RÛM SÛRESİ

Bu sûre 60 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Bu sûrenin ilk âyetlerinde Hristiyan Rûmların, Mecûsi Farslılara gâlip gelerek Kuds-i Şerif’i onların elinden alacakları haber verilmektedir. Bu sebeple ″Rûm Sûresi″ diye isimlendirilmiştir.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ الٓمٓ۠ ﴿١﴾ غُلِبَتِ الرُّومُۙ ﴿٢﴾ ف۪ٓي اَدْنَى الْاَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَۙ ﴿٣﴾ ف۪ي بِضْعِ سِن۪ينَۜ لِلّٰهِ الْاَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُۜ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَۙ ﴿٤﴾ بِنَصْرِ اللّٰهِۜ يَنْصُرُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ ﴿٥﴾وَعْدَ اللّٰهِۜ لَا يُخْلِفُ اللّٰهُ وَعْدَهُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٦﴾

1-6. Elif, Lâm, Mîm.* Rûm mağlup oldu.* Yakın bir yerde Rûm mağlup oldu. Onlar bu mağlubiyetten sonra (Fars’a) gâlip olacaklardır.* Senelerin parçasında gâlip olacaklardır. Önce mağlubiyet, sonra gâlibiyet Allah’ın emriyledir. Rûm gâlip olduğu gün, Mü’minler sevinirler.* Dilediğine yardım eden Allah’ın yardımıyla sevinirler. O, her şeye gâliptir, çok merhametlidir.* Allah’u Teâlâ, (Rûmların gâlip geleceğini) vaad etti. Allah’u Teâlâ vaadinden aslâ dönmez. Lâkin insanların çoğu bilmezler.

İzah: Bu âyetlerin nüzul sebebi, İkrime Hazretlerinden ve bâzı Sahâbîden şöyle nakledilmiştir:

Mecûsi olan Farslılar ile Hristiyan olan Rûmlar arasında bir harp meydana gelmiş ve bu savaşta Rûmlar mağlup olmuştu. Mecûsiler Rûmların elinden birçok şehri almış ve en sonunda Kuds-i Şerif’i de almıştı. Bu haber Mekke’de müşrikleri sevindirmişti. Onlar: ″Bizim gibi müşrik olan Mecûsiler, kitap ehli olan Rûmlara gâlip geldi. Biz müşrikler de, kitap ehli olan Müslümanlara gâlip geleceğiz″ dediler. Onların böyle söylemesi Ashâbı üzmüş idi. Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu anhu, müşriklere: ″Çok sevinmeyin kısa zaman içinde Rûmlar, Farslılara gâlip gelecektir″ dedi. Bunun üzerine Übeyy İbn-i Halef, Hz. Ebû Bekir’i yalanladı. Çünkü Rûmlar, çok zayıf düşmüşlerdi. Hz. Ebû Bekir de: ″Ey Allah’ın düşmanı! Yalancı sensin″ deyince Übeyy İbn-i Halef, Hz. Ebû Bekir’e, ″Bahse girelim″ dedi. Hz. Ebû Bekir de bunu kabul etti ve nihâyet aralarında bir mukavele yaptılar. Buna göre, bir sene içinde Rûmlar gâlip gelirse, Übeyy İbn-i Halef, Hz. Ebû Bekir’e on deve verecek, aksi durumda da Hz. Ebû Bekir, ona on deve verecekti. Bu antlaşma imzalama safhasına gelince, Hz. Ebû Bekir, Übeyy İbn-i Halef’e: ″Benim soracağım birisi var, ona sormadan imzalamam″ dedi. Übeyy İbn-i Halef de: ″Soracağın kişiye sor, kime soracağını da biliyorum″ dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına gelerek bu hâdiseyi anlattı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sükût etti. Bu sırada Cebrâil Aleyhisselâm geldi ve ″Elif, Lâm, Mîm.* Rûm mağlup oldu.* Yakın bir yerde Rûm mağlup oldu. Onlar bu mağlubiyetten sonra (Fars’a) gâlip olacaklardır.* Senelerin parçasında gâlip olacaklardır…″ diye devam eden Sûre-i Rûm, Âyet 1-6 nâzil oldu.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Ebû Bekir’e:

- Yâ Ebû Bekir! Âyette geçen, ″Senelerin parçası″; üç olur, beş olur, yedi olur, dokuz olur. Dokuzdan ilerisi parça sayılmaz.[1] Sen yaptığın bahiste seneyi on, deveyi yüz et, öyle sözleşme yap. On seneden evvel Rûmlar kazanacak, diye buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu anhu, Übeyy İbn-i Halef’in yanına gelerek, ″Sen kendine güveniyorsan, on deve az olur, deveyi yüz edelim, seneyi de on yapalım″ dedi ve öyle yaptılar. Nihâyet mukavelenin dokuzuncu senesinde Rûmlar, Mecûsilere gâlip gelmişti.

Hudeybiye’de kâfirler, Müslümanları Mekke’ye bırakmayıp engel olmuşlardı. Orada uzun bir süre kaldıkları için Müslümanların erzakları da azalmıştı. Bu sebeple de sıkıntı olmuştu. O sırada Mecûsilerin elinden Rûmlar, Kudüs’ü tekrar aldılar, diye haber geldi. Hz. Ebû Bekir, Übeyy İbn-i Halef ile yapığı sözleşmeyi Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gösterdi ve ″Rûmlar, Kudüs’ü almışlar; ne emir buyurursun?″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’de: ″Git yüz deveyi getir″ diye buyurdu.

Hz. Ebû Bekir gitti ki, Übeyy İbn-i Halef ölmüş, çocukları vardı. Übeyy İbn-i Halef, Uhud Harbi’nde Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından aldığı bir kılıç darbesiyle yaralanmış ve Mekke’ye dönünce de ölmüştü. Hz. Ebû Bekir, onun çocuklarına aralarındaki sözleşmeyi gösterdi. Çocukları kendi aralarında yüz deveyi tedarik edip verdiler.

Hz. Ebû Bekir, yüz deveyi Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e götürdü ve ″Ne yapayım Yâ Resûlallah?″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de: ″Develeri kesin, Ashâb yesin″ buyurdu. İşte din meselesinde, bir kâfir veya inkârcıyla bu şekilde bahse girmek câizdir.


[1] Celâleddin es-Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 11, s. 550.


﴿ يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِنَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَهُمْ عَنِ الْاٰخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ ﴿٧﴾

7. Onlar, dünyâ hayatından zâhir olanları bilirler ve âhiretten ise tamamen gâfildirler.


﴿ اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ۠ مَا خَلَقَ اللّٰهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَٓا اِلَّا بِالْحَقِّ وَاَجَلٍ مُسَمًّىۜ وَاِنَّ كَث۪يرًا مِنَ النَّاسِ بِلِقَٓاءِ رَبِّهِمْ لَكَافِرُونَ ﴿٨﴾

8. Onlar, nefisleri hakkında tefekkürde bulunmadılar mı? Allah’u Teâlâ gökleri, ye­ri ve ikisi arasında bulunanları hak ve hikmete uygun olarak ve belirli bir süre için yarattı. İnsanların çoğu Rablerine kavuşmayı inkâr ederler.


﴿ اَوَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ كَانُٓوا اَشَدَّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَاَثَارُوا الْاَرْضَ وَعَمَرُوهَٓا اَكْثَرَ مِمَّا عَمَرُوهَا وَجَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِۜ فَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَۜ ﴿٩﴾ ثُمَّ كَانَ عَاقِبَةَ الَّذ۪ينَ اَسَٓاؤُا السُّٓوآٰى اَنْ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَكَانُوا بِهَا يَسْتَهْزِؤُ۫نَ۟ ﴿١٠﴾

9-10. Onlar, yeryüzünde gezip kendilerinden önce gelen kavimlerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna ibret nazarıyla bakmıyorlar mı? Onlar kuvvetçe kendilerinden daha üstün idiler. Yeri ziraat için sürdüler ve bina ve sâir şeylerle onlardan daha fazla imar ettiler. Peygamberleri de onlara apaçık mûcizelerle gelmişlerdi. Allah’u Teâlâ onlara zulmetmedi. Lâkin onlar, (helâklerini gerektiren amelleri yapmakla) kendi nefislerine zulmettiler.* Sonra o kötülük yapanların âkıbeti çok kötü oldu. Çünkü onlar, Allah’ın âyetlerini yalanlıyor ve onlarla alay ediyorlardı.


﴿ اَللّٰهُ يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُع۪يدُهُ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿١١﴾ وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يُبْلِسُ الْمُجْرِمُونَ ﴿١٢﴾ وَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ مِنْ شُرَكَٓائِهِمْ شُفَعٰٓؤُ۬ا وَكَانُوا بِشُرَكَٓائِهِمْ كَافِر۪ينَ ﴿١٣﴾ وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يَوْمَئِذٍ يَتَفَرَّقُونَ ﴿١٤﴾

11-14. Allah’u Teâlâ, halkı yoktan var eder, sonra öldürür ve tekrar diriltir. Sonra O’na döndürüleceksiniz.* Kıyâmet koptuğu vakit mücrimler, ümitsizce sükût ederler.* Allah’a ortak koştukları şeylerden kendilerine şefaat edecek kimse bulunmaz. O zaman onlar, ortak koştukları şeyleri inkâr ederler.* Kıyâmet koptuğu gün, işte o gün Mü’minlerle kâfirler birbirlerinden ayrılırlar.


﴿ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَهُمْ ف۪ي رَوْضَةٍ يُحْبَرُونَ ﴿١٥﴾

15. Îman edip sâlih amellerde bulunanlara gelince, işte onlar Cennet bahçesinde mesrur olurlar.

İzah: Allah’u Teâlâ’nın, Mü’minlere sâlih amellerinin karşılığında Cennette vereceği nîmetler hakkında Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de, şöyle buyrulmuştur:

قَالَ اللّٰهُ أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ فَاقْرَءُوا إِنْ شِئْتُمْ {فَلَا تَعْلَمُ نَفْسٌ مَا أُخْفِيَ لَهُمْ مِنْ قُرَّةِ أَعْيُنٍ} (خ م عن ابى هريرة)

Allah’u Teâlâ: ″Sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir in­sanın hatırından geçirmediği nîmetler hazırladım″ diye buyurdu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Dilerseniz, ″Artık yaptıkları sâlih amellere mükâfat olarak, kendileri için gözlerini aydın edecek şeylerden neler saklandığını hiç kimse bilmez″ mealindeki Sûre-i Secde, Âyet 17’yi okuyun.[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Bed’ul- Halk 7; Sahih-i Müslim Cennet 1; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 33.


﴿ وَاَمَّا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَلِقَٓائِ الْاٰخِرَةِ فَاُو۬لٰٓئِكَ فِي الْعَذَابِ مُحْضَرُونَ ﴿١٦﴾

16. Küfrü yüklenip âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanlar ise, işte onlar dâimi bir azap içinde bulundurulurlar.


﴿ فَسُبْحَانَ اللّٰهِ ح۪ينَ تُمْسُونَ وَح۪ينَ تُصْبِحُونَ ﴿١٧﴾ وَلَهُ الْحَمْدُ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَعَشِيًّا وَح۪ينَ تُظْهِرُونَ ﴿١٨﴾

17-18. O halde, akşama girdiğiniz vakit ve sabaha erdiğiniz vakit Allah’u Teâlâ’yı tesbih edin (namaz kılın).* Göklerde ve yerde hamd, O’na mahsustur. Günün sonunda ve öğle vaktinde de Allah’u Teâlâ’yı tesbih edin.

İzah: Âyet-i Kerîme’de ″Tesbih edin″ diye geçen ifadenin buradaki anlamı ″Namaz kılın″ demektir. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, bu âyetler hakkında şöyle buyurmuştur:

- Bu iki âyette, beş vakit namaz, vakitleriyle beraber bildirilmektedir. Burada geçen akşama girdiğiniz vakit dediği, akşam ve yatsı namazı; sabaha erdiğiniz vakit dediği, sabah namazı; günün sonunda dediği, ikindi namazı ve öğle vakti dediği de öğle namazıdır.

Beş vakit namaz, Mekke’de hicretten evvel farz kılınmıştır. Mîrac-ı Nebî hakkındaki Hadis-i Şerif de bunu göstermektedir.[1]

Birçok Hadis-i Şerif’te namazın beş vakit olduğu açıkça beyan edilmektedir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den günümüze kadar bütün Ehl-i Sünnet toplumu namazı beş vakit olarak kılmıştır. Bu hususta Enes Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

سَأَلَ رَجُلٌ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ كَمْ افْتَرَضَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ عَلَى عِبَادِهِ مِنْ الصَّلَوَاتِ قَالَ افْتَرَضَ اللّٰهُ عَلَى عِبَادِهِ صَلَوَاتٍ خَمْسًا قَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ هَلْ قَبْلَهُنَّ أَوْ بَعْدَهُنَّ شَيْئًا قَالَ افْتَرَضَ اللّٰهُ عَلَى عِبَادِهِ صَلَوَاتٍ خَمْسًا فَحَلَفَ الرَّجُلُ لَا يَزِيدُ عَلَيْهِ شَيْئًا وَلَا يَنْقُصُ مِنْهُ شَيْئًا قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اِنْ صَدَقَ لَيَدْخُلَنَّ الْجَنَّةَ (ن عن انس)

Bir adam, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Allah, kullarına kaç vakit namazı farz kıldı?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″Allah, kullarına beş vakit namazı farz kıldı.″ Adam: ″Bunlardan önce veya sonra başka bir şey var mı?″ deyince de, buyurdu ki: ″Allah, kullarına beş vakti farz kıldı.″ Bu cevap üzerine adam: ″Onun üzerine bir vakti artırmayacağına, bir vakti de eksiltmeyeceğine dair yemin etti.″ Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bu adam sözünde durursa mutlaka Cennete girecektir″ buyurdu.[2]

Bu Hadis-i Şerif’te bahsi geçen kişi; beş vakit namaz üzerine ilave veya eksiltme yapmayacağını yemin ederek söylemektedir. Bu ifade nâfile kılmayacağım anlamında değil, sâdece Allah’u Teâlâ’nın beş vakit farzını beş vakitten fazla artırmayacağım veya eksiltmeyeceğim, demektir.


[1] Bakınız: Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Halk 6, Enbiyâ 22-23, Salat 1; Sahih-i Müslim, Îman 74; Sünen-i Nesâî, Salât 1; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’üs-Salât 194.

[2] Sünen-i Nesâî, Salât 4.


﴿ يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَيُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۜ وَكَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ۟ ﴿١٩﴾

19. Allah’u Teâlâ, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır ve yeri ölümünden (bitkiler kuruduktan) sonra diriltir. İşte kabirlerinizden de böyle çıkarılırsınız.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: Allah’u Teâlâ, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır″ diye buyurmaktadır. Yani Allah’u Teâlâ, insanları nasıl yoktan var ettiyse, var olanları da öyle yok edip mahşerde tekrar diriltir, demektir. Bu âyetin bir diğer anlamı da: ″Âlim babadan zâlim evlat, zâlim babadan da âlim evlad olabilir″ demektir. Meselâ: Ebû Cehil, câhillerin babası olup küfürde en azgın bir kimse iken, oğlu İkrime Radiyallâhu anhu îman edip Müslüman olarak âlim bir kimse olmuştur. İşte zâlim bir babadan âlim bir evlat meydana gelmiş ve böylece Allah’u Teâlâ bir ölüden diriyi halk etmiştir. Âdem Aleyhisselâm da Ulu’l-Azim bir Peygamber olup âlim bir baba iken, oğlu Kâbil Allah’u Teâlâ’nın emrine karşı gelerek kardeşi Hâbil’i haksız yere öldürüp zâlim olmuştur. İşte Allah’u Teâlâ diriden de, ölüyü halk etmiştir. Bu izaha göre de ölüden maksat kâfir, diriden maksat da Mü’mindir.


﴿ وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ اِذَٓا اَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ ﴿٢٠﴾

20. Sizi topraktan yaratması, sonra hemen beşer olup yeryüzüne dağılmanız, Allah’ın varlığını ve kudretini gösteren delillerindendir.

İzah: Atanız Âdem Aleyhisselâm’ı topraktan yaratması, sonra sizlerin onun so­yundan meydana gelerek yeryüzüne dağılmanız, Allah’ın varlığını ve kudretini gösteren delillerindendir, demektir.

Âdem Aleyhisselâm’ın topraktan yaratılması hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ تَعَالَى خَلَقَ آدَمَ مِنْ قَبْضَةٍ قَبَضَهَا مِنْ جَمِيعِ الْأَرْضِ فَجَاءَ بَنُو آدَمَ عَلَى قَدْرِ الْأَرْضِ فَجَاءَ مِنْهُمْ الْأَحْمَرُ وَالْأَبْيَضُ وَالْأَسْوَدُ وَبَيْنَ ذَلِكَ وَالسَّهْلُ وَالْحَزْنُ وَالْخَبِيثُ وَالطَّيِّبُ (د ت عن ابى موسى)

″Allah’u Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir avuç topraktan yarattı. Bu sebeple Âdemoğulları, yeryüzünün renkleri ve tabiatları kadar değişik şekiller aldılar. Onlardan kimi siyah, kimi beyaz, kimi kızıl, bâzısı da bunların karışımı bir renktedir ve bunlardan bâzısı yumuşak bâzısı sert, kimi çirkin, kimi de güzeldir.″[1]


[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 17; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 3; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 278/4.


﴿ وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُٓوا اِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةًۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ ﴿٢١﴾

21. Meyil ve ülfet etmeniz için, kendinizden size zevceler yaratması da O’nun varlığını ve kudretini gösteren delillerindendir. Allah’u Teâlâ, kadınlarla erkekler arasında izdivaç sebebiyle sevgi ve merhamet yarattı. Şüphesiz bunda, tefekkür eden bir topluluk için elbette ibretler vardır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de:Kendinizden size zevceler yaratması″ diye geçen ifade; Allah’u Teâlâ’nın, Havva annemizi ceset olarak Âdem Aleyhisselâm’dan yaratmasıdır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اسْتَوْصُوا بِالنِّسَاءِ فَإِنَّ الْمَرْأَةَ خُلِقَتْ مِنْ ضِلَعٍ وَإِنَّ أَعْوَجَ شَيْءٍ فِي الضِّلَعِ أَعْلَاهُ فَإِنْ ذَهَبْتَ تُقِيمُهُ كَسَرْتَهُ وَإِنْ تَرَكْتَهُ لَمْ يَزَلْ أَعْوَجَ فَاسْتَوْصُوا بِالنِّسَاءِ (خ م عن ابى هريرة)

″Size kadınlar hakkında hayırlı olmanızı vasiyet ederim. Çünkü kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri kısmı üst tarafıdır. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın, kendi hâline bırakırsan da sürekli olarak eğri kalır. Onun için kadınlar hakkında hayırlı olmanızı vasiyet ederim.″[1]

Sûre-i Bakara, Âyet 228’de de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

″… Kocaların kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da kocaları üzerinde hakları vardır. Fakat kocanın hakkı bir derece daha üstündür. Allah’u Teâlâ her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.″

Rivâyete göre; adamın biri, Hz. Ömer’e hanımını şikâyete geliyordu. Hz. Ömer’in kapısına geldiği zaman, hanımı Ümmü Gülsüm’ün Hz. Ömer’e bağırıp çağırdığını duydu. Adam kendi kendine şöyle dedi:

- Ben hanımımı şikâyete geldim. Ama onun da başında aynı sıkıntı var. Dönerken, Hz. Ömer onu çağırdı ve niçin geldiğini sordu. Adam şöyle dedi: ″Ben hanımımı şikâyete gelmiştim; ama duyacağımı duyduktan sonra vazgeçtim″ Bunun üzerine, Hz. Ömer dedi ki:

- Onun bende bâzı hakları var, onun için söylediği şeylerin hepsine aldırış etmiyorum. Şöyle ki: O ateşle aramda bir perdedir. Kalbim onunla sükûnet bulur. Harama dalmam. O benim için bir hazinedardır. Evimden çıkınca, malımın bekçiliğini yapar, korur. O, çamaşırcımdır; elbisemi yıkar. Çocuğumun sütannesidir. O, bana ekmek pişirir, yemek yapar.

Bunu dinleyen adam: ″Sana yapılan, bana da yapılıyor. Sen hoş görüp geçtikten sonra, ben de hoş görüp geçerim″ dedi.[2]

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

خَيْرُكُمْ خَيْرُكُمْ لِأَهْلِهِ وَأَنَا خَيْرُكُمْ لِأَهْلِي (ه عن ابن عباس)

″Sizin en hayırlınız ailesine en hayırlı olanınızdır. Ben, ailesine en hayırlı olanınızım.″[3]


[1] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 1, Nikah 80; Sahih-i Müslim, Radâ 18 (60).

[2] Tenbih’ül-Gafilîn, Bustân’ül-Ârifîn, s. 604-605.

[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Nikah 50.


﴿ وَمِنْ اٰيَاتِه۪ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِلْعَالِم۪ينَ ﴿٢٢﴾

22. Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun varlığını ve kudretini gösteren delillerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için elbette ibretler vardır.


﴿ وَمِنْ اٰيَاتِه۪ مَنَامُكُمْ بِالَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَابْتِغَٓاؤُ۬كُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ ﴿٢٣﴾

23. Gecede uyumanız ve gündüzde O’nun lütfundan maişet talep etmeniz de O’nun varlığını ve kudretini gösteren delillerindendir. Şüphesiz bunda, söz dinleyen bir topluluk için elbette ibretler vardır.


﴿ وَمِنْ اٰيَاتِه۪ يُر۪يكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَطَمَعًا وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَيُحْي۪ بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ ﴿٢٤﴾

24. (Yıldırım düşmesinden) korkmanız ve (yağmur yağmasını) ümit etmeniz için size şimşek göstermesi, semâdan su indirmesi ve onunla yeri ölümünden (bitkiler kuruduktan) sonra diriltmesi de O’nun varlığını ve kudretini gösteren delillerindendir. Şüphesiz bunda, akıllarını kullanan bir topluluk için elbette ibretler vardır.


﴿ وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ تَقُومَ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ بِاَمْرِه۪ۜ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْاَرْضِ اِذَٓا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ ﴿٢٥﴾

25. O’nun emriyle göklerin ve yerin durması ve ecellerinizden sonra sizi bir kere dâvet ettiği vakit, yerden hemen çıkmanız da O’nun varlığını ve kudretini gösteren delillerindendir.

İzah: Rivâyete göre; Hz. Ömer Radiyalâhu anhu, kuvvetli yemin edeceği zaman, ″Göklerin ve yerin, emriyle ayakta durduğu Allah’a yemin ederim″ diye söylermiş. Yani gökler ve yer, O’nun emri ve buyruğu ile ayakta durmaktadır. Sonra kıyâmet günü geldiğinde yerler başka yerlerle, gökler de başka göklerle değiştirilecek, ölüler kabirlerinden Allah’ın emri ve onları çağırması ile diriler olarak çıkacaklardır.


﴿ وَلَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ ﴿٢٦﴾ وَهُوَ الَّذ۪ي يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُع۪يدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِۜ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟ ﴿٢٧﴾

26-27. Göklerde ve yerde kim varsa hepsi O’nundur. Hepsi O’na itaatkârdırlar.* Halkı yoktan var eden, sonra öldüren ve tekrar dirilten O’dur. Bu, O’na göre çok kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur. O, her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçtiği gibi, Allah’u Teâlâ’ya hiçbir şey zor değildir. Sûre-i Bakara, Âyet 117’de de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

″Allah’u Teâlâ, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. O, bir şeyin olmasını istediği zaman, ona sâdece ″Ol″ der, o da hemen oluverir.″

Allah’u Teâlâ’nın ölüleri diriltmesi hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şu Hadis-i Kudsî’yi nakletmiştir:

قَالَ اللّٰهُ كَذَّبَنِي ابْنُ آدَمَ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ ذَلِكَ وَشَتَمَنِي وَلَمْ يَكُنْ لَهُ ذَلِكَ فَأَمَّا تَكْذِيبُهُ إِيَّايَ فَقَوْلُهُ لَنْ يُعِيدَنِي كَمَا بَدَأَنِي وَلَيْسَ أَوَّلُ الْخَلْقِ بِأَهْوَنَ عَلَيَّ مِنْ إِعَادَتِهِ وَأَمَّا شَتْمُهُ إِيَّايَ فَقَوْلُهُ اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا وَأَنَا الْأَحَدُ الصَّمَدُ لَمْ أَلِدْ وَلَمْ أُولَدْ وَلَمْ يَكُنْ لِي كُفْئًا أَحَدٌ (خ ن عن ابى هريرة)

Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Âdemoğlu Beni yalanladı. Beni yalanlamaması gerekirdi. Âdemoğlu Bana hakaret etti. Halbuki Bana hakaret etmemesi gerekirdi. Beni yalanlaması, ″İlk olarak yarat­tığı gibi tekrar iade etmeyecektir″ sözüdür. Bana hakareti ise, ″Allah, çocuk edindi″ demesidir. Halbuki Ben tekim, Samed’im (hiçbir şeye muhtaç değilim, her şey Bana muhtaçtır), doğurmadım ve doğmadım ve hiç kimse Bana denk değildir.[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i İhlâs 1; Sünen-i Nesâî, Cenâiz 117.


﴿ ضَرَبَ لَكُمْ مَثَلًا مِنْ اَنْفُسِكُمْۜ هَلْ لَكُمْ مِنْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ مِنْ شُرَكَٓاءَ ف۪ي مَا رَزَقْنَاكُمْ فَاَنْتُمْ ف۪يهِ سَوَٓاءٌ تَخَافُونَهُمْ كَخ۪يفَتِكُمْ اَنْفُسَكُمْۜ كَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ ﴿٢٨﴾

28. Allah’u Teâlâ, size kendi hallerinizden misal verdi: Size verdiğimiz rızıklarda, sahibi olduğunuz kölelerinizin ortaklarınız olup, sizinle eşit pa­ya sahip olmalarına râzı olur musunuz? Birbirinizden çekindiğiniz gibi onlardan da çekinir misiniz? (O halde nasıl olur da, yarattıklarını Allah’a ortak koşarsı­nız?) İşte böyle, aklını kullanan bir topluluk için âyetleri genişçe açıklarız.


﴿ بَلِ اتَّبَعَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اَهْوَٓاءَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍۚ فَمَنْ يَهْد۪ي مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ ﴿٢٩﴾

29. Bilakis (Allah’a ortak koşmakla nefsine) zulmedenler, hiçbir ilme dayanmayarak nefislerinin arzularına tâbi oldular. Artık Allah’u Teâlâ’nın dalâlette bıraktığı kimseye kim hidâyet edebilir? Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.


﴿ فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفًاۜ فِطْرَةَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۗ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۗ ﴿٣٠﴾

30. Ey Resûlüm! Hakka yönelerek yüzünü dosdoğru bir şekilde dîne çevir. Bu, Allah’u Teâlâ’nın insanlara verdiği bir fıtrattır. Allah’ın yaratışında hiçbir değişiklik yoktur. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَا مِنْ مَوْلُودٍ إِلَّا يُولَدُ عَلَى الْفِطْرَةِ ثُمَّ يَقُولُ اقْرَءُوا {فِطْرَةَ اللّٰهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللّٰهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ} (م عن ابى هريرة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Her doğan İslâm fıtratı üzerine doğar″ buyurdu. Dilerseniz, Sûre-i Rûm, Âyet 30’daki: ″… Bu, Allah’u Teâlâ’nın insanlara verdiği bir fıtrattır. Allah’ın yaratışında hiçbir değişiklik yoktur…″ diye geçen buyruğu okuyun.[1]

İnsanlar, İslâm fıtratı üzere doğarlar. Fakat Allah’u Teâlâ kullarına irâde vermiştir. Akıl bâliğ olduklarında kendi irâdeleriyle fıtratta var olan İslâm’ı seçip, o yolda müstakim olur ya da nefsin hevâsına, şeytanın iğvâsına uyarak küfrü seçip dalâlete düşerler. Allah âdildir, kimseye zulmetmez. Hidâyet ve dalâlet yoluna gitmek kişinin kendi irâdesindedir. Kişi nefsine uyarsa, işte o zaman hidâyet yolundan ayrılır ve dalâlete düşer.

Bu hususta nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

إِنِّي خَلَقْتُ عِبَادِي حُنَفَاءَ كُلَّهُمْ وَإِنَّهُمْ أَتَتْهُمْ الشَّيَاطِينُ فَاجْتَالَتْهُمْ عَنْ دِينِهِمْ وَحَرَّمَتْ عَلَيْهِمْ مَا أَحْلَلْتُ لَهُمْ وَأَمَرَتْهُمْ أَنْ يُشْرِكُوا بِي مَا لَمْ أُنْزِلْ بِهِ سُلْطَانًا (م عن عياض بن حمار)

″Ben, kullarımı Hanifler olarak (İslâm üzere) yarattım. Şeytânlar onlara geldi de, onları dinlerinden çevirdi. Benim onlara helâl kıldığımı onlara haram kıldı. Hakkında hiçbir delil indirmediğim şeyleri Bana ortak koşmalarını da onlara yine şeytanlar emretti (onlar da, nefislerine hoş geldiği için hemen şeytana tâbi oldular)…″[2]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا مِنْ مَوْلُودٍ إِلَّا يُولَدُ عَلَى الْفِطْرَةِ فَأَبَوَاهُ يُهَوِّدَانِهِ وَيُنَصِّرَانِهِ أَوْ يُمَجِّسَانِهِ كَمَا تُنْتَجُ الْبَهِيمَةُ بَهِيمَةً جَمْعَاءَ هَلْ تُحِسُّونَ فِيهَا مِنْ جَدْعَاءَ ثُمَّ يَقُولُ أَبُو هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ {فِطْرَةَ اللّٰهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللّٰهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ} (خ عن ابى هريرة)

Anadan doğan herkes, İslâm fıtratı üzere doğar. Anne ve babasına uyarak Yahudi, Hristiyan yahut Mecûsi olur. Tıpkı bir hayvanın eksiksiz ve azaları yerli yerinde bir yavru doğurması gibi. Siz böyle bir yavrunun kulaklarının kesik olduğunu ve onda bir kusur bulunduğunu görebilir misiniz?″ Daha sonra Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu dedi ki: Dilerseniz, ″Ey Resûlüm! Hakka yönelerek yüzünü dosdoğru bir şekilde dîne çevir. Bu, Allah’u Teâlâ’nın insanlara verdiği bir fıtrattır. Allah’ın yaratışında hiçbir değişiklik yoktur…″ diye devam eden Sûre-i Rûm, Âyet 30’u okuyun.[3]

Semura b. Cundub Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

Bir gün Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Sahâbe-i Kirâm’a görmüş olduğu bir rüyâyı uzun uzadıya anlatmış ve bu rüyânın bir bölümünde; içinde çeşitli çiçeklerin bulunduğu bir bahçe içerisinde, etrafında çocuklar olan çok uzun boylu birisini görmüş ve onun kim olduğunu meleklere sorunca da, onlar demiş ki:

وَأَمَّا الرَّجُلُ الطَّوِيلُ الَّذِي رَأَيْتَ فِي الرَّوْضَةِ فَإِنَّهُ إِبْرَاهِيمُ عَلَيْهِ السَّلَام وَأَمَّا الْوِلْدَانُ الَّذِينَ حَوْلَهُ فَكُلُّ مَوْلُودٍ مَاتَ عَلَى الْفِطْرَةِ قَالَ فَقَالَ بَعْضُ الْمُسْلِمِينَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَأَوْلَادُ الْمُشْرِكِينَ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَأَوْلَادُ الْمُشْرِكِينَ (خ حم عن سمرة بن جندب)

- Bahçedeki uzun boylu adam, İbrâhim Aleyhisselâm’dır. Etrafında bulunan küçük çocuklara gelince, bunlar da İslâm fıtratı üzere doğup (akıl bâliğ olmadan) ölen çocuklardır. Orada bulunan Müslümanlardan bâzısı: ″Yâ Resûlallah! Müşrikle­rin çocukları da buna dâhil mi?″ diye sorunca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet, müşriklerin çocukları da dâhil″ diye buyurmuştur.[4]

Müslüman olmayan anne ve babadan doğan çocuğun, İslâm üzere doğduğu ve büyüyüp akıl bâliğ olduğunda, anne ve babası hangi dinde olursa olsun, o kimsenin, Allah’u Teâlâ’nın kendisine verdiği aklı ve irâdeyi kullanıp İslâm’ın hak olduğunu bilerek ona yönelmesi gerekir. Böyle yapmayıp nefsin hevâsına ve şeytanın iğvâsına uyarsa, Allah’ın azâbından kurtulamaz.

Bu husus Sûre-i Sâffât, Âyet 68-70’de: ″Sonra onların dönüp varacakları yer, şüphesiz yine Cehennemdir.* Çünkü onlar, babalarını azgın buldular* ve onların izine uymada sürat gösterdiler″ diye buyrulmaktadır.

Bu husus Sûre-i Lokmân, Âyet 15’te de şöyle geçmektedir:

Eğer onlar, bilmediğin bir şeyi Bana ortak koşman için seninle mücâdele ederlerse, o zaman onlara itaat etme. Fakat dünyâda onlarla iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna tâbi ol. Sonra dönüşünüz Banadır. Ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim.″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَا يَسْمَعُ بِى أَحَدٌ مِنْ هَذِهِ الْأُمَّةِ يَهُودِيٌّ وَلَا نَصْرَانِيٌّ ثُمَّ يَمُوتُ وَلَمْ يُؤْمِنْ بِالَّذِى أُرْسِلْتُ بِهِ اِلَّا كَانَ مِنْ أَصْحَابِ النَّارِ (حم م عن ابى هريرة)

″Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan Allah’a yemin ederim ki, her kim Yahudi olsun, Hristiyan olsun beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa, mutlaka Cehennem ehlinden olacaktır.″[5]

İslâm’ın dışında olan bir kişi, hangi dinden ve milletten olursa olsun, mutlaka İslâm Dîni’ne girmesi gerekir. Aksi halde yeri Cehennemdir. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 85’te şöyle buyurmaktadır:

″Her kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bu din ondan aslâ kabul edilmeyecek ve o kimse âhirette hüsrâna uğrayanlardan olacaktır.″

Hâsılı bir kimse, hak yolu bulmaya yönelirse, Allah’u Teâlâ onun önüne hakkı bulacak vesîle ve delilleri çıkarır. Bu kimse de aklını kullanarak delillerden ibret alırsa, Allah’u Teâlâ onu doğru yola hidâyet eder.

Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i İnsân, Âyet 3’te şöyle buyurmuştur:

″Şüphesiz ki, Biz insana hidâyet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.″


[1] Sahih-i Müslim, Kader 6 (22).

[2] Sahih-i Müslim, Cennet 16 (63).

[3] Sahih-i Buhârî, Cenâiz 92.

[4] Sahih-i Buhârî, Tâbir 48, Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 19236.

[5] Sahih-i Müslim, Îman 70 (240 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8255.


﴿ مُن۪يب۪ينَ اِلَيْهِ وَاتَّقُوهُ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۙ ﴿٣١﴾ مِنَ الَّذ۪ينَ فَرَّقُوا د۪ينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًاۜ كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ ﴿٣٢﴾

31-32. Hepiniz Allah’a yönelin, O’ndan korkun, namazı kılın ve müşriklerden olmayın.* Onlar ki, dinlerini parçaladılar ve fırka fırka oldular. Her fırka kendi inancını beğendi.

İzah: Namaz hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ بَيْنَ الرَّجُلِ وَبَيْنَ الشِّرْكِ وَالْكُفْرِ تَرْكَ الصَّلَاةِ (م عن جابر)

″Kişiyle, müşriklik ve kâfirlik arasındaki şey, namazı terk etmektir.″[1]

İmam Nevevî, bu Hadis-i Şerif’i şöyle izah etmiştir: Kişiyi kâfir olmaktan meneden, namazı bırakmamış olmasıdır. Onu terk ettiği zaman kendisiyle şirk arasında bir mâni kalmaz da, belki kendisi küfre dâhil olur.

Namazı inkâr ederek terk eden kişi, küfre düşer. Fakat namazın hak olduğunu kabul ederek nefsine hâkim olamayıp ara sıra terk eden veya en azından Cuma ve Bayram namazlarına giden kimse ise, günahkâr olur. Nitekim Hanefi Mezhebi’ne göre; kişinin bir defa da olsa namaz kıldığına dair, şâhitlik eden bir kimse olursa, o kimsenin cenâze namazı kılınır.

Kişiye mahşerde amelden sorulacak ilk sual namazdır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِنَّ أَوَّلَ مَا يُحَاسَبُ بِهِ الْعَبْدُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ صَلَاتُهُ فَاِنْ وُجِدَتْ تَامَّةً كُتِبَتْ تَامَّةً وَاِنْ كَانَ انْتُقِصَ مِنْهَا شَيْءٌ قَالَ انْظُرُوا هَلْ تَجِدُونَ لَهُ مِنْ تَطَوُّعٍ يُكَمِّلُ لَهُ مَا ضَيَّعَ مِنْ فَرِيضَةٍ مِنْ تَطَوُّعِهِ ثُمَّ سَائِرُ الْأَعْمَالِ تَجْر۪ى عَلَى حَسَبِ ذَلِكَ (ن ت ه عن ابى هريرة)

Mahşer gününde kulun işlediği amellerinden ilk olarak hesap vereceği şey, namazdır. Eğer namazı tamam ise, tamamdır, değilse Allah’u Teâlâ: ″Kulumun nâfile namazlarına bakın″ buyurur. Nâfile namazları varsa farzlardan eksikleri onunla tamamlanır. Böylece diğer amellerin hesabı da bu şekilde görülür.[2]

Bu Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerde namazın önemine dikkat çekilmektedir. Üzerine namaz farz olan her Müslümanın, beş vakit namazı aksatmadan kılması gerekir. Kılamayıp geçirdiği namazları olursa, bunları da mutlak sûrette kazâ etmelidir.


[1] Sahih-i Müslim, Îman 35 (134).

[2] Sünen-i Nesâî, Salat 9; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâme’us-Salat 202.


﴿ وَاِذَا مَسَّ النَّاسَ ضُرٌّ دَعَوْا رَبَّهُمْ مُن۪يب۪ينَ اِلَيْهِ ثُمَّ اِذَٓا اَذَاقَهُمْ مِنْهُ رَحْمَةً اِذَا فَر۪يقٌ مِنْهُمْ بِرَبِّهِمْ يُشْرِكُونَۙ ﴿٣٣﴾ لِيَكْفُرُوا بِمَٓا اٰتَيْنَاهُمْۜ فَتَمَتَّعُوا۠ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ ﴿٣٤﴾ اَمْ اَنْزَلْنَا عَلَيْهِمْ سُلْطَانًا فَهُوَ يَتَكَلَّمُ بِمَا كَانُوا بِه۪ يُشْرِكُونَ ﴿٣٥﴾

33-35. İnsanlara bir felâket isâbet ederse, Rablerine dönerek O’na duâ ederler. Sonra Rableri, kendi katından bir nîmet tattırınca (belâdan kurtuldukları vakit), onlardan bir fırka hemen Allah’a ortak koşarlar.* Varsınlar bir müddet daha âyetlerimizi inkâr etsinler, dünyevî hayat ile lezzet alsınlar. Âkıbetinizi yakında bileceksiniz.* Yoksa Biz onlara bir hüccet (kitap) indirdik de, Allah’a ortak koşmalarını o mu söylüyor?


﴿ وَاِذَٓا اَذَقْنَا النَّاسَ رَحْمَةً فَرِحُوا بِهَاۜ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يهِمْ اِذَا هُمْ يَقْنَطُونَ ﴿٣٦﴾

36. İnsanlara bir nîmet tattırdığımız zaman, onunla mesrur olurlar. Kendi elleriyle kazandıklarının neticesi olarak kendilerine bir kötülük isâbet ederse de, hemen ümitsizliğe düşerler.

İzah: Allah’u Teâlâ insanı sıhhate, nîmetlere, hasta iken şifâya kavuşturduğu vakit, sevinip mutlu olur. Kendi hatâlarından dolayı ona bir belâ isabet edince de, Allah’ın rahmetinden ümidini keser, hakka yönelerek duâ ve niyazda bulunmaz. Fakat Mü’minler böyle değildir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

عَجَبًا لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ وَلَيْسَ ذَاكَ لِأَحَدٍ إِلَّا لِلْمُؤْمِنِ إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ (م عن صهيب)

″Mü’minin işi acâyiptir. Doğrusu onun her işi hayırdır. Bu husus Mü’minden başkası için böyle değildir. Ona iyilik ve genişlik isabet ederse, şükreder ve bu kendisi için hayır olur. Bir sıkıntı ve darlığa uğrarsa da, sabreder, bu da kendisi için hayır olur.″[1]


[1] Sahih-i Müslim, Zühd 13 (64).


﴿ اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّ اللّٰهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَقْدِرُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٣٧﴾

37. Allah’u Teâlâ’nın, rızkı dilediğine geniş ve dilediğine dar ettiğini görmüyorlar mı? Şüphesiz bunda, îman eden bir topluluk için elbette ibretler vardır.


﴿ فَاٰتِ ذَا الْقُرْبٰى حَقَّهُ وَالْمِسْك۪ينَ وَابْنَ السَّب۪يلِۜ ذٰلِكَ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يُر۪يدُونَ وَجْهَ اللّٰهِۘ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ ﴿٣٨﴾

38. O halde akrabaya, miskinlere ve yolda kalmış gariplere hakkını ver. Bu, Allah’ın Cemâlini dileyenler için çok hayırlıdır. İşte onlar, felâha nâil olanlardır.

İzah: Bu âyette geçen hususlarla ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الصَّدَقَةَ عَلَى الْمِسْكِينِ صَدَقَةٌ وَعَلَى ذِي الرَّحِمِ اثْنَتَانِ صَدَقَةٌ وَصِلَةٌ (ن عن سلمان بن عامر)

″Muhakkak ki, miskine verilen sadakanın sevabı bir mertebedir. Fakat akrabasından fakir olan birine verilen sadakanın sevabı iki mertebedir.″[1]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَلْيُكْرِمْ ضَيْفَهُ جَائِزَتُهُ يَوْمٌ وَلَيْلَةٌ وَالضِّيَافَةُ ثَلَاثَةُ أَيَّامٍ فَمَا بَعْدَ ذَلِكَ فَهُوَ صَدَقَةٌ وَلَا يَحِلُّ لَهُ أَنْ يَثْوِيَ عِنْدَهُ حَتَّى يُحْرِجَهُ (خ ابى شريح الكعبى)

″Allah’a ve âhiret gününe îman eden kimse, misafirine ikram etsin. Farz olan ikram bir gün ve bir gecedir. Ziyafet ise üç gündür. Üç günden fazla yapılırsa, bu da sadakadır. Misafirin üç günden fazla kalarak ev sahibine meşakkatte bulunması ise helâl değildir.″[2]


[1] Sünen-i Nesâî, Zekât 81.

[2] Sahih-i Buhârî, Edeb 87.


﴿ وَمَٓا اٰتَيْتُمْ مِنْ رِبًا لِيَرْبُوَ۬ا ف۪ٓي اَمْوَالِ النَّاسِ فَلَا يَرْبُوا عِنْدَ اللّٰهِۚ وَمَٓا اٰتَيْتُمْ مِنْ زَكٰوةٍ تُر۪يدُونَ وَجْهَ اللّٰهِ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُضْعِفُونَ ﴿٣٩﴾

39. İnsanların malları artsın diye fâiz olarak verdiğiniz şey, Allah katında artmaz. Fakat Allah’ın rızâsını dileyerek verdiğiniz zekât böyle değildir. İşte (mallarını ve sevaplarını) kat kat artıranlar ancak onlardır.

İzah: Zekât; fakirin, zengin olan kişilerin malı üzerindeki hakkıdır. Böyle olunca zekât, zenginin malını temize çıkarır. Zekât, İslâm’ın beş şartından biridir. Her Müslümanın, aslî ihtiyacından fazla nisap miktarı (en az 80 gr. altın) yahut bundan daha fazla malı olan ve üzerinden bir yıl geçen malının kırkta birini, ihtiyaç sahibi kimselere vermesi gerekir. Kişinin zekâtını vermeye, önce fakir olan kendi akrabalarından başlaması efdaldir.

Zekât hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

بُنِيَ الْإِسْلَامُ عَلَى خَمْسٍ شَهَادَةِ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ وَإِقَامِ الصَّلَاةِ وَإِيتَاءِ الزَّكَاةِ وَالْحَجِّ وَصَوْمِ رَمَضَانَ (خ م عن ابن عمر)

″İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir: Lâ ilâhe illallâh Muhammed’en Resûlullâh, diye şehâdet getirmek. Namaz kılmak. Zekât vermek. Hacca gitmek. Ramazan ayında oruç tutmak.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Îman 1; Sahih-i Müslim Îman 5 (20, 21)


﴿ اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ ثُمَّ رَزَقَكُمْ ثُمَّ يُم۪يتُكُمْ ثُمَّ يُحْي۪يكُمْۜ هَلْ مِنْ شُرَكَٓائِكُمْ مَنْ يَفْعَلُ مِنْ ذٰلِكُمْ مِنْ شَيْءٍۜ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ۟ ﴿٤٠﴾

40. Allah O’dur ki, sizi yarattı. Sonra rızkınızı verdi. Sonra sizi öldürür. Sonra diriltir. Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden, bunların birini yapacak var mı? Allah’u Teâlâ, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır ve çok yücedir.


﴿ ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ اَيْدِي النَّاسِ لِيُذ۪يقَهُمْ بَعْضَ الَّذ۪ي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ ﴿٤١﴾ قُلْ س۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلُۜ كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُشْرِك۪ينَ ﴿٤٢﴾

41-42. İnsanların elleriyle kazandıkları günahlar yüzünden kara­da ve denizde fesat çıktı ki Allah’u Teâlâ, yaptıklarının bir kısmının cezâsını onlara tattırsın. Belki bulundukları isyan hâlinden dönerler.* Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Yeryüzünde gezin, sizden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görün.″ Onların çoğu müşrik idiler.


﴿ فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ الْقَيِّمِ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا مَرَدَّ لَهُ مِنَ اللّٰهِ يَوْمَئِذٍ يَصَّدَّعُونَ ﴿٤٣﴾

43. Öyleyse sen, Allah tarafından gelecek olan ve kimsenin de mâni olamayacağı o gün gelmeden önce, yüzünü dosdoğru olan İslâm Dîni’ne çevir. O gün insanlar, fırka fırka ayrılacaklardır.


﴿ مَنْ كَفَرَ فَعَلَيْهِ كُفْرُهُۚ وَمَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِاَنْفُسِهِمْ يَمْهَدُونَۙ ﴿٤٤﴾ لِيَجْزِيَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْ فَضْلِه۪ۜ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْكَافِر۪ينَ ﴿٤٥﴾

44-45. Her kim kâfir olursa, kâfirliği kendi aleyhinedir. Her kim de sâlih amelde bulunursa, Cennette kendilerine güzel bir yer hazırlamış olurlar.* Böylece Allah’u Teâlâ, îman edip sâlih amellerde bulunanları lütfundan mükâfatlandırsın. Şüphesiz O, kâfirleri sevmez.

İzah: Âyette: Her kim de sâlih amelde bulunursa, Cennette kendilerine güzel bir yer hazırlamış olurlar″ diye buyrulmaktadır. Yani Mü’minlerin amacı, sâlih ameller işleyerek Allah’ın rızâsına nâil olup Cennet-i Â’lâ’yı kazanmaktır.

Her nefis, dünyâda iken iyi veya kötü, yaptığının karşılığını mahşerde tam olarak alacaktır. O gün kimseye haksızlık edilmeyecektir.

Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 185’te de şöyle buyurmaktadır:

″Her nefis ölümü tadacaktır. Ve mahşer günü yaptıklarınızın karşılığı size mutlaka eksiksiz verilecektir. Artık kim Cehennemden uzaklaştırılıp Cennete girdirilirse, muradına nâil olmuştur. Dünyâ hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir.″


﴿ وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ يُرْسِلَ الرِّيَاحَ مُبَشِّرَاتٍ وَلِيُذ۪يقَكُمْ مِنْ رَحْمَتِه۪ وَلِتَجْرِيَ الْفُلْكُ بِاَمْرِه۪ وَلِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِه۪ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ ﴿٤٦﴾

46. Size (yağmur sebebiyle) rahmetinden tattırması, emriyle gemileri yüzdürmesi, lütfundan rızık talep etmeniz ve şükretmeniz için rüzgârları müjdeleyiciler olarak göndermesi de O’nun varlığını ve kudretini gösteren delillerindendir.


﴿ وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ رُسُلًا اِلٰى قَوْمِهِمْ فَجَٓاؤُ۫هُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَانْتَقَمْنَا مِنَ الَّذ۪ينَ اَجْرَمُواۜ وَكَانَ حَقًّا عَلَيْنَا نَصْرُ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٤٧﴾

47. Ey Resûlüm! Yemin olsun ki, senden önce nice Peygamberleri kendi kavimlerine gönderdik. Peygamberler, onlara apaçık mûcizelerle geldiler. Biz de (îman etmedikleri için) mücrimlerden intikam aldık. Mü’minlere yardım etmek ise üzerimize bir hak oldu.


﴿ اَللّٰهُ الَّذ۪ي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ فَتُث۪يرُ سَحَابًا فَيَبْسُطُهُ فِي السَّمَٓاءِ كَيْفَ يَشَٓاءُ وَيَجْعَلُهُ كِسَفًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِه۪ۚ فَاِذَٓا اَصَابَ بِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ٓ اِذَا هُمْ يَسْتَبْشِرُونَ ﴿٤٨﴾ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلِ اَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ مِنْ قَبْلِه۪ لَمُبْلِس۪ينَ ﴿٤٩﴾

48-49. Rüzgârları gönderip onlarla bulutu sevk eden ve onu istediği gibi bâzen semâda yayan ve bâzen parça parça ayıran Allah’tır. Derken bulutun arasından yağmur yağdığını görürsün. Onu kullarından dilediklerine kavuşturunca, onlar hemen sevinirler.* Halbuki onlar, üzerlerine yağmur indirilmeden önce, elbette ümitlerini kesmişlerdi.


﴿ فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۜ اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِ الْمَوْتٰىۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٥٠﴾

50. Allah’ın rahmet eserlerine bak! Yeri ölümünden (bitkiler kuruduktan) sonra, nasıl diriltiyor. Şüphesiz ki O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye kâdirdir.


﴿ وَلَئِنْ اَرْسَلْنَا ر۪يحًا فَرَاَوْهُ مُصْفَرًّا لَظَلُّوا مِنْ بَعْدِه۪ يَكْفُرُونَ ﴿٥١﴾

51. Yemin olsun ki, ekinlere zarar veren rüzgârı göndersek, onlar da ekinleri sararmış görseler, elbette onun ardından nankörlüğe başlarlar.

İzah: Rüzgârlar hakkında Abdullah İbn-i Amr Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

Rüzgârlar sekiz çeşittir. Bunlardan dördü rahmet, dördü de azaptır. Rahmet olanlar; yayıcı, müjdeleyici, birbiri ardınca gönderilen ve esip savuran rüzgârlardır. Azap olan rüzgârlar ise; Akîm denilen kısır ve aşılama yapmayan rüzgâr ile Sarsar adı verilen soğuk yeldir. Bu ikisi karadadır. Bir de Âsıf ve Kâsıf adı verilen, şiddetle esen fırtına şeklinde iki tür rüzgâr daha vardır ki, bu ikisi de denizde olur.


﴿ فَاِنَّكَ لَا تُسْمِعُ الْمَوْتٰى وَلَا تُسْمِعُ الصُّمَّ الدُّعَٓاءَ اِذَا وَلَّوْا مُدْبِر۪ينَ ﴿٥٢﴾ وَمَٓا اَنْتَ بِهَادِ الْعُمْيِ عَنْ ضَلَالَتِهِمْۜ اِنْ تُسْمِعُ اِلَّا مَنْ يُؤْمِنُ بِاٰيَاتِنَا فَهُمْ مُسْلِمُونَ۟ ﴿٥٣﴾

52-53. Ey Resûlüm! Şüphesiz sen, dâvetini ölülere duyuramazsın. Arkalarını dönüp giden (hakkı kabulden yüz çeviren) sağırlara da duyuramazsın.* Sen, körleri de dalâletlerinden kurtarıp hidâyete erdiremezsin. Sen ancak âyetlerimize îman edenlere duyurabilirsin. İşte Müslüman olanlar onlardır.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Ölüler″ ifadesi, zâhir anlamda ölüler değil, hakkı bildiği halde îman etmekten yüz çevirip kalbi ölü olan kişilerdir. ″Sağırlar″ ifadesi de, aynı mânâda olup, bunlar da hakkı duyduğu halde haktan yüz çeviren kimselerdir. ″Körler″ diye geçen ifade de, hakikati gördüğü halde görmemezlikten gelip îmandan yüz çeviren kimselerdir.


﴿ اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ ضَعْفٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْ بَعْدِ ضَعْفٍ قُوَّةً ثُمَّ جَعَلَ مِنْ بَعْدِ قُوَّةٍ ضَعْفًا وَشَيْبَةًۜ يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُۚ وَهُوَ الْعَل۪يمُ الْقَد۪يرُ ﴿٥٤﴾

54. Sizi güçsüz olarak yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından kuvvet veren, sonra kuvvetin arkasından tekrar güçsüzlük ve ihtiyarlık veren Allah’tır. Her şeyi bilen ve her şeye kâdir olan O’dur.


﴿ وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يُقْسِمُ الْمُجْرِمُونَۙ مَا لَبِثُوا غَيْرَ سَاعَةٍۜ كَذٰلِكَ كَانُوا يُؤْفَكُونَ ﴿٥٥﴾ وَقَالَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ وَالْا۪يمَانَ لَقَدْ لَبِثْتُمْ ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ اِلٰى يَوْمِ الْبَعْثِۘ فَهٰذَا يَوْمُ الْبَعْثِ وَلٰكِنَّكُمْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ ﴿٥٦﴾ فَيَوْمَئِذٍ لَا يَنْفَعُ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مَعْذِرَتُهُمْ وَلَا هُمْ يُسْتَعْتَبُونَ ﴿٥٧﴾

55-57. Kıyâmet koptuğu gün mücrimler (kâfirler), dünyâda az bir müddetten fazla kalmadıklarına yemin ederler. Onlar (dünyâda da) haktan işte böyle yüz çeviriyorlardı.* İlim ve îman ile vasıflanmış olanlar da onlara: ″Yemin olsun ki, Allah’ın ilminde mukadder olan dirilme gününe kadar kaldınız. İşte vaad olunduğunuz dirilme günü budur. Fakat (dünyâda iken) siz bunu bilmiyordunuz″ derler.* İşte o gün, zâlimlere mâzeretleri fayda vermez ve onlardan Allah’ın rızâsını kazanmaları da istenmez.


﴿ وَلَقَدْ ضَرَبْنَا لِلنَّاسِ ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍۜ وَلَئِنْ جِئْتَهُمْ بِاٰيَةٍ لَيَقُولَنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا مُبْطِلُونَ ﴿٥٨﴾ كَذٰلِكَ يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِ الَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٥٩﴾

58-59. Yemin olsun ki Biz, bu Kur’ân’da insanlar için her türlü misalden beyan ettik. Ey Resûlüm! Muhakkak ki sen, onlara istedikleri bir mûcizeyi getirsen, elbette o kâfir olanlar (inatlarından dolayı), ″Siz ancak bâtılla uğraşıyorsunuz″ derler.* Allah’u Teâlâ, hakikatleri öğrenmek istemeyenlerin kalplerini işte böyle mühürler.


﴿ فَاصْبِرْ اِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ وَلَا يَسْتَخِفَّنَّكَ الَّذ۪ينَ لَا يُوقِنُونَ ﴿٦٠﴾

60. Ey Resûlüm! Sen (o kâfirlerin bâtıl sözlerine ve kötü fiillerine) sabret. Şüphesiz ki Allah’ın vaadi haktır. Kesin îmana sahip olmayanlar, sakın senin azim ve gayretini gevşetmesin.