NEML SÛRESİ

Bu sûre 93 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Süleyman Aleyhisselâm’ın karıncalarla konuşması hâdisesi anlatıldığı için ″Karınca″ anlamına gelen ″Neml″ ismi verilmiştir.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ طٰسٓ۠ تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ وَكِتَابٍ مُب۪ينٍۙ ﴿١﴾ هُدًى وَبُشْرٰى لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ ﴿٢﴾ اَلَّذ۪ينَ يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ﴿٣﴾

1-3. Tâ, Sîn. Bunlar, Kur’ân’ın ve apaçık bildiren kitabın âyetleridir.* Mü’minler için bir hidâyet ve müjdedir.* O Mü’minler ki, namazı kılarlar, zekâtı verirler ve âhiret gününe kesin olarak inanırlar.


﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ زَيَّنَّا لَهُمْ اَعْمَالَهُمْ فَهُمْ يَعْمَهُونَۜ ﴿٤﴾ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ لَهُمْ سُٓوءُ الْعَذَابِ وَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ هُمُ الْاَخْسَرُونَ ﴿٥﴾ وَاِنَّكَ لَتُلَقَّى الْقُرْاٰنَ مِنْ لَدُنْ حَك۪يمٍ عَل۪يمٍ ﴿٦﴾

4-6. Şüphesiz Biz, âhirete îman etmeyenlere, yaptıkları işleri güzel gösterdik. Bu yüzden onlar, şaşkın bir halde bulunurlar.* Onlar için kötü bir azap vardır. Âhirette en ziyâde hüsrâna uğrayan onlardır.* Ey Resûlüm! Muhakkak ki bu Kur’ân sana, hüküm ve hikmet sahibi olan ve her şeyi bilen Allah tarafından gönderilmektedir.


﴿ اِذْ قَالَ مُوسٰى لِاَهْلِه۪ٓ اِنّ۪ٓي اٰنَسْتُ نَارًاۜ سَاٰت۪يكُمْ مِنْهَا بِخَبَرٍ اَوْ اٰت۪يكُمْ بِشِهَابٍ قَبَسٍ لَعَلَّكُمْ تَصْطَلُونَ ﴿٧﴾

7. Ey Resûlüm! Zikret o vakti ki Mûsâ, ailesine: ″Ben uzakta bir ateş gördüm. Ya oradan size bir haber getiririm yahut ısınmanız için bir ateş koru getiririm″ dedi.


﴿ فَلَمَّا جَٓاءَهَا نُودِيَ اَنْ بُورِكَ مَنْ فِي النَّارِ وَمَنْ حَوْلَهَاۜ وَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٨﴾ يَا مُوسٰٓى اِنَّهُٓ اَنَا اللّٰهُ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُۙ ﴿٩﴾ وَاَلْقِ عَصَاكَۜ فَلَمَّا رَاٰهَا تَهْتَزُّ كَاَنَّهَا جَٓانٌّ وَلّٰى مُدْبِرًا وَلَمْ يُعَقِّبْۜ يَا مُوسٰى لَا تَخَفْ اِنّ۪ي لَا يَخَافُ لَدَيَّ الْمُرْسَلُونَۗ ﴿١٠﴾ اِلَّا مَنْ ظَلَمَ ثُمَّ بَدَّلَ حُسْنًا بَعْدَ سُٓوءٍ فَاِنّ۪ي غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿١١﴾ وَاَدْخِلْ يَدَكَ ف۪ي جَيْبِكَ تَخْرُجْ بَيْضَٓاءَ مِنْ غَيْرِ سُٓوءٍ ف۪ي تِسْعِ اٰيَاتٍ اِلٰى فِرْعَوْنَ وَقَوْمِه۪ۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِق۪ينَ ﴿١٢﴾

8-12. Ateşe yaklaştığı vakit, şöyle nidâ edildi: ″Ateşin bulunduğu yerdeki de, çevresindeki de mübârek kılınmıştır. Âlemlerin Rabbi olan Allah, noksan sıfatlardan uzaktır.* Yâ Mûsâ! Şüphesiz Ben, her şeye gâlip, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ım.* Âsânı yere bırak.″ Mûsâ, âsâsını yere bıraktı ve âsânın, büyük ve korkunç bir yılan sûretine dönerek hareket ettiğini görünce, arkasına bakmadan kaçtı. Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Yâ Mûsâ! Korkma, Benim katımda Peygamberler korkmazlar.* Lâkin evvelce zulmedip, sonra tevbe ile, kötülüğü iyiliğe çevirenler hakkında şüphesiz ki Ben, çok bağışlayıcıyım ve çok merhametliyim.* Sana verilen dokuz mûcizeden biri olarak, elini koynuna sok, gözleri kamaştıracak sûrette parlak çıkar. Firavun ve kavmine git. Şüphesiz onlar, fâsık bir kavimdir.″

İzah: Mûsâ Aleyhisselâm, Mısır’da Firavun’un sarayında olduğu dönemde, İsrailoğullarından birine zulmeden bir Kıptîye, onu edeplen-dirmek için vurmuş, o Kıptî de bu darbe sonucunda ölmüştü. Mûsâ Aleyhisselâm, Firavun’un kendisini öldürmesinden korkarak Mısır’ı terk edip Şuayb Aleyhisselâm’ın bulunduğu yere gitti ve on yıl onun hizmetinde bulundu. Sonunda Şuayb Aleyhisselâm’ın kızlarından biri ile evlendi.[1] Ve on yılın sonunda eşiyle birlikte Mısır’a dönerken gece, hâmile olan eşinin doğum sancıları tuttu ve doğum yaptı. Onun için ateşe ihtiyaç olmuştu. Mûsâ Aleyhisselâm, Tûr Dağı’na doğru bakınca, orada bir ateşin yandığını gördü ve Sûre-i Neml, Âyet 7’de geçtiği üzere, ″… Mûsâ, ailesine: ″Ben uzakta bir ateş gördüm. Ya oradan size bir haber getiririm yahut ısınmanız için bir ateş koru getiririm″ dedi. Ateşin yanına gittiğinde, oradaki ışığın ateş değil, zeytin ağacının üzerinde bir nûr olduğunu gördü. İşte âyette geçtiği üzere Allah’u Teâlâ, oradan kendisine nidâ etti.

Allah’u Teâlâ’nın, Hz. Mûsâ’ya hitâben: ″Lâkin evvelce zulmedip, sonra tevbe ile, kötülüğü iyiliğe çevirenler hakkında şüphesiz ki Ben, çok bağışlayıcıyım ve çok merhametliyim″ diye buyurması; Mûsâ Aleyhisselâm’ın Kıptî’yi öldürdükten sonra, yapmış olduğu tevbe ve istiğfarından dolayı Allah’u Teâlâ’nın kendisini affetmesidir.

Yine Âyet-i Kerîme’de, Firavun ve adamlarına karşı Mûsâ Aleyhisselâm’a dokuz mûcizenin verildiğinden bahsedilmektedir. Bu husus Sûre-i İsrâ, Âyet 101’de de şöyle geçmektedir:

Yemin olsun ki, Mûsâ’ya dokuz açık mûcize verdik. Ey Resûlüm! İsrailoğullarına sor. Mûsâ onlara geldiği vakit, Firavun ona: ″Ey Mûsâ! Ben seni sihirbaz zannediyorum″ demişti

Mûsâ Aleyhisselâm’a verilen dokuz mûcize de sırası ile şöyledir:

″Âsâ, parlayan el, tufan, çekirge, haşerât, kurbağa, kan, kıtlık yılları ve ürün eksikliği.″[2]


[1] Bu hususta bakınız: Sûre-i Kasas, Âyet 27-30.

[2] Bu mûcizeler ile ilgili âyetler için Sûre-i Bakara, Âyet 60; Sûre-i Âraf, Âyet 107, 130, 133 ve Sûre-i Şuara, Âyet 33’e bakınız.


﴿ فَلَمَّا جَٓاءَتْهُمْ اٰيَاتُنَا مُبْصِرَةً قَالُوا هٰذَا سِحْرٌ مُب۪ينٌۚ ﴿١٣﴾ وَجَحَدُوا بِهَا وَاسْتَيْقَنَتْهَٓا اَنْفُسُهُمْ ظُلْمًا وَعُلُوًّاۜ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ۟ ﴿١٤﴾

13-14. Apaçık mûcizelerimiz, Firavun ile kavmine geldiği vakit, ″Bu, apaçık bir sihirdir″ dediler.* Mûcizelerin Allah tarafından olduğunu kesin olarak bildikleri halde, sırf zulümleri ve kibirleri yüzünden o mûcizeleri inkâr ettiler. Ey Resûlüm! Bak, fesatçıların âkıbeti nasıl oldu?

İzah: Mûsâ Aleyhisselâm’ın Firavun ile olan mücâdelesi hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 103-141 ve izahlarına bakınız.


﴿ وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ وَسُلَيْمٰنَ عِلْمًاۚ وَقَالَا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي فَضَّلَنَا عَلٰى كَث۪يرٍ مِنْ عِبَادِهِ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿١٥﴾ وَوَرِثَ سُلَيْمٰنُ دَاوُ۫دَ وَقَالَ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ وَاُو۫ت۪ينَا مِنْ كُلِّ شَيْءٍۜ اِنَّ هٰذَا لَهُوَ الْفَضْلُ الْمُب۪ينُ ﴿١٦﴾

15-16. Yemin olsun ki, Dâvud’a ve Süleyman’a ilim verdik. Onlar: ″Bizi, birçok Mü’min kullarına üstün kılan Allah’a hamd olsun″ dediler.* Süleyman, Dâvud’a vâris oldu ve dedi ki: ″Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi ve her nîmetten verildi. Şüphesiz ki bu, açık bir üstünlüktür.″

İzah: Süleyman Aleyhisselâm’a gökten bir yüzük taşı indirilmişti. O da, bu taşı yüzüğüne yerleştirdi. O yüzük sayesinde hayvanlara, insanlara ve cinlere hükmediyordu.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كَانَ فَصُّ خَاتَمِ سُلَيْمَانَ بْنِ دَاوُدَ سَمَاوِيٍّ فَأُلْقِىَ اِلَيْهِ فَأَخَذَهُ فَوَضَعَهُ فِى خَاتَمِهِ وَكَانَ نَقْشُهُ أَنَا اللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا أَنَا مُحَمَّدٌ عَبْدِى وَرَسُولِى. (طب وابن عساكر عن عبادة)

″Dâvud oğlu Süleyman’ın yüzük taşı semâvî olup kendisine gökten indirilmişti. Onu alıp yüzüğünün üzerine koymuştu. Bu taşın üzerinde şu ibâre nakşedilmişti: ″Ben Allah’ım ki, Benden başka ilah yoktur. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem kulum ve Resûlümdür.″[1]

Rivâyet edildiğine göre, Süleyman Aleyhisselâm parmağındaki yüzükle tuvalete gitmez, tuvalete gideceği zaman parmağındaki yüzüğü hanımına verirdi. Bir gün yine tuvalet ihtiyacı gelmişti. Parmağındaki yüzüğü çıkarttı. Cinnilerden birisi aynı hanımının sûretine girdi. Süleyman Aleyhisselâm da, onu hanımı zannedip yüzüğü ona verdi. İfrit yüzüğü alıp oradan uzaklaşınca; diğer ifritler yüzüğü ondan almak için üzerine atıldılar. Çünkü yüzük kimde ise, Süleyman odur. Parmağına takan, bütün insanlara, hayvanlara, cinnilere her mahlûkata hükmedecekti. Bir denizin üzerinde birbirlerinin elinden yüzüğü almak için boğuşurlarken, yüzüğü denize düşürdüler. Denizdeki bir balık yüzüğü yuttu. Yüzük gidince, Süleyman Aleyhisselâm‘ın başında kimse kalmadı, herkes dağıldı ve mallarını da kapıştılar. Kendisi fakir düştü. Süleyman Aleyhisselâm gezmeye başladı. Nihâyet deniz kenarında, bir köye çoban oldu.

Süleyman Aleyhisselâm sarayında iken, yüzük elinden gitmeden önce, bu köyde çok çirkin bir kız görmüş ve ″Bu kızı da isteyip, dünür gönderip alanlar olacak mı?″ diye kalbinden geçirmişti. Bu düşünceyle, Allah‘u Teâlâ’ya karşı terk-i edepte bulundu. Allah’u Teâlâ da: ″Yâ Süleyman! Sen, o kızı alabilmek için çok yalvaracaksın, çok ricâ edeceksin. Yalvara yalvara alacaksın″ diye buyurmuştu.

İşte Süleyman Aleyhisselâm, aynı köye çoban olmuş idi. Her gün bir evde yemek yiyordu. Derken bu kıza dünür gönderdi. Kız: ″Ben bir sığır çobanına varmam″ dedi. Süleyman Aleyhisselâm, çok zaman arkasında dolaşıp, araya çok adam koydu ve kızın gönlünü zorla yaptılar. Kızın adı, Sultan idi. Bununla evlenince kendi kendine: ″Ben, Sultan‘ı da alacak, dünür gönderecek bulunur mu, bunu kim alır? diye aklımdan geçirmiştim. Bu düşüncem Allah’u Teâlâ’nın ağrına gitti. Bana bu belâyı vererek her şeyimi elimden aldı ve Sultan’a muhtaç etti″ diye düşündü. Ve tevbe ederek şöyle dedi: ″Ben, Allah’u Teâlâ’ya karşı terk-i edepte bulundum. Bu sebeple benim ismimden önce onun ismini söyleyin. Yani bana ″Sultan Süleyman″ diye hitap edin″ dedi. Bunun için padişahların isminden önce ″Sultan″ ifadesinin kullanılması bu hâdiseden kalmıştır.

Bir Yahudi, kâhinlere sorarak, Süleyman Aleyhisselâm‘ın yüzüğünün denizde bir balığın karnında olduğunu öğrenmişti. Bunun için bütün balıkçıları çağırtmış, hepsine ücretlerini verip balık tutturmuştu. Maksadı yüzüğü bulmaktı. Yalnız tutulan balıkların karınları yarılacak, balıkçılara geri verilecekti. Balıkçılar, balıkları alıp satacaklar. Hem de Yahudi‘den ayrıca ücret alacaklardı.

Süleyman Aleyhisselâm, yedi yıl sığır çobanlığı yaptı. Çobanın karısı Sultan; balıkçılara gider, balıkçılar ona hergün bir balık verirlerdi. O da evde pişirir, Süleyman Aleyhisselâm ile beraber yerlerdi. Bir gün Sultan, yine gitmiş ve ayakta balık bekliyordu. Yahudi‘nin adamları gelmemişlerdi. Balıkçının bir tanesi Sultan‘a acıyarak, ″Yahudi nerden duyacak, şuna bir balık vereyim gitsin″ dedi ve karnı yarılmamış bir balık verdi. Sultan, o balığı eve getirdi. Balığın karnını yardı. İçinden yüzük çıktı. Yüzüğü rafa koydu. Akşam Sultan ile Süleyman Aleyhisselâm yemeklerini yediler. Süleyman Aleyhisselâm yüzüğü gördü, tanıdı. Baktı ki, kendisinin yüzüğü! Hanımı Sultan‘a: ″Bunu nerden, nasıl aldın?″ diye sordu. Sultan, olanları anlattı. Süleyman Aleyhisselâm: ″Bize bundan sonra yokluk yok″ dedi. Yüzüğü parmağına taktı. Bütün cinler, mahlûkat her şey yine emrine girdi ve ayrıca Allah’u Teâlâ Süleyman Aleyhisselâm’a rüzgârı da emrine vererek, onu daha güçlü bir şekilde saltanatına tekrar kavuşturdu.

Bu husus Sûre-i Sâd, Âyet 35-36’te şöyle geçmektedir:

″Yâ Rabbi! Beni bağışla ve bana bundan sonra kimseye nasip olmayan bir mülk bahşet. Şüphesiz Sen, Vehhâb’sın (çok bahşedensin)″ dedi.* Bunun üzerine Biz de rüzgârı onun emrine verdik. Rüzgâr onun emriyle onun istediği yere kolayca eser giderdi.″

Yine Sûre-i Sebe, Âyet 12’de de şöyle buyrulmaktadır:

″Rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik. O, rüzgâr estiğinde sabahtan öğleye kadar bir aylık, öğleden akşama kadar bir aylık yol kat ederdi. Onun için erimiş bakır mâdenini sel gibi akıttık ve Rabbinin emriyle hizmetinde bulunan cinleri onun emrine verdik ve onlardan Süleyman’a itaat etmeleri için vukû bulan emrimize muhalefet edenlere alevli ateş azabını tattırırız.″

Süleyman Aleyhisselâm, daha önceden Sultan’ı gördüğünde: ″Bunu kim alır?″ diyerek kalbinden geçirmişti. Bu ise, Allah’u Teâlâ’ya karşı terki edep olmuştu. İşte Allah’u Teâlâ onun bu düşüncesinden dolayı yüzüğü elinden alarak, kendisini o kadına muhtaç edip, o kadının eliyle de yine kendisine o yüzüğü nasip etmişti. Bu hâdiseden sonra Süleyman Aleyhisselâm, kendi tahtının yanına daha büyük bir taht yaptırdı ve o tahta da hanımı Sultan’ı oturttu ve kendisinin isminin önüne Sultan ismi konularak, ″Sultan Süleyman″ diye hitap edilmesini istedi.

Ayrıca Allah’u Teâlâ, Süleyman Aleyhisselâm’a kuşların dilini de öğretmiş ve her nîmetten de vermişti. Bu sebeple Süleyman Aleyhisselâm kuşlar ve diğer hayvanlarla da konuşurdu. Nitekim hemen aşağıdaki âyetlerde Sultan Süleyman Aleyhisselâm’ın karıncalarla konuştuğu anlatılmaktadır.


[1] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32338; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 337/11.


﴿ وَحُشِرَ لِسُلَيْمٰنَ جُنُودُهُ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ وَالطَّيْرِ فَهُمْ يُوزَعُونَ ﴿١٧﴾ حَتّٰٓى اِذَٓا اَتَوْا عَلٰى وَادِ النَّمْلِۙ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَٓا اَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْۚ لَا يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمٰنُ وَجُنُودُهُۙ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿١٨﴾ فَتَبَسَّمَ ضَاحِكًا مِنْ قَوْلِهَا وَقَالَ رَبِّ اَوْزِعْن۪ٓي اَنْ اَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلٰى وَالِدَيَّ وَاَنْ اَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضٰيهُ وَاَدْخِلْن۪ي بِرَحْمَتِكَ ف۪ي عِبَادِكَ الصَّالِح۪ينَ ﴿١٩﴾

17-19. Süleyman için cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı. Bunlar, hep birlikte düzenli olarak sevk ediliyordu.* Nihâyet karınca vâdisine geldiler. Bir karınca: ″Ey karıncalar! Meskenlerinize girin. Süleyman ve ordusu farkında olmaya­rak sizi telef etmesin″ dedi.* Süleyman, karıncanın bu sözünden dolayı, tebessüm edip güldü ve dedi ki: ″Yâ Rabbi! Bana ve anneme babama ihsan ettiğin nîmetlere karşı, şükürde ve Senin rızâna uygun olan sâlih amelde devam etmeyi bana kolay kıl ve rahmetinle beni sâlih kullarının arasına kat.″

İzah: Süleyman Aleyhisselâmın çok büyük köşkü, sarayı vardı. O sarayın üzerinde atlar koşar, askerler tâlim yapar ve her mahlûkun padişahları orada olurdu. Kuşlar, sürüyle saati geldikçe gelir, sarayın üzerinde oturan insanlara gölgelik yaparlardı. Aslanlar, kaplanlar, yırtıcı hayvanlar sarayın kapısında bekçilik görevi yaparlardı. Allah’u Teâlâ’nın emri ile dünyâ yüzündeki cinler ve hayvanlar, Süleyman Aleyhisselâm’ın emri altına girmişti. Bu sebeple ona itaat etmek zorunda idiler. Rüzgâr da onun emrine verilmişti; ne kadar emrederse, o kadar eserdi.[1]

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كَانَ دَاوُدُ النَّبِيُّ فِيهِ غَيْرَةٌ شَدِيدَةٌ وَكَانَ إِذَا خَرَجَ أُغْلِقَتْ الْأَبْوَابُ فَلَمْ يَدْخُلْ عَلَى أَهْلِهِ أَحَدٌ حَتَّى يَرْجِعَ قَالَ فَخَرَجَ ذَاتَ يَوْمٍ وَغُلِّقَتْ الدَّارُ فَأَقْبَلَتْ امْرَأَتُهُ تَطَّلِعُ إِلَى الدَّارِ فَإِذَا رَجُلٌ قَائِمٌ وَسَطَ الدَّارِ فَقَالَتْ لِمَنْ فِي الْبَيْتِ مِنْ أَيْنَ دَخَلَ هَذَا الرَّجُلُ الدَّارَ وَالدَّارُ مُغْلَقَةٌ وَاللَّهِ لَتُفْتَضَحُنَّ بِدَاوُدَ فَجَاءَ دَاوُدُ فَإِذَا الرَّجُلُ قَائِمٌ وَسَطَ الدَّارِ فَقَالَ لَهُ دَاوُدُ مَنْ أَنْتَ قَالَ أَنَا الَّذِي لَا أَهَابُ الْمُلُوكَ وَلَا يَمْتَنِعُ مِنِّي شَيْءٌ فَقَالَ دَاوُدُ أَنْتَ وَاللَّهِ مَلَكُ الْمَوْتِ فَمَرْحَبًا بِأَمْرِ اللّٰهِ فَرَمَلَ دَاوُدُ مَكَانَهُ حَيْثُ قُبِضَتْ رُوحُهُ حَتَّى فَرَغَ مِنْ شَأْنِهِ وَطَلَعَتْ عَلَيْهِ الشَّمْسُ فَقَالَ سُلَيْمَانُ لِلطَّيْرِ أَظِلِّي عَلَى دَاوُدَ فَأَظَلَّتْ عَلَيْهِ الطَّيْرُ حَتَّى أَظْلَمَتْ عَلَيْهِمَا الْأَرْضُ فَقَالَ لَهَا سُلَيْمَانُ اقْبِضِي جَنَاحًا جَنَاحًا قَالَ أَبُو هُرَيْرَةَ يُرِينَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَيْفَ فَعَلَتْ الطَّيْرُ وَقُبِضَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَغَلَبَتْ عَلَيْهِ يَوْمَئِذٍ الْمَصْرَخِيَّةُ (حم عن ابى هريرة)

Dâvud Peygamberde şiddetli bir kıskançlık vardı. Evinden çıktığı zaman kapılar kapatılır ve o dönünceye kadar ailesinin yanına hiç kimse girmezdi. Bir gün çıktı, kapılar kapatıldı. Hanımlarından biri evin içinde dolaşırken birdenbire evin ortasında bir adam gördü. Evde olan birisine: ″Ev kapalı, kilitli iken şu adam nereden girdi? Allah’a yemin olsun ki, biz Dâvud Aleyhisselâm’ın yanında rüsvây olacağız″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm gelip de adamı evin ortasında durur görünce, ona: ″Sen kimsin?″ diye sordu. O: ″Krallardan korkmayan ve örtülerin kendisini engelleyemediği kimseyim″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm: ″Allah’a yemin olsun ki, o halde sen ölüm meleğisin. Elbette Allah’ın emrinden hoşnutuz″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm olduğu yerde elbisesine büründü de rûhu alındı. O vefât edip güneş doğduğunda, Süleyman Aleyhisselâm kuşlara: ″Dâvud Aleyhisselâm’ı gölgeleyin″ diye buyurdu. Kuşlar onu gölgelediler. O kadar ki, yeryüzü o ikisinin üzerine karardı. Süleyman Aleyhisselâm kuşlara: ″Kanatlarınızı birer birer kapatın″ diye emretti.

Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu: ″Yâ Resûlallah! Kuşlar nasıl yapmıştı?″ diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem elini kapattı ve şöyle buyurdu: ″O gün o emre kerkes kuşu gâlip gelmişti.″[2]

Allah’u Teâlâ’nın emri ile dünyâ yüzündeki cinler ve hayvanlar, Süleyman Aleyhisselâm’ın emri altına girmişti. Bu sebeple ona itaat etmek zorunda idiler. Rüzgâr da onun emrine verilmişti; ne kadar emrederse, o kadar eserdi.

Bu husus Sûre-i Enbiyâ, Âyet 81-82’de de şöyle geçmektedir:

Şiddetli esen rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik. Rüzgâr, onun emriyle, hayır ve bereketi çok olan yere eserdi. Biz her şeyi biliriz.* Ve cinlerden[3] dalgıç olanları ve dalgıçlıktan başka diğer işleri yapanları da Süleyman’ın emrine verdik. Ve Biz onları onun emrinde tutuyorduk.″

Süleyman Aleyhisselâm, sarayı ve içindeki insanlar ve mahlûkat ile birlikte havanın yüzünde uçup gidiyordu.

Bir karınca dedi ki: ″Ey karıncalar! Meskenlerinize çekilin, Süleyman‘ın askeri geçiyor.″ Bu sesi havanın yüzünde uçup giden Süleyman Aleyhisselâm duydu. Rüzgâra emretti. Rüzgâr karıncayı avucunun içine getirdi. Süleyman Aleyhisselâm dedi ki: ″Ey hayvan! Ben zâlim miyim? Süleyman‘ın askeri geliyor, sizi telef eder, dedin.″ Karınca: ″Hayır, sen zâlim değilsin. Havanın yüzünde sarayınla, bu saltanatla uçtuğunu, Allah‘u Teâlâ bana bildirdi. Belki de aniden konaklarsınız. Sizin askeriniz, bizim karıncaları görmez veya ehemmiyete almaz. Yüz binlerce insan ve hayvan onları tepeleyerek öldürür diye korktum″ dedi. Bunun üzerine Süleyman Aleyhisselâm rüzgâra: ″Bunu, yuvasının başına bırak″ diye emretti ve rüzgâr karıncayı oraya bıraktı.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

نَهَى رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ قَتْلِ أَرْبَعٍ مِنَ الدَّوَابِّ النَّمْلَةِ وَالنَّحْلِ وَالْهُدْهُدِ وَالصُّرَدِ (ه عن ابن عباس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şu dört hayvanı öldürmeyi yasakladı: ″Karın­ca, Bal Arısı, Hüdhüd ve Göçeğen Kuşu.″[4]

Ebu’s-Sıddîk en-Nâcî’den de şu hâdise nakledilmiştir:

خَرَجَ سُلَيْمَان بْن دَاوُد عَلَيْهِمَا السَّلَام يَسْتَسْقِي فَإِذَا هُوَ بِنَمْلَةٍ مُسْتَلْقِيَة عَلَى ظَهْرهَا رَافِعَة قَوَائِمهَا إِلَى السَّمَاء وَهِيَ تَقُول اللّٰهُمَّ إِنَّا خَلْق مِنْ خَلْقك وَلَا غِنَى بِنَا عَنْ سُقْيَاك وَإِلَّا تَسْقِنَا تُهْلِكنَا فَقَالَ سُلَيْمَان اِرْجِعُوا فَقَدْ سُقِيتُمْ بِدَعْوَةِ غَيْركُمْ (تفسير ابن ابى حاتم عن ابى الصديق الناجى)

Dâvud Aleyhisselâm’ın oğlu Süleyman Aleyhisselâm, yağmur duâsına çıkmıştı. Sırtı üzerinde uzanmış, ayaklarını göğe kaldırmış bir karınca gördü. Karınca: ″Ey Allah’ım! Biz, Senin yarattıklarından bir yaratığız. Senin bizi sulamana muhtacız. Eğer bizi sulamayacak olursan, bizi helâk edersin″ diyormuş. Bunun üzerine Süleyman Aleyhisselâm: ″Dönün, şüphesiz sizden bir başkasının duâsıyla size yağmur verildi″ diye buyurmuştur.[5]


[1] Bu hususta bakınız: Sûre-i Sebe, Âyet 12.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 9063.

[3] Âyetin metninde şeytanlar diye bir ifade kullanılmakta ve bu ifadeyle cinler kastedilmektedir. Nitekim cin için şeytan ifadesi, bâzen de şeytan için cin ifadesi kullanılmaktadır. Bu hususta Sûre-i En’âm, Âyet 128, Sûre-i Hicr, Âyet 27 ve izahlarına bakınız.

[4] Sünen-i İbn-i Mâce, Sayd 10.

[5] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 15127.


﴿ وَتَفَقَّدَ الطَّيْرَ فَقَالَ مَا لِيَ لَٓا اَرَى الْهُدْهُدَۘ اَمْ كَانَ مِنَ الْغَٓائِب۪ينَ ﴿٢٠﴾ لَاُعَذِّبَنَّهُ عَذَابًا شَد۪يدًا اَوْ لَا۬اَذْبَحَنَّهُٓ اَوْ لَيَأْتِيَنّ۪ي بِسُلْطَانٍ مُب۪ينٍ ﴿٢١﴾

20-21. Süleyman, kuşları teftiş etti ve dedi ki: ″Niçin Hüdhüd’ü göremiyorum, yoksa kayıplara mı karıştı?* ″Geldiği vakit, onu şiddetli bir azaba uğratırım veya keserim. Özrünü ispat eden apaçık bir delil ile gelirse müstesnâ!″

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ‘dan nakledildiğine göre, Hüdhüd‘ün vazifesi suyun yerini bulmak idi. Çölde su lâzım olduğundan, suyun yerini Hüdhüd kuşu bilir; gagasını nereye vurursa, orayı kazarlar su çıkartırlar, orada bulunan bütün mahlûkat içerdi. Asker, mahlûkat herkes yerde hazırdı. Fakat suyun yerini gösterecek hüdhüd kuşu yoktu. Bundan dolayı Süleyman Aleyhisselâm’ın canı çok sıkılmıştı ve ″Hüdhüd kuşu bana hayırlı bir haberle gelirse, kendini affederim. Hayırlı haberle gelmeyip vaktini boşa geçirmişse, bizi oyalamışsa, ya şiddetli azap ederim, yahut boğazlarım″ dedi.


﴿ فَمَكَثَ غَيْرَ بَع۪يدٍ فَقَالَ اَحَطْتُ بِمَا لَمْ تُحِطْ بِه۪ وَجِئْتُكَ مِنْ سَبَأٍ بِنَبَأٍ يَق۪ينٍ ﴿٢٢﴾ اِنّ۪ي وَجَدْتُ امْرَاَةً تَمْلِكُهُمْ وَاُو۫تِيَتْ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ وَلَهَا عَرْشٌ عَظ۪يمٌ ﴿٢٣﴾ وَجَدْتُهَا وَقَوْمَهَا يَسْجُدُونَ لِلشَّمْسِ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّب۪يلِ فَهُمْ لَا يَهْتَدُونَۙ ﴿٢٤﴾ اَلَّا يَسْجُدُوا لِلّٰهِ الَّذ۪ي يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُخْفُونَ وَمَا تُعْلِنُونَ (سَجْدَه) ﴿٢٥﴾ اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ ﴿٢٦﴾

22-26. Çok geçmeden Hüdhüd geldi ve Süleyman’a dedi ki: ″senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe’den muhakkak bir haberle geldim.* Sebe ahâlisinin hükümdarını bir kadın buldum. Kendisine (hükümdarların muhtaç olduğu) her şeyden verilmiş ve onun kendine has büyük bir arşı da (köşkü de) var.* Onu ve kavmini, Allah’ı bırakıp güneşe tapar buldum. Şeytan, onlara amellerini güzel göstermiş ve kendilerini doğru yoldan alıkoymuş. Onlar da bu sebeple hak yolu bulamıyorlar.* Göklerde ve yerde gizli olan şeyleri açığa çıkaran, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen Allah’a secde etmemeleri için, şeytan onlara böyle yapmış. (Secde âyetidir)* Kendinden başka ilah olmayan Allah, büyük Arş’ın Rabbidir.

İzah: Sebe, Yemen’de bulunan bir memlekettir. Oranın hükümdarı Belkıs adında bir kadındı. Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere, Belkıs’ın büyük bir arşı vardı. Onun bu arşı hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

- Bu kadının arşının uzunluğu seksen zirâ, eni de kırk zirâ idi. Yukarı doğru yüksekliği de otuz zirâ idi. İnci, kırmızı yakut ve ye­şil zebercetle süslü idi.

Zirâ; Türkçe’de arşın anlamına gelmektedir. Bir arşın genellikle 48 cm’dir.[1] Bu ölçüye göre Belkıs’ın büyük olan arşı; 38.4 metre uzunluğunda, 19.2 metre genişliğinde ve 14.4 metre yüksekliğinde büyük muazzam bir köşk idi.

İşte Hüdhüd geldiğinde: ″Ben bir memlekete gittim. Onların bir melikeleri var. Onlar, güneşe tapıyorlar. Sana ordan haber getirdim″ dedi. Süleyman Aleyhisselâm çok sevinmişti. ″Onları dînime dönderir; Müslüman ederim″ dedi. Hüdhüd suyun yerini gösterdi, oradan su çıktı. Herkes o sudan içti ve rahatladı.


[1] Zirâ, zamana, mekâna ve ölçülen nesnenin cinsine göre çeşitlilik gösteren bir ölçü birimidir.


﴿ قَالَ سَنَنْظُرُ اَصَدَقْتَ اَمْ كُنْتَ مِنَ الْكَاذِب۪ينَ ﴿٢٧﴾ اِذْهَبْ بِكِتَاب۪ي هٰذَا فَاَلْقِهْ اِلَيْهِمْ ثُمَّ تَوَلَّ عَنْهُمْ فَانْظُرْ مَاذَا يَرْجِعُونَ ﴿٢٨﴾ قَالَتْ يَٓا اَيُّهَا الْمَلَؤُ۬ا اِنّ۪ٓي اُلْقِيَ اِلَيَّ كِتَابٌ كَر۪يمٌ ﴿٢٩﴾ اِنَّهُ مِنْ سُلَيْمٰنَ وَاِنَّهُ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ ﴿٣٠﴾ اَلَّا تَعْلُوا عَلَيَّ وَأْتُون۪ي مُسْلِم۪ينَ۟ ﴿٣١﴾ قَالَتْ يَٓا اَيُّهَا الْمَلَؤُ۬ا اَفْتُون۪ي ف۪ٓي اَمْر۪يۚ مَا كُنْتُ قَاطِعَةً اَمْرًا حَتّٰى تَشْهَدُونِ ﴿٣٢﴾

27-32. Süleyman, Hüdhüd’e şöyle dedi: ″Bakacağız, sözünde doğru musun, yoksa yalancılardan mısın?* Bu mektubumu götür, onlara bırak. Sonra onlardan biraz uzaklaş da bak, ne sonuca varacaklar!″* (Hüdhüd, mektubu Belkıs’a bırakınca) Belkıs dedi ki: Ey kavmimin ileri gelenleri! Bana, kerîm bir mektup bırakıldı.* ″O, Süleyman’dandır; Bismillâhirrahmânirrahîm!* Bana karşı kibirlenmeyin ve bana Müslüman olarak gelin″ diye yazılıdır!* Ey kavmimin ileri gelenleri! Bu işim hakkında bana bir fikir verin. Sizin görüşünüzü almadan, hiçbir işe kesin karar vermem.

İzah: Sultan Süleyman Aleyhisselâm, melikeye bir mektup yazdı. Mektupta; ″O, Süleyman’dandır; Bismillâhirrahmânirrahim!* Bana karşı kibirlenmeyin ve bana Müslüman olarak gelin″ diye yazılıydı. Hüdhüd kuşu mektubu aldı. Belkısın yatak odasına girdi, yastığın üzerine mektubu koydu ve kendisi de gizlendi. Belkıs uyandı, yastığın üzerindeki mektubu gördü; açtı, okudu, çok korktu ve ″Nöbetçilere görünmeden bu mektup, benim yatağıma kadar nasıl geldi?″ diye düşündü. Belkıs, çok zeki biriydi. Kumandanlarını topladı: ″Bana bir mektup geldi. Yattığım odamdaki yastığımın üzerine bırakmışlar. Kimin getirdiğini bilmiyorum. Bundan da çok korkuyorum. Mektubu koyan büyük bir ilme sahip olmasa, hiç kimseye görünmeden benim yastığımın üzerine bu mektubu nasıl koymuş olabilir?″ dedi. İşte âyette geçtiği üzere Belkıs‘ın,Bana kerîm bir mektup bırakıldı″ diye söylemesi, bu korku ve endişesinden dolayıdır.


﴿ قَالُوا نَحْنُ اُو۬لُوا قُوَّةٍ وَاُو۬لُوا بَأْسٍ شَد۪يدٍ وَالْاَمْرُ اِلَيْكِ فَانْظُر۪ي مَاذَا تَأْمُر۪ينَ ﴿٣٣﴾ قَالَتْ اِنَّ الْمُلُوكَ اِذَا دَخَلُوا قَرْيَةً اَفْسَدُوهَا وَجَعَلُٓوا اَعِزَّةَ اَهْلِهَٓا اَذِلَّةًۚ وَكَذٰلِكَ يَفْعَلُونَ ﴿٣٤﴾ وَاِنّ۪ي مُرْسِلَةٌ اِلَيْهِمْ بِهَدِيَّةٍ فَنَاظِرَةٌ بِمَ يَرْجِعُ الْمُرْسَلُونَ ﴿٣٥﴾

33-35. Kavminin ileri gelenleri de: ″Biz kuvvetli ve cesur adamlarız. Emir senindir; ne münâsip görürsen onu emret, sana tâbiyiz″ dediler.* Belkıs dedi ki: ″Hükümdarlar, hangi beldeye girerlerse, orayı perişan ederler ve ehlinin aziz olanlarını zelil kılarlar. İşte onlar hep böyle yaparlar!* Ben onlara bir hediye göndereyim ve gönderdiğim elçiler, (mektup sahibinin ahvâline dair) ne ile dönecekler ba­kayım.″

İzah: Belkıs dedi ki: ″Bir hükümdar, bir hükümdarı harple yenip onun yerine geçerse, oradaki zelil olanları aziz, aziz olanları da zelil eder. Devleti yönetenler, makam ve rütbe sahibi olanlar hapishanelere ve zindanlara attırır. Onların sevmediklerini de iş başına geçirir ve onları kumandan, vezir, padişah yapar. Şimdi bizi harple yenerse, hepimizi zindana attırır veya astırır. Sevmediklerimizi de bizim yerimize, makamımıza geçirir.″ Kumandanlar da: ″Öyleyse sen bilirsin″ dediler. Bunun üzerine Belkıs: ″Barış için hediye gönderelim. Yapılması imkânsız zor tekliflerde bulunalım. İşçiliği bizden üstün mü? Aklı, zekâsı ve ilmi bizden kuvvetli mi? Öğrenelim ve ondan sonra, ona göre karar verelim″ dedi. Böylece hediyeler hazırlattı ve bir heyetle birlikte gönderdi.


﴿ فَلَمَّا جَٓاءَ سُلَيْمٰنَ قَالَ اَتُمِدُّونَنِ بِمَالٍۘ فَمَٓا اٰتٰينِ‌يَ اللّٰهُ خَيْرٌ مِمَّٓا اٰتٰيكُمْۚ بَلْ اَنْتُمْ بِهَدِيَّتِكُمْ تَفْرَحُونَ ﴿٣٦﴾ اِرْجِعْ اِلَيْهِمْ فَلَنَأْتِيَنَّهُمْ بِجُنُودٍ لَا قِبَلَ لَهُمْ بِهَا وَلَنُخْرِجَنَّهُمْ مِنْهَٓا اَذِلَّةً وَهُمْ صَاغِرُونَ ﴿٣٧﴾

36-37. Hediyeyi getiren heyet, Süleyman’a geldiği vakit, Süleyman dedi ki: ″Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allah’u Teâlâ’nın bana verdiği (mülk ve Peygamberlik), size verdiğinden daha hayırlıdır. Bilakis kendi hediyelerinizle kendiniz sevinirsiniz.* (Ey heyet reisi!) Sen, Belkıs’a ve kavmine dön. Yemin olsun ki onlara, karşı koyamayacakları ordularla geliriz ve mutlaka onları zelil ve hakir oldukları halde yurtlarından çıkarırız.″

İzah: Süleyman Aleyhisselâm, o heyetin getirdiği hediyeleri görünce, kendi adamlarına: ″Onların getirdiği hediyelerin benzerlerini onlara gösterin″ dedi. Onlar da, o hediye getiren adamları çöp kutularının olduğu yere götürdüler. Orada aynı o hediyelerin benzeri altın, gümüş ve incilerden olan çöp kutuları gördüler. Onlar, sarayda çöp kutusu olarak kullanılıyordu. Süleyman Aleyhisselâm: ″Sizin hediyeniz sizi ferahlandırır. Bana hediyeyle değil, Müslüman olarak gelin″ dedi. Yine o heyet; sarayın içindeki mahlûkatları ve kuşların sarayın üzerinde gölgelik yaptığını, rüzgârın sarayı havaya kaldırıp götürdüğünü gördüler ve ″İyi ki harp etmemişiz″ dediler ve savaş istemeyen Belkıs’a hak verdiler. Süleyman Aleyhisselâm o heyete: ″Bana Müslüman olarak gelsinler″ dedi. Bu heyet gitti ve Belkıs’a; onun muazzam ordusunu, saltanatını haber vererek, rüzgârın bile Süleyman Aleyhisselâm’ın emrinde olduğunu söylediler. Belkıs da: ″O zaman ben gideyim″ dedi ve yola çıktı.


﴿ قَالَ يَٓا اَيُّهَا الْمَلَؤُ۬ا اَيُّكُمْ يَأْت۪ين۪ي بِعَرْشِهَا قَبْلَ اَنْ يَأْتُون۪ي مُسْلِم۪ينَ ﴿٣٨﴾ قَالَ عِفْر۪يتٌ مِنَ الْجِنِّ اَنَا۬ اٰت۪يكَ بِه۪ قَبْلَ اَنْ تَقُومَ مِنْ مَقَامِكَۚ وَاِنّ۪ي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ اَم۪ينٌ ﴿٣٩﴾ قَالَ الَّذ۪ي عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا۬ اٰت۪يكَ بِه۪ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَۜ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ قَالَ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّ۪ي۠ لِيَبْلُوَن۪ٓي ءَاَشْكُرُ اَمْ اَكْفُرُۜ وَمَنْ شَكَرَ فَاِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ رَبّ۪ي غَنِيٌّ كَر۪يمٌ ﴿٤٠﴾

38-40. Süleyman: ″Ey ileri gelenler! Onlar, Müslüman olarak gelmeden önce, Belkıs’ın arşını (köşkünü) bana kim getirir?″ dedi.* Cinlerden bir ifrit: ″Sen, yerinden kalkmadan önce, ben onu sana getiririm. Ben buna muktedirim ve emînim″ dedi.* Kendinde kitaptan bir ilim bulunan zât (Âsaf b. Berhaya) da: ″Ben onu sana gözünü kapayıp açıncaya kadar getiririm″ dedi (ve hemen getirdi). Süleyman, arşın geldiğini görünce, dedi ki: ″Bu, Rabbimin bana lütfudur. Şükür mü ederim, yoksa nankörlükte mi bulunurum? diye beni imtihan etmek için verdi. Her kim şükrederse nefsi için şükreder. Kim de nankörlükte bulunursa, şüphesiz ki Rabbim hiçbir şeye muhtaç değildir, büyük lütuf sahibidir.″

İzah: Süleyman Aleyhisselâm: ″Belkıs benim yanıma gelmeden önce Yemen’den Kudüs’e, o kızın köşkünü kim getirir?″ diye sordu. Süleyman Aleyhisselâm eğer isteseydi, o kızın köşkünü kendisi getirirdi. Lâkin böyle yapmadı. Bakalım benim ümmetimin içinde kerâmet sahibi kimseler var mı? diye ümmetini denedi. Cinlerden bir ifrit: ″Belkıs’ın köşkünü, sen oturduğun yerden kalkmadan getiririm″ demesine rağmen, Süleyman Aleyhisselâm onun getirmesini istemedi. Çünkü insanlardan birisinin getirmesini istiyordu.

Süleyman Aleyhisselâm‘ın kendi yanındaki ashâbına döndü. Baş veziri olan Âsaf b. Berhaya: ″Ben, Belkıs’ın o muazzam köşkünü sen gözünü kapayıp açıncaya kadar getiririm″ dedi. Süleyman Aleyhisselâm, başını çevirip baktı ki, köşk gelmiş.[1] Bunun üzerine Allah‘u Teâlâ‘ya şükredip, ″Bu, benim Rabbimin büyük bir lütfudur, hediyesidir. Elhamdulillâh! Benim ümmetimde bu gibi kerâmete eren zâtlar yetişmiş″ diyerek hemen secdeye kapandı. ″Şükür mü edecek, verdiğim nîmetlere nankörlükte mi bulunacak diye beni denemek için Rabbim bunu verdi. Yâ Rabbi! Sana yüz binlerce şükürler olsun″ dedi.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, Belkıs’ın sarayını Yemen’den Kudüs’e getiren zâtın, Âsaf b. Berhaya olduğunu söylemiştir.

Yine bu zât hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

إِنَّ اِسْمَ اللّٰه الْأَعْظَمَ الَّذِي دَعَا بِهِ آصَفُ بْنُ بَرْخِيَا يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن عائشة)

″Âsaf b. Berhaya’nın kendisini zikrederek duâ ettiği Allah’ın İsm-i Âzam’ı; Yâ Hayyu, Yâ Kayyûm[2] idi.″[3]

Şeyh Abdülkadir Geylanî Kaddesallâhu sırrahû da, kitabında: ″Süleyman Aleyhisselâm‘ın baş veziri, Âsaf b. Berhaya; ″Kayyûm″ ismine mazhardı. ″Yâ Kayyûm″ dedi, Belkıs’ın köşkü geldi″ diye beyan etmiştir.[4]

Hanefi Mezhebi’nin itikâdda imamı olan İmam Mâturudî’nin görüşlerinin yazıldığı ″Mâturidiyye Akâidi″ adlı kitapta, ″Velîlerin Kerâmetleri″ başlığı altında bu konu şöyle geçmektedir:

[Velîlerin kerâmetleri bize göre câizdir. Mûtezile buna muhaliftir. Yine sihir ile göz değmesi bize göre olağan olup onlarca mümkün değildir.

Bu konudaki delilimiz hem akli hem de nakli yöndendir.

a. Nakli delil: Süleyman Aleyhisselâm’ın vezirine dair gelen ilâhi haberdir. Şöyle ki o, (Sebe Melikesi) Belkıs’ın köşkünü uzak mesafeden kısa bir zaman içinde getirmiştir. Nitekim Allah’u Teâlâ (Sûre-i Neml, Âyet 40’ta) şöyle buyurmuştur: ″Ben onu sana gözünü kapayıp açıncaya kadar getiririm″ dedi…

Yine Nihavend’de bulunan Hz. Sâriye, Medîne’de halife Ömer Radiyallâhu anhu’nun:

يَا سَارِيَةُ الْجَبَلُ اَلْجَبَلُ

″Ey Sâriye dağa dikkat et dağa!″ sözünü işitmiştir. Halbuki ikisi arasında beş yüz fersahtan (2778 km’den) fazla bir mesafe bulunuyordu. Hz. Ömer’in mektubu (atılmak sûreti) ile Nil Nehri’nin taşması, Hz. Halid’in zehir içmesi ve bundan zarar görmemesi de meşhurdur. Tabiine ve Ümmet-i Muhammed’in sâlihlerine ait nakloluna gelen kerâmetler o dereceye ulaşmıştır ki, ahad yoluyla gelen bu rivâyetler bir araya getirildiği takdirde, kerâmetin mümkün olduğu noktasında tevâtür mertebesine varır.

(Tevâtür: Bir Hadis-i Şerif’i veya bir olayı, yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan büyük bir topluluğun nesilden nesile başka topluluklara aktarmasıdır. Örneğin Fatih Sultan Muhammed Han Hazretleri tarafından fethedilen İstanbul’un alınması hâdisesinde olduğu gibi. Nesilden nesile söylenilerek günümüze kadar bu bilgi gelmiştir. Bunun aksini iddia etmek imkânsızdır.)

b. Akli delil’e gelince: Kerâmet, tabiatta câri kanuna aykırı olarak vukû bulan ilâhi bir fiildir (olağanüstü bir haldir). Tâ ki kul, itaatkârlığın meyvesini tanısın ve dînin hak olduğuna dair basiret ve inancı artsın.

Soru: Kerâmet bu tarzda vukû bulacak olsaydı, mûcizeye benzer, Nebî ile velî birbirinden ayırt edilemezdi.

Cevap: Öyle değildir, çünkü mûcize nübüvvet iddiasıyla beraber bulunur. Halbuki velî bunu iddia edecek olsa, anında kâfir olur ve kerâmete lâyık olma vasfından sıyrılır. Bilakis velî, Peygamber Aleyhisselâm’a bağlı olduğunu ikrar eder. Şüphe yok ki, velîye ait her bir kerâmet, tâbi olduğunu ikrar ettiği Peygamber hakkında bir mûcize sayılır. Böyle olunca da velî ile Nebî arasında benzerlik doğmaz.][5]

İşte yukarıda geçtiği gibi, Ehl-i Sünnet’e göre, evliyâ kerâmeti haktır ve bu hususta çok delil nakledilmiştir. Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 37’de geçtiği üzere Hz. Meryem’e Cennet meyvelerinin gelmesi, Sûre-i Kehf, Âyet 25’te geçtiği üzere Ashâb-ı Kehf’in 309 sene uyuması ve bu Sûre-i Neml, Âyet 40’da geçtiği üzere; Süleyman Aleyhisselâm’ın yanındaki baş veziri olan Âsaf b. Berhaya’nın Belkıs’ın sarayını Yemen’den Kudüs’e göz açıp kapayıncaya kadar getirmesi bunlardandır.[6]

Kerâmete dair Enes Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise nakledilmiştir:

أَنَّ رَجُلَيْنِ مِنْ أَصْحَابِ النَّبِىِّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ خَرَجَا مِنْ عِنْدِ النَّبِىِّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِى لَيْلَةٍ مُظْلِمَةٍ وَمَعَهُمَا مِثْلُ الْمِصْبَاحَيْنِ يُضِيئَانِ بَيْنَ أَيْدِيهِمَا فَلَمَّا افْتَرَقَا صَارَ مَعَ كُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا وَاحِدٌ حَتَّى أَتَى أَهْلَهُ (خ عن انس بن مالك)

″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbından iki kişi karanlık bir gece de Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanından çıktılar. Önlerinde meşâle gibi iki ışık belirdi. Birbirlerinden ayrılınca da, evlerine varıncaya kadar her birinin yolunu bir ışık aydınlattı.″[7]

Allah’u Teâlâ’nın, evliyâları vâsıtasıyla darda kalanlara yardım ettiğine dair de Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِذَا أَضَلَّ أَحَدُكُمْ شَيْئًا أَوْ أَرَادَ أَحَدُكُمْ غَوْثًا وَهُوَ بِأَرْضٍ لَيْسَ بِهَا أَن۪يسٌ فَلْيَقُلْ يَا عِبَادَ اللّٰهِ أَغِيثُونِى يَا عِبَادَ اللّٰهِ أَعِينُونِى فَاِنَّ لِلّٰهَ عِبَادًا لَا يُرَاهُمْ (طب عن عتبة بن غزوان)

″Biriniz bir şeyde yolunuzu şaşırırsanız veya hiç kimsenin size yoldaş olmadığı, çaresiz kaldığınız bir yerde yardımcı ararsanız, deyin ki: ″Ey Allah’ın has kulları! Benim imdadıma yetişin. Ey Allah’ın has kulları! Bana yardım edin!″ Çünkü Allah’u Teâlâ’nın öyle kulları var ki, onlara yardıma gelirler, görünmezler.″[8]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde ise şöyle buyurmuştur:

اِذَا انْفَلَتَتْ دَابَّةُ أَحَدِكُمْ بِأَرْضِ فَلاةٍ فَلْيُنَادِ: يَا عِبَادَ اللّٰهِ احْبِسُوا عَلَيَّ يَا عِبَادَ اللّٰهِ احْبِسُوا عَلَيَّ فَاِنَّ لِلّٰهِ فِى الأَرْضِ حَاضِرًا سَيَحْبِسُهُ عَلَيْكُمْ. (طب عن ابن مسعود)

″Sizin birinizin sahrada hayvanı kaçarsa, ″Ey Allah’ın has kulları! hapsedin. Ey Allah’ın has kulları! durdurun″ diye seslensin. Çünkü Allah’ın yeryüzünde hazır bulunan öyle kulları vardır ki, onu tutarlar.″[9]

Yine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَقَدْ كَانَ فِيمَا قَبْلَكُمْ مِنَ الْأُمَمِ مُحَدَّثُونَ فَاِنْ يَكُونُ فِى أُمَّتِى أَحَدٌ فَاِنَّهُ عُمَرُ (خ ت عن ابى هريرة)

″Yemin olsun ki, sizden önce yaşamış ümmetler içinde kendilerine ilham olunan kimseler vardı. Ümmetim içinde onlardan biri de şüphesiz Ömer’dir.″[10]

Kuraklık olduğunda, Ashâb’ın önerisiyle Hz. Ömer, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in amcası Hz. Abbas’ı minber üzerine oturtup, kendisi de yanına oturur ve onu vesîle ederek yağmur duâsı yapardı. Bu husus Hz. Enes’den nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle geçmektedir:

أَنَّ عُمَرَ بْنَ الْخَطَّابِ كَانَ اِذَا قَحَطُوا اسْتَسْقَى بِالْعَبَّاسِ بْنِ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ فَقَالَ اللّٰهُمَّ اِنَّا كُنَّا نَتَوَسَّلُ اِلَيْكَ بِنَبِيِّنَا فَتَسْقِينَا وَاِنَّا نَتَوَسَّلُ اِلَيْكَ بِعَمِّ نَبِيِّنَا فَاسْقِنَا قَالَ فَيُسْقَوْنَ (خ طب عن انس)

Kuraklık olduğunda, Ömer b. el-Hattab, (Peygamberimizin amcası) Abbas İbn-i Abdulmuttalib’i vesîle ederek, ″Yâ Rabbi! Bizler, Peygamberimiz (hayatta iken) vesîlesiyle senden yağmur isterdik de bize yağmur ihsan ederdin. Şimdi de Peygamberimizin amcasının vesîlesiyle bize yağmur ihsan et″ diye duâ ederdi. Enes Radiyallâhu anhu der ki: ″Bu duâyı edince hemen yağmur yağardı.″[11]

İşte bu türden görülen kerâmetler o kadar çok nakledilmiştir ki, tevatür derecesine ulaşmıştır, yani inkârı mümkün değildir. Yine kerâmet hakkında Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 37’nin izahına bakınız.


[1] Âsaf b. Berhaya’nın Yemen’den Kudüs‘e Belkıs’ın köşkünü getirmesi, Allah’u Teâlâ’nın sevdiği kullarına verdiği bir lütfudur. Buna benzer harikulâde haller, Kur’ân âyetlerinde geçmektedir. Meselâ: Ashâb-ı Kehf’in üç yüz dokuz yıl uyuması, Hz. Meryem’e her gün Cennetten yiyecek gelmesi gibi. İşte Allah dostları olan böyle zâtlardan zuhur eden harikulâde hallere kerâmet denir.

[2] ″Hayy ve Kayyûm″ ifadeleri; Allah’u Teâlâ‘nın Esmâ’ül-Hüsnâ‘sındandır. Hayy: Diri olmak yani hayatı ezelî ve ebedîdir. Kayyûm da: Bütün mükevvenâtın halk ve tedbiri, muhafazası O‘na aittir, demektir.

[3] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 13, s. 204.

[4] Gunyet’üt-Tâlibîn, c. 1, s. 164-165. Süleyman Aleyhisselâm’ın kıssası için yine buraya bakabilirsiniz.

[5] Nureddin es-Sabuni, Maturidiyye Akaidi, s. 123-124.

[6] Bakınız: Hamâil’ül-Vesâil Alâ Delâil’ül-Mesâil, s. 233-235.

[7] Sahih-i Buhârî, Salât 79, Menâkıb’ul–Ensâr 13.

[8] Taberânî Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 13737.

[9] Ebû Ya’la Mevsili, Müsned, Hadis No: 5269; Taberanî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 10520; Heysemî, Mecme’uz-Zevâid, Hadis No: 17105; İbn-i Hacer el-Askalani, el-Metâlib’ul-Âliye Fî Zevâid’il Mesanid’is-Semâniye, Duâlar ve Zikirler 25, Hadis No: 3382.

[10] Sahih-i Buhârî, Fedâil’ul-Ashâb 6, Enbiyâ 54; Sünen-i Tirmizî, Menâkıb 17.

[11] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 537; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 82.


﴿ قَالَ نَكِّرُوا لَهَا عَرْشَهَا نَنْظُرْ اَتَهْتَد۪ٓي اَمْ تَكُونُ مِنَ الَّذ۪ينَ لَا يَهْتَدُونَ ﴿٤١﴾

41. Süleyman dedi ki: ″Belkıs’ın arşının görünüşünü değiştirin. Bakalım tanıya­bilecek mi, yoksa tanımayanlardan mı olacak?″


﴿ فَلَمَّا جَٓاءَتْ ق۪يلَ اَهٰكَذَا عَرْشُكِۜ قَالَتْ كَاَنَّهُ هُوَۚ وَاُو۫ت۪ينَا الْعِلْمَ مِنْ قَبْلِهَا وَكُنَّا مُسْلِم۪ينَ ﴿٤٢﴾

42. Belkıs geldiği vakit, ″Senin arşın böyle midir?″ denildi. Belkıs da (değiştirildiğine işâretle): ″Sanki odur, o! Bundan önce bize ilim verilmişti, biz de Müslüman olmuştuk″ dedi.

İzah: Belkıs’ın daha önceden Süleyman Aleyhisselâm’ın gücünü, kudretini ve ilmini anlamak için gönderdiği heyet; kendisine Süleyman Aleyhisselâm’ın insanlara, cinlere ve hayvanlara hükmettiği, onlarla konuştuğu, rüzgârın emrinde olduğu ve muazzam sarayının havada uçtuğunu haber vermişti. Belkıs’ın: ″Bundan önce bize ilim verilmişti″ diye söylemesi de bu sebeptendir. Yani bu harikulâde hallerin yanında, benim köşkümün getirilmiş olması beni şaşırtmadı, demektir. Zîrâ ben önceden Allah’ın kudretini ve senin Peygamberliğini bildim ve Müslüman olarak geldim, demiştir.


﴿ وَصَدَّهَا مَا كَانَتْ تَعْبُدُ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ اِنَّهَا كَانَتْ مِنْ قَوْمٍ كَافِر۪ينَ ﴿٤٣﴾

43. Daha önce Allah’tan başka taptığı şeyler, Belkıs’ı hak dine girmek­ten alıkoymuştu. Çünkü kendisi kâfir bir kavimden idi.


﴿ ق۪يلَ لَهَا ادْخُلِي الصَّرْحَۚ فَلَمَّا رَاَتْهُ حَسِبَتْهُ لُجَّةً وَكَشَفَتْ عَنْ سَاقَيْهَاۜ قَالَ اِنَّهُ صَرْحٌ مُمَرَّدٌ مِنْ قَوَار۪يرَۜ قَالَتْ رَبِّ اِنّ۪ي ظَلَمْتُ نَفْس۪ي وَاَسْلَمْتُ مَعَ سُلَيْمٰنَ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ۟ ﴿٤٤﴾

44. Belkıs’a: ″Saraya gir″ denildi. Belkıs sarayı görünce, (önünde) akan derin bir su olduğunu zannetti ve (ıslanmasın diye) elbisesini yukarı doğru çemreyerek ayaklarını açtı. Süleyman: ″Bu (giriş yolu), camdan yapılmış bir saraydır″ dedi. Belkıs da: ″Yâ Rabbi! Şüphesiz ben, (güneşe tapmakla) nefsime zulmetmişim. Şimdi ise Süleyman ile beraber âlemlerin Rabbi olan Allah’a îman edip teslim oldum″ dedi.

İzah: Cinler, Süleyman Aleyhisselâm’a: ″O kızın annesi cinlerdendir, bedeninin yukarısı insana, alt kısmı da hayvana benzer; ayakları keçi ayağı gibi kıllı, tırnağı çatal ve aklı yok dediler. Bu sebeple cinler, Süleyman Aleyhisselâm ile evlenmemesi için kızın hakkında iftirada bulundular.

Süleyman Aleyhisselâm, kızın aklını denemek için onun köşkünü boyattırdı ve ona göstererek:″Bu senin köşkün mü?″ dedi. Belkıs: ″Evet, o dur, o!″ deyince bildi ki, aklı tamam. Bu sefer de Süleyman Aleyhisselâm: ″Yanıma gel″ diye çağırdı. Süleyman Aleyhisselâm, kendi sarayının önüne derin akan bir su üzerine camdan bir köprü yaptırmıştı. Bu sebeple, köprü gözükmüyor; su görünüyordu. Belkıs, suya girmekte tereddüt etti, elbisesini çemremeye başladı. Süleyman Aleyhisselâm, onun ayaklarının normal kadın ayağı olduğunu görünce ona, suyun hemen üzerinde camdan bir köprü olduğunu ve onun üzerinden yürüyüp gelmesini söyledi. Bunun üzerine Belkıs, elbisesini tekrar indirdi ve o cam köprüden yürüyerek Süleyman Aleyhisselâm’ın yanına geldi.

Belkıs ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كَانَتْ بِلْقِيس مِنْ أَحْسَن نِسَاء الْعَالَمِينَ سَاقَيْنِ وَهِيَ مِنْ أَزْوَاج سُلَيْمَان عَلَيْهِ السَّلَام فِي الْجَنَّة فَقَالَتْ عَائِشَة هِيَ أَحْسَن سَاقَيْنِ مِنِّي؟ فَقَالَ عَلَيْهِ السَّلَام أَنْتِ أَحْسَن سَاقَيْنِ مِنْهَا فِي الْجَنَّة (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن عائشة)

″Belkıs, dünyâda ayakları en güzel kadınlar­dan idi. O Cennette Süleyman Aleyhisselâm’ın hanımları arasında olacaktır.″ Hz. Âişe: ″Onun ayakları benimkinden de mi güzeldi?″ deyince, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″Cennette senin ayakların ondan güzel olacaktır.″[1]

Buradan anlaşılan, Süleyman Aleyhisselâm’ın fenni, sanatı, ilmi, hem de onun ümmetinde büyük evliyâlar olduğu ortaya çıkmıştır.


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 13, s. 210.


﴿ وَلَقَدْ اَرْسَلْنَٓا اِلٰى ثَمُودَ اَخَاهُمْ صَالِحًا اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ فَاِذَا هُمْ فَر۪يقَانِ يَخْتَصِمُونَ ﴿٤٥﴾ قَالَ يَا قَوْمِ لِمَ تَسْتَعْجِلُونَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِۚ لَوْلَا تَسْتَغْفِرُونَ اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ ﴿٤٦﴾

45-46. Yemin olsun ki Biz, Semud kavmine kardeşleri Sâlih’i Peygamber olarak gönderdik. O da: ″Allah’a ibâdet edin″ dedi. Onlar ise, hemen birbirleriyle husûmetleşen iki fırka oldular.* Sâlih, onlara dedi ki: ″Ey kavmim! Niçin iyilikten önce kötülüğün acele gelmesini istiyorsunuz? Rahmete nâil olmanız için Allah’tan bağışlanmanızı dileseniz ya!″


﴿ قَالُوا اطَّيَّرْنَا بِكَ وَبِمَنْ مَعَكَۜ قَالَ طَٓائِرُكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ تُفْتَنُونَ ﴿٤٧﴾

47. Kavmi, Sâlih’e: ″Senden ve seninle beraber olanlardan dolayı uğursuzluğa uğradık″ dediler. Sâlih de onlara: ″Uğursuzluğunuzun sebebi, Allah katındadır. Bilakis siz, imtihana çekilen bir kavimsiniz″ dedi.


﴿ وَكَانَ فِي الْمَد۪ينَةِ تِسْعَةُ رَهْطٍ يُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ وَلَا يُصْلِحُونَ ﴿٤٨﴾ قَالُوا تَقَاسَمُوا بِاللّٰهِ لَنُبَيِّتَنَّهُ وَاَهْلَهُ ثُمَّ لَنَقُولَنَّ لِوَلِيِّه۪ مَا شَهِدْنَا مَهْلِكَ اَهْلِه۪ وَاِنَّا لَصَادِقُونَ ﴿٤٩﴾

48-49. Belde de dokuz kişi vardı. Onlar, yeryüzünde fesat çıkarır ve ıslahı gerektiren hiçbir şey yapmazlardı.* Onlar, kendi aralarında Allah’a yemin ederek, şöyle dediler: ″Sâlih’i ve ehlini bir gece baskınıyla öldürelim. Sonra da velîsine diyelim ki, biz onların öldürülmesi esnasında orada değildik ve biz gerçekten doğru söylüyoruz.″

İzah: Rivâyete göre, Hicr beldesinde bulunan bu dokuz kişi, Semud kavminin eşrafından olan kişilerin oğulları idi. Bunlar dâimâ fesat çıkaran, fakat hiçbir iyilikte bulunmayan kimselerdi. İşte bu dokuz kişi, Sâlih Aleyhisselâm’a ve ehline suikast düzenlemeyi planlamışlardı. Bunların reisleri Kudar b. Salef idi. Bu kişi, Sâlih Aleyhisselâm’ın mûcize olarak çıkardığı dişi devenin öldürülmesine de bizzat sebep olmuştu.


﴿ وَمَكَرُوا مَكْرًا وَمَكَرْنَا مَكْرًا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٥٠﴾ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ مَكْرِهِمْۙ اَنَّا دَمَّرْنَاهُمْ وَقَوْمَهُمْ اَجْمَع۪ينَ ﴿٥١﴾

50-51. Onlar, böyle bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında değillerken onlara tuzak kurduk.* Ey Habîbim! Bak, tuzaklarının âkıbeti nasıl oldu? Şüphesiz Biz, onları ve kavimlerini cümleten helâk ettik.


﴿ فَتِلْكَ بُيُوتُهُمْ خَاوِيَةً بِمَا ظَلَمُواۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ ﴿٥٢﴾ وَاَنْجَيْنَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ ﴿٥٣﴾

52-53. İşte onların, küfürleri sebebiyle harap olmuş evleri! Şüphesiz bunda, bilen bir topluluk için elbette bir ibret vardır.* Îman edip Allah’tan korkanları ise kurtardık.

İzah: Sâlih Aleyhisselâm’ın deve mûcizesi ve onun öldürülmesi hâdisesi hakkında geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 73-79’a ve izahlarına bakınız.


﴿ وَلُوطًا اِذْ قَالَ لِقَوْمِه۪ٓ اَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ وَاَنْتُمْ تُبْصِرُونَ ﴿٥٤﴾ اَئِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ شَهْوَةً مِنْ دُونِ النِّسَٓاءِۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ ﴿٥٥﴾

54-55. Lût’u da Peygamber olarak gönderdik. O da, kendi kavmine dedi ki: ″Kötü olduğunu bildiğiniz halde, en kötü bir fiili mi yapıyorsunuz?* Siz, kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere mi yanaşıyorsunuz? Gerçekten siz, câhil bir kavimsiniz.″


﴿ فَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِه۪ٓ اِلَّٓا اَنْ قَالُٓوا اَخْرِجُٓوا اٰلَ لُوطٍ مِنْ قَرْيَتِكُمْۚ اِنَّهُمْ اُنَاسٌ يَتَطَهَّرُونَ ﴿٥٦﴾

56. Kavminin cevabı ise, ″Lût’u ve ailesini beldenizden çıkarın. Çünkü onlar, yaptıklarımızdan temiz kalmak isteyen kimselerdir″ demekten ibâret oldu.


﴿ فَاَنْجَيْنَاهُ وَاَهْلَهُٓ اِلَّا امْرَاَتَهُۘ قَدَّرْنَاهَا مِنَ الْغَابِر۪ينَ ﴿٥٧﴾ وَاَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ مَطَرًاۚ فَسَٓاءَ مَطَرُ الْمُنْذَر۪ينَ۟ ﴿٥٨﴾

57-58. Biz de Lût’u ve ehlini kurtardık. Lâkin zevcesinin helâk olanlar arasında bulunmasını takdir ettik.* Üzerlerine yağmur gibi taş yağdırdık. Uyarılıp da îman etmeyenlerin yağmuru ne kötüdür!

İzah: Lût Aleyhisselâm’ın zevcesi, kâfirlere yardımcı olduğu için Allah’u Teâlâ, onun da kâfirler ile birlikte helâk olmasını takdir etti.

Lût kavminin nasıl helâk edildiği, daha geniş olarak Sûre-i Hûd, Âyet 82-83’te de şöyle geçmektedir:

Lût kavminin helâki hakkındaki emrimiz gelince, beldelerinin altını üstüne çevirdik ve üzerlerine arka arkaya ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar yağdırdık.* O taşlar (her birinin üzerinde kime isâbet edeceği), Rabbin tarafından işâretlenmiş idi. Bu azap, zâlimlerden hiçbir zaman uzak değildir.″

Lût kavminin işledikleri kötü fiil hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَإِذَا كَثُرَ اللُّوطِيَّةُ رَفَعَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ يَدَهُ عَنِ الْخَلْقِ فَلا يُبَالِي فِي أَيِّ وَادٍ هَلَكُوا (طب عن جابر)

″Lûtîlik (Lût Aleyhisselâm‘ın kavminin yaptığı erkeklerle ilişki fuhşiyatı) çoğaldığında, Allah’u Teâlâ onların üzerinden rahmet elini kaldırır ve hangi vâdide helâk olduklarına bakmaz.″[1]

Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 80-84 ve Sûre-i Hûd, Âyet 76-83 ve izahlarına bakınız.


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 1731; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 53/14.


﴿ قُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ وَسَلَامٌ عَلٰى عِبَادِهِ الَّذ۪ينَ اصْطَفٰىۜ آٰللّٰهُ خَيْرٌ اَمَّا يُشْرِكُونَۜ ﴿٥٩﴾

59. Ey Resûlüm! De ki: ″Hamd, Allah’a olsun. Selâm da Allah’ın seçtiği kulları üzerine olsun. Allah’u Teâlâ mı hayırlıdır, yoksa onların ortak koştukları mı?″

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, bu Âyet-i Kerîme’de: Allah’ın seçtiği kulları diye geçen kimseler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbıdır.[1]

Ashâb-ı Kirâm hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

إِنَّاللّٰهَ اخْتَارَنِي وَاخْتَارَ أَصْحَابِي فَجَعَلَهُمْ أَصْهَارِي وَجَعَلَهُمْ أَنْصَارِي وَإِنَّهُ سَيَجِيءُ فِي آخِرِ الزَّمَانِ قَوْمٌ يَنْتَقِصُونَهُمْ أَلَا فَلَا تُنَاكِحُوهُمْ أَلَا فَلَا تَنْكِحُوا إِلَيْهِمْ أَلَا فَلَا تُصَلُّوا عَلَيْهِمْ عَلَيْهِمْ حَلَّتْ لَعْنَةُ (عق ابن النجار عن انس بن مالك)

″Allah’u Teâlâ, Beni ve Ashâbımı seçti. Ashâbımı Bana akraba ve yardımcılar kıldı. Bilesiniz âhir zaman­da bir kısım insanlar çıkıp Ashâbımın kadrini, kıymetini düşürmeye çalışacak. Dik­kat edin! Onlarla evlenmeyin. Dik­kat edin! Onlara kız vermeyin. Dikkat edin! Onlarla birlikte namaz kılmayın. Onla­rın (cenâze) namazını da kılmayın. Onlara Hakk’ın lâneti inmiştir.″[2]

إِنَّ اللّٰهَ اخْتَارَنِي وَاخْتَارَ لِي أَصْحَابًا فَجَعَلَ لِي بَيْنَهُمْ وُزَرَاءَ وَأَنْصَارًا، وَأَصْهَارًا فَمَنْ سَبَّهُمْ فَعَلَيْهِ لَعْنَةُ اللّٰهِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ لَا يُقْبَلُ مِنْهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ صَرْفٌ وَلَا عَدْلٌ (طب ك عن عويم بن ساعدة)

″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, Beni seçti ve Benim için de Ashâbımı seçti. Onlardan bâzılarını Bana vezir, yardımcı ve akraba yaptı. Onlara kim söverse, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Mahşer gününde onun (dünyâda iken yaptığı) hiçbir ameli kabul edilmez.″[3]

إِنَّ اللّٰه تَعَالَى اِخْتَارَ أَصْحَابِي عَلَى الْعَالَمِينَ سِوَى النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَاخْتَارَ لِي مِنْ أَصْحَابِي أَرْبَعَة يَعْنِي أَبَا بَكْر وَعُمَر وَعُثْمَان وَعَلِيًّا فَجَعَلَهُمْ أَصْحَابِي وَفِي أَصْحَابِي كُلّهمْ خَيْر وَاخْتَارَ أُمَّتِي عَلَى سَائِر الْأُمَم وَاخْتَارَ لِي مِنْ أُمَّتِي أَرْبَعَة قُرُون (البزار عن جابر)

″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, Peygamberler ve Resuller dışında Ashâbımı bütün âlemler arasından seçmiş ve üstün kılmıştır. Ashâbım arasından da Benim için dört kişiyi seç­miş ve üstün kılmıştır (Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi kastetmektedir). Onları Benim Ashâbım kılmıştır. Bununla birlikte bütün Ashâbımda hayır vardır. Ümme­timi de diğer ümmetler arasından seçmiş ve üstün kılmıştır. Ümmetimden de Benim için dört nesil seçmiştir. [4]

اللّٰهَ اللّٰهَ فِي أَصْحَابِي اللّٰهَ اللّٰهَ فِي أَصْحَابِي لَا تَتَّخِذُوهُمْ غَرَضًا بَعْدِي فَمَنْ أَحَبَّهُمْ فَبِحُبِّي أَحَبَّهُمْ وَمَنْ أَبْغَضَهُمْ فَبِبُغْضِي أَبْغَضَهُمْ وَمَنْ آذَاهُمْ فَقَدْ آذَانِي وَمَنْ آذَانِي فَقَدْ آذَى اللّٰهَ وَمَنْ آذَى اللّٰهَ يُوشِكُ أَنْ يَأْخُذَهُ (ت حم عن عبد اللّٰه بن مغفل)

″Ashâbım hakkında Allah, Allah derim. Ashâbım hakkında Allah, Allah derim. Benden sonra onları kendinize hedef edinmeyin. Kim onları severse, bu Bana olan sevgisinden dolayıdır. Kim de onlara buğzederse, bu da Bana olan buğzu sebebiyledir. Onlara kim eziyet ederse, Bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiş olur. Allah’a eziyet edenin de belâsı yakındır.″[5]

Allah’u Teâlâ, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in Ashâbını Sûre-i Fetih, Âyet 29‘ da şöyle övmektedir:

″Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Onunla beraber bulunanlar, kâfirlere karşı çok şiddetlidirler, kendi aralarında ise çok merhametli-dirler. Onları rükû ediciler, secde ediciler olarak görürsün. Onlar, Allah’ın lütuf ve rızâsını dilerler…″


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 11, s. 369.

[2] Kütüb-i Sitte, c. 1, s. 525; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 89/7; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32468, 32529.

[3] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 13794; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 6732; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 86/7.

[4] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 13, s. 305; Hayât’üs-Sahâbe, c. 2, s. 408.

[5] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 62; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 19641; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 185/4.


﴿ اَمَّنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَنْبَتْنَا بِه۪ حَدَٓائِقَ ذَاتَ بَهْجَةٍۚ مَا كَانَ لَكُمْ اَنْ تُنْبِتُوا شَجَرَهَاۜ ءَاِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِۜ بَلْ هُمْ قَوْمٌ يَعْدِلُونَۜ ﴿٦٠﴾

60. (Onların ortak koştukları mı hayırlı?) Yoksa gökleri ve yeri yaratan ve sizin için gökten su indiren mi? O su sebebiyle güzel bahçeler yetiştirdik ki, o bahçelerin bir ağacını bile bitirmeye muktedir değilsiniz. Allah ile beraber başka ilah mı var? Hayır, onlar hak yoldan sapan bir kavimdir.


﴿ اَمَّنْ جَعَلَ الْاَرْضَ قَرَارًا وَجَعَلَ خِلَالَهَٓا اَنْهَارًا وَجَعَلَ لَهَا رَوَاسِيَ وَجَعَلَ بَيْنَ الْبَحْرَيْنِ حَاجِزًاۜ ءَاِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَۜ ﴿٦١﴾

61. (Onların ortak koştukları mı hayırlı?) Yoksa yeri bir karargâh kılan, aralarında nehirler akıtan, o yer için sâbit dağlar yaratan ve iki deniz arasında bir engel koyan mı? Allah ile beraber başka ilah mı var? Hayır, onların çoğu hiçbir şey bilmezler.

İzah: İki deniz suyunun birbirine karışmaması hakkında geniş bilgi için Sûre-i Rahmân, Âyet 19-20 ve izahına bakınız.


﴿ اَمَّنْ يُج۪يبُ الْمُضْطَرَّ اِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّٓوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَٓاءَ الْاَرْضِۜ ءَاِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِۜ قَل۪يلًا مَا تَذَكَّرُونَۜ ﴿٦٢﴾

62. (Onların ortak koştukları mı hayırlı?) Yoksa sıkıntıya düşmüş olan kimsenin duâsına icâbet eden, kötülüğü gideren ve sizi yeryüzünde halifeler kılan mı? Allah ile beraber başka ilah mı var? Siz, çok az düşünüyorsunuz.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Ebû Bekir Muhammed İbn-i Davûd el-Dîneverî Hazletleri şu olayı anlatmıştır:

Dimaşk’tan Zebedânî ülkesine katırımla ücretli yolcu taşıyordum. Bir keresinde bir adam katırıma bindi. Yolun bir kısmında girilmeyen bir yola uğradık. Bana: ″Şu yolu tut, orası en yakın yoldur″ dedi. Ben: ″O yolu bilmiyorum″ dediysem de; ″Hayır, aksine en yakın yol odur″ dedi. O yola girdik. Taşlık bir yere, derin bir vâdiye ulaştık. Orada bir sürü öldürülmüş kimse vardı. Bana: ″Katırın başını tut ki ineyim dedi. İndi, ayaklarını sıvadı, elbisesini toparladı ve yanındaki bıçağı çekerek üzerime yürüdü. Önünden kaçtım, peşime düştü. Allah aşkına! Katırı ve üzerindekileri al″ dedim. ″O zâten benimdir, benim maksadım seni öldürmektir″ dedi. Onu; Allah ile ve Allah’ın çarptıracağı cezâ ile korkutmak istedim, aldırmadı. Önünde teslimiyet gösterdim ve ″Beni bıraksan da iki rek’at namaz kılsam″ dedim. ″Acele et″ dedi. Namaz kılmak üzere kalktım, fakat Kur’ân okumada nutkum tutuldu, ondan bir harf bile hatırıma gelmiyordu. Şaşkın bir halde dikilip kaldım. O ise, ″Haydi, bitir″ diyordu. Allah’u Teâlâ benim dilimden: ″(Onların ortak koştukları mı hayırlı?) Yoksa sıkıntıya düşmüş olan kimsenin duâsına icâbet eden, kötülüğü gideren ve sizi yeryüzünde halifeler kılan mı?...″ diye devam eden Sûre-i Neml, Âyet 62’yi akıtıverdi.

فَإِذَا أَنَا بِفَارِسٍ قَدْ أَقْبَلَ مِنْ فَم الْوَادِي وَبِيَدِهِ حَرْبَة فَرَمَى بِهَا الرَّجُل فَمَا أَخْطَأَتْ فُؤَاده فَخَرَّ صَرِيعًا فَتَعَلَّقْت بِالْفَارِسِ وَقُلْت بِاللّٰهِ مَنْ أَنْتَ؟ فَقَالَ أَنَا رَسُول الَّذِي يُجِيب الْمُضْطَرّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِف السُّوء قَالَ فَأَخَذْت الْبَغْل وَالْحِمْل وَرَجَعْت سَالِمًا(ابن عساكر عن أبو بكر محمد بن داود الدينوري)

Bir de gördüm ki, elinde harbe olan bir atlı, vâdinin girişinden çıkıverdi. Harbeyi o adama fırlattı da, tam kalbine isâbet ettirdi ve adam yıkılarak düştü. Atlının yanına varıp, ″Allah için sen kimsin?″ diye sordum. ″Kendisine yakarıldığı zaman bunalmışa karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı giderenin elçisiyim″ dedi. Yükü ile beraber katırı aldım ve sâlimen döndüm.[1]


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 6, s. 205.


﴿ اَمَّنْ يَهْد۪يكُمْ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَنْ يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْرًا بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪ۜ ءَاِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِۜ تَعَالَى اللّٰهُ عَمَّا يُشْرِكُونَۜ ﴿٦٣﴾

63. (Onların ortak koştukları mı hayırlı?) Yoksa karanın ve denizin karanlıklarında sizi doğru yola sevk eden ve yağmurdan evvel yağmuru müjdeleyen rüzgârlar gönderen mi? Allah ile beraber başka ilah mı var? Allah’u Teâlâ, onların ortak koştuklarından çok yücedir.


﴿ اَمَّنْ يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُع۪يدُهُ وَمَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِۜ ءَاِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِۜ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿٦٤﴾

64. (Onların ortak koştukları mı hayırlı?) Yoksa mahlûkatı yoktan var eden, sonra da diriltecek olan ve sizi, gökten ve yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber başka ilah mı var? Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Eğer sözünüzde doğru iseniz, haydi delilinizi getirin.″


﴿ قُلْ لَا يَعْلَمُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُۜ وَمَا يَشْعُرُونَ اَيَّانَ يُبْعَثُونَ ﴿٦٥﴾ بَلِ ادَّارَكَ عِلْمُهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ۠ بَلْ هُمْ ف۪ي شَكٍّ مِنْهَا۠ بَلْ هُمْ مِنْهَا عَمُونَ۟ ﴿٦٦﴾

65-66. Ey Resûlüm! De ki: ″Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez. Onlar, ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.* Fakat âhiretin olacağına dair kendilerine (Resuller vâsıtasıyla) arka arkaya ilim ulaşmaktadır. Doğrusu onlar, âhiret hakkında şüphe içindedirler. Daha doğrusu onlar, âhiretin delillerini göremeyecek kadar kördürler.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Ey Resûlüm! De ki: ″Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez. Onlar, ne zaman diriltileceklerini de bilmezler″ diye buyrulmaktadır. Yani, Ey Resûlüm! Sen, kıyâmetin ne zaman kopacağını soran müşriklere de ki: ″Göklerde ve yerde bulunanlar gaybı bilmezler. Gaybı bilmek ancak Allah’a aittir. Kıyâmetin kopması da gayb bilgilerindendir. Göklerde ve yerde bulunan­lar, öldükten sonra kabirlerinden ne zaman çıkacaklarını da bilmezler, demektir.

Hz. Ömer’den nakledilen meşhur Cibril Hadisi’nde: ″Kendisine kıyâmetin ne zaman kopacağını soran Cebrâil Aleyhisselâm’a, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:

مَا الْمَسْئُولُ عَنْهَا بِأَعْلَمَ مِنَ السَّائِلِ (م د ن حم عن عمر بن الخطاب)

Onda sorulan, sorandan daha bilgili değildir″[1] diye cevap vermiştir.


[1] Sahih-i Müslim, Îman 1; Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 17; Sünen-i Nesâî, Îman 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 346; Bu hâdise, Sahih-i Buhârî’de, benzer lafızlarla Ebû Hüreyre Hazretlerinden de nakledilmiştir. Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadîs No: 47.


﴿ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا ءَاِذَا كُنَّا تُرَابًا وَاٰبَٓاؤُ۬نَٓا اَئِنَّا لَمُخْرَجُونَ ﴿٦٧﴾ لَقَدْ وُعِدْنَا هٰذَا نَحْنُ وَاٰبَٓاؤُ۬نَا مِنْ قَبْلُۙ اِنْ هٰذَٓا اِلَّٓا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿٦٨﴾

67-68. Kâfirler dediler ki: ″Biz ve babalarımız toprak olduğumuz vakit mi, bizler mi kabirden çıkarılacağız?* Yemin olsun ki bu, bize ve bizden önceki babalarımıza da vaad olundu. Bu vaad, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.″


﴿ قُلْ س۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُجْرِم۪ينَ ﴿٦٩﴾

69. Ey Habîbim! De ki: ″Yeryüzünde dolaşın da, mücrimlerin âkıbetinin nasıl olduğunu görün.″


﴿ وَلَا تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلَا تَكُنْ ف۪ي ضَيْقٍ مِمَّا يَمْكُرُونَ ﴿٧٠﴾ وَيَقُولُونَ مَتٰى هٰذَا الْوَعْدُ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿٧١﴾ قُلْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ رَدِفَ لَكُمْ بَعْضُ الَّذ۪ي تَسْتَعْجِلُونَ ﴿٧٢﴾

70-72. Ey Resûlüm! Onların seni yalanlamalarına üzülme ve onların sana karşı yapmak istedikleri hilelerden sıkıntıya düşme.* Onlar: ″Eğer doğru söylüyorsanız, bize vaad ettiğiniz azap ne zamandır?″ derler.* Ey Habîbim! De ki: ″Gelip çatmasında acele ettiğiniz azâbın bir kısmı arkanıza takılmış bulunmaktadır.″

İzah: Müşrikler, kendilerine vaad olunan azâbın hemen gelmesini istemişler ve nitekim azâbın bir kısmı Bedir’de onların başlarına gelmiştir. İşte ″Gelip çatmasında acele ettiğiniz azâbın bir kısmı arkanıza takılmış bulunmaktadır″ âyeti bu anlamdadır.


﴿ وَاِنَّ رَبَّكَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَشْكُرُونَ ﴿٧٣﴾ وَاِنَّ رَبَّكَ لَيَعْلَمُ مَا تُكِنُّ صُدُورُهُمْ وَمَا يُعْلِنُونَ ﴿٧٤﴾

73-74. Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, insanlara karşı lütuf sâhibidir. Lâkin onların çoğu şükretmezler.* Ve şüphesiz senin Rabbin, onların kalplerinde gizledikleri ve açıkladıkları şeyleri mutlaka bilir.


﴿ وَمَا مِنْ غَٓائِبَةٍ فِي السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ ﴿٧٥﴾ اِنَّ هٰذَا الْقُرْاٰنَ يَقُصُّ عَلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓا ئ۪لَ اَكْثَرَ الَّذ۪ي هُمْ ف۪يهِ يَخْتَلِفُونَ ﴿٧٦﴾ وَاِنَّهُ لَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٧٧﴾ اِنَّ رَبَّكَ يَقْض۪ي بَيْنَهُمْ بِحُكْمِه۪ۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْعَل۪يمُۚ ﴿٧٨﴾ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ اِنَّكَ عَلَى الْحَقِّ الْمُب۪ينِ ﴿٧٩﴾

75-79. Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın!* Şüphesiz bu Kur’ân, ihtilaf ettikleri çok meseleleri İsrailoğullarına beyan eder.* Muhakkak Kur’ân, Mü’minler için bir hidâyet ve rahmettir.* Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, (mahşer günü) onların arasında hükmünü verecektir. O, her şeye gâliptir ve her şeyi bilendir.* Ey Habîbim! O halde Allah’a tevekkül et. Şüphesiz sen, apaçık bir hak üzeresin.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, (mahşer günü) onların arasında hükmünü verecektir...″ diye geçen ifadeden maksat, Allah’u Teâlâ, mahşer gününde İsrailoğullarının ve diğer ihtilafa düşen insanların arasında adâletli olarak hükmünü verecektir, demektir.


﴿ اِنَّكَ لَا تُسْمِعُ الْمَوْتٰى وَلَا تُسْمِعُ الصُّمَّ الدُّعَٓاءَ اِذَا وَلَّوْا مُدْبِر۪ينَ ﴿٨٠﴾ وَمَٓا اَنْتَ بِهَادِي الْعُمْيِ عَنْ ضَلَالَتِهِمْۜ اِنْ تُسْمِعُ اِلَّا مَنْ يُؤْمِنُ بِاٰيَاتِنَا فَهُمْ مُسْلِمُونَ ﴿٨١﴾ وَاِذَا وَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِمْ اَخْرَجْنَا لَهُمْ دَٓابَّةً مِنَ الْاَرْضِ تُكَلِّمُهُمْۙ اَنَّ النَّاسَ كَانُوا بِاٰيَاتِنَا لَا يُوقِنُونَ۟ ﴿٨٢﴾

80-82. Ey Resûlüm! Şüphesiz sen, dâvetini ölülere duyuramazsın. Arkalarını dönüp giden (hakkı kabulden yüz çeviren) sağırlara da duyuramazsın.* Sen, körleri de dalâletlerinden kurtarıp hidâyete erdiremezsin. Sen ancak âyetlerimize îman edenlere duyurabilirsin. İşte Müslüman olanlar onlardır.* Kıyâmetin kopması yaklaşınca, yerden onlara, insanların âyetlerimize kesin olarak îman etmediklerini söyleyen bir dâbbe çıkarırız.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Ölüler″ ifadesi, zâhir anlamda ölüler değil, hakkı bildiği halde îman etmekten yüz çevirip kalbi ölü olan kişilerdir. ″Sağırlar″ ifadesi de, aynı mânâda olup, bunlar da hakkı duyduğu halde haktan yüz çeviren kimselerdir. ″Körler″ diye geçen ifade de, hakikati gördüğü halde görmemezlikten gelip îmandan yüz çeviren kimselerdir.

Yine Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere, kıyâmetten evvel zuhur edecek olan ″Dâbbe″ hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

تَخْرُجُ الدَّابَّةُ مَعَهَا عَصَا مُوسَى وَخَاتَمُ سُلَيْمَانَ فَتَجْلُو وَجْهَ الْمُؤْمِنِ بِالْعَصَا وَتَخْتِمُ أَنْفَ الْكَافِرِ بِالْخَاتَمِ حَتَّى إِنَّ أَهْلَ الْخِوَانِ لَيَجْتَمِعُونَ فَيَقُولُ هَذَا يَا مُؤْمِنُ وَيَقُولُ هَذَا يَا كَافِرُ (ت ه حم عن ابى هريرة)

″Dâbbet’ul-Arz (yer canavarı) beraberinde Hz. Süleyman’ın mührü, Hz. Mûsa’nın âsâsı olduğu halde zuhur eder. Mü’minin yüzünü asâ ile aydınlatır, kâfirin burnunu da o mühürle mühürler. Hattâ ziyafette bulunan bir sofra halkı toplanırlar da, onların biri Mü’min olana: ″Ey Mü’min!″ Bir diğeri de kâfire: ″Ey kâfir″ diye hitap eder.″[1]

Talhâ b. Amr Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, Dabbet’ül-Arz’dan sorulunca, buyurdu ki:

Onun zaman içinde(yani dünyâda)üç çıkışı vardır:

Evvela çölün en uzağından çıkar. Fakat onun çıktığına dair haberMekke’ye varmaz. Sonra uzun zaman gizlenir.

Sonra bundan başka diğer bir kere daha çıkar ve bu kez onun çıkış haberi çöllerde yayılır ve Mekke’ye de ulaşır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne şöyle devam etti:

Daha sonra insanlar, Allah’a karşı en şerefli ve en büyük mescidin nezdinde iken-Allah’ın katında mescitlerin en ikramlısı Mescid-i Haram’dır- bu hayvanın, Rükn ile makam arasında başından toprağı silkerken bağırması muhakkak insanları çok korkutur ve paniğe uğratır. Bunun üzerine insanlar onun yanından çeşitli yönlere kaçışırlar. Fakat kendilerini Allah’ın âciz bırakmayacaklarına inanan Mü’minlerden bir topluluk, koşmayıp Dâbbe’nin yanında sebat ederler. Bu hayvan da önce onlardan başlayarak yüzlerini parlatır. Hattâ onların yüzlerinien parlak yıldız gibi yaparak yanlarından ayrılır. Sonra bu hayvan dönüp yeryüzünde hareket eder. Artık ona ne tâkip eden yetişebilir, ne de kaçan kurtulabilir. Hattâ kişi ondan sığınarak namaza durur. O da bunun arka tarafından yanına gelir:

أَيْ فُلَانُ الآنَ تُصَلِّي؟ فَيُقْبِلُ عَلَيْهَا بِوَجْهِهِ فَتَسِمُهُ فِي وَجْهِهِ ثُمَّ تَذْهَبُ وَيَتَحاوَرُ النَّاسُ فِي دُورِهِمْ فِي أَسْفَارِهِمْ ويَشْتَرِكُونَ فِي الأَمْوَالِ وَيُعْرَفُ الْكَافِرُ مِنَ الْمُؤْمِنِ حَتَّى إِنَّ الْمُؤْمِنَ لَيَقُولُ لِلْكَافِرِ يَا كَافِرُ اقْضِنِي حَقِّي وَحَتَّى إِنَّ الْكَافِرَ يَقُولُ يَا مُؤْمِنُ اقْضِنِي حَقِّي (طب عن طلحة بن عمرو)

- Ey filanca! Şimdi mi namaz kılıyorsun? der ve yönelip yüzünü damgalar. Sonra da çekip gider.O zaman dainsanlar seyahat ve gezmede ve mallarda müşterek hâlinde olurlar ve Mü’minler kâfirlerden ayırdedilerek tanınırlar. Hattâ Mü’min kimse: ″Ey kâfir! Bana hakkımı ver″ diye hitap eder. Kàfir de: ″Ey Mü’min! Sen de bana hakkımı ver″ der.[2]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ أَجَارَكُمْ مِنْ ثَلاثِ خِلَالٍ أَنْ لَا يَدْعُوَ عَلَيْكُمْ نَبِيُّكُمْ فَتَهْلِكُوا جَمِيعًا وَأَنْ لا يَظْهَرَ أَهْلُ الْبَاطِلِ عَلَى أَهْلِ الْحَقِّ وَأَنْ لا تَجْتَمِعُوا عَلَى ضَلَالَةٍ فَهَؤُلاءِ أَجَارَكُمُ اللّٰهُ مِنْهُنَّ ورَبُّكُمْ أَنْذَرَكُمْ ثَلاثًا الدُّخَانَ يَأْخُذُ الْمُؤْمِنَ مِنْهُ كَالزَّكْمَةِ وَيَأْخُذُ الْكَافِرَ فَيَنْتَفِخُ وَيَخْرُجُ مِنْ كُلِّ مَسْمَعٍ مِنْهُ وَالثَّانِيَةُ الدَّابَّةُ وَالثَّالِثَةُ الدَّجَّالُ (طب ن ابى مالك الاشعرى)

″Allah’u Teâlâ sizi üç şeyden kurtarmıştır: Peygamberiniz size bedduâ etmemiştir, etseydi hepiniz helâk olurdunuz. Bâtıl ehlini hak ehline gâlip kılmamıştır. Bir de dalâlet üzerinde katiyyen birleşmemenizdir. Muhakkak ki Allah’ın kudret eli, Ehl-i Sünnet cemaatiyle beraberdir. Siz o büyük cemaate uyun. Çünkü onlardan ayrılan ateşte yalnız kalır.[3] Allah’u Teâlâ sizi şu üç şeyden kurtarmış ve onlara karşı Rabbiniz sizi uyarmıştır: Duman, her Mü’mini nezle gibi tutar, kâfiri ise şişirir ve mafsallarını çıkarır. İkincisi Dabbet’ul-Arz (yer canavarı). Üçüncüsü de Deccal.″[4]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

بَادِرُوا بِالْأَعْمَالِ سِتًّا طُلُوعَ الشَّمْسِ مِنْ مَغْرِبِهَا أَوْ الدُّخَانَ أَوْ الدَّجَّالَ أَوْ الدَّابَّةَ أَوْ خَاصَّةَ أَحَدِكُمْ أَوْ أَمْرَ الْعَامَّةِ (م عن ابى هريرة)

″Altı şeygelmedenamellere koşuşun. Güneşin batıdan doğması, Duman, Dâbbe, Deccal, herhangi birinize mahsus olan fitne (ölüm) ve bütün umûma şâmil olan iş (kıyâmet).″[5]

Dâbbet’ul-Arz hakkında bâzı Sahâbîlerin söyledikleri sözler, şöyle nakledilmiştir:

Bu hususta Hz. Ali Kerremallâhu veche şöyle buyurmuştur:

- O, öyle bir canlıdır ki; onun tavuk telekleri gibi telekleri, sarı tüyleri, tırnağı, kuyruğu ve sakalı vardır. Soylu bir atın koşması gibi üç gün çıkmaya devam edecek de, henüz üçte biri bile çıkmış olmayacak.

İbn-i Züheyr Radiyallâhu anhu da şöyle buyurmuştur:

- Onun başı öküz başı, gözü domuz gözü, kulağı fil kulağı, boynuzu dağ keçisi boynuzu, boynu deve kuşu boynu, göğsü aslan göğsü, rengi kaplan rengi, böğrü kedi böğrü, kuyruğu koç kuyruğu, ayakları deve ayakları gibidir. Her iki mafsalı arası iki kulaçtır. Onunla beraber Hz. Mûsâ’nın âsâsı ve Hz. Süleyman’ın yüzüğü de çıkacaktır. Hiçbir Mü’min kalmayıp yüzlerine Hz. Mûsâ’nın âsâsıyla vuracak da onların yüzlerinde beyaz bir nokta oluşacak, bu nokta yayılıp sonunda bütün yüzü bembeyaz olacak. Hiçbir kâfir bırakmayıp yüzüne Hz. Süleyman’ın mührü ile vuracak da siyah bir nokta oluşacak, bu nokta yayılıp bütün yüzünü simsiyah edecek. O kadar ki, insanlar çarşılarda: ″Ey Mü’min! Şu kaça, Ey kâfir şu kaça?″ diye alışveriş yapacaklar. Hattâ bir aile, sofraları başına oturduklarında, içlerinden kimin Mü’min, kimin kâfir olduğunu bilip tanıyacak. Sonra Dâbbet’ul-Arz onlara: ″Ey filânca! Müjdeler olsun, sen Cennet ehlindensin. Ey filân! Sen de Cehennem ehlindensin″ diyecek. İşte Allah’u Teâlâ’nın Sûre-i Neml, Âyet 82’deki: ″Kıyâmetin kopması yaklaşınca, yerden onlara, insanların âyetlerimize kesin olarak îman etmediklerini söyleyen bir dâbbe çıkarırız″ buyruğu budur.[6]

Vallâhu a’lem! Âyet-i Kerîme’de geçen ″Dâbbet’ul-Arz″ ifadesi, Hadis-i Şerif’lerle birlikte ele alındığında, yerden çıkan canavar sûretinde ve her yönü de bir canlıya benzeyen ve yeryüzünde hiç bulunmayan acaip bir varlıktan bahsedildiği görülmektedir. İşte genel olarak bakıldığında bunun da günümüzde teknoloji olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, teknolojinin bu hâlini, o zamanın insanlarının anlayabilecekleri şekilde tarif etmiştir.

Birçok Hadis-i Şerif, bu hâdise de olduğu gibi özellikle zamanı geldiğinde anlaşılabilmektedir. Âyet ve hadislerde yerden çıkacak bir canavardan bahsedilmektedir ki, bu şöyledir:

- Yeryüzü kazılarak çeşitli madenler çıkarılmaktadır. Bu madenlerin çıkarılıp işlenmesiyle de teknolojik aletler yapılmaktadır. Teknolojiyle yapılan bu aletlerin tamamı yerin altından çıkan madenlerden ve petrol ürünlerinden üretilmektedir. Bunlar ele alındığı zaman, Hadis-i Şerif’lerde de geçtiği gibi, çok farklı sûretlerde hayvana, canavara benzeyen vs. harikulâde icatların yapıldığı görülmektedir. İşte yerden çıkan canavar, diye buyrulması da bu anlamdadır. Aslında teknoloji insanların faydası için üretilmiştir. Bu, iyiye kullanıldığı zaman iyi, kötüye kullanıldığı zaman ise çok kötüdür. Mü’min iyiye kullandığında, onun dînini ve ibâdetlerini daha iyi yaşamasına vesîle olur. Kâfir de nefsinin hevâsına giderek kötüye kullandığında, onun da küfrünü artırır. İşte hadislerde geçtiği üzere Dâbbe’nin, Mü’minin yüzünü parlatması ve kâfirin de yüzünü damgalaması böyledir.


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 28; Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 31; Ahmed b. Hanbel, Müsed, Hadis No: 9966.

[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 2964; et-Tayâlisi, Müsned, Hadis No: 1152.

[3] Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan bir fırka hâriç hepsi Cehennem’de olacaktır.″ ″O kurtulan fırka kimdir Yâ Resûlullah?″ dediler. Buyurdu ki: ″Ben ve Ashâbımın yolu üzere olanlardır.″ (Sünen-i Tirmizî, Îman 18)

[4] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 3362; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 86/5.

[5] Sahih-i Müslim, Fiten 25 (127, 128).

[6] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 6, s. 214.


﴿ وَيَوْمَ نَحْشُرُ مِنْ كُلِّ اُمَّةٍ فَوْجًا مِمَّنْ يُكَذِّبُ بِاٰيَاتِنَا فَهُمْ يُوزَعُونَ ﴿٨٣﴾ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاؤُ۫ قَالَ اَكَذَّبْتُمْ بِاٰيَات۪ي وَلَمْ تُح۪يطُوا بِهَا عِلْمًا اَمَّاذَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٨٤﴾ وَوَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِمْ بِمَا ظَلَمُوا فَهُمْ لَا يَنْطِقُونَ ﴿٨٥﴾

83-85. O gün, her ümmetten, âyetlerimizi yalanlayanları gruplar hâlinde toplayıp, hesap yerine sevk ederiz.* Nihâyet hesap yerine geldikleri vakit, Allah’u Teâlâ onlara: ″Siz, âyetlerimi bilip anlamaya çalışmadan yalanladınız mı? Yoksa ne yapıyordunuz?″ buyurur.* Zulümleri yüzünden vaad olundukları azap onlara hak olur. Onlar, bu hitâba karşı bir şey söyleyemezler.


﴿ اَلَمْ يَرَوْا اَنَّا جَعَلْنَا الَّيْلَ لِيَسْكُنُوا ف۪يهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِرًاۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٨٦﴾

86. Onlar, geceyi dinlensinler diye karanlık, gündüzü de (çalışsınlar diye) aydınlık yaptığımızı görmüyorlar mı? Şüphesiz bunda, îman eden bir topluluk için, elbette deliller vardır.


﴿ وَيَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِ فَفَزِعَ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِي الْاَرْضِ اِلَّا مَنْ شَٓاءَ اللّٰهُۜ وَكُلٌّ اَتَوْهُ دَاخِر۪ينَ ﴿٨٧﴾ وَتَرَى الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِۜ صُنْعَ اللّٰهِ الَّذ۪ٓي اَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍۜ اِنَّهُ خَب۪يرٌ بِمَا تَفْعَلُونَ ﴿٨٨﴾

87-88. Sûr’a üflendiği gün, göklerde ve yerde bulunan kimselerin hepsi, şiddetli bir korkuya tutulur. Ancak Allah’u Teâlâ’nın diledikleri (şehitler) müstesnâ. Hepsi de boyunları bükük bir halde O’na gelirler.* Ve dağları görürsün, onları yerlerinde duruyor zannedersin. Halbuki onlar, bulutların geçişi gibi geçer gider. Bu, her şeyi lâyıkı ile yaratan Allah’ın işidir. Şüphesiz O, yaptıklarınızdan haberdardır.

İzah: Geniş olarak kıyâmet ve sonrasını anlatan Hadis-i Şerif’in bir bölümünde, Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu:

فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَنِ اسْتَثْنَى اللّٰهُ حِينَ يَقُولُ فَفَزِعَ مَنْ فِي السَّمَوَاتِ وَمَنْ فِي الأَرْضِ إِلا مَنْ شَاءَ اللّٰهُ؟ قَالَ أُولَئِكَ الشُّهَدَاءُ ، هُمْ أَحْيَاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ، وَقَاهُمُ اللّٰهُ شَرَّ ذَلِكَ الْيَوْمِ وَأَمَّنَهُمْ مِنْ عِقَابِهِ وَإِنَّمَا يَصَلُ الْفَزَعُ إِلَى الأَحْيَاءِ وَهُوَ عَذَابُ اللّٰهِ يَبْعَثُهُ عَلَى شِرَارِ خَلْقِهِ ... (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابى هريرة)

″Yâ Resûlallah! Sûre-i Neml, Âyet 87’deki: ″Sûr’a üflendiği gün, göklerde ve yerde bulunan kimselerin hepsi, şiddetli bir korkuya tutulur. Ancak Allah’u Teâlâ’nın diledikleri müstesnâ…″ buyruğunda istisnâ ettikleri kimlerdir?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″Bunlar şehitlerdir. Korku, dirilere ulaşacaktır. Şehitler, Allah katında diriler olup rızıklanmaktadırlar. Allah’u Teâlâ, o günün korkusundan onları koruyup emîn kılacaktır. Kıyâmet, Allah’u Teâlâ’nın yarattıklarının kötüleri üzerine göndereceği bir azaptır.″[1]

İşte bu âyette, kâfirler üzerine kıyâmet koparken Allah’ın istisnâ ettiği kişilerin, Allah yolunda ölen şehitler olduğu beyan edilmiştir. Allah yolunda ölenlerin diri olduklarına dair geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 154, Sûre-i Nisâ, Âyet 95-96 ve izahlarına bakınız.

Allah’u Teâlâ, kıyâmetten evvel Yemen tarafından hafif bir rüzgâr estirecek ve bütün Müslümanlar o rüzgâr nedeniyle vefât edecek ve kıyâmet sâdece kâfirler üzerine kopacaktır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ رِيحًا مِنَ الْيَمَنِ أَلْيَنَ مِنَ الْحَرِيرِ فَلَا تَدَعُ أَحَدًا فِي قَلْبِهِ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ مِنْ إِيمَانٍ إِلَّا قَبَضَتْهُ (م عن انس)

″Allah’u Teâlâ ipekten daha yumuşak bir rüzgârı Yemen tarafından gönderir. Bu rüzgâr, kalbinde zerre miktar îman bulunan herkesin ruhunu alır.″[2]


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 3, s. 287. Bu Hadis-i Şerif’in geniş metni için Sûre-i En’âm, Âyet 71-73’ün izahına bakınız.

[2] Sahih-i Müslim, Îman 50 (185).


﴿ مَنْ جَٓاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ خَيْرٌ مِنْهَاۚ وَهُمْ مِنْ فَزَعٍ يَوْمَئِذٍ اٰمِنُونَ ﴿٨٩﴾ وَمَنْ جَٓاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَكُبَّتْ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِۜ هَلْ تُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٩٠﴾

89-90. Her kim (mahşer gününde) iyilikle gelirse, bundan dolayı ona bir hayır (Cennet) vardır. Onlar, o günün korkusundan emindirler.* Her kim de kötülükle gelirse, yüzüstü Cehenneme atılır. Onlara: ″Sizler­ ancak yaptıklarınızla cezâlandırılıyorsunuz?″ denir.

İzah: Bu âyetlerde, iyilik ile yani kâmil bir îman ile ölüp mahşer yerine öyle gelenlerin en güzel şekilde fazlasıyla mükâfatını alıp Cennete girecekleri; kötülük ile yani kâfir olarak ölüp mahşer yerine öyle gelenlerin ise, yaptıklarının cezâsı olarak yüzüstü Cehenneme atılacakları beyan edilmektedir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Enfâl, Âyet 51’de şöyle buyurmaktadır:

″İşte bu, sizin kendi ellerinizle önceden yaptıklarınızın karşı-lığıdır. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kullarına aslâ haksızlık yapmaz.″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ لَا يَظْلِمُ الْمُؤْمِنَ حَسَنَةً يُثَابُ عَلَيْهَا الرِّزْقَ فِي الدُّنْيَا وَيُجْزَى بِهَا فِي الْآخِرَةِ وَأَمَّا الْكَافِرُ فَيُعْطَى بِحَسَنَاتِهِ فِي الدُّنْيَا فَإِذَا لَقِيَ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لَمْ تَكُنْ لَهُ حَسَنَةٌ يُعْطَى بِهَا خَيْرًا (حم عن انس)

″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, hiç kimseye haksızlık etmez. Mü’min, yaptığı bir iyilik sebebiyle dünyâda rızıklanır ve bununla beraber âhirette de bunun karşılığını alır. Kâfir ise, yaptığı bir iyilik sebebiyle dünyâda rızıklanır, âhirete vardığında ise bir sevap bulunmaz ki, karşılığında ona hayır verilsin.″[1]


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11816.


﴿ اِنَّمَٓا اُمِرْتُ اَنْ اَعْبُدَ رَبَّ هٰذِهِ الْبَلْدَةِ الَّذ۪ي حَرَّمَهَا وَلَهُ كُلُّ شَيْءٍۘ وَاُمِرْتُ اَنْ اَكُونَ مِنَ الْمُسْلِم۪ينَۙ ﴿٩١﴾ وَاَنْ اَتْلُوَا الْقُرْاٰنَۚ فَمَنِ اهْتَدٰى فَاِنَّمَا يَهْتَد۪ي لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ ضَلَّ فَقُلْ اِنَّمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُنْذِر۪ينَ ﴿٩٢﴾

91-92. Ey Resûlüm! De ki: ″Ben, ancak bu beldenin (Mekke’nin) Rabbine ibâdet etmekle emrolundum. Allah’u Teâlâ o beldeyi, hürmet edilmesi gereken mukaddes bir yer kıl­mıştır. Her şey O’nundur. Ben, Müslümanlardan olmakla emrolundum.* Ve Kur’ân’ı okumakla emrolundum. Artık her kim hidâyet yolunu tutarsa, kendi yararına hidâyet yolunu tutmuş olur. Her kim de doğru yoldan saparsa, de ki: ″Ben ancak uyarıcılardanım.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de Mekke-i Mükerreme’nin, saygı gösterilmesi gereken bir yer olduğu zikredilmektedir. Mekke’nin fethi zamanında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِنَّ هَذَا الْبَلَدَ حَرَّمَهُ اللّٰهُ يَوْمَ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ فَهُوَ حَرَامٌ بِحُرْمَةِ اللّٰهِ اِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَلَمْ يَحِلَّ لِى اِلَّا سَاعَةً مِنْ نَهَارٍ وَإِنَّهَا سَاعَتِى هَذِهِ حَرامٌ بِحُرْمَةِ اللّٰهِ اِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لَا يُعْضَدُ شَجَرُهُ وَلَا يُخْتَلىَ خَلَاهُ. فَإِنْ أَحَدٌ تَرَخَّصَ بِقِتَالِ رَسُولِ اللّٰهِ فَقُولُوا اِنَّ اللّٰهَ أَذِنَ لِرَسُولِهِ وَلَمْ يَأْذَن لَكُمْ (خ م عا بن عباس و عن ابى شريح)

″Bu beldeyi Allah’u Teâlâ gökleri ve yeri yarattığı gün haram kıldı. Kıyâmet gününe kadar da Allah’ın haram kılmasıyla bu belde haramdır. Benden önce hiç kimseye orada savaş helâl olmamıştır. Be­nim için sâdece günün belirli bir süresinde helâl kılındı. Bu belde şu anda Allah’ın haram kıldığı gibi kıyâmet gününe kadar haramdır. Ağa­cı kesilmez, otu koparılmaz.″ Bir kişi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in burada sa­vaştığını söyleyerek kendine ruhsat çıkarmaya çalışırsa ona deyin ki: ″Allah’u Teâlâ, Resûlüne savaşmak için izin verdi, ama size vermedi.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Cizye 21, Megâzi, 48; Sahih-i Müslim, Hac 82 (446).


﴿ وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ سَيُر۪يكُمْ اٰيَاتِه۪ فَتَعْرِفُونَهَاۜ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ ﴿٩٣﴾

93. Ey Resûlüm! De ki: ″Allah’a hamd olsun! O, size alâmetlerini gösterecek, siz de onların Allah’ın alâmetleri olduğunu bileceksiniz. Senin Rabbin, yaptıklarınızdan gâfil değildir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Senin Rabbin, yaptıklarınızdan gâfil değildir″ diye buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat, ″Ey Resûlüm! Rabbin Teâlâ, senin ve sana îman edenlerin güzel amellerinden ve Ey kâfirler! Sizin de kötü amellerinizden gâfil değildir. Her birinizin ameline göre mükâfat ve cezâ verir″ demektir.