ZUHRUF SÛRESİ

Bu sûre 89 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. İsmini, 35. âyetinde geçen ve ″Altın″ anlamına gelen ″Zuhruf″ kelimesinden almıştır.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ حٰمٓ ﴿١﴾ وَالْكِتَابِ الْمُب۪ينِۙ ﴿٢﴾ اِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْءٰنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَۚ ﴿٣﴾ وَاِنَّهُ ف۪ٓي اُمِّ الْكِتَابِ لَدَيْنَا لَعَلِيٌّ حَك۪يمٌۜ ﴿٤﴾

1-4. Hâ, Mîm.* Apaçık bildiren kitaba yemin olsun ki* Biz onu, anlamanız için Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.* Şüphesiz ki o, katımızda olan ana kitapta (Levh-i Mahfuz’da) kayıtlıdır, elbette şânı yücedir ve hikmetlerle doludur.


﴿ اَفَنَضْرِبُ عَنْكُمُ الذِّكْرَ صَفْحًا اَنْ كُنْتُمْ قَوْمًا مُسْرِف۪ينَ ﴿٥﴾ وَكَمْ اَرْسَلْنَا مِنْ نَبِيٍّ فِي الْاَوَّل۪ينَ ﴿٦﴾ وَمَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ نَبِيٍّ اِلَّا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ ﴿٧﴾ فَاَهْلَكْنَٓا اَشَدَّ مِنْهُمْ بَطْشًا وَمَضٰى مَثَلُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿٨﴾

5-8. Ey müşrikler! Siz, haddi aşan bir kavim oldunuz diye size Kur’ân’ı indirmekten vaz mı geçeceğiz?* Nitekim sizden öncekilere de birçok Peygamberler gönderdik.* Onlara hiçbir Peygamber gelmedi ki, onunla alay etmesinler.* Biz de bunlardan daha kuvvetli olan o kavimleri helâk ettik. Nitekim öncekilerin kıssaları Kur’ân’da geçti.


﴿ وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ لَيَقُولُنَّ خَلَقَهُنَّ الْعَز۪يزُ الْعَل۪يمُۙ ﴿٩﴾ اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا وَجَعَلَ لَكُمْ ف۪يهَا سُبُلًا لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَۚ ﴿١٠﴾

9-10. Ey Resûlüm! Yemin olsun ki onlara, ″Gökleri ve yeri kim yarattı?″ diye sorarsan, elbette ″Her şeye gâlip ve her şeyi bilen Allah yarattı″ derler.* Yeryüzünü size bir beşik (döşek) kılan ve dilediğiniz yere gidebilmeniz için size orada yollar açan O’dur.


﴿ وَالَّذ۪ي نَزَّلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً بِقَدَرٍۚ فَاَنْشَرْنَا بِه۪ بَلْدَةً مَيْتًاۚ كَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ ﴿١١﴾ وَالَّذ۪ي خَلَقَ الْاَزْوَاجَ كُلَّهَا وَجَعَلَ لَكُمْ مِنَ الْفُلْكِ وَالْاَنْعَامِ مَا تَرْكَبُونَۙ ﴿١٢﴾ لِتَسْتَوُ۫ا عَلٰى ظُهُورِه۪ ثُمَّ تَذْكُرُوا نِعْمَةَ رَبِّكُمْ اِذَا اسْتَوَيْتُمْ عَلَيْهِ وَتَقُولُوا سُبْحَانَ الَّذ۪ي سَخَّرَ لَنَا هٰذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِن۪ينَۙ ﴿١٣﴾ وَاِنَّٓا اِلٰى رَبِّنَا لَمُنْقَلِبُونَ ﴿١٤﴾

11-14. Gökten, bir ölçüyle su indiren O’dur. Biz, o su ile, ölü (bitkileri kurumuş) olan bir beldeyi diriltiriz. İşte siz de kabirlerinizden böyle çıkarılacaksınız.* Bütün çiftleri yaratan, size gemilerden ve hayvanlardan bindiğiniz şeyleri ihsan eden O’dur.* Tâ ki üzerlerine binesiniz ve bindiğiniz vakit de, Rabbinizin nîmetini zikredip şöyle diyesiniz: ″Bunu hizmetimize veren Allah’ın şânı çok yücedir. Yoksa biz ona güç yetiremezdik.* Ve şüphesiz ki biz, Rabbimize döneceğiz.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Gökten, bir ölçüyle su indiren O’dur″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا أَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَاءِ كَفًّا مِنْ مَاءٍ إِلَّا بِمِكْيَالٍ وَلَا كَفًّا مِنْ رِيحٍ إِلَّا بِمِكْيَالٍ إِلَّا يَوْمَ نُوحٍ، فَإِنَّ الْمَاءَ طَغَى عَلَى الْخَزَّانِ فَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ عَلَيْهِ سُلْطَان، قَالَ اللّٰهُ تَعَالَى: {إِنَّا لَمَّا طَغَى الْمَاءُ حَمَلْنَاكُمْ فِي الْجَارِيَةِ} وَيَوْمَ عَادٍ فَإِنَّ الرِّيحَ عَتَتْ عَلَى الْخُزَّانِ قَالَ اللّٰهُ: {بِرِيحٍ صَرْصَرٍ عَاتِيَةٍ} (والدارقطني في الأفراد وابن مردويه وابن عساكر عن ابن عباس)

Allah’u Teâlâ bir avuçlukta olsa, gökten indirdiği yağmuru bir ölçü içinde indirir. Ancak Nûh kavminin helâki sırasında bu ölçü göz önünde bulundurulmadı. O zaman sular bekçilerine (o işle görevli olan meleklere) başkaldırdı. Bekçiler de ona bir şey yapamadı. Allah’u Teâlâ bunu, ″Şüphesiz ki, tufanda su taştığı zaman, sizi gemide Biz taşıdık″[1] şeklinde ifade etmiştir. Aynı şekilde Âd kavminin helâkı sırasında da rüzgâr, bekçilerine başkaldırmıştır. Allah’u Teâlâ bunu da, ″Âd kavmine gelince, onlar da çok şiddetli bir rüzgâr ile helâk edildi″[2] şeklinde ifade etmiştir.[3]

Bu âyetlerle ilgili olarak İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir sefere çıkarken devesine bindiği vakit, üç defa tekbir getirirdi ve şöyle buyururdu:

{سُبْحَانَ الَّذِي سَخَّرَ لَنَا هَذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ وَإِنَّا إِلَى رَبِّنَا لَمُنْقَلِبُونَ} اللّٰهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ فِي سَفَرِنَا هَذَا الْبِرَّ وَالتَّقْوَى وَمِنْ الْعَمَلِ مَا تَرْضَى اللّٰهُمَّ هَوِّنْ عَلَيْنَا سَفَرَنَا هَذَا وَاطْوِ عَنَّا بُعْدَهُ اللّٰهُمَّ أَنْتَ الصَّاحِبُ فِي السَّفَرِ وَالْخَلِيفَةُ فِي الْأَهْلِ اللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ وَعْثَاءِ السَّفَرِ وَكَآبَةِ الْمَنْظَرِ وَسُوءِ الْمُنْقَلَبِ فِي الْمَالِ وَالْأَهْلِ وَإِذَا رَجَعَ قَالَهُنَّ وَزَادَ فِيهِنَّ آيِبُونَ تَائِبُونَ عَابِدُونَ لِرَبِّنَا حَامِدُونَ (م عن ابن عمر)

″Bunu hizmetimize veren Allah’ın şânı çok yücedir. Yoksa biz ona güç yetiremezdik.* Ve şüphesiz ki biz, Rabbimize döneceğiz.″[4] Allah’ım! Bizim şu seferimizde senden iyilik, takvâ ve amelimizden râzı olacağın şeyler isteriz. Allah’ım! Bizim şu seferimizde kolaylık ver, onun uzaklığını dür. Allah’ım! Seferde koruyucumuz, ailemiz hakkında koruyucumuz Sensin. Allah’ım! Ben seferin meşakkatlerinden, mal ve aile hakkında hüzün verici âkıbetler görmekten, kötü dönüşten Sana sığınırım. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem seferden döndüğü zamanda böyle duâ eder ve şu ifadeleri de eklerdi: ″Dönenleriz, tevbe edenleriz, ibâdette ihlaslı olanlarız ve Rabbimize hamd edenleriz.″[5]

Hz. Ali’den nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ النَّبِيّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ إِذَا وَضَعَ رِجْله فِي الرِّكَاب قَالَ بِاسْمِ اللّٰهِ فَإِذَا اِسْتَوَى قَالَ لْحَمْد لِلّٰهِ عَلَى كُلّ حَال سُبْحَان الَّذِي سَخَّرَ لَنَا هَذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ وَإِنَّا إِلَى رَبّنَا لَمُنْقَلِبُونَ وَإِذَا نَزَلْتُمْ مِنْ الْفُلْك وَالْأَنْعَام فَقُولُوا اللّٰهُمَّ أَنْزِلْنَا مَنْزِلًا مُبَارَكًا وَأَنْتَ خَيْر الْمُنْزِلِينَ (ابو داود الطيالسى فى مسنده عن على)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ayağını üzengiye koyduğu vakit, ″Bismillah″ derdi. Bineğin sırtına kurulduğunda da, ″Her hâlimizden dolayı Allah’a hamd olsun. Bunu hizmetimize veren Allah’ın şânı çok yücedir. Yoksa biz ona güç yetiremezdik.* Ve şüphesiz ki biz, Rabbimize döneceğiz″[6] diye buyururdu. Gemiden ve bineklerin sırtından indiğiniz vakit de, ″Allah’ım! Sen bizi mübârek kılınmış bir yerde konaklandır. Sen konaklandırıcıların en hayırlısısın″ deyin, derdi.[7]

Binek olarak kullanılan bütün araçlar da binek hükmündedir. Bu nedenle araçlara binildiğinde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaptığı gibi bu duâ ve zikirlerin yapılması sünnettir.


[1] Sûre-i Hâkka, Âyet 11.

[2] Sûre-i Hâkka, Âyet 6.

[3] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 14, s. 607.

[4] Sûre-i Zuhruf, Âyet 13-14

[5] Sahih-i Müslim, Hac 75 (425).

[6] Sûre-i Zuhruf, Âyet 13-14

[7] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 16, s. 68.


﴿ وَجَعَلُوا لَهُ مِنْ عِبَادِه۪ جُزْءًاۜ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَكَفُورٌ مُب۪ينٌۜ ﴿١٥﴾ اَمِ اتَّخَذَ مِمَّا يَخْلُقُ بَنَاتٍ وَاَصْفٰيكُمْ بِالْبَن۪ينَ۟ ﴿١٦﴾ وَاِذَا بُشِّرَ اَحَدُهُمْ بِمَا ضَرَبَ لِلرَّحْمٰنِ مَثَلًا ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدًّا وَهُوَ كَظ۪يمٌ ﴿١٧﴾ اَوَمَنْ يُنَشَّؤُ۬ا فِي الْحِلْيَةِ وَهُوَ فِي الْخِصَامِ غَيْرُ مُب۪ينٍ ﴿١٨﴾ وَجَعَلُوا الْمَلٰٓئِكَةَ الَّذ۪ينَ هُمْ عِبَادُ الرَّحْمٰنِ اِنَاثًاۜ اَشَهِدُوا خَلْقَهُمْۜ سَتُكْتَبُ شَهَادَتُهُمْ وَيُسْـَٔلُونَ ﴿١٩﴾

15-19. Ve müşrikler, Allah’ın kullarından bir kısmını, O’nun bir parçası saydılar (″Melekler, Allah’ın kızlarıdır″ diyerek, O’na çocuk isnat ettiler). Şüphesiz insan, elbette apaçık nankördür.* Yoksa Allah’u Teâlâ, mahlûkatından kızları kendi için edindi de, oğulları da sizin için mi seçti?* Halbuki onlardan biri, Rahmân’a nispet ettikleri kız çocuğu ile müjdelendiği zaman, içi öfkeyle dolar ve yüzü kapkara kesilir.* Onlar, ziynet içinde yetiştirilecek olup da yaratılışı nedeniyle düşmanlarıyla mücâdele etmeye muktedir olmayan kızları mı Allah’a isnat ediyorlar?* Ve Rahmân’ın kulları olan meleklerin, dişi olduklarını iddia ettiler. Onlar, meleklerin yaratılışına şâhit mi oldular? Onların bu yalan şâhitlikleri yazılır ve mahşer gününde onlardan hesabı sorulur.


﴿ وَقَالُوا لَوْ شَٓاءَ الرَّحْمٰنُ مَا عَبَدْنَاهُمْۜ مَا لَهُمْ بِذٰلِكَ مِنْ عِلْمٍۗ اِنْ هُمْ اِلَّا يَخْرُصُونَۜ ﴿٢٠﴾ اَمْ اٰتَيْنَاهُمْ كِتَابًا مِنْ قَبْلِه۪ فَهُمْ بِه۪ مُسْتَمْسِكُونَ ﴿٢١﴾ بَلْ قَالُٓوا اِنَّا وَجَدْنَٓا اٰبَٓاءَنَا عَلٰٓى اُمَّةٍ وَاِنَّا عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ مُهْتَدُونَ ﴿٢٢﴾

20-22. Onlar: ″Eğer Rahmân dileseydi, onlara ibâdet etmezdik″ dediler. Onların bu sözleri bir ilme dayanmaz. Onlar sâdece yalan söylüyorlar.* Yoksa Kur’ân’dan evvel onlara bir kitap gönderdik de dâvâlarında ona mı tutunuyorlar?* Bilakis onlar: ″Şüphesiz biz, babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Şüphesiz biz de onların izlerinden gidiyoruz″ dediler.


﴿ وَكَذٰلِكَ مَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ ف۪ي قَرْيَةٍ مِنْ نَذ۪يرٍ اِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَٓاۙ اِنَّا وَجَدْنَٓا اٰبَٓاءَنَا عَلٰٓى اُمَّةٍ وَاِنَّا عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ مُقْتَدُونَ ﴿٢٣﴾

23. Onların hâl ve durumu işte böyledir. Senden evvel, hangi beldeye Peygamber gönderdiysek, onların ileri gelenleri: ″Şüphesiz biz, babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Şüphesiz biz de onların izlerinden gidiyoruz″ dediler.


﴿ قَالَ اَوَلَوْ جِئْتُكُمْ بِاَهْدٰى مِمَّا وَجَدْتُمْ عَلَيْهِ اٰبَٓاءَكُمْۜ قَالُٓوا اِنَّا بِمَٓا اُرْسِلْتُمْ بِه۪ كَافِرُونَ ﴿٢٤﴾ فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ۟ ﴿٢٥﴾

24-25. Onlara gelen Peygamberlerden her biri, kendi ümmetine: ″Ben size, babalarınızı bulduğunuz dinden daha doğru din ile gelsem, yine babalarınızın dînine tâbi olur musunuz?″ dedi. Onlar da Peygamberlerine: ″Muhakkak ki biz, sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz″ dediler.* Biz de onlardan intikam aldık. Ey Resûlüm! Bak, o yalanlayanların âkıbeti nasıl oldu?


﴿ وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ لِاَب۪يهِ وَقَوْمِه۪ٓ اِنَّن۪ي بَرَٓاءٌ مِمَّا تَعْبُدُونَۙ ﴿٢٦﴾ اِلَّا الَّذ۪ي فَطَرَن۪ي فَاِنَّهُ سَيَهْد۪ينِ ﴿٢٧﴾ وَجَعَلَهَا كَلِمَةً بَاقِيَةً ف۪ي عَقِبِه۪ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ ﴿٢٨﴾

26-28. Zikret o vakti ki, İbrâhim, babasına (Âzer’e)[1] ve kavmine şöyle demişti: ″Şüphesiz ben sizin ibâdet ettiğiniz şeylerden uzağım.* Ancak beni yaratana ibâdet ederim. Şüphesiz O, beni hidâyete ulaştıracaktır.″* İbrâhim, bu tevhid kelimesini, zürriyeti arasında bâki bir kelime kıldı ki, böylece hakka dönsünler.

İzah: Âyet-i Kerîme‘de: İbrâhim, bu tevhid kelimesini, zürriyeti arasında bâki bir kelime kıldı ki, böylece hakka dönsünler″ diye buyrulmasına rağmen, İbrâhim Aleyhisselâm’dan sonra, gelen kavimlerden büyük çoğunluğu yine îman etmeyerek küfürde devam etmişlerdir. Ancak İbrâhim Aleyhisselâm’ın İslâm üzere olan Hanif Dîni; Kelime-i Tevhid inancı, zürriyetinden devam etmiştir.

İbrâhim Aleyhisselâm’ın iki oğlu vardı. Birisi Hacer vâlidemizden olan İsmâil Aleyhisselâm ve diğeri de Sâra vâlidemizden olan İshâk Aleyhisselâm idi. İsmâil Aleyhisselâm’dan Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e kadar arada Araplara Peygamber gelmemiş, fakat hak olan Hanif Dîni bozulmadan bir zümre tarafından devam ettirilmiştir.

İbrâhim Aleyhisselâm’ın diğer oğlu olan İshâk Aleyhisselâm’dan sonra da onun neslinden gelen Peygamberler aracılığıyla bu hak din Îsâ Aleyhisselâm’a kadar bozulmadan gelmiştir. Îsâ Aleyhisselâm’ı Allah’u Teâlâ göğe yükseltince, onun ümmetinde bozulmalar meydana gelmiş, buna rağmen hak üzere olan bir topluluk dâimâ bulunmuştur. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem Peygamber olarak geldiğinde de Necâşi Hazretleri gibi hak üzere olan kişiler, hemen ona îman etmişlerdir. Böylece İbrâhim Aleyhisselâm’dan Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e kadar bu hak olan Tevhid inancı hiç kesiklik olmadan gelmiştir. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’den sonra da bu hak din kıyâmete kadar hiç kesintiye uğramadan devam edecektir.

Hak üzere olan bir topluluğun dâimâ var olacağına dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

افْتَرَقَتْ الْيَهُودُ عَلَى إِحْدَى وَسَبْعِينَ فِرْقَةً فَوَاحِدَةٌ فِي الْجَنَّةِ وَسَبْعُونَ فِي النَّارِ وَافْتَرَقَتْ النَّصَارَى عَلَى ثِنْتَيْنِ وَسَبْعِينَ فِرْقَةً فَإِحْدَى وَسَبْعُونَ فِي النَّارِ وَوَاحِدَةٌ فِي الْجَنَّةِ وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَتَفْتَرِقَنَّ أُمَّتِي عَلَى ثَلَاثٍ وَسَبْعِينَ فِرْقَةً وَاحِدَةٌ فِي الْجَنَّةِ وَثِنْتَانِ وَسَبْعُونَ فِي النَّارِ قِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَنْ هُمْ قَالَ الْجَمَاعَةُ (ه عن عوف بن مالك)

″Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Biri hâriç hepsi ateştedir. Hristiyanlar da yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Bunlardan da biri hâriç hepsi ateştedir. Muhammed’in canı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Birinden başka hepsi ateştedir.″ ″Yâ Resûlallah! O kurtuluşa eren tek fırka kimlerdir?″ diye sorulunca, buyurdu ki: ″Ben ve Ashâbımın yolu üzere olanlardır.″[2]

Bu Hadis-i Şerif’ten anlaşılan; Yahudiler, Mûsâ Aleyhisselâm’dan sonra yetmiş bir fırkaya ayrılmış ve daha sonraki gelen Peygamberlere, bunların içinden hak üzere olan bir fırka îman etmiş ve bunlar kurtuluşa ermiştir. Îsâ Aleyhisselâm gelinceye kadar bu durum böyle devam etmiş ve o geldiğinde de, yine hak olan bir zümre hemen ona tâbi olarak kurtuluşa ermiştir. Îsâ Aleyhisselâm’ın göğe yükseltilmesinden sonra, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanına kadar, Îsâ Aleyhisselâm’ın ümmeti de yetmiş iki fırkaya ayrılmış ve bunlardan da ancak bir fırka kurtulmuştur. Onlardaki hak üzere olan fırka da, Hz. Necâşi ve tâbileri gibi hak üzere olan topluluktur. Bunlar, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in geldiğini haber alır almaz, hemen îman edip, ona tâbi olmuşlardır.

Böylece İbrâhim Aleyhisselâm’dan sonra Kelime-i Tevhid inancı, her iki evlâdı, İsmâil Aleyhisselâm ve İshâk Aleyhisselâm tarafından iki ayrı koldan bozulmadan gelmiştir. Bütün Peygamberlerin görüşü de, dîni de tektir. Bu, hak olan tevhid dînidir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 19’da: Şüphesiz ki, Allah katında tek din İslâm’dır…″ diye buyurmuştur.

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

الْأَنْبِيَاءُ إِخْوَةٌ لِعَلَّاتٍ أُمَّهَاتُهُمْ شَتَّى وَدِينُهُمْ وَاحِدٌ (حم عن ابى هريرة)

″Peygamberler, babadan bir kardeştirler. Onların anneleri ayrı olmakla birlikte, dinleri birdir. …[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَا يَسْمَعُ بِى أَحَدٌ مِنْ هَذِهِ الْأُمَّةِ يَهُودِيٌّ وَلَا نَصْرَانِيٌّ ثُمَّ يَمُوتُ وَلَمْ يُؤْمِنْ بِالَّذِى أُرْسِلْتُ بِهِ اِلَّا كَانَ مِنْ أَصْحَابِ النَّارِ (حم م عن ابى هريرة)

″Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan Allah’a yemin ederim ki, her kim Yahudi olsun, Hristiyan olsun beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa, mutlaka Cehennem ehlinden olacaktır.″[4]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘den sonra yukarıdaki Hadis-i Şerif’te geçtiği üzere, onun ümmeti de yetmiş üç fırkaya ayrılmıştır. Bunlardan sâdece Ehl-i Sünnet topluluğu, hak üzere devam etmiş ve kıyâmete kadar da devam edecektir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ أُمَّتِي ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ لَا يَضُرُّهُمْ مَنْ خَذَلَهُمْ حَتَّى يَأْتِيَ أَمْرُ اللّٰهِ وَهُمْ كَذَلِكَ (م عن ثوبان)

″Ümmetimden bir taife dâimâ hak üzere olurlar. Onlar hak üzerinde böyle sebat edip dururken, Allah’ın emri (kıyâmet) gelinceye kadar onlara muhâlifleri aslâ zarar veremeyecekler.″[5]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ لِهَذِهِ الْأُمَّةِ عَلَى رَأْسِ كُلِّ مِائَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ اَمْرِ دِينِهَا (د طب ك ق عن ابى هريرة)

″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, bu ümmete her yüz yılın başında bir zât gönderir. Bu kimse, din işlerini yenileyip tazeler (itikâdi ve amelî hususlardaki yanlışlıkları düzeltir).″[6]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, halifelerinin kimler olduğunu şöyle haber vermiştir:

رَحْمَةُ اللّٰهِ عَلَى خُلَفَائِى قِيلَ وَمَا خُلَفَائِكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ تَعَالَى قَالَ الَّذِينَ يُحْيُونَ سُنَّتِى وَيُعَلِّمُونَهَا النَّاسَ (ابى نصر و ابن عساكر عن الحسن)

″Allah‘ın rahmeti benim halifelerime olsun.″ ″Yâ Resûlullah! Senin halifelerin kimlerdir?″ dediler. Buyurdu ki: ″Sünnetimi ihyâ eden ve insanlara da öğretendir.″[7]

Hadis-i Şerif‘lerde geçtiği üzere, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den sonra dinde olan tahrifatları, Allah’u Teâlâ her yüz yılda bir gönderdiği mücedditler ile düzeltecektir. Bu hak olan görüş, kıyâmete kadar böylece devam edecektir. Halkı hakka irşad eden bu zâtlar, Kur‘ân ve sünnet ile amel edip halka da öğreten kimselerdir.

İşte Sûre-i Zuhruf, Âyet 28’deki: İbrâhim, bu tevhid kelimesini, zürriyeti arasında bâki bir kelime kıldı ki, böylece hakka dönsünler buyruğu bu anlamdadır.


[1] Azer hakkında geniş bilgi için Sûre-i En’âm, Âyet 74’ün izahına bakınız.

[2] Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 17. Bu Hadis-i Şerif’in sonunda geçen ″el-Cemaat″ ifadesine, ″Ben ve Ashâbımın yolu üzere olanlardır″ diye mânâ vermemizin sebebi, bu Hadis-i Şerif’in başka rivâyetlerinde, مَا أَنَا عَلَيْهِ وَأَصْحَابِي ″Mâ ene aleyhi ve ashâbî″ diye mânâ verildiği içindir (Sünen-i Tirmizî, Îman 18).

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8902.

[4] Sahih-i Müslim, Îman 70 (240 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8255.

[5] Sahih-i Müslim, İmâre 53 (170 Sahih-i Buhârî, İlim 13; Sünen-i Tirmizî, Fiten 62.

[6] Sünen-i Ebû Dâvud, Melâhim 1; Taberânî, Mu’cen’ul-Kebir; Hadis No: 1118.

[7] Muhtâr’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 250; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 291/1.


﴿ بَلْ مَتَّعْتُ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ وَاٰبَٓاءَهُمْ حَتّٰى جَٓاءَهُمُ الْحَقُّ وَرَسُولٌ مُب۪ينٌ ﴿٢٩﴾ وَلَمَّا جَٓاءَهُمُ الْحَقُّ قَالُوا هٰذَا سِحْرٌ وَاِنَّا بِه۪ كَافِرُونَ ﴿٣٠﴾ وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ هٰذَا الْقُرْاٰنُ عَلٰى رَجُلٍ مِنَ الْقَرْيَتَيْنِ عَظ۪يمٍ ﴿٣١﴾ اَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَتَ رَبِّكَۜ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُمْ مَع۪يشَتَهُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُمْ بَعْضًا سُخْرِيًّاۜ وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ ﴿٣٢﴾

29-32. Doğrusu onları ve babalarını, kendilerine o hak olan Kur’ân ve apaçık delillerle Resûl gelinceye kadar faydalandırdım.* Hak kendilerine geldiği vakit, dediler ki: ″Bu sihirdir, biz bunu inkâr edenleriz.* Bu Kur’ân, iki belde ahâlisinden makam ve mal sahibi olan bir adama indirilseydi ya!″ dediler.* Ey Resûlüm! Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Onların dünyâ hayatındaki geçimliklerini aralarında Biz taksim ettik. Bir­birlerinden faydalansınlar diye derece bakımından Biz onların bâzısını bâzısına üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların topladıklarından daha hayırlıdır.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″İki belde ahâlisi″ ile; Mekkeli Velid b. Muğire veya Taif’li Urve b. Mes’ud es-Sakafî gibi mal ve makam sahipleri kastedilmiştir.


﴿ وَلَوْلَٓا اَنْ يَكُونَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً لَجَعَلْنَا لِمَنْ يَكْفُرُ بِالرَّحْمٰنِ لِبُيُوتِهِمْ سُقُفًا مِنْ فِضَّةٍ وَمَعَارِجَ عَلَيْهَا يَظْهَرُونَۙ ﴿٣٣﴾ وَلِبُيُوتِهِمْ اَبْوَابًا وَسُرُرًا عَلَيْهَا يَتَّكِؤُ۫نَۙ ﴿٣٤﴾ وَزُخْرُفًاۜ وَاِنْ كُلُّ ذٰلِكَ لَمَّا مَتَاعُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۜ وَالْاٰخِرَةُ عِنْدَ رَبِّكَ لِلْمُتَّق۪ينَ۟ ﴿٣٥﴾

33-35. Eğer insanlar (küfre rağbet ederek) bir ümmet olacak olmasalardı, Rahmân’ı inkâr edenlerin, evlerinin tavanlarını ve üzerine çık­tıkları merdivenlerini gümüşten yapardık.* Ve onların evlerine gümüşten kapılar ve kendilerine gümüşten tahtlar yapardık. Onlar da o tahtlar üzerine yaslanırlardı.* Yahut bunları altından yapardık. Bunlar ise, sâdece dünyâ hayatının geçici menfaatidir. Âhiret ise, Rabbinin katında takvâ sahipleri içindir.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ Sûre-i Zuhruf, Âyet 33’ün mânâsına dair şöyle buyurmuştur:

لَوْلَا أَنْ جَعَلَ النَّاسَ كُلَّهُمْ كُفَّارًا لَجَعَلْتُ لِبُيُوتِ الْكُفَّارِ {سَقْفًا مِنْ فِضَّةٍ وَمَعَارِجَ} مِنْ فِضَّةٍ وَهِيَ دَرَجٌ وَسُرُرَ فِضَّةٍ (خ عن ابن عباس)

Eğer insanların hepsinin küfre düşmesine sebep olmasaydı, kâfirlerin evlerine gümüşten tavanlar, merdivenler ve sedirler yapardım″ demektir.[1]

Allah’u Teâlâ bu âyetlerde, dünyâ malının bir öneminin olmadığını ve bu nîmetlere sahip olmanın bir şeref nişânesi olmadığını, asıl kazanç ve nîmetlerin âhirette olduğunu vurgulamıştır. Allah’u Teâlâ kâfirlere bu dünyâda mal ve rahatlık vermiştir. Eğer Müslümanlar, kâfirlerin bu durumundan etkilenip küfre girecek olmasalardı, Allah’u Teâlâ kâfirlerin evlerinin tavanlarını ve merdivenlerini altından ve gümüşten yapardı. Allah’u Teâlâ kâfirlere bu dünyâda ihsanda bulunur. Ancak onlar, âhirette ebedî bir azap içinde olacaklardır.

Bu şekilde Allah’u Teâlâ dünyâyı kâfirlere Cennet kılmıştır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلدُّنيَا سِجْنُ المُؤْمِنِ وَجَنَّةُ الْكَافِرِ (م ت عن ابى هريرة)

″Dünyâ, Mü’minin zindanı, kâfirin ise cennetidir.″[2]

Allah’u Teâlâ Mü’min kuluna, rahmetinden ibtilâ verir ve onunla günahlarını affeder ve derecesini yükseltir. Kâfire ve münâfığa ise, gazabından rahatlık verir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَثَلُ الْمُؤْمِنِ كَمَثَلِ الزَّرْعِ لَا تَزَالُ الرِّيَاحُ تُفَيِّئُهُ وَلَا يَزَالُ الْمُؤْمِنُ يُصِيبُهُ بَلَاءٌ وَمَثَلُ الْمُنَافِقِ مَثَلُ شَجَرَةِ الْأَرْزِ لَا تَهْتَزُّ حَتَّى تُسْتَحْصَدَ (ت عن ابى هريرة)

″Mü’min mütemadiyen rüzgârın eğici tesirine maruz bir bitkiye benzer. Mü’min devamlı belâlarla baş başadır. Münâfığın misâli de çam ağacı gibidir. Kesilip kaldırılıncaya kadar hiç ırgalanmaz.″[3]

Dünyâ nîmetlerinin Allah katında bir öneminin olmadığına dair de Sehl b. Sa’d Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

كُنَّا مَعَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِذِي الْحُلَيْفَةِ فَإِذَا هُوَ بِشَاةٍ مَيِّتَةٍ شَائِلَةٍ بِرِجْلِهَا فَقَالَ أَتُرَوْنَ هَذِهِ هَيِّنَةً عَلَى صَاحِبِهَا فَوَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَلدُّنْيَا أَهْوَنُ عَلَى اللّٰهِ مِنْ هَذِهِ عَلَى صَاحِبِهَا وَلَوْ كَانَتْ الدُّنْيَا تَزِنُ عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا سَقَى كَافِرًا مِنْهَا قَطْرَةً أَبَدًا (ه عن سهل بن سعد)

Biz, Zuاhüleyfe’de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraberdik. Peygamberimiz, şişkinlikten ayakları havaya kalkmış murdar bir koyunla karşılaştı. Bunun üzerine buyurdu ki: ″Şu murdar koyunun sahibinin yanında ne kadar kıymetsiz olduğunu görüyor musunuz? Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah katında dünyâ, sahibi yanında şu koyundan daha kıymetsizdir. Eğer dünyâ, Allah katında bir sivrisinek kanadı kadar kıymetli olsaydı, Allah’u Teâlâ, bir kâfire dünyâ sularından bir damla bile içirmezdi.″[4]

Hz. Ömer Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

دَخَلْتُ عَلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَهُوَ عَلَى حَصِيرٍ قَالَ فَجَلَسْتُ فَإِذَا عَلَيْهِ إِزَارٌ وَلَيْسَ عَلَيْهِ غَيْرُهُ وَإِذَا الْحَصِيرُ قَدْ أَثَّرَ فِي جَنْبهِ وَإِذَا أَنَا بِقَبْضَةٍ مِنْ شَعِيرٍ نَحْوِ الصَّاعِ وَقَرَظٍ فِي نَاحِيَةٍ فِي الْغُرْفَةِ وَإِذَا إِهَابٌ مُعَلَّقٌ فَابْتَدَرَتْ عَيْنَايَ فَقَالَ مَا يُبْكِيكَ يَا ابْنَ الْخَطَّابِ فَقُلْتُ يَا نَبِيَّ اللّٰهِ وَمَالِي لَا أَبْكِي وَهَذَا الْحَصِيرُ قَدْ أَثَّرَ فِي جَنْبِكَ وَهَذِهِ خِزَانَتُكَ لَا أَرَى فِيهَا إِلَّا مَا أَرَى وَذَلِكَ كِسْرَى وَقَيْصَرُ فِي الثِّمَارِ وَالْأَنْهَارِ وَأَنْتَ نَبِيُّ اللّٰهِ وَصَفْوَتُهُ وَهَذِهِ خِزَانَتُكَ قَالَ يَا ابْنَ الْخَطَّابِ أَلَا تَرْضَى أَنْ تَكُونَ لَنَا الْآخِرَةُ وَلَهُمْ الدُّنْيَا قُلْتُ بَلَى (ه عمر بن الخطاب)

Bir gün Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına girdim, bir hasır üzerinde oturuyordu. Ben de oturdum. Üzerinde sâdece izarı vardı. Başka bir elbise yoktu. Hasır, yanağında iz bırakmıştı. Odanın bir kenarında bir sa’ kadar arpa ile (deri tabaklamakta kullanılan) bir miktar selem ağacı yaprağı vardı. Duvarda da bir deri asılıydı. Kendimi tutamadım, gözlerim boşaldı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Yâ Ömer! Niçin ağlıyorsun?″ dedi. ″Yâ Resûlallah! Neden ağlamayayım, şu hasır yanağınızda iz bırakmış. Şu odana da bakıyorum, gördüklerimden başka bir şey yok. Halbuki Kisra ve Kayser nîmetler içindedirler. Sen ise Allah’ın Peygamberi ve O’nun seçkin kulusun, evin de işte bu haldedir″ dedim. Buyurdu ki: ″Yâ Ömer! İstemez misin ki âhiret bizim, dünyâ da onların olsun!″[5]


[1] Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7207.

[2] Sahih-i Müslim, Zühd 1; Sünen-i Tirmizî, Zühd 12.

[3] Sahih-i Buhârî, Merdâ 1; Sünen-i Tirmizî, Emsâl 4.

[4] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 3.

[5] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 11.


﴿ وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمٰنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَر۪ينٌ ﴿٣٦﴾ وَاِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّب۪يلِ وَيَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ ﴿٣٧﴾ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَنَا قَالَ يَا لَيْتَ بَيْن۪ي وَبَيْنَكَ بُعْدَ الْمَشْرِقَيْنِ فَبِئْسَ الْقَر۪ينُ ﴿٣٨﴾ وَلَنْ يَنْفَعَكُمُ الْيَوْمَ اِذْ ظَلَمْتُمْ اَنَّكُمْ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ ﴿٣٩﴾

36-39. Her kim Rahmân’ın zikrini görmemezlikten gelirse, ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan, her zaman onun arkadaşıdır.* Şüphesiz bu şeytanlar, onları hidâyet yolundan menederler, onlar da kendilerini hidâyette zannederler.* Hidâyet yolundan sapanlardan her biri Bize geldiğinde, dostu olan şeytana hitâben: ″Keşke bizimle senin aranda doğu ile batı arası kadar mesâfe olsaydı. Sen ne kötü arkadaşsın!″ der.* Allah’u Teâlâ da onlara: ″Bugün size bu temenniniz aslâ fayda vermez. Çünkü siz, (Allah’ın zikrinden uzak durmakla) kendi nefsinize zulmettiniz. Bu sebeple azapta ortaksınız″ der.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere Allah’u Teâlâ’nın zikrinden uzaklaşan kişilere şeytan musallat olur. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الشَّيْطَانَ وَاضِعٌ خَطْمَهُ عَلَى قَلْبِ ابْنِ آدَمَ، فَإِنْ ذَكَرَ اللّٰهَ خَنَسَ، وَإِنْ نَسِيَ الْتَقَمَ قَلْبَهُ فَذَلِكَ الْوَسْوَاسُ الْخَنَّاسُ (ابن ابى الدنيا ع هب عن انس)

″Şeytan, ağzını insanoğlunun kalbine dayamıştır. Kişi Allah’u Teâlâ’yı zikrettiği zaman, geri çekilip pısar. Allah’ın zikrinden gâfil olduğu zamanlarda ise, onun kalbini yutup ele geçirir. Sinsi vesveseci olması budur.″[1]


[1] Ebû Ya’lâ el-Mevsilî, Müsned, Hadis No: 4188; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 1782.


﴿ اَفَاَنْتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ اَوْ تَهْدِي الْعُمْيَ وَمَنْ كَانَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٤٠﴾ فَاِمَّا نَذْهَبَنَّ بِكَ فَاِنَّا مِنْهُمْ مُنْتَقِمُونَۙ ﴿٤١﴾ اَوْ نُرِيَنَّكَ الَّذ۪ي وَعَدْنَاهُمْ فَاِنَّا عَلَيْهِمْ مُقْتَدِرُونَ ﴿٤٢﴾

40-42. Ey Resûlüm! Sen sağırlara işittirebilir misin? Yahut körlere ve azgınlığı âşikâr olan kimseye hidâyet edebilir misin?* Onların uğrayacakları azâbı görmeden evvel vefât edersen, şüphesiz ki Biz, onlardan intikam alırız.* Yahut müstehak oldukları azâbı, ölmeden evvel sana gösteririz. Muhakkak ki Biz, onlara azap etmeye muktediriz.

İzah: Âyet-i Kerîme’de ifade edilen sağırdan ve körden maksat, nefsine uyarak hakikati görmek istemeyen, hakkı duyduğu halde inanmayarak küfürde ısrar eden kimselerdir. Bu husus Sûre-i Bakara, Âyet 6-7’de de şöyle geçmektedir:

Ey Habîbim! (İnâdi olan) kâfirlere gelince, onları (Allah’ın azâbından) korkutsan da, korkutmasan da onlar için birdir, onlar îman etmezler.* Allah’u Teâlâ onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de perde çekmiştir. Ve onlar için büyük bir azap vardır.″

Ey Habîbim! O küfürde inâdi olanları inandıramazsın, onların kalplerine korku koyamazsın. Günahlarının kirleri kendilerini paslandırır, vaadlere inanmaz olur, kalpleri körleşir. Bunlara Hakk Teâlâ gazap eder. Bilakis duymasınlar, görmesinler diye kalplerini, gözlerini kulaklarını kara mühürle mühürler. Sebebi de, küfürde inad etmeleridir.

Yine Sûre-i Zuhruf, Âyet 41’de: ″Onların uğrayacakları azâbı görmeden evvel vefât edersen, şüphesiz ki Biz, onlardan intikam alırız″ diye buyrulmaktadır: Bu hususta da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ إِذَا أَرَادَ رَحْمَةَ أُمَّةٍ مِنْ عِبَادِهِ قَبَضَ نَبِيَّهَا قَبْلَهَا فَجَعَلَهُ لَهَا فَرَطًا وَسَلَفًا بَيْنَ يَدَيْهَا وَإِذَا أَرَادَ هَلَكَةَ أُمَّةٍ عَذَّبَهَا وَنَبِيُّهَا حَيٌّ فَأَهْلَكَهَا وَهُوَ يَنْظُرُ فَأَقَرَّ عَيْنَهُ بِهَلَكَتِهَا حِينَ كَذَّبُوهُ وَعَصَوْا أَمْرَهُ (م ابى موسى)

″Allah’u Teâlâ bir ümmet hakkında hayır murad edecek olursa, o ümmetten önce Peygamberinin canını alır ve onu o ümmet için, önden giden bir öncü ve bir geçmiş kılar. Eğer bir ümmet hakkında azâbı murad edecek olursa, Peygamberi hayatta iken o ümmete azap verir ki, kendisini yalanlayıp emrine karşı gel­diklerinden ötürü onun gözü aydın olsun.″[1]


[1] Sahih-i Müslim, Fedâil 8 (24).


﴿ فَاسْتَمْسِكْ بِالَّذ۪ٓي اُو۫حِيَ اِلَيْكَۚ اِنَّكَ عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ ﴿٤٣﴾ وَاِنَّهُ لَذِكْرٌ لَكَ وَلِقَوْمِكَۚ وَسَوْفَ تُسْـَٔلُونَ ﴿٤٤﴾

43-44. Ey Resûlüm! O halde sana vahyedilene sımsıkı tutun. Şüphesiz sen, dosdoğru bir yol üzerindesin.* Şüphesiz bu Kur’ân, senin ve kavmin için bir şereftir. Yakında hesaba çekileceksiniz.

İzah: Allah’u Teâlâ, Kureyş kabilesinden olan Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e Peygamberlik vermiş ve ona Kur’ân’ı indirmiştir. Kendi içlerinden olan Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e Peygamberliğin verilmesi ve Kur’ân’ın kendi lisanlarında indirilmiş olması Kureyş için büyük bir şeref vesîlesidir. Allah’u Teâlâ, mahşer günü Kur’ân’ın emir ve yasaklarına uyulup uyulmadığından herkesi hesaba çekecektir.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ هَذَا الْأَمْرَ فِي قُرَيْشٍ لَا يُعَادِيهِمْ أَحَدٌ إِلَّا كَبَّهُ اللّٰهُ فِي النَّارِ عَلَى وَجْهِهِ مَا أَقَامُوا الدِّينَ (خ عن معاوية)

″Şüphesiz ki, bu iş Kureyş’tedir. Onlar dîni ayakta tuttukları müddetçe kim onlara düşmanlık ederse, Allah’u Teâlâ onu yüzüstü süründürür.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Ahkâm 2, Menâkib 2.


﴿ وَسْـَٔلْ مَنْ اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رُسُلِنَاۗ اَجَعَلْنَا مِنْ دُونِ الرَّحْمٰنِ اٰلِهَةً يُعْبَدُونَ۟ ﴿٤٥﴾

45. Ey Resûlüm! Senden önce gönderdiğimiz Peygamberlerimize sor. Biz onlara Rahmân’dan başka ilahlara ibâdet etmelerini emrettik mi?

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir hadiste, şöyle buyrulmuştur:

فَصَلُّوا خَلْف رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ سَبْعَة صُفُوف الْمُرْسَلُونَ ثَلَاثَة صُفُوف وَالنَّبِيُّونَ أَرْبَعَة وَكَانَ يَلِي ظَهْر رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِبْرَاهِيم خَلِيل اللّٰه وَعَلَى يَمِينه إِسْمَاعِيل وَعَلَى يَسَاره إِسْحَاق ثُمَّ مُوسَى ثُمَّ سَائِر الْمُرْسَلِينَ فَأَمَّهُمْ رَكْعَتَيْنِ فَلَمَّا اِنْفَتَلَ قَامَ فَقَالَ إِنَّ رَبِّي أَوْحَى إِلَيَّ أَنْ أَسْأَلكُمْ هَلْ أُرْسِلَ أَحَد مِنْكُمْ يَدْعُو إِلَى عِبَادَة غَيْر اللّٰه؟ فَقَالُوا يَا مُحَمَّد إِنَّا نَشْهَد إِنَّا أُرْسِلْنَا أَجْمَعِينَ بِدَعْوَةٍ وَاحِدَة أَنْ لَا إِلَه إِلَّا اللّٰه وَأَنَّ مَا يَعْبُدُونَ مِنْ دُونه بَاطِل وَأَنَّك خَاتَم النَّبِيِّينَ وَسَيِّد الْمُرْسَلِينَ قَدْ اِسْتَبَانَ ذَلِكَ لَنَا بِإِمَامَتِك إِيَّانَا وَأَنْ لَا نَبِيّ بَعْدك إِلَى يَوْم الْقِيَامَة إِلَّا عِيسَى اِبْن مَرْيَم فَإِنَّهُ مَأْمُور أَنْ يَتَّبِع أَثَرك(القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن ابن عباس)

Mîraca çıkarken Mescid-i Aksâ’da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in arkasında peygamberler yedi saf hâlinde namaz kıldılar. Resuller üç saf, Ne­bîler ise dört saf idi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hemen arkasında ise İbrâhim Halîlullah, sağında İsmâil Aleyhisselâm ve solunda İshâk Aleyhisselâm vardı. Sonra Mûsâ Aleyhis-selâm, sonra da diğer Resuller dizilmişti. Onlara iki rek’at namaz kıldırdı. Namazı bitirip ayağa kalkınca şöyle buyurdu:

- Rabbim bana: ″Sizden herhangi birinize Allah’tan baş­kasına ibâdet etmeye dâvet etmek için bir emir verip vermediğini sormamı vahyetti.″ Onlar dediler ki:

- Yâ Muhammed! Bizler şâhitlik ederiz ki, hepimiz ay­nı çağrı olan -Lâ ilâhe illallâh- demeye dâvet etmek üzere ve onun dışında tapındıkları bütün varlıkların bâtıl olduğunu, senin de Nebîlerin hâtemi ve Resullerin Efendisi olduğunu söylemek üzere gönderildik. Bu husus zâten senin bize imamlık yapman ile de açıkça ortaya çıkmış bulunuyor. Ayrıca kıyâmet gününe kadar Meryem oğlu Îsâ dışında hiçbir peygamberin gelmeye­ceği de bunu göstermektedir. Meryem oğlu Îsâ ise, senin izini izlemekle emrolunacaktır.[1]

Hz. Îsâ’nın kıyâmetten evvel Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmeti olarak yeryüzüne ineceğine dair geniş bilgi için Sûre-i Nisâ, Âyet 157-159 ve izahlarına bakınız.


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 16, s. 95.


﴿ وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِه۪ فَقَالَ اِنّ۪ي رَسُولُ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٤٦﴾ فَلَمَّا جَٓاءَهُمْ بِاٰيَاتِنَٓا اِذَا هُمْ مِنْهَا يَضْحَكُونَ ﴿٤٧﴾

46-47. Yemin olsun ki, Mûsâ’yı mûcizelerimizle Firavun’a ve onun kavmine gönderdik. Mûsâ, onlara: ″Şüphesiz ben, âlemlerin Rabbinin Resûlüyüm″ dedi.* Mûsâ onlara mûcizelerimiz ile gelince, onlar da alay ederek gülmeye başladılar.


﴿ وَمَا نُر۪يهِمْ مِنْ اٰيَةٍ اِلَّا هِيَ اَكْبَرُ مِنْ اُخْتِهَاۘ وَاَخَذْنَاهُمْ بِالْعَذَابِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ ﴿٤٨﴾

48. Onlara gösterdiğimiz her mûcize, muhakkak diğerinden daha büyük idi. Bulundukları halden dönmeleri için (kıtlık, tufan ve çekirge gibi musîbetlerle) onları azâba uğrattık.


﴿ وَقَالُوا يَٓا اَيُّهَ السَّاحِرُ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِنْدَكَ اِنَّنَا لَمُهْتَدُونَ ﴿٤٩﴾ فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ اِذَا هُمْ يَنْكُثُونَ ﴿٥٠﴾

49-50. Onlar azâbı görünce, Mûsâ’ya: ″Ey sihirbaz! (Duânı kabul edeceğine dair) Rabbinin sana olan vaadi hürmetine, bizden azâbı kaldırması için O’na duâ et. Biz artık doğru yola gireceğiz″ dediler.* Fakat Biz, (Mûsâ Aleyhisselâm’ın duâsıyla) onlardan azâbı kaldırınca, verdikleri ahidden hemen dönüverdiler.

İzah: Firavun ve kavminin bulundukları küfür hâlinden dönmeleri için Allah’u Teâlâ’nın onlara verdiği musîbetler hakkında geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 132-134 ve izahına bakınız.


﴿ وَنَادٰى فِرْعَوْنُ ف۪ي قَوْمِه۪ قَالَ يَا قَوْمِ اَلَيْسَ ل۪ي مُلْكُ مِصْرَ وَهٰذِهِ الْاَنْهَارُ تَجْر۪ي مِنْ تَحْت۪يۚ اَفَلَا تُبْصِرُونَۜ ﴿٥١﴾ اَمْ اَنَا۬ خَيْرٌ مِنْ هٰذَا الَّذ۪ي هُوَ مَه۪ينٌ وَلَا يَكَادُ يُب۪ينُ ﴿٥٢﴾ فَلَوْلَٓا اُلْقِيَ عَلَيْهِ اَسْوِرَةٌ مِنْ ذَهَبٍ اَوْ جَٓاءَ مَعَهُ الْمَلٰٓئِكَةُ مُقْتَرِن۪ينَ ﴿٥٣﴾

51-53. Firavun, kavmine hitâben övünerek dedi ki: ″Ey kavmim! Mısır’ın mülkü benim değil mi? Bu nehirler de, köşklerimin altından akmıyor mu? Siz benim azametimi görmüyor musunuz?* Yoksa ben, hakir ve neredeyse meramını ifade edemeyecek olan bu Mûsâ’dan daha hayırlı değil miyim?* Dâvâsında doğru ise, kollarına altın bilezikler takılsa veya beraberinde melekler gelip onu destekleseler ya!″

İzah: Müfessirlerin beyanına göre, Firavun zamanında reislik makamına getirilen bir adamın kollarına altın bilezik ve boynuna altın takı takmak adet idi.

Bu hususta Mücâhid Hazretleri şöyle buyurmuştur:

Onlar bir adama bilezik taktılar mı, kollarına iki bilezik takarlar ve boynuna altın bir halka dolarlardı. Bu da onun efendi ve soylu birisi olduğuna alâmet idi. Bu bakımdan Firavun: ″Eğer Mûsâ doğru söy­leyen birisi ise, Mûsâ’nın Rabbi, onun üzerine niçin altından bilezikler takmıyor?″ demişti.


﴿ فَاسْتَخَفَّ قَوْمَهُ فَاَطَاعُوهُۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِق۪ينَ ﴿٥٤﴾ فَلَمَّٓا اٰسَفُونَا انْتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَاَغْرَقْنَاهُمْ اَجْمَع۪ينَۙ ﴿٥٥﴾ فَجَعَلْنَاهُمْ سَلَفًا وَمَثَلًا لِلْاٰخِر۪ينَ۟ ﴿٥٦﴾

54-56. Firavun, kavmini küçümsedi. Buna rağmen onlar, Mûsâ’yı yalanlamada kendisine tâbi oldular. Çünkü onlar fâsık bir kavim idi.* İnat ve isyanda ileri gitmekle Bizi gazaplandırdıkları vakit, onlardan intikam aldık ve hepsini gark ettik.* Böylece onları, kendilerinden sonra gelenlere bir ibret ve misal kıldık.

İzah: Firavun ve askerlerinin Kızıldeniz’de gark olmaları hakkında geniş bilgi için Sûre-i Şuarâ, Âyet 63-66 ve izahına bakınız.


﴿ وَلَمَّا ضُرِبَ ابْنُ مَرْيَمَ مَثَلًا اِذَا قَوْمُكَ مِنْهُ يَصِدُّونَ ﴿٥٧﴾ وَقَالُٓوا ءَاٰلِهَتُنَا خَيْرٌ اَمْ هُوَۜ مَا ضَرَبُوهُ لَكَ اِلَّا جَدَلًاۜ بَلْ هُمْ قَوْمٌ خَصِمُونَ ﴿٥٨﴾

57-58. Ey Resûlüm! Meryem oğlu Îsâ hakkında misal verildiği vakit, kavmin bu misalden sevinerek hemen bağrıştılar* ve ″Bizim ilahlarımız mı hayırlıdır, yoksa Îsâ mı?″ dediler. Ey Resûlüm! Onlar bu misâli, hakkı ortaya çıkarmak için değil, seninle münâkaşa etmek için beyan ettiler. Bilakis onlar, şiddetli husûmete sahip bir kavimdirler.

İzah: Bu âyetlerin nüzul sebebi Abdullah İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan, şöyle nakledilmiştir:

إِنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ لِقُرَيْشٍ يَا مَعْشَرَ قُرَيْشٍ إِنَّهُ لَيْسَ أَحَدٌ يُعْبَدُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ فِيهِ خَيْرٌ وَقَدْ عَلِمَتْ قُرَيْشٌ أَنَّ النَّصَارَي تَعْبُدُ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا تَقُولُ فِي مُحَمَّدٍ فَقَالُوا يَا مُحَمَّدُ أَلَسْتَ تَزْعُمُ أَنَّ عِيسَى كَانَ نَبِيًّا وَعَبْدًا مِنْ عِبَادِ اللّٰهِ صَالِحًا فَلَئِنْ كُنْتَ صَادِقًا فَإِنَّ آلِهَتَهُمْ لَكَمَا تَقُولُونَ قَالَ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ {وَلَمَّا ضُرِبَ ابْنُ مَرْيَمَ مَثَلًا إِذَا قَوْمُكَ مِنْهُ يَصِدُّونَ} قَالَ قُلْتُ مَا يَصِدُّونَ قَالَ يَضِجُّونَ (حم عن ابن عباس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Kureyşlilere: ″Ey Kureyş topluluğu! Bilin ki, Allah’tan başka birine tapılırsa, onda hayır yoktur″ buyurdu. Kureyşliler, Hristiyanların Meryem oğlu Îsâ‘ya taptıklarını ve Hristiyanların, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem hakkında ne düşündüklerini biliyorlardı. Bu sebeple dediler ki: ″Yâ Muhammed! Sen, Îsâ’nın bir Peygamber ve Allah’ın kullarından sâlih bir kul olduğunu söylemiyor muydun? Şâyet doğru söylüyorsan, o zaman onların ilahlarında da bir hayır yoktur.″ İşte bunun üzerine: ″Ey Resûlüm! Meryem oğlu Îsâ hakkında misal verildiği vakit, kavmin bu misalden sevinerek hemen bağrıştılar″ diye geçen Sûre-i Zuhruf, Âyet 57 nâzil oldu.[1]

Yine Sûre-i Zuhruf, Âyet 58 ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا ضَلَّ قَوْمٌ بَعْدَ هُدًى كَانُوا عَلَيْهِ إِلَّا أُوتُوا الْجَدَلَ ثُمَّ تَلَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ هَذِهِ الْآيَةَ {مَا ضَرَبُوهُ لَكَ إِلَّا جَدَلًا بَلْ هُمْ قَوْمٌ خَصِمُونَ} (ت ه عن ابى امامة)

″Herhangi bir toplum, üzerinde bulundukları bir hidâyetten sapmışsa, mutlaka onlara tartışma özelliği verilmiştir.″ Daha sonra da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: Sûre-i Zuhruf, Âyet 58’deki: ″Ey Resûlüm! Onlar bu misâli, hakkı ortaya çıkarmak için değil, seninle münâkaşa etmek için beyan ettiler. Bilakis onlar, şiddetli husûmete sahip bir kavimdirler″ buyruğunu okudu.[2]


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 2769.

[2] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 45; Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 7.


﴿ اِنْ هُوَ اِلَّا عَبْدٌ اَنْعَمْنَا عَلَيْهِ وَجَعَلْنَاهُ مَثَلًا لِبَن۪ٓي اِسْرَٓا ئ۪لَۜ ﴿٥٩﴾

59. Meryem oğlu Îsâ, ancak kendisine nîmet (Peygamberlik) verdiğimiz ve (babasız yaratmakla) İsrailoğulları için ibret kıldığımız bir kuldur.


﴿ وَلَوْ نَشَٓاءُ لَجَعَلْنَا مِنْكُمْ مَلٰٓئِكَةً فِي الْاَرْضِ يَخْلُفُونَ ﴿٦٠﴾

60. Eğer dileseydik, içinizden yeryüzünde sizin yerinize geçecek melekler yaratırdık.


﴿ وَاِنَّهُ لَعِلْمٌ لِلسَّاعَةِ فَلَا تَمْتَرُنَّ بِهَا وَاتَّبِعُونِۜ هٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَق۪يمٌ ﴿٦١﴾ وَلَا يَصُدَّنَّكُمُ الشَّيْطَانُۚ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌ ﴿٦٢﴾

61-62. Ve şüphesiz ki Îsâ, kıyâmetin bir alâmetidir. Artık kıyâmetin kopacağından şüphe etmeyin ve bana tâbi olun. Dosdoğru yol budur.* Şeytan, sizi bana tâbi olmaktan menetmesin. Şüphesiz ki o, sizin için apaçık bir düşmandır.

İzah: Sûre-i Zuhruf, Âyet 61 ile ilgili olarak İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ:

{وَإِنَّهُ لَعِلْمٌ لِلسَّاعَةِ} قَالَ هُوَ خُرُوجُ عِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ عَلَيْهِ السَّلَام قَبْلَ يَوْمِ الْقِيَامَةِ (حم عن ابن عباس)

″Ve şüphesiz ki Îsâ, kıyâmetin bir alametidir…″ diye geçen âyet hakkında: ″Kıyâmet kopmadan önce Meryem oğlu Îsâ Aleyhisselâm’ın yeryüzüne inmesidir″ diye buyurmuştur.[1]

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur.

وَالّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَيُوشِكَنَّ أنْ يَنْزِلَ فيكُمُ ابْنُ مرْيَمَ حَكَماً مُقْسِطاً، فَيَكْسِرُ الصَّلِيبُ، وَيَقْتُلُ الْخِنْزِيرَ، وَيَضَعُ الْجِزْيَةَ، وَيَفِيضُ الْمَالُ حَتّى لَا يَقْبَلَهُ أحَدٌ. ثُمَّ يَقُولُ أبُو هُريْرَةَ: اِقْرَؤُا إنْ شِئْتُمْ: وَإنْ مِنْ أهْلِ الْكِتَابِ إلَّا لَيُؤْمِنَنَّ بِهِ قَبْلَ مَوْتِهِ (خ م د ت عن ابى هريرة)

″Hayatım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, muhakkak yakında Meryem oğlu Îsâ, Muhammed ümmeti arasında âdil bir hâkim olarak inecek. Haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak ve mal o kadar çoğalacak ki, hattâ kimse mal kabul etmez olacak.″ Sonra Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu der ki: ″Yemin olsun ki, Ehl-i Kitap’tan (Hristiyanlardan) ona (Îsâ Aleyhisselâm’a), onun ölümünden önce îman etmeyecek kimse yoktur…″ diye geçen Sûre-i Nisâ, Âyet 159’u okuyun.[2]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

الْأَنْبِيَاءُ إِخْوَةٌ لِعَلَّاتٍ أُمَّهَاتُهُمْ شَتَّى وَدِينُهُمْ وَاحِدٌ وَأَنَا أَوْلَى النَّاسِ بِعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ لِأَنَّهُ لَمْ يَكُنْ بَيْنِي وَبَيْنَهُ نَبِيٌّ وَإِنَّهُ نَازِلٌ فَإِذَا رَأَيْتُمُوهُ فَاعْرِفُوهُ رَجُلًا مَرْبُوعًا إِلَى الْحُمْرَةِ وَالْبَيَاضِ عَلَيْهِ ثَوْبَانِ مُمَصَّرَانِ كَأَنَّ رَأْسَهُ يَقْطُرُ وَإِنْ لَمْ يُصِبْهُ بَلَلٌ فَيَدُقُّ الصَّلِيبَ وَيَقْتُلُ الْخِنْزِيرَ وَيَضَعُ الْجِزْيَةَ وَيَدْعُو النَّاسَ إِلَى الْإِسْلَامِ فَيُهْلِكُ اللّٰهُ فِي زَمَانِهِ الْمِلَلَ كُلَّهَا إِلَّا الْإِسْلَامَ وَيُهْلِكُ اللّٰهُ فِي زَمَانِهِ الْمَسِيحَ الدَّجَّالَ وَتَقَعُ الْأَمَنَةُ عَلَى الْأَرْضِ حَتَّى تَرْتَعَ الْأُسُودُ مَعَ الْإِبِلِ وَالنِّمَارُ مَعَ الْبَقَرِ وَالذِّئَابُ مَعَ الْغَنَمِ وَيَلْعَبَ الصِّبْيَانُ بِالْحَيَّاتِ لَا تَضُرُّهُمْ فَيَمْكُثُ أَرْبَعِينَ سَنَةً ثُمَّ يُتَوَفَّى وَيُصَلِّي عَلَيْهِ الْمُسْلِمُونَ (حم عن ابى هريرة)

″Peygamberler, babadan bir kardeştirler. Onların anneleri ayrı olmakla birlikte, dinleri birdir. İnsanlar arasında Meryem oğlu Îsâ’ya en ya­kın benim. Çünkü benim ile onun arasında bir Peygamber yoktur. Şüphesiz ki Îsâ inecektir. Gördüğünüz vakit, onu tanıyınız ki o; orta boylu, pembeye çalan beyaz tenli, üzerinde iki parçadan ibâret elbisesi olan bir kimsedir. Islaklık olmadığı halde, sanki başından su damlar. İnsanları İslâm’a çağıracak, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır. Onun zamanında Allah’u Teâlâ, İslâm’dan başkalarını helâk edecek ve Mesih-i Deccal’i de helâk edecektir. Sonra, yeryüzünde sükûnet, emniyet meydana gelecektir. O kadar ki aslanlar develerle, panterler ineklerle ve kurtlar kuzularla serbestçe otlayıp geçinecekler, çocuklar da yılanlarla oynayacaklardır. Îsâ, kırk yıl yeryüzünde yaşayacak, sonra vefât edecek, cenâze namazını da Müslümanlar kılacaktır.″[3]

Îsâ Aleyhisselâm’ın kıyâmetten evvel Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmeti olarak tekrar yeryüzüne ineceğine dair, o kadar çok hadis nakledilmiştir ki, mütevatir derecesine ulaşmıştır; inkarı mümkün değildir. Bu sebeple dört mezhep imamı başta olmak üzere bütün Ehl-i Sünnet âlimleri bu hususta ittifak etmişlerdir.

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كَيْفَ أَنْتُمْ اِذَا نَزَلَ ابْنُ مَرْيَمَ فِيكُمْ وَاِمَامُكُمْ مِنْكُمْ (خ م عن ابى هريرة)

″İmamınız sizin içinizden biri iken, Meryem oğlu Îsâ aranıza indiği vakit hâliniz nasıl olur.″[4]

Huzeyfe Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

Biz bir gün kendi aramızda konuşurken, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yanımıza çıkageldi. Bize: ″Ne konuşuyorsunuz?″ dedi. Biz de: ″Kıyâmet gününden konuşuyoruz″ diye cevap verdik. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

إِنَّهَا لَنْ تَقُومَ حَتَّى تَرَوْنَ قَبْلَهَا عَشْرَ آيَاتٍ فَذَكَرَ الدُّخَانَ وَالدَّجَّالَ وَالدَّابَّةَ وَطُلُوعَ الشَّمْسِ مِنْ مَغْرِبِهَا وَنُزُولَ عِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَيَأَجُوجَ وَمَأْجُوجَ وَثَلَاثَةَ خُسُوفٍ خَسْفٌ بِالْمَشْرِقِ وَخَسْفٌ بِالْمَغْرِبِ وَخَسْفٌ بِجَزِيرَةِ الْعَرَبِ وَآخِرُ ذَلِكَ نَارٌ تَخْرُجُ مِنْ الْيَمَنِ تَطْرُدُ النَّاسَ إِلَى مَحْشَرِهِمْ (م حم عن حذيفة بن اسيد الغفارى)

″Şüphesiz on alâmet görülmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. Bunlar: Deccâl, Duman, Dâbbet’ül-arz, güneşin batıdan doğması, Meryem oğlu Îsâ Aleyhisselâm’ın yere inmesi, Ye’cûc ve Me’cuc’ün zuhur etmesi, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsü, son olarak da Yemen’den çıkarak insanları Şam’a sürecek ateşin meydana gelmesi.″[5]

Abdullah b. Selam Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

مَكْتُوبٌ فِي التَّوْرَاةِ صِفَةُ مُحَمَّدٍ وَصِفَةُ عِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ يُدْفَنُ مَعَهُ فَقَالَ أَبُو مَوْدُودٍ وَقَدْ بَقِيَ فِي الْبَيْتِ مَوْضِعُ قَبْرٍ (ت عن عبد اللّٰه بن سلام)

Tevrat’ta, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sıfatı ve Meryem oğlu Îsâ’nın onun yanında defnedileceği yazılıdır. Ebû Mevdûd Radiyallâhu anhu: ″Hücre-i Saadet’te bir kabir yeri kalmıştır″ diye buyurdu.[6]

Îsâ Aleyhisselâm’ın semâya yükseltilmesi ve kıyâmetten evvel yeryüzüne ineceğine dair daha geniş bilgi için Sûre-i Nisâ, Âyet 157-159 ve izahlarına bakınız.


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 2769; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis N0: 7208.

[2] Sahih-i Buhârî, Buyû 102, Enbiyâ 49; Sahih-i Müslim, Îman 71 (242 Sünen-i Ebû Dâvud, Melâhim 14; Sünen-i Tirmizî, Fiten 54.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8902.

[4] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 47; Sahih-i Müslim, Îman 71 (244-246).

[5] Sahih-i Müslim, Fiten 13 (39 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15555.

[6] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 1.


﴿ وَلَمَّا جَٓاءَ ع۪يسٰى بِالْبَيِّنَاتِ قَالَ قَدْ جِئْتُكُمْ بِالْحِكْمَةِ وَلِاُبَيِّنَ لَكُمْ بَعْضَ الَّذ۪ي تَخْتَلِفُونَ ف۪يهِۚ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِ ﴿٦٣﴾ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ رَبّ۪ي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُۜ هٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَق۪يمٌ ﴿٦٤﴾

63-64. Îsâ, apaçık delillerle geldiği vakit şöyle demişti: ″Ben, hikmeti öğretmek ve ihtilaf ettiğiniz şeylerin bâzısını size beyan etmek için geldim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin.* Şüphesiz Allah’u Teâlâ, benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde O’na ibâdet edin. Dosdoğru yol budur.″


﴿ فَاخْتَلَفَ الْاَحْزَابُ مِنْ بَيْنِهِمْۚ فَوَيْلٌ لِلَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْ عَذَابِ يَوْمٍ اَل۪يمٍ ﴿٦٥﴾ هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا السَّاعَةَ اَنْ تَأْتِيَهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٦٦﴾

65-66. Nihâyet fırkalar, kendi aralarında ihtilaf ettiler. Elim günün azâbından dolayı vay o zulmedenlerin hâline!* Onlar, farkında değillerken kıyâmetin kendilerine ansı­zın gelip çatmasından başka bir şey mi bekliyorlar?


﴿ اَلْاَخِلَّٓاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلَّا الْمُتَّق۪ينَۜ۟ ﴿٦٧﴾ يَا عِبَادِ لَا خَوْفٌ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ وَلَٓا اَنْتُمْ تَحْزَنُونَۚ ﴿٦٨﴾ اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاٰيَاتِنَا وَكَانُوا مُسْلِم۪ينَۚ ﴿٦٩﴾ اُدْخُلُوا الْجَنَّةَ اَنْتُمْ وَاَزْوَاجُكُمْ تُحْبَرُونَ ﴿٧٠﴾

67-70. O gün takvâ sahipleri hâriç, dostlar birbirine düşman olurlar.* O gün Allah’u Teâlâ, takvâ sahiplerine şöyle der: ″Ey kullarım! Bugün sizin için hiçbir korku yoktur ve siz mah­zun da olmayacaksınız.* Ey âyetlerimize îman edip Allah’ın hükmüne boyun eğen kullarım!* Siz ve zevceleriniz mesrur olarak Cennete girin.″

İzah: Hz. Ali Kerremallâhu veche: ″O gün takvâ sahipleri hâriç, dostlar birbirine düşman olurlar″ diye geçen Âyet-i Kerîme hakkında şöyle buyurmuştur:

خَلِيلانِ مُؤْمِنَانِ , وَخَلِيلانِ كَافِرَانِ فَمَاتَ أَحَدُ الْمُؤْمِنِينَ فَبُشِّرَ بِالْجَنَّةِ فَذَكَرَ خَلِيلَهُ, فَقَالَ: اللّٰهُمَّ إِنَّ خَلِيلِي فُلانًا كَانَ يَأْمُرُنِي بِطَاعَتِكَ وَطَاعَةِ رَسُولِكَ وَيَأْمُرُنِي بِالْخَيْرِ وَيَنْهَانِي عَنِ الشَّرِّ وَيُنَبِّئُنِي أَنِّي مُلاقِيكَ اللّٰهُمَّ فَلا تُضِلَّهُ بَعْدِي حَتَّى تُرِيَهُ كَمَا أَرَيْتَنِي وَتَرْضَى عَنْهُ كَمَا رَضِيتَ عَنِّي ثُمَّ يَمُوتُ الآخِرُ فَيَجْمَعُ بَيْنَ أَرْوَاحِهِمَا فَيُقَالُ: لِيُثْنِ كُلُّ وَاحِدٍ مِنْكُمَا عَلَى صَاحِبِهِ فَيَقُولُ كُلُّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا لِصَاحِبِهِ: نِعْمَ الأَخُ ، وَنِعْمَ الصَّاحِبُ وَنِعْمَ الْخَلِيلُ وَإِذَا مَاتَ أَحَدُ الْكَافِرِينَ بُشِّرَ بِالنَّارِ فَذَكَرَ خَلِيلَهُ فَيَقُولُ: اللّٰهُمَّ إِنَّ خَلِيلِي كَانَ يَأْمُرُنِي بِمَعْصِيَتِكَ وَمَعْصِيَةِ رَسُولِكَ وَيَأْمُرُنِي بِالشَّرِّ وَيَنْهَانِي عَنِ الْخَيْرِ وَيُنَبِّئُنِي أَنِّي غَيْرُ مُلاقِيكَ اللّٰهُمَّ فَلا تَهْدِهِ بَعْدِي حَتَّى تُرِيَهُ كَمَا أَرَيْتَنِي وَتَسْخَطَ عَلَيْهِ كَمَا سَخِطْتَ عَلَيَّ ثُمَّ يَمُوتُ الآخَرُ قَالَ: فَيَجْمَعُ بَيْنَ أَرْوَاحِهِمَا فَيُقَالُ: لِيُثْنِ كُلُّ وَاحِدٍ مِنْكُمَا عَلَى صَاحِبِهِ فَيَقُولُ كُلُّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا لِصَاحِبِهِ: بِئْسَ الأَخُ , وَبِئْسَ الصَّاحِبُ ثُمَّ قَرَأَ :الأَخِلاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ إِلا الْمُتَّقِينَ (هب عن على)

İki Mü’min ve iki kâfir dost vardı. Bunlardan Mü’min olanların biri öldü. Cennetle müjdelenince, arkadaşını hatırlar ve ″Allah’ım! Benim falan arkadaşım bana her zaman Sana ve Resûlüne itaati emreder, hayrı tavsiye eder, kötülükten nehyederdi″ diyerek onun kendisinden sonra sapıtmaması ve kendisine verilen nîmetlerin ona da verilmesi için duâ eder. Sonra öbür arkadaşı da ölünce ruhları bir araya gelir ve birbirlerine: ″Ne güzel kardeş, ne güzel arkadaş ve ne güzel dost″ derler.

Kâfir olan iki arkadaştan birisi ölüp de azapla müjdelenince de diğer arkadaşını hatırlayıp şöyle der: ″Allah’ım! Arkadaşım bana hep Sana ve Resûlüne isyanı emrediyor, kötülüğü yapıp iyiliği yapmamamı söylüyordu. Allah’ım! Onu benden sonra hidâyete erdirme ki, benim gördüğüm azâbı o da görsün ve bana kızdığın gibi ona da kızasın.″ Sonra diğeri de ölür, ruhları bir araya gelince birbirlerine: ″Ne kötü kardeş ve ne kötü arkadaş″ derler.

Sonra Hz. Ali Kerremallâhu veche: ″O gün takvâ sahipleri hâriç, dostlar birbirine düşman olurlar″ diye geçen Sûre-i Zuhruf, Âyet 67’yi okudu.[1]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَوْ أَنَّ عَبْدَيْنِ تَحَابَّا فِي اللّٰهِ أَحَدُهُمَا فِي الْمَشْرِقِ وَالآخَرُ فِي الْمَغْرِبِ جَمَعَ اللّٰهُ بَيْنَهُمَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ ، وَيَقُولُ : هَذَا الَّذِي كُنْتَ تُحِبُّهُ (هب كر عن ابى هريرة)

İki kişi Allah için birbirini sevse, birisi doğuda, diğeri batıda olsa Allah’u Teâlâ mahşer günü ikisini bir araya getirir ve ″İşte bu, Benim için kendisini sevdiğin kişidir″ buyurur.[2]

Rivâyete göre, mahşer gününde bir münâdi şöyle seslenecektir: ″Bana itaat eden ve kimsenin görmediği yerlerde bile benim emirlerimi mu­hafaza eden kimseler nerede?″ Bunlar yüzleri ayın on dördü ve parıldayan yıldızlar gibi ayağa kalkacaklar. Dizginleri yakuttan olan nûrdan asil develere binmiş olacaklar. Herkesin gözü önünde bu develer sırtlarında onları uçu­racaktır. Nihâyet Arş’ın önünde dikilecekler ve Allah’u Teâlâ da onlara şöyle buyuracak

- Bana itaat eden, Benim ahdimi kimsenin görmediği yerlerde bile koruyan kullarıma selam olsun! Sizi Ben süzüp seçtim, sizi Ben tercih ettim. Hay­di, gidin ve Cennete hesapsız olarak girin. ″Ey kullarım! Bugün sizin için hiçbir korku yoktur ve siz mah­zun da olmayacaksınız.″[3] Bunun üzerine sıratın üzerinden gözü kamaştıran şimşek gibi geçecekler ve Cennetin kapıları onlara açılacak. Daha sonra ise mahşerde insanlar durmuş olacaklar ve biri diğerine: ″Ey kavim! Filan nerede, filan nerede?″ diye soracak. İşte birbirlerine soru soracakları bu vakitte bir münâdi: ″Şüphesiz ki, o gün Cennet ehli, sevinç ve zevk içindedirler″[4] diye nidâ edecektir.[5]


[1] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 9124.

[2] Râmûz’ul Ehâdîs, s. 356/2.

[3] Sûre-i Zuhruf, Âyet 68.

[4] Sûre-i Yâsîn, Âyet 55.

[5] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 15, s. 44.


﴿ يُطَافُ عَلَيْهِمْ بِصِحَافٍ مِنْ ذَهَبٍ وَاَكْوَابٍۚ وَف۪يهَا مَا تَشْتَه۪يهِ الْاَنْفُسُ وَتَلَذُّ الْاَعْيُنُۚ وَاَنْتُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَۚ ﴿٧١﴾ وَتِلْكَ الْجَنَّةُ الَّت۪ٓي اُو۫رِثْتُمُوهَا بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٧٢﴾ لَكُمْ ف۪يهَا فَاكِهَةٌ كَث۪يرَةٌ مِنْهَا تَأْكُلُونَ ﴿٧٣﴾

71-73. Onlar, Cennete girdikten sonra, aralarında altın kaplar ve kâseler dolaştırılır. Orada nefislerin istediği ve gözlerin hoşlandığı her türlü nîmet vardır. Ve onlara denilir ki: ″Siz orada ebedî kalacaksınız.* Güzel amelleriniz sebebiyle mîrasçı kılındığınız Cennet budur.* Orada sizin için birçok meyveler vardır. Onlardan yersiniz.″

İzah: Bu âyetler ile ilgili olarak Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تَلْبَسُوا الْحَرِيرَ وَلَا الدِّيبَاجَ وَلَا تَشْرَبُوا فِي آنِيَةِ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَلَا تَأْكُلُوا فِي صِحَافِهَا فَإِنَّهَا لَهُمْ فِي الدُّنْيَا وَلَنَا فِي الْآخِرَةِ (خ عن عبد الرحمن بن ابى ليلى)

″Sizler harîr ve dibâc denilen ipekli kumaşlardan elbise giymeyin, altın ve gümüş kaplardan da su içmeyin, bunların çanak ve tabakları içine konulan yemekleri de yemeyin. Çünkü bunlar dünyâda kâfirlere ait süs eşyalarıdır, âhirette de bizim ziynetlenme vâsıtalarımız olacaktır.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

يُنَادِي مُنَادٍ إِنَّ لَكُمْ أَنْ تَحْيَوْا فَلَا تَمُوتُوا أَبَدًا وَإِنَّ لَكُمْ أَنْ تَصِحُّوا فَلَا تَسْقَمُوا أَبَدًا وَإِنَّ لَكُمْ أَنْ تَشِبُّوا فَلَا تَهْرَمُوا أَبَدًا وَإِنَّ لَكُمْ أَنْ تَنْعَمُوا فَلَا تَبْأَسُوا أَبَدًا فَذَلِكَ قَوْلُهُ تَعَالَى {وَتِلْكَ الْجَنَّةُ الَّتِي أُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ} (ت عن ابى هريرة)

Bir münâdi şöyle çağıracaktır: ″Size aslâ ölmemek üzere bir hayat, aslâ hastalanmamak üzere bir sağlık, aslâ kocamamak üzere bir gençlik ve aslâ darlığa düşmemek üzere bir bolluk vardır.″ Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Zuhruf, Âyet 72’deki: Güzel amelleriniz sebebiyle mîrasçı kılındığınız Cennet budur″ buyruğunun mânâsı budur.[2]

Yine bu hususta Peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كُلّ أَهْل النَّار يَرَى مَنْزِله مِنْ الْجَنَّة حَسْرَة فَيَكُون لَهُ فَيَقُول لَوْ أَنَّ اللّٰه هَدَانِي لَكُنْت مِنْ الْمُتَّقِينَ وَكُلّ أَهْل الْجَنَّة يَرَى مَنْزِله مِنْ النَّار فَيَقُول وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلَا أَنْ هَدَانَا اللّٰه فَيَكُون لَهُ شُكْرًا قَالَ: وَقَالَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَا مِنْ أَحَد إِلَّا وَلَهُ مَنْزِل فِي الْجَنَّة وَمَنْزِل فِي النَّار فَالْكَافِر يَرِث الْمُؤْمِن مَنْزِله مِنْ النَّار وَالْمُؤْمِن يَرِث الْكَافِر مَنْزِله مِنْ الْجَنَّة وَذَلِكَ قَوْله تَعَالَى وَتِلْكَ الْجَنَّة الَّتِي أُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ(ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابى هريرة)

Cehennemlik, Cennetteki yerini hasretle görecek ve ″Şâyet Allah, beni hidâyete erdirmiş olsaydı, elbette ben müttakîlerden olurdum″ diyecektir. Cennetlik de Cehennemdeki yerini görerek, ″Şâyet Allah, bizi hidâyete erdirmiş olmasaydı, elbette biz hidâyete eremezdik″ diyecek ve bu onun için bir şükür olacaktır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle devam etti: ″Biri Cennette, diğeri Cehennemde olmak üzere iki yeri olmayan kimse yoktur. Kâfir, Mü’minin Cehennemdeki yerine mîrasçı olacak, Mü’min de kâfirin Cennetteki yerine mîrasçı olacaktır. İşte Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Zuhruf, Âyet 72’deki: ″Güzel amelleriniz sebebiyle mîrasçı kılındığınız Cennet budur″ buyruğu budur.[3]


[1] Sahih-i Buhârî, Et’ime 29; Sahih-i Müslim, Libas 2 (5).

[2] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 40.

[3] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 7, s. 240.


﴿ اِنَّ الْمُجْرِم۪ينَ ف۪ي عَذَابِ جَهَنَّمَ خَالِدُونَۚ ﴿٧٤﴾ لَا يُفَتَّرُ عَنْهُمْ وَهُمْ ف۪يهِ مُبْلِسُونَۚ ﴿٧٥﴾ وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلٰكِنْ كَانُوا هُمُ الظَّالِم۪ينَ ﴿٧٦﴾ وَنَادَوْا يَا مَالِكُ لِيَقْضِ عَلَيْنَا رَبُّكَۜ قَالَ اِنَّكُمْ مَاكِثُونَ ﴿٧٧﴾ لَقَدْ جِئْنَاكُمْ بِالْحَقِّ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَكُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ ﴿٧٨﴾

74-78. Mücrimler ise şüphesiz ki, Cehennem azâbında ebedî kalacaklardır.* Azap onlardan hafifletilmez. Onlar kurtulmaktan ümidi kesmişlerdir.* Biz onlara zulmetmedik. Lâkin onlar kendi nefislerine zulmettiler.* Onlar Cehennemin bekçisine: ″Ey Mâlik! Rabbine duâ et, bizi öldürsün!″ diye nidâ ederler. Mâlik de: ″Siz burada ebedî kalacak-sınız″ der.* Allah’u Teâlâ da: ″Yemin olsun ki, size hakkı getirmiştik. Lâkin birçoğunuz bundan hoşlanmadınız″ buyurur.

İzah: Bu âyetler ile ilgili olarak Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَهْلَ النَّارِ إِذَا دَخَلُوا النَّارَ بَكَوُا الدُّمُوعَ زَمَانًا، ثُمَّ بَكَوُا الْقَيْحَ زَمَانًا، فَتَقُولُ لَهُمُ الْخَزَنَةُ: يَا مَعْشَرَ الْأَشْقِيَاءِ تَرَكْتُمُ الْبُكَاءَ فِي الدَّارِ الْمَرْحُومِ فِيهَا أَهْلُهَا فِي الدُّنْيَا، هَلْ تَجِدُونَ الْيَوْمَ مَنْ تَسْتَغِيثُونَ بِهِ فَيَرْفَعُونَ أَصْوَاتَهُمْ: يَا أَهْلَ الْجَنَّةِ يَا مَعْشَرَ الْآبَاءِ وَالْأُمَّهَاتِ وَالْأَوْلَادِ، خَرَجْنَا مِنَ الْقُبُورِ عِطَاشًا، وَكُنَّا طُولَ الْمَوْقِفِ عِطَاشًا، وَنَحْنُ الْيَوْمُ عِطَاشٌ، فَأَفِيضُوا عَلَيْنَا مِنَ الْمَاءِ أَوْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُ. فَيَدْعُونَ أَرْبَعِينَ سَنَةً لَا يُجِيبُهُمْ، ثُمَّ يُجِيبُهُمْ: إِنَّكُمْ مَاكِثُونَ. فَيَيْأَسُونَ مِنْ كُلِّ خَيْرٍ. (ابن أبي الدنيا في صفة النار عن زيد بن رفيع، رفعه)

″Cehennem ahâlisi, Cehenneme girdiği zaman bir süre gözyaşı döküp ağlarlar. Gözyaşları bitince, bir süre irin ağlarlar. Cehennem zebânileri kendilerine: ″Ey gühahkâr insanlar! Ahâlisine merhamet edilen dünyâda hiç ağlamadınız. Şimdi burada sizlere bir yardımcı bulacak mısınız?″ deyince, bunlar yüksek sesle: ″Ey Cennet ahâlisi! Babalar! Anneler! Çocuklar! Mezarlarımızdan susuz çıktık. Hesap için susuz bir şekilde bekledik ve şuanda da çok susamışız, bize az bir su veya Allah’u Teâlâ’nın size ihsan ettiği nîmetlerden verin″ diye seslenirler. Kırk yıl boyunca böyle çağırırlar. Ama kendilerine cevap verilmez. Sonunda: ″Siz burada ebedî kalacaksınız″[1] cevabı verilince, onlar her türlü hayırdan ümitlerini keserler.[2]

Âyet-i Kerîme’de geçen ″Mâlik″ ismindeki melek, Cehhennemin bekçisidir.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Yemin olsun ki, size hakkı getirmiştik. Lâkin birçoğunuz bundan hoşlanmadınız″ diye buyrulmaktadır. Yani, Peygamberler ve semavî kitaplar vâsıtasıyla hak ve hakikati size bildirmiş, size kurtuluş yollarını göstermiştik. Lâkin bu hakikatleri çirkin gördünüz, kabulden kaçındınız, ebediyyen yaşayacak olsanız yine o bâtıl kanaatinizden ayrılmamaya azmettiniz. İşte küfürde yapmış olduğunuz bu ısrarınızdan dolayı bu elim azâbı hak ettiniz ve bundan aslâ kurtulamazsınız, demektir.


[1] Sûre-i Zuhruf, Âyet 77.

[2] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 7, s. 442.


﴿ اَمْ اَبْرَمُٓوا اَمْرًا فَاِنَّا مُبْرِمُونَۚ ﴿٧٩﴾ اَمْ يَحْسَبُونَ اَنَّا لَا نَسْمَعُ سِرَّهُمْ وَنَجْوٰيهُمْۜ بَلٰى وَرُسُلُنَا لَدَيْهِمْ يَكْتُبُونَ ﴿٨٠﴾

79-80. Yoksa onlar, hakkı inkârda ısrar mı ettiler? Şüphesiz Biz de onları cezâlandırmada ısrar ederiz.* Yoksa onlar, içlerindeki sırlarını ve gizli gizli konuştuklarını, işitmeyiz mi zannettiler? Hayır, işitiriz ve onlardan ayrılmayan meleklerimiz de bunları yazarlar.


﴿ قُلْ اِنْ كَانَ لِلرَّحْمٰنِ وَلَدٌۗ فَاَنَا۬ اَوَّلُ الْعَابِد۪ينَ ﴿٨١﴾ سُبْحَانَ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ ﴿٨٢﴾ فَذَرْهُمْ يَخُوضُوا وَيَلْعَبُوا حَتّٰى يُلَاقُوا يَوْمَهُمُ الَّذ۪ي يُوعَدُونَ ﴿٨٣﴾

81-83. Ey Resûlüm! ″Eğer Rahmân’ın bir çocuğu olsaydı, ona herkesten evvel ben ibâdet ederdim″ de.* Göklerin ve yerin Rabbi ve Arş’ın Rabbi olan Allah, onların isnat ettikleri vasıflardan uzaktır.* Ey Habîbim! Kendilerine vaad edilen güne kavuşuncaya kadar onları bırak. Varsınlar bâtıl işlere dalsınlar ve dünyâda oynayıp eğlene dursunlar.

İzah: Müşrikler, melekler için, ″Allah’ın kızları″ derlerdi ve bu şekilde hâşâ! Allah’a çocuk isnat ederlerdi.[1] Yahudiler de, ″Üzeyr, Allah’ın oğludur″ diyerek Allah’a şirk koşup O’na oğul isnat etmişlerdi. Aynı şekilde Hristiyanlar da, ″Îsâ Mesih, Allah’ın oğludur″ diyerek Allah’u Teâlâ’ya şirk koşup O’na oğul isnat etmişlerdir.[2]

Allah’u Teâlâ, kâfirlerin yaptıkları bu iftiralardan uzaktır. Bu husus Sûre-i İhlâs, Âyet 3-4’te de şöyle geçmektedir:

″O, doğurmadı ve doğurulmamıştır.* Ve hiçbir şey O’na denk değildir.″


[1] Bakınız: Sûre-i Enbiyâ, Âyet 26.

[2] Bakınız: Sûre-i Tevbe, Âyet 30.


﴿ وَهُوَ الَّذ۪ي فِي السَّمَٓاءِ اِلٰهٌ وَفِي الْاَرْضِ اِلٰهٌۜ وَهُوَ الْحَك۪يمُ الْعَل۪يمُ ﴿٨٤﴾ وَتَبَارَكَ الَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۚ وَعِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِۚ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٨٥﴾

84-85. Göklerde tek bir ilah ve yerde tek bir ilah olan O’dur. O, hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi hakkıyla bilendir.* Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin mülkü kendisine ait olan Allah, çok yücedir. Kıyâmetin ne zaman kopacağına dair bilgi, ancak O’nun katındadır. Hepiniz O’na döndürüleceksiniz.


﴿ وَلَا يَمْلِكُ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الشَّفَاعَةَ اِلَّا مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ ﴿٨٦﴾

86. Allah’ı bırakıp da ibâdet ettikleri ilahlar, şefaate muktedir değildir. Ancak bilerek hakka şâhitlik edenler müstesnâ.

İzah: Müfessirlerin beyanına göre; uydurma ilahlar, putlar şefaat etme imkânına sahip değildir. Kendilerine ibâdet edenlere şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şâhitlik edenler müstesnâdır. Bunlar da, Üzeyr ve Îsâ Aleyhimesselâm’dır. Bunların şefaati haktır.[1] Çünkü bunlara ilah diye tapılmış olunsa da, bunlar hakikatte tevhid inancında olan hak Peygamberlerdir. Ancak bu zâtlar kendilerine ilah diye tapanlara şefaat etmeyeceklerdir.


[1] Şefaat hakkında geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 255 ve izahına bakınız.


﴿ وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَهُمْ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُ فَاَنّٰى يُؤْفَكُونَۙ ﴿٨٧﴾ وَق۪يلِه۪ يَا رَبِّ اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ قَوْمٌ لَا يُؤْمِنُونَۢ ﴿٨٨﴾ فَاصْفَحْ عَنْهُمْ وَقُلْ سَلَامٌۜ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ ﴿٨٩﴾

87-89. Ey Resûlüm! Yemin olsun ki onlara, ″Sizi kim yarattı?″ diye sorsan, elbette ″Allah″ derler. O halde nasıl haktan yüz çeviriyorlar.* Onun (Muhammed Aleyhisselâm’ın): ″Yâ Rabbi! Şüphesiz ki bunlar, îman etmeyen bir kavimdir!″* demesine karşı, Allah’u Teâlâ buyurdu ki: Şimdi onlardan yüz çevir ve ″Selâm″ de. Onlar, yakında (âkibetlerini) bileceklerdir.

İzah: Âyette geçen ″Selâm″dan maksat, ″Allah’ın selâmı üzerinize olsun″ anlamında olan bir selamlaşma değildir. Bu selâmdan maksat, aralarında bir husûmetin olmadığını belirtmek maksadıyla bir iyilik eseri olarak söylenmiş bir sözdür.