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يُضْرَبُ الصِّرَاطُ بَيْنَ ظَهْرَيْ جَهَنَّمَ فَأَكُونُ أَنَا وَأُمَّتِي فِي أَوَّلِ مَنْ يَجُوزُ وَلَا يَتَكَلَّمُ يَوْمَئِذٍ إِلَّا الرُّسُلُ فَدُعَاءُ الرُّسُلِ يَوْمَئِذٍ: اللّٰهُمَّ سَلِّمْ سَلِّمْ… (خ م عن ابى هريرة)

″Cehennemin ortasına sırat kurulur. Ümmetimle beraber onun üzerinden geçenlerin ilki ben olurum. O gün Resullerden başka hiçbir kimse konuşamaz. Resullerin de o günkü duâları: ″Allah’ım! Selâmet ver, Allah’ım! Selâmet ver″ olacaktır…″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Tevhid 24; Sahih-i Müslim, Îman 81 (299).


﴿ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ شَقُوا فَفِي النَّارِ لَهُمْ ف۪يهَا زَف۪يرٌ وَشَه۪يقٌۙ ﴿١٠٦﴾ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا مَا دَامَتِ السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُ اِلَّا مَا شَٓاءَ رَبُّكَۜ اِنَّ رَبَّكَ فَعَّالٌ لِمَا يُر۪يدُ ﴿١٠٧﴾

106-107. Şakî (Cehennemlik) olanlar, ateşe atılırlar ve azâbın şiddetinden inleyip solurlar.* Onlar, gökler ve yer durdukça orada ebedî olarak kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilediği müstesnâ. Şüphesiz senin Rabbin, dilediğini yapar.

İzah: Allah’u Teâlâ, Cehennemliklerin orada ebedî olarak kalacak-larını beyan etmiştir. Çünkü Araplar, bir şeyin ebedî olarak devam edeceğini söylemek istedikleri zaman, ″Gökler ve yer durdukça″ ifadesini kullanırlar. Âyetin devamında da Allah’u Teâlâ: ″Ancak Rabbinin dilediği müstesnâ″ diye buyurmaktadır. Bu ifade de, kâfirler Cehennemde ebedî kalacaktır. Ancak günahlarından dolayı Cehenneme giren bâzı Müslümanlar, Allah’ın rahmetiyle şefaate uğrayarak oradan çıkarlar, anlamındadır.[1]

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَمَّا أَهْلُ النَّارِ الَّذِينَ هُمْ أَهْلُهَا فَإِنَّهُمْ لَا يَمُوتُونَ فِيهَا وَلَا يَحْيَوْنَ وَلَكِنْ نَاسٌ أَصَابَتْهُمْ النَّارُ بِذُنُوبِهِمْ أَوْ قَالَ بِخَطَايَاهُمْ فَأَمَاتَهُمْ إِمَاتَةً حَتَّى إِذَا كَانُوا فَحْمًا أُذِنَ بِالشَّفَاعَةِ فَجِيءَ بِهِمْ ضَبَائِرَ ضَبَائِرَ فَبُثُّوا عَلَى أَنْهَارِ الْجَنَّةِ ثُمَّ قِيلَ يَا أَهْلَ الْجَنَّةِ أَفِيضُوا عَلَيْهِمْ فَيَنْبُتُونَ نَبَاتَ الْحِبَّةِ تَكُونُ فِي حَمِيلِ. (م حم عن ابى سعيد)

Cehennem ehli olanlar, orada ne öldürülür, ne de diriltilir. Fakat işledikleri birtakım günahlardan dolayı Cehennem ateşi isâbet etmiş birtakım Müslümanlar vardır. İşte bir müddet azaptan sonra öldürü-lenler onlardır.[2] Onlar kömür hâline geldiklerinde kendilerine şefaat olunma izni çıkar. Onlar, bölük bölük getirilip Cennetin ırmaklarına dağıtılacaklardır. Sonra Cennetliklere: ″Ey Cennet ahâlisi! Bunlara bol su, Cennet sularından dökün″ denilecek. Sonra onlar, sel yatağında biten dereotları gibi yeniden biteceklerdir. Bunun üzerine oradaki topluluktan biri: ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, muhakkak çölde bulunmuş gibidir″[3] dedi.[4]

Şefaat ile ilgili daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 255’in izahına bakınız.


[1] Ebedî Cehennemde kalacak olanların sâdece kâfirler olduğuna dair ayrıca Sûre-i Müddessir, Âyet 48 ve izahına bakınız.

[2] Müslümanların Cehennemde ölme olayı Allah’u Teâlâ’nın kâfirlere karşı Müslümanlara verdiği bir ayrıcalıktır. Belli bir azaptan sonra, onlara azâbı hissettirmemek içindir.

[3] Bu ifade, çölde susuz kalmış ve ölmek üzere olan birinin, suyu bulunca hayatının kurtulduğu gibi, Cehenneme düşen günahkâr bir Müslüman da, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şefaatiyle oradan kurtulup Cennete girdirildiği için, Peygamberimiz de çölde bulunmuş su gibidir, demektir.

[4] Sahih-i Müslim, Îman 82 (306 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10655.


﴿ وَاَمَّا الَّذ۪ينَ سُعِدُوا فَفِي الْجَنَّةِ خَالِد۪ينَ ف۪يهَا مَا دَامَتِ السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُ اِلَّا مَا شَٓاءَ رَبُّكَۜ عَطَٓاءً غَيْرَ مَجْذُوذٍ ﴿١٠٨﴾

108. Said (Cennetlik) olanlar ise, gökler ve yer durdukça ebedî olarak Cennette kalacaklardır. Ancak Rabbinin (daha yüce derecelere nâil olmalarını) diledikleri müstesnâ. Allah’ın verdiği nîmetlerin sonu yoktur.

İzah: Cennetlik olanlar ebedî olarak Cennete girerler. O gün de kimsenin ameli zâyi edilmez. Güzel amellerde bulunanlara ise, ziyâde olarak mükâfat ve yüce dereceler vardır.

Sûre-i Vâkıa, Âyet 7-12’de geçtiği üzere, mahşer yerine insanlar üç sınıf olarak gelir. Biri Cehennemlik, biri Cennetlik ve biri de sâbikunlar yani sebat edip ibâdette ileri geçenlerdir. Böylece Cehennemlikler, Cehenneme ve Cennet ehlinin tamamı da Cennete girerler. Çok uzun yıllar geçtikten sonra, Allah’u Teâlâ tarafından Cennet ehline: ″Sâbikunlar ayrılsın!″ diye nidâ olunur. Böylelikle Cennet ehlinin içerisinden sâbikunlar, Allah’u Teâlâ’nın emriyle bulundukları Cennetlerden ayrılarak Nâim Cennetlerine yükseltilirler. İşte en yüksek makam ve derece de burasıdır. Sûre-i Hûd, Âyet 108’de: ″Said (Cennetlik) olanlar ise, gökler ve yer durdukça ebedî olarak Cennette kalacaklardır. Ancak Rabbinin (daha yüce derecelere nâil olmalarını) diledikleri müstesnâ…″ diye istisnâ edilen bu zümre, Cennet-i Naîm’e giren sâbikûnlardır.

Cennet-i Naîm’in en yüksek makam olduğuna dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ جِبْرِيل قَالَ لِي اُخْرُجْ فَأَخْبِرْ بِنِعَمِ اللّٰه الَّتِي أَنْعَمَ بِهَا عَلَيْك وَفَضِيلَته الَّتِي فُضِّلْت بِهَا فَبَشَّرَنِي أَنِّي بُعِثْت إِلَى الْأَحْمَر وَالْأَسْوَد وَأَمَرَنِي أَنْ أُنْذِر الْجِنّ وَآتَانِي كِتَابه وَأَنَا أُمِّيٌّ وَغَفَرَ ذَنْبِي مَا تَقَدَّمَ وَمَا تَأَخَّرَ وَذَكَرَ اِسْمِي فِي الْأَذَان وَأَمَدَّنِي بِالْمَلَائِكَةِ وَآتَانِي النَّصْر وَجَعَلَ الرُّعْب أَمَامِي وَآتَانِي الْكَوْثَر وَجَعَلَ حَوْضِي مِنْ أَكْثَر الْحِيَاض يَوْم الْقِيَامَة وَوَعَدَنِي الْمَقَام الْمَحْمُود وَالنَّاس مُهْطِعُونَ مُقْنِعُو رُءُوسهمْ وَجَعَلَنِي فِي أَوَّل زُمْرَة تَخْرُج مِنَ النَّاس وَأَدْخَلَ فِي شَفَاعَتِي سَبْعِينَ أَلْفًا مِنْ أُمَّتِي الْجَنَّة بِغَيْرِ حِسَاب وَآتَانِي السُّلْطَان وَالْمُلْك وَجَعَلَنِي فِي أَعْلَى غُرْفَة فِي الْجَنَّة فِي جَنَّات النَّعِيم فَلَيْسَ فَوْقِي أَحَد إِلَّا الْمَلَائِكَة الَّذِينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْش وَأَحَلَّ لِي وَلِأُمَّتِي الْغَنَائِم وَلَمْ تَحِلّ لِأَحَدٍ كَانَ قَبْلنَا (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن عبادة بن الصامت(

Cebrâil Aleyhisselâm bana dedi ki: ″Çık ve Allah’u Teâlâ’nın sana bahşettiği nîmetleri, senin üstün kılındığın faziletini haber ver.″ Allah’u Teâlâ bana müjdeledi ki; şüphesiz beni kırmızı ve siyah tenli insanlara gönderdi. Cinleri uyarmamı bana emretti. Ümmî olduğum halde bana kitabını verdi. Geçmiş ve gelecek günahlarımı bağışladı. Adımı ezanda zikretti. Beni meleklerle kuvvetlendirdi. Bana zaferi bahşetti ve korkuyu önümde kıldı (korku benden kaçar). Bana Kevser’i verdi; mahşer günü benim havuzumu havuzların en büyüğü kıldı. İnsanlar başlarını eğip koşuşturdukları zamanda bana Makâm-ı Mahmûd’u vaad etti. Beni insanlardan haşrolunacak ilk zümre içinde kıldı. Benim şefaatimle ümmetimden yetmiş bin kişiyi hesapsız olarak Cennete koydu. Bana hükümranlık ve mülk verdi. Beni Naîm Cennetlerinde içinde Cennetin en yüce köşkünde kıldı. Benim üzerimde Arş’ı taşıyan meleklerden başka hiç kimse yoktur. Bana bizden öncekilerden hiç kimseye helâl kılmadığı halde ganîmetleri helâl kıldı.″[1]

Cennetin ve Cehennemin ebedî olduğuna dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

إِذَا صَارَ أَهْلُ الْجَنَّةِ إِلَى الْجَنَّةِ وَصَارَ أَهْلُ النَّارِ إِلَى النَّارِ أُتِيَ بِالْمَوْتِ حَتَّى يُجْعَلَ بَيْنَ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ ثُمَّ يُذْبَحُ ثُمَّ يُنَادِي مُنَادٍ يَا أَهْلَ الْجَنَّةِ لَا مَوْتَ وَيَا أَهْلَ النَّارِ لَا مَوْتَ فَيَزْدَادُ أَهْلُ الْجَنَّةِ فَرَحًا إِلَى فَرَحِهِمْ وَيَزْدَادُ أَهْلُ النَّارِ حُزْنًا إِلَى حُزْنِهِمْ (م عن ابن عمر)

″Cennet ehli Cennete vardığı, Cehennem ehli de Cehenneme vardığı zaman, ölüm gürbüz bir koç sûretinde getirilir. Cennet ile Cehennem arasında yatırılır ve sonra kesilir. Sonra bir münâdi: ″Ey Cennet ehli! Artık ölüm yoktur. Ey Cehennem ehli! Artık ölüm yoktur″ diye nidâ eder. Bu hâdise sebebiyle Cennet ehlinin ferahı bir ferah daha artar. Cehennem ehlinin hüzün ve kederi ise bir hüzün daha artar.″[2]


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 333.

[2] Sahih-i Müslim, Cennet 13 (43).


﴿ فَلَا تَكُ ف۪ي مِرْيَةٍ مِمَّا يَعْبُدُ هٰٓؤُ۬لَٓاءِۜ مَا يَعْبُدُونَ اِلَّا كَمَا يَعْبُدُ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ مِنْ قَبْلُۜ وَاِنَّا لَمُوَفُّوهُمْ نَص۪يبَهُمْ غَيْرَ مَنْقُوصٍ۟ ﴿١٠٩﴾

109. Ey Resûlüm! O müşriklerin ibâdet ettikleri putların bâtıl olduğu hususunda hiç şüphe etme. Çünkü onlar, ancak babalarının evvelce putlara ibâdet ettikleri gibi ibâdet ederler. Biz de elbette onlara azaptan nasiplerini noksansız vereceğiz.

İzah: Allah’u Teâlâ:Ey Resûlüm! O müşriklerin taptıkları şeylerin bâtıl olduğu hususunda hiç şüphe etme″ diye buyurarak, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şahsında bütün kullarına seslenmekte ve ″Put ve benzeri şeylere ibâdet edenlerin, ibâdetlerinin bâtıl olduğu hususunda şüphe etmeyin″ diye buyurmaktadır.


﴿ وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَاخْتُلِفَ ف۪يهِۜ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْۜ وَاِنَّهُمْ لَف۪ي شَكٍّ مِنْهُ مُر۪يبٍ ﴿١١٠﴾

110. Yemin olsun ki Mûsâ’ya da kitabı (Tevrat’ı) vermiştik. Onun kavmi de Tevrat’ta ihtilafa düşmüşlerdi (bir kısmı îman, diğer kısmı inkâr etmişti). Eğer (azâbın ertelenmesi hakkında) Rabbinden önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, elbette aralarında hüküm hemen verilirdi. Şüphesiz onlar da (Mekkeli müşrikler de), Kur’ân hakkında şiddetli bir tereddüt ve şüphe içindedirler.


﴿ وَاِنَّ كُلًّا لَمَّا لَيُوَفِّيَنَّهُمْ رَبُّكَ اَعْمَالَهُمْۜ اِنَّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ ﴿١١١﴾

111. Şüphesiz senin Rabbin, herkesin amellerinin karşılığını tam olarak verecektir. Şüphesiz O, onların yaptıklarından haberdardır.


﴿ فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ وَلَا تَطْغَوْاۜ اِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ ﴿١١٢﴾

112. Ey Resûlüm! Sen ve tevbe edip seninle beraber olanlar, emrolunduğunuz üzere dosdoğru olun. Allah’ın emirlerinin dışına çıkmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, Sûre-i Hûd, Âyet 112’den daha ağır ve zor herhangi bir âyet inmiş değildir.

أَبُو بَكْر رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَدْ شِبْتَ قالَ شَيّبَتْنِي هُودٌ، وَالْوَاقِعَةُ، وَالمُرْسَلاَتُ، وَعَمّ يَتَسَاءَلُونَ، وَإِذَا الشّمْسُ كُوّرَتْ (ت عن ابن عباس)

Hz. Ebû Bekir: ″Yâ Resûlallah! Saçların ağardı″ deyince, buyurdu ki: ″Hûd, Vâkıa, Mürselât, Nebe ve Tekvîr Sûreleri benim saçımı ağarttı.″[1]

Yine bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Süfyan b. Abdullah es-Sakafî Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ حَدِّثْنِي بِأَمْرٍ أَعْتَصِمُ بِهِ قَالَ قُلْ رَبِّيَ اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقِمْ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَا أَخْوَفُ مَا تَخَافُ عَلَيَّ فَأَخَذَ بِلِسَانِ نَفْسِهِ ثُمَّ قَالَ هَذَا (ت عن سفيان بن عبد اللّٰه الثقفى)

″Yâ Resûlallah! Bana bir iş söyle ki ona sımsıkı sarılayım″dedim. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:″Rabbim Allah’tır de, sonra da dosdoğru ol. Süfyan diyor ki:″Yâ Resûlallah! Benim için en korkulacak şey nedir?″dedim. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kendi dilini tutarak,″İşte bu″buyurdu.[2]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 56; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7015.

[2] Sünen-i Tirmizî, Zühd 47; Sahih-i Müslim, Îman 13 (62 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 14869.


﴿ وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُۙ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ اَوْلِيَٓاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَرُونَ ﴿١١٣﴾

113. Zâlimlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka yardımcılarınız yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Zâlimlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur″ buyruğu ile; bir Müslümanın dostunun ve düşmanın kim olduğuna dikkat etmesi gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Zâlimleri, kendilerine dost edinenler, onlarla birlikte haşrolup Cehenneme giderler. Sâlihleri dost edinip Allah’ın emirlerini tutanlar da, Allah’ı dost tutmuş olurlar ve onlar da sâlihlerle birlikte haşrolup Cennete girerler, demektir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلْمَرْءُ عَلَى دِينِ خَلِيلِهِ فَلْيَنْظُرْ أَحَدُكُمْ مَنْ يُخَالِلْ (حم هب ك عن ابى هريرة)

″Kişi dostunun dîni üzeredir. Bu nedenle kişi kiminle dost olacağına dikkat etsin.″[1]


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8065; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7868.


﴿ وَاَقِمِ الصَّلٰوةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ الَّيْلِۜ اِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّـَٔاتِۜ ذٰلِكَ ذِكْرٰى لِلذَّاكِر۪ينَۚ ﴿١١٤﴾

114. Gündüzün iki tarafında (öğle ve ikindi) ve gecenin gündüze yakın zamanlarında (akşam, yatsı ve sabah) namaz kıl. Muhakkak ki iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, nasihat alanlar için bir öğüttür.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair, Abdullah b. Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise anlatılmıştır:

Bir adam Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek dedi ki: ″Medîne’nin uzakça bir yerinde bir kadın ile başbaşa kaldım. Ben ona cinsi temasta bulunmaksızın istifâde ettim. İş­te huzurundayım, hakkımda dilediğin hükmü ver.″ Bunun üzerine Hz. Ömer ona:

- Sen kendini örtmüş olsaydın, Allah’u Teâlâ da seni örterdi, dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de ona hiçbir karşılık vermedi. Adam gitti, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ardından birisini göndererek onu çağırttı ve ona:

فَتَلَا عَلَيْهِ هَذِهِ الآيَةَ: وَأَقِمِ الصَّلاةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ. فَقَالَ رَجُلٌ مِنَ الْقَوْمِ هَذَا لَهُ خَاصَّةً؟ قَالَ بَلْ لِلنَّاسِ كَافَّةً (م ت عن عبد اللّٰه)

Gündüzün iki tarafında (öğle ve ikindi) ve gecenin gündüze yakın zamanlarında (akşam, yatsı ve sabah) namaz kıl. Muhakkak ki iyilikler, kötülükleri giderir…″ diye devam eden Sûre-i Hûd, Âyet 114’ü sonuna kadar okudu. Bunun üzerine orada hazır bulunanlardan birisi: ″Bu hüküm, yalnız ona özel mi?″ diye sordu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bilakis bütün insanlar için″ buyurdu.[1]

Allah’u Teâlâ Sûre-i Ankebût, Âyet 45’te de şöyle buyurmuştur:

″Ey Resûlüm! Kitaptan sana vahyolunanı oku. Namaza devam et. Çünkü namaz, büyük ve küçük günahlardan alıkoyar ve (bu hususta) elbette zikrullah daha büyüktür. Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızı bilir.″

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ başta olmak üzere birçok ulemâ demişler ki: Âyet-i Kerîme’de geçen, kötülükleri silen iyiliklerden maksat, beş vakit namazdır. Zîrâ namaz kılmanın, kişinin günahlarını sileceği hakkında birçok Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Kötülüklerden maksat da, günahlardır.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَرَأَيْتُمْ لَوْ أَنَّ نَهَرًا بِبَابِ أَحَدِكُمْ يَغْتَسِلُ فِيهِ كُلَّ يَوْمٍ خَمْسًا مَا تَقُولُ ذَلِكَ يُبْقِي مِنْ دَرَنِهِ قَالُوا لَا يُبْقِي مِنْ دَرَنِهِ شَيْئًا قَالَ فَذَلِكَ مِثْلُ الصَّلَوَاتِ الْخَمْسِ يَمْحُو اللّٰهُ بِهِ الْخَطَايَا (خ م عن ابى هريرة)

″Şâyet birinizin kapısında suyu bol olan bir nehir olsa, her gün onda beş kere yıkansa, onun kirinden bir şey bırakır mı, ne dersiniz?″ deyince, Sahâbe-i Kirâm: ″Hayır, hiçbir kir bırakmaz″ deyince, buyurdu ki: ″İşte beş vakit namaz da böyledir. Allah, onunla hatâları siler.″[2]

Yine iyi amellerin kötülükleri giderdiğine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلصَّلَاةُ الْمَكْتُوبَةُ تُكَفِّرُ مَا قَبْلَهَا اِلَى الصَّلَاةِ اْلاُخْرَى وَالْجُمُعَةُ تُكَفِّرُ مَا قَبْلَهَا اِلَى الْجُمُعَةِ اْلاُخْرَى وَشَهْرِ رَمضَانَ يُكَفِّرُ مَا قَبْلَهُ اِلَى شَهْرِ رَمَضَانَ وَالْحَجُّ يُكَفِّرُ مَا قَبْلَهُ اِلَى الْحَخِّ لَا يَحِلُّ لاِمْرَأَةٍ مُسْلِمَةٍ اَنْ تَحِجَّ اِلَّا مَعَ زَوْجٍ اَوْ ذِى مَحْرَمٍ (طب عن ابى امامة)

″Farz namaz bir önceki namazdan diğer namaz vaktine kadar işlenecek günahları örter. Cuma Namazı bir evvel ki Cuma’dan diğer Cuma vaktine kadar yapılacak günahları örter. Ramazan ayı da bir önceki Ramazan’dan diğer Ramazan ayına kadar yapılacak günahların keffâreti olur. Hacda bir önceki hacdan diğer hacca kadar işlenen günahların keffâreti olur. Müslüman bir hanıma, kocası veya mahremi bulunmadan haccetmesi helâl olmaz.″[3]

Ayrıca üzerine namaz farz olanların, vakit girince namazlarını kılmaları farz kılınmıştır. Namaz vakitlerinin hangi zamanlar olduğunu Allah’u Teâlâ, Sûre-i Hûd, Âyet 114’te beyan ettiği gibi, yine birçok Âyet-i Kerîme’de işâret etmiş ve Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de Hadis-i Şerif’lerinde bu vakitleri açık bir şekilde beyan etmiştir.[4] Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Nisâ, Âyet 103 ve izahına bakınız.


[1] Sahih-i Müslim, Tevbe 7 (42 Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân.

[2] Sahih-i Buhârî, Mevâkît’us-Salat 5; Sahih-i Müslim, Mesâcid 51 (283).

[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 218/4.

[4] Sünen-i Tirmizî, Salât 1; Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 2; Sünen-i Nesâî, Namazın vakitleri 6; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 2364.


﴿ وَاصْبِرْ فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُض۪يعُ اَجْرَ الْمُحْسِن۪ينَ ﴿١١٥﴾

115. Ey Resûlüm! (Müşriklerin eziyetlerine) sabret. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, muhsinlerin mükâfatını zâyi etmez.


﴿ فَلَوْلَا كَانَ مِنَ الْقُرُونِ مِنْ قَبْلِكُمْ اُو۬لُوا بَقِيَّةٍ يَنْهَوْنَ عَنِ الْفَسَادِ فِي الْاَرْضِ اِلَّا قَل۪يلًا مِمَّنْ اَنْجَيْنَا مِنْهُمْۚ وَاتَّبَعَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مَٓا اُتْرِفُوا ف۪يهِ وَكَانُوا مُجْرِم۪ينَ ﴿١١٦﴾

116. Sizden önceki ümmetlerden, yeryüzünde fesâdı nehyeden fazilet sahibi kimseler olsaydı ya! Onlardan bu özellikte çok az kimse vardı. Biz de onları kurtardık. O zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler ve mücrim kimseler oldular.

İzah: Yeryüzündeki fesâdı önlemek Mü’minlerin en önemli vazife-lerinden birisidir. Zîrâ zâlimin zulmüne dur denilmediği takdirde, fitne ve fesâdın bütün toplumu kuşatacağı muhakkaktır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ النَّاسَ إِذَا رَأَوْا الْمُنْكَرَ وَلَا يُغَيِّرُوهُ أَوْشَكَ اللّٰهُ أَنْ يَعُمَّهُمْ بِعِقَابِهِ (حم عن ابى بكر)

″İnsanlar kötülüğü görüp de ona müdahale edip değiştirmezlerse, Allah’ın onlar üzerine göndereceği azâbı, hepsine umûmileştirmesi yakındır.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

مَنْ رَأَى مِنْكُمْ مُنْكَرًا فَلْيُغَيِّرْهُ بِيَدِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِلِسَانِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِقَلْبِهِ وَذَلِكَ أَضْعَفُ الْإِيمَانِ (م ت ن عن ابى سعيد)

Kim bir kötülüğü (şer’an yapılması câiz görülmeyen bir şeyi) görüp de onu eliyle değiştirmeye gücü ye­terse değiştirsin. Ona gücü yetmezse diliyle, ona da gücü yetmez­se kalbiyle buğzetsin ki, bu da îmanın en zayıf derecesidir.″[2]


[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Melâhim 17; Sünen-i Tirmizî, Fiten 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 16.

[2] Sahih-i Müslim, Îman 20 (78).


﴿ وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرٰى بِظُلْمٍ وَاَهْلُهَا مُصْلِحُونَ ﴿١١٧﴾

117. Ey Resûlüm! Senin Rabbin, halkı ıslah olmuş bir memleketi, haksız yere helâk edecek değildir.

İzah: Allah’u Teâlâ, halkı dürüst olan ve hak yoldan ayrılmayan bir memleketin insanlarını, onlar hak yolda devam ettikleri sürece cezâlandır-mayacağını bildirmektedir. Zîrâ Allah’u Teâlâ kimseye haksızlık etmez.

Müslüman bir toplumun içerisinde, günah ve kötülükler çoğaldığı zaman, helâke uğrayacaklarına dair Mü’minlerin annesi Zeyneb Bint-i Cahş Radiyallâhu anhâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

اسْتَيْقَظَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنَ النَّوْمِ مُحْمَرًّا وَجْهُهُ يَقُولُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِنْ شَرٍّ قَدْ اقْتَرَبَ فُتِحَ الْيَوْمَ مِنْ رَدْمِ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مِثْلُ هَذِهِ وَحَلَّقَ بِإِصْبَعِهِ الْإِبْهَامِ وَالَّتِي تَلِيهَا قَالَتْ زَيْنَبُ بِنْتُ جَحْشٍ فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَنَهْلِكُ وَفِينَا الصَّالِحُونَ قَالَ نَعَمْ إِذَا كَثُرَ الْخَبَثُ (خ م عن زينب بنت جحش)

Bir gün Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem uykudan uyandı ve titreyerek ürpermiş ve yüzleri kızarmış olduğu halde: ″Lâ ilâhe illallâh! Gelecek olan şerden dolayı Arab’a vah olsun! Bugün Ye’cûc ve Me’cûc’un seddinden şu kadar yer açıldı″ buyurdu ve baş parmağı ile şehâdet parmağını birleştirerek halka yaptı. ″Yâ Resûlallah! İçimizde iyiler olduğu halde de helâk olur muyuz?″ diye sordum. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Kötülük ve günahlar çoğaldığı vakit, evet!″ diye buyurdu.[1]


[1] Sahih-i Buhâri, Enbiyâ 7, Fiten 4, 28; Sahih-i Müslim, Fiten 1, 2; Sünen-i Tirmizî, Fiten 21, 23


﴿ وَلَوْ شَٓاءَ رَبُّكَ لَجَعَلَ النَّاسَ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلَا يَزَالُونَ مُخْتَلِف۪ينَۙ ﴿١١٨﴾ اِلَّا مَنْ رَحِمَ رَبُّكَۜ وَلِذٰلِكَ خَلَقَهُمْۜ وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لَاَمْلَـَٔنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ اَجْمَع۪ينَ ﴿١١٩﴾

118-119. Eğer Rabbin dileseydi, elbette insanların hepsini (hak din üzere) tek bir ümmet yapardı. Fakat (irâdelerinde serbest bıraktığı için) onlar devamlı olarak dinde ihtilaf ediyorlar.* Ancak Rabbinin rahmet ettiği kimseler müstesnâ. Onun için onları yaratmıştır ki, Rabbinin: ″Yemin olsun ki, Cehennemi tamamen (âsi olan) cinlerden ve insanlardan dolduracağım″ diye vukû bulan vaadi yerini bulsun.

İzah: Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ, insanların dinde ihtilaf ederek çeşitli fırkalara ayrıldığından bahsetmektedir.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

افْتَرَقَتْ الْيَهُودُ عَلَى إِحْدَى وَسَبْعِينَ فِرْقَةً فَوَاحِدَةٌ فِي الْجَنَّةِ وَسَبْعُونَ فِي النَّارِ وَافْتَرَقَتْ النَّصَارَى عَلَى ثِنْتَيْنِ وَسَبْعِينَ فِرْقَةً فَإِحْدَى وَسَبْعُونَ فِي النَّارِ وَوَاحِدَةٌ فِي الْجَنَّةِ وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَتَفْتَرِقَنَّ أُمَّتِي عَلَى ثَلَاثٍ وَسَبْعِينَ فِرْقَةً وَاحِدَةٌ فِي الْجَنَّةِ وَثِنْتَانِ وَسَبْعُونَ فِي النَّارِ قِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَنْ هُمْ قَالَ الْجَمَاعَةُ (ه عن عوف بن مالك)

″Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Biri hâriç hepsi ateştedir. Hristiyanlar da yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Bunlardan da biri hâriç hepsi ateştedir. Muhammed’in canı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Birinden başka hepsi ateştedir.″ ″Yâ Resûlallah! O kurtuluşa eren tek fırka kimlerdir?″ diye sorulunca, buyurdu ki: ″ Ben ve Ashâbımın yolu üzere olanlardır.″[1]

Bu Hadis-i Şerif’ten anlaşılan; Yahudiler, Mûsâ Aleyhisselâm’dan sonra yetmiş bir fırkaya ayrılmış ve daha sonraki gelen Peygamberlere, bunların içinden hak üzere olan bir fırka îman etmiş ve bunlar kurtuluşa ermiştir. Îsâ Aleyhisselâm gelinceye kadar bu durum böyle devam etmiş ve o geldiğinde de, yine hak olan bir zümre hemen ona tâbi olarak kurtuluşa ermiştir. Îsâ Aleyhisselâm’ın göğe yükseltilmesinden sonra, Peygam-berimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanına kadar, Îsâ Aleyhisselâm’ın ümmeti de yetmiş iki fırkaya ayrılmış ve bunlardan da ancak bir fırka kurtulmuştur. Onlardaki hak üzere olan fırka da, Hz. Necâşi ve tâbileri gibi hak üzere olan topluluktur. Bunlar, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in geldiğini haber alır almaz, hemen îman edip, ona tâbi olmuşlardır.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 19’da şöyle buyurmuştur:

Şüphesiz ki, Allah katında tek din İslâm’dır. Bu hakikati bilen Ehl-i Kitab’ın ihtilaf etmeleri ise, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki hasetten dolayıdır. Allah’ın âyetlerini kim inkâr ederse, şüphesiz Allah’u Teâlâ, hesabı çabuk görendir.″

Yine hak dînin, İslâm olduğuna dair Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 85’te de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

″Her kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bu din ondan aslâ kabul edilmeyecek ve o kimse âhirette hüsrâna uğrayanlardan olacaktır.″

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de, ümmetinin yetmiş üç fırkasından sâdece birinin kurtulacağını beyan etmiştir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Zâriyât, Âyet 56’de: ″Ben, cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etmeleri için yarattım″ diye buyuruyor. İşte bu emre uymayarak, şeytana ve nefsine uyup küfrü ve mâsiyeti işleyenler, kendi irâdeleriyle Cehennemi seçmiş oldular. Şeytana ve nefsine uymayanlar ise, Allah’u Teâlâ’nın hak yolunu seçerek Cenneti kazandılar. Burada küfrü veya hakkı seçmek tamamen kulun kendi irâdesindedir. Allah’u Teâlâ dilese, hepsini bir ümmet yapardı. Lâkin kimin ibâdette daha yüksek dereceler kazanacağını ve kimin küfrü seçerek Cehenneme gideceğini görmek için, imtihan olarak dünyâya gönderip, irâdelerinde serbest bıraktı.

Yine bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Mülk, Âyet 1-2’de şöyle buyurmuştur:

″Bütün mülkün tasarrufu kudret elinde olan Allah’u Teâlâ, çok yücedir. O, her şeye kâdirdir.* Hanginizin daha güzel amel işleyeceğini imtihan için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, her şeye gâliptir ve çok bağışlayandır.″

Sûre-i Hûd, Âyet 119’da: ″Yemin olsun ki, Cehennemi tamamen (âsi olan) cinlerden ve insanlardan dolduracağım″ diye geçen ifadeden maksat ise, insan ve cinlerden, şeytana ve nefsine uyarak küfrü seçip, mâsiyet yolunda olanları, vaad olsun Cehenneme doldururum, demektir.

Bu olay, Sûre-i Â’raf, Âyet 16-18’de de şöyle geçmektedir:

İblis dedi ki: ″Beni rahmetinden kovmana karşılık, yemin olsun ki, ben de onları saptırmak için Senin doğru yolun üzerinde oturacağım.* Sonra muhakkak onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, solların-dan geleceğim ve Sen onların çoğunu şükredenlerden bulamayacaksın.″* Allah’u Teâlâ da buyurdu ki: ″Oradan (Cennetten) hor ve hakir edilmiş ve kovulmuş olarak çık! Yemin olsun ki, onlardan her kim sana tâbi olursa, elbette Cehennemi sizlerle, hepinizle dolduracağım.″

Şeytana uyarak âsi olanların, Cehenneme gireceklerine dair olan Allah’ın vaadi budur. Allah’u Teâlâ hiç kimseyi Cehennemlik olması için yaratmamıştır. Hiç kimseye de bir haksızlık yapılmayacağını tekrar tekrar ifade etmiştir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Zilzâl, Âyet 7-8’de şöyle buyurmuştur:

İşte her kim zerre kadar bir hayır işlemiş ise, onun mükâfatını görecektir.* Her kim de zerre kadar bir şer işlemiş ise, onun cezâsını görecektir.″

Allah’u Teâlâ âdildir, hâşâ hiç kimseye zulmetmez. Ancak kullar, hayır ve şerden kendi yaptıklarının karşılığını görürler.[2]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 17. Bu Hadis-i Şerif’in sonunda geçen ″el-Cemaat″ ifadesine, ″Ben ve Ashâbımın yolu üzere olanlardır″ diye mânâ vermemizin sebebi, bu Hadis-i Şerif’in başka rivâyetlerinde, مَا أَنَا عَلَيْهِ وَأَصْحَابِي ″Mâ ene aleyhi ve ashâbî″ diye mânâ verildiği içindir (Sünen-i Tirmizî, Îman 18).

[2] Yine bu hususta Sûre-i Secde, Âyet 13-14 ve izahına bakınız.


﴿ وَكُلًّا نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْبَٓاءِ الرُّسُلِ مَا نُثَبِّتُ بِه۪ فُؤَادَكَۚ وَجَٓاءَكَ ف۪ي هٰذِهِ الْحَقُّ وَمَوْعِظَةٌ وَذِكْرٰى لِلْمُؤْمِن۪ينَ ﴿١٢٠﴾

120. Ey Resûlüm! Peygamberlerin haberlerinden, kalbini mutmain edeceğimiz her haberi sana beyan ediyoruz. Bu sûrede de, sana hak ve Mü’minlere bir öğüt ve uyarı gelmiştir.

İzah: Ey Resûlüm! Geçmiş Peygamberler ve ümmetlerine ait olan haberleri sana anlatmamızın sebebi, senden önceki Peygamberlerin, ümmetlerinden neler beklediklerini bilmen ve kavminin seni yalanlama-sından dolayı üzülmemen içindir. Peygamberlerin kıssalarını açıklayan bu sûrede sana, Rabbin tarafından gerçekler gelmiş, Mü’minlere ise bir öğüt ve bir uyarı ve ibret gelmiştir ki, Allah’a itaattan ayrılmasınlar, demektir.


﴿ وَقُلْ لِلَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ اعْمَلُوا عَلٰى مَكَانَتِكُمْۜ اِنَّا عَامِلُونَۙ ﴿١٢١﴾ وَانْتَظِرُواۚ اِنَّا مُنْتَظِرُونَ ﴿١٢٢﴾

121-122. Ey Resûlüm! Îman etmeyenlere de ki: ″Siz bulunduğunuz hâl üzere devam edin. Şüphesiz biz de bulunduğumuz hâl üzere devam edeceğiz.* Ve (âkıbeti) bekleyin, şüphesiz biz de bekleyeceğiz.″


﴿ وَلِلّٰهِ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ فَاعْبُدْهُ وَتَوَكَّلْ عَلَيْهِۜ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ ﴿١٢٣﴾

123. Göklerin ve yerin gaybını (gizliliklerini) bilmek Allah’a aittir. İşlerin hepsi O’na döndürülür. O halde O’na ibâdet et ve O’na tevekkül ol. Senin Rabbin, yaptıklarınızdan gâfil değildir.