Bu sûre 35 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. 27. âyetinde, Yemen bölgesinde Ahkaf vâdisinde yaşayan, Âd kavmine Peygamber olarak gönderilmiş olan Hûd Aleyhisselâm’ın kıssasından bahsedildiği için ″Ahkaf Sûresi″ ismi verilmiştir. Ahkaf, kum tepecikleri anlamına gelmektedir. Bu sûre, ″Hâ, Mîm″ ile başlayan sûrelerin yedincisi ve sonuncusudur.
﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ﴾
Bismillâhirrahmânirrahîm.
﴿ حٰمٓ ﴿١﴾ تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْحَك۪يمِ ﴿٢﴾ ﴾
1-2. Hâ, Mîm.* Bu Kur’ân, her şeye gâlip, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah tarafından indirilmiştir.
﴿ مَا خَلَقْنَا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَٓا اِلَّا بِالْحَقِّ وَاَجَلٍ مُسَمًّىۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا عَمَّٓا اُنْذِرُوا مُعْرِضُونَ ﴿٣﴾ ﴾
3. Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak ve hikmete uygun olarak ve belirli bir müddet için yarattık. Kâfir olanlar ise, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirirler.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Kâfir olanlar ise, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirirler″ diye buyrulmuştur. Allah’u Teâlâ, insanlara göndermiş olduğu Peygamberler vâsıtasıyla onları uyarmıştır. Kıyâmetin ve mahşerin dehşetiyle ve Cehennem azâbıyla uyararak, kendi varlığını bilmeleri ve gönderdiği Peygamberlerine itaat etmelerini emretmiştir. Bu uyarıları dikkate almayarak küfürde ısrar edip haktan yüz çeviren kimseler ise, bu sebeple kâfir olmuşlardır.
﴿ قُلْ اَرَاَيْتُمْ مَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَرُون۪ي مَاذَا خَلَقُوا مِنَ الْاَرْضِ اَمْ لَهُمْ شِرْكٌ فِي السَّمٰوَاتِۜ ا۪يتُون۪ي بِكِتَابٍ مِنْ قَبْلِ هٰذَٓا اَوْ اَثَارَةٍ مِنْ عِلْمٍ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿٤﴾ ﴾
4. Ey Resûlüm! Müşriklere de ki: ″Allah’ı bırakıp da ibâdet ettiğiniz şeyler, yerden neyi yaratmıştır? Bana gösterin. Yoksa gökleri yaratmakta Allah ile, ortaklıkları mı var? Söyleyin. Dâvânızda doğru iseniz, Kur’ân’dan önce bir kitap yahut öncekilerin ilimlerinden bir eser getirin.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Dâvânızda doğru iseniz, Kur’ân’dan önce bir kitap yahut öncekilerin ilimlerinden bir eser getirin″ diye buyrulmaktadır. Şâyet sizler, taptığınız putların, yeryüzünde herhangi bir şeyi yarattığı veya göklerde Allah ile herhangi bir ortaklıkları bulunduğu iddianızda doğru iseniz, buna dair bana, Kur’ân’dan önce, Allah katından gönderilmiş bir kitap getirin yahut eskilerden kalma bir ilim getirin de sizin dediklerinizi doğrulasın. Eğer böyle bir şey getiremiyorsanız, iddianızda bâtıla saplandığınız açıktır. Bundan vazgeçin ve sâdece Allah’a kulluk edin, demektir.
﴿ وَمَنْ اَضَلُّ مِمَّنْ يَدْعُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَنْ لَا يَسْتَج۪يبُ لَهُٓ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ وَهُمْ عَنْ دُعَٓائِهِمْ غَافِلُونَ ﴿٥﴾ وَاِذَا حُشِرَ النَّاسُ كَانُوا لَهُمْ اَعْدَٓاءً وَكَانُوا بِعِبَادَتِهِمْ كَافِر۪ينَ ﴿٦﴾ ﴾
5-6. Allah’ı bırakıp da, kendilerine kıyâmet gününe kadar hiçbir cevap veremeyecek putlara tapanlardan daha azgın kimdir? Halbuki tapındıkları şeyler, onların yalvarmalarından habersizdirler.* İnsanlar, mahşerde toplandıkları zaman taptıkları şeyler, kendilerine düşman olurlar ve ibâdetlerini inkâr ederler.
﴿ وَاِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِلْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُمْۙ هٰذَا سِحْرٌ مُب۪ينٌۜ ﴿٧﴾ اَمْ يَقُولُونَ افْتَرٰيهُۜ قُلْ اِنِ افْتَرَيْتُهُ فَلَا تَمْلِكُونَ ل۪ي مِنَ اللّٰهِ شَيْـًٔاۜ هُوَ اَعْلَمُ بِمَا تُف۪يضُونَ ف۪يهِۜ كَفٰى بِه۪ شَه۪يدًا بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْۜ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ ﴿٨﴾ ﴾
7-8. Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğu vakit, kendilerine gelen hakkı inkâr edenler: ″Bu, âşikâr bir sihirdir″ dediler.* Yoksa, ″Kur’ân’ı kendisi uydurdu″ mu diyorlar? Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Eğer ben onu uydurduysam, Allah’ın vereceği azaptan beni kurtarmaya muktedir değilsiniz. O, sizin Kur’ân hakkında söylediklerinizi bilir. Benimle sizin aranızda O’nun şâhitliği yeter. O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.″
﴿ قُلْ مَا كُنْتُ بِدْعًا مِنَ الرُّسُلِ وَمَٓا اَدْر۪ي مَا يُفْعَلُ ب۪ي وَلَا بِكُمْۜ اِنْ اَتَّبِعُ اِلَّا مَا يُوحٰٓى اِلَيَّ وَمَٓا اَنَا۬ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ ﴿٩﴾ ﴾
9. Ey Habîbim! Onlara de ki: ″Ben, Allah tarafından gönderilen ilk Peygamber değilim (benden önce de Peygamberler geldi). Bana ve size ne olacağını da bilmem. Ben, ancak bana vahyolunana tâbi oluyorum. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.″
﴿ قُلْ اَرَاَيْتُمْ اِنْ كَانَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ وَكَفَرْتُمْ بِه۪ وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ بَن۪ٓي اِسْرَٓا ئ۪لَ عَلٰى مِثْلِه۪ فَاٰمَنَ وَاسْتَكْبَرْتُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ۟ ﴿١٠﴾ ﴾
10. Ey Resûlüm! De ki: ″Eğer bu Kur’ân, Allah katından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz ve İsrailoğullarından bir şâhit de ondaki mânâların mislinin Tevrat’ta mevcut olduğuna şâhitlikte bulundu ve hemen îman etti de, siz yine îman etmeye kibirlenmişseniz, sizden zâlim kim olur? Söyleyin. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez.″
İzah: Müfessirlerin beyanına göre, âyette geçen şâhitten maksat, Yahudi âlimlerinden olan Abdullah İbn-i Selâm’dır. Bu büyük âlim, Yahudilere karşı, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in vasıflarının Tevrat’ta geçtiğini ve Allah tarafından gönderilen bir Peygamber olduğuna dair şâhitlikte bulunmuştu. Bu zât, Resûlü Kirâm ile karşılaşıp, onun güzel yüzünde parlayan Peygamberlik nûrunu görmüş ve onunla sohbet edince, son Peygamber olduğunu anlamış ve hemen onu tasdik ederek Müslüman olmuştur.
Bu hususta Abdullah İbn-i Selâm’ın kardeşinin oğlu, şu hâdiseyi anlatmaktadır:
Hz. Osman’ın öldürülmesi istenince, Abdullah İbn-i Selâm geldi. Hz. Osman ona: ″Gelişine sebep nedir?″ diye sordu. O da, ″Sana yardımcı olmaya geldim″ dedi. Bunun üzerine Hz. Osman şöyle dedi: ″O halde insanların karşısına çık ve onların benden uzaklaşmalarını söyle, çünkü senin çıkışın benim için içeri girmenden daha hayırlıdır.″ Bunun üzerine Abdullah İbn-i Selâm, insanların karşısına çıkarak şöyle dedi:
أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّهُ كَانَ اسْمِي فِي الْجَاهِلِيَّةِ فُلَانٌ فَسَمَّانِي رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَبْدَ اللّٰهِ وَنَزَلَ فِيَّ آيَاتٌ مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ نَزَلَتْ فِيَّ {وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى مِثْلِهِ فَآمَنَ وَاسْتَكْبَرْتُمْ إِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ} وَنَزَلَتْ فِيَّ {قُلْ كَفَى بِاللّٰهِ شَهِيدًا بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَمَنْ عِنْدَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ} إِنَّ لِلّٰهِ سَيْفًا مَغْمُودًا عَنْكُمْ وَإِنَّ الْمَلَائِكَةَ قَدْ جَاوَرَتْكُمْ فِي بَلَدِكُمْ هَذَا الَّذِي نَزَلَ فِيهِ نَبِيُّكُمْ فَاللّٰهَ اللّٰهَ فِي هَذَا الرَّجُلِ أَنْ تَقْتُلُوهُ فَوَاللّٰهَ إِنْ قَتَلْتُمُوهُ لَتَطْرُدُنَّ جِيرَانَكُمْ الْمَلَائِكَةَ وَلَتَسُلُّنَّ سَيْفَ اللّٰهِ الْمَغْمُودَ عَنْكُمْ فَلَا يُغْمَدُ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ قَالَ فَقَالُوا اقْتُلُوا الْيَهُودِيَّ وَاقْتُلُوا عُثْمَانَ (ت ابن اخى عبد اللّٰه بن سلام)
Ey insanlar! Şunu bilin ki benim câhiliye döneminde adım filan idi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bana Abdullah adını verdi. Allah’ın kitabından bâzı âyetler, benim hakkımda inmiştir: ″… İsrailoğullarından bir şâhit de ondaki mânâların mislinin Tevrat’ta mevcut olduğuna şâhitlikte bulundu ve hemen îman etti de, siz yine îman etmeye kibirlenmişseniz, sizden zâlim kim olur? Söyleyin. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez″[1] diye geçen âyet, benim hakkımda nâzil olmuştur. Yine, kâfirler: ″Sen Peygamber değilsin″ derler. Ey Resûlüm! De ki: ″Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah’u Teâlâ ve kitap ilmine sâhip olan yeter″[2] âyeti nâzil oldu.
Allah’u Teâlâ’nın size karşı kınında bir kılıcı vardır. Peygamberin gönderildiği şu memleketinizde melekler size komşu olmuşlardır. Bu adam ve onu öldürmek hususunda Allah’tan korkun. Eğer onu öldürürseniz, komşularınız olan melekler sizden uzaklaştırılacak ve size karşı Allah’ın kılıcı da kınından çıkarılacak ve kıyâmete kadar da kınına sokulmayacaktır. Abdullah İbn-i Selâm’ın kardeşinin çocuğu dedi ki: ″Bu sözü dinleyen o insanlar, o Yahudi’yi de, Osman’ı da öldürün″ dediler.[3]
Yine bu hususta Abdullah İbn-i Selâm Radiyallâhu anhu’dan, bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak şu hâdise nakledilmiştir:
İbn-i Selâm, Yahudi hahamlarına: ″Muhakkak ben, babamız İbrâhim ve İsmâil’in mescidini zaman itibariyle yenilemek istedim″ demişti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mekke’de iken ona gitti. Nihâyet onu Mina’da buldu. İnsanlar etrafında idiler. İnsanlarla birlikte o da kalktı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kendisine baktı ve ″Sen İbn-i Selâm mısın?″ diye sordu. Abdullah İbn-i Selâm şöyle anlatır: ″Evet″ dedim. ″Yaklaş″ buyurdu. Ona yaklaştım. ″Ey İbn-i Selâm! Allah için söyle; Tevrat’ta beni Resûlullah olarak bulmuyor musun?″ diye sordu. Ben de ona: ″Rabbimizi nitele″ dedim. Cebrâil Aleyhisselâm geldi ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzurunda durdu da ona: Ey Resûlüm! De ki: ″O Allah birdir.* Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaç olduğu halde, kendisi hiçbir şeye muhtaç değildir).* O, doğurmadı ve doğurulmamıştır.* Ve hiçbir şey O’na denk değildir″ diye geçen İhlas Sûresi’ni getirdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bunu bize okudu. Bunun üzerine İbn-i Selâm:
أَشْهَد أَنْ لَا إِلَه إِلَّا اللّٰه وَأَنَّك رَسُول اللّٰه ثُمَّ اِنْصَرَفَ اِبْن سَلَام إِلَى الْمَدِينَة فَكَتَمَ إِسْلَامه فَلَمَّا هَاجَرَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِلَى الْمَدِينَة وَأَنَا فَوْق نَخْلَة لِي أَجُذّهَا فَأَلْقَيْت نَفْسِي فَقَالَتْ أُمِّي لَلَّه أَنْتَ لَوْ كَانَ مُوسَى بْن عِمْرَان مَا كَانَ لَك أَنْ تُلْقِيَ نَفْسك مِنْ رَأْس النَّخْلَة فَقُلْت وَاللّٰه لَأَنَا أَسَرّ بِقُدُومِ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ مُوسَى بْن عِمْرَان إِذْ بُعِثَ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن عبد اللّٰه بن سلام)
″Allah’tan başka ilah olmadığına ve senin Allah’ın Resûlü olduğuna şahâdet ederim″ dedi ve İbn-i Selâm dönüp Medîne’ye gitti, Müslüman olduğunu gizledi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Medîne’ye hicret ettiğinde ben bir hurma ağacının üzerindeydim, meyvelerini topluyordum. Kendimi aşağıya attım. Annem dedi ki: ″Allah için söyle, sana ne oluyor? Şâyet İmran oğlu Mûsâ olsaydı, sen kendini hurmanın tepesinden atmazdın.″ Ben şöyle dedim: ″Allah’a yemin ederim ki, İmran oğlu Mûsâ’nın diriltilmiş olması, beni Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gelişinden daha fazla sevindirmezdi.[4]
Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu’dan nakledilen diğer bir Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:
Abdullah İbn-i Selâm der ki: Ben Müslüman olduktan sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e dedim ki: ″Yâ Resûlallah! Yahudiler insanı hayrette bırakacak derecede yalancı, asılsız isnat ve iftiralarda bulunan bir kavimdir. Eğer sen beni onlara sormadan önce, onlar benim Müslüman olduğumu öğrenirlerse, senin yanında bana akla gelmedik isnat ve iftiralarda bulunurlar. Sen beni bir odaya gizledikten sonra, onlar arasındaki durumumu onlara sormanı, bunu Müslüman olduğumu öğrenmeden önce sana haber vermelerini istiyorum.″
Peygamber Efendimiz de onu odalarından birine koydu. Sonra, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Yahudilere haber saldı, geldiler. Peygamber Efendimiz onlara Abdullah İbn-i Selâm hakkında:
أَيُّ رَجُلٍ عَبْدُ اللّٰهِ بْنُ سَلَامٍ فِيكُمْ قَالُوا هُوَ خَيْرُنَا وَابْنُ خَيْرِنَا وَسَيِّدُنَا وَابْنُ سَيِّدِنَا وَعَالِمُنَا وَابْنُ عَالِمِنَا فَقَالَ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَسْلَمَ تُسْلِمُونَ فَقَالُوا أَعَاذَهُ اللّٰهُ مِنْ ذَلِكَ فَقَالَ يَا عَبْدَ اللّٰهِ بْنَ سَلَامٍ اخْرُجْ إِلَيْهِمْ فَأَخْبِرْهُمْ فَخَرَجَ فَقَالَ أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ فَقَالُوا أَشَرُّنَا وَابْنُ أَشَرِّنَا وَجَاهِلُنَا وَابْنُ جَاهِلِنَا فَقَالَ ابْنُ سَلَامٍ قَدْ أَخْبَرْتُكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَنَّ الْيَهُودَ قَوْمٌ بُهْتٌ (حم عن انس بن مالك)
″Abdullah İbn-i Selâm, aranızda nasıl bir adamdır?″ diye sorunca, onlar: ″O, bizim en hayırlımız ve en hayırlımızın oğludur. O, bizim Efendimiz ve Efendimizin oğludur. O bizim en âlim olanımız ve en âlim olanımızın oğludur″ dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Eğer o, Müslüman olmuşsa, siz ne dersiniz?″ diye sordu. Onlar: ″Allah onu böyle bir şeyden korusun″ dediler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Yâ Abdullah İbn-i Selâm! Çık ve onlara haber ver″ dedi. Bunun üzerine o hemen çıktı ve ″Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet ederim″ dedi. Abdullah İbn-i Selâm’ın Müslüman olduğunu gören Yahudiler, bu sefer daha önce övdükleri bu zât hakkında: ″O, en şerlimizdir ve en şerlimizin oğludur. O en câhilimiz ve en câhilimizin oğludur″ dediler. Abdullah İbn-i Selâm dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Ben sana Yahudilerin insanı hayrette bırakacak derecede yalancı, asılsız isnat ve iftiralarda bulunan bir kavim olduğunu söylemiştim.″[5]
[1] Sûre-i Ahkâf, Âyet 10.
[2] Sûre-i Ra’d, Âyet 43.
[3] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 47.
[4] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 4, s. 474.
[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 13365; Sahih-i İbn-i Hibban, Hadis No: 7546.
﴿ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَوْ كَانَ خَيْرًا مَا سَبَقُونَٓا اِلَيْهِۜ وَاِذْ لَمْ يَهْتَدُوا بِه۪ فَسَيَقُولُونَ هٰذَٓا اِفْكٌ قَد۪يمٌ ﴿١١﴾ ﴾
11. Kâfirler, îman edenler için: ″Eğer o Peygamberin dîninde bir hayır olsaydı, bunlar ona inanmakta bizi geçemezlerdi″ dediler. Ve bununla (Kur’ân ile) hidâyete nâil olma arzusunda olmadıkları için: ″Bu, eski bir iftirâdır″ diyeceklerdir.
İzah: Müşrikler dediler ki: ″Bu İslâm Dîni’nde bir hayır olsaydı, bizden evvel İslâmiyet şerefine, bu fakir ve aşağı olan insanlar nâil olamazlardı. Halbuki bizler zengin ve mevkii sahibi kimseleriz. Bu nedenle bu insanların aşağıları, bizden evvel hayra nâil olamazlar″ dediler. Çünkü Müslümanların büyük çoğunluğu fakir ve kölelerden oluşmaktaydı. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اِنَّ الدِّينَ بَدَأَ غَرِيبًا وَيَرْجِعُ غَرِيبًا فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ الَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَ النَّاسُ مِنْ بَعْدِى مِنْ سُنَّتِى. (ت عن عمرو بن عوف المزنى)
″Bu din garip olarak geldi (gariplerin eli ile yüceltildi), garip olarak gider. Hayır ve saadet, o garipleredir ki, onlar benden sonra insanların fesâda gittiği zamanda benim sünnetimi yaparlar ve halka da öğretirler.″[1]
[1] Sünen-i Tirmizî, Îman 12.
﴿ وَمِنْ قَبْلِه۪ كِتَابُ مُوسٰٓى اِمَامًا وَرَحْمَةًۜ وَهٰذَا كِتَابٌ مُصَدِّقٌ لِسَانًا عَرَبِيًّا لِيُنْذِرَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُواۗ وَبُشْرٰى لِلْمُحْسِن۪ينَ ﴿١٢﴾ ﴾
12. Halbuki Kur’ân’dan evvel Mûsâ’nın kitabı, insanlara önder ve rahmet olarak nâzil oldu. Bu Kur’ân da zâlimleri uyarmak ve muhsinleri müjdelemek için Arapça olarak gönderilmiş, Tevrat’ı tasdik eden bir kitaptır.
﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ ﴿١٣﴾ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۚ جَزَٓاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿١٤﴾ ﴾
13-14. ″Rabbimiz Allah’tır!″ deyip, sonra da taatte devam edenler için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.* İşte onlar, Cennet ehlidir. Onlar, güzel amellerinin mükâfatı olarak orada ebedî kalacaklardır.
﴿ وَوَصَّيْنَا الْاِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ اِحْسَانًاۜ حَمَلَتْهُ اُمُّهُ كُرْهًا وَوَضَعَتْهُ كُرْهًاۜ وَحَمْلُهُ وَفِصَالُهُ ثَلٰثُونَ شَهْرًاۜ حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ اَشُدَّهُ وَبَلَغَ اَرْبَع۪ينَ سَنَةًۙ قَالَ رَبِّ اَوْزِعْن۪ٓي اَنْ اَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّت۪ٓي اَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلٰى وَالِدَيَّ وَاَنْ اَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضٰيهُ وَاَصْلِحْ ل۪ي ف۪ي ذُرِّيَّت۪يۚ اِنّ۪ي تُبْتُ اِلَيْكَ وَاِنّ۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ ﴿١٥﴾ ﴾
15. Biz insana, anne ve babasına iyilik edip güzel davranmasını emrettik. Annesi onu meşakkatle taşıdı ve meşakkatle doğurdu. Onun bu taşıması ve sütten kesilme müddeti otuz aydır. Nihâyet o, akıl ve kuvvetini tamamlayınca ve kırk yaşına gelince, ″Yâ Rabbi! Bana, anne ve babama ihsan ettiğin nîmetlere şükretmeyi, Senin rızânı gerektiren hayırlı amelde bulunmayı bana ilham et. Zürriyetimi de benim için sâlih kimseler kıl! Şüphesiz ki ben, Sana tevbe ettim ve muhakkak ki ben, Müslümanlardanım″ dedi.
İzah: Hz. Ali Kerremallâhu veche buyurdu ki: Bu Âyet-i Kerîme, Ebû Bekir es-Sıddîk hakkında nâzil olmuştur. Çünkü anne ve babası Müslüman olduğu gibi, hem annesi, hem de babası Muhâcirlerden Müslüman olmuş başka bir kimse yoktu. Bundan dolayı Allah kendisine, onlara iyilik edip güzel davranmasını emretmiş ve bu hüküm ondan sonra gelenler için de bağlayıcı olmuştur.
Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Nihâyet o, akıl ve kuvvetini tamamlayınca″ diye geçen buyruk hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ on sekiz yaşına ulaşınca, diye açıklamış ve olayı şöyle anlatmıştır:
Hz. Ebû Bekir, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile on sekiz yaşında iken arkadaşlık yapmaya başladı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de o sırada yirmi yaşında idi. Şam’a ticaret maksadıyla gitmek için yola koyuldular. Sedir ağacı bulunan bir yerde konakladılar. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem o ağacın gölgesine oturdu. Hz. Ebû Bekir ise orada bulunan bir râhibin yanına gidip dîne dair sorular sormaya başladı. Râhip ona: ″Bu ağacın gölgesindeki adam kimdir?″ diye sordu. O da: ″Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu Muhammed’dir″ dedi. Rahip: ″Allah’a yemin olsun ki, bu bir Peygamberdir. Hz. Îsâ’dan sonra kimse o ağacın gölgesi altına da oturmuş değildir″ dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu anhu’nun kalbine yakîn ve onu tasdik etmek yer etti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den yolculuklarında olsun, ikametinde olsun, hemen hemen ondan ayrılmaz oldu.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e kırk yaşında iken Peygamberlik verildi. Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu anhu da otuz sekiz yaşında idi ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i tasdik etti ve kırk yaşına gelince, ″Yâ Rabbi! Bana, anne ve babama ihsan ettiğin nîmetlere şükretmeyi, Senin rızânı gerektiren hayırlı amelde bulunmayı bana ilham et. Zürriyetimi de benim için sâlih kimseler kıl! Şüphesiz ki ben, Sana tevbe ettim ve muhakkak ki ben, Müslümanlardanım″ dedi.
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ: ″Senin rızânı gerektiren hayırlı amelde bulunmayı bana ilham et″ buyruğu hakkında da şöyle buyurmuştur:
- Allah’u Teâlâ onun bu duâsını, Allah yolunda işkencelere uğratılan dokuz Mü’mini azat etmesini sağlayarak kabul buyurdu. Hz. Bilal ve Hz. Amir b. Fuheyre bunlar arasındadır. Allah’u Teâlâ’nın, kendisine işlemekte yardımcı olmadığı hiçbir hayır kapısı bırakmadı.
Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَنْ أَصْبَحَ مِنْكُمْ الْيَوْمَ صَائِمًا قَالَ أَبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ أَنَا قَالَ فَمَنْ تَبِعَ مِنْكُمْ الْيَوْمَ جَنَازَةً قَالَ أَبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ أَنَا قَالَ فَمَنْ أَطْعَمَ مِنْكُمْ الْيَوْمَ مِسْكِينًا قَالَ أَبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ أَنَا قَالَ فَمَنْ عَادَ مِنْكُمْ الْيَوْمَ مَرِيضًا قَالَ أَبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ أَنَا فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَا اجْتَمَعْنَ فِي امْرِئٍ إِلَّا دَخَلَ الْجَنَّةَ (م عن ابى هريرة)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bugün sizden oruçlu olan kimdir?″ diye sordu. Hz. Ebû Bekir: ″Ben″ dedi. ″Bugün sizden kim bir cenâzenin peşinden gitti?″ diye sordu. Hz. Ebû Bekir: ″Ben″ dedi. ″Bugün sizden kim bir yoksula yemek yedirdi?″ diye sordu. Hz. Ebû Bekir: ″Ben″ dedi. ″Sizden bugün kim bir hastayı ziyaret etti?″ diye sordu. Hz. Ebû Bekir: ″Ben″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″Bunlar (bir günde) bir kişide bir arada oldu mu mutlaka o kişi Cennete girer.″[1]
Kırk yaşın önemine dair de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَا مِنْ مُعَمَّرٍ يُعَمَّرُ فِي الْإِسْلَامِ أَرْبَعِينَ سَنَةً إِلَّا صَرَفَ اللّٰهُ عَنْهُ ثَلَاثَةَ أَنْوَاعٍ مِنْ الْبَلَاءِ الْجُنُونَ وَالْجُذَامَ وَالْبَرَصَ فَإِذَا بَلَغَ خَمْسِينَ سَنَةً لَيَّنَ اللّٰهُ عَلَيْهِ الْحِسَابَ فَإِذَا بَلَغَ سِتِّينَ رَزَقَهُ اللّٰهُ الْإِنَابَةَ إِلَيْهِ بِمَا يُحِبُّ فَإِذَا بَلَغَ سَبْعِينَ سَنَةً أَحَبَّهُ اللّٰهُ وَأَحَبَّهُ أَهْلُ السَّمَاءِ فَإِذَا بَلَغَ الثَّمَانِينَ قَبِلَ اللّٰهُ حَسَنَاتِهِ وَتَجَاوَزَ عَنْ سَيِّئَاتِهِ فَإِذَا بَلَغَ تِسْعِينَ غَفَرَ اللّٰهُ لَهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِهِ وَمَا تَأَخَّرَ وَسُمِّيَ أَسِيرَ اللّٰهِ فِي أَرْضِهِ وَشَفَعَ لِأَهْلِ بَيْتِهِ (حم عن انس بن مالك)
Mü’min bir kul kırk yaşına ulaştığı zaman, Allah’u Teâlâ onu cinnet, cüzzam ve baras hastalıklarından; bu üç belâdan emin kılar. Elli yaşına gelince Allah’u Teâlâ ondan hesabı hafifletir. Altmış yaşına ulaştığı zaman Allah’u Teâlâ onu kendisine inâbe ile rızıklandırır. Yetmiş yaşına ulaştığı zaman gök ehline onu sevdirir. Seksen yaşına girdiğinde Allah’u Teâlâ onun iyiliklerini kabul eder, kötülüklerini siler. Doksan yaşına girdiği zaman, Allah’u Teâlâ geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, bu kul yeryüzünde ″Allah’ın esîri″ diye isimlendirilir ve Allah’u Teâlâ onu aile halkı hakkında şefaatçi kılar.[2]
Yine Hz. Ali Kerremallâhu veche, ″Onun bu taşıması ve sütten kesilme müddeti otuz aydır″[3] diye geçen âyet ile ″Anneler, çocuklarını tam iki sene emzirsinler″[4] diye geçen âyeti göz önünde bulundurarak, kadının hâmilelik müddetinin en az altı ay olabileceğine hüküm vermiş ve evlenen bir kadının en az altı ay ve sonrasında doğum yaparsa ondan zinâ cezâsını düşürmüştür.
[1] Sahih-i Müslim, Zekât 30 (87).
[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 12902; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 38/2.
[3] Sûre-i Ahkâf, Âyet 15.
[4] Sûre-i Bakara, Âyet 233.
﴿ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ نَتَقَبَّلُ عَنْهُمْ اَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَنَتَجَاوَزُ عَنْ سَيِّـَٔاتِهِمْ ف۪ٓي اَصْحَابِ الْجَنَّةِۜ وَعْدَ الصِّدْقِ الَّذ۪ي كَانُوا يُوعَدُونَ ﴿١٦﴾ ﴾
16. İşte, işlediklerinin en güzelini kabul ettiğimiz ve günahlarını affettiğimiz bu kimseler, Cennet ehli arasındadırlar. İşte bu, onlara vaad olunan doğru bir vaaddir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″İşte, işlediklerinin en güzelini kabul ettiğimiz″ diye bir ifade kullanılmaktadır. Mubah olan şeyler, güzel olsalar da bir sevabı gerektirici değildirler. Fakat ibâdet ve itaat kabilinden olan şeyler daha güzeldirler, işte kabule, mükâfata lâyık olan da bu türden olan sâlih amellerdir, bunlar Allah tarafından kabul buyurulmaktadır.
Rivâyete göre bu mübârek âyetler, Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu Teâlâ anhu ile benzerleri hakkında nâzil olmuştur. Kendisi İslâm şerefine nâil olduğu gibi babası Ebû Kuhafe Osman bin Amr ve anası Ümm’ül-Hayır binti Sahre de İslâmiyeti kabul etmişlerdi ve kendisinin oğlu Abdurrahmân ile onun oğlu Ebû Atîk dahi İslâmiyeti kabul edip Ashâb-ı Kirâm’dan bulunmuşlardı. Bu muvaffakiyet, başka Ashâb-ı Kirâm’a nasip olmamıştır. Hz. Ebû Bekir’in duâları kabul olunmuş, nice güzel amellerde bulunmuştur. Kısaca dokuz Müslüman köleyi azat etmiştir ki, Bilâl-i Habeşî Hazretleri de bu azat edilenlerdendir ve servetini de İslâm dini uğrunda fedâ etmiştir. O, Aşere-i Mübeşşere’dendir, Cennetle müjdelen-miştir. Ne büyük bir mazhariyet![1]
[1] Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’ân-ı Kerîm Meâli Âlîsi ve Tefsîri, c. 7, s. 3364.
﴿ وَالَّذ۪ي قَالَ لِوَالِدَيْهِ اُفٍّ لَكُمَٓا اَتَعِدَانِن۪ٓي اَنْ اُخْرَجَ وَقَدْ خَلَتِ الْقُرُونُ مِنْ قَبْل۪ي وَهُمَا يَسْتَغ۪يثَانِ اللّٰهَ وَيْلَكَ اٰمِنْۗ اِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّۚ فَيَقُولُ مَا هٰذَٓا اِلَّٓا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿١٧﴾ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ حَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ ف۪ٓي اُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۜ اِنَّهُمْ كَانُوا خَاسِر۪ينَ ﴿١٨﴾ ﴾
17-18. (Nefretini ortaya çıkararak) anne ve babasına: ″Öf! Benden evvel ölüp giden milletlerin hiçbiri dönmediği halde, benim diriltilip kabirden çıkacağımı bana vaad mı ediyorsunuz?″ diyen kimse ki, anne ve babası onun için Allah’tan yardım isterler ve ona: ″Yazık sana! Îman et, Allah’ın vaadi haktır″ derler. O da onlara: ″Bu dediğiniz, evvelkilerin yalanlarından başka bir şey değildir″ der.* İşte o gibiler, kendilerinden önce geçen cin ve insan toplulukları ile berâber azâbı hak eden kimselerdir. Şüphesiz ki onlar, hüsrâna uğrayanlardır.
İzah: Hasan-ı Basrî Hazretleri, bu âyette zikredilen kişiden maksadın, öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan, anne ve babasına kötülük eden, günah işleyen kâfirler olduğunu söylemektedir.
Bu Âyet-i Kerîme’nin, Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdurrahman’ın hakkında, Müslüman olmadan önce nâzil olduğunu söyleyenler olmuşsa da, Hz. Aişe bunun doğru olmadığını söylemiştir.
Bu hususu Yusuf b. Mâhik Radiyallâhu anhu şöyle anlatmıştır:
كَانَ مَرْوَانُ عَلَى الْحِجَازِ اسْتَعْمَلَهُ مُعَاوِيَةُ فَخَطَبَ فَجَعَلَ يَذْكُرُ يَزِيدَ بْنَ مُعَاوِيَةَ لِكَيْ يُبَايَعَ لَهُ بَعْدَ أَبِيهِ فَقَالَ لَهُ عَبْدُ الرَّحْمَنِ بْنُ أَبِي بَكْرٍ شَيْئًا فَقَالَ خُذُوهُ فَدَخَلَ بَيْتَ عَائِشَةَ فَلَمْ يَقْدِرُوا فَقَالَ مَرْوَانُ إِنَّ هَذَا الَّذِي أَنْزَلَ اللّٰهُ فِيهِ {وَالَّذِي قَالَ لِوَالِدَيْهِ أُفٍّ لَكُمَا أَتَعِدَانِنِي} فَقَالَتْ عَائِشَةُ مِنْ وَرَاءِ الْحِجَابِ مَا أَنْزَلَ اللّٰهُ فِينَا شَيْئًا مِنْ الْقُرْآنِ إِلَّا أَنَّ اللّٰهَ أَنْزَلَ عُذْرِي (خ عن يوسف بن ماهك)
Mervan, Hz. Muâviye’nin Hicaz vâlisi idi. Bu valiliği sırasında okuduğu hutbede babasından sonra ona biat edilmesi için Hz. Muâviye’nin oğlu Yezid’in adından söz etmeye başladı. Hz. Ebû Bekir es-Sıddik’in oğlu Hz. Abdurrahman ise bu hususta ona bir şey söyledi; Mervan buna öfkelendi ve ″Yakalayın onu!″ dedi. Hz. Abdurrahman kaçıp Hz. Âişe’nin evine girdi. Böylece onu yakalayamadılar. Bunun üzerine Mervan dedi ki:
- Allah’u Teâlâ bu şahıs hakkında: ″(Nefretini ortaya çıkararak) anne ve babasına: ″Öf! Benden evvel ölüp giden milletlerin hiçbiri dönmediği halde, benim diriltilip kabirden çıkacağımı bana vaad mı ediyorsunuz?″ diyen kimse ki, anne ve babası onun için Allah’tan yardım isterler…″ diye devam eden Sûre-i Ahkaf, Âyet 17 nâzil olmuştur. Bunun üzerine hemen Hz. Âişe perde arkasından ona şu karşılığı verdi:
- Allah’u Teâlâ bizim hakkımızda bizimle ilgili Nûr Sûresi’ndeki beraatımı haber veren âyetlerden başka bir âyet indirmemiştir.[1]
Yine bu Âyet-i Kerîme’nin, Hz. Abdurrahman hakkında indiğini söyleyen Mervan’a, Hz. Âişe şöyle söylemiştir:
كَذَبَ مَرْوَانُ كَذَبَ مَرْوَانُ، وَاللّٰهِ مَا هُوَ بِهِ، وَلَوْ شِئْتُ أَنْ أُسَمِّيَ الَّذِي أُنْزِلَتْ فِيهِ لَسَمَّيْتُهُ، وَلَكِنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَعَنَأَبَا مَرْوَانَ فِي وَمَرْوَانُ فِي صُلْبِهِ، فَمَرْوَانُ فَضَضٌ مِنْ لَعْنَةِ اللّٰهِ (والحاكم وابن مردويه عن عائشة)
″Mervan yalan söylemiş! Mervan yalan söylemiş! Vallâhi, bu âyet Abdurrahman hakkında nâzil olmadı. İstesem bu âyetin kimin hakkında nâzil olduğunu söylerdim. Ama Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mervan’ın babasına ve henüz babasının sülbünde iken Mervan’a lânet etmiştir.″[2]
Mervan doğduğunda, babası onu Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına getirmişti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de o çocuğa, ″Bu melun oğlu melun″ diye söylemişti.
Bu husus Abdurrahman İbn-i Avf Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle geçmektedir:
كَانَ لَا يُولَدُ لأَحَدٍ مَوْلُودٌ إِلا أُتِيَ بِهِ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَآَلِهِ وَسَلَّمَ فَدَعَا لَهُ فَأُدْخِلَ عَلَيْهِ مَرْوَانُ بْنُ الْحَكَمِ فَقَالَ: هُوَ الْوَزَغُ بْنُ الْوَزَغِ الْمَلْعُونُ بْنُ الْمَلْعُونِ (ك عن عبد الرحمن بن عوف)
Medîne’de bir çocuk doğar doğmaz Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e getirilir, duâsı alınırdı. Bir gün de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e Hakem’in oğlu Mervan getirildi. Çocuğu gören Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bu çocuk, keler[3] oğlu kelerdir. Melun oğlu melundur″ buyurdu.[4]
Mervan ve babasının lânetlendiğine dair daha geniş bilgi için Sûre-i İsrâ, Âyet 60 ve izahına bakınız.
[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Ahkaf 1; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7215.
[2] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 13, s. 321.
[3] Keler, kertenkele demektir.
[4] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 8614.
﴿ وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِمَّا عَمِلُواۚ وَلِيُوَفِّيَهُمْ اَعْمَالَهُمْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ ﴿١٩﴾ ﴾
19. Herkesin amellerine göre dereceleri vardır. Bu da, Allah’u Teâlâ’nın onlara amellerinin karşılığını tamamen vermesi içindir. Onlar, hiçbir haksızlığa uğramazlar.
﴿ وَيَوْمَ يُعْرَضُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا عَلَى النَّارِۜ اَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ ف۪ي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَاۚ فَالْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنْتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَبِمَا كُنْتُمْ تَفْسُقُونَ۟ ﴿٢٠﴾ ﴾
20. Kâfirler, Cehenneme arz olundukları gün onlara şöyle denir: ″Bütün güzel şeylerinizi dünyâ hayatınızda bitirdiniz ve onlar ile faydalandınız. Bugün ise yeryüzünde haksız yere kibirlenmeniz ve yoldan çıkmanız sebebiyle zelil ve aşağılayıcı bir azap ile cezâlandırılacaksınız.″
﴿ وَاذْكُرْ اَخَا عَادٍۜ اِذْ اَنْذَرَ قَوْمَهُ بِالْاَحْقَافِ وَقَدْ خَلَتِ النُّذُرُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ٓ اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّا اللّٰهَۜ اِنّ۪ٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ ﴿٢١﴾ ﴾
21. Ey Resûlüm! (Mekke kâfirlerine) Âd kavminin kardeşini (Hûd Aleyhisselâm’ı) zikret. Hani o, kendinden önce ve sonra nice uyarıcılar gelip geçtiği halde, Ahkâf’taki kavmini şöyle uyarmıştı: ″Allah’tan başkasına ibâdet etmeyin. Şüphesiz ben, sizin büyük bir günün azâbına uğramanızdan korkarım.″
İzah: Âyet-i Kerîme’de, ″Ahkâf″ diye geçen yer, müfessirlerin beyanına göre, Yemen’de bulunan kumluk bir yerdir. Bu sûre, adını bu âyetten almıştır.
Hûd Aleyhisselâm ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يَرْحَمُنَا اللّٰهُ وَأَخَا عَادٍ (ه عن ابن عباس)
″Allah’u Teâlâ, bize ve Âd’ın kardeşi Hûd’a merhamet buyursun.″[1]
[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Duâ 6.
﴿ قَالُٓوا اَجِئْتَنَا لِتَأْفِكَنَا عَنْ اٰلِهَتِنَاۚ فَاْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿٢٢﴾ قَالَ اِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِۘ وَاُبَلِّغُكُمْ مَٓا اُرْسِلْتُ بِه۪ وَلٰكِنّ۪ٓي اَرٰيكُمْ قَوْمًا تَجْهَلُونَ ﴿٢٣﴾ ﴾
22-23. Kavmi: ″Bizi, ilahlarımıza ibâdetten döndürmek için mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize vaad ettiğin azâbı getir″ dediler.* Hûd da onlara şöyle dedi: ″Azâbınızın ne zaman ineceğine dair bilgi sâdece Allah katındadır. Ben size, benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat ben sizi, câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.″
﴿ فَلَمَّا رَاَوْهُ عَارِضًا مُسْتَقْبِلَ اَوْدِيَتِهِمْۙ قَالُوا هٰذَا عَارِضٌ مُمْطِرُنَاۜ بَلْ هُوَ مَا اسْتَعْجَلْتُمْ بِه۪ۜ ر۪يحٌ ف۪يهَا عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ ﴿٢٤﴾ تُدَمِّرُ كُلَّ شَيْءٍ بِاَمْرِ رَبِّهَا فَاَصْبَحُوا لَا يُرٰٓى اِلَّا مَسَاكِنُهُمْۜ كَذٰلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِم۪ينَ ﴿٢٥﴾ ﴾
24-25. Kavmi, vâdilerine doğru gelen bulutu gördükleri vakit, ″Buluttan bize yağmur yağacak″ dediler. Bunun üzerine Hûd onlara şöyle dedi: ″Bilakis o, sizin acele ettiğiniz şeydir; elim bir azâbı taşıyan rüzgârdır,* Rabbinin emriyle her şeyi tarumar eder.″ Nihâyet o hâle geldiler ki, evlerinden başka bir şey görünmez oldu. Mücrim olan bir kavmi işte böyle cezâlandırırız.
İzah: Âd kavminin helâki hakkında Hz. Âişe annemizden şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا رَأَى مَخِيلَةً أَقْبَلَ وَأَدْبَرَ فَإِذَا مَطَرَتْ سُرِّيَ عَنْهُ قَالَتْ فَقُلْتُ لَهُ فَقَالَ وَمَا أَدْرِي لَعَلَّهُ كَمَا قَالَ اللّٰه تَعَالَى {فَلَمَّا رَأَوْهُ عَارِضًا مُسْتَقْبِلَ أَوْدِيَتِهِمْ قَالُوا هَذَا عَارِضٌ مُمْطِرُنَا} (ت عن عائشة)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir yağmur bulutu gördüğü zaman bir ileri bir geri gelir giderdi. O bulut yağmur indirince rahatlardı. Kendisine bunun sebebini sordum. Şöyle buyurdu: ″Bilemem belki de bu bulut, Allah’u Teâlâ’nın: Kavmi, vâdilerine doğru gelen bulutu gördükleri vakit, ″Buluttan bize yağmur yağacak″[1] dediler, diye geçen âyette bildirildiği bulut olabilir.″[2]
[1] Sûre-i Ahkaf, Âyet 24.
[2] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 47; Sahih-i Müslim, İstiskâ 3 (14-16).
﴿ وَلَقَدْ مَكَّنَّاهُمْ ف۪يمَٓا اِنْ مَكَّنَّاكُمْ ف۪يهِ وَجَعَلْنَا لَهُمْ سَمْعًا وَاَبْصَارًا وَاَفْـِٔدَةًۘ فَمَٓا اَغْنٰى عَنْهُمْ سَمْعُهُمْ وَلَٓا اَبْصَارُهُمْ وَلَٓا اَفْـِٔدَتُهُمْ مِنْ شَيْءٍ اِذْ كَانُوا يَجْحَدُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ۟ ﴿٢٦﴾ ﴾
26. Yemin olsun ki, size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Ve onlara kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Güzel kullanmadıkları için kulakları, gözleri ve kalpleri onlara bir fayda sağlamadı. Çünkü onlar, Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alay ve acele ettikleri cezâ, kendilerini kuşattı.
İzah: İmam Taberî, bu âyeti şöyle izah etmiştir: Ey Kureyş kâfirleri! İnkârları yüzünden helâk ettiğimiz Âd kavmine, size dünyâda vermediğimiz nîmetler vermiştik. Onlar hem mal bakımından güçlü hem de bedenen güçlüydüler. Biz onlara, Rablerinin gönderdiği âyetleri dinleyecek kulaklar, delillerini görecek gözler, indirdiği kitapları anlayacak kalpler vermiştik. Fakat ne kulakları, ne gözleri, ne de kalpleri onlara bir fayda sağladı. Zîrâ onlar, âzâlarını kendilerine faydalı olacak yerlerde değil, kendilerini azaba sürükleyecek yollarda kullandılar. Çünkü onlar, Allah’ın delilleri olan Peygamberleri inkâr ediyorlardı. Neticede alaya aldıkları azap kendilerini çepeçevre kuşatıverdi. Sizler de Allah’ı inkâr edip Peygamberlerini yalanlayarak onların durumuna düşmeyin. Azap gelmeden önce, yaptıklarınızdan vazgeçin.
﴿ وَلَقَدْ اَهْلَكْنَا مَا حَوْلَكُمْ مِنَ الْقُرٰى وَصَرَّفْنَا الْاٰيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ ﴿٢٧﴾ فَلَوْلَا نَصَرَهُمُ الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ قُرْبَانًا اٰلِهَةًۜ بَلْ ضَلُّوا عَنْهُمْۚ وَذٰلِكَ اِفْكُهُمْ وَمَا كَانُوا يَفْتَرُونَ ﴿٢٨﴾ ﴾
27-28. (Ey Mekke kâfirleri!) Yemin olsun ki Biz, çevrenizdeki şehirleri de helâk ettik. Küfürlerinden dönsünler diye âyetleri tekrar tekrar açıkladık.* O zaman Allah’a yaklaştırsın diye O’ndan başka edindikleri putlar, onları helâkten kurtarsaydı ya! Aksine, onlardan kaybolup gittiler. İşte bu, onların yalanları ve uydurdukları iftirâlarıdır.
﴿ وَاِذْ صَرَفْنَٓا اِلَيْكَ نَفَرًا مِنَ الْجِنِّ يَسْتَمِعُونَ الْقُرْاٰنَۚ فَلَمَّا حَضَرُوهُ قَالُٓوا اَنْصِتُواۚ فَلَمَّا قُضِيَ وَلَّوْا اِلٰى قَوْمِهِمْ مُنْذِر۪ينَ ﴿٢٩﴾ ﴾
29. Ey Resûlüm! Hatırla o zamanı ki, Kur’ân’ı dinlemeleri için cinlerden bir taifeyi sana göndermiştik. Onlar hazır oldukları vakit, birbirlerine: ″Sükût edin, dinleyin!″ dediler. Kur’ân’ın okunması bitince de kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler.
﴿ قَالُوا يَا قَوْمَنَٓا اِنَّا سَمِعْنَا كِتَابًا اُنْزِلَ مِنْ بَعْدِ مُوسٰى مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ يَهْد۪ٓي اِلَى الْحَقِّ وَاِلٰى طَر۪يقٍ مُسْتَق۪يمٍ ﴿٣٠﴾ يَا قَوْمَنَٓا اَج۪يبُوا دَاعِيَ اللّٰهِ وَاٰمِنُوا بِه۪ يَغْفِرْ لَكُمْ مِنْ ذُنُوبِكُمْ وَيُجِرْكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَل۪يمٍ ﴿٣١﴾ وَمَنْ لَا يُجِبْ دَاعِيَ اللّٰهِ فَلَيْسَ بِمُعْجِزٍ فِي الْاَرْضِ وَلَيْسَ لَهُ مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءُۜ اُو۬لٰٓئِكَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٣٢﴾ ﴾
30-32. Bu cinler, kavimlerine dediler ki: ″Ey kavmimiz! Şüphesiz biz, Mûsâ’dan sonra indirilen, önceki kitapları tasdik eden ve hakka ve doğru yola hidâyet eden bir kitap dinledik.* Ey kavmimiz! Allah’ın dâvetçisi olan Peygambere uyun ve ona îman edin ki, Allah’u Teâlâ sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi elim bir azaptan korusun!* Allah’a dâvet eden Peygambere uymayan kimse için, yeryüzünde kurtuluş yoktur. Onu Allah’tan başka azaptan kurtaracak dostlar da bulunmaz. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.″
İzah: Sûre-i Ahkaf, Âyet 30’da geçtiği üzere cinler; Kur’ân-ı Kerîm’in Tevrat’tan sonra indiğini zikretmişler ve Hz. Îsâ’ya indirilen İncil’i zikretmemişlerdir. Zîrâ İncil, Tevrat’ın Hz. Mûsâ’dan Hz. Îsâ’ya kadar geçen bin yılı aşkın bir süre içerisinde insanlar tarafından tahrifata uğrayan hükümlerini aslî hâline tekrar getiren ve tamamlayan mahiyettedir. Bu itibarla cinler, İncil’i zikretmeyip Tevrat’ı zikretmişlerdir.
Nakledildiğine göre; Cin taifesi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e üç kere gelmiştir.
Birincisi şöyledir: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Peygamberliğinin başlangıcında cinler ve şeytanlar göğe çıkmaktan menolunduklarında; ″Bunun sebebi nedir?″ diye hepsi birden dünyâyı gezip aramaya başlamışlardı. Nusaybin cinlerinden yedi veya dokuz cin, Mekke etrafındaki Nahle vâdisinde, Peygamber Efendimizi Ashâbıyla birlikte sabah namazını kılarken gördüler ve okunan Kur’ân’ı dinlediler. Bu cinlerin beyi de Zevbaa idi. Bunlar, ″Göğe çıkmaktan menedilmemize sebep; ancak bu Peygamberin zuhurudur″ diyerek, beldelerine vardıklarında diğer cinleri uzun nasihatlerle îmana dâvet ettiler. Allah’u Teâlâ bu hâli Resûlüne, Cin Sûresi’nde bildirdi.[1]
Bu husus Sûre-i Cin, Âyet 1-3’te şöyle geçmektedir:
Ey Habîbim! De ki: Bana vahyolundu ki, Kur’ân’ı okuduğum zaman cinlerden bir taife beni dinlemiş ve kavimlerine şöyle demişler: ″Muhakkak biz, acâyip bir Kur’ân dinledik ki,* hakka hidâyet ediyor. Artık biz ona îman ettik ve onun beyanı üzere Rabbimize hiçbir kimseyi aslâ ortak koşmayız.* Şüphesiz ki, Rabbimizin azameti çok yücedir. O, ne bir eş, ne de bir çocuk edinmiştir.″
Alkame Radiyallâhu anhu, Sûre-i Ahkaf, Âyet 30-32’de bahsedilen hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
Sizden biriniz, Cin gecesi Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında bulundu mu? diye İbn-i Mes’ud’a sordum, şu cevabı verdi:
- O gece bizden hiç kimse onun refakatinde bulunmadı; ancak bir gece onunla birlikteydik, bir ara onu kaybettik. Bütün vâdilerde ve ara yollarda onu aradık, bulamadık. Hattâ ″Kaçırıldı mı ya da suikasta mı uğradı?″ demeye başladık. Çok kötü bir gece geçirdik. Sabah olunca, Hira tarafından çıkageldi. Dedik ki:
- Yâ Resûlallah! Seni kaybettik, aramadığımız yer kalmadı. Çok kötü bir gece geçirdik. Bunun üzerine buyurdu ki:
أَتَانِي دَاعِي الْجِنِّ فَذَهَبْتُ مَعَهُ فَقَرَأْتُ عَلَيْهِمْ الْقُرْآنَ قَالَ فَانْطَلَقَ بِنَا فَأَرَانَا آثَارَهُمْ وَآثَارَ نِيرَانِهِمْ وَسَأَلُوهُ الزَّادَ فَقَالَ لَكُمْ كُلُّ عَظْمٍ ذُكِرَ اسْمُ اللّٰهِ عَلَيْهِ يَقَعُ فِي أَيْدِيكُمْ أَوْفَرَ مَا يَكُونُ لَحْمًا وَكُلُّ بَعْرَةٍ عَلَفٌ لِدَوَابِّكُمْ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَلَا تَسْتَنْجُوا بِهِمَا فَإِنَّهُمَا طَعَامُ إِخْوَانِكُمْ (م عن علقمة)
- Cinlerden bir dâvetçi geldi, beni alıp götürdü ve onlara Kur’ân okudum. Ondan sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bizi götürdü ve onların izlerini, ateş yaktıkları yerlerin kalıntılarını gösterdi. Peygamber Efendimize, kendi yiyeceklerinden sormuşlar. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de onlara şöyle buyurmuş: ″Üzerine Allah’ın adı zikredilmiş her kemik, sizin azığınızdır. Sizler kemiklerin olabildiğince etli olduğunu görürsünüz. Develerin her pisliği de, sizin hayvanlarınızın yiyeceğidir.″ Sonra Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Ashâbına şöyle buyurdu: ″Kemiklerle ve tezeklerle taharetlenmeyin. Çünkü onlar, cinden olan Müslüman kardeşlerinizin yemeğidir.″[2]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَقَدْ قَرَأْتُهَا عَلَى الْجِنِّ لَيْلَةَ الْجِنِّ فَكَانُوا اَحْسَنُ مَرْدُودًا مِنْكُمْ كُنْتُ كُلَّمَا أَتَيْتُ عَلَى قَوْلِهِ فَبِأَىِّ آلآءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانَ قَالُوا وَلَا بِشَيْئِ مِنْ نِعَمِكَ رَبَّنَا نُكَذِّبُ فَلَكَ الْحَمْدُ (ت عن جابر)
Yemin ederim ki, cin gecesi, cinlere Rahmân Sûresi’ni okudum. Sizden daha iyi cevap vererek dinliyorlardı. Rahmân Sûresi’nde geçen ″(Ey insanlar ve cinler!) O halde Rabbinizin nîmetlerinden hangisini yalanlarsınız?″ âyetine, ne zaman gelirsem şöyle diyorlardı: ″Ey Rabbimiz! Senin nîmetinden hiçbirini yalanlamıyoruz, hamd Sana mahsustur.″[3]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
أَتَانِى وَفْدُ جِنِّ نَصِيبِينَ وَنِعْمَ الْجِنُّ فَسَأَلُونِى الزَّادَ فَدَعَوْتُ اللّٰهَ لَهُمْ أَنْ لَا يَمُرُّوا بِعَظْمٍ وَلَارَوْثَةٍ اِلاَّ وَجَدُوا عَلَيْهَا طَعَامًا (خ عن ابى هريرة)
Bana, Nusaybin Cinleri’nin bir heyeti geldi. Ama bunlar ne hoş cin! Benden azık istediler. Ben de onların istifâdeleri için Allah‘a: ″Cinler, uğradıkları her kemik ve tezek makûlesi üzerinde her durumda kendileri ve hayvanları için bir yiyecek bulalar!″ diye duâ ettim.[4]
İkincisi şöyledir: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Peygam-berliğinin onuncu yılında Taif’ten Mekke’ye gelirken Nahle vâdisinde, teheccüd namazını kıldı. Cin Sûresi’ni sesli olarak okurken, yine yedi cin gelerek, Kur’ân dinleyip, beldelerine gittiler ve diğer cinleri Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e uymaya çağırdılar.
Yine cinler ile ilgili olarak nakledildiğine göre:
مَنْ آذَنَ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْجِنِّ لَيْلَةَ اسْتَمَعُوا الْقُرْآنَ فَقَالَ حَدَّثَنِي أَبُوكَ يَعْنِي عَبْدَ اللّٰهِ أَنَّهُ آذَنَتْ بِهِمْ شَجَرَةٌ (خ عن عبد اللّٰه بن مسعود)
İbn-i Mes’ud’a, cinlerden bir zümre Kur’ân dinlemek istedikleri gece Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Cinni kim bildirdi?″ diye soruldu. O da: ″Cinni, bir ağaç bildirdi″ diye cevap verdi.[5]
İşte Allah’u Teâlâ, Sûre-i Ahkaf, Âyet 29-32’de Resûlüne bunu haber veriyor.
Üçüncüsü de şöyledir: Bu hâdiseden üç ay sonra, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem cin taifesini dîne dâvet ve Kur’ân öğretmekle emrolunduğu bir gün, Cebrâil Aleyhisselâm gelip, sizinle görüşmek için cin taifesi Mekke’nin kabristanı yanında bekliyorlar, diye haber verdiğinde, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ben bu gece cinleri îmana dâvet ve Kur’ân öğretmekle memurum, benimle kim gider?″ buyurdu. Sahâbe çekindi. İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu:″Ben gelirim″ deyip, vardıklarında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem mübârek parmağı ile daire çizip, İbn-i Mes’ud’a: ″Sen bunun içine gir! Sakın dışarı çıkma! Yoksa beni göremezsin″ buyurdu. Kendisi bir seccade üzerinde namaza başladı. Tâhâ Sûresi’ni okudu. On iki bin yahut altı yüz bin yahut her birinin altında sayısız kimse bulunan kırk sancak olarak cin taifesi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i çevreleyip Kur’ân’ı dinlediler. Namazdan sonra bunları dîne dâvet etti. Hepsi kabul ettiler…[6]
Cinler de insanlar gibi sorumlu varlıklardır. Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i Cin, Âyet 13-14 ve izahına bakınız.
[1] Mir’ât-ı Kâinât, c. 1, s. 415.
[2] Sahih-i Müslim, Salât 33 (150 Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7216.
[3] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 56.
[4] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1546.
[5] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1545.
[6] Mir’ât-ı Kâinât, c. 1, s. 415-417.
﴿ اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّ اللّٰهَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَلَمْ يَعْيَ بِخَلْقِهِنَّ بِقَادِرٍ عَلٰٓى اَنْ يُحْيِيَ الْمَوْتٰىۜ بَلٰٓى اِنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٣٣﴾ ﴾
33. (Dirilmeyi inkâr edenler) şüphesiz ki, gökleri ve yeri yaratan ve bunları yaratmakla yorulmayan Allah’u Teâlâ’nın, ölüleri diriltmeye kâdir olduğunu görmüyorlar mı? Evet, şüphesiz O, her şeye kâdirdir.
﴿ وَيَوْمَ يُعْرَضُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا عَلَى النَّارِۜ اَلَيْسَ هٰذَا بِالْحَقِّۜ قَالُوا بَلٰى وَرَبِّنَاۜ قَالَ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ ﴿٣٤﴾ ﴾
34. Kâfirler, Cehenneme arz olundukları gün onlara: ″Bu azap, hak değil midir?″ denir. Onlar da: ″Evet, Rabbimiz hakkı için haktır!″ derler. Allah’u Teâlâ da onlara: ″Küfrünüz sebebiyle müstehak olduğunuz azâbı tadın″ der.
﴿ فَاصْبِرْ كَمَا صَبَرَ اُو۬لُوا الْعَزْمِ مِنَ الرُّسُلِ وَلَا تَسْتَعْجِلْ لَهُمْۜ كَاَنَّهُمْ يَوْمَ يَرَوْنَ مَا يُوعَدُونَۙ لَمْ يَلْبَثُٓوا اِلَّا سَاعَةً مِنْ نَهَارٍۜ بَلَاغٌۚ فَهَلْ يُهْلَكُ اِلَّا الْقَوْمُ الْفَاسِقُونَ ﴿٣٥﴾ ﴾
35. Ey Habîbim! O halde, (kâfirlerin eziyetlerine) Peygamberlerden Ulu’l-Azim olanların sabrettikleri gibi sen de sabret. Onlar hakkında (azâbın inmesi için) acele etme. Onlar kendilerine vaad olunan azâbı gördükleri gün, dünyâda gündüzden ancak bir saat kadar kalmış olduklarını zannederler. Bu, bir tebliğdir. Öyleyse, fâsıklar (kâfirler) topluluğundan başkası helâk edilir mi? (Elbette edilmez)
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Ulu’l-Azim″ ifadesi, ″Azim sahibi olan Peygamberler″ anlamına gelmektedir. Bu Peygamberlerin sayısı altıdır. Bunlar: Âdem Aleyhisselâm, Nûh Aleyhisselâm, İbrâhim Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâm, Îsâ Aleyhisselâm ve Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’dir. Bunlar derece olarak diğer Peygamberlerden üstün olanlardır. Nitekim Hadis-i Şerif’lerde, mahşerde insanların şefaat için bu altı Ulu’l-Azim Peygamberlere müracaat edecekleri ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.[1]
Âdem Safiyullah: Âdem Aleyhisselâm, safiyye ilmine sahip idi. O, kendisine verilen bu ilim ile, bütün mevcûdâtın isimlerini ve Allah’u Teâlâ’nın isimlerini de bütün mazharlarıyla biliyordu. Bu sebeple ona ″Safiyullah″ denilmiştir. Sûre-i Bakara, Âyet 33’te şöyle buyrulmaktadır:
Allah’u Teâlâ: ″Yâ Âdem! Mevcûdâtın isimlerini meleklere bildir″ dedi. Âdem de mevcûdâtın isimlerini bildirince, Allah‘u Teâlâ meleklere: ″Ben size göklerin ve yerin gaybını muhakkak bilirim, sizin açıktan söylediklerinizi ve gizlediklerinizi de bilirim demedim mi?″ buyurdu.
Enes Radiyallâhu anhu’dan nakledilen şefaat hadisinde, âyette geçen Ulu’l-Azim Peygamberler zikredilmekte ve orada bu Peygamberlerin ilki olan Âdem Aleyhisselâm ile ilgili kısımda Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
يَجْمَعُ اللّٰهُ الْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَذَلِكَ فَيَقُولُونَ لَوْ اسْتَشْفَعْنَا إِلَى رَبِّنَا حَتَّى يُرِيحَنَا مِنْ مَكَانِنَا هَذَا فَيَأْتُونَ آدَمَ فَيَقُولُونَ يَا آدَمُ أَمَا تَرَى النَّاسَ خَلَقَكَ اللّٰهُ بِيَدِهِ وَأَسْجَدَ لَكَ مَلَائِكَتَهُ وَعَلَّمَكَ أَسْمَاءَ كُلِّ شَيْءٍ اشْفَعْ لَنَا إِلَى رَبِّنَا... (خ عن انس)
Allah’u Teâlâ, mahşer gününde Mü’minleri böylece toplar. Rabbimizden, içinde bulunduğumuz şu durumdan bizleri kurtarması için şefaat istesek, derler. Bunun üzerine Hz. Âdem’e gelirler ve ″Yâ Âdem! İnsanların sıkıntıda olduklarını görmüyor musun? Allah’u Teâlâ seni kendi eliyle yarattı, meleklerini sana secde ettirdi ve her şeyin isimlerini sana öğretti. Bulunduğumuz bu durumdan bizi kurtarması için Rabbin katında bizim için şefaatçi ol!″ derler…[2]
Nûh Nebiyyullah: ″Nebî″, Peygamber anlamına gelmektedir. Yani Allah’u Teâlâ’nın, kulları ikaz için gönderdiği ve ilim verdiği; Allah’tan aldığı emirleri, kullara söyleyen zâtlardır. ″Nebiyyullah″ da, Allah’ın Peygamberi, demektir. Nûh Aleyhisselâm’ı diğer Peygamberlerden ayıran özellik; onun tufanda helâk olan bütün insanlığın ve karadaki canlıların tekrar yeryüzüne yayılıp çoğalmasına sebep olmasıdır. Bu sebeple Nûh Aleyhisselâm’a, insanlığın ikinci babası denilmiştir. Allah’u Teâlâ Sûre-i A’râf, Âyet 64’te şöyle buyurmuştur:
″Buna rağmen Nûh’u yalanladılar. Biz de onu ve onunla beraber gemide onunları kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları da tufanda gark ettik. Çünkü onlar, kalpleri (İslâm’a karşı) kör kimselerdi.″
Yine Sûre-i Sâffât, Âyet 77’de: ″Dünyâda onun zürriyetinden başka kimse bırakmadık″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta da Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
وَلَدُ نُوحٍ ثَلاثَةٌ سَامٌ أَبُو الْعَرَبِ وَحَامٌ أَبُو السُّودَانِ وَيَافِثُ أَبُو التُّرْكِ (ابن كثير، التفسير القران العظيم حم عن سمرة)
″Nûh’un (gemiye binen) çocuklarından Sâm, Arapların atası; Hâm, Sûdanlıların atası; Yâfes de Türklerin atasıdır.″[3]
İbrâhim Halîlullah: İbrâhim Aleyhisselâm’da misafir olmadan yemek yemezdi, hattâ misafir gelmezse evinden dışarı çıkıp ikram etmek için misafir arardı. Onun bu misafirperverliğinden dolayı ona da, Allah’ın dostu anlamına gelen ″Halîlullah″ denilmiştir. Allah’u Teâlâ Sûre-i Nisâ, Âyet 125’te şöyle buyurmuştur:
″… Allah’u Teâlâ, İbrâhim’i dost edindi.″
Bu hususta Abdullah İbn-i Amr Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَا جِبْرِيل لِمَ اِتَّخَذَ اللّٰهُ إِبْرَاهِيم خَلِيلًا؟ قَالَ لِإِطْعَامِهِ الطَّعَام يَا مُحَمَّد (هب عن عبد اللّٰه بن عمرو)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Yâ Cebrâil! Allah’u Teâlâ, İbrâhim’i ne sebepten Halîl (dost) edindi?″ diye sorunca, o: ″Misafir-lerine yemek yedirdiği için Yâ Muhammed!″ diye cevap verdi.[4]
Mûsâ Kelîmullah: Mûsâ Aleyhisselâm, Allah’u Teâlâ ile konuştuğu için ona, Allah’ın kelâm edip konuştuğu kişi anlamına gelen ″Kelîmullah″ denilmiştir. Allah’u Teâlâ Sûre-i Meryem, Âyet 52’de şöyle buyurmuştur:
″Ona Tûr’un sağ tarafından nidâ ettik ve onu münacaat eder bir halde yaklaştırdık.″
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اتَّخَذَ اللّٰهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلًا وَمُوسَى نَجِيًّا وَاتَّخَذَنِي حَبِيبًا ثُمَّ قَالَ وَعِزَّتِي وَجَلَالِي لَأُوثِرَنَّ حَبِيبِي عَلَى خَلِيلِي وَنَجِيِّي (هب عن ابى هربرة)
Allah’u Teâlâ İbrâhim’i Halîl (dost), Mûsâ’yı Kelîmullah ve beni de Habîb (sevgili) edindi ve sonra: ″İzzetim ve Celâlim’e yemin olsun ki sevgilimi, dostuma ve sırdaşıma elbette tercih ederim, üstün tutarım″ buyurdu.[5]
Îsâ Rûhullah: ″Ruh″ kelimesi, hem rahmet hem de üflemek gibi anlamlara gelmektedir. Hz. Îsâ’da Allah’ın emriyle Cebrâil Aleyhisselâm tarafından annesi Hz. Meryem’e üflenmiş olduğu için ″Ruh″ adını almıştır. Îsâ Aleyhisselâm’ın ruhu, Hz. Meryem’e ağzından girmiştir. Bu sebeple Îsâ Aleyhisselâm’a ″Rûhullah″ yani Allah’ın ruhu denilmiştir. Allah’u Teâlâ Sûre-i Nisâ, Âyet 171’de şöyle buyurmuştur:
″… Meryem oğlu Îsâ Mesih, ancak Allah’ın Resûlü ve Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve O‘ndan bir ruhtur…″
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ شَهِدَ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ وَأَنَّ عِيسَى عَبْدُ اللّٰهِ وَرَسُولُهُ وَكَلِمَتُهُ أَلْقَاهَا إِلَى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُ وَالْجَنَّةُ حَقٌّ وَالنَّارُ حَقٌّ أَدْخَلَهُ اللّٰهُ الْجَنَّةَ عَلَى مَا كَانَ مِنْ الْعَمَلِ (خ حم عن عبادة)
″Her kim Allah’tan başka ilah yoktur, yalnız Allah vardır. O’nun ortağı yoktur. Şüphesiz ki, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem de Allah’ın kulu ve O’nun Resûlüdür. Şüphesiz ki, Îsâ Aleyhisselâm da Allah’ın kulu ve O’nun Resûlüdür, Hz. Meryem’e bıraktığı kelimesi ve Allah tarafından bir ruhtur. Cennet haktır. Cehennem de haktır, diye diliyle ikrar ve kalbiyle tasdik ederse, Allah’u Teâlâ, o kimseyi Cennete koyar. O kul, hangi amelde olursa olsun.″[6]
Muhammed Habîbullah: Allah’u Teâlâ, kendisinden zuhur eden bir sevgiden ilk olarak kendi nûrundan Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in nûrunu yarattı ve yaratılan bütün mevcûdatı da o nûrdan yarattı. İşte Allah’ın sevgisinden yaratılan bütün mevcûdatın yaratılmasına sebep Muhammed Mustafa Sallallâhu aleyhi ve sellem olduğu için, ona Allah’ın sevgilisi anlamına gelen ″Habîbullah″ denilmiştir. Bu nedenledir ki, bütün yaratılanların içerisinde Allah’a en sevgili ve hem de derece olarak en yüksek olan Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’dir. Nakledilen bir Hadis-i Kudsî‘de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
يَقُولُ اللّٰهُ تَعَالَى: لَوْلَكَ لَوْلَكَ مَا خَلَقْتُ الْأَفْلَاكَ
″Ey Habîbim! Eğer sen olmasa idin, Ben eflâkı (yerleri, gökleri ve bütün mükevvenatı) yaratmazdım.″[7]
Yine Câbir Radiyallâhu anhu, şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
يَا رَسُولَ اللّٰهِ بِأَبِى أَنْتَ وَأُمِّى أَخْبِرْنِى اَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ قَبْلَ الْاَشْيَاءِ؟ قَالَ: يَا جَابِرُ! اِنَّ اللّٰهَ تَعَالَى خَلَقَ قَبْلَ الْأَشْيَاءِ نُورَ نَبِيِّكَ مِنْ نُورِهِ فَجَعَلَ ذَلِكَ النُّورَ يَدُورُ بِالْقُدْرَةِ حَيْثُ شَاءَ اللّٰهُ وَلَمْ يَكُنْ فِى ذَلِكَ الْوَقْتِ لَوْحٌ وَلَا قَلَمٌ وَلَا جَنَّةٌ وَلَا نَارٌ وَلَا مَلَكٌ وَلَا سَمَاءٌ وَلَا أَرْضٌ وَلَا شَمْسٌ وَلَا قَمَرٌ وَلَا جِنِّىٌّ وَلَا اِنْسِىٌّ… (عيد الرزق عن جابر بن عبد اللّٰه)
″Yâ Resûlallah! Bütün eşyanın hepsinden evvel, Allah’u Teâlâ neyi yarattı, ondan bana haber verir misin?″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Yâ Câbir! Bütün eşyanın hepsinden evvel Allah’u Teâlâ kendi nûrundan, senin Nebî’nin nûrunu yarattı. Bu nûru öyle yaptı ki; bu nûr, Allah’ın kudretiyle her tarafta devretti. O zamanda Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, yer, gök, ay, güneş, insan ve cin hiçbir şey yoktu...″[8] Velhâsıl yaratılan bütün mevcûdat bu nûrdan yaratılmıştır.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in iki yüzden fazla ismi vardır. Onlardan birisi de; Ebu’l-Ervâh’tır. Yani, ″Ruhlar Babası″ demektir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اَنَا اَبُو الْاَرْوَاحِ وَاَنَا مِنْ نُورِ اللّٰهِ وَالْمُؤْمِنُونَ فَيْضُ نُورِى.
Ben, ruhlar babasıyım ve ben, Allah’u Teâlâ’nın nûrundanım ve Mü’minler de benim nûrumun feyzindendir.[9]
Meysera Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَتَى وَجَبَتْ لَكَ النُّبُوَّةُ؟ قَالَ وَآدَمُ بَيْنَ الرُّوحِ وَالْجَسَدِ. (ت عن ابى هريرة طب عن ميسرة الفجر)
″Yâ Resûlallah! Senin Peygamberliğin ne zaman kesinleşti?″ diye sorulduğunda, buyurdu ki: ″Âdem, ruh ile ceset arasında iken ben Peygamberdim.″[10]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in üstünlüğünü anlatan çok sayıda Âyet-i Kerîme vardır. Sûre-i Bakara, Âyet 253’te: ″O Resullerin bâzısını bâzısı üzerine üstün kıldık. Bunlardan Allah’u Teâlâ’nın hitâbına nâil olanlar vardır. Allah’u Teâlâ, bunlardan bâzısına da yüksek dereceler verdi…″ diye buyrulduğu üzere, Peygamberler arasında mertebe ve fazilet bakımından üstün olanlar vardır. Bunların da en üstünü Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’dir. Bu hususta İmam Fahreddin er-Râzî Hazretleri, ″Tefsir-i Kebîr″ adlı eserinde; ″Fazilet ve mertebe bakımından bâzı Peygamberler daha üstün olabilir. Ancak Peygamberimiz Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem hepsinden üstündür. Bunun pek çok hücceti vardır″ diyerek Resûlü Kirâm’ın üstün yönlerini beyan eden âyetleri[11] ve delillerini sıralar.
[1] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 3, 8; Sahih-i Müslim, Îman 327 (193, 194). Ayrıca bakınız: Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 11.
[2] Sahih-i Buhârî, Tevhid 19.
[3] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 195; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1940; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 38; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32393. Bu hadisin bâzı rivâyetlerinde: ″Sâm, Arapların atası, Ham, Habeşlilerin atası, Yâfes de, Rumların atası″ diye geçmektedir.
[4] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 9290.
[5] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 1468; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 31893.
[6] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 45; Ahmed b. Hambel, Müsned, Hadis No: 21620.
[7] Envâr’ul-Âşıkîn, s. 170.
[8] İmam Kastalâni, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 9; Mir’at-ı Kâinât, c.1, s. 10.
[9] Hamâil’ül-Vesâil Alâ Delâil’ül-Mesâil, s. 220.
[10] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 1; Taberâni, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 12408; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6355; İmam Kastalâni, Mevahib-i Ledünniyye, c. 1, s. 5.
[11] Sûre-i İnşirâh, Âyet 4; Sûre-i Nisâ, Âyet 80; Sûre-i Münâfıkûn, Âyet 8; Sûre-i Enbiyâ, Âyet 107; Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 110; Sûre-i Ahzâb, Âyet 40, 45, 46 vs.