MEÂRİC SÛRESİ

Bu sûre 44 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Bu sûrede Allah’u Teâlâ’nın, ″Meâric sahibi″ yani ″Yüksek dereceler sahibi″ olduğu beyan edildiği için ″Meâric Sûresi″ diye isimlendirilmiştir.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ سَاَلَ سَٓائِلٌ بِعَذَابٍ وَاقِعٍۙ ﴿١﴾ لِلْكَافِر۪ينَ لَيْسَ لَهُ دَافِعٌۙ ﴿٢﴾ مِنَ اللّٰهِ ذِي الْمَعَارِجِۜ ﴿٣﴾ تَعْرُجُ الْمَلٰٓئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ ف۪ي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْس۪ينَ اَلْفَ سَنَةٍۚ ﴿٤﴾

1-4. Bir isteyici, vâki olacak azâbı istedi.* Kâfirler için onu engelleyecek yoktur.* O azap, meâric (yüksek dereceler) sahibi olan Allah’tandır.* Melekler ve Rûh (Cebrâil), miktarı elli bin seneye denk olan bir günde Allah’ın dergahına yükselir.

İzah: Ebû Cehil veya müşrik beylerinden biri, sırf inkâr ve alay maksadıyla muhakkak meydana gelecek olan azâbı istemiş, ″Eğer böyle bir azap, hakikaten takdir edilmiş ise ne duruyor, hemen başıma gelsin″ diyerek, ″Başımıza taşlar yağsın″ diye teklifte bulunmuş. İşte bunun üzerine ″Bir isteyici, vâki olacak azâbı istedi″ diye geçen âyet nâzil olmuştur.

Yine Sûre-i Meâric, Âyet 4 ile ilgili olarak Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Miktarı elli bin seneye denk olan bir gün, ne de uzun bir gündür″ dediler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ، إنَّهُ لَيُخَفَّفُ عَلَى الْمُؤْمِنِ حَتَّى يَكُونَ أخَفَّ عَلَيْهِ مِنَ الصَّلَاةِ المَكْتُوبَةِ يُصَلِّيهَا فِي الدُّنْيا (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن ابى سعيد)

″Hayatım kudret elinde bulunan Allah’a yemin olsun ki, o gün Mü’minler için hafifletilecek. Öyle ki o gün Mü’min kişiye, dünyâda iken kıldığı bir vakit farz namazından daha hafif olacaktır.″[1]


[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 23, s. 602.


﴿ فَاصْبِرْ صَبْرًا جَم۪يلًا ﴿٥﴾ اِنَّهُمْ يَرَوْنَهُ بَع۪يدًاۙ ﴿٦﴾ وَنَرٰيهُ قَر۪يبًاۜ ﴿٧﴾ يَوْمَ تَكُونُ السَّمَٓاءُ كَالْمُهْلِۙ ﴿٨﴾ وَتَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِۙ ﴿٩﴾ وَلَا يَسْـَٔلُ حَم۪يمٌ حَم۪يمًاۚ ﴿١٠﴾

5-10. Ey Resûlüm! Artık (müşriklerin eziyetlerine karşı) güzel bir sabır ile sabret.* Şüphesiz onlar, o azâbı uzak görürler.* Biz ise onu yakın görürüz.* O gün semâ, erimiş maden gibi olur* ve dağlar da atılmış rengarenk yün gibi olur* ve o gün dost, dostunu sormaz.


﴿ يُبَصَّرُونَهُمْۜ يَوَدُّ الْمُجْرِمُ لَوْ يَفْتَد۪ي مِنْ عَذَابِ يَوْمِئِذٍ بِبَن۪يهِۙ ﴿١١﴾ وَصَاحِبَتِه۪ وَاَخ۪يهِۙ ﴿١٢﴾ وَفَص۪يلَتِهِ الَّت۪ي تُـْٔو۪يهِۙ ﴿١٣﴾ وَمَنْ فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًاۙ ثُمَّ يُنْج۪يهِۙ ﴿١٤﴾ كَلَّاۜ اِنَّهَا لَظٰىۙ ﴿١٥﴾ نَزَّاعَةً لِلشَّوٰىۚ ﴿١٦﴾ تَدْعُوا مَنْ اَدْبَرَ وَتَوَلّٰىۙ ﴿١٧﴾ وَجَمَعَ فَاَوْعٰى ﴿١٨﴾

11-18. Onlar birbirlerine gösterilirler. Mücrim, o günün azâbından kurtulmak için oğullarını,* zevcesini ve kardeşini* ve kendisini barındıran aşiretini* ve yeryüzünde kim var ise cümlesini fedâ etmek ister ki, nihâyet kendini o azaptan kurtarsın.* Hayır, bu aslâ olmaz. Şüphesiz ki o azap, alevli bir ateştir,* derileri kavu­rup soyar * ve hakka sırtını dönen, taatten yüz çeviren* ve servet toplayıp yığan kimseleri kendine çağırır.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Servet toplayıp yığan kimseler″ diye geçen ifade, zekâtını vermeyen ve harcaması farz olan yerlere malını harcamayan, böylece Allah’u Teâlâ’nın, kişinin malında farz kılmış olduğu hakkı yerine getirmeyerek mal biriktiren kimseler, anlamındadır.


﴿ اِنَّ الْاِنْسَانَ خُلِقَ هَلُوعًاۙ ﴿١٩﴾ اِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ جَزُوعًاۙ ﴿٢٠﴾ وَاِذَا مَسَّهُ الْخَيْرُ مَنُوعًاۙ ﴿٢١﴾ اِلَّا الْمُصَلّ۪ينَۙ ﴿٢٢﴾ اَلَّذ۪ينَ هُمْ عَلٰى صَلَاتِهِمْ دَٓائِمُونَۖ ﴿٢٣﴾ وَالَّذ۪ينَ ف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ حَقٌّ مَعْلُومٌۙ ﴿٢٤﴾ لِلسَّٓائِلِ وَالْمَحْرُومِۖ ﴿٢٥﴾ وَالَّذ۪ينَ يُصَدِّقُونَ بِيَوْمِ الدّ۪ينِۖ ﴿٢٦﴾ وَالَّذ۪ينَ هُمْ مِنْ عَذَابِ رَبِّهِمْ مُشْفِقُونَۚ ﴿٢٧﴾ اِنَّ عَذَابَ رَبِّهِمْ غَيْرُ مَأْمُونٍۚ ﴿٢٨﴾ وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَۙ ﴿٢٩﴾ اِلَّا عَلٰٓى اَزْوَاجِهِمْ اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُمْ فَاِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُوم۪ينَۚ ﴿٣٠﴾ فَمَنِ ابْتَغٰى وَرَٓاءَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْعَادُونَۚ ﴿٣١﴾ وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَۖ ﴿٣٢﴾ وَالَّذ۪ينَ هُمْ بِشَهَادَاتِهِمْ قَٓائِمُونَۖ ﴿٣٣﴾ وَالَّذ۪ينَ هُمْ عَلٰى صَلَاتِهِمْ يُحَافِظُونَۜ ﴿٣٤﴾ اُو۬لٰٓئِكَ ف۪ي جَنَّاتٍ مُكْرَمُونَۜ۟ ﴿٣٥﴾

19-35. Muhakkak ki insan, hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır.* Ona bir şer isâbet ederse, feryad eder,* ona bir hayır isâbet ederse de cimrileşir.* Ancak şu kimseler müstesnâdır: Onlar ki namaz kılıp* namazlarına devam edenler,* mallarındaki belli bir hakkı;* isteyen ve istemeyen yoksul kimselere verenler,* cezâ gününü tasdik edenler,* Rablerinin azâbından korkanlarlardır,* çünkü Rablerinin azâbından kimse emin olamaz.* Ve edep yerlerini muhafaza edenlerdir;* yalnız zevceleriyle câriyelerine karşı müstesnâ. Bunlar, zevceleriyle câriyeleri hakkında kınanmazlar.* Lâkin bundan fazlasına gidenler, haddi aşmış olurlar.* Ve emânetlerine ve ahidlerine riâyet edenler,* şâhitliklerini hakkıyla yerine getirenler* ve namazlarını muhafaza edenlerdir.* İşte bunlar, Cennetlerde ikram olunurlar.

İzah: Sûre-i Meâric, Âyet 24-25 ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَيْلٌ لِلأَغْنِيَاءِ مِنَ الْفُقَرَاءِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ يَقُولُونَ: رَبَّنَا ظَلَمُونَا حُقُوقَنَا الَّتِي فُرِضَتْ لَنَا عَلَيْهِمْ فَيَقُولُ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ: وَعِزَّتِي وَجَلالِي لأُدْنِيَنَّكُمْ وَلأُبَاعِدَنَّهُمْ، ثُمَّ تَلَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: وَالَّذِينَ فِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ مَعْلُومٌ. لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ (طس عن انس بن مالك)

″Mahşer gününde fakirlerden dolayı zen­ginlerin vay haline! Çünkü onlar şöyle diye­ceklerdir: ″Ey Rabbimiz! Bu zenginler bize haksızlık ettiler. Senin bizim için onlara farz kıldığın hakkımızı vermediler.″ Allah Teâlâ da şöyle buyuracaktır: ″İzzetim ve Celâlim hakkı için, sizi yaklaştıracağım, onları uzaklaştıra­cağım.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem daha sonra: ″Mallarındaki belli bir hakkı;* isteyen ve istemeyen yoksul kimselere verenler″ diye geçen âyetleri okudu.[1]


[1] Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 2684; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 15822.


﴿ فَمَا لِ‌الَّذ۪ينَ كَفَرُوا قِبَلَكَ مُهْطِع۪ينَۙ ﴿٣٦﴾ عَنِ الْيَم۪ينِۙ وَعَنِ الشِّمَالِ عِز۪ينَ ﴿٣٧﴾ اَيَطْمَعُ كُلُّ امْرِئٍ مِنْهُمْ اَنْ يُدْخَلَ جَنَّةَ نَع۪يمٍۙ ﴿٣٨﴾ كَلَّاۜ اِنَّا خَلَقْنَاهُمْ مِمَّا يَعْلَمُونَ ﴿٣٩﴾

36-39. Ey Resûlüm! Bu kâfirlere ne oluyor ki, sana doğru süratle geliyorlar;* sağdan ve soldan gruplar hâlinde.* Onlardan her biri Cennet-i Naîm’e girdirileceğini mi ümit ediyor?* Hayır, giremeyecekler. Şüphesiz Biz, onları kendilerinin de bildiği bir şeyden yarattık.

İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Busr İbn-i Cihaş Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Sûre-i Meâric, Âyet 36-39’u okuduktan sonra, avucunun içine tükürdü, parmağını da tükürüğün üzerine koyduktan sonra şöyle buyurdu:

يَقُولُ اللّٰهُ: ابْنَ آدَمَ، أَنَّى تُعْجِزُنِي وَقَدْ خَلَقْتُكَ مِنْ مِثْلِ هَذِهِ، حَتَّى إِذَا سَوَّيْتُكَ وَعَدَلْتُكَ مَشَيْتَ بَيْنَ

بُرْدَيْنِ وَلِلْأَرْضِ مِنْكَ وَئِيدٌ، فَجَمَعْتَ وَمَنَعْتَ، حَتَّى إِذَا بَلَغَتِ التَّرَاقِيَ قُلْتَ: أَتَصَدَّقُ وَأَنَّى أَوَانُ الصَّدَقَةِ؟ (هب عن بسر بن جحاش)

Allah’u Teâlâ buyuruyor ki: ″Ey İnsanoğlu! Seni böylesi bir şeyden yaratmışken, Beni nasıl âciz bırakabilirsin? Sonra sana düzgün bir şekil verdim. Sonrasında giysiler giyip ayaklarının altındaki toprağı eze eze yürümeye başladın. Servet yığıp olabildiğince cimri davrandın. Can boğaza dayanınca da sadaka veriyorum demeye başladın. Sadaka vermenin zamanı bu mudur?″[1]


[1] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 3318; Sünen-i İbn-i Mâce, Vesâye 4.


﴿ فَلَٓا اُقْسِمُ بِرَبِّ الْمَشَارِقِ وَالْمَغَارِبِ اِنَّا لَقَادِرُونَۙ ﴿٤٠﴾ عَلٰٓى اَنْ نُبَدِّلَ خَيْرًا مِنْهُمْۙ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوق۪ينَ ﴿٤١﴾

40-41. Hayır, öyle değil! (O kâfirlerin iddiaları boşunadır.) Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, şüphesiz Biz elbette kâdiriz;* onların yerine kendilerinden daha hayırlısını getirmeye. Bizim önümüze geçilemez.

İzah: Allah’ın, doğuların ve batıların Rabbi olduğu hususunda geniş bilgi için Sûre-i Sâffât, Âyet 5 ve Sûre-i Rahmân, Âyet 17-18’e bakınız.


﴿ فَذَرْهُمْ يَخُوضُوا وَيَلْعَبُوا حَتّٰى يُلَاقُوا يَوْمَهُمُ الَّذ۪ي يُوعَدُونَۙ ﴿٤٢﴾ يَوْمَ يَخْرُجُونَ مِنَ الْاَجْدَاثِ سِرَاعًا كَاَنَّهُمْ اِلٰى نُصُبٍ يُوفِضُونَۙ ﴿٤٣﴾ خَاشِعَةً اَبْصَارُهُمْ تَرْهَقُهُمْ ذِلَّةٌۜ ذٰلِكَ الْيَوْمُ الَّذ۪ي كَانُوا يُوعَدُونَ ﴿٤٤﴾

42-44. Ey Resûlüm! Bırak onları, kendilerine vaad edilen güne kavuşuncaya kadar dalıp, oynasınlar.* O gün onlar, putlara koştukları gibi kabirlerinden süratle çıkarlar;* gözleri yerde ve kendilerini bir zillet kaplamış olduğu halde. İşte bu, kendilerine vaad edilen gündür.