ANKEBÛT SÛRESİ

Bu sûre 69 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Bu sûrede putlara tapan müşriklerin halleri örümceklerin ağına benzetilmiş olduğu için bu sûreye ″Örümcek″ anlamına gelen ″Ankebût″ ismi verilmiştir.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ الٓمٓ۠ ﴿١﴾ اَحَسِبَ النَّاسُ اَنْ يُتْرَكُٓوا اَنْ يَقُولُٓوا اٰمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ ﴿٢﴾ وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِب۪ينَ ﴿٣﴾

1-3. Elif, Lâm, Mîm.* İnsanlar, yalnız ″Îman ettik!″ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannettiler?* Yemin olsun ki, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Allah’u Teâlâ, elbette sözlerinde doğru olanları da bilir, elbette yalancıları da bilir.

İzah: Âyet-i Kerîme’de de geçtiği üzere Mü’minlerin imtihan edildiğine dair Habbab İbn-i Erat Radiyallâhu anhu, şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Kâbe’nin gölgesinde bürdesine dayandığı bir sırada müşriklerin yaptıkları zulümden kendisine şikâyetçi olduk ve ″Yâ Resûlallah! Bizim için Allah’tan yardım istemeyecek misin? Bizim için Allah’a duâ etmeyecek mi­sin?″ dedik. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

قَدْ كَانَ مَنْ قَبْلَكُمْ يُؤْخَذُ الرَّجُلُ فَيُحْفَرُ لَهُ فِي الْأَرْضِ فَيُجْعَلُ فِيهَا فَيُجَاءُ بِالْمِنْشَارِ فَيُوضَعُ عَلَى رَأْسِهِ فَيُجْعَلُ نِصْفَيْنِ وَيُمْشَطُ بِأَمْشَاطِ الْحَدِيدِ مَا دُونَ لَحْمِهِ وَعَظْمِهِ فَمَا يَصُدُّهُ ذَلِكَ عَنْ دِينِهِ وَاللّٰهِ لَيَتِمَّنَّ هَذَا الْأَمْرُ حَتَّى يَسِيرَ الرَّاكِبُ مِنْ صَنْعَاءَ إِلَى حَضْرَمَوْتَ لَا يَخَافُ إِلَّا اللّٰهَ وَالذِّئْبَ عَلَى غَنَمِهِ وَلَكِنَّكُمْ تَسْتَعْجِلُونَ (خ عن خَبَّاب بن الأرَت)

″Sizden öncekilerin başına öyle şeyler geldi ki, onlardan biri kâfirler tarafından yakalanır, onun için bir çukur kazılır ve o çukurun içine gömülürdü; sonra büyük bir testere getirilir ve başının ortasına konur ve ortadan ikiye kesilirdi de, bu onu dîninden döndürmezdi. Demirden taraklarla taranır, etiyle kemiği ayrılırdı da, bu onu yine dîninden döndür­mezdi.″ Sonra Peygamberimiz şöyle buyurdu: ″Allah’a yemin olsun ki, Hakk Teâlâ bu dînin hâkim olmasını istemektedir. Öyle ki, yolcu San’a’dan bineğine binecek Hadramut’a kadar gelecek, Allah’tan başkasın­dan ve koyunları için de kurttan başkasından korkmayacak. Ne var ki siz çok acele ediyorsunuz.″[1]

Yine Hendek Gazâsı’nda da Müslümanlar çok büyük sıkıntılara uğrayınca, Ashâb-ı Kirâm’dan bâzıları: ″Yâ Resûlallah! Allah’ın yardımı ne zamandır?″ demeleri üzerine de:

Ey Mü’minler! Yoksa siz, önceki ümmetlere isâbet edenler size de gelmedikçe, Cennete gireceğinizi mi zannedersiniz? Onları, türlü türlü belâlar yıldırmıştı. Hattâ Peygamberleri ve O’nunla beraber imân edenler: ″Allah’ın yardımı ne zaman?″ dediler. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı muhakkak yakındır″ mealindeki Sûre-i Bakara, Âyet 214 nâzil olmuştur.

Yine bu hususta Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna girdim. Onun ateşi oldukça yükselmişti. Elimi üze­rine koydum, üzerindeki örtünün üstünden ateşinin sıcaklığını elimde his­settim. ″Yâ Resûlallah! Ne kadar da ateşin var″ deyince buyurdu ki:

إِنَّا كَذَلِكَ يُضَعَّفُ لَنَا الْبَلَاءُ وَيُضَعَّفُ لَنَا الْأَجْرُ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَيُّ النَّاسِ أَشَدُّ بَلَاءً قَالَ الْأَنْبِيَاءُ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ ثُمَّ مَنْ قَالَ ثُمَّ الصَّالِحُونَ إِنْ كَانَ أَحَدُهُمْ لَيُبْتَلَى بِالْفَقْرِ حَتَّى مَا يَجِدُ أَحَدُهُمْ إِلَّا الْعَبَاءَةَ يُحَوِّيهَا وَإِنْ كَانَ أَحَدُهُمْ لَيَفْرَحُ بِالْبَلَاءِ كَمَا يَفْرَحُ أَحَدُكُمْ بِالرَّخَاءِ (ه عن ابى سعيد الخدرى)

″İşte bu şekilde belâ bize kat kat verilir, ecir de bize kat kat verilir.″ ″Yâ Resûlallah! İnsanlar arasında belâsı en ağır olanlar kimlerdir?″ diye sorunca da, buyurdu ki: ″Peygamberlerdir.″ ″Sonra kimlerdir?″ diye sordum. ″Sâlihlerdir″ diye buyurdu. Onlardan herhangi bir kimse fakirlik ile öyle bir sınanıyordu ki, devenin üs­tüne çul olarak bırakılan ters çevrilmiş abadan başka giyecek bir şey bula­mıyordu. Onlardan herhangi birisi, sizin herhangi birinizin rahat ve bolluğa sevindiği gibi, o da belâya sevinirdi.[2]

Peygamber Efendimizi çok sevdiğini söyleyen Ensârdan bir adama, Resûlü Kirâm Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنْ كُنْتَ تُحِبُّنِي فَأَعِدَّ لِلْبَلاءِ تِجْفَافًا فَوَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَلْبَلاءُ أَسْرَعُ إِلَى مَنْ يُحِبُّنِي مِنَ الْمَاءِ الْجَارِي مِنْ قُلَّةِ الْجَبَلِ إِلَى حَضِيضِ الأَرْضِ اللّٰهُمَّ مَنْ أَحَبَّنِي فَارْزُقْهُ الْعَفَافَ وَالْكَفَافَ وَمَنْ أَبْغَضَنِي فَأَكْثِرْ مَالَهُ وَوَلَدَهُ (ق هب وابن عساكر عن أبي هريرة)

″Eğer beni seviyorsan, belâya karşı bir siper edin. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, beni seven kimseye belâ, dağın tepesinden yerin çukuruna akan sudan daha süratli gelir. Allah’ım! Beni sevene iffet ve nefsine yetecek rızık ihsan et. Bana buğz edenin de malını ve çocuğunu çoğalt (dünyâ telâşı onu sarsın).″[3]

Birçok Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’te, Allah’u Teâlâ’nın, sevdiği kimselere musîbet verdiği, bunlara sabredenlere büyük mükâfat ve müjdeler olacağı beyan edilmiştir. Bu hususta Sûre-i Bakara, Âyet 155 ve izahına bakınız.


[1] Sahih-i Buhârî, İkrah 1.

[2] Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 25.

[3] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 1454; Râmûz’ul-Ehâdîs, Hadis No: 1880; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 16647; Sünen-i Tirmizî, Zühd, 36. Yine bu adam hakkında Sûre-i Sünen-i İbn-i Mâce, Rehine 7’ye bakınız.


﴿ اَمْ حَسِبَ الَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّـَٔاتِ اَنْ يَسْبِقُونَاۜ سَٓاءَ مَا يَحْكُمُونَ ﴿٤﴾

4. Yoksa mâsiyette bulunanlar, Bizden kaçıp kurtulacaklarını mı zannetiler? Ne kötü hükümde bulundular.


﴿ مَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ اللّٰهِ فَاِنَّ اَجَلَ اللّٰهِ لَاٰتٍۜ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ﴿٥﴾

5. Her kim Allah’a kavuşmayı ümit ederse, muhakkak ki Allah’ın tayin ettiği vakit elbette gelecektir. O, her şeyi işiten ve bilendir.


﴿ وَمَنْ جَاهَدَ فَاِنَّمَا يُجَاهِدُ لِنَفْسِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ لَغَنِيٌّ عَنِ الْعَالَم۪ينَ ﴿٦﴾

6. Her kim cihat ederse, ancak kendi nefsi için cihat etmiş olur. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, elbette âlemlere muhtaç değildir (onların taatlerine ihtiyacı yoktur).

İzah: Cihat iki kısımdır. Biri Allah için kâfirlerle yapılan cihattır. Diğeri de kişinin Allah için kendi nefsiyle yaptığı cihattır. Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Ankebût, Âyet 69, Sûre-i Nisâ, Âyet 95-96 ve izahlarına bakınız.


﴿ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُكَفِّرَنَّ عَنْهُمْ سَيِّـَٔاتِهِمْ وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ اَحْسَنَ الَّذ۪ي كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٧﴾

7. Îman edip sâlih amellerde bulunanların günahlarını elbette örteriz. Ve elbette onları, amellerinin daha güzeliyle mükâfatlandırırız.


﴿ وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ حُسْنًاۜ وَاِنْ جَاهَدَاكَ لِتُشْرِكَ ب۪ي مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَاۜ اِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَاُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٨﴾ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُدْخِلَنَّهُمْ فِي الصَّالِح۪ينَ ﴿٩﴾

8-9. Biz insana, anne ve babası hakkında güzel muâmele etmesini emrettik. Eğer onlar, bilmediğin bir şeyi Bana ortak koşman için seninle mücâdele ederlerse, o zaman onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim.* Îman edip sâlih amellerde bulunanları, elbette sâlihler arasına girdireceğiz.

İzah: Sûre-i Ankebût, Âyet 8; Sa’d b. Ebî Vakkas Radiyallâhu anhu’ya, annesinin kendisine İslâm’ı terk etmesi için baskı yapması üzerine nâzil olmuştur.

Cennetle müjdelenen ve ilk Müslümanlardan olan Sa’d b. Ebî Vakkas Radiyallâhu anhu bu olayı şöyle anlatmaktadır:

Anneme karşı çok iyi dav­ranırdım. Ben Müslüman oldum. Bu sefer o: ″Ya dînini terk edersin, ya da ben ölünceye kadar bir şey yiyip içmeye-ceğim. Böylece bana bu yap­tıklarından dolayı ayıplanacaksın ve sana, -Ey annesinin kâtili!- denilecek″ dedi. Bir kaç gün bu şekilde kaldı, sonunda ona: ″Anneciğim! Senin yüz tane ca­nın olsa ve bunların biri diğerinin arkasına çıksa, yine de ben bu dînimi terk edecek değilim. İster ye, ister yeme″ dedim. Bu hâlimi görünce yemek yedi. İşte bu olay üzerine: ″Biz insana, anne ve babası hakkında güzel muâmele etmesini emrettik. Eğer onlar, bilmediğin bir şeyi Bana ortak koşman için seninle mücâdele ederlerse, o zaman onlara itaat etme…″ diye devam eden Âyet-i Kerîme nâzil oldu.[1]

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا طَاعَةَ لِمَخْلُوقٍ فِي مَعْصِيَةِ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ (حم عن على)

″Aziz ve Celil olan Allah’a isyanda, yaratılmışlara itaat yoktur.″[2]


[1] Bu hususta Bakınız: Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 30; Sahih-i Müslim, Fedâil’us-Sahâbe 5 (43).

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1041; Ayrıca benzeri için bakınız: Sahih-i Buhârî, Cihat 107; Sahih-i Müslim; İmâret 8 (39 Sünen-i Ebû Dâvud, Cihat 87.


﴿ وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ فَاِذَٓا اُو۫ذِيَ فِي اللّٰهِ جَعَلَ فِتْنَةَ النَّاسِ كَعَذَابِ اللّٰهِۜ وَلَئِنْ جَٓاءَ نَصْرٌ مِنْ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ اِنَّا كُنَّا مَعَكُمْۜ اَوَلَيْسَ اللّٰهُ بِاَعْلَمَ بِمَا ف۪ي صُدُورِ الْعَالَم۪ينَ ﴿١٠﴾ وَلَيَعْلَمَنَّ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْمُنَافِق۪ينَ ﴿١١﴾

10-11. İnsanlardan öylesi vardır ki, ″Allah’a îman ettik″ der. Sonra Allah uğrunda bir eziyete uğrasa, insanların eziyetini Allah’ın azâbı gibi bir tutar. Ey Resûlüm! Rabbinden bir yardım (Mü’minlere zafer ve ganîmet) gelirse, yemin olsun ki münâfıklar: ″Biz de sizinle beraberdik″ derler. Allah’u Teâlâ, herkesin kalbinde olanı daha iyi bilmez mi?* Allah’u Teâlâ, elbette ihlasla îman edenleri de bilir ve elbette münâfıkları da bilir.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″İnsanların eziyetini Allah’ın azâbı gibi bir tutar″ diye geçen ifadeden maksat; münâfıklar, kâfirler tarafından bir eziyete uğradıkları zaman, hemen kâfirliğe dönüverirler. Öyle ki bu münâfıklar, kâfirler tarafından kendilerine yapılan eziyeti, Allah’ın azabı gibi bir tutarlar. Yani Allah’tan korkma ile insanlardan korkmayı eşit görürler. Bu iki korku ile iki azabın arasında bir fark görmezler. Hattâ insanlardan korkmayı Allah’tan korkmaya tercih ederler de îmanı terk ederek kâfirliği seçerler, demektir.


﴿ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّبِعُوا سَب۪يلَنَا وَلْنَحْمِلْ خَطَايَاكُمْۜ وَمَا هُمْ بِحَامِل۪ينَ مِنْ خَطَايَاهُمْ مِنْ شَيْءٍۜ اِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ ﴿١٢﴾ وَلَيَحْمِلُنَّ اَثْقَالَهُمْ وَاَثْقَالًا مَعَ اَثْقَالِهِمْۘ وَلَيُسْـَٔلُنَّ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ عَمَّا كَانُوا يَفْتَرُونَ۟ ﴿١٣﴾

12-13. O kâfir olanlar, îman edenlere: ″Bizim yolumuza (dînimize) tâbi olun. Günahlarınızı biz yükleniriz″ dediler. Halbuki onların günahlarından hiçbir şey yüklenmezler. Şüphesiz onlar yalancıdırlar.* Yemin olsun ki onlar, kendi günahlarını yüklendikleri gibi, kendi günahlarıyla beraber dalâlete düşürdüklerinin günahlarının mislini de yüklenirler. Muhakkak ki onlar, mahşer günü dünyâda uydurdukları iftiralardan da mesuldürler.

İzah: Allah’u Teâlâ, dalâlete düşürülen kişilere ne kadar günah yazmışsa, o kişiyi dalâlete düşürenlere de aynısını yazar. Dalâlete düşürdükleri kimselerin günahlarından ise bir şey eksilmez. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ دَعَا إِلَى هُدًى كَانَ لَهُ مِنْ الْأَجْرِ مِثْلُ أُجُورِ مَنْ تَبِعَهُ لَا يَنْقُصُ ذَلِكَ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْئًا وَمَنْ دَعَا إِلَى ضَلَالَةٍ كَانَ عَلَيْهِ مِنَ الْإِثْمِ مِثْلُ آثَامِ مَنْ تَبِعَهُ لَا يَنْقُصُ ذَلِكَ مِنْ آثَامِهِمْ شَيْئًا (م عن ابى هريرة)

″Her kim bir hidâyete dâvet ederse, kendisine uyanların sevaplarından hiçbir şey eksiltilmeksizin ona da aynısı verilir. Her kim de bir dalâlete dâvet ederse, kendisine uyanların günahlarından hiçbir şey eksiltilmeksizin ona da aynısı verilir″[1]


[1] Sahih-i Müslim, İlim 6 (15 Sünen-i Tirmizî, İlim 15; Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 14.


﴿ وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحًا اِلٰى قَوْمِه۪ فَلَبِثَ ف۪يهِمْ اَلْفَ سَنَةٍ اِلَّا خَمْس۪ينَ عَامًاۜ فَاَخَذَهُمُ الطُّوفَانُ وَهُمْ ظَالِمُونَ ﴿١٤﴾ فَاَنْجَيْنَاهُ وَاَصْحَابَ السَّف۪ينَةِ وَجَعَلْنَاهَٓا اٰيَةً لِلْعَالَم۪ينَ ﴿١٥﴾

14-15. Yemin olsun ki Biz, Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli sene onların arasında (Peygamber olarak) kaldı. Nihâyet onlar, zâlimler oldukları halde tufan onları helâk etti.* Biz de Nûh’u ve gemideki ashâbını kurtardık ve bu hâdiseyi âlemlere bir ibret kıldık.

İzah: Nûh Aleyhisselâm, kavmini Allah’ın birliğine dâvet edince, onu dövdüler, ayaklarından sürüyüp attılar. Nûh Aleyhisselâm, bunları tekrar tekrar îmana dâvet etti.

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

Nûh Aleyhisselâm’ı, kavmi, düşüp bayılıncaya kadar döverlerdi. Sonra keçeye sarıp bir evin köşesine bırakırlardı. Fakat ertesi gün yine meydana çıkar ve onları yine dîne dâvet ederdi. İşte bu durum dokuz yüz elli sene devam etti; fakat içlerinden pek azı hâriç îmana gelmediler.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir hadiste de, şöyle buyrulmaktadır:

بَعَثَ اللّٰهُ نُوحًا لأَرْبَعِينَ سَنَةً وَلَبِثَ فِي قَوْمِهِ أَلْفَ سَنَةٍ إِلَّا خَمْسِينَ عَامًا يَدْعُوهُمْ وَعَاشَ بَعْدَ الطُّوفَانِ سِتِّينَ سَنَةً حَتَّى كَثُرَ النَّاسُ وَفَشَوْا (ك عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ, Nûh’u kırk yaşında Peygamber kıldı. Dokuz yüz elli sene kavmini dîne dâvet etti. Altmış sene de insanlar çoğalıncaya ve yayılıncaya kadar tufandan sonra yaşadı.″[1]

Yine Nûh Aleyhisselâm’ın kavmiyle olan mücâdelesi ve en son meydana gelen Nûh Tufanı hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Hûd, Âyet 25-49 ve izahlarına bakınız.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 244/12; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3964.


﴿ وَاِبْرٰه۪يمَ اِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَاتَّقُوهُۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ ﴿١٦﴾

16. İbrâhim’i de Peygamber olarak gönderdik. Hani o, kavmine şöyle demişti: ″Sâdece Allah’a ibâdet edin ve O’ndan korkun. Eğer bilirseniz, bu sizin için hayırlıdır.″


﴿ اِنَّمَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَوْثَانًا وَتَخْلُقُونَ اِفْكًاۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَا يَمْلِكُونَ لَكُمْ رِزْقًا فَابْتَغُوا عِنْدَ اللّٰهِ الرِّزْقَ وَاعْبُدُوهُ وَاشْكُرُوا لَهُۜ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿١٧﴾ وَاِنْ تُكَذِّبُوا فَقَدْ كَذَّبَ اُمَمٌ مِنْ قَبْلِكُمْۜ وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ ﴿١٨﴾

17-18. ″Siz, Allah’ı bırakıp putlara tapıyorsunuz ve bu putlara ilah demekle yalan söylüyorsunuz. Allah’tan başka ibâdet ettiğiniz şeyler, sizi rızıklandırmaya muktedir değildir. Rızkınızı Allah’tan talep edin. Sâdece O’na ibâdet edin ve O’na şükredin. O’na döndürüleceksiniz.* Eğer (beni) yalanlarsanız, şüphesiz ki sizden evvelki ümmetler de Peygamberlerini yalanlamışlardı. Resûl, apaçık tebliğden başka bir şeyle mükellef değildir.″


﴿ اَوَلَمْ يَرَوْا كَيْفَ يُبْدِئُ اللّٰهُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُع۪يدُهُۜ اِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يرٌ ﴿١٩﴾

19. Allah’u Teâlâ’nın, mahlûkatı ilk olarak yoktan nasıl var ettiğini görmüyorlar mı? Sonra onları tekrar iâde eder. Şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır.

İzah: Onlar, Allah’u Teâlâ’nın, meyve ve mahsulleri ilk olarak nasıl yarattığını görmediler mi? Bunları önce yoktan var etmekte, son­ra yok etmekte, daha sonra onları tekrar diriltmekte ve bu böylece sürüp gitmektedir. Aynı şekilde ilk olarak insanı da yaratmakta, ondan çocuk var ettikten sonra tekrar onu öldürmektedir. Çocuklarından da başka çocuklar var edip gitmektedir. Diğer canlılar da böyledir. Sizler O’nun yeni­den yaratmaya ve icad etmeye dair kudretini gördüğünüze göre, şunu bilin ki O, ölümden sonra tekrar yaratmaya da kadirdir. Muhakkak ki, Allah’a göre bu çok kolaydır. Çünkü O, bir şeyin var olmasını istediği zaman, ona sâdece ″Ol″ der, o da hemen oluverir.[1]


[1] Bakınız: Sûre-i Bakara, Âyet 117.


﴿ قُلْ س۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَاَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللّٰهُ يُنْشِئُ النَّشْاَةَ الْاٰخِرَةَۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۚ ﴿٢٠﴾ يُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْحَمُ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَاِلَيْهِ تُقْلَبُونَ ﴿٢١﴾ وَمَٓا اَنْتُمْ بِمُعْجِز۪ينَ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِۘ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ۟ ﴿٢٢﴾

20-22. (Ey İbrâhim!) De ki: ″Yeryüzünü gezip dolaşın, Allah’u Teâlâ’nın, mahlûkatı yoktan nasıl yarattığına bir bakın. Sonra Allah’u Teâlâ, âhiret hayatını da öyle yaratır. Şüphesiz Allah’u Teâlâ her şeye kâdirdir.* O, dilediğine azap eder, dilediğine de rahmet eder. Ve O’na döndürüleceksiniz.* Siz, yerde de olsanız, gökte de olsanız Allah’ın azâbından kurtulamazsınız. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.


﴿ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَلِقَٓائِه۪ٓ اُو۬لٰٓئِكَ يَئِسُوا مِنْ رَحْمَت۪ي وَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٢٣﴾

23. Allah’ın âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenler var ya, işte onlar, Benim rahmetimden ümitlerini kesenlerdir. İşte onlar için elim bir azap vardır.


﴿ فَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِه۪ٓ اِلَّٓا اَنْ قَالُوا اقْتُلُوهُ اَوْ حَرِّقُوهُ فَاَنْجٰيهُ اللّٰهُ مِنَ النَّارِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٢٤﴾

24. (İbrâhim Aleyhisselâm’ın) kavminin cevabı: ″Onu öldürün yahut onu yakın″ demekten başka bir şey olmadı (ve onu ateşe attılar). Allah’u Teâlâ da onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda, îman eden bir topluluk için elbette ibretler vardır.

İzah: İbrâhim Aleyhisselâm’ın ateşe atılması ve o ateşin gül bahçesine dönerek Allah’u Teâlâ’nın, onu o ateşten kurtarması hakkında geniş bilgi için Sûre-i Enbiyâ, Âyet 68-69 ve izahına bakınız.


﴿ وَقَالَ اِنَّمَا اتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَوْثَانًاۙ مَوَدَّةَ بَيْنِكُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ ثُمَّ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ يَكْفُرُ بَعْضُكُمْ بِبَعْضٍ وَيَلْعَنُ بَعْضُكُمْ بَعْضًاۘ وَمَأْوٰيكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَۗ ﴿٢٥﴾

25. İbrâhim, kavmine dedi ki: ″Dünyâ hayatında, (putlarınızın ibâdetinde toplanarak) birbirinize muhabbet etmek için Allah’ı bırakıp putları ilah edindiniz. Sonra mahşer günü birbirinizi inkâr edersiniz ve birbirinize lânet edersiniz. Varacağınız yer ateştir ve sizin için yardımcılardan bir kimse de yoktur.″


﴿ فَاٰمَنَ لَهُ لُوطٌۢ وَقَالَ اِنّ۪ي مُهَاجِرٌ اِلٰى رَبّ۪يۜ اِنَّهُ هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿٢٦﴾

26. Bunun üzerine Lût, ona îman etti. İbrâhim: ″Ben, Rabbimin emrettiği tarafa hicret edeceğim. Şüphesiz O, her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir″ dedi.

İzah: Hz. İbrâhim’in kardeşi olan Haran’ın oğlu Lût Aleyhisselâm, Hz. İbrâhim’in sözlerini tasdik etmiştir. İbrâhim Aleyhisselâm ile birlikte o da hicret etmiştir.

İbrâhim Aleyhisselâm’ın hicret ettiği yer, Sûre-i Enbiyâ, Âyet 71’de de şöyle geçmektedir:

″İbrâhim ve Lût’u kurtarıp, âlemler için mübârek kıldığımız yere gönderdik.″

Allah’u Teâlâ’nın hicret etmesi için Hz. İbrâhim’e emrettiği mübârek bölge ise, şuan ki Kuds-i Şerif’in bulunduğu bölgedir. Nitekim İbrâhim ve Lût Aleyhimesselâm, o bölgelerde yaşamışlardır.

Kuds-i Şerif’in mübârek bir bölge olduğuna dair daha geniş bilgi için de Sûre-i Tâhâ, Âyet 80’in izahına bakınız.


﴿ وَوَهَبْنَا لَهُٓ اِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَجَعَلْنَا ف۪ي ذُرِّيَّتِهِ النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ وَاٰتَيْنَاهُ اَجْرَهُ فِي الدُّنْيَاۚ وَاِنَّهُ فِي الْاٰخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِح۪ينَ ﴿٢٧﴾

27. İbrâhim’e, İshâk’ı ve (İshâk’ın oğlu) Yâkub’u ihsan ettik. Ve Peygamberliği ve kitabı, onun zürriyetinde kıldık. Ona dünyâda mükâfatını verdik. Şüphesiz o, âhirette de elbette sâlihlerdendir.

İzah: İbrâhim Aleyhisselâm’ın eşi olan Sâra vâlidemizin çocuğu olmuyordu. Melekler, Sâra vâlidemize; İshâk Aleyhisselâm’ı ve ondan da Yâkub Aleyhisselâm’ın olacağını müjdelemek üzere gelmişlerdi. Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Hûd, Âyet 69-76’e bakınız.

Ayrıca İbrâhim Aleyhisselâm’ın ikinci eşi olan Hacer annemizden İsmâil Aleyhisselâm dünyâya gelmiştir ve zürriyeti ondan da devam etmiştir. Bu hususta da geniş bilgi için Sûre-i İbrâhîm, Âyet 37 ve izahına bakınız.


﴿ وَلُوطًا اِذْ قَالَ لِقَوْمِه۪ٓ اِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَۘ مَا سَبَقَكُمْ بِهَا مِنْ اَحَدٍ مِنَ الْعَالَم۪ينَ ﴿٢٨﴾ اَئِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ وَتَقْطَعُونَ السَّب۪يلَ وَتَأْتُونَ ف۪ي نَاد۪يكُمُ الْمُنْكَرَۜ فَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِه۪ٓ اِلَّٓا اَنْ قَالُوا ائْتِنَا بِعَذَابِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿٢٩﴾

28-29. Lût’u da Peygamber olarak gönderdik. Hani o, kavmine şöyle demişti: ″Doğrusu siz, sizden önce âlemlerden hiçbir topluluğun yapmadığı hayasızlığı yapıyorsunuz.* Erkeklere yanaşıyor, yol kesiyor ve meclislerinizde her türlü arsızlığı mı yapıyorsunuz?″ Kavminin cevabı ise, ″Eğer sözünde doğru isen, haydi Allah’ın azâbını getir″ demekten başka bir şey olmadı.


﴿ قَالَ رَبِّ انْصُرْن۪ي عَلَى الْقَوْمِ الْمُفْسِد۪ينَ۟ ﴿٣٠﴾

30. Lût da: ″Yâ Rabbi! (Vaad edilmiş azâbı indir) şu fesat çıkaran topluluğa karşı bana yardım et″ dedi.


﴿ وَلَمَّا جَٓاءَتْ رُسُلُنَٓا اِبْرٰه۪يمَ بِالْبُشْرٰىۙ قَالُٓوا اِنَّا مُهْلِكُٓوا اَهْلِ هٰذِهِ الْقَرْيَةِۚ اِنَّ اَهْلَهَا كَانُوا ظَالِم۪ينَۚ ﴿٣١﴾

31. Resullerimiz, İbrâhim’e (İshâk ile Yâkub’un doğacaklarına dair) müjde ile geldikleri vakit, ″Biz şu beldenin ahâlisini helâk edeceğiz. Çünkü oranın ahâlisi zâlim kimselerdir″ dediler.

İzah: İbrâhim Aleyhisselâm’a ve ailesine kendilerinden İshâk Aleyhisselâm ve ondan da Yâkub Aleyhisselâm’ın olacağını müjdelemek için gelen melekler, Lût Aleyhisselâm’ın kavmini de helâk edeceklerini İbrâhim Aleyhisselâm’a söylemişlerdir.


﴿ قَالَ اِنَّ ف۪يهَا لُوطًاۜ قَالُوا نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَنْ ف۪يهَاۘ لَنُنَجِّيَنَّهُ وَاَهْلَهُٓ اِلَّا امْرَاَتَهُۘ كَانَتْ مِنَ الْغَابِر۪ينَ ﴿٣٢﴾

32. İbrâhim: ″Fakat Lût da oradadır″ dedi. Onlar: ″Biz orada kim olduğunu daha iyi biliriz. Biz onu ve ehlini elbette kurtaracağız. Ancak zevcesi müstesnâ. O, geride kalanlarla birlikte helâk olacak″ dediler.


﴿ وَلَمَّٓا اَنْ جَٓاءَتْ رُسُلُنَا لُوطًا س۪ٓيءَ بِهِمْ وَضَاقَ بِهِمْ ذَرْعًا وَقَالُوا لَا تَخَفْ وَلَا تَحْزَنْ۠ اِنَّا مُنَجُّوكَ وَاَهْلَكَ اِلَّا امْرَاَتَكَ كَانَتْ مِنَ الْغَابِر۪ينَ ﴿٣٣﴾ اِنَّا مُنْزِلُونَ عَلٰٓى اَهْلِ هٰذِهِ الْقَرْيَةِ رِجْزًا مِنَ السَّمَٓاءِ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ ﴿٣٤﴾ وَلَقَدْ تَرَكْنَا مِنْهَٓا اٰيَةً بَيِّنَةً لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ ﴿٣٥﴾

33-35. Resullerimiz Lût’a gelince, Lût, onlar sebebiyle kederlendi, ne yapacağını şaşırdı. Resullerimiz onun hâlini görünce, dediler ki: ″Bizim için korkma ve hiçbir şeyden mahzun olma! Biz, seni ve ehlini kurtaracağız. Ancak zevcen müstesnâ. O, geride kalanlarla birlikte helâk olacak.* Şüphesiz biz bu belde ahâlisine, işledikleri fenâlıklardan dolayı gökten azap indireceğiz.″* Yemin olsun ki, aklını kullalanan bir kavim için o beldeden apaçık bir alâmet bıraktık.

İzah: Misafir şeklinde gelen meleklerden dolayı Lût Aleyhisselâm’ın kederlenmesi ve ne yapacağını bilememesi, kavminin onlara sataşıp çirkin işlerini onlara da yapacaklarından korkmasındandır. Melekler, Lût Aleyhisselâm’ın bu hâlini görünce, onun korkmamasını ve üzülmemesini bildirmişler, kendilerinin melek olduğunu ve o kavmi helâk etmek için geldiklerini söylemişlerdir.

Yine âyette geçtiği üzere Lût Aleyhisselâm’ın kavminden geriye kalan en belirgin alâmet, ″Lut Gölü″dür.

Lût Aleyhisselâm’ın kıssası hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Hûd, Âyet 74-83’e, Sûre-i A’râf, Âyet 80-84 ve izahlarına bakınız.


﴿ وَاِلٰى مَدْيَنَ اَخَاهُمْ شُعَيْبًاۙ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَارْجُوا الْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْاَرْضِ مُفْسِد۪ينَ ﴿٣٦﴾ فَكَذَّبُوهُ فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَاَصْبَحُوا ف۪ي دَارِهِمْ جَاثِم۪ينَۘ ﴿٣٧﴾

36-37. Medyen kavmine de kardeşleri Şuayb’i Peygamber olarak gönderdik. Şuayb: ″Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin. Âhiret gününe ümit bağlayın. Yeryüzünde fesat çıkararak kötülük yapmayın″ dedi.* Kavmi, onu yalanladı. Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı ve sabahleyin yurtlarında diz üstü çökmüş (ölmüş) olarak bulundular.

İzah: Medyen kavmi, deprem ve korkunç bir sesle beraber helâk olmuşlardır. Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 85-93 ve Sûre-i Hûd, Âyet 84-95’e bakınız.


﴿ وَعَادًا وَثَمُودَا۬ وَقَدْ تَبَيَّنَ لَكُمْ مِنْ مَسَاكِنِهِمْ۠ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّب۪يلِ وَكَانُوا مُسْتَبْصِر۪ينَۙ ﴿٣٨﴾

38. Biz, Âd ve Semud kavimlerini de helâk ettik. Onların helâkı, meskenlerinden kalan âlemetler ile size zâhir oldu. Şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi ve onları doğru yoldan uzaklaştırdı. Halbuki kendileri hakikati görmeye muktedir idiler.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: Şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi ve onları doğru yoldan uzaklaştırdı. Halbuki kendileri hakikati görmeye muktedir idilerdiye buyrulmaktadır. Bunlar, Allah’ın emirlerine uymak ağır geldiği için, nefislerine hoş geleni yaparak şeytanın yolundan gitmiş oldular. Halbuki nefislerine hâkim olup, hak olan Allah’ın yoluna tâbi olsalardı, hidâyete erebilirlerdi. Hak yolu seçmek kendi irâdelerinde idi. Şeytan bunları zorla hidâyet yolundan saptırmadı, demektir.

Hûd Aleyhisselâm’ın kavmi Ad’ın ve Sâlih Aleyhisselâm’ın kavmi Semud’un helâk olmaları hakkında geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 65-79’e bakınız.


﴿ وَقَارُونَ وَفِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مُوسٰى بِالْبَيِّنَاتِ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْاَرْضِ وَمَا كَانُوا سَابِق۪ينَۚ ﴿٣٩﴾

39. Kârun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da helâk ettik. Yemin olsun ki, Mûsâ onlara apaçık mûcizelerle gelmişti. Onlar da yeryüzünde kibirlendiler ve azâbımızdan kurtulamadılar.

İzah: Mûsâ Aleyhisselâm’ın; Firavun, onun baş veziri Hâmân ve Kârun ile mücâdelesi ve bunların nasıl helâk olduklarına dair geniş bilgi için Kasas Sûresi’ne bakınız.


﴿ فَكُلًّا اَخَذْنَا بِذَنْبِه۪ۚ فَمِنْهُمْ مَنْ اَرْسَلْنَا عَلَيْهِ حَاصِبًاۚ وَمِنْهُمْ مَنْ اَخَذَتْهُ الصَّيْحَةُۚ وَمِنْهُمْ مَنْ خَسَفْنَا بِهِ الْاَرْضَۚ وَمِنْهُمْ مَنْ اَغْرَقْنَاۚ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ ﴿٤٠﴾

40. Biz onların her birini günahları sebebiyle cezâlandırdık. Bir kısmının üzerine taş yağdırdık. Bir kısmını korkunç bir ses helâk etti. Bir kısmını yere geçirdik. Bir kısmını da suda boğduk. Allah’u Teâlâ onlara zulmetmedi. Lâkin onlar kendi nefislerine zulmettiler.

İzah: Lût Aleyhisselâm’ın kavminin üzerine taş yağdı. Sâlih Aleyhisselâm’ın kavmi Semud ve Şuayb Aleyhisselâm’ın kavmi Medyen, deprem ve korkunç bir ses ile helâk oldu. Kârun yere batırıldı ve Nûh Aleyhisselâm’ın kavmi, Firavun ve askerleri de suda boğularak helâk edildiler.


﴿ مَثَلُ الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَوْلِيَٓاءَ كَمَثَلِ الْعَنْكَبُوتِۚ اِتَّخَذَتْ بَيْتًاۜ وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِۢ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ ﴿٤١﴾

41. Allah’tan başka dostlar edinenlerin (putlara tapanların) misâli, bir ev edinmiş olan örümceğin misâli gibidir. Halbuki evlerin en zayıfı örümceğin evidir. Keşke bilselerdi!

İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, Allah’ı bırakıp putlara tapanları ve onlardan yardım umanları, ihtiyaç hissedildiğinde hiçbir fayda görememe bakı­mından, kendisine yuva yapan örümceğe benzetmiştir. Nitekim örümcek, avlanabilmek için yuvasını açık alanlara yapar. Bu sebeple rüzgar ve yağmur gibi durumlarda da o yuva kendisine hiçbir koruma sağlamaz.

Bu Âyet-i Kerîme’de belirtildiği üzere, müşriklerin bâtıl olan dinlerinin ne kadar zayıf ve tutarsız olduğuna dair Hz. Ömer Efendimiz de şöyle buyurmuştur:

Câhiliye döneminde iki olay vardır ki; birini hatırlayınca gülerim, diğerini de hatırlayınca ağlarım. ″Yâ Ömer! Bunlar nedir?″ diye sorulunca, buyurdu ki:

- Hatırlayınca gülerim dediğim; câhiliye döneminde özellikle yolculuğa çıktığımız zamanlarda ve sâir zamanlarda bizi korusun diye helvadan put yapardık ve ona tapardık, acıkınca da onları yerdik. İşte bunu hatırladıkça gülerim.

- Hatırladıkça ağladığım da; bizler câhiliye döneminde kız çocuklarını bir utanç sebebi sayardık. Birinin kızı olduğu zaman o insanla alay edilirdi. Benim de bir kızım olmuştu. Belli bir yaşa kadar onu büyüttüm. Ama bir gün onu götürüp bir çukur kazdım. Onu içine yatırdım ve üzerini toprakla kapatıyordum. Diri diri gömdüğüm o masum yavrucak da benim elbisemdeki ve sakalımdaki tozları elleriyle temizliyordu. Ben ise bu kadar babasına düşkün ve masum yavruyu diri diri gömerek öldürdüm. İşte bu olayı da hatırladıkça ağlarım.


﴿ اِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ مِنْ شَيْءٍۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿٤٢﴾

42. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, onların kendisinden başka neye ibâdet ettiklerini bilir. O her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.


﴿ وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِۚ وَمَا يَعْقِلُهَٓا اِلَّا الْعَالِمُونَ ﴿٤٣﴾

43. Biz, bu misalleri insanlara (hakikati anlasınlar diye) anlatıyoruz. Halbuki bunların hakikatini âlimlerden başkası anlayamaz.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, Kur’ân’ın hakikatini ancak âlimlerin anlayabileceği vurgulanmaktadır. Âlimlerin âlimi Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’dir. Bu sebeple bir kimse hadisleri dikkate almadan, Kur’ân âyetlerine mânâ vermeye çalışırsa, hatâya düşer. Kur’ân’ın hakiki mânâsı, ancak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaşantısı ve hadisleri dikkate alındığı zaman ortaya çıkar.

Bu hususta İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu şöyle söylemiştir:

Her şey bize Kur’ân’da açıklanmıştır; fakat bizim anlayışımız, onu idraktan âcizdir. Bu sebeple Allah’u Teâlâ Sûre-i Nahl, Âyet 44’te: ″… Ey Resûlüm! Sana da Zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, kendilerine indirileni (emir ve nehyi) insanlara açıkça anlatasın. Umulur ki, onlar da tefekkür edeler″ diye buyurmuş­tur.

Hz. Ömer Radiyallâhu anhu da şöyle buyurmuştur:

إِنَّهُ سَيَأْتِى نَاسٌ يُجَادِلُونَكُمْ بِشُبُهَاتِ الْقُرْآنِ فَخُذُوهُمْ بِالسُّنَنِ فَإِنَّ أَصْحَابَ السُّنَنِ أَعْلَمُ بِكِتَابِ اللّٰهِ. (در عن عمر بن الخطاب )

″Size birtakım insanlar Kur’ân’ın müteşâbih âyetleriyle mücâdele etmeye gelecekler. Siz de onlara, sünnetler ile karşı koyun. Çünkü sünnetleri bilenler Allah’ın kitabını en iyi bilenlerdir.″[1]

Kur’ân-ı Kerîm’i anlamanın yolunun sünnetten geçtiğine dair İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri şöyle buyurmuştur:

لَوْلَا اَلسُّنَّةُمَا فَهِمَ أَحَدٌمِنَّاالْقُرآنَ.

″Sünnet olmasaydı, hiçbirimiz Kur’ân’ı anlayamazdık.″

Bu hususta Ahmed b. Hanbel Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

والسُّنَّةُ عِنْدَنَا آثَارُ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ والسُّنَّةُ تُفَسِّرُ القُرْآنَ، وَهِيَ دَلائِلُ القُرْآنِ.

″Hadisler bizim yanımızda, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den gelen nakillerdir. Sünnet, Kur’ân’ı açıklar ve o, Kur’ân’ın işâret ettiği mânâların delilleridir.″

Sünnetin önemi hakkında İmam Mâlik Hazretleri şöyle buyurmuştur:

السُّنَّةُ سَفِينَةُ نُوح مَن رَكبَها نجَا ومَن تَخَلّفَ عنَها غَرِقَ.

″Sünnet, Nûh’un gemisine benzer. Kim ona binerse, kurtulur, kim de binmezse boğulur.″

İmam Şâfii Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

جَمِيعُ مَا تَقُولُهُ الْأُمَّةُ شَرْحٌ لِلسُّنَّةِ وَجَمِيعُ السُّنَّةِ شَرْحٌ لِلْقُرْآنِ

″Ehl-i Sünnet âlimlerinin bütün söyledikleri sünnetin şerhidir. Sünnetin hepsi de Kur’ân’ın şerhidir.″

Kur’ân’ın mânâsını hakkıyla anlayanlar; Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ve onun sünnetini uygulayıp yaşatan âlimlerdir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

رَحْمَةُ اللّٰهِ عَلَى خُلَفَائِى قِيلَ وَمَا خُلَفَائِكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ تَعَالَى قَالَ الَّذِينَ يُحْيُونَ سُنَّتِى وَيُعَلِّمُونَهَا النَّاسَ (ابى نصر و ابن عساكر عن الحسن)

″Allah‘ın rahmeti benim halifelerime olsun.″ ″Yâ Resûlullah! Senin halifelerin kimlerdir?″ dediler. Buyurdu ki: ″Sünnetimi ihyâ eden ve insanlara da öğretendir.″[2]

Bu sebeple bu zâtlara, Müslümanlar tarafından Ehl-i Sünnet âlimleri denilmiştir. Bu hususta Amr İbn-i Şuayb Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

سَمِعَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَوْمًا يَتَدَارَءُونَ فَقَالَ إِنَّمَا هَلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ بِهَذَا ضَرَبُوا كِتَابَ اللّٰهِ بَعْضَهُ بِبَعْضٍ وَإِنَّمَا نَزَلَ كِتَابُ اللّٰهِ يُصَدِّقُ بَعْضُهُ بَعْضًا فَلَا تُكَذِّبُوا بَعْضَهُ بِبَعْضٍ فَمَا عَلِمْتُمْ مِنْهُ فَقُولُوا وَمَا جَهِلْتُمْ فَكِلُوهُ إِلَى عَالِمِهِ (حم عمرو بن شعيب)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem münâkaşa eden bir grup gördü ve buyurdu ki: ″Sizden öncekiler bu yüzden helâk oldu. Allah’ın kitabının bir kısmını diğer bir kısmıyla çatışır gördüler. Halbuki Allah’ın kitabının bir bölümü diğer bir bölümünü doğrular mâhiyette indirilmiştir. Bir kısmını diğer bir kısmına dayanarak yalanlamayın. Ondan bildiğinizi söyleyin, bilmediğinizi de onu bilenlere bırakın.″[3]


[1] Sünen-i Dârimî, Mukaddime 17.

[2] Muhtâr’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 250; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 291/1.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 6453.


﴿ خَلَقَ اللّٰهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِلْمُؤْمِن۪ينَ۟ ﴿٤٤﴾

44. Allah’u Teâlâ, gökleri ve yeri, hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Şüphesiz bunda, Mü’minler için elbette bir ibret vardır.


﴿ اُتْلُ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَاَقِمِ الصَّلٰوةَۜ اِنَّ الصَّلٰوةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِۜ وَلَذِكْرُ اللّٰهِ اَكْبَرُۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ ﴿٤٥﴾

45. Ey Resûlüm! Kitaptan sana vahyolunanı oku. Namaza devam et. Çünkü namaz, büyük ve küçük günahlardan alıkoyar ve (bu hususta) elbette zikrullah daha büyüktür. Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızı bilir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, namazın ve zikrullahın insanları her türlü mâsiyetten alıkoyduğundan bahsedilmektedir. Şeytanın, insanları namaz ve zikrullahtan uzaklaştırarak mâsiyete yönlendirdiği Sûre-i Mâide, Âyet 91’de de şöyle geçmektedir:

Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza buğuz ve düşmanlık sokmak ve sizi zikrullahtan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz bunlardan vazgeçtiniz değil mi?″

Namazın önemine dair Resûlullah (Sallallâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:

اِنَّ أَوَّلَ مَا يُحَاسَبُ بِهِ الْعَبْدُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ صَلَاتُهُ فَاِنْ وُجِدَتْ تَامَّةً كُتِبَتْ تَامَّةً وَاِنْ كَانَ انْتُقِصَ مِنْهَا شَيْءٌ قَالَ انْظُرُوا هَلْ تَجِدُونَ لَهُ مِنْ تَطَوُّعٍ يُكَمِّلُ لَهُ مَا ضَيَّعَ مِنْ فَرِيضَةٍ مِنْ تَطَوُّعِهِ ثُمَّ سَائِرُ الْأَعْمَالِ تَجْر۪ى عَلَى حَسَبِ ذَلِكَ (ن ت ه عن ابى هريرة)

″Mahşer gününde kulun işlediği amellerinden ilk olarak hesap vereceği şey, namazdır. Eğer namazı tamam ise, tamamdır, değilse Allah’u Teâlâ: ″Kulumun nafile namazlarına bakın″ buyurur. Nafile namazları varsa farzlardan eksikleri onunla tamamlanır. Böylece diğer amellerin hesabı da bu şekilde görülür.″[1]

Yine âyette namazın, insanları büyük ve küçük günahlardan uzaklaştırdığı beyan edilmekte, zikrullahın ise bu hususta daha etkili olduğu anlatılmaktadır. Böylece zikrullahın, ibâdetler içerisinde en üstün olduğu beyan edilmiştir.

Zikrullah hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَلَا أُنَبِّئُكُمْ بِخَيْرِ أَعْمَالِكُمْ وَأَزْكَاهَا عِنْدَ مَلِيكِكُمْ وَأَرْفَعِهَا فِى دَرَجَاتِكُمْ وَخَيْرٌ لَكُمْ مِنْ اِنْفَاقِ الذَّهَبِ وَالْوَرِقِ وَخَيْرٌ لَكُمْ مِنْ أَنْ تَلْقَوْا عَدُوَّكُمْ فَتَضْرِبُوا أَعْنَاقَهُمْ وَيَضْرِبُوا أَعْنَاقَكُمْ قَالُوا بَلَى قَالَ ذِكْرُ اللّٰهِ تَعَالَى (حم ت عن ابى الدرداء)

″Haberiniz olsun! Rabbinizin katında dere­cenizi en yüksek ve sizi en temiz kılan, altın ve gümüş tasadduk etmekten daha hayırlı olan, Allah yolunda savaşa çıkıp da düşmanlarla kıyası­ya savaşmaktan bile daha üstün olan hayırlı amelinizi size bildireyim mi?″ ″Evet″ dediler. Buyurdu ki: ″İşte o, zikrullahtır.″[2]

İmam Ahmed, Zühd’de ve İbn’ul-Münzir’in bildirdiğine göre, Muaz b. Cebel Radiyallâhu anhu:

″İnsan, Allah’ın azâbından kurtulmak için, Allah’ı zikretmekten daha güzel bir şey yapmamıştır″ dedi. Bunun üzerine kendisine: ″Allah yolunda yapılan cihattan da mı?″ diye sorulunca, ″Ölünceye kadar kılıç vursa bile, zîrâ Allah’u Teâlâ, kitabında: ″Elbette zikrullah daha büyüktür″ diye buyurmaktadır″ karşılığını verdi.[3]

İmam Taberî’nin, tefsirinde naklettiğine göre; bu âyet hakkında Selman-ı Fârisi Hazretleri de: ″Amellerin en üstünü hangisidir?″ diye sorana, ″Kur’ân’ı okumuyor musun? Elbette ki Allah’ı zikretmek en üstün ibâdettir. O’nu zikret­mekten daha üstün bir ibâdet yoktur″[4] diye buyurmuştur.

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَنَّ رَجُلًا سَأَلَهُ فَقَالَ أَيُّ الْجِهَادِ أَعْظَمُ أَجْرًا قَالَ أَكْثَرُهُمْ لِلَّهِ تَبَارَكَ وَتَعَالَى ذِكْرًا قَالَ فَأَيُّ الصَّائِمِينَ أَعْظَمُ أَجْرًا قَالَ أَكْثَرُهُمْ لِلَّهِ تَبَارَكَ وَتَعَالَى ذِكْرًا ثُمَّ ذَكَرَ لَنَا الصَّلَاةَ وَالزَّكَاةَ وَالْحَجَّ وَالصَّدَقَةَ كُلُّ ذَلِكَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ أَكْثَرُهُمْ لِلَّهِ تَبَارَكَ وَتَعَالَى ذِكْرًا فَقَالَ أَبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّٰهُ تَعَالَى عَنْهُ لِعُمَرَ رَضِيَ اللّٰهُ تَعَالَى عَنْهُ يَا أَبَا حَفْصٍ ذَهَبَ الذَّاكِرُونَ بِكُلِّ خَيْرٍ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَجَلْ (حم طب عن معاذ بن انس)

Bir kimse: ″Yâ Resûlallah! Hangi cihadın ecri daha büyüktür?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenlerin ecri daha büyüktür″ buyurdu. ″Hangi oruçlunun ecri daha büyüktür?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenlerin ecri daha büyüktür″ buyurdu. Sonra namaz kılanlar, zekât verenler, hacca gidenler ve sadaka verenler için de aynı soruyu sordu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de hepsine: ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenlerin ecri daha büyüktür″ buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu Teâlâ anhu, Hz. Ömer Radiyallâhu Teâlâ anhu’ya: ″Hayırların hepsini Allah’u Teâlâ’yı zikredenler alıp gitti″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de: ″Evet″ diye buyurdu.[5]

İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ لَا يَكُونُ فِى الْمُصَلِّينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ صَلَاةً وَلَا يَكُونُ فِى الذَّاكِرِينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ ذِكْرًا (ابو نعيم خط عن ابن مسعود)

″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kılardı. Allah’u Teâlâ’yı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o yapardı.″[6] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.

Bir diğer Hadis-i Şerifte de şöyle nakledilmiştir:

أَنَّ ابْنَ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا أَخْبَرَهُ أَنَّ رَفْعَ الصَّوْتِ بِالذِّكْرِ حِينَ يَنْصَرِفُ النَّاسُ مِنْ الْمَكْتُوبَةِ كَانَ عَلَى عَهْدِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ كُنْتُ أَعْلَمُ إِذَا انْصَرَفُوا بِذَلِكَ إِذَا سَمِعْتُهُ. (خ م عن ابن عباس)

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ haber verdi ki: ″Halkın farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikretmesi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellemin zamanında var idi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: ″Ben bu sesi işitir işitmez, zikir seslerinin yükselmesi ile namazdan çıktıklarını anlardım.″[7]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

الثَّابِتُ فِي مُصَلَّاه بَعَدَ صَلَوةَ الصُّبْحٍ حَتَّى يَذْكُرُ اللّٰهَ تَعَالَى حَتَّى تَطْلُعَ الشَّمْسُ أَبْلَغُ فِي طَلَبِ الرِّزْقِ مِنَ الضَّرْبِ فِي الْآفَاقِ (الديلمى عن عثمان)

″Namazgâhında, sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar sâbit bir halde oturup zikrullah etmek, rızık talep etmek için diyar diyar dolaşmaktan daha hayırlıdır.″[8]

Zikrullah hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 152, 200 ve izahlarına bakınız.


[1] Sünen-i Nesâî, Salat: 9; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâme’us-Salat 202.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 20713; Sünen-i Tirmizî, Daavât 5.

[3] Celâleddin es-Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 11, s. 530.

[4] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 20, s. 44.

[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15061; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 16812; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 80/1.

[6] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 547/15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 17931.

[7] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 465; Sahih-i Müslim, Mesâcid 23 (122).

[8] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 199/3; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 9444.


﴿ وَلَا تُجَادِلُٓوا اَهْلَ الْكِتَابِ اِلَّا بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۗ اِلَّا الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُٓوا اٰمَنَّا بِالَّذ۪ٓي اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَاُنْزِلَ اِلَيْكُمْ وَاِلٰهُنَا وَاِلٰهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ ﴿٤٦﴾

46. Ehl-i Kitap’tan zulmedenler (düşmanlıkta ileri gidenler) hâriç, diğerleriyle en güzel şekilde mücâdele edin ve deyin ki: ″Bize indirilene de, size indirilene de îman ettik. Bizim ilahımız ve sizin ilâhınız birdir. Biz ancak O’na teslim olmuş olanlarız.″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تَسْأَلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ عَنْ شَيْءٍ فَإِنَّهُمْ لَنْ يَهْدُوكُمْ وَقَدْ ضَلُّوا فَإِنَّكُمْ إِمَّا أَنْ تُصَدِّقُوا بِبَاطِلٍ أَوْ تُكَذِّبُوا بِحَقٍّ فَإِنَّهُ لَوْ كَانَ مُوسَى حَيًّا بَيْنَ أَظْهُرِكُمْ مَا حَلَّ لَهُ إِلَّا أَنْ يَتَّبِعَنِي (حم ع عن جابر بن عبد اللّٰه)

″Ehl-i Kitab’a herhangi bir şeye dair soru sormayın. Yemin ederim ki, kendi­leri sapmışken aslâ sizi hidâyete iletemezler. Onları dinlemeniz hâlinde, ya bâtıl olan bir şeyi tasdik etmiş olursunuz veya hak olan bir şeyi yalanlamış olursunuz. Eğer Mûsâ, sizin aranızda hayatta olsaydı, bana tâbi olmaktan başkası ona helâl olmazdı.″[1]

Yine bu hususta Sûre-i Bakara, Âyet 136 ve izahına bakınız. Ayrıca Allah’u Teâlâ’nın; bütün Peygamberlerden ve onların ümmetlerinden, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e yetiştikleri takdirde ona îman ve yardım edeceklerine dair söz aldığı hakkında Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 81-82 ve izahına bakınız.


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 14104; Ebû Ya’lâ el-Mevsilî, Müsned, Hadis No: 2081.


﴿ وَكَذٰلِكَ اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَۜ فَالَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يُؤْمِنُونَ بِه۪ۚ وَمِنْ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ مَنْ يُؤْمِنُ بِه۪ۜ وَمَا يَجْحَدُ بِاٰيَاتِنَٓا اِلَّا الْكَافِرُونَ ﴿٤٧﴾

47. Ey Resûlüm! İşte böylece kitabı (Kur’ân’ı) da sana indirdik. Ehl-i Kitap’tan ona îman edenler olduğu gibi, şunlardan (Mekke halkından) da ona îman edenler vardır. Bizim âyetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Bizim âyetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez″ diye buyrulmaktadır. Bu nedenle Müslüman olan birinin, Kur’ân-ı Kerîm’in bütün âyetlerine hulûs-i kalp ile tam olarak îman etmesi gerekir. Aksi takdirde Kur’ân-ı Kerîm’in değil bir âyetini, bir harfini dahi inkâr etmek küfrü gerektirir. Çünkü Kur’ân bir bütündür. Tamamı Allah’ın kelâmıdır. Bir harfini inkâr etmek, tamamını inkâr etmek anlamına gelir.


﴿ وَمَا كُنْتَ تَتْلُوا مِنْ قَبْلِه۪ مِنْ كِتَابٍ وَلَا تَخُطُّهُ بِيَم۪ينِكَ اِذًا لَارْتَابَ الْمُبْطِلُونَ ﴿٤٨﴾

48. Ey Resûlüm! Sen Kur’ân’dan önce hiçbir kitap okumuş değildin. Onu elinle de yazmadın. Öyle olsaydı münkirler, (bunu önceki kitaplardan toplamıştır, diye) şüphe ederlerdi.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmî olduğu yani okuma yazma bilmediği ve böylece önceki kitapları okuma ihtimalinin olmadığı haber verilmektedir. O zamanda bütün müşrikler, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmî olduğunu biliyorlardı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in, zâhiren kendisinin bilmesine imkân olmayan önceki Peygamberlerin kıssalarını en güzel şekilde, fasîh bir Arapçayla anlatması, müşrikleri ve Ehl-i Kitap âlimlerini hayrete düşürüp âciz bırakmıştır.


﴿ بَلْ هُوَ اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ ف۪ي صُدُورِ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَۜ وَمَا يَجْحَدُ بِاٰيَاتِنَٓا اِلَّا الظَّالِمُونَ ﴿٤٩﴾

49. Bilakis Kur’ân, ilim ehlinin göğüslerinde korunan apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi zâlimlerden başkası inkâr etmez.

İzah: İncil’i, Tevrat’ı, Zebur’u Peygamberlerden başkası ezberleyemezdi. Peygamberleri vefât edince, onlardan sonra gelenler bu kitapların aslını bozarak tahrif ettiler. Kur’ân-ı Kerîm’in ise, aslının bozulmasına imkân yoktur. Çünkü Allah’u Teâlâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hürmetine, Kur’ân’ı ezberlemeyi azmeden her Müslümana kolaylaştırmıştır. Tamamı ezberlenebilen tek ilâhi kitap Kur’ân’dır. Bu sebeple önceki kitaplarda olduğu gibi tahrif edilemez.

Bu husus Sûre-i Hicr, Âyet 9’da da şöyle geçmektedir:

″Şüphesiz ki, Kur’ân’ı Biz indirdik Biz. Onun koruyucusu da elbette Biziz.″


﴿ وَقَالُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ اٰيَاتٌ مِنْ رَبِّه۪ۜ قُلْ اِنَّمَا الْاٰيَاتُ عِنْدَ اللّٰهِۜ وَاِنَّمَٓا اَنَا۬ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ ﴿٥٠﴾

50. Kâfirler: ″Ona Rabbinden mûcizeler indirilseydi ya!″ dediler. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Mûcizeler ancak Allah katındandır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.″

İzah: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, çok sayıda mûcize göstermiştir. Buna rağmen küfürde inâdî olanlar, her defasında bir bahane uydurarak yine inkâr etmişlerdir. Bu âyette de kâfirlerin: ″Ona Rabbinden mûcizeler indirilseydi ya!″ diye söylemesi, Sâlih Aleyhisselâm’ın devesi, Mûsâ Aleyhisselâm’ın âsâsı gibi, bunlara benzer bir mûcize daha istemeleridir. İşte Allah’u Teâlâ, böyle bir mûcize verdiğinde, buna da inanmayıp yalanladıkları takdirde helâk olacaklarını beyan etmektedir.

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu hâdise nakledilmiştir:

قَالَتْ قُرَيْشٌ لِلنَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ أَنْ يَجْعَلَ لَنَا الصَّفَا ذَهَبًا وَنُؤْمِنُ بِكَ قَالَ وَتَفْعَلُونَ قَالُوا نَعَمْ قَالَ فَدَعَا فَأَتَاهُ جِبْرِيلُ فَقَالَ إِنَّ رَبَّكَ عَزَّ وَجَلَّ يَقْرَأُ عَلَيْكَ السَّلَامَ وَيَقُولُ إِنْ شِئْتَ أَصْبَحَ لَهُمْ الصَّفَا ذَهَبًا فَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ مِنْهُمْ عَذَّبْتُهُ عَذَابًا لَا أُعَذِّبُهُ أَحَدًا مِنْ الْعَالَمِينَ وَإِنْ شِئْتَ فَتَحْتُ لَهُمْ بَابَ التَّوْبَةِ وَالرَّحْمَةِ قَالَ بَلْ بَابُ التَّوْبَةِ وَالرَّحْمَةِ (حم عن ابن عباس)

Kureyşliler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Rabbine duâ et de bize Safa Tepesi’ni altın yapsın, sana inanalım″ dediler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onlara: ″Şâyet bunu yaparsam beni tasdik eder misiniz?″ diye sorunca, onlar: ″Evet″ dediler. Bunun üzerine Cebrâil Aleyhisselâm geldi ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e şöyle dedi: Rabbinin sana selâmı var ve der ki: ″İsterse onlar için Safa Tepesi altın olur, ama içlerinden her kim bundan sonra küfre devam ederse; onu âlemlerden hiç kimseyi azaplandırmadığım bir biçimde azaplandırırım. İstersen de, onlar için tevbe ve rahmet kapılarını açarım.″ Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet, tevbe ve rahmet kapılarını isterim″ dedi.[1]

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Mîraca çıkması, ayı ikiye bölmesi, parmaklarından çeşmeler akması gibi sayılamayacak kadar çok mûcizesi vardı. Bu hususta Sûre-i Kamer, Âyet 1 ve izahına bakınız.


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 2058.


﴿ اَوَلَمْ يَكْفِهِمْ اَنَّٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ يُتْلٰى عَلَيْهِمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَرَحْمَةً وَذِكْرٰى لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ۟ ﴿٥١﴾

51. Kendilerine okunan kitabı (Kur’ân’ı) sana indirmemiz onlara yetmedi mi? Şüphesiz bu kitapta, îman eden bir topluluk için elbette bir rahmet ve öğüt vardır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair Yahyâ b. Ca’de Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, üzerinde Tevrat’tan yazı bulunan bir kol kemiği (kürek kemiği) ge­tirildi, o da şöyle buyurdu:

كَفَى بِقَوْمٍ ضَلَالًا أَنْ يَرْغَبُوا عَمَّا جَاءَ بِهِ نَبِيُّهُمْ إِلَى مَا جَاءَ بِهِ نَبِىٌّ غَيْرُ نَبِيِّهِمْ أَوْ كِتَابٌ غَيْرُ كِتَابِهِمْ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ: أَوَلَمْ يَكْفِهِمْ أَنَّا أَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ (الدارمى عن يحيى بن جعدة)

″Peygamberlerinin getirdiğinden yüz çevirip, başka bir Peygam-berin getirdiklerine yahut kendi kitaplarından bir başka kitaba yönelmek bir kavme sapıklık olarak yeter.″ Bunun üzerine Allah’u Teâlâ: ″Kendilerine okunan kitabı (Kur’ân’ı) sana indirmemiz onlara yetmedi mi?″ diye geçen Sûre-i Ankebût, Âyet 51’i indirdi.[1]

Yine bu hususta Câbir Radiyallâhu anhu, şu hâdiseyi nakleder:

أَنَّ عُمَرَ بْنَ الْخَطَّابِ أَتَى النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِكِتَابٍ أَصَابَهُ مِنْ بَعْضِ أَهْلِ الْكُتُبِ فَقَرَأَهُ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَغَضِبَ فَقَالَ أَمُتَهَوِّكُونَ فِيهَا يَا ابْنَ الْخَطَّابِ وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَقَدْ جِئْتُكُمْ بِهَا بَيْضَاءَ نَقِيَّةً لَا تَسْأَلُوهُمْ عَنْ شَيْءٍ فَيُخْبِرُوكُمْ بِحَقٍّ فَتُكَذِّبُوا بِهِ أَوْ بِبَاطِلٍ فَتُصَدِّقُوا بِهِ وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَوْ أَنَّ مُوسَى صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ حَيًّا مَا وَسِعَهُ إِلَّا أَنْ يَتَّبِعَنِي (حم عن جابر بن عبد اللّٰه)

Ömer b. el-Hattab, Ehl-i Kitab’ın bâzısının elinde bulunan kitaplarından bir bölümünü Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e okuyunca, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem kızdı ve buyurdu ki:

″Onlar (kitaplarını tahrif etmek sûretiyle) şüpheye düşmüş olan kimselerdir. Ey Hattab’ın oğlu! Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, size temiz ve saf olan Kur’ân ile geldim. Ehl-i Kitab’a herhangi bir şeye dair soru sormayın. Onları dinlemeniz hâlinde, ya size hakkı haber verirler siz de onu yalanlarsınız, yahut bâtıl olan bir şeyi haber verirler siz de onu tasdik etmiş olursunuz. Şâyet Mûsâ hayatta olsaydı, onun için dahi bana tâbi olmaktan başka yapacak bir şey olamazdı.″[2]


[1] Sünen-i Dârimî, Mukaddime 42.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 14623.


﴿ قُلْ كَفٰى بِاللّٰهِ بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْ شَه۪يدًاۚ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِالْبَاطِلِ وَكَفَرُوا بِاللّٰهِۙ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ ﴿٥٢﴾

52. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde olanları bilir. Bâtıla inanıp Allah’ı inkâr edenler, işte onlar, hüsrâna uğrayanların ta kendileridir.


﴿ وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِۜ وَلَوْلَٓا اَجَلٌ مُسَمًّى لَجَٓاءَهُمُ الْعَذَابُۜ وَلَيَأْتِيَنَّهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٥٣﴾ يَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِۜ وَاِنَّ جَهَنَّمَ لَمُح۪يطَةٌ بِالْكَافِر۪ينَۙ ﴿٥٤﴾ يَوْمَ يَغْشٰيهُمُ الْعَذَابُ مِنْ فَوْقِهِمْ وَمِنْ تَحْتِ اَرْجُلِهِمْ وَيَقُولُ ذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٥٥﴾

53-55. Ey Habîbim! Senden azâbın hemen gelmesini isterler. Her şey için bir zaman belirlenmiş olmasaydı, onların azâbı da istedikleri gibi hemen gelirdi. Yemin olsun ki, onlar için belirlenmiş olan azap, farkında değillerken kendilerine ansızın gelir.* Senden azâbın hemen gelmesini isterler. Halbuki Cehennem, o kâfirleri elbette kuşatmış bulunmaktadır.* Azap, onları üstlerinden ve ayaklarının altından sardığı gün, Allah’u Teâlâ onlara: ″Yaptıklarınızın cezâsını tadın″ der.


﴿ يَا عِبَادِيَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّ اَرْض۪ي وَاسِعَةٌ فَاِيَّايَ فَاعْبُدُونِ ﴿٥٦﴾ كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ ثُمَّ اِلَيْنَا تُرْجَعُونَ ﴿٥٧﴾

56-57. Ey îman eden kullarım! Benim arzım geniştir. O halde Bana ibâdet edin.* Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra Bize döndürüleceksiniz.

İzah: Allah’u Teâlâ: ″Ey îman eden kullarım! Yeryüzü geniştir. Bir yerde dîni açıklamak ve ibâdet etmek size kolay olmazsa, oradan hicret edin ve Bana ibâdet edin″ diye buyurmuştur.

Bir kimsenin dînini muhafaza etmek için başka yere hicret etmesinin mükâfatı hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ فَرَّ بِدِينِهِ مِنْ أَرْض إِلَى أَرْض وَإِنْ كَانَ شِبْرًا اِسْتَوْجَبَ الْجَنَّة وَكَانَ رَفِيق إِبْرَاهِيم وَمُحَمَّد عَلَيْهِمَا السَّلَام (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن الحسن)

″Bir kimse dînini muhafaza etmek için bir yerden bir yere hicret ederse, eğer hicreti bir karış mesafe olsa bile, o kimsenin Cennete girmesi vâcip olur ve Cennette arkadaşı İbrâhim Aleyhisselâm ve Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem olur.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

الْبِلَادُ بِلَادُ اللّٰهِ وَالْعِبَادُ عِبَادُ اللّٰهِ فَحَيْثُمَا أَصَبْتَ خَيْرًا فَأَقِمْ (حم عن الزبير بن العوام)

″Beldeler Allah’ın beldesi, kullar Allah’ın kuludur. Sen nerede hayır görür­sen orada yerleş.″[2]


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 4, s. 97; Tercüme-i Tefsir-i Tibyan, c. 1, s. 388; Nûr’ul-Beyan, c. 2, s. 774.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1346.


﴿ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُبَوِّئَنَّهُمْ مِنَ الْجَنَّةِ غُرَفًا تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ نِعْمَ اَجْرُ الْعَامِل۪ينَۗ ﴿٥٨﴾ اَلَّذ۪ينَ صَبَرُوا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ ﴿٥٩﴾

58-59. Îman edip sâlih amellerde bulunanları, elbette onları Cennette altlarından nehirler akan köşklere yerleştireceğiz. Orada ebedî kalacaklardır. Sâlih amellerde bulunanların mükâfatı ne güzeldir.* Onlar ki, (kâfirlerin eziyetlerine ve gurbetin sıkıntılarına) sabrettiler ve Rablerine tevekkül ettiler.

İzah: Cennetteki köşklere dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَهْلَ الْجَنَّةِ لَيَتَرَاءَوْنَ أَهْلَ الْغُرَفِ مِنْ فَوْقِهِمْ كَمَا تَتَرَاءَوْنَ الْكَوْكَبَ الدُّرِّيَّ الْغَابِرَ مِنْ الْأُفُقِ مِنْ الْمَشْرِقِ أَوْ الْمَغْرِبِ لِتَفَاضُلِ مَا بَيْنَهُمْ قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ تِلْكَ مَنَازِلُ الْأَنْبِيَاءِ لَا يَبْلُغُهَا غَيْرُهُمْ قَالَ بَلَى وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ رِجَالٌ آمَنُوا بِاللّٰهِ وَصَدَّقُوا الْمُرْسَلِينَ (م ابى سعيد الخدرى)

″Şüphesiz Cennet ehli, üstlerinde bulunan köşklerdeki kimselerin makâmını, sizin doğu veya batı tarafında ufukta bulunan ve inci gibi parıldayan yıldızı gördüğünüz gibi göreceklerdir. Buna sebep ise aralarındaki fazilet farkıdır.″ ″Yâ Resûlallah! O dedikleriniz Peygamberlerin makâmıdır, zâten onlardan başka kimse oraya ulaşamaz″ dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: ″Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, hayır; bunlar Allah’a îman eden ve Resulleri tasdik eden birtakım kimselerdir.″[1]

Yine bu konuda Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ فِي الْجَنَّةِ لَغُرَفًا يُرَى ظُهُورُهَا مِنْ بُطُونِهَا وَبُطُونُهَا مِنْ ظُهُورِهَا فَقَامَ إِلَيْهِ أَعْرَابِيٌّ فَقَالَ لِمَنْ هِيَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ هِيَ لِمَنْ أَطَابَ الْكَلَامَ وَأَطْعَمَ الطَّعَامَ وَأَدَامَ الصِّيَامَ وَصَلَّى لِلَّهِ بِاللَّيْلِ وَالنَّاسُ نِيَامٌ (ت عن على)

″Cennette öyle yüksek köşkler vardır ki, içerisinden dışarı, dışardan da içerisi görülür.″ Bir bedevî ayağa kalkıp: ″Yâ Resûlallah! Bunlar kimlere ve­rilecektir?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″Bunlar, güzel nasihatte bulunan, yemek yediren, oruca devam eden ve insanlar uykudayken Allah için namaz kılanlara verilecektir.″[2]


[1] Sahih-i Müslim, Cennet 4 (11).

[2] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cennet 3.


﴿ وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَاۗ اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْۘ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ﴿٦٠﴾

60. Nice canlılar vardır ki, rızıklarını taşıyamaz. Onların da sizin de rızkını veren Allah’tır. O, her şeyi işiten ve bilendir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, hicret emri gelince, ″Geçim vâsıtamız olmayan yerlere nasıl gidelim?″ diyenlere karşı nâzil olmuştur.

Rızık hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَوْ أَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَوَكَّلُونَ عَلَى اللّٰهِ حَقَّ تَوَكُّلِهِ لَرُزِقْتُمْ كَمَا يُرْزَقُ الطَّيْرُ تَغْدُو خِمَاصًا وَتَرُوحُ بِطَانًا (ت عن عمر بن الخطاب)

″Şâyet sizler, Allah’a hakkıyla tevekkül edecek olursanız, O, sizleri sabah­leyin aç karınla gidip akşama karınları dolu olarak dönen kuşlar gibi rızıklandırır.″[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Zühd 27.


﴿ وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُۚ فَاَنّٰى يُؤْفَكُونَ ﴿٦١﴾

61. Ey Resûlüm! Yemin olsun ki, müşriklere: ″Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı hizmetinize kim verdi?″ diye sorsan, elbette ″Allah″ derler. O halde nasıl haktan yüz çeviriyorlar?


﴿ اَللّٰهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ وَيَقْدِرُ لَهُۜ اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ ﴿٦٢﴾

62. Allah’u Teâlâ, rızkı kullarından dilediğine geniş ve dilediğine dar eder. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, her şeyi hakkıyla bilendir.


﴿ وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ نَزَّلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِ مَوْتِهَا لَيَقُولُنَّ اللّٰهُۜ قُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ۟ ﴿٦٣﴾ وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌۜ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُۢ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ ﴿٦٤﴾

63-64. Yemin olsun ki, müşriklere: ″Kim semâdan su indirip de onunla yeri ölümünden (bitkiler kuruduktan) sonra diriltti?″ diye sorsan, elbette ″Allah″ derler. Ey Habîbim! De ki: ″Allah’a hamd olsun.″ Fakat onların birçoğu akletmezler.* Bu dünyâ hayatı, oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Hakiki hayat, âhiret yurdundaki hayattır. Keşke bilselerdi!

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Fakat onların birçoğu akletmezler″ diye buyrulmaktadır. Müşrikler, hem Allah’ı bilirler, hem de putlara taparak Allah’a ortak koşarlardı. Böylece onlar, nefislerine hoş geleni yaptıkları için küfre düşmüşlerdir. İşte bu şekilde de dünyâyı âhirete tercih etmişlerdir.


﴿ فَاِذَا رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَۚ فَلَمَّا نَجّٰيهُمْ اِلَى الْبَرِّ اِذَا هُمْ يُشْرِكُونَۙ ﴿٦٥﴾لِيَكْفُرُوا بِمَٓا اٰتَيْنَاهُمْۙ وَلِيَتَمَتَّعُوا۠ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ ﴿٦٦﴾

65-66. O müşrikler, gemiye bindikleri vakit, dîni sâ­dece O’na hâlis kılarak Allah’a duâ ederler. Fakat Allah’u Teâlâ onları kurtarıp karaya çıkarınca, hemen Allah’a ortak koşarlar.* Onlar, kendilerine verdiğimiz nîmetlere nankörlük etsinler ve arzularınca eğlensinler bakalım. Âkıbetlerini yakında bileceklerdir.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″O müşrikler, gemiye bindikleri vakit, dîni sâ­dece O’na hâlis kılarak Allah’a duâ ederler diye buyrulmaktadır. Yani müşrikler gemiye bindiğinde, gemi fırtınaya kapılıp batma tehlikesi geçirirse, hemen Allah’a ortak koştukları putları bırakarak, sâdece Allah’a ihlasla duâ ederler ve o âfetten kurtulmayı dilerler, demektir.


﴿ اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّا جَعَلْنَا حَرَمًا اٰمِنًا وَيُتَخَطَّفُ النَّاسُ مِنْ حَوْلِهِمْۜ اَفَبِالْبَاطِلِ يُؤْمِنُونَ وَبِنِعْمَةِ اللّٰهِ يَكْفُرُونَ ﴿٦٧﴾

67. Mekke ahâlisi görmüyorlar mı ki, etraflarında bulunan insanlar öldürülüp esir edilirken, Biz Mekke’yi emin bir belde kıldık. Bu nîmetlerden sonra, bâtıla îman ediyor ve Allah’ın nîmetlerini inkâr mı ediyorlar?

İzah: Allah’u Teâlâ: Ey Mekke halkı! Sizin çevrenizdeki insanlar, saldırılara maruz kalarak öldürülüyor ve esir ediliyorlar. Fakat sizin yaşadığınız Mekke’yi emin bir yer kıldığım için, siz yağma, düşmanlık, öldürülme ve esir alınma gibi şeylere maruz kalmıyorsunuz. Nitekim Mekke’ye saldırmak isteyen Ebrehe ve ordusunun ne hâle geldiğini gördünüz. Durum böyle iken siz hâlâ, Benden başkasına îman ederek, bu nîmetlerimi inkâr mı ediyorsunuz? diye buyurmuştur.


﴿ وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اَوْ كَذَّبَ بِالْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُۜ اَلَيْسَ ف۪ي جَهَنَّمَ مَثْوًى لِلْكَافِر۪ينَ ﴿٦٨﴾

68. Allah’a iftira edenden (O’na ortak koşandan) yahut Peygamber geldiği vakit, onu yalanlayandan daha zâlim kim vardır? Cehennemde kâfirler için kalacak yer mi yok?


﴿ وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ ﴿٦٩﴾

69. Bizim uğrumuzda cihat edenlere, Biz mutlaka yollarımızı gösteririz. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, muhsinlerle beraberdir.

İzah: Cihat iki kısımdır. Biri Allah için kâfirlerle yapılan cihattır. Diğeri de kişinin Allah için kendi nefsiyle yaptığı cihattır.

Kâfirle yapılan cihat hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَيُّهَا النَّاسُ لَا تَتَمَنَّوْا لِقَاءَ الْعَدُوِّ وَاسْأَلُوا اللّٰهَ الْعَافِيَةَ فَإِذَا لَقِيتُمُوهُمْ فَاصْبِرُوا وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّةَ تَحْتَ ظِلَالِ السُّيُوفِ (خ م عن بن ابى اوفى)

″Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin! Allah’tan afiyet (rahatlık, huzur, saadet) isteyin. Fakat düşman da karşınıza çıkarsa, o zaman da sebat-ı kadem edin (sağlam durup düşmandan kaçmayın) ve bilin ki Cennet kılıçların gölgesi altındadır…″[1]

Nefisle yapılan cihat hakkında da Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmaktadır:

قَدِمَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ غَزَاةٍ فَقَالَ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ: قَدِمْتُمْ خَيْرَ مُقَدَّمٍ وَقَدِمْتُمْ مِنَ الْجِهَادِ الْأَصْغَرِ اِلَى الْجِهَادِ الْأَكْبَرِ قَالُوا: وَمَا الْجِهَادُ الْأَكْبَرُ؟ قَالَ: مُجَاهَدَةُ الْعَبْدِ هَوَاهُ (الديلمي الخطيب في تاريخه عن جابر)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bir harpten[2] dönerken: ″Daha hayırlı olana dönüş yapıyorsunuz. Küçük cihattan büyük cihada dönüyorsunuz″ buyurdu. Sahâbîler: ″O büyük cihat nedir?″ dediler. ″Kulun nefsiyle edeceği cihattır″ buyurdu.[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

الْمُجَاهِدُ مَنْ جَاهَدَ نَفْسَهُ (ت حم عن فضالة)

″Asıl mücâhit, nefsi ile cihat eden kimsedir.″[4]

İşte bir kimse, nefsiyle mücâhede ederek bildiği ile de amel ederse, Allah’u Teâlâ kendisine vâsıl olacak yolları o kula bildirir. Bu hususta nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:

مَنْ عَمِلَ بِمَا عَلِمَ عَلَّمَهُ اللّٰه مَا لَمْ يَعْلَم (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن ابن عباس)

″Her kim bildiği ile amel ederse, Allah’u Teâlâ ona bilmediklerini öğretir.″[5]

Yine bu konu hakkında Sûre-i Nisâ, Âyet 95-96 ve izahına bakınız.


[1] Sahih-i Buhârî, Cihat 114; Sahih-i Müslim, Cihat 6 (19-21).

[2] Bu Hadis-i Şerif’te geçen harp, Tebuk Gazvesi’dir (Gunyet’üt-Tâlibîn, c. 1, s. 155).

[3] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 11719, 11260; Râmûz’ul-Ehâdîs, 334/6; İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 3, Hadis No: 117.

[4] Sünen-i Tirmizî, Fedâil’ul-Cihat 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 22840.

[5] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 13, s. 364; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 223/10.