NAHL SÛRESİ

Bu sûre 128 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Bir rivâyete göre, 110’dan sonraki âyetleri, Medîne döneminde nâzil olmuştur. Bu sûrede Allah’u Teâlâ’nın, arıya nasıl bal yapacağını ilham ederek bildirdiğinden bahsedildiği için ″Bal arısı″ anlamına gelen ″Nahl″ ismini almıştır.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ اَتٰٓى اَمْرُ اللّٰهِ فَلَا تَسْتَعْجِلُوهُۜ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿١﴾

1. Ey kâfirler! Allah’ın emri gelecektir. Onda acele etmeyin. Allah’u Teâlâ, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır ve çok yücedir.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ der ki: ″Kıyâmet yaklaştı ve ay ikiye ayrıldı″ mealindeki Sûre-i Kamer, Âyet 1 nâzil olunca, kâfirler dedi ki: ″Bu adam, kıyâmetin yaklaştığını iddia edi­yor, o halde yaptıklarımızın bâzılarından uzak duralım.″ Uzak durdular ve beklediler. Ancak, herhangi bir şey görmeyince, bu sefer: ″Biz bir şey görmüyo­ruz″ dediler. Bunun üzerine: ″İnsanların hesaba çekilme zamanı yaklaştı. Halbuki onlar hâlâ gaflet içinde haktan yüz çeviriyorlar″ mealindeki Sûre-i Enbiyâ, Âyet 1 nâzil oldu. Yine bundan korkup çekindiler ve kıyâmetin kopmasını beklediler. Geçen günler uzayıp durunca, ″Biz bir şey görmüyoruz″ dediler. Bunun üzerine Sûre-i Nahl, Âyet 1’de geçen: Ey kâfirler! Allah’ın emri gelecektir…″ buyruğu nâzil oldu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de, Müslümanlar da bundan dolayı korkuya ka­pıldılar. Bu sefer yine bu Âyet-i Kerîme’nin devamı olan, ″Onda acele etmeyin″ buyruğu nâzil olunca, kalpleri huzur buldu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de:

بُعِثْت أَنَا وَالسَّاعَة كَهَاتَيْنِ وَأَشَارَ بِأُصْبُعَيْهِ السَّبَّابَة وَاَلَّتِي تَلِيهَا. يَقُول إِنْ كَادَتْ لَتَسْبِقنِي فَسَبَقْتهَا (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن ابن عباس(

Şehâdet parmağı ile onun yanındaki parmağını göstererek, ″Ben ve kıyâmet, işte şu iki­si gibi birbirimize yakın gönderildik. Kıyâmet neredeyse beni geçecekti″ diye buyurdu.[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

حِينَ بُعِثَ إِلَيَّ بُعِثَ إِلَى صَاحِبِ الصُّوَرِ فَأَهْوَى بِهِ إِلَى فِيهِ وَقَدَّمَ رِجْلًا وَأَخَّرَ أُخْرَى يَنْتَظِرُ مَتَى يُؤْمَرُ فَيَنْفُخَ أَلَا فَاتَّقُوا النَّفْخَةَ (احياء علوم الدين عن ابى عمران(

″Ben, Peygamber olarak gönderildiğimde, Sûr’un sahibine de Sûr verildi. Onu ağzına aldı, bir ayağı ileride, bir ayağı geride Sûr’a üfleyeceği zamanı beklemektedir. Aman! Sûr’un üflenilmesinden, onun dehşetinden Allah’a sığının.″[2]

Câbir Radiyallâhu anhu’dan da şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا خَطَبَ احْمَرَّتْ عَيْنَاهُ وَعَلَا صَوْتُهُ وَاشْتَدَّ غَضَبُهُ حَتَّى كَأَنَّهُ مُنْذِرُ جَيْشٍ يَقُولُ صَبَّحَكُمْ وَمَسَّاكُمْ وَيَقُولُ بُعِثْتُ أَنَا وَالسَّاعَةُ كَهَاتَيْنِ وَيَقْرُنُ بَيْنَ إِصْبَعَيْهِ السَّبَّابَةِ وَالْوُسْطَى وَيَقُولُ أَمَّا بَعْدُ فَإِنَّ خَيْرَ الْحَدِيثِ كِتَابُ اللّٰهِ وَخَيْرُ الْهُدَى هُدَى مُحَمَّدٍ وَشَرُّ الْأُمُورِ مُحْدَثَاتُهَا وَكُلُّ بِدْعَةٍ ضَلَالَةٌ ثُمَّ يَقُولُ أَنَا أَوْلَى بِكُلِّ مُؤْمِنٍ مِنْ نَفْسِهِ مَنْ تَرَكَ مَالًا فَلِأَهْلِهِ وَمَنْ تَرَكَ دَيْنًا أَوْ ضَيَاعًا فَإِلَيَّ وَعَلَيَّ (م عن جابر بن عبد اللّٰه(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem hutbe verdiği zaman, gözleri kızarır, sesi yükselir, şiddeti artardı. Sanki bir orduya: ″Düşmanınız akşama veya sabaha size baskın yapacak!″ diye tehlikeyi haber veren komutan gibi ciddiyetle: ″Ben size,kıyâmetşu iki parmak kadar yakınlaşmış olduğu bir zamanda Peygamber gönderildim″ der ve şehâdet parmağı ile orta parmağını birbirine yaklaştırarak gösterir, sözlerine şöyle devam ederdi: ″Haberiniz olsun, sözlerin en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. En güzel yol da Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yoludur. İşlerin en şerlisi de sonradan ihdas edilenlerdir. Her bid’at dalâlettir.″ Ayrıca, şunları da söylerdi: ″Ben her Mü’min kişiye kendi nefsinden daha yakınım. Nitekim kim bir mal bırakırsa, bu ailesi içindir. Kim bir borç veya bakıma muhtaç yetimler bırakırsa, bu bana aittir ve benim üzerimedir.″[3]

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ da der ki:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Peygamber olarak gönderilmesi kıyâmetin alâmetlerindendir. Cebrâil Aleyhisselâm da, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e Peygamberlik vermek üzere semâ ehlinin yanından geçip gittiğinde onlar: ″Allah’u Ekber! Kıyâmet koptu demektir″ dediler.

İşte bu sebepledir ki, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ahir zaman Peygamberi denilmiştir.


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 10, s. 66; Ayrıca bakınız: Sünen-i Tirmizî, Fiten 39; Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 25.

[2] İmam Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 4, s. 917; Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 8.

[3] Sahih-i Müslim, Cuma 13 (43).


﴿ يُنَزِّلُ الْمَلٰٓئِكَةَ بِالرُّوحِ مِنْ اَمْرِه۪ عَلٰى مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ٓ اَنْ اَنْذِرُٓوا اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنَا۬ فَاتَّقُونِ ﴿٢﴾

2. Allah’u Teâlâ, meleklerini, kalpleri ihya eden vahyi ile, kullarından dilediğine gönderir ve ″Benden başka ilah olmadığını bildirin. Ancak benden korkun″ der.


﴿ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّۜ تَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿٣﴾

3. Allah’u Teâlâ, gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden çok yücedir.


﴿ خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ ﴿٤﴾

4. Allah’u Teâlâ, insanı nutfe’den (sperm’den) yarattı. Böyle iken o, Rabbine apaçık bir hasım oldu.


﴿ وَالْاَنْعَامَ خَلَقَهَاۚ لَكُمْ ف۪يهَا دِفْءٌ وَمَنَافِعُ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَۖ ﴿٥﴾ وَلَكُمْ ف۪يهَا جَمَالٌ ح۪ينَ تُر۪يحُونَ وَح۪ينَ تَسْرَحُونَۖ ﴿٦﴾ وَتَحْمِلُ اَثْقَالَكُمْ اِلٰى بَلَدٍ لَمْ تَكُونُوا بَالِغ۪يهِ اِلَّا بِشِقِّ الْاَنْفُسِۜ اِنَّ رَبَّكُمْ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌۙ ﴿٧﴾

5-7. Allah’u Teâlâ; deve, sığır, koyun ve keçiyi de yarattı. Onlarda sizin için soğuktan muhafaza edecek şeyler ve pek çok menfaatler olduğu gibi, onların etlerinden de yersiniz.* Akşam yataklarına getirirken ve sabah yaymaya götürürken, onlarda sizin için bir zevk ve güzellik vardır.* Bunlar, sizin ağırlıklarınızı yüklenirler ve ancak zorlukla varabileceğiniz yerlere taşırlar. Şüphesiz Rabbiniz, elbette çok şefkatli, çok merhametlidir.

İzah: Bu âyetlerde, Allah’ın yarattığı hayvanların hepsinin bir yaratılış gayesi olduğu ve insanların faydası için yaratıldığı beyan edilmektedir. Bu sebeple onlara yaratılış gayelerine uygun olarak muâmele edilmesi gerekir.

Bu hususta Abdullah İbn-i Cafer Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir seferinde Ensârdan bir zâtın bahçesine girdi. Orada bir deve vardı. Deve, Peygamberimizi görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem deveye yaklaştı ve gözyaşlarını sildi. Hayvan sakinleşti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bu devenin sahibi kim?″ diye sordu. Ensârdan bir genç: ″Yâ Resûlallah! O bana aittir″ deyip ortaya çıkınca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onu azarladı ve buyurdu ki:

أَفَلَا تَتَّقِي اللّٰهَ فِي هَذِهِ الْبَهِيمَةِ الَّتِي مَلَّكَكَ اللّٰهُ إِيَّاهَا فَإِنَّهُ شَكَا إِلَيَّ أَنَّكَ تُجِيعُهُ وَتُدْئِبُهُ (د عن عبد اللّٰه بن جعفر(

″Allah’u Teâlâ’nın sana mülk kıldığı bu deve hakkında Allah’tan korkmuyor musun? Bak! Bu bana şikâyette bulundu. Sen bunu aç bırakıyor ve fazla çalıştırarak da yoruyormuşsun.″[1]


[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Cihat 47.


﴿ وَالْخَيْلَ وَالْبِغَالَ وَالْحَم۪يرَ لِتَرْكَبُوهَا وَز۪ينَةًۜ وَيَخْلُقُ مَا لَا تَعْلَمُونَ ﴿٨﴾

8. Allah’u Teâlâ, binmeniz için ve bir ziynet olarak at, katır ve eşek dahi yarattı. Daha bilmediğiniz şeyleri de yaratır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin sonunda: ″Daha bilmediğiniz şeyleri de yaratır″ diye geçen ifade; biz Mü’minleri, binilecek ve her türlü ihtiyaç için kullanılacak vâsıtaları icat etmeye teşvik etmekte ve adı geçen hayvanların dışında, özellikle günümüzde kullanılan araçların icat edileceğine işâret etmektedir. Bu sürecin sonu yoktur. Bu sahadaki ilerleme kapısı kıyâmete kadar açıktır. Bu da Kur’ân-ı Kerîm’deki mûcizelerden biridir.


﴿ وَعَلَى اللّٰهِ قَصْدُ السَّب۪يلِ وَمِنْهَا جَٓائِرٌۜ وَلَوْ شَٓاءَ لَهَدٰيكُمْ اَجْمَع۪ينَ۟ ﴿٩﴾

9. Doğru yolu size açıklamak Allah’a aittir. Bununla beraber o doğru yoldan sapan da vardır. Allah’u Teâlâ dileseydi, hepinizi doğru yola sevk ederdi.

İzah: İbn-i Abbas, Ali b. Ebî Talhâ ve Katâde Hazretleri, bu Âyet-i Kerîme’yi şöyle izah etmişlerdir: Doğru yol olan İslâm’ı açıklamak Allah’a aittir, Yahudiler ve Hristiyanlar gibi haktan saparak eğri yollara gidenler de vardır. Eğer Allah dileyecek olsaydı, sizin hepinizin iradenizi elinizden alarak sizi doğru yola sevk ederdi. Fakat o böyle yapmadı, sizi hakkı bâtıldan ayırt etmekte serbest bıraktı. Kim doğru yolu tutarsa kendi menfaatinedir. Kim de doğru yoldan saparsa zararı kendisinedir.

Âyet-i Kerîme’de, İslâm Dîni’nin dışında olan bütün yolların eğri ve sapkın olduğu açıkça beyan edilmiştir.

Bu hususta Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

خَطَّ لَنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ خَطًّا ثُمَّ قَالَ هَذَا سَبِيلُ اللّٰهِ ثُمَّ خَطَّ خُطُوطًا عَنْ يَمِينِهِ وَعَنْ شِمَالِهِ ثُمَّ قَالَ هَذِهِ سُبُلٌ قَالَ يَزِيدُ مُتَفَرِّقَةٌ عَلَى كُلِّ سَبِيلٍ مِنْهَا شَيْطَانٌ يَدْعُو إِلَيْهِ ثُمَّ قَرَأَ {إِنَّ هَذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبِيلِهِ} (ه حم عن عبد اللّٰه بن مسعود(

Bir gün, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yere bir çizgi çizdi ve ″Bu Allah’ın yoludur″ dedi. Sonra bu çizginin sağında ve solunda başka çizgiler de çizdi ve ″Bunlar da başka yollardır. Bunların her birinin başında, kendisine çağı­ran bir şeytan bulunmaktadır″ buyurdu ve sonra da: ″İşte bu, Benim dosdoğru yolumdur. Artık o doğru yolda yürüyün. Sizi doğru yoldan ayırıp tefrikaya düşürecek yollara gitmeyin…″ diye devam eden âyeti[1] okudu.[2]

Said b. Cübeyr Hazretleri, Hz. Ömer Radiyallâhu anhu’nun şöyle dediğini nakleder:

اِنَّ الْكُفْرَ كُلَّهُ مِلَّةٌ وَاحِدَةٌ (كتاب الاختيار عن سعيد بن جبير(

″Küfrün hepsi tek millettir.″[3] Çünkü küfrün hepsi sapıklıktır ve İslâmiyet’in zıttıdır. Dolayısıyla bir millet sayılmışlardır.

Mücâhid Hazretleri ise, bu Âyet-i Kerîme’yi şöyle izah etmiştir: Hak yol, Allah’a giden yoldur. O da, Allah’ın gösterdiği yoldur. Bu hak yoldan sapan bir kısım insanlar vardır. Eğer Allah’u Teâlâ dileseydi, sizin hepinizi kendisine ulaştıran hak yola sevk ederdi.


[1] Sûre-i En’am, Âyet 153.

[2] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 3928.

[3] El-Mevsilî, Kitâb’ul-İhtiyâr, V/140; İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 1, s. 403.


﴿ هُوَ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً لَكُمْ مِنْهُ شَرَابٌ وَمِنْهُ شَجَرٌ ف۪يهِ تُس۪يمُونَ ﴿١٠﴾ يُنْبِتُ لَكُمْ بِهِ الزَّرْعَ وَالزَّيْتُونَ وَالنَّخ۪يلَ وَالْاَعْنَابَ وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ ﴿١١﴾

10-11. Size semâdan su indiren O’dur. Siz ondan içersiniz. Hayvanlarınızı otlattığınız bitkiler de o su ile yetişir.* Allah’u Teâlâ, o su ile ekin, zeytin, hurma, üzüm ve her çeşit meyveden bitirir. Şüphesiz bunda, tefekkür eden bir topluluk için elbette Allah’ın kudretine bir delil vardır.


﴿ وَسَخَّرَ لَكُمُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَۙ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ وَالنُّجُومُ مُسَخَّرَاتٌ بِاَمْرِه۪ۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَۙ ﴿١٢﴾ وَمَا ذَرَاَ لَكُمْ فِي الْاَرْضِ مُخْتَلِفًا اَلْوَانُهُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ ﴿١٣﴾

12-13. O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O’nun emriyle sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz bunlarda, aklını kullanan bir topluluk için elbette açık deliller vardır.* Yeryüzünde yarattığı çeşitli renklerdeki varlıkları da sizin hizmetinize verdi. Şüphesiz bunlarda, öğüt alan bir topluluk için elbette Allah’ın kudretine bir delil vardır.


﴿ وَهُوَ الَّذ۪ي سَخَّرَ الْبَحْرَ لِتَأْكُلُوا مِنْهُ لَحْمًا طَرِيًّا وَتَسْتَخْرِجُوا مِنْهُ حِلْيَةً تَلْبَسُونَهَاۚ وَتَرَى الْفُلْكَ مَوَاخِرَ ف۪يهِ وَلِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِه۪ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ ﴿١٤﴾

14. Taze et yemeniz ve takınacağınız (inci ve mercan gibi) ziynetler çıkarmanız için, denizi sizin hizmetinize veren O’dur. Gemilerin orada suyu yara yara gittiğini görürsün. Bunlar, Allah’ın lütfundan nasibinizi aramanız ve şükretmeniz içindir.


﴿ وَاَلْقٰى فِي الْاَرْضِ رَوَاسِيَ اَنْ تَم۪يدَ بِكُمْ وَاَنْهَارًا وَسُبُلًا لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَۙ ﴿١٥﴾ وَعَلَامَاتٍۜ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ ﴿١٦﴾

15-16. Allah’u Teâlâ, yeryüzü sizi sarsmasın diye oraya sâbit dağlar yerleştirdi. Maksatlarınıza ulaşmanız için nehirler ve yollar dahi yarattı.* Ve yollarınızı bulmanız için alâmetler dahi yarattı. İnsanlar, gece yıldızlarla da yollarını bulurlar.

İzah: Âyet-i Kerîme’de, dünyânın yaratılışı anlatılırken, yeryüzünün hareket etmemesi için, Allah’u Teâlâ’nın dağları yaratarak sâbit kıldığından bahsedilmektedir. Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Nebe, Âyet 7 ve izahına bakınız.


﴿ اَفَمَنْ يَخْلُقُ كَمَنْ لَا يَخْلُقُۜ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ ﴿١٧﴾ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَاۜ اِنَّ اللّٰهَ لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿١٨﴾ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا تُسِرُّونَ وَمَا تُعْلِنُونَ ﴿١٩﴾

17-19. O halde, her şeyi yaratan Allah, hiçbir şey yaratamayan putlar gibi midir? Hâlâ düşünmez misiniz?* Eğer Allah’ın nîmetlerini saymaya kalkışsanız, sayıp bitiremezsiniz. Şüphesiz Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.* Allah’u Teâlâ, gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bilir.


﴿ وَالَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَا يَخْلُقُونَ شَيْـًٔا وَهُمْ يُخْلَقُونَۜ ﴿٢٠﴾ اَمْوَاتٌ غَيْرُ اَحْيَٓاءٍۚ وَمَا يَشْعُرُونَۙ اَيَّانَ يُبْعَثُونَ۟ ﴿٢١﴾

20-21. Allah’ı bırakıp da ibâdet ettikleri şeyler, hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar da yaratılmıştır.* Onlar diri değil, ölüdürler. Kendilerine ibâdet edenlerin, ne vakit dirileceklerini de bilmezler.


﴿ اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَالَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ قُلُوبُهُمْ مُنْكِرَةٌ وَهُمْ مُسْتَكْبِرُونَ ﴿٢٢﴾ لَا جَرَمَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَۜ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْتَكْبِر۪ينَ ﴿٢٣﴾

22-23. Sizin ilahınız tek bir ilahtır. Âhiret gününe îman etmeyenlerin kalpleri, Allah’ın birliğini inkâr eder ve onlar kibirlerinden îman etmezler.* Muhakkak Allah’u Teâlâ, onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir. Şüphesiz O, kibirlileri sevmez.

İzah: Kibirlenenler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يُحْشَرُ الْمُتَكَبِّرُونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَمْثَالَ الذَّرِّ فِي صُوَرِ الرِّجَالِ يَغْشَاهُمْ الذُّلُّ مِنْ كُلِّ مَكَانٍ فَيُسَاقُونَ إِلَى سِجْنٍ فِي جَهَنَّمَ يُسَمَّى بُولَسَ تَعْلُوهُمْ نَارُ الْأَنْيَارِ يُسْقَوْنَ مِنْ عُصَارَةِ أَهْلِ النَّارِ طِينَةَ الْخَبَالِ (ت عن عمرو بن شعيب عن ابيه عن جده(

″Kibirlenenler mahşer gününde adam sûretinde tanecikler kadar küçük olarak haşredilecekler; horluk her taraftan kendilerini kaplayacak, Cehennemde adına bûles denilen bir hapishâneye sürülecekler, üzerlerinde ateşlerin ateşi yükselecek ve kendilerine Cehennemliklerin sıkılan suyundan, kan ve irin çamurundan içirilecektir.″[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 6390.


﴿ وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ مَاذَٓا اَنْزَلَ رَبُّكُمْۙ قَالُٓوا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَۙ ﴿٢٤﴾ لِيَحْمِلُٓوا اَوْزَارَهُمْ كَامِلَةً يَوْمَ الْقِيٰمَةِۙ وَمِنْ اَوْزَارِ الَّذ۪ينَ يُضِلُّونَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍۜ اَلَا سَٓاءَ مَا يَزِرُونَ۟ ﴿٢٥﴾

24-25. O kâfirlere, ″Rabbiniz ne indirdi?″ diye sorulduğu vakit onlar, ″Öncekilerin masallarını″ derler.* Onların böyle demeleri, mahşer günü kendi günahlarının tamamını ve câhilce dalâlete düşürdüklerinin günahlarından bir hisse yüklenmek içindir. Dikkat edin! Yüklendikleri şey ne kötüdür.

İzah: ″Günahlarından bir hisse″ diye tercüme ettiğimiz ″Min evzâri″ kelimesi hakkında Vahidî şöyle demiştir: Âyette geçen ″Min evzâri″ kelimesindeki min, ″Kısım″ ifade etmek için değildir. Çünkü bu kelime bu mânâda olsaydı, tâbi olanların günahlarının bir kısmı hafifletilirdi ki, bu câiz değildir. Zîrâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

مَنْ دَعَا إِلَى هُدًى كَانَ لَهُ مِنَ الْأَجْرِ مِثْلُ أُجُورِ مَنْ تَبِعَهُ لَا يَنْقُصُ ذَلِكَ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْئًا وَمَنْ دَعَا إِلَى ضَلَالَةٍ كَانَ عَلَيْهِ مِنَ الْإِثْمِ مِثْلُ آثَامِ مَنْ تَبِعَهُ لَا يَنْقُصُ ذَلِكَ مِنْ آثَامِهِمْ شَيْئًا (م عن ابى هريرة(

″Her kim bir hidâyete dâvet ederse, kendisine uyanların sevaplarından hiçbir şey eksiltilmeksizin ona da aynısı verilir. Her kim de bir dalâlete dâvet ederse, kendisine uyanların günahlarından hiçbir şey eksiltilmeksizin ona da aynısı verilir″[1] diye buyurmuştur. Aksine, bu ifadenin başındaki min, ″Cins″ ifade etmektedir. Yani ″Onlar, kendilerine uyanların günahlarının cinsinden olan günahları yüklenmek için″ demektir.[2] Yani bir kimse günah veya sevap türünden neye sebep olmuşsa, ona uyup da o ameli işleyen kişilerin günah veya sevabı aynı şekilde misliyle o sebep olan kişiye de yazılır.

Yine bu hususta Ebû Mes’ud el-Ensâri Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

جَاءَ رَجُلٌ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ إِنِّي أُبْدِعَ بِي فَاحْمِلْنِي فَقَالَ مَا عِنْدِي فَقَالَ رَجُلٌ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَنَا أَدُلُّهُ عَلَى مَنْ يَحْمِلُهُ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَنْ دَلَّ عَلَى خَيْرٍ فَلَهُ مِثْلُ أَجْرِ فَاعِلِهِ (م عن ابى مسعود الانصارى)

Bir adam, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve dedi ki: ″Benim bineğim öldü, bineksiz kal­dım. Beni savaşa götürecek başka bir bineğe bindir.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bende seni bindirecek binek yoktur″ buyurdu. Oradan birisi: ″Yâ Resûlallah! Ben ona, bineceği bir binek verecek olanı göstereyim mi?″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Kim, bir hayır işleme yolunu gösterecek olursa, ona hayrı işleyenin sevabı kadar sevap vardır″ buyurdu.[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

لَا تُقْتَلُ نَفْسٌ ظُلْمًا إِلَّا كَانَ عَلَى ابْنِ آدَمَ الْأَوَّلِ كِفْلٌ مِنْ دَمِهَا لِأَنَّهُ أَوَّلُ مَنْ سَنَّ الْقَتْلَ (خ م عن عبد اللّٰه)

″Haksız yere öldürülen hiçbir nefis yoktur ki, onun kanının günahından, Âdem’in ilk oğlu Kâbil hesabına bir misli ayrılmış olmasın. Çünkü bu cinâyeti âdet edenlerin önderi odur, kardeşi Hâbil’i öldürmüştür.″[4]

İşte önderler, çirkin bir yol ve çığır açtıkları zaman, cezâları büyük olur. Çünkü onları dalâlete düşürdüklerinden dolayı işledikleri günahların misli kendilerine de yazılır.


[1] Sahih-i Müslim, İlim 6 (15 Sünen-i Tirmizî, İlim 15; Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 14.

[2] Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebîr, c. 10, s. 96.

[3] Sahih-i Müslim, İmâre 37 (133 Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 114-115; Sünen-i Tirmizî, İlim 14.

[4] Sahih-i Buhârî, Ehâdîs’ül-Enbiyâ 1; Sahih-i Müslim, Kasâme 7 (27).


﴿ قَدْ مَكَرَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَاَتَى اللّٰهُ بُنْيَانَهُمْ مِنَ الْقَوَاعِدِ فَخَرَّ عَلَيْهِمُ السَّقْفُ مِنْ فَوْقِهِمْ وَاَتٰيهُمُ الْعَذَابُ مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٢٦﴾ ثُمَّ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ يُخْز۪يهِمْ وَيَقُولُ اَيْنَ شُرَكَٓائِىَ الَّذ۪ينَ كُنْتُمْ تُشَٓاقُّونَ ف۪يهِمْۜ قَالَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ اِنَّ الْخِزْيَ الْيَوْمَ وَالسُّٓوءَ عَلَى الْكَافِر۪ينَۙ ﴿٢٧﴾

26-27. Onlardan öncekiler de tuzak kurdular. Fakat Allah’u Teâlâ, onların binalarını temelinden harap etti, tavanları başlarına geçti ve azap, beklemedikleri bir yönden kendilerine geldi.* Sonra mahşer günü de Allah’u Teâlâ onları zelil eder ve onlara: ″Hani, uğrunda mücâdele ettiğiniz ortaklarım nerededir?″ der. O zaman kendilerine ilim verilenler (Peygamberler ve Mü’minler) de: ″Şüphesiz bugün, zillet ve kötülük kâfirlerin üzerinedir!″ derler.

İzah: Müfessirlerin çoğunluğu; Âyet-i Kerîme’de ifade edilen, daha önce tuzak kuran kâfirlerden maksadın, ″Nemrut″ olduğunu söylemiş-lerdir. Nemrut, Babil şehrinde büyük bir kule yaptırıp oradan Hz. İbrahim’in, kendisini iman etmeye davet ettiği Allah’ı görmeye ve ona karşı savaşmaya çıkmıştır. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ bir rüzgâr gönderip o kuleyi, kendisinin ve halkının başına yıkmıştır.


﴿ اَلَّذ۪ينَ تَتَوَفّٰيهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ ظَالِم۪ٓي اَنْفُسِهِمْۖ فَاَلْقَوُا السَّلَمَ مَا كُنَّا نَعْمَلُ مِنْ سُٓوءٍۜ بَلٰٓى اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٢٨﴾ فَادْخُلُٓوا اَبْوَابَ جَهَنَّمَ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ فَلَبِئْسَ مَثْوَى الْمُتَكَبِّر۪ينَ ﴿٢٩﴾

28-29. O kimseler ki, küfürle kendi nefislerine zulmettikleri halde melekler onların ruhlarını alırken, o kâfirler boyun eğip, ″Biz hiç bir fenâlık yapmadık″ derler. Onlara: ″Hayır, yaptınız. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızı çok iyi bilir.* Haydi, içinde ebedî kalacağınız Cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!″ denir.


﴿ وَق۪يلَ لِلَّذ۪ينَ اتَّقَوْا مَاذَٓا اَنْزَلَ رَبُّكُمْۜ قَالُوا خَيْرًاۜ لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌۜ وَلَدَارُ الْاٰخِرَةِ خَيْرٌۜ وَلَنِعْمَ دَارُ الْمُتَّق۪ينَۙ ﴿٣٠﴾

30. Takvâ sahiplerine, ″Rabbiniz ne indirdi?″ diye sorulduğu vakit onlar, ″Hayrı indirdi″ derler. Güzel amellerde bulunanlar için bu dünyâda güzel bir mükâfat vardır. Âhiret yurdu ise onlar için daha hayırlıdır. Takvâ sahiplerinin yurdu ne güzeldir.

İzah: Allah’u Teâlâ sevdiği kullarına dünyâda ve âhirette büyük nîmetler vereceğini vaad etmektedir. Bu hususta Sûre-i Nahl, Âyet 97’de şöyle buyrulmuştur:

″Erkek ve kadından her kim, Mü’min olarak sâlih amelde bulunursa, elbette ona dünyâda yeniden temiz bir hayat veririz ve âhirette de onu, amellerinin daha güzeliyle mükâfatlandırırız.″

Hem dünyâda, hem de âhirette kendilerine müjdeler gelen takvâ sahipleri ve bunların özelliklerine dair geniş bilgi için Süre-i Yûnus, Âyet 62-64’e bakınız.


﴿ جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ لَهُمْ ف۪يهَا مَا يَشَٓاؤُ۫نَۜ كَذٰلِكَ يَجْزِي اللّٰهُ الْمُتَّق۪ينَۙ ﴿٣١﴾

31. Onlar için Adn Cennetleri vardır. Onlar oraya gireceklerdir, altlarından nehirler akar. Orada istedikleri şeyler mevcuttur. Allah’u Teâlâ, takvâ sahiplerine işte böyle mükâfat eder.

İzah: Adn Cenneti hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Tevbe, Âyet 72 ve izahına bakınız.


﴿ اَلَّذ۪ينَ تَتَوَفّٰيهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ طَيِّب۪ينَۙ يَقُولُونَ سَلَامٌ عَلَيْكُمُۙ ادْخُلُوا الْجَنَّةَ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٣٢﴾

32. Melekler, takvâ sahiplerinin ruhlarını güzel ve pâk olarak alırken, ″Size selâm olsun! Amellerinizin mükâfatı olarak girin Cennete″ derler.

İzah: Mü’minin öldüğünde Cennetle müjdeleneceğinin, kâfirin de öldüğünde Cehenneme gireceğinin kendilerine haber verileceği hakkında geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 40-41 ve izahına bakınız.


﴿ هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّٓا اَنْ تَأْتِيَهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ اَوْ يَأْتِيَ اَمْرُ رَبِّكَۜ كَذٰلِكَ فَعَلَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ وَمَا ظَلَمَهُمُ اللّٰهُ وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ ﴿٣٣﴾ فَاَصَابَهُمْ سَيِّـَٔاتُ مَا عَمِلُوا وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ۟ ﴿٣٤﴾

33-34. O kâfirler, kendilerine ancak meleklerin veya Rabbinin azap emrinin gelmesini bekliyorlar. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Allah’u Teâlâ onlara zulmetmedi. Onlar (küfrü yüklenmekle) kendi nefislerine zulmettiler.* Onları, yaptıkları kötülüklerin cezâsı yakaladı ve alay ettikleri o azap, kendilerini kuşatıverdi.


﴿ وَقَالَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُوا لَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا عَبَدْنَا مِنْ دُونِه۪ مِنْ شَيْءٍ نَحْنُ وَلَٓا اٰبَٓاؤُ۬نَا وَلَا حَرَّمْنَا مِنْ دُونِه۪ مِنْ شَيْءٍۜ كَذٰلِكَ فَعَلَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۚ فَهَلْ عَلَى الرُّسُلِ اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ ﴿٣٥﴾

35. Ve müşrikler: ″Allah dileseydi, ne biz, ne de babalarımız kendinden başka bir şeye ibâdet etmezdik ve O’nun emri olmadan hiçbir şeyi haram kılmazdık″ dediler. Bunlardan öncekiler de işte böyle yaptılar. Peygamberlere düşen, ancak apaçık bir tebliğdir.


﴿ وَلَقَدْ بَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ اُمَّةٍ رَسُولًا اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَۚ فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللّٰهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَالَةُۜ فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ ﴿٣٦﴾

36. Yemin olsun ki, Biz her ümmete bir Resûl gönderdik. O da, ″Allah’a ibâdet edin ve şeytandan sakının″ dedi. Onların bir kısmı Allah’ın hidâyetine nâil oldu, diğer bir kısmı da (kendi irâdeleri sebebiyle) dalâlete müstehak oldu. O halde siz yeryüzünde gezip dolaşın, Resullerini yalanlayanların âkıbetinin ne olduğunu görün!


﴿ اِنْ تَحْرِصْ عَلٰى هُدٰيهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْد۪ي مَنْ يُضِلُّ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ ﴿٣٧﴾

37. Ey Resûlüm! Sen onların hidâyete nâil olmalarını ne kadar istesen de, şüphesiz Allah’u Teâlâ, dalâlete müstehak olan kimseye hidâyet etmez. Onların (azaplarını önleyecek) bir yardımcıları da yoktur.


﴿ وَاَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْۙ لَا يَبْعَثُ اللّٰهُ مَنْ يَمُوتُۜ بَلٰى وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۙ ﴿٣٨﴾ لِيُبَيِّنَ لَهُمُ الَّذ۪ي يَخْتَلِفُونَ ف۪يهِ وَلِيَعْلَمَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّهُمْ كَانُوا كَاذِب۪ينَ ﴿٣٩﴾

38-39. Onlar: ″Allah, öleni diriltmez″ diye en ağır yeminleriyle Allah’a yemin ettiler. Hayır, diriltir. Bu, Allah’ın hak olan bir vaadidir. Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler.* Evet, Allah’u Teâlâ ölüleri diriltecektir ki, hakkında ihtilaf ettikleri dirilmenin gerçek olduğunu onlara göstersin ve kâfirler de, kendilerinin yalancı olduklarını bilsinler.

İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şu Hadis-i Kudsî’yi nakletmiştir:

قَالَ اللّٰهُ كَذَّبَنِي ابْنُ آدَمَ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ ذَلِكَ وَشَتَمَنِي وَلَمْ يَكُنْ لَهُ ذَلِكَ فَأَمَّا تَكْذِيبُهُ إِيَّايَ فَقَوْلُهُ لَنْ يُعِيدَنِي كَمَا بَدَأَنِي وَلَيْسَ أَوَّلُ الْخَلْقِ بِأَهْوَنَ عَلَيَّ مِنْ إِعَادَتِهِ وَأَمَّا شَتْمُهُ إِيَّايَ فَقَوْلُهُ اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا وَأَنَا الْأَحَدُ الصَّمَدُ لَمْ أَلِدْ وَلَمْ أُولَدْ وَلَمْ يَكُنْ لِي كُفْئًا أَحَدٌ (خ ن عن ابى هريرة(

Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Âdemoğlu Beni yalanladı. Beni yalanlamaması gerekirdi. Âdemoğlu Bana hakaret etti. Halbuki Bana hakaret etmemesi gerekirdi. Beni yalanlaması, ″İlk olarak yarat­tığı gibi tekrar iade etmeyecektir″ sözüdür. Bana hakareti ise, ″Allah, çocuk edindi″ demesidir. Halbuki Ben tekim, Samed’im (hiçbir şeye muhtaç değilim, her şey Bana muhtaçtır), doğurmadım ve doğmadım ve hiç kimse Bana denk değildir.[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i İhlâs 1; Sünen-i Nesâî, Cenâiz 117.


﴿ اِنَّمَا قَوْلُنَا لِشَيْءٍ اِذَٓا اَرَدْنَاهُ اَنْ نَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ۟ ﴿٤٠﴾

40. Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona sözümüz sâdece ″Ol!″ dememizden ibârettir, o da hemen oluverir.


﴿ وَالَّذ۪ينَ هَاجَرُوا فِي اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةًۜ وَلَاَجْرُ الْاٰخِرَةِ اَكْبَرُۢ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَۙ ﴿٤١﴾ اَلَّذ۪ينَ صَبَرُوا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ ﴿٤٢﴾

41-42. Zulüm gördükten sonra Allah rızâsı için hicret edenlere gelince, elbette onları dünyâda güzel bir şekilde yerleştiririz. Onların âhiretteki mükâfatları ise daha büyüktür. Kâfirler bunu bilselerdi!* Bunlar, (sıkıntılara) sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir.

İzah: Bu âyetler, Mekke’de müşrikler tarafından eziyetlere uğrayıp Allah için memleketlerinden Habeşistan’a ve daha sonra Medîne’ye hicret eden Sahâbe-i Kirâm hakkında nâzil olmuştur.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Müslümanların Kureyş müşrikleri tarafından zulüm ve işkenceye uğradıklarını görünce, onlara şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:

تَفَرَّقُوا فِي الْأَرْضِ فَإنَّ اللّٰهَ تَعَالَى سيجمعكم قَالوا إِلَى أَيْنَ نَذْهَبُ؟ اَخْرجُوا إلَى أَرْضِ الْحَبَشَةِ، فَإنَّ بِهَا مَلِكًا عَظِيمًا لَا يُظْلَمُ عِنْدَهُ أحدٌ، وَهِيَ أَرْضُ صِدْقٍ، حَتَّى يَجْعَلَ اللّٰهُ لَكُمْ فَرَجا مِمَّا أَنْتُمْ فِيهِ.

″Yeryüzüne dağılın. Allah’u Teâlâ sizleri mutlaka birleştirecektir. ″Nereye gidelim?″ dediler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Habeş topraklarına gidin. Çünkü onların hiç kimseye zulmetmeyen kralları vardır. Orası Allah’u Teâlâ’nın, sizleri içinde bulunduğunuz bu durumdan kurtarmaya vesîle olacak sâdık ve dost bir memlekettir.″[1]

Habeşistan’a hicret edenler arasında Osman İbn-i Affân Radiyallâhu anhu ve onun hanımı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kızı Rukiyye Radiyallâhu anhâ, Peygamberimizin amcasının oğlu Hz. Câfer İbn-i Ebû Tâlib de vardı. Sayıları kadınlı erkekli yaklaşık seksen kişiydi.

Ebû Katâde Radiyallâhu anhu dedi ki:

Bu âyetlerin nüzul sebebi böyle olmakla birlikte, hükmü herkesi kapsamaktadır.

Bu sebeple burada, sırf Allah rızâsı için memleketlerinden ayrılarak Allah yolunda hicret edenlere verilen mükâfat da haber verilmektedir. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ فَرَّ بِدِينِهِ مِنْ أَرْض إِلَى أَرْض وَإِنْ كَانَ شِبْرًا اِسْتَوْجَبَ الْجَنَّة وَكَانَ رَفِيق إِبْرَاهِيم وَمُحَمَّد عَلَيْهِمَا السَّلَام (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن الحسن)

″Bir kimse dînini muhafaza etmek için bir yerden bir yere hicret ederse, eğer hicreti bir karış mesafe olsa bile, o kimsenin Cennete girmesi vâcip olur ve Cennette arkadaşı İbrâhim Aleyhisselâm ve Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem olur.″[2]


[1] İsmâil Hakkı Bursevî, Tefsir-i Rûh’ul-Beyan, c. 3, s. 395.

[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’an, c. 4, s. 97; Tercüme-i Tefsir-i Tibyan, c. 1, s. 388; Nûr’ul-Beyan, c. 2, s. 774.


﴿ وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ اِلَّا رِجَالًا نُوح۪ٓي اِلَيْهِمْ فَسْـَٔلُٓوا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَۙ ﴿٤٣﴾

43. Senden evvel de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını Peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا يَنْبَغِي لِلْعَالِمِ أَنْ يَسْكُتَ عَلَى عِلْمِهِ وَلا يَنْبَغِي لِلْجَاهِلِ أَنْ يَسْكُتَ عَلَى جَهْلِهِ قَالَ اللّٰهُ تَعَالَى: فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ (طس عن جابر(

″Âlimin ilmi üzerinde susması, câhilin de câhilliği ile yetinip sormaması yakışmaz. Allah’u Teâlâ: ″Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun″ diye buyurmaktadır.″[1]

Hz. Ebû Câfer el-Bâkır: ″Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun″ diye geçen âyet hakkında:

نَحْنُ أَهْل الذِّكْر (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابى جعفر الباقر(

″Zikir ehli, biziz″[2] diye buyurmuştur. Bununla bu ümmetin âlimlerinin âyettte geçen zikir ehli olduğunu kastetmiştir. Şüphesiz ki bu ümmetin âlimleri, geçmiş bütün ümmetlerin âlimlerinden daha üstündür. Dosdoğru sünnet üzere oldukları takdirde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ehl-i Beyt’inin âlimleri de, âlimlerin en hayırlılarındandır.

Sünnet üzere olan Ehl-i Beyt hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنِّي تَارِكٌ فِيكُمْ مَا إِنْ تَمَسَّكْتُمْ بِهِ لَنْ تَضِلُّوا بَعْدِي أَحَدُهُمَا أَعْظَمُ مِنَ الْآخَرِ كِتَابُ اللّٰهِ حَبْلٌ مَمْدُودٌ مِنَ السَّمَاءِ إِلَى الْأَرْضِ وَعِتْرَتِي أَهْلُ بَيْتِي وَلَنْ يَتَفَرَّقَا حَتَّى يَرِدَا عَلَيَّ الْحَوْضَ فَانْظُرُوا كَيْفَ تَخْلُفُونِي فِيهِمَا (ت زيد بن ارقم(

″Ben size iki şey bırakacağım ki, buna sarıldığınızda benden sonra aslâ sapıklığa düşmezsiniz. Bunların ikisinden biri diğerinden büyüktür. O, semâdan yere uzanan bir ip gibi olan Allah’ın kitabıdır. Diğeri de, kendi neslim olan Ehl-i Beytimdir. Bu ikisi mahşer günü havuz başında bana gelinceye kadar aslâ birbirinden ayrılmayacaklardır. Bu iki şey hakkında bana nasıl uyacağınıza dikkat edin.″[3]

Zikir ehli olan âlimler hakkında nakledilen bir Hadis-i Kudsi’de şöyle buyrulmuştur:

يَقُولُ اللّٰهُ عَزَّ وَ جَلَّ اِذَا كَانَ الْغَالِبُ عَلَى الْعَبْدِ الْاِشْتِغَالُ بِى جَعَلْتُ بُغْيَتَهُ وَلَذَّتَهُ فِى ذِكْرِى فَاِذَا جَعَلْتُ بُغْيَتَهُ وَلَذَّتَهُ فِى ذِكْرِى عَشِقَنِى وَعَشِقْتُهُ فَاِذَا عَشِقَنِى وَعَشِقْتُهُ رَفَعْتُ الْحِجَابَ فِيمَا بَيْنِى وَبَيْنَهُ وَصَيَّرْتُ ذٰلِكَ تَغَالُبًا عَلَيْهِ لَايَسْهُو اِذَا سَهَا النَّاسُ اُولٰئِكَ كَلَامُهُمْ كَلَامُ الْاَنْبِيَاءِ اُولٰئِكَ الْاَبْدَالُ حَقًّا اُولٰئِكَ الَّذ۪ينَ اِذَا اَرَدْتُ بِاَهْلِ الْاَرْضِ عُقُوبَةً أَوْ عَذَابًا ذَكَرْتُهُمْ فَصَرِفْتُ ذٰلِكَ عَنْهُمْ (حل عن الحسن(

Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Bir kulumun üzerine Benimle meşgul olmak gâlip olursa, onun arzusunu ve lezzetini zikrimde kılarım (zikrimden lezzet alır, yapmaya doymaz). Böyle olduğunda o kulum Bana âşık olur, Ben de ona âşık olurum. Bu halde iken, aramızdaki perdeleri kaldırırım ve bu hâli ona gâlip kılarım. O, insanların yanıldığı zaman yanılmaz. Onların sözleri Peygamberlerin sözüdür. Onlar hakkıyla ebdaldır ki, ne vakit yeryüzüne ukûbet veya azap vermek istersem, onlar yeryüzünde bulunduğu için (onların hatırına) vazgeçerim.″[4]

İşte bu âyette bahsedilen ″Zikir ehli″ İmam Câfer’in de buyurduğu gibi, bu ümmetin âlimleridir. Bu sebeple Allah’u Teâlâ, Mü’minlere hitâben bilemedikleri hususları zikir ehlinden bu ümmetin âlimlerine sorun, diye buyurmuştur.

Yine bu Âyet-i Kerîme’de ki hitâbın, müşriklere olduğunu söyleyen bâzı müfessirler de bu âyeti şöyle izah etmişlerdir:

Ey Resûlüm! Senin bir beşer olarak Peygamber olamayacağını iddia eden müşriklere de ki: ″Benden önce gönderilen bütün Peygamberler de ancak kendilerine vahyedilen bir kısım erkeklerdi. Şâyet bu hususta bana inanmıyorsanız, daha önce kendilerine kitap verilen ümmetlerin âlimlerine sorun. Onlara gönderilen Peygamberler de benim gibi erkek kişiler miydi yoksa melekler miydi?″[5]


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 491/6.

[2] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 4, s. 573.

[3] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 26.

[4] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 517/4.

[5] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 17, s. 208.


﴿ بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِۜ وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ اِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ﴿٤٤﴾

44. O Peygamberleri apaçık mûcizeler ve kitaplarla gönderdik. Ey Resûlüm! Sana da Zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, kendilerine indirileni (emir ve nehyi) insanlara açıkça anlatasın. Umulur ki, onlar da tefekkür edeler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ, nâzil olan Kur’ân âyetlerini, en güzel şekilde yaşayıp ümmetine de öğretmesini Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e vahiy ile bildirmiştir.

Bu hususta İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu der ki: Her şey bize Kur’ân’da açıklanmıştır. Fakat bizim anlayışımız, onu idraktan âcizdir. Bu sebeple Allah’u Teâlâ: ″Ey Resûlüm! Sana da Zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, kendilerine indirileni (emir ve nehyi) insanlara açıkça anlatasın″ diye buyurmuş­tur.

Bu sebeple Resûlü Ekrem de peyderpey inen Kur’ân âyetlerini, kendisi hem yaşamış ve hem de nâzil olan vahyin nasıl anlaşılacağını ve yaşanacağını kullara öğretmiştir.

İmran b. Huseyn Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

نَزَلَ الْقُرْآنُ وَسَنَّ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ السُّنَنَ ثُمَّ قَالَ اتَّبِعُونَا فَوَاللّٰهِ إِنْ لَمْ تَفْعَلُوا تَضِلُّوا (حم عن عمران بن حصين)

Kur’ân nâzil oldu, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de sünnetler koydu. Sonra buyurdu ki: ″Bize (Kur’ân’a ve sünnete) tâbi olun. Vallâhi, böyle yapmazsanız dalâlete düşersiniz!″[1]

Bu hususta Hassan Radiyallâhu anhu da şöyle buyurmuştur:

كَانَ جِبْرِيلُ يَنْزِلُ عَلَى النَّبِىِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالسُّنَّةِ كَمَا يَنْزِلُ عَلَيْهِ بِالْقُرْآنِ. (در عن حسان(

″Cebrâil, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, Kur’ân’ı indirdiği gibi sünneti de indiriyordu.″[2]

Nitekim Sûre-i Necm, Âyet 3-4’te: ″O (Muhammed Aleyhisselâm), kendi hevâsından konuşmaz.* Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildirdiye buyrulduğu üzere, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sözlerinin Allah’ın rızâsından ayrı olmadığı, âyetler gibi hadislerin de, bizzat Allah tarafından kendisine vahyedildiği beyan edilmiştir.

Yine bu hususta Habib b. Ebî Fudâle Radiyallâhu anhu şu hâdiseyi nakleder:

وَعِمْرَانُ بن حُصَيْنٍ جَالِسٌ فَذَكَرُوا عِنْدَهُ الشَّفَاعَةَ، فَقَالَ رَجُلٌ مِنَ الْقَوْمِ: يَا أَبَا نُجَيْدٍ , لَتُحَدِّثُونَا بِأَحَادِيثَ مَا نَجِدُ لَهَا أَصْلا فِي الْقُرْآنِ، فَغَضِبَ عِمْرَانُ بن حُصَيْنٍ، وَقَالَ لِرَجُلٍ: قَرَأْتَ الْقُرْآنَ؟", قَالَ: نَعَمْ، قَالَ: وَجَدْتَ فِيهِ صَلاةَ الْمَغْرِبِ ثَلاثًا، وَصَلاةَ الْعِشَاءِ أَرْبَعًا، وَصَلاةَ الْغَدَاةِ رَكْعَتَيْنِ، وَالأُولَى أَرْبَعًا، وَالْعَصْرُ أَرْبَعًا؟ , قَالَ: لا، قَالَ: فَعَمَّنْ أَخَذْتُمْ هَذَا الشَّأْنَ؟ أَلَسْتُمْ أَخَذْتُمُوهُ عَنَّا، وَأَخَذْنَاهُ عَنْ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، أَوَجَدْتُمْ فِي كُلِّ أَرْبَعِينَ دِرْهَمًا دِرْهَمًا، وَفِي كُلِّ كَذَا وَكَذَا شَاةً، وَفِي كُلِّ كَذَا وَكَذَا بَعِيرًا كَذَا، أَوَجَدْتُمْ فِي الْقُرْآنِ؟ , قَالَ: لا، قَالَ: فَعَمَّنٍ أَخَذْتُمْ هَذَا؟ أَخَذْنَاهُ عَنْ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، وَأَخَذْتُمُوهُ عَنَّا، قَالَ: فَهَلْ وَجَدْتُمْ فِي الْقُرْآنِ "وَلْيَطَّوَّفُوا بِالْبَيْتِ الْعَتِيقِ" وَجَدْتُمْ هَذَا طُوفُوا سَبْعًا، وَارْكَعُوا رَكْعَتَيْنِ خَلْفَ الْمَقَامِ، أَوَجَدْتُمْ هَذَا فِي الْقُرْآنِ؟ عَمَّنْ أَخَذْتُمُوهُ؟ أَلَسْتُمْ أَخَذْتُمُوهُ عَنَّا، وَأَخَذْنَاهُ عَنْ نَبِيِّ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ؟ أَوَجَدْتُمْ فِي الْقُرْآنِ لا جَلَبَ وَلا جَنَبَ وَلا شِغَارَ فِي الإِسْلامِ؟ قَالَ: لا، قَالَ: إِنِّي سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، يَقُولُ:"لا جَلَبَ وَلا جَنَبَ وَلا شِغَارَ فِي الإِسْلامِ" أَسَمِعْتُمُ اللّٰهَ، يَقُولُ لأَقْوَامٍ فِي كِتَابِهِ: "مَا سَلَكَكُمْ فِي سَقَرٍ، قَالُوا لَمْ نَكُ مِنَ الْمُصَلِّينَ وَلَمْ نَكُ نُطْعِمُ الْمِسْكِينَ" حَتَّى بَلَغَ "فَمَا تَنْفَعُهُمْ شَفَاعَةُ الشَّافِعِينَ" (طب عن حبيب بن أبي فضالة)

Bir mecliste Hz. İmran şefaatten bahsetti. Orada bulunanlardan bir adam söze atılarak: ″Yâ Ebâ Nüceyd! Sen bize Kur’ân’da delilini bulamadığımız bir takım hadislerden bahsediyorsun″ dedi. Bu söz üzerine Hz. İmran çok kızdı ve o adama: ″Sen Kur’ân’ı okudun mu?″ diye sordu. Adam: ″Evet″ dedi. Hz. İmran: ″Söyle bakalım, sen Kur’ân’da yatsının farzının dört, akşamın farzının üç, sabahın farzının iki, öğle ve ikindinin farzlarının dört rek’at olduğuna rastladın mı?″ diye sordu. Adam: ″Hayır″ dedi. Peki, siz bütün bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den öğrenmedik mi? Peki, Kur’an’da kırk koyunda bir koyun, şu kadar devede şu kadar, şu kadar dirheme şu kadar zekât düştüğüne rastladın mı? Adam: ″Hayır″ dedi. Öyleyse bunları kimden öğrendiniz?Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den öğrenmedik mi?[3] Yine Sûre-i Hacc, Âyet 29’da: ″Beyt-i Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler″ buyruğunu okumadınız mı? Peki, orada Kâbe’yi yedi defa da (yedi şavt ile) tavaf edin, Makâm-ı İbrâhim’in arkasında iki rek’at namaz kılın, diye bir ifadeye rastladınız mı? Siz bütün bunları kimden alıp öğrendiniz? Siz bizden, biz de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den öğrenmedik mi? Peki İslâm’da celeb[4], ceneb[5] ve şiğâr’ın[6] olmadığına dair Kur’ân’da bir delile rastladınız mı? Adam: ″Hayır″ dedi. Oysa ben Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in, ″İslâm’da celeb, ceneb ve şiğar yoktur″[7] dediğini işittim. Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Müddessir, Âyet 43-48’de: ″Mücrimler derler ki: ″Namaz kılmazdık,* miskini doyurmazdık,* bâtıl ehli ile beraber bulunurduk,* cezâ gününü yalanlardık,* nihâyet ölüm bize gelip çattı.″* Artık o kâfirlere, şefaat edenlerin şefaatleri fayda vermez″ diye geçen buyruğunu duymuşsunuzdur.[8]

Bu sebeplerden dolayı bir Müslüman, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in her yaptığı işte ve her emrinde ona tâbi olmak durumundadır. Onun sünnetinden uzaklaşmak, İslâm’ın hakikatinden uzaklaşmaktır. Nitekim Ashab-ı Kirâm da öyle yapmış, her işlerinde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e tâbi olmuşlardır.

Bu hususta Hz. Ali Kerremallâhu veche şöyle buyurmuştur:

″Eğer din, kişilerin mantığına göre olsay­dı, buna ruhsat verilseydi, ben, mestlerin üstünü değil altını meshederdim. Ama Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, giydiği mestlerin üze­rini meshetmiştir, biz kişisel mantığımıza değil, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e uyarız ve ona uymakla emrolunmuşuzdur.″

Yine bu hususta şu hâdise nakledilmiştir:

أَنَّهُ قَالَ لِعَبْدِ اللّٰهِ بْنِ عُمَرَ إِنَّا نَجِدُ صَلَاةَ الْحَضَرِ وَصَلَاةَ الْخَوْفِ فِي الْقُرْآنِ وَلَا نَجِدُ صَلَاةَ السَّفَرِ فِي الْقُرْآنِ فَقَالَ لَهُ ابْنُ عُمَرَ يَا ابْنَ أَخِي إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ بَعَثَ إِلَيْنَا مُحَمَّدًا صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَلَا نَعْلَمُ شَيْئًا وَإِنَّمَا نَفْعَلُ كَمَا رَأَيْنَا مُحَمَّدًا صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَفْعَلُ (ن ه ك عن عبد اللّٰه بن خالد)

Ümeyye b. Hâlid, İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’ya: ″Vakit namazları ve korku namazı Kur’ân’da var. Fakat sefer namazını Kur’ân’da bulamıyoruz″ dedi. Bunun üzerine İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ: ″Yeğenim! Biz hiç bir şey bilmezken Aziz ve Celil olan Allah, bize Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i gönderdi. Onun için biz, onun yaptığını ve ondan gördüklerimizi yaparız.″[9]

Sünnetin önemi hakkında mezhep imamlarımız şöyle söylemişlerdir:

لَوْلَا اَلسُّنَّةُمَا فَهِمَ أَحَدٌمِنَّاالْقُرآنَ.

İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri: ″Sünnet olmasaydı, hiçbirimiz Kur’ân’ı anlayamazdık″ diye buyurmuştur.

وَالسَّـنَّةُ عِنْدَنَا: آثَارُ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ والسُّنَّةُ تُفَسِّرُ القُرْآنَ، وَهِيَ دَلَائِلُ القُرْآنِ.

Ahmed b. Hanbel Hazretleri: ″Sünnet, bizim yanımızda; Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den gelen nakillerdir. Sünnet, Kur’ân’ı açıklar ve o, Kur’ân’ın işâret ettiği mânâların delilleridir″ diye buyurmuştur.

جَمِيعُ مَا تَقُولُهُ الْأُمَّةُ شَرْحٌ لِلسُّنَّةِ وَجَمِيعُ السُّنَّةِ شَرْحٌ لِلْقُرْآنِ.

İmam Şâfii Hazretleri: ″Ehl-i Sünnet âlimlerinin bütün söyledikleri sünnetin şerhidir. Bütün sünnet de Kur’ân’ın şerhidir″ diye buyurmuştur.

اَلسُّنَّةُ سَفِينَةُ نُوح مَن رَكبَها نجَا ومَن تَخَلّفَ عنَها غَرِقَ.

İmam Mâlik Hazretleri de: ″Sünnet, Nûh’un gemisine benzer. Kim ona binerse, kurtulur, kim de binmezse boğulur″ diye buyurmuştur.

İşte bu Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerden ve Ehl-i Sünnet imamlarının sözlerinden, Sünnet olmadan Kur’ân’ın hükümlerinin tam olarak anlaşılamayacağı ve İslâm’ın da tam olarak yaşanamayacağı anlaşılmaktadır.

Ulemânın, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Hadis-i Şerif’lerine gösterdikleri hürmet hakkında da Hz. Mus’ab b. Abdullah şöyle anlatmıştır:

″Mâlik b. Enes (İmam Mâlik), Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den hadis rivâyet etmek istediği zaman abdest alıp hazırlanırdı. En iyi elbisesini giyip, öyle rivâyet ederdi.″[10]


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 19147.

[2] Sünen-i Dârimî, Mukaddime 49.

[3] Sünen-i Ebû Dâvud, Zekât 2.

[4] Celeb: Zekât memurunun bir yerde oturup, zekât verecek durumdaki mal sahiplerini oraya çağırarak zekâtlarını o yerde alması. Bu durum mal sahiplerine meşakkat verip onları sıkıntıya sokacağından dolayı yasaklanmıştır.

[5] Ceneb: Zekât verecek olan mal sahibinin, kendi malını yerinden uzaklaştırmasıdır. Bu da zekât memuruna zorluk oluşturacağı için yasaklanmıştır.

[6] Şiğâr: Mehir alıp vermemek için, iki kişinin birbirinin yakınlarından birer kadınla evlenmeleridir. Yani bir kimsenin diğer bir kimseye: Kızını benimle evlendir, bende kızımı seninle evlendireyim demesi yahut kız kardeşini benimle evlendir, bende kız kardeşimi seninle evlendireyim, demesidir.

[7] Sünen-i Ebû Dâvud, Zekât 9; Sünen-i Nesâî, Nikâh 60.

[8] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 14950; Beyhakî, Delâil’ün-Nübüvve, 1/25, 26.

[9] Sünen-i Nesâî, Taksir’üs-Salât 1; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’üs-Salât 73; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 902.

[10] Kadı İyaz, Şifâ-i Şerif, s. 430.


﴿ اَفَاَمِنَ الَّذ۪ينَ مَكَرُوا السَّيِّـَٔاتِ اَنْ يَخْسِفَ اللّٰهُ بِهِمُ الْاَرْضَ اَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُونَۙ ﴿٤٥﴾ اَوْ يَأْخُذَهُمْ ف۪ي تَقَلُّبِهِمْ فَمَا هُمْ بِمُعْجِز۪ينَۙ ﴿٤٦﴾ اَوْ يَأْخُذَهُمْ عَلٰى تَخَوُّفٍۜ فَاِنَّ رَبَّكُمْ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ ﴿٤٧﴾

45-47. (Mü’minlere) kötülük yapmak için tuzak kuranlar, (önceki-lerin düştükleri helâki tefekkür etmezler mi?) Allah’u Teâlâ’nın, kendilerini yere geçirmeyeceğinden yahut bilemeyecekleri bir yerden azâbın kendilerine gelmeyeceğinden emin mi oldular?* Yahut onlar dönüp dolaşırlarken Allah’u Teâlâ’nın, kendilerini âniden helâk etmeyeceğinden emin mi oldular? Onlar, Allah’ın azâbı gelince, onu defedemezler.* Yahut da korkulu hallerindeyken azâbın, kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular? Şüphesiz ki Rabbiniz, elbette çok şefkatli, çok merhametlidir (cezâlandırmada acele etmez).

İzah: Allah’u Teâlâ, kulların işlemiş oldukları günahların cezâlarını hemen vermeyip, o cezâyı belli bir zamana kadar erteler. Fakat bir de yakalayınca, artık ondan kimse kurtulamaz. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ لَيُمْلِي لِلظَّالِمِ حَتَّى إِذَا أَخَذَهُ لَمْ يُفْلِتْهُ (خ عن ابى موسى)

″Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, zâlime mühlet verir. Nihâyet (mühleti dolup) onu yakaladığında aslâ kurtulamaz.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Hûd 5; Sahih-i Müslim, Birr 15 (61).


﴿ اَوَلَمْ يَرَوْا اِلٰى مَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍ يَتَفَيَّؤُ۬ا ظِلَالُهُ عَنِ الْيَم۪ينِ وَالشَّمَٓائِلِ سُجَّدًا لِلّٰهِ وَهُمْ دَاخِرُونَ ﴿٤٨﴾ وَلِلّٰهِ يَسْجُدُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ مِنْ دَٓابَّةٍ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ (سَجْدَه) ﴿٤٩﴾ يَخَافُونَ رَبَّهُمْ مِنْ فَوْقِهِمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ۟ ﴿٥٠﴾

48-50. Allah’u Teâlâ’nın yarattığı şeyleri görmüyorlar mı? Onların gölgeleri Allah’a secde ederek ve tevâzu ile boyun eğerek sağa ve sola dönmektedir.* Göklerde ve yerdeki canlılar ve melekler, Allah’a secde ederler ve onlar (melekler) aslâ kibirlenmezler. (Secde âyetidir)* Rablerinin heybet ve kudretinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar.

İzah: Allah’u Teâlâ bu âyetlerde, bizlere yüceliğini bildirmekte; her türlü varlığın kendisine boyun eğdiğini haber vermektedir.

Ayrıca Âyet-i Kerîme’de, Allah’ın hikmeti gereği, güneşin sabah akşam bütün eşyanın gölgelerini değiştirmesinden bahsedilmektedir. Allah’u Teâlâ güneşin doğuşu ve batışına, dünyânın ve diğer gezegenlerin dönmesine dikkat çekmektedir. Kulların da bu olağanüstü durumdan ibret alarak Allah’ın kudretini ikrar etmeleri öğütlenmektedir.


﴿ وَقَالَ اللّٰهُ لَا تَتَّخِذُٓوا اِلٰهَيْنِ اثْنَيْنِۚ اِنَّمَا هُوَ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَاِيَّايَ فَارْهَبُونِ ﴿٥١﴾

51. Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″İki ilah edinmeyin. O, ancak tek bir ilahtır. O halde sâdece Benden korkun.″


﴿ وَلَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَهُ الدّ۪ينُ وَاصِبًاۜ اَفَغَيْرَ اللّٰهِ تَتَّقُونَ ﴿٥٢﴾

52. Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. İtaat de dâimâ O’nadır. O halde Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?


﴿ وَمَا بِكُمْ مِنْ نِعْمَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ ثُمَّ اِذَا مَسَّكُمُ الضُّرُّ فَاِلَيْهِ تَجْـَٔرُونَۚ ﴿٥٣﴾ ثُمَّ اِذَا كَشَفَ الضُّرَّ عَنْكُمْ اِذَا فَر۪يقٌ مِنْكُمْ بِرَبِّهِمْ يُشْرِكُونَۙ ﴿٥٤﴾ لِيَكْفُرُوا بِمَٓا اٰتَيْنَاهُمْۜ فَتَمَتَّعُوا۠ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ ﴿٥٥﴾

53-55. Sizin nâil olduğunuz her nîmet, Allah’tandır. Size bir sıkıntı isâbet etse, kalkması için O’na yalvarırsınız.* Sonra sizden o sıkıntıyı kaldırdığında, sizden bir fırka hemen Rablerine ortak koşarlar.* Kendilerine verdiğimiz nîmetlere karşı nankörlük etmek için böyle yaparlar. Dünyâ nîmetlerinden istifâde edin bakalım, yakında (âkıbetinizi) bileceksiniz!


﴿ وَيَجْعَلُونَ لِمَا لَا يَعْلَمُونَ نَص۪يبًا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْۜ تَاللّٰهِ لَتُسْـَٔلُنَّ عَمَّا كُنْتُمْ تَفْتَرُونَ ﴿٥٦﴾

56. Müşrikler, kendilerine verdiğimiz rızıklardan, ilim ve idraki olmayan putlar için nasip ayırırlar. Tallâhi! Siz bu yaptığınız iftiralardan mutlakâ hesaba çekileceksiniz.


﴿ وَيَجْعَلُونَ لِلّٰهِ الْبَنَاتِ سُبْحَانَهُۙ وَلَهُمْ مَا يَشْتَهُونَ ﴿٥٧﴾ وَاِذَا بُشِّرَ اَحَدُهُمْ بِالْاُنْثٰى ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدًّا وَهُوَ كَظ۪يمٌۚ ﴿٥٨﴾ يَتَوَارٰى مِنَ الْقَوْمِ مِنْ سُٓوءِ مَا بُشِّرَ بِه۪ۜ اَيُمْسِكُهُ عَلٰى هُونٍ اَمْ يَدُسُّهُ فِي التُّرَابِۜ اَلَا سَٓاءَ مَا يَحْكُمُونَ ﴿٥٩﴾

57-59. Onlar, Allah’a kızlar isnat ederler. Hâşâ! O, bundan uzaktır. Kendilerine ise sevdiklerini (erkek çocuklarını) isnat ederler.* Halbuki onlardan biri, kız çocuğu ile müjdelendiği zaman, içi öfkeyle dolar ve yüzü kapkara kesilir.* Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı utanarak kavminden gizlenir. O çocuğu aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa diri diri toprağa mı gömsün? diye düşünür. Dikkat edin! Verdikleri hüküm ne kötüdür.

İzah: Müşrikler: ″Melekler, Allah’ın kızlarıdır″ diye iftirada bulunmuş, kendi kızları doğunca da onları diri diri toprağa gömdükleri olmuştur. Allah’u Teâlâ bu âyette, müşriklere hitap ederek, kendileri için hoşlanmadıkları şeyleri Allah’a nasıl isnada kalkıştıklarını beyan edip, çelişkilerini ortaya koymuştur.

Câhiliye Araplarının kız çocuklarını öldürdükleri, diri diri toprağa gömdükleri birçok Âyet-i Kerîme’de beyan edilmiştir.

Bu hususta şu hâdise nakledilmektedir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün Mescid-i Nebevî’de sohbet ederken bir Sahâbî: ″Yâ Resûlallah! Benim câhiliye döneminde, İslâm olmadan önce öyle bir günahım var ki hatırladıkça ağlıyor ve kendimden geçiyorum″ dedi ve olayı şöyle anlattı:

- Bir kızım dünyâya gelmişti. Câhiliye âdeti olarak kız çocuğumun olması beni rencide ediyordu. Kızımı en kısa zamanda öldürmem gerekiyordu. Bugün yarın derken kızım üç dört yaşlarına gelmişti. Artık aklı eriyor, gülüyor ve oynuyordu. Eşime; kızı hazırla dayısına götüreceğim, dedim. Dayısına götürmek, büyüklerin bildiği bir şifre idi. Kızı diri diri kumlara gömerek öldürmek anlamına geliyordu. Annesi kızımı ağlaya ağlaya giydirdi, süsledi. Onu kucakladı ve ağlayarak onunla vedalaştı. Kızımı aldım şehrin dışına götürdüm. Derin bir çukur kazdım. Kızımı o çukura attım. Fakat kızımın elleri çukurun kenarındaki bir kayaya takıldı. Kızım düşmemek için kayaya tutunmuştu. Ayağımla insafsızca elini ezerek düşmesini sağladım. Kızım, ″Babacığım!″ diyerek düştü ve ağlaya ağlaya kızımın üstünü kumlarla örterek öldürdüm.

Bu esnada Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ve beraberindeki Ashâb-ı Kirâm da ağladılar. Sanki olay o anda olmuş gibi herkes gözyaşı döküyordu.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, adama: ″Bir daha anlat″ dedi. Adam aynı olayı ağlayarak bir daha anlattı. Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ve beraberindekiler ağladılar. Bir müddet sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, adama: ″Bir daha anlat″ dedi. Adam bu olayı üçüncü kez hem ağladı hem anlattı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ve beraberindekiler yine ağladılar.

Sahâbe-i Kirâm’dan birisi: ″Yâ Resûlallah bu olayı niçin tekrar tekrar anlattırıp hem kendini hem bizleri üzüyorsun?″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″İslâm’dan önce nasıldınız? İslâm’dan sonra nasıl oldunuz. İslâm’ın sizi nerden nereye getirdiğini unutmayasınız, diye tekrar tekrar anlattırdım″ buyurdu.[1]

Yine nakledildiğine göre, Hz. Ömer Radiyallâhu anhu câhiliye döneminde yaptıklarını şöyle anlatır:

Câhiliye döneminde iki olay vardır ki, birini hatırlayınca gülerim. Birini hatırlayınca da ağlarım. Yâ Ömer! Bunlar nedir? diye sorulunca buyurdu ki:

- Hatırlayınca gülerim, dediğim: ″Câhiliye döneminde yolculuğa çıktığımızda ve diğer zamanlarda bizi korusun diye helvadan put yapardık ve ona tapardık, acıkınca da onları yerdik.″ İşte bunu hatırladıkça gülerim.″

- Hatırladıkça ağlarım diye söylediğim de: ″Bizler câhiliye döneminde kız çocuklarını bir utanç sebebi sayardık. Birinin kızı olduğu zaman o insanla alay edilirdi. Benim de bir kızım olmuştu. Belli bir yaşa kadar onu büyüttüm. Ama bir gün onu götürüp bir çukur kazdım. Onu, içine yatırdım ve üzerini toprakla kapatıyordum. Diri diri gömdüğüm o masum yavrucak da, benim elbisemdeki ve sakalımdaki tozları elleriyle temizliyordu. Ben ise bu kadar babasına düşkün evlâdımı gömmeye devam ettim ve o masum yavruyu diri diri gömerek öldürdüm.″ İşte bu olayı da hatırladıkça ağlarım.


[1] Bakınız: Sünen-i Dârimî, Mukaddime 1.


﴿ لِلَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ مَثَلُ السَّوْءِۚ وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰىۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟ ﴿٦٠﴾

60. Kötü sıfatlar, âhirete îman etmeyenler içindir. En yüce sıfatlar ise Allah’u Teâlâ içindir. O her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.


﴿ وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَٓابَّةٍ وَلٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۚ فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ ﴿٦١﴾

61. Eğer Allah’u Teâlâ, insanları zulümleri nedeniyle hemen cezâlandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Lâkin onları belirli bir müddete kadar erteler. Nihâyet ecelleri gelince, onu ne bir an erteleyebilirler, ne de bir an öne alabilirler.

İzah: Allah’u Teâlâ, daha önce koymuş olduğu hüküm gereği, kâfirleri cezâlandırmayı belli bir vakte kadar erteler. Bu vâde, kıyametin gelmesi veya onların ölmesi ânıdır. Onların helâk olma zamanı gelince, ecellerini ne bir an erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ لَيُمْلِي لِلظَّالِمِ حَتَّى إِذَا أَخَذَهُ لَمْ يُفْلِتْهُ (خ عن ابى موسى)

″Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, zâlime mühlet verir. Nihâyet (mühleti dolup) onu yakaladığında aslâ kurtulamaz.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Hûd 5; Sahih-i Müslim, Birr 15 (61).


﴿ وَيَجْعَلُونَ لِلّٰهِ مَا يَكْرَهُونَ وَتَصِفُ اَلْسِنَتُهُمُ الْكَذِبَ اَنَّ لَهُمُ الْحُسْنٰىۜ لَا جَرَمَ اَنَّ لَهُمُ النَّارَ وَاَنَّهُمْ مُفْرَطُونَ ﴿٦٢﴾

62. O müşrikler, hoşlanmadıkları şeyleri Allah’a isnat ederler ve dilleri de, ″En güzel âkibet kendilerinin olacak″ diye yalan söyler. Şüphesiz ki, onlar için Cehennem ateşi vardır. Onlar oraya herkesten önce girdirilecektir.

İzah: Müşrikler, hoşlanmadıkları bâzı şeyleri ve kız çocuklarını Allah’a isnat etmişler ve erkek evlat gibi hoşlarına giden şeylerin kendilerine ait olduğunu ve âhiret hayatı gerçek olsa bile, orada da en güzel hayat bizimdir, diyerek yalan söylemişlerdir. Allah’u Teâlâ da, onların bu kuruntularının bâtıl olduğunu beyan ederek, onlar için güzel bir hayat olmadığını, aksine kendileri için Cehennem ateşi olduğunu bildirmiş ve o ateşe herkesten önce, onların sürüleceklerini beyan etmiştir.


﴿ تَاللّٰهِ لَقَدْ اَرْسَلْنَٓا اِلٰٓى اُمَمٍ مِنْ قَبْلِكَ فَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ فَهُوَ وَلِيُّهُمُ الْيَوْمَ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٦٣﴾

63. Ey Resûlüm! Tallâhi! Biz senden önceki ümmetlere de Peygamberler gönderdik. Şeytan onlara amellerini güzel gösterdi. O şeytan, bugün de onların (sana karşı küfürde ısrar edenlerin) velîsidir ve (âhirette) onlar için elim bir azap vardır.


﴿ وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ اِلَّا لِتُبَيِّنَ لَهُمُ الَّذِي اخْتَلَفُوا ف۪يهِۙ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٦٤﴾

64. Ey Habîbim! Biz sana kitabı (Kur’ân’ı), ancak ihtilaf ettikleri şeylerdeki hakikatleri insanlara açıklayasın diye ve îman eden bir topluma hidâyet ve rahmet olması için indirdik.


﴿ وَاللّٰهُ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ۟ ﴿٦٥﴾

65. Allah’u Teâlâ, semâdan su indirdi de onunla, yeri ölümünden (bitkiler kuruduktan) sonra diriltti. Şüphesiz bunda, tefekkürle dinleyen bir toplum için (öldükten sonra dirilmeye) elbette bir delil vardır.


﴿ وَاِنَّ لَكُمْ فِي الْاَنْعَامِ لَعِبْرَةًۜ نُسْق۪يكُمْ مِمَّا ف۪ي بُطُونِه۪ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَٓائِغًا لِلشَّارِب۪ينَ ﴿٦٦﴾

66. Şüphesiz koyun, keçi, inek ve devede sizin için bir ibret vardır. Size o hayvanların karnındaki tortu ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla geçen sâfi süt içiriyoruz.

İzah: Süt hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmaktadır:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e süt getirildi, içti ve şöyle buyurdu:

إِذَا أَكَلَ أَحَدُكُمْ طَعَامًا فَلْيَقُلْ اَللّٰهُمَّ بَارِكْ لَنَا فِيهِ وَأَطْعِمْنَا خَيْرًا مِنْهُ وَإِذَا سُقِيَ لَبَنًا فَلْيَقُلْ اَللّٰهُمَّ بَارِكْ لَنَا فِيهِ وَزِدْنَا مِنْهُ فَإِنَّهُ لَيْسَ شَيْءٌ يُجْزِئُ مِنَ الطَّعَامِ وَالشَّرَابِ إِلَّا اللَّبَنُ (د ت عن ابن عباس(

″Sizden herhangi bir kimse bir şey yiyecek olursa, ″Allah’ım! Bu­nu bizim için mübârek kıl ve bize ondan daha hayırlısını yedir″ desin. Süt içecek olursa da, ″Allah’ım! Bunu bizim için mübârek kıl ve bize bundan çokça ver″ desin. Çünkü sütten başka hem yi­yecek, hem içecek yerini tutan bir şey yoktur.″[1]


[1] Sünen-i Ebû Davûd, Eşribe 21; Sünen-i Tirmizî, Daavât 54.


﴿ وَمِنْ ثَمَرَاتِ النَّخ۪يلِ وَالْاَعْنَابِ تَتَّخِذُونَ مِنْهُ سَكَرًا وَرِزْقًا حَسَنًاۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ ﴿٦٧﴾

67. Ve hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden bir içecek ve bir güzel rızık elde edersiniz. Şüphesiz bunda, aklını kullanan bir topluluk için elbette Allah’ın kudretine bir delil vardır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de hurma ve üzümün güzel rızık olduğundan bahsedilmektedir. Bu meyvelerden yaş olarak da, kurutulmuş olarak da istifâde edilir. Bu meyveler kurutulduğunda, erzak olarak uzun süre bekletilerek bunlardan faydalanılır. Aynı şekilde bu meyvelerin yaşından da pekmez ve sirke gibi insanların yine uzun süre faydalanabileceği temiz ve güzel rızıklar elde edilir. Nitekim bu âyetin öncesinde ve sonrasında faydalı ve şifalı olan ibret verici güzel rızıklardan bahsedilmektedir.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَكُمْ فِي الْعِنَبِ أَشْيَاءُ، تَأْكُلُونَ عِنَبًا، وَتُشْرِبُونَهُ عَصِيرًا مَا لَمْ يَنِشَّ، وَتَتَّخِذُونَ مِنْهُ زَبِيبًا وَرُبًّا. (الخطيب عن أبي هريرة(

″Üzümde sizin için bâzı şeyler vardır. Onu yer ve sarhoşluk vermeyecek bir şekilde içersiniz. Yine ondan kuru üzüm ve pekmez elde edersiniz.″[1]

Allah’u Teâlâ Sûre-i Nahl, Âyet 66’da faydalı ve ibret verici olan sütten ve oluşumundan, Sûre-i Nahl, Âyet 67’de hurma ve üzümün güzel rızık olduğundan, aşağıda Sûre-i Nahl, Âyet 68-69’da da bal arısının hikmetinden ve balın şifâsından bahsetmektedir. İşte bu âyetlerde, bunların insanlar için güzel rızık ve ibret olduğu beyan edilmiştir.


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 9, s. 80.


﴿ وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذ۪ي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَۙ ﴿٦٨﴾ ثُمَّ كُل۪ي مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُك۪ي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلًاۜ يَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ ف۪يهِ شِفَٓاءٌ لِلنَّاسِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ ﴿٦٩﴾

68-69. Ey Resûlüm! Senin Rabbin, bal arısına şöyle vahyetti: ″Dağlarda, ağaçlarda ve kovanlarda evler yap.* Sonra her çeşit mahsülden ye de Rabbinin sana kolaylaştırmış olduğu yollardan git.″ Onların karınlarından, içinde insanlar için şifâ bulunan, çeşitli renklerde bal çıkar. Şüphesiz bunda, tefekkür eden bir topluluk için elbette Allah’ın kudretine bir delil vardır.

İzah: Allah’u Teâlâ’nın küçük bir arıya yaptırdığı işi, balı nasıl yaptığını düşünün. Bunu doğrudan arı yapıyorsa; siz arı kadar yok musunuz? Siz de yapın. Arı yapamıyor da; arıya bir ilham oluyor ve öyle yapıyorsa, ona o hâli veren Allah’u Teâlâ’yı düşünün, demektir. Allah’ın kudretinin, ilminin yanında kullar ne kadar âciz kalıyor. O hayvanın öyle bir şey yapmasına imkân yoktur. Arıya bal yaptıran Allah’tır.

Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bir kişi geldi ve ″Yâ Resûllullah! Kardeşimin karnı ağrıyor″ dedi. Resûlü Ekrem: ″Bal şerbeti içir″ buyurdu. Sonra bu adam ikinci kez bir daha Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi (ve hastalığın geçmediğini söyledi). Bunun üzerine Resûlü Ekrem yine: ″Bal şerbeti içir″ buyurdu. Sonra üçüncü kez bir daha geldi. Resûlü Ekrem yine: ″Bal şerbeti içiriniz″ buyurdu. Sonra bu adam bir daha geldi ve ″İçirdim (fakat ağrısı yine geçmedi)″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:

صَدَقَ اللّٰهُ وَكَذَبَ بَطْنُ أَخِيكَ اسْقِهِ عَسَلًا فَسَقَاهُ فَبَرَأَ (خ ت عن ابى سعيد(

″Allah’u Teâlâ sözünde doğrudur. Fakat kardeşinin karnı yalancıdır. Haydi, yine bal şerbeti içir″ buyurdu. Dördüncü defa içirdi de hastalıktan kurtuldu.[1]

Mü’minlerin emiri Hz. Ali Kerremallâhu veche de şöyle demiştir:

إِذَا أَرَادَ أَحَدُكُمُ الشِّفَاءَ فَلْيَكْتُبْ آيَةً مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ فِي صَحْفَةٍ وَلْيَغْسِلْهَا بِمَاءِ السَّمَاءِ وَلْيَأْخُذْ مِنِ امْرَأَتِهِ دِرْهَمًا عَنْ طِيبِ نَفْسٍ مِنْهَا فَلْيَشْتَرِ بِهِ عَسَلًا فَلْيَشْرَبْهُ بِذَلِكَ فَإِنَّهُ شِفَاءٌ أَيْ مِنْ وُجُوهٍ قَالَ اللّٰهُ وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَقَالَ وَنَزَّلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً مُبَارَكًا وَقَالَ فَإِنْ طِبْنَ لَكُمْ عَنْ شَيْءٍ مِنْهُ نَفْسًا فَكُلُوهُ هَنِيئًا مَرِيئًا وَقَالَ فِي الْعَسَلِ فِيهِ شِفَاءٌ لِلنَّاسِ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن على بن ابى طالب(

Sizden birisi şifâ arzuladığı zaman Allah’ın kitabından bir âyeti bir sayfaya yazsın, o sayfayı yağmur suyu ile yıkasın, karısından onun gönül hoşnutluğu ile bir dirhem alsın, bu dirhem ile bal satın alıp o suyla birlikte o balı içsin. Muhakkak o, şifâdır. Gerçekten bunun şifâ olması birçok yöndendir. Allah’u Teâlâ Sûre-i İsrâ, Âyet 82’de: ″Biz Kur’ân’ı, Mü’minlere şifâ ve rahmet olarak indirdik.″ Sûre-i Kâf, Âyet 9’da: ″Semâdan, mübârek (faydaları çok olan) bir su indirdik…″ Sûre-i Nisâ, Âyet 4’te: ″Kadınlara mehirlerini gönül hoşluğuyla verin. Eğer onlar kendi istekleriyle mehirlerinden size bir şey bağışlarlarsa, onu da gönül rahatlığıyla yiyin″ diye buyurmuştur. Bal hakkında ise, Sûre-i Nahl, Âyet 69’da: ″… Onların karınlarından, içinde insanlar için şifâ bulunan, çeşitli renklerde bal çıkar…″ diye geçmektedir.[2]


[1] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1922; Sünen-i Tirmizî, Tabâret 29.

[2] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 4, s. 584.


﴿ وَاللّٰهُ خَلَقَكُمْ ثُمَّ يَتَوَفّٰيكُمْ وَمِنْكُمْ مَنْ يُرَدُّ اِلٰٓى اَرْذَلِ الْعُمُرِ لِكَيْ لَا يَعْلَمَ بَعْدَ عِلْمٍ شَيْـًٔاۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ قَد۪يرٌ۟ ﴿٧٠﴾

70. Ey insanlar! Allah’u Teâlâ sizi yoktan var etti. Sonra eceliniz geldiği zaman sizi öldürür. Sizden bâzınızı da uzun ömürle, bildiğiniz şeyleri unutup bilmez hâle getirir. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, her şeyi bilir ve her şeye kâdirdir.

İzah: Allah’u Teâlâ bu âyette, biz kulları hakkında dilediği şekilde nasıl tasarrufta bulunduğunu haber vermektedir. Kulların bâzılarını erken yaşta öldürür, bâzılarına da yaşlanıp ne yaptığını bilemeyecek dereceye gelinceye kadar ömür verir. Bunların hepsi Allah’u Teâlâ’nın takdiridir.

Yaşlılığın getirdiği acizlikten Allah’a sığınmaya dair Sa’d b. Ebî Vakkas Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

تَعَوَّذُوا بِكَلِمَاتٍ كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَتَعَوَّذُ بِهِنَّ اللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْجُبْنِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنَ الْبُخْلِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ أَنْ أُرَدَّ إِلَى أَرْذَلِ الْعُمُرِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ فِتْنَةِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ الْقَبْرِ (خ عن سعيد عن ابيه(

Şu kelime­lerle Allah’u Teâlâ’ya sığınınız ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de bu duâ kelimeleriyle Allah’a sı­ğınırdı: ″Allah’ım! Cimrilikten sana sığınırım. Korkaklıktan sana sığınırım. Ömrün ilerlediği âcizlik devresinden sana sığınırım. Dünyânın fitnesinden sana sığınırım. Kabir azâbından sana sığınırım.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Daavât 44.


﴿ وَاللّٰهُ فَضَّلَ بَعْضَكُمْ عَلٰى بَعْضٍ فِي الرِّزْقِۚ فَمَا الَّذ۪ينَ فُضِّلُوا بِرَٓادّ۪ي رِزْقِهِمْ عَلٰى مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُمْ فَهُمْ ف۪يهِ سَوَٓاءٌۜ اَفَبِنِعْمَةِ اللّٰهِ يَجْحَدُونَ ﴿٧١﴾

71. Allah’u Teâlâ, rızık yönünden bâzınızı bâzınızdan üstün kıldı. Rızkı geniş olanlar, ellerinin altındakilere rızıklarını vererek onlarla eşit olmak istemezler. O halde Allah’ın nîmetlerine karşı nasıl nankörlük edersiniz?

İzah: Âyette geçtiği üzere, işte böyle köle ve hizmetçilerini kendi mallarına ortak etmek istemeyen müşrikler, Allah’u Teâlâ’ya nasıl, kudreti altındaki şeyleri ortak ederek nankörlük ederler? demektir.


﴿ وَاللّٰهُ جَعَلَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا وَجَعَلَ لَكُمْ مِنْ اَزْوَاجِكُمْ بَن۪ينَ وَحَفَدَةً وَرَزَقَكُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِۜ اَفَبِالْبَاطِلِ يُؤْمِنُونَ وَبِنِعْمَتِ اللّٰهِ هُمْ يَكْفُرُونَۙ ﴿٧٢﴾ وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَمْلِكُ لَهُمْ رِزْقًا مِنَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ شَيْـًٔا وَلَا يَسْتَط۪يعُونَۚ ﴿٧٣﴾

72-73. Allah’u Teâlâ, size kendi türünüzden zevceler var etti. Zevcelerinizden de oğullar ve torunlar verdi. Sizi temiz şeyler ile rızıklandırdı. Buna rağmen onlar (faydası olmayan putlara tapmak ve helâli haram etmek gibi) bâtıla îman edip, Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?* Ve Allah’ı bırakıp da, (kendilerini rızıklandırması için) göklerden ve yerden hiçbir şeye sahip olmayan ve hiçbir şeye muktedir olmayan şeylere mi tapıyorlar?

İzah: Bu âyetler ile ilgili olarak Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

قَالَ فَيَلْقَى الْعَبْدَ فَيَقُولُ أَيْ فُلْ أَلَمْ أُكْرِمْكَ وَأُسَوِّدْكَ وَأُزَوِّجْكَ وَأُسَخِّرْ لَكَ الْخَيْلَ وَالْإِبِلَ وَأَذَرْكَ تَرْأَسُ وَتَرْبَعُ فَيَقُولُ بَلَى قَالَ فَيَقُولُ أَفَظَنَنْتَ أَنَّكَ مُلَاقِيَّ فَيَقُولُ لَا فَيَقُولُ فَإِنِّي أَنْسَاكَ كَمَا نَسِيتَنِي (م عن ابى هريرة(

… Allah’u Teâlâ, mahşer günü kullarından birini karşısına alıp ona:Ey filan! Sana ikramda bulunmadım mı? Sana zevce yaratmadım mı? Ben seni başkalarına efendi yapmadım mı? Atları ve develeri senin hizmetine vermedim mi? Seni reis olmaya ve rahat içinde yaşamaya bırakmadım mı?″ diye soracak. O da: ″Evet″ diyecek. Allah’u Teâlâ da: ″Bana kavuşacağını zannettin mi?″ diye soracak. Kul da: ″Hayır″ deyince, Allah’u Teâlâ: ″Sen Beni nasıl unutmuşsan, bugün de Ben seni unuturum″ diye buyuracak.[1]


[1] Sahih-i Müslim, Zühd 1 (16).


﴿ فَلَا تَضْرِبُوا لِلّٰهِ الْاَمْثَالَۜ اِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ ﴿٧٤﴾

74. Ey insanlar! Allah’a ortaklar koşmayın. Çünkü Allah’u Teâlâ, her şeyi bilir. Siz ise bilmezsiniz.


﴿ ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا عَبْدًا مَمْلُوكًا لَا يَقْدِرُ عَلٰى شَيْءٍ وَمَنْ رَزَقْنَاهُ مِنَّا رِزْقًا حَسَنًا فَهُوَ يُنْفِقُ مِنْهُ سِرًّا وَجَهْرًاۜ هَلْ يَسْتَوُ۫نَۜ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٧٥﴾

75. Allah’u Teâlâ, hiçbir şeye muktedir olmayan ve el altında bulunan bir köle ile, Allah tarafından kendisine güzel rızık verilen ve o rızıktan gizli aşikâr sarf eden bir kişiyi misal verdi. Hiç bunlar eşit olur mu? Hamd, Allah’a mahsustur. Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler.

İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, kendisine itaat etmeyen, hiçbir hayır yapmayan ve Allah yolunda hiçbir şey harcamayan kâfiri, emir altında bulunan ve hiçbir şeye sahip olmayan bir köleye benzetmektedir. Allah’u Teâlâ, kendisine itaat eden, Allah yolunda malını harcayan Mü’mini ise, serbestçe tasarrufta bulunan hür bir kimseye benzetmektedir.


﴿ وَضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا رَجُلَيْنِ اَحَدُهُمَٓا اَبْكَمُ لَا يَقْدِرُ عَلٰى شَيْءٍ وَهُوَ كَلٌّ عَلٰى مَوْلٰيهُۙ اَيْنَمَا يُوَجِّهْهُ لَا يَأْتِ بِخَيْرٍۜ هَلْ يَسْتَو۪ي هُوَۙ وَمَنْ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِۙ وَهُوَ عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟ ﴿٧٦﴾

76. Allah’u Teâlâ, iki kimseyi de misal verdi. Onlardan biri, dilsiz hiçbir şeye muktedir değil, efendisinin üzerine yüktür; efendisi onu nereye yollasa hiçbir iş göremeden gelir. Bu kimse, adâletle emreden ve kendisi doğru bir yol üzerinde bulunan kimseye hiç eşit olabilir mi?

İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, kâfir olan bir kimseyi, dilsiz, hiçbir şeye gücü yetmeyen, efendisine yük olan ve nereye gönderilirse hiçbir iş yapamayan bir köleye benzetmiştir. Mü’min ise adâletle emreden, dosdoğru bir yolda bulunan bir kimseye benzetilmiş ve bunların, birbirleriyle eşit olamayacağını beyan etmiştir.

Allah’u Teâlâ, Kur’ân’da insanların daha iyi anlayabilmeleri için işte böyle misaller vermiştir.


﴿ وَلِلّٰهِ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٧٧﴾

77. Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah’a mahsustur. Kıyâmetin kopması, göz açıp kapama gibidir veya ondan daha yakındır. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, her şeye kâdirdir.

İzah: Kıyâmetin yakın olduğuna dair Sehl İbn-i Sa’d Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بُعِثْتُ أَنَا وَالسَّاعَةَ كَهَذِهِ مِنْ هَذِهِ أَوْ كَهَاتَيْنِ وَقَرَنَ بَيْنَ السَّبَّابَةِ وَالْوُسْطَى (خ م عن سهل بن سعد(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, şehâdet parmağı ile orta parmağını yan yana getirip göstererek: ″Ben ve kıyâmet, şöyle yakın olduğu halde gönderildim!″ buyurdu.[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Rikâk 39, Talak 25; Sahih-i Müslim, Fiten 27 (132).


﴿ وَاللّٰهُ اَخْرَجَكُمْ مِنْ بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ لَا تَعْلَمُونَ شَيْـًٔاۙ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْـِٔدَةَۙ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ ﴿٧٨﴾

78. Allah’u Teâlâ sizi, annelerinizin karnından hiçbir şey bilmediğiniz bir halde çıkardı. Şükretmeniz için size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.


﴿ اَلَمْ يَرَوْا اِلَى الطَّيْرِ مُسَخَّرَاتٍ ف۪ي جَوِّ السَّمَٓاءِۜ مَا يُمْسِكُهُنَّ اِلَّا اللّٰهُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٧٩﴾

79. Gök boşluğunda kendilerine uçma imkânı verilmiş kuşları görmüyorlar mı? Onları orada Allah’tan başka kim tutuyor? Şüphesiz bunda, îman eden bir topluluk için elbette deliller vardır.

İzah: Havanın kaldırma gücü Allah’u Teâlâ’nın kudretindendir. Havasız bir yerde kuş uçamaz. İşte bu Âyet-i Kerîme’de havanın kaldırma gücünden bahsedilmektedir. Bu da Kur’ân-ı Kerîm’deki mûcizelerden biridir.


﴿ وَاللّٰهُ جَعَلَ لَكُمْ مِنْ بُيُوتِكُمْ سَكَنًا وَجَعَلَ لَكُمْ مِنْ جُلُودِ الْاَنْعَامِ بُيُوتًا تَسْتَخِفُّونَهَا يَوْمَ ظَعْنِكُمْ وَيَوْمَ اِقَامَتِكُمْۙ وَمِنْ اَصْوَافِهَا وَاَوْبَارِهَا وَاَشْعَارِهَٓا اَثَاثًا وَمَتَاعًا اِلٰى ح۪ينٍ ﴿٨٠﴾

80. Allah’u Teâlâ size, evlerinizden bâzısını mesken kıldığı gibi en’am’ın (koyun, keçi, sığır ve devenin) derilerinden, göçtüğünüz ve konakladığınız vakit, hafif bulduğunuz evler ve onların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından belirli bir zamana kadar kullanılan eşya ve ticaret malı ihsan buyurdu.


﴿ وَاللّٰهُ جَعَلَ لَكُمْ مِمَّا خَلَقَ ظِلَالًا وَجَعَلَ لَكُمْ مِنَ الْجِبَالِ اَكْنَانًا وَجَعَلَ لَكُمْ سَرَاب۪يلَ تَق۪يكُمُ الْحَرَّ وَسَرَاب۪يلَ تَق۪يكُمْ بَأْسَكُمْۜ كَذٰلِكَ يُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تُسْلِمُونَ ﴿٨١﴾

81. Allah’u Teâlâ, yarattığı şeylerden sizin için gölgeler yaptı ve sizin için dağlarda mağaralar yaptı ve sizin için sizi soğuk ve sıcaktan koruyan elbiseler ve harp esnasında muhafaza eden zırhlar yaptı. Îman etmeniz ve emrine boyun eğmeniz için işte size böyle nîmetlerini tamamlar.


﴿ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ ﴿٨٢﴾

82. Ey Resûlüm! Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, artık sana düşen apaçık bir tebliğden ibarettir.


﴿ يَعْرِفُونَ نِعْمَتَ اللّٰهِ ثُمَّ يُنْكِرُونَهَا وَاَكْثَرُهُمُ الْكَافِرُونَ۟ ﴿٨٣﴾

83. Müşrikler, Allah’ın nîmetini bilirler, sonra da inkâr ederler ve onların çoğu nankördürler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair Mücâhid Hazretlerinden, şu hâdise nakledilmiştir:

أَنَّ أَعْرَابِيًّا أَتَى النَّبِيّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَسَأَلَهُ فَقَرَأَ عَلَيْهِ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ "وَاللّٰه جَعَلَ لَكُمْ مِنْ بُيُوتكُمْ سَكَنًا" فَقَالَ الْأَعْرَابِيّ نَعَمْ قَالَ وَجَعَلَ لَكُمْ مِنْ جُلُود الْأَنْعَام بُيُوتًا" الْآيَة. قَالَ الْأَعْرَابِيّ نَعَمْ ثُمَّ قَرَأَ عَلَيْهِ كُلّ ذَلِكَ يَقُول الْأَعْرَابِيّ نَعَمْ حَتَّى بَلَغَ "كَذَلِكَ يُتِمّ نِعْمَته عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تُسْلِمُونَ" فَوَلَّى الْأَعْرَابِيّ فَأَنْزَلَ اللّٰه "يَعْرِفُونَ نِعْمَة اللّٰه ثُمَّ يُنْكِرُونَهَا" الْآيَة (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن مجاهد(

Bir bedevî, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve ona bâzı sorular sordu. Resûlü Ekrem de ona, Sûre-i Nahl, Âyet 80’deki: ″Allah’u Teâlâ size, evlerinizden bâzısını mesken kıldı…″ buyruğunu okudu. Bedevî, ″Evet″ dedi. Nebi Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″En’am’ın (koyun, keçi, sığır ve devenin) derilerinden, göçtüğünüz ve konakladığınız vakit, hafif bulduğunuz evler… ihsan buyurdu″ kısmını okudu. Bedevî yine, ″Evet″ dedi. Sonra ona yine okudu. Bütün bunlarda bedevî, ″Evet″ diyordu. Nihâyet ″Îman etmeniz ve emrine boyun eğmeniz için işte size böyle nîmetlerini tamamlar″ kısmına gelince, bedevî arkasını dönüp gitti ve bunun üzerine Allah’u Teâlâ: ″Müşrikler, Allah’ın nîmetini bilirler, sonra da inkâr ederler ve onların çoğu nankördürler″ diye geçen Sûre-i Nahl, Âyet 83’ü indirdi.[1]


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 4, s. 592.


﴿ وَيَوْمَ نَبْعَثُ مِنْ كُلِّ اُمَّةٍ شَه۪يدًا ثُمَّ لَا يُؤْذَنُ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَلَا هُمْ يُسْتَعْتَبُونَ ﴿٨٤﴾

84. Mahşer gününde, her ümmetin Peygamberini bir şâhit olarak göndereceğiz. Sonra kâfirlere, ne özür beyan etme izni verilir, ne de onlardan Allah’ın rızasını kazanmaları istenir.


﴿ وَاِذَا رَاَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا الْعَذَابَ فَلَا يُخَفَّفُ عَنْهُمْ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ ﴿٨٥﴾

85. O zâlimler, Cehennem azâbını gördükleri vakit, artık o azap onlardan ne hafifler, ne de kendilerine mühlet verilir.


﴿ وَاِذَا رَاَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُوا شُرَكَٓاءَهُمْ قَالُوا رَبَّنَا هٰٓؤُ۬لَٓاءِ شُرَكَٓاؤُ۬نَا الَّذ۪ينَ كُنَّا نَدْعُوا مِنْ دُونِكَۚ فَاَلْقَوْا اِلَيْهِمُ الْقَوْلَ اِنَّكُمْ لَكَاذِبُونَۚ ﴿٨٦﴾ وَاَلْقَوْا اِلَى اللّٰهِ يَوْمَئِذٍۨ السَّلَمَ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ ﴿٨٧﴾

86-87. Müşrikler, (mahşer günü) Allah’a ortak koştukları şeyleri gördükleri vakit, ″Ey Rabbimiz! Seni bırakıp da ibâdet ettiğimiz şeyler işte bunlardır″ diyecekler. Allah’a ortak koştukları şeyler de bunlara, ″Hayır! Siz yalan söylüyorsunuz″ diyeceklerdir.* O zaman müşrikler, Allah’ın hükmüne boyun eğerler ve taptıkları şeyler kendilerinden uzaklaşıp gider.

İzah: Müşriklerin mahşerdeki durumu hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يَجْمَعُ اللّٰهُ النَّاسَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَيَقُولُ مَنْ كَانَ يَعْبُدُ شَيْئًا فَلْيَتْبَعْهُ فَيَتْبَعُ مَنْ كَانَ يَعْبُدُ الشَّمْسَ الشَّمْسَ وَيَتْبَعُ مَنْ كَانَ يَعْبُدُ الْقَمَرَ الْقَمَرَ وَيَتْبَعُ مَنْ كَانَ يَعْبُدُ الطَّوَاغِيتَ الطَّوَاغِيتَ (خ م عن ابى هربرة(

″Allah’u Teâlâ mahşer günü insanları toplar ve onlara der ki: ″Her kim neye ibâdet ediyorsa, haydi onun arkasından gitsin.″ Böylece güneşe tapmış olan güne­şin arkasından gidecek. Aya tapmış olan ayın arkasından gidecek, tâğutlara (şeytanlara) tapmış olan da tağutların arkasından gidecek...″[1]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يَجْمَعُ اللّٰهُ النَّاسَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِي صَعِيدٍ وَاحِدٍ ثُمَّ يَطَّلِعُ عَلَيْهِمْ رَبُّ الْعَالَمِينَ فَيَقُولُ أَلَا يَتْبَعُ كُلُّ إِنْسَانٍ مَا كَانُوا يَعْبُدُونَهُ فَيُمَثَّلُ لِصَاحِبِ الصَّلِيبِ صَلِيبُهُ وَلِصَاحِبِ التَّصَاوِيرِ تَصَاوِيرُهُ وَلِصَاحِبِ النَّارِ نَارُهُ فَيَتْبَعُونَ ... (ت عن ابى هريرة(

″Mahşer günü Allah’u Teâlâ insanları bir sahada toplayacak. Sonra âlemlerin Rabbi, onlara çıkarak buyurur ki: ″Dikkat! Her insan ibâdet ettiğine tâbi olsun!″ Bunun üzerine haça tapınmış olana tapındığı haçı temsil olunacak. Sûretlere tapınmış olana tapındığı sûretleri, ateşe tapınmış olana ateşi temsil oluna­cak ve böylece hepsi de dünyâda iken tapındıklarının arkasından gidecekler…″[2]

Firavun, kendi kavmini dünyâda iken bir takım vaadler ile hak yoldan çevirmiş ve bu durum kavminin de nefislerine hoş geldiği için Mûsâ Aleyhisselâm’a değil, Firavun’a tâbi olmuşlardır. Dünyâda iken Firavuna tâbi olanların âhirette onunla birlikte Cehenneme gidecekleri Sûre-i Hûd, Âyet 98’de şöyle haber verilmiştir:

″Firavun, mahşer gününde kavminin önüne düşecek ve onları ateşe götürecektir. Varacakları yer, ne kötü bir yerdir.″


[1] Sahih-i Buhârî, Ezan 129, Tevhid 24, Rikâk 52; Sahih-i Müslim, Îman 81 (299).

[2] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cennet 20.


﴿ اَلَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ زِدْنَاهُمْ عَذَابًا فَوْقَ الْعَذَابِ بِمَا كَانُوا يُفْسِدُونَ ﴿٨٨﴾

88. Kâfirlerin ve insanları Allah yolundan alıkoyanların, fesatları sebebiyle müstehak oldukları azâbı kat kat artırırız.


﴿ وَيَوْمَ نَبْعَثُ ف۪ي كُلِّ اُمَّةٍ شَه۪يدًا عَلَيْهِمْ مِنْ اَنْفُسِهِمْ وَجِئْنَا بِكَ شَه۪يدًا عَلٰى هٰٓؤُ۬لَٓاءِۜ وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرٰى لِلْمُسْلِم۪ينَ۟ ﴿٨٩﴾

89. Ey Resûlüm! Her ümmet içinden kendileri üzerine Peygamber-lerini bir şâhit olarak gönderdiğimiz ve seni de onların hepsinin üzerine şâhit getirdiğimiz günü zikret. Sana kitabı (Kur’ân’ı); her şeyi açıklayan, Müslümanlar için bir hidâyet, rahmet ve müjde olarak indirdik.

İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in mahşerde şâhitliğine dair Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

يَجِيءُ النَّبِيُّ وَمَعَهُ الرَّجُلَانِ وَيَجِيءُ النَّبِيُّ وَمَعَهُ الثَّلَاثَةُ وَأَكْثَرُ مِنْ ذَلِكَ وَأَقَلُّ فَيُقَالُ لَهُ هَلْ بَلَّغْتَ قَوْمَكَ فَيَقُولُ نَعَمْ فَيُدْعَى قَوْمُهُ فَيُقَالُ هَلْ بَلَّغَكُمْ فَيَقُولُونَ لَا فَيُقَالُ مَنْ يَشْهَدُ لَكَ فَيَقُولُ مُحَمَّدٌ وَأُمَّتُهُ فَتُدْعَى أُمَّةُ مُحَمَّدٍ فَيُقَالُ هَلْ بَلَّغَ هَذَا فَيَقُولُونَ نَعَمْ فَيَقُولُ وَمَا عِلْمُكُمْ بِذَلِكَ فَيَقُولُونَ أَخْبَرَنَا نَبِيُّنَا بِذَلِكَ أَنَّ الرُّسُلَ قَدْ بَلَّغُوا فَصَدَّقْنَاهُ قَالَ فَذَلِكُمْ قَوْلُهُ تَعَالَى {وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا} (ه عن ابى سعيد(

Mahşer günü, bir Peygamber beraberinde ümmeti olarak iki adam olduğu halde gelir. Bir başka Peygamber, beraberinde ümmeti olarak üç kişi bulunduğu halde gelir. Bundan fazla ve az ümmetle gelen Peygamberde olur. Sonra o gelen her Peygambere: ″Sen kendi kavmine dîni tebliğ ettin mi?″ diye sorulur. O da, ″Evet″ der. Sonra onun kavmi huzura çağrılarak, ″Peygamberiniz size dîni tebliğ etti mi?″ denilir. Onlar: ″Hayır″ derler. Bunun üzerine onların Peygamberlerine: ″Kavmine, senin dîni tebliğ ettiğine dair şâhidin kimdir?″ denilir. O da, ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem ve ümmeti″ der. Bunun üzerine Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmeti çağrılır ve onlara: ″Bu Peygamberler, kavmine dîni tebliğ etti mi?″ diye sorulur. Onlar da, ″Evet″ derler. Sonra Allah’u Teâlâ Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmetine: ″Bu Peygamberlerin, kendi kavmine dîni tebliğ ettiğine dair bilginiz nedir?″ der. Onlar da, ″Peygamberlerin, kendi kavimlerine dîni tebliğ ettiklerini bize Peygamberimiz haber verdi, biz de onu tasdik ettik″ derler. İşte bu açıklama Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Bakara, Âyet 143’te: ″Ey Mü’minler! Böylece, sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık ki, mahşerde insanlara şâhit olasınız ve Resûl de size şâhit olsun…″ diye geçen buyruğunun muhtevâsıdır.[1]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 34.


﴿ اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَا۪يتَٓائِ۬ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِۚ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ ﴿٩٠﴾

90. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, adâletli olmayı, ihsanı ve akrabaya yardım etmeyi emreder. Fuhşiyatı, kötülüğü ve zulmü de nehyeder. Düşünmeniz için size böyle öğüt verir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçen adâletli olmanın mükâfatı hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

ثَلَاثَةٌ لَايَرُدُّ اللّٰهُ دُعَائَهُمْ اَلذَّاكِرُونَ اللّٰهَ كَثِيرًا وَدَعْوَةُ الْمَظْلُومِ وَاْلاِمَامُ الْمُقْسِطُ (هب عن ابى هريرة)

″Allah‘u Teâlâ, üç kimsenin duâsını kabul eder. Allah’ı çok zikredenlerin. Zulme uğrayanların. Âdil hükümet reislerinin.″[1]

Bu âyette geçen ″İhsan″ ifadesi hakkında Hz. Ömer Radiyallâhu anhu’dan nakledilen meşhur Cibril hadisinde:

Cebrâil, insan sûretinde gelerek Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bâzı sorular sormuştur. Onlardan birinde şu soruyu sormuştur:

فَأَخْبِرْنِي عَنْ الْإِحْسَانِ قَالَ أَنْ تَعْبُدَ اللّٰهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ… (م د ن حم عن عمر بن الخطاب(

″Bana ihsandan haber ver?″ Resûlü Ekrem buyurdu ki: ″İhsan, Allah’ı görüyorsun gibi O’na ibâdet etmendir. Sen O’nu göremiyorsan da şüphesiz O seni görüyor.[2]

Yine bu Âyet-i Kerîme’de, ″Sıla-i rahim″ diye tabir edilen akrabalık bağının önemine de vurgu yapılmaktadır. Bu hususta da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَسْرَعُ الْخَيْرِ ثَوَابًا الْبِرُّ وَصِلَةُ الرَّحِمِ وَأَسْرَعُ الشَّرِّ عُقُوبَةً الْبَغْيُ وَقَطِيعَةُ الرَّحِمِ (ه عن عائشة(

″Sevabı en hızlı verilen hayır, iyilik etmek ve sıla-i rahim’i (akrabalık bağını) gözetmektir. Cezâsı en hızlı verilen şer de, zulüm etmek ve akrabalık bağını koparmaktır.″[3]

Ayrıca bu âyeti imam, Cuma Namazı’nda, hutbesini tamamladığında minberden inmeden önce okur.


[1] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 611, 7107; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 265/5.

[2] Sahih-i Müslim, Îman 1; Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 17; Sünen-i Nesâî, Îman 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 346. Bu hâdise, Sahih-i Buhârî’de benzer lafızlarla Ebû Hüreyre Hazretlerinden de nakledilmiştir. (Sahih-i Buhâri Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 47)

[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 23.


﴿ وَاَوْفُوا بِعَهْدِ اللّٰهِ اِذَا عَاهَدْتُمْ وَلَا تَنْقُضُوا الْاَيْمَانَ بَعْدَ تَوْك۪يدِهَا وَقَدْ جَعَلْتُمُ اللّٰهَ عَلَيْكُمْ كَف۪يلًاۜ اِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا تَفْعَلُونَ ﴿٩١﴾

91. Ahidleştiğiniz zaman, Allah adına verdiğiniz ahdi yerine getirin. Ahdinizi kuvvetlendirmek için Allah’ı şâhit göstererek ettiğiniz yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızı bilir.

İzah: Taraflar arasında yapılan antlaşma hakkında Süleym b. Âmir Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise nakledilmiştir:

Hz. Muâviye ile Rumlar arasında antlaşma vardı. Hz. Muâviye, antlaşmanın müddeti dolmak üzere iken Rumlara karşı hücuma geçmek için onların ülkesine doğru yürüdü. Derken: ″Allah’u Ekber! Antlaşmaya ihânet değil vefâ gerekir″ diyerek at üzerinde veya bir hayvan üzerinde bir adam çıkageldi. Baktılar ki, bu adam Amr b. Abese. Bunun üzerine Hz. Muâviye ona birini gönderdi ve huzuruna çağırttı. Ona bu meseleyi sordu. O da dedi ki: Ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim:

مَنْ كَانَ بَيْنَهُ وَبَيْنَ قَوْمٍ عَهْدٌ فَلَا يَشُدُّ عُقْدَةً وَلَا يَحُلُّهَا حَتَّى يَنْقَضِيَ أَمَدُهَا أَوْ يَنْبِذَ إِلَيْهِمْ عَلَى سَوَاءٍ فَرَجَعَ مُعَاوِيَةُ (د ت حم عن سليم بن عامر(

″Bir topluluk ile antlaşması olan kişi, o antlaşmanın müddeti bitmeden veya karşılıklı olarak antlaşmayı vaktinden önce bozduklarını birbirlerine bildirmeden, tek taraflı bunu bozmasın veya tek taraflı bu antlaşmayı yenilemeye kalkışmasın.″ Bunun üzerine Hz. Muâviye seferden geri döndü.[1]


[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Cihat 152; Sünen-i Tirmizî, Siyer 26.


﴿ وَلَا تَكُونُوا كَالَّت۪ي نَقَضَتْ غَزْلَهَا مِنْ بَعْدِ قُوَّةٍ اَنْكَاثًاۜ تَتَّخِذُونَ اَيْمَانَكُمْ دَخَلًا بَيْنَكُمْ اَنْ تَكُونَ اُمَّةٌ هِيَ اَرْبٰى مِنْ اُمَّةٍۜ اِنَّمَا يَبْلُوكُمُ اللّٰهُ بِه۪ۜ وَلَيُبَيِّنَنَّ لَكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ مَا كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ ﴿٩٢﴾

92. Büyük ve kuvvetli bir cemaat, zayıf olan diğer bir cemaatle ahidleşirken, yeminlerinizi aranızda hile vâsıtası edinerek, ipliğini güzelce eğirip büktükten sonra, tekrar sökerek bozan kadın gibi olmayın. Allah’u Teâlâ, bu muâmele ile sizi imtihan eder ve mahşer günü de hakkında ihtilaf ettiğiniz şeyleri (hangisinin hak ve hangisinin bâtıl olduğunu) elbette size beyan edecektir.

İzah: Müfessirlerin beyanına göre, bu âyette misâl olarak anlatılan kadın, Reyta bint-i Sa’ddır. Bu kadın, sabahtan öğleye kadar çalışarak yünden, kıldan eğirip büker, urgan yaparmış. Öğleden sonra ise, kendinde olan bir vesveseyle, bu eğirip büktüğü urganı söker, darmadağın eder ve beyhude yere çalışmış bulunurdu. İşte bu faydalı şeylerin kadrini bilmeyip onları bozanlar hakkında bir misâldir.


﴿ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰكِنْ يُضِلُّ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ وَلَتُسْـَٔلُنَّ عَمَّا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٩٣﴾

93. Allah’u Teâlâ dileseydi, hepinizi (hak din üzere) tek bir ümmet yapardı. Lâkin dilediğini dalâlette bırakır ve dilediğine hidâyet eder. Siz ise yaptıklarınızdan elbette hesaba çekileceksiniz!

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Lâkin dilediğini dalâlette bırakır ve dilediğine hidâyet eder″ diye buyrulması; kulların kalbindeki niyetine göre yaptığı kötü veya iyi ameller sebebiyle Allah’u Teâlâ’nın, onları dalâlette bırakması veya hidâyete erdirmesidir. Âyet-i Kerîme’nin devamında: ″Siz ise yaptıklarınızdan elbette hesaba çekileceksiniz″ buyrulması, bu irâdenin tamamen insanın kendi elinde olmasıdır.


﴿ وَلَا تَتَّخِذُٓوا اَيْمَانَكُمْ دَخَلًا بَيْنَكُمْ فَتَزِلَّ قَدَمٌ بَعْدَ ثُبُوتِهَا وَتَذُوقُوا السُّٓوءَ بِمَا صَدَدْتُمْ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۚ وَلَكُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ ﴿٩٤﴾ وَلَا تَشْتَرُوا بِعَهْدِ اللّٰهِ ثَمَنًا قَل۪يلًاۜ اِنَّمَا عِنْدَ اللّٰهِ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ ﴿٩٥﴾ مَا عِنْدَكُمْ يَنْفَدُ وَمَا عِنْدَ اللّٰهِ بَاقٍۜ وَلَنَجْزِيَنَّ الَّذ۪ينَ صَبَرُٓوا اَجْرَهُمْ بِاَحْسَنِ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٩٦﴾

94-96. Ey Mü’minler! Yeminlerinizi aranızda hile ve fesat sebebi yapmayın. Aksi halde, istikâmette sâbit olan ayaklarınız kayar ve Allah yolundan dönmeniz sebebiyle azâbı tadarsınız. Ve (âhirette) sizin için büyük bir azap olur.* Allah adına verdiğiniz ahdi, değersiz menfaatler ile değiştirmeyin. Eğer bilirseniz, Allah katındaki sizin için daha hayırlıdır.* Sizin yanınızdakiler son bulur, Allah’ın katındakiler ise bâkidir. Ve elbette (ahde vefâ için) sabredenleri, amellerinin daha güzeliyle mükâfatlandırırız.


﴿ مَنْ عَمِلَ صَالِحًا مِنْ ذَكَرٍ اَوْ اُنْثٰى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَنُحْيِيَنَّهُ حَيٰوةً طَيِّبَةًۚ وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ اَجْرَهُمْ بِاَحْسَنِ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٩٧﴾

97. Erkek ve kadından her kim, Mü’min olarak sâlih amelde bulunursa, elbette ona dünyâda yeniden temiz bir hayat veririz ve âhirette de onu, amellerinin daha güzeliyle mükâfatlandırırız.

İzah: Yeniden temiz bir hayata sahip olan kişilerin mükâfatına dair geniş bilgi için Sûre-i Yûnus, Âyet 62-64 ve izahına bakınız.


﴿ فَاِذَا قَرَأْتَ الْقُرْاٰنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ ﴿٩٨﴾

98. Ey Resûlüm! Kur’ân okumak istediğin vakit, Allah’ın dergâhından kovulmuş olan şeytandan Allah’a sığın.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Kur’ân-ı Kerîm okuyacağımız zaman, ″Eûzubillâhimineşşeytânirracîm″ dememiz gerektiğine dairdir.

Âyet-i Kerîme’nin metninde geçen ″İstiâze″ kelimesi, sözlükte; sığınmak, dînî bir terim olarak da; kötülüklerden, Allah’ın dergâhından kovulmuş olan şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak anlamına gelmektedir.

Bir Müslüman, Kur’ân okuyacağı zaman, ″Eûzubillâhimineş-şeytânirracîm,″ ″Esteîzu billâhi’s-semîi’l-alîmi mine’ş-şeytâni’r-racîm″, ″Eûzu billâhi’s-semîi’l-alîmi mine’ş-şeytâni’r-racîm″ cümleleriyle Allah’a sığınır ve akabinde de ″Bismillâhirrahmânirrahîm″ diyerek okumaya başlar.

Kur’ân okumaya başlanırken ″Eûzu-Besmele″ çekerek başlamamız gerektiği, İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şöyle nakledilmiştir:

أَوَّلُ مَا نَزَلَ جِبْرِيلُ عَلَى مُحَمَّدٍ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْه وَسَلَّمَ قَالَ يَا مُحَمَّدُ اسْتَعِذْ قُلْ أَسْتَعِيذُ بِالسَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ ثُمَّ قَالَ قُلْ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ ثُمَّ قَالَ اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابن عباس(

Cebrâil’in Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e in­dirdiği ilk söz: ″Yâ Muhammed! Allah’ın dergâhından kovulmuş şeytandan her şeyi bilen ve işiten Allah’a sığınırım″ de sözüdür. Sonra: ″Yâ Muhammed! Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla sözüdür″ dedi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ der ki: Cebrâil Aleyhisselâm buyurdu ki: ″Ey Resûlüm! Yaratan Rabbinin ismiyle (sana vahyolunanı) oku!(Sûre-i Alak, Âyet 1).[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

مَنْ قَالَ حِينَ يُصْبِحُ ثَلَاثَ مَرَّاتٍ أَعُوذُ بِاللّٰهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ وَقَرَأَ ثَلَاثَ آيَاتٍ مِنْ آخِرِ سُورَةِ الْحَشْرِ وَكَّلَ اللّٰهُ بِهِ سَبْعِينَ أَلْفَ مَلَكٍ يُصَلُّونَ عَلَيْهِ حَتَّى يُمْسِيَ وَإِنْ مَاتَ فِي ذَلِكَ الْيَوْمِ مَاتَ شَهِيدًا وَمَنْ قَالَهَا حِينَ يُمْسِي كَانَ بِتِلْكَ الْمَنْزِلَةِ (ت عن معقل بن يسار(

″Her kim sabahı ettiğinde üç defa ″Eûzu billâhi’s-semîi’l-alîmi mine’ş-şeytâni’r-racîm″ deyip Haşr Sûresi’nin son üç âyetini okuyacak olursa, Allah’u Teâlâ ona, akşamı edinceye kadar duâ edecek yetmiş bin melek gönderir. Şâyet o gün ölürse şehit olarak ölür. Her kim bunu akşamleyin (akşam namazından sonra) oku­yacak olursa, onun için de aynı şey söz konusudur.″[2]

Hanefi Mezhebi’ne göre, namazların evvelinde Subhâneke’yi okuduktan sonra, Fâtiha’dan önce gizlice ″Eûzu-Besmele″ okumak sünnettir.

″Eûzu″ ile, Allah’a sığınmanın faziletine dair de Muaz b. Cebel Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Birbiri ile kavgalı olan iki kişi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna geldiler. Anlaşmazlıkları orada da devam etti. O kadar ileri gittiler ki, sonunda birbirlerine hakaret etmeye başladılar. Hattâ onlardan biri çok şiddetli öfkelendi. Olaya şâhit olan Muaz Radiyallâhu anhu der ki: ″Adamın öfkesinden, neredeyse burnunun patlayacağını zannettim.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Muaz’a dedi ki:

إِنِّي لَأَعْلَمُ كَلِمَةً لَوْ قَالَهَا لَذَهَبَ عَنْهُ مَا يَجِدُهُ مِنَ الْغَضَبِ فَقَالَ مَا هِيَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ يَقُولُ اللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ (د عن معاذ بن جبل(

″Ben bir kelime biliyorum, o bunu söyleyecek olsa, öfkesi gidecektir.″ Muaz: ″Yâ Resûlallah! O kelime nedir?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″Allah’ım! Dergâhından kovulmuş şeytanın şerrinden Sana sığınırım″ demendir.[3]

Ayrıca bir Müslüman, Allah’a sığınmak istediğinde; ″Maazallah″ (Allah’a sığınırım), ″Neûzü billah″ (Allah’a sığınırız) ifadeleriyle de Allah’a sığınabilir.


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 1, s. 113.

[2] Sünen-i Tirmizî, Fedâil’ul-Kur’ân 15.

[3] Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 4.


﴿ اِنَّهُ لَيْسَ لَهُ سُلْطَانٌ عَلَى الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ ﴿٩٩﴾ اِنَّمَا سُلْطَانُهُ عَلَى الَّذ۪ينَ يَتَوَلَّوْنَهُ وَالَّذ۪ينَ هُمْ بِه۪ مُشْرِكُونَ۟ ﴿١٠٠﴾

99-100. Muhakkak ki, îman edip Rablerine tevekkül edenlere, şeytanın bir hâkimiyeti yoktur.* Onun hâkimiyeti, sâdece onu dost edinenlere ve Allah’a ortak koşanlaradır.

İzah: Âyet-i Kerîme’de, tam olarak Allah’a tevekkül edenlerin, şeytanın her türlü verdiği vesvese ve azdırmasından emin olacakları beyan edilmiştir.

Bu husus Sûre-i Hicr, Âyet 39-40’ta da şöyle geçmektedir:

İblis dedi ki: ″Yâ Rabbi! Beni rahmetinden kovmana karşılık, yemin olsun ki, ben de insanlara yeryüzünde mâsiyetleri süslü göstereceğim ve onların hepsini azdıracağım.* Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesnâ.″


﴿ وَاِذَا بَدَّلْنَٓا اٰيَةً مَكَانَ اٰيَةٍۙ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا يُنَزِّلُ قَالُٓوا اِنَّمَٓا اَنْتَ مُفْتَرٍۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿١٠١﴾

101. Biz, bir âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman ki, Allah’u Teâlâ, ne indirdiğini çok iyi bilir. Kâfirler (Muhammed Aleyhisselâm’a): ″Sen ancak iftiracısın (kendin uydurup, Allah’a atfediyorsun)″ dediler. Hayır! Onların çoğu bunu bilmezler.

İzah: Yahudilerin: ″Muhammed’i görmüyor musunuz? Ashâbına bir şeyi emrediyor, sonra dönüp onu yasaklıyor. Dolayısıyla söyledikleri şeyler hep kendisindendir; Allah katından değildir″ demeleri nedeniyle Sûre-i Nahl, Âyet 101 ve Sûre-i Bakara, Âyet 106 nâzil olmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’de nâsih ve mensûh âyetler vardır. Daha sonra gelip de önceki âyetin hükmünü kaldıran âyete ″Nâsih″ denir. Hükmü kaldırılan âyete de ″Mensûh″ denir.

Aynı şekilde Hadis-i Şerif’lerde de nâsih ve mensûh olanlar vardır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِنَّ اَحَادِيثِى تَنْسَخُ بَعْضُهَا بَعْضًا كَنَسْخِ الْقُرْآنِ (الديلمى قط عن ابن عمر)

″Kur’ân’ın âyetlerinde nâsih ve mensûh olduğu gibi, benim hadislerimde de nâsih ve mensûh hadisler vardır.[1]

Bu konu hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 106 ve izahına bakınız.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 111/9; Sünen-i Dârukutnî, Hadis No: 4323.


﴿ قُلْ نَزَّلَهُ رُوحُ الْقُدُسِ مِنْ رَبِّكَ بِالْحَقِّ لِيُثَبِّتَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَهُدًى وَبُشْرٰى لِلْمُسْلِم۪ينَ ﴿١٠٢﴾

102. Ey Resûlüm! De ki: ″Kur’ân’ı, Rûh’ul-Kudüs (Cebrâil), îman edenlerin îmanını pekiştirmek ve Müslümanlara bir hidâyet ve müjde olmak üzere Rabbinin katından hak olarak indirdi.″


﴿ وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّهُمْ يَقُولُونَ اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌۜ لِسَانُ الَّذ۪ي يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِيٌّ وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُب۪ينٌ ﴿١٠٣﴾

103. Biz muhakkak biliriz ki, onlar: ″Kur’ân’ı, ona bir insan öğretiyor″ derler. Halbuki onların kastettikleri kimsenin lisânı Arapça değildir. Bu Kur’ân ise, apaçık Arapçadır.

İzah: Rivâyete göre; Kureyşin kâfirleri, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den, ümmî olup hiçbir kitap okumamış olduğu halde, geçmiş ve gelecek olaylara dair haberleri işittikle­ri zaman, ″Ona, bunları muhakkak Cebr öğretmektedir″ demişlerdi. Cebr ise, Arap olmayan bir kimse idi. Bu kimse Hadramoğulları’nın kölesi olup kendisi Hristiyan iken daha sonra Müslüman olmuştu. Cebr, kendi dilinde önceki kitapları okuyan bir kimse idi. Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme ile onlara cevap vermiş ve ″Kastettikleri o kimsenin dili Arapça değildir. Bu Kur’ân ise fasîh ve beliğ bir Arapçadır. Arap olmayan bu kimse, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e nasıl öğretebilir?″ diye buyurmuştur.

Aslında Kur’ân’ın belâgati ve fesâhati karşısında âciz kalan kâfirler ona, bâzen sihir, bâzen şiir demişler, bâzen de burada zikredildiği gibi ″bu Kur’ân, başkaları tarafından ona öğretiliyor″ demişlerdir. Bu, onların, Kur’ân-ı Kerîm karşısındaki acziyetlerini göstermektedir.


﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۙ لَا يَهْد۪يهِمُ اللّٰهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿١٠٤﴾ اِنَّمَا يَفْتَرِي الْكَذِبَ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَاذِبُونَ ﴿١٠٥﴾

104-105. Şüphesiz ki, Allah’ın âyetlerine îman etmeyenlere, Allah’u Teâlâ hidâyet etmez. Onlar için elim bir azap vardır.* Yalanı, ancak Allah’ın âyetlerine imân etmeyenler uydurur. İşte o kâfirler, yalancıların ta kendileridir.


﴿ مَنْ كَفَرَ بِاللّٰهِ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِه۪ٓ اِلَّا مَنْ اُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْا۪يمَانِ وَلٰكِنْ مَنْ شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْرًا فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِنَ اللّٰهِۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ ﴿١٠٦﴾ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمُ اسْتَحَبُّوا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِۙ وَاَنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ ﴿١٠٧﴾ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ طَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ ﴿١٠٨﴾ لَا جَرَمَ اَنَّهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ هُمُ الْخَاسِرُونَ ﴿١٠٩﴾

106-109. Kalpleri îman ile mutmain olduğu halde, inkâra zorlananlar müstesnâ, imânından sonra Allah’ı inkâr ederek göğsünü küfre açanlar, Allah’ın gazabına uğrarlar. Ve onlar için büyük bir azap vardır.* Bu da, onların dünyâ hayatını âhirete tercih etmeleri sebebiyledir. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez.* İşte onlar Allah’u Teâlâ’nın; kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. İşte onlar, gâfillerin ta kendileridir.* Şüphesiz onlar, âhirette de hüsrâna uğrayanlardır.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere kalpleri îman ile mutmain olan kişi, Ammâr b. Yâsir Radiyallâhu anhu’dur. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle anlatmaktadır:

Müş­rikler, Ammâr’ı, babası Yâser, annesi Sümeyye’yi ve Suheyb’i, Bilâl’i, Habbab’ı ve Salim’i alıp onlara işkence etmeye başladılar. Sümeyye, iki deveye bağlandı ve ön tarafına bir harbe saplandı. Ona, sen erkekler sebebiyle İslâm’a girdin, de­nildi. Hem kendisi hem de kocası Yâsir öldürüldü. İslâm tarihinde ilk şehit edilen kişiler bunlardır. Ammâr ise, zor ve baskı altında diliy­le onların istediklerini söyledi: ″Ben, Muhammed’i sevmiyorum, onun dîninden döndüm″ dedi. Bu husus Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e arz edilince: ″Ammâr’ın damarının içindeki kanı, bizimle beraber. O bizden dönmez″ diye buyurdu. Oradakiler: ″Duyduk″ dediler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Korkusundan″ demiştir, buyurdu. Biraz sonra Ammâr geldi ve ″Yâ Resûlallah! Kardeşlerim beni öldüreceklerdi. Onları kandırmak için böyle söyledim″ dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Kalbini nasıl buluyorsun″ dedi. O da: ″Îman ile mutmain″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Yâ Ammâr! Sen onların yanına gittiğin zaman, beni sevmediğini kendilerini sevdiğini söyle, fırsat bulursan benim yanıma da gel″ buyurdu.[1]

Hz. Ammâr hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الْجَنَّةَ لَتَشْتَاقُ إِلَى ثَلَاثَةٍ عَلِيٍّ وَعَمَّارٍ وَسَلْمَانَ (ت عن انس(

″Şüphesiz ki Cennet, üç kişiye hasret duyar: Ali, Ammâr ve Selmân.″[2]

İstemediği halde zorla yaptırılan bir şey hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ تَجَاوَزَ عَنْ أُمَّتِي الْخَطَأَ وَالنِّسْيَانَ وَمَا اسْتُكْرِهُوا عَلَيْهِ (ه عن ابى زر الغفارى(

″Allah’u Teâlâ ümmetimden hatâ, unutma ve istemediği halde zorla yaptırılan şeyin sorumluluğunu kaldırmıştır.″[3]


[1] Bakınız: Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3319.

[2] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 33.

[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Talak 16.


﴿ ثُمَّ اِنَّ رَبَّكَ لِلَّذ۪ينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُٓواۙ اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ۟ ﴿١١٠﴾

110. Sonra muhakkak ki, (din yolunda) eziyete uğradıktan sonra hicret edenleri, sonra da cihat edenleri ve sabredenleri Rabbin Teâlâ mükâfatlandıracaktır. Şüphesiz senin Rabbin, bundan sonra da elbette çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.


﴿ يَوْمَ تَأْت۪ي كُلُّ نَفْسٍ تُجَادِلُ عَنْ نَفْسِهَا وَتُوَفّٰى كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ ﴿١١١﴾

111. O gün ki, herkes kendi nefsini kurtarmak için mücâdelede bulunur, herkese amelinin karşılığı tam olarak verilir ve kimseye haksızlık edilmez.

İzah: Mahşerin dehşetinden dolayı herkes kendi nefsini kurtarmanın çabası içinde olur. Bu husus nakledilen Hadis-i Şerif’te şöyle geçmektedir:

Herkes, mahşer günü: ″Nefsim, nefsim″ diyecektir. Bu ise, o günün şiddet ve dehşetinden dolayıdır. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem ise müstesnâ. O, ümmeti hakkında dilekte bulunacaktır.[1]

Mahşer gününün dehşetiyle ilgili Sûre-i Abese, Âyet 33-37’de de şöyle buyrulmuştur:

O çok kuvvetli ses geldiği (tekrar dirilme için Sûr’a üflendiği) zaman,* insan o gün kardeşinden kaçar,* annesinden, babasından,* zevcesinden ve oğullarından kaçar.* O gün herkesin kendisine yetecek kadar derdi vardır.″


[1] Bakınız: Sahih-i Müslim, Îman 84 (326-327 Sahih-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 10.


﴿ وَضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا قَرْيَةً كَانَتْ اٰمِنَةً مُطْمَئِنَّةً يَأْت۪يهَا رِزْقُهَا رَغَدًا مِنْ كُلِّ مَكَانٍ فَكَفَرَتْ بِاَنْعُمِ اللّٰهِ فَاَذَاقَهَا اللّٰهُ لِبَاسَ الْجُوعِ وَالْخَوْفِ بِمَا كَانُوا يَصْنَعُونَ ﴿١١٢﴾ وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ رَسُولٌ مِنْهُمْ فَكَذَّبُوهُ فَاَخَذَهُمُ الْعَذَابُ وَهُمْ ظَالِمُونَ ﴿١١٣﴾

112-113. Allah’u Teâlâ bir beldeyi misal verdi. Bu belde, emin, huzurlu ve rızkı her taraftan bol bol gelen bir yerdi. Ne var ki bu beldenin halkı, Allah’ın nîmetlerine nankörlük ettiler. Bu yaptıklarının cezâsı olarak Allah’u Teâlâ onlara, açlık ve korku elbisesini giydirerek felâketi tattırdı.* Yemin olsun ki, o belde ahâlisine, kendilerinden bir Resûl geldi de onu yalanladılar. Onlar, zulüm ve küfürlerinde devam etmekte oldukları halde, kendilerini azap yakalayıverdi.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de bahsi geçenler, Mekkeli müşriklerdir. Zîrâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Kureyş müşrikleri­ne beddua ederek şöyle demişti:

اَللّٰهُمَّ اشْدُدْ وَطْأَتَكَ عَلَى مُضَرَ وَاجْعَلْهَا عَلَيْهِمْ سِنِينَ كَسِنِي يُوسُفَ (خ م عن ابى هريرة(

″Allah’ım! Mudar üzerindeki baskını daha da artır ve bu yılları onlar için Yusuf’un kıtlık yılları gibi yap.″[1]

Bu bedduânın üzerine, onlar kıtlık belasına uğratıldılar. O kadar ki, kemik, leş ve deri yemeğe mecbur kaldılar. Bu hâdise hakkında geniş bilgi için Sûre-i Mü’minûn, Âyet 75’in izahına bakınız.


[1] Sahih-i Buhârî, Ezan 128; Sahih-i Müslim, Mesâcid 54 (294-295).


﴿ فَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُ حَلَالًا طَيِّبًاۖ وَاشْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ ﴿١١٤﴾

114. Artık Allah’u Teâlâ’nın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin. Sâdece O’na ibâdet ediyorsanız, Allah’ın nîmetine şükredin.


﴿ اِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنْز۪يرِ وَمَٓا اُهِلَّ لِغَيْرِ اللّٰهِ بِه۪ۚ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿١١٥﴾

115. Allah’u Teâlâ size, ancak murdar olarak ölen hayvan etini, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının ismiyle kesilmiş olanların etini haram etti. Fakat çâresiz kalan kimsenin, isyan etmeden ve zaruret ölçüsünü aşmadan (ölmeyecek kadar) bunlardan yemesinde bir günah yoktur. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

İzah: Bu haram kılınanlar hakkında geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 173 ve izahına bakınız.


﴿ وَلَا تَقُولُوا لِمَا تَصِفُ اَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هٰذَا حَلَالٌ وَهٰذَا حَرَامٌ لِتَفْتَرُوا عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ لَا يُفْلِحُونَۜ ﴿١١٦﴾ مَتَاعٌ قَل۪يلٌۖ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿١١٧﴾

116-117. Dilinize geldiği gibi yalan söyleyerek, ″Şu helâldir, şu haramdır″ demeyin. Aksi halde, bu sözlerinizle Allah’a yalan isnat etmiş olursunuz. Şüphesiz ki, Allah’a yalan isnat edenler, felah bulmazlar.* Onların dünyâda elde ettikleri, az bir menfaatten ibârettir. Onlar için (âhirette) elim bir azap vardır.

İzah: Herhangi bir şer’î delile dayanmadan Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi haram sayanlar yahut Allah’ın haram kıldığı bir şeyi helâl sayanlar, Allah katında geçici olan dünyâ menfaatini elde ederek, âhiret hayatına karşılık dünyâ hayatını tercih etmiş olurlar.


﴿ وَعَلَى الَّذ۪ينَ هَادُوا حَرَّمْنَا مَا قَصَصْنَا عَلَيْكَ مِنْ قَبْلُۚ وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ ﴿١١٨﴾

118. Ey Resûlüm! Daha önce sana anlattığımız şeyleri Yahudilere haram kılmıştık. (O şeyleri haram kılmakla) Biz onlara zulmetmedik. Lâkin onlar kendi nefislerine zulmettiler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de zikredilen ve Yahudilere haram kılınan şeyler Sûre-i En’am, Âyet 146’da beyan edilmiştir. Bu hususta geniş bilgi için oraya bakınız.


﴿ ثُمَّ اِنَّ رَبَّكَ لِلَّذ۪ينَ عَمِلُوا السُّٓوءَ بِجَهَالَةٍ ثُمَّ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ وَاَصْلَحُٓواۙ اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ۟ ﴿١١٩﴾

119. Sonra, şüphesiz senin Rabbin, evvelce cehâletle kötü amelde bulunup, sonra onun arkasından tevbe edenleri ve hallerini ıslah eyleyenleri elbette affedecektir. Şüphesiz senin Rabbin, bundan sonra da, elbette çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

İzah: Her insan günah işleyebilir. Hatâ edebilir. Asıl olan insanın hatâsının farkına varıp tevbe etmesidir. Nitekim Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

كُلُّ بَنِي آدَمَ خَطَّاءٌ وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ (ه عن انس)

″İnsanoğlunun hepsi günah işler. Günah işleyenlerin en hayırlısı ise (işlediği günaha pişman olup) tevbe edendir″[1] diye buyurmuştur.

Tevbenin şartları şunlardır: Evvelki günahlara pişman olup bir daha işlememeye niyet etmektir, günah ehlinden arkadaşlarını terk edip tevbekârlar ile beraber olmaktır ve kalan ömrünü ibâdete sarf etmektir. Bu şartlar ile her kim tevbe ederse, hiç günah işlememiş gibi olur.

Bu şartlar ile tevbe edenler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلتَّائِبُ مِنَ الذَّنْبِ كَمَنْ لَا ذَنْبَ لَهُ (ه عن أبي عبيدة بن عبد اللّٰه)

″Günaha tevbe eden, hiç günah işlemeyen kimse gibidir.″[2]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd, 30.

[2] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 30; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 196/12.


﴿ اِنَّ اِبْرٰه۪يمَ كَانَ اُمَّةً قَانِتًا لِلّٰهِ حَن۪يفًاۜ وَلَمْ يَكُ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۙ ﴿١٢٠﴾ شَاكِرًا لِاَنْعُمِهِۜ اِجْتَبٰيهُ وَهَدٰيهُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ ﴿١٢١﴾ وَاٰتَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةًۜ وَاِنَّهُ فِي الْاٰخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِح۪ينَۜ ﴿١٢٢﴾

120-122. Şüphesiz ki İbrâhim, Allah’a itaat eden ve İslâm’a yönelen bir önderdi. Aslâ müşriklerden olmadı.* Allah’ın nîmetlerine şükrederdi. Allah’u Teâlâ onu seçti ve doğru yola ulaştırdı.* Biz ona dünyâda bir güzellik verdik (halka sevdirdik). Şüphesiz o, âhirette de sâlihlerdendir.


﴿ ثُمَّ اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ اَنِ اتَّبِعْ مِلَّةَ اِبْرٰه۪يمَ حَن۪يفًاۜ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ ﴿١٢٣﴾

123. Ey Habîbim! Sonra sana, ″Hanif (İslâm üzere) olan İbrâhim’in dînine tâbi ol. O, aslâ müşriklerden olmadı″ diye vahyettik.

İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, kendisinden önce Peygamber olarak gönderilen Hz. İbrâhim’in Hanif Dîni’ne tâbi olduğunu, bu itibarla Hz. İbrâhim’in dînine tâbi olduklarını iddia eden Yahudilerin, Hristiyanların ve müşriklerin, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e de tâbi olmaları gerektiğini beyan etmektedir. Zîrâ Hz. İbrâhim, hiçbir zaman müşriklerden olmamıştı. Şirk yolunu tutanlar da hiçbir zaman, Hz. İbrâhim’in dininden olamazlar.


﴿ اِنَّمَا جُعِلَ السَّبْتُ عَلَى الَّذ۪ينَ اخْتَلَفُوا ف۪يهِۜ وَاِنَّ رَبَّكَ لَيَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ ف۪يمَا كَانُوا ف۪يهِ يَخْتَلِفُونَ ﴿١٢٤﴾

124. Cumartesi gününe tâzim, ancak o gün hakkında ihtilaf eden Yahudilere farz kılınmıştı. Şüphesiz senin Rabbin, mahşer gününde ihtilaf ettikleri hususlarda aralarında elbette hükmedecektir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir Hadis-i Şerif’inde şöyle buyurmuştur:

نَحْنُ الْآخِرُونَ وَنَحْنُ السَّابِقُونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ بَيْدَ أَنَّ كُلَّ أُمَّةٍ أُوتِيَتِ الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِنَا وَأُوتِينَاهُ مِنْ بَعْدِهِمْ ثُمَّ هَذَا الْيَوْمُ الَّذِي كَتَبَهُ اللّٰهُ عَلَيْنَا هَدَانَا اللّٰهُ لَهُ فَالنَّاسُ لَنَا فِيهِ تَبَعٌ الْيَهُودُ غَدًا وَالنَّصَارَى بَعْدَ غَدٍ(م عن ابى هريرة)

″Bizler, Ehl-i Kitab’a nazaran en sonra gelenleriz. Mahşer gününde ise en ileri geçecek olanlarız. Çünkü bizden başka kendilerine kitap verilen her ümmet bizden öncedir. Bize ise kitap, onlardan sonra verildi. Sonra Allah’ın bize farz kıldığı şu gün (cuma) yok mu? Allah’u Teâlâ o günü bize verdi. Halk bunda bize tâbi olacaktır. Yahudilerin ibâdet günü yarın (cumartesi günü), Hristiyanların ki de öbür gündür (Pazar günüdür).″[1]


[1] Sahih-i Müslim, Cuma 6 (19).


﴿ اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ ﴿١٢٥﴾

125. Ey Resûlüm! İnsanları, Kur’ân ve güzel öğüt ile Rabbinin yoluna dâvet et. Ve onlarla en güzel sûretle mücâdele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları çok iyi bildiği gibi, hak yola girenleri de çok iyi bilir.


﴿ وَاِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِه۪ۜ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِر۪ينَ ﴿١٢٦﴾

126. (Ey Mü’minler!) Eğer cezâ verecekseniz, size yapılanın misliyle cezâlandırın. Eğer sabrederseniz (bağışlayıp affederseniz), elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır.

İzah: Bu âyet, Uhud Günü Hz. Hamza’nın âzâlarına eziyet edilmesi hakkında nâzil olmuştur. Bu hususu Hz. Übeyy şöyle anlatmaktadır:

لَمَّا كَانَ يَوْمُ أُحُدٍ أُصِيبَ مِنَ الْأَنْصَارِ أَرْبَعَةٌ وَسِتُّونَ رَجُلًا وَمِنَ الْمُهَاجِرِينَ سِتَّةٌ فِيهِمْ حَمْزَةُ فَمَثَّلُوا بِهِمْ فَقَالَتْ الْأَنْصَارُ لَئِنْ أَصَبْنَا مِنْهُمْ يَوْمًا مِثْلَ هَذَا لَنُرْبِيَنَّ عَلَيْهِمْ قَالَ فَلَمَّا كَانَ يَوْمُ فَتْحِ مَكَّةَ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ تَعَالَى {وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ} (ت ابى بن كعب(

Uhud Savaşı’nda Ensârdan altmış dört, Muhâcirlerden de Hz. Hamza’nın da içinde bulunduğu altı kişi şehit olmuştu. Müşrikler, ölen Müslümanların kulak ve burunlarını keserek eziyet etmişlerdi. Bunun üzerine Ensâr: ″Başka bir savaşta biz de onlardan bâzılarını öldürdüğümüzde onlara bundan daha fazlasını yapacağız″ dediler. Mekke fethedildiği zaman Allah’u Teâlâ: ″(Ey Mü’minler!) Eğer cezâ verecekseniz, size yapılanın misliyle cezâlandırın…″ diye devam eden Sûre-i Nahl, Âyet 126’yı indirdi.[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 17; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 3054.


﴿ وَاصْبِرْ وَمَا صَبْرُكَ اِلَّا بِاللّٰهِ وَلَا تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلَا تَكُ ف۪ي ضَيْقٍ مِمَّا يَمْكُرُونَ ﴿١٢٧﴾ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا وَالَّذ۪ينَ هُمْ مُحْسِنُونَ ﴿١٢٨﴾

127-128. Ey Resûlüm! (Allah yolunda sana yapılan eziyetlere karşı) sabret. Senin sabretmen, ancak Allah’ın lütfuyladır. Kâfirlerin îman etmemesinden dolayı mahzun olma ve onların hilelerinden dolayı sıkıntıya düşme.* Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, kendisinden korkanlarla ve muhsinlerle beraberdir.