Bu sûre 19 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. İsmini, ilk âyetinde geçen ve Allah’ın isimlerinden olan ″Çok yüce″ anlamına gelen ″A’lâ″ ifadesinden almıştır.
Bu sûre hakkında Câbir b. Abdullah Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
أَقْبَلَ رَجُلٌ بِنَاضِحَيْنِ وَقَدْ جَنَحَ اللَّيْلُ، فَوَافَقَ مُعَاذًا يُصَلِّي، فَتَرَكَ نَاضِحَهُ وَأَقْبَلَ إِلَى مُعَاذٍ، فَقَرَأَ بِسُورَةِ الْبَقَرَةِ أَوْ النِّسَاءِ، فَانْطَلَقَ الرَّجُلُ وَبَلَغَهُ أَنَّ مُعَاذًا نَالَ مِنْهُ فَأَتَى النَّبِيَّ فَشَكَا إِلَيْهِ مُعَاذًا، فَقَالَ النَّبِيُّ يَا مُعَاذُ أَفَتَّانٌ أَنْتَ؟! أَوْ أَفَاتِنٌ؟ ثَلاثَ مِرَارٍ، فَلَوْلاَ صَلَّيْتَ بِسَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ، وَالشَّمْسِ وَضُحَاهَا، وَاللَّيْلِ إِذَا يَغْشَى، فَإِنَّهُ يُصَلِّي وَرَاءَكَ الْكَبِيرُ وَالضَّعِيفُ وَذُو الْحَاجَةِ (خ جابر بن عبد اللّٰه)
Gece karanlığının bastığı bir sırada, bir adam iki sulama devesi ile birlikte geldi. Hz. Muaz’ın namaz kılmasına rastladı. Devesini bıraktı ve Hz. Muaz’a uydu. Hz. Muaz Bakara Sûresi’ni veya Nisâ Sûresi’ni okudu. Adam ayrılıp gitti. Bunun üzerine Hz. Muaz’ın onun aleyhinde konuştuğu haberi kendisine ulaştı. Adam da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e varıp Hz. Muaz’ı şikâyet etti. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Muaz’a üç kere: ″Sen insanları fitneye mi düşüreceksin ya Muaz?″ dedi ve devamla şöyle buyurdu: ″Sen, A’lâ, Leyl ve Duhâ Sûreleri gibi kısa sûreleri okusaydın ya! Çünkü senin arkanda yaşlı, zayıf ve işi gücü olan insanlar da namaz kılıyorlar.″[1]
Übeyy b. Kâ’b Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
يَقْرَأُ فِى الرَّكْعَةِ اْلأُولَى مِنَ الْوِتْرِ بِسَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ اْلأَعْلَى وَفِى الثَّانِيَةَ بِقُلْ يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ وَفِى الثَّالِثَةَ بِقُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ (ن عن أبى بن كعب)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, vitrin birinci rek’atında A’lâ Sûresi’ni, ikinci rek’atında Kâfirûn Sûresi’ni, üçüncü rek’atta da İhlas Sûresi’ni okurdu.[2]
[1] Sahih-i Buhârî, Ezan 63. Yine bakınız: Sünen-i Nesâî, İftitah70; Sahih-i Müslim, Salât 37 (183).
[2] Sünen-i Nesâî, Kıyâm’ul-Leyl 37; İmam-ı Azam Ebû Hanife, Müsned, Hadis No: 154/77.
﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ﴾
Bismillâhirrahmânirrahîm.
﴿ سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْاَعْلٰىۙ ﴿١﴾ اَلَّذ۪ي خَلَقَ فَسَوّٰىۙ ۖ ﴿٢﴾ وَالَّذ۪ي قَدَّرَ فَهَدٰىۙ ۖ ﴿٣﴾ وَالَّذ۪ٓي اَخْرَجَ الْمَرْعٰىۙ ۖ ﴿٤﴾ فَجَعَلَهُ غُثَٓاءً اَحْوٰىۜ ﴿٥﴾ ﴾
1-5. Çok yüce olan Rabbinin ismini tesbih et.* O ki, her şeyi yaratıp düzene koydu.* O ki, takdir etti ve yol gösterdi.* O ki, otları bitirdi* ve onları yeşerttikten sonra da, onu simsiyah kuru çöp hâline getirdi.
İzah: Bu sûrenin ilk âyeti hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَمَّا نَزَلَتْ {فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ} قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اجْعَلُوهَا فِي رُكُوعِكُمْ فَلَمَّا نَزَلَتْ {سَبِّحْ اسْمَ رَبِّكَ الْأَعْلَى} قَالَ اجْعَلُوهَا فِي سُجُودِكُمْ (د عن عقبة بن عامر)
″O halde çok büyük olan Rabbinin ismiyle tesbih et″ diye geçen Sûre-i Vâkıa, Âyet 96 nâzil olunca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bunu rükû ettiğiniz vakit söyleyin″ buyurdu. ″Çok yüce olan Rabbinin ismini tesbih et″ diye geçen Sûre-i A’lâ, Âyet 1 nâzil olunca da, ″Bunu secde ettiğiniz vakit söyleyin″ buyurdu.[1]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
إِذَا رَكَعَ أَحَدُكُمْ فَلْيَقُلْ ثَلَاثَ مَرَّاتٍ سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ وَذَلِكَ أَدْنَاهُ وَإِذَا سَجَدَ فَلْيَقُلْ سُبْحَانَ رَبِّيَ الْأَعْلَى ثَلَاثًا وَذَلِكَ أَدْنَاهُ (د ت عن ابن مسعود)
″Sizden biri rükû edince üç kere, ″SubhâneRabbiye’l-Azîm″ desin. Bu en az miktardır. Secde yapınca da üç kere, ″Subhâne Rabbiye’l-A’lâ″ desin. Bu da en az miktardır.″[2]
″O halde çok büyük olan Rabbinin ismiyle tesbih et″ diye geçen âyetten dolayı namaz kılarken rükû’da, ″SubhâneRabbiye’l-Azîm (çok büyük olan Rabbimi tesbih ederim) denir. ″Çok yüce olan Rabbinin ismini tesbih et″ diye geçen âyetten dolayı da secdede, ″Subhâne Rabbiye’l-A’lâ (çok yüce olan Rabbimi tesbih ederim) denir.
Yine Sûre-i A’lâ, Âyet 3’te: ″O ki, takdir etti ve yol gösterdi″ diye buyurmaktadır. Yani bu ifade, Allah’u Teâlâ yarattığı bütün mahlûkata ne yapmaları gerektiğini bildirir, mânâsına gelir. Örneğin Allah’u Teâlâ’nın arıya nasıl bal yapacağını gösterdiğine dair Sûre-i Nahl, Âyet 68-69’da şöyle buyrulmaktadır:
Ey Resûlüm! Senin Rabbin, bal arısına şöyle vahyetti: ″Dağlarda, ağaçlarda ve kovanlarda evler yap.* Sonra her çeşit mahsülden ye de Rabbinin sana kolaylaştırmış olduğu yollardan git.″ Onların karınlarından, içinde insanlar için şifâ bulunan, çeşitli renklerde bal çıkar. Şüphesiz bunda, tefekkür eden bir topluluk için elbette Allah’ın kudretine bir delil vardır.
Ayrıca Allah’u Teâlâ Sûre-i İnsân, Âyet 3’te: ″Şüphesiz ki, Biz insana hidâyet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör″ diye buyurarak, insanlara hidâyet yolunu bu şekilde gösterdiğini beyan etmiştir.
Böylece Allah’u Teâlâ, yarattığı bütün canlılara yeryüzünde nasıl hareket etmeleri gerektiğini haber vermiştir.
﴿ سَنُقْرِئُكَ فَلَا تَنْسٰىۙ ﴿٦﴾ اِلَّا مَا شَٓاءَ اللّٰهُۜ اِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ وَمَا يَخْفٰىۜ ﴿٧﴾ وَنُيَسِّرُكَ لِلْيُسْرٰىۚ ﴿٨﴾ ﴾
6-8. Ey Habîbim! Sana Kur’ân’ı okutacağız, artık unutmayacaksın.* Ancak Allah’ın (nesh ile unutmanı) dilediği müstesnâ. Şüphesiz O, açık olanı da bilir, gizli olanı da.* Ve seni en kolay olana muvaffak kılarız.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Ancak Allah’ın (nesh ile unutmanı) dilediği müstesnâ″ diye buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat, Allah’u Teâlâ’nın, amel etmeni bırakmanı istediği hükümler bundan müstesnâdır. O bunların hükümlerini kaldırmış, nesh etmiş demektir.
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Ve seni en kolay olana muvaffak kılarız″ diye buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat da şudur: Ey Resûlü Âlişan! Seni Kur’ân’ı ezberlemeye muvaffak kılarız, seni en kolay bir şeriate, tâkibi çok kolay bir saadet yoluna eriştiririz, sen müsterih ol.
﴿ فَذَكِّرْ اِنْ نَفَعَتِ الذِّكْرٰىۜ ﴿٩﴾ سَيَذَّكَّرُ مَنْ يَخْشٰىۙ ﴿١٠﴾ وَيَتَجَنَّبُهَا الْاَشْقٰىۙ ﴿١١﴾ اَلَّذ۪ي يَصْلَى النَّارَ الْكُبْرٰىۚ ﴿١٢﴾ ثُمَّ لَا يَمُوتُ ف۪يهَا وَلَا يَحْيٰىۜ ﴿١٣﴾ ﴾
9-13. Ey Resûlüm! Artık öğüt fayda verirse, öğüt ver.* Allah’tan korkan, öğüdü dinleyecektir.* En şakî olan (isyankâr) ise, öğütten kaçınır.* O ki, en büyük ateşe (Cehenneme) atılır.* Sonra orada ne ölür, ne de rahat bir hayata nâil olur.
﴿ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰىۙ ﴿١٤﴾ وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّه۪ فَصَلّٰىۜ ﴿١٥﴾ ﴾
14-15. Şüphesiz ki nefsini (kötülüklerden) arındıran felâha ermiştir* ve o, Rabbinin ismini zikreder, namazı da kılar.
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Nefsini (kötülüklerden) arındıran″ ifadesi; nefsini uslandırıp temizleyen, terbiye eden kimsedir. İşte o kimse kurtuldu, demektir. Nefsin arınıp temizlenmesi, terbiye olması Âyet-i Kerîme’de de geçtiği üzere Allah’ın ismini zikretmek ve namaz kılmakla olur. İşte hem namaz, hem de zikir beraber olursa nefis terbiye olur, uslanır ve böylece her türlü kötülükten kurtulur.
Bu husus Sûre-i Ankebût, Âyet 45’te de şöyle geçmektedir:
″Ey Resûlüm! Kitaptan sana vahyolunanı oku. Namaza devam et. Çünkü namaz, büyük ve küçük günahlardan alıkoyar ve (bu hususta) elbette zikrullah daha büyüktür. Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızı bilir.″
İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
كَانَ لَا يَكُونُ فِى الْمُصَلِّينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ صَلَاةً وَلَا يَكُونُ فِى الذَّاكِرِينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ ذِكْرًا (ابو نعيم خط عن ابن مسعود)
″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kılardı. Allah’u Teâlâ’yı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o yapardı.″[1] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.
Âyet-i Kerîme‘de geçtiği üzere nefsi kötülüklerden arındırma anlamına gelen tezkiye ifadesi, tasavvufta; ″Tezkiyeyi nefis ve tasfiyeyi kalp″ tâbirleri ile ifade edilir. Bu da nefsi temizlemek ve kalpten kötü şeyleri tasfiye etmek, çıkartmak demektir. Tasavvuf, nefsini terbiye ve kalbini sâfileştirmek yoludur. Bununla kalbi temizleyip Vuslat-ı İlâhiyye‘ye kavuşmaktır.
Nefisle mücâhede hakkında Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmaktadır:
قَدِمَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ غَزَاةٍ فَقَالَ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ: قَدِمْتُمْ خَيْرَ مُقَدَّمٍ وَقَدِمْتُمْ مِنَ الْجِهَادِ الْأَصْغَرِ اِلَى الْجِهَادِ الْأَكْبَرِ قَالُوا: وَمَا الْجِهَادُ الْأَكْبَرُ؟ قَالَ: مُجَاهَدَةُ الْعَبْدِ هَوَاهُ (الديلمي الخطيب في تاريخه عن جابر)
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bir harpten[2] dönerken: ″Daha hayırlı olana dönüş yapıyorsunuz. Küçük cihattan büyük cihada dönüyorsunuz″ buyurdu. Sahâbîler: ″O büyük cihat nedir?″ dediler. ″Kulun nefsiyle edeceği cihattır″ buyurdu.[3]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
الْمُجَاهِدُ مَنْ جَاهَدَ نَفْسَهُ (ت حم عن فضالة)
″Asıl mücâhit, nefsi ile cihat eden kimsedir.″[4]
[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 547/15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 17931.
[2] Bu Hadis-i Şerif’te geçen harp, Tebuk Gazvesi’dir (Gunyet’üt-Tâlibîn, c. 1, s. 155).
[3] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 11719, 11260; Râmûz’ul-Ehâdîs, 334/6; İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 3, Hadis No: 117.
[4] Sünen-i Tirmizî, Fedâil’ül-Cihat 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 22840.
﴿ بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۘ ﴿١٦﴾ وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ وَاَبْقٰىۜ ﴿١٧﴾ اِنَّ هٰذَا لَفِي الصُّحُفِ الْاُو۫لٰىۙ ﴿١٨﴾ صُحُفِ اِبْرٰه۪يمَ وَمُوسٰى ﴿١٩﴾ ﴾
16-19. Bilakis siz, dünyâ hayatını tercih edersiniz.* Halbuki âhiret daha hayırlı ve bâkidir.* Şüphesiz bu ahkam, evvelki sahifelerde,* İbrâhim‘in ve Mûsâ’nın sahifelerinde de mevcuttur.
İzah: Dünyânın geçici olduğuna dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَا الدُّنْيَا فِي الْآخِرَةِ إِلَّا مِثْلُ مَا يَجْعَلُ أَحَدُكُمْ إِصْبَعَهُ فِي الْيَمِّ فَلْيَنْظُرْ بِمَاذَا يَرْجِعُ (م ه عن مستورد)
″Âhirette dünyâ, ancak sizden herhangi bir kimsenin parmağını denize daldırması gibidir. Artık o, parmağını çıkardıktan sonra denizden ne aldığına bir baksın.″[1]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
مَنْ أَحَبَّ دُنْيَاهُ أَضَرَّ بِآخِرَتِهِ وَمَنْ أَحَبَّ آخِرَتَهُ أَضَرَّ بِدُنْيَاهُ فَآثِرُوا مَا يَبْقَى عَلَى مَا يَفْنَى (حم عن أبي موسى الأشعري)
″Kim dünyâsını severse âhiretine zarar verir. Kim de âhiretini severse dünyâsına zarar verir. Öyleyse kalıcı olanı, geçici olana tercih edin.″[2]
Yine bu âyetler hakkında Ebu Zerr Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmniştir:
″Yâ Resûlallah! İbrâhim Aleyhisselâm’ın sahifelerinde ne vardır?″ diye sordum. Şöyle buyurdu: ″Tümüyle ibretli örnekler ihtiva ediyordu: Ey saltanat sahibi, sınanan ve aldanış içerisinde bulunan kral! Ben seni dünyâyı üst üste yığman için göndermedim. Fakat Ben seni mazlumun Bana dua etmesine gerek bırakmayasın, diye gönderdim. Çünkü Ben, bir kâfirin ağzından dahi çıksa, mazlumun duâsını geri çevirmem. Yine o sahifelerde ibretli örnekler vardı: Akıllı bir kimsenin zamanını üç bölüme ayırması gerekir. Bir bölümünde Rabbine nidâ etsin. O’nunla baş başa kalsın. Bir bölümünde kendisini hesaba çeksin. Allah’u Teâlâ’nın ona yaptıkları üzerinde ve O’nun sanatında tefekkür etsin. Bir bölümünde de yiyecek ve içecek gibi ihtiyaçlarını karşılasın. Akıllı olan bir kimsenin ancak şu üç işle uğraşması gerekir: Ya ölümden sonra diriliş için azık, ya yaşamak için bir şeyler kazanmak yahut da haram olmayan bir lezzetle uğraşmak. Yine akıllı bir kimsenin zamanını basiretle değerlendirmesi, işine yönelmesi, dilini muhafaza etmesi gerekir. Konuştuklarını ameli cümlesinden sayan bir kimse ise, kendisini ilgilendiren az miktardaki hususlar dışında konuşmaz.″
Yine ″Yâ Resûlallah! Mûsâ Aleyhisselâm’ın sahifelerinde neler vardı?″ diye sordum. Şöyle buyurdu: ″Hepsi ibretli şeylerdi: Kesin olarak öleceğine inanan bir kimsenin nasıl sevindiğine hayret ederim. Kadere kesin olarak îman eden bir kimsenin nasıl bitkin düşercesine çabalayıp durduğuna hayret ederim. Dünyâyı ve dünyânın hallerinin değişip durduğunu gören bir kimsenin kalp huzuru ile dünyâya nasıl meylettiğine hayret ederim. Yarın hesaba çekileceğine kesin olarak inanan kimsenin, nasıl amel etmediğine hayret ederim.″
…قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ فَهَلْ فِي أَيْدِينَا شَيْءٌ مِمَّا كَانَ فِي يَدَيْإِبْرَاهِيمَوَمُوسَى،مِمَّا أَنْزَلَ اللّٰهُ عَلَيْكَ؟ قَالَ: نَعَمِ اقْرَأْ يَاأَبَا ذَرٍّقَدْ أَفْلَحَ مَنْ تَزَكَّى وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّهِ فَصَلَّى بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ وَأَبْقَى إِنَّ هَذَا لَفِي الصُّحُفِ الْأُولَى صُحُفِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى (حب حل عن ابى ذر)
″Yâ Resûlallah! İbrâhim ve Mûsâ Aleyhimesselâm’ın ellerinde bulunanlar kabilinden sana nâzil olanlardan bizim elimizde bir şey var mıdır?″ diye sordum. ″Evet, Ey Ebû Zerr!″ dedi ve ″Şüphesiz ki nefsini (kötülüklerden) arındıran felâha ermiştir* ve o, Rabbinin ismini zikreder, namazı da kılar.* Bilakis siz, dünyâ hayatını tercih edersiniz.* Halbuki âhiret daha hayırlı ve bâkidir.* Şüphesiz bu ahkam, evvelki sahifelerde,* İbrâhim‘in ve Mûsâ’nın sahifelerinde de mevcuttur″ diye geçen Sûre-i A’lâ, Âyet 14-19‘u okudu.[3]
[1] Sahih-i Müslim, Cennet 14 (55 Sünen-i Tirmizî, Zühd 15; Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 3.
[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 18866
[3] Sahih-i İbn-i Hibban, Hadis No: 362; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 44158; İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 20, s. 25.