İSRÂ SÛRESİ

Bu sûre 111 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Bu sûrede Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Mîraç mûcizesi anlatıldığı için ″İsrâ Sûresi″ diye isimlendirilmiştir. İsrâ, geceleyin bir yerden bir yere yolculuk etmek, Mîraç da yükseğe çıkmak anlamındadır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Mekke-i Mükerreme’den Mescid-i Aksâ’ya, oradan da yedi kat göklere yükseltilmiş, Cennet ve Cehennem kendisine gösterilmiş ve Allah’u Teâlâ’nın huzuruna çıkarılmıştır. Allah’u Teâlâ’yı hem görmüş hem de O’nunla soru cevap şeklinde doksan bin kelâm konuşmuştur. Bu sebeple İsrâ ifadesine, Mîraç da denilmiştir.

Bu sûre hakkında İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

فِي بَنِي إِسْرَائِيلَ وَالْكَهْفُ وَمَرْيَمُ وَطه وَالْأَنْبِيَاءُ هُنَّ مِنَ الْعِتَاقِ الْأُوَلِ وَهُنَّ مِنْ تِلَادِي (خ عن ابن مسعود)

″İsrâ, Kehf, Meryem, Tâhâ ve Enbiyâ Sûreleri, ilk nâzil olan sûrelerdendir ve benim ilk öğrendiğim sûreler arasında yer alır.″[1]

Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan da şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا يَنَامُ حَتَّى يَقْرَأَ الزُّمَرَ وَبَنِي إِسْرَائِيلَ (ت عن عائشة(

″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, İsrâ ve Zümer Sûreleri’ni okumadan uyumazdı.″[2]


[1] Sahih-i Buhârî, Fedâil’ul-Kur’ân 6.

[2] Sünen-i Tirmizî, Fedâil’ul-Kur’ân 20.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذ۪ي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ ﴿١﴾

1. Kendisine kudretimize delil olan alâmetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulunu (Muhammed Aleyhisselâm’ı) bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’u Teâlâ, noksan sıfatlardan uzaktır. Şüphesiz O, her şeyi işiten ve görendir.

İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Cebrâil vâsıtasıyla Mekke’den, Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ’ya götürüldüğü, oradan da Mîrac’a yükseltildiği, Allah’u Teâlâ’yı hem görüp hem de konuştuğu, Cennet ve Cehennemi gördüğü Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerde geçmektedir. Bunlardan bâzıları şunlardır:

Mîrac hâdisesi, Sûre-i Necm, Âyet 5-18’de şöyle geçmektedir:

″Ona, kuvveti şiddetli olan (Allah)[1] öğretti.* O kuvvet sahibi ki, Resûle doğrudan göründü.* Ve O, ufkun en yükseğinde idi.* Sonra yaklaştı ve sarktı.* Aralarında o kadar yakınlaşma oldu ki, araları bir yayın iki ucu arası kadar yahut daha az kaldı.[2]* Böylece Allah’u Teâlâ, kuluna vahyettiğini vahyetti.* Gözüyle gördüğünü kalbi yalanlamadı.* Şimdi siz, onun gördüğü hakkında onunla mücâdele mi ediyorsunuz?* Yemin olsun ki, O’nu bir kere daha gördü.* O zaman Sidret’ül-Müntehâ’nın yanında idi;* Cennet-i Me’vâ (şehitlerin gideceği yer) oradadır.* O vakit ki, Sidre’yi bürüyen bürüyordu.* Gözü gördüğünden şaşmadı ve haddi aşmadı (hâlini kaybetmedi).* Yemin olsun ki, Rabbinin en büyük alâmetlerinden bir kısmını gördü.″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mîraçtan döndüğünde kavmine bu olayı haber verdiği zaman, ilk inkâr eden Ebû Cehil olmuştur. Onun hakkında, ″Allah’a karşı yalan söyleyen ve doğru geldiği vakit, onu yalanlayan kimseden daha zâlim kimdir? Kâfirler için Cehennemde yer mi yok?″ mealindeki Sûre-i Zümer, Âyet 32 nâzil oldu.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mîraçtan döndüğünde, kavmine bu olayı haber verdiği zaman, Müslümanlardan îmanı zayıf olan birçokları dahi küfre dönmüşlerdir. Yetişkin olan erkeklerden ilk olarak Hz. Ebu Bekir Efendimiz tasdik etmiş ve onun hakkında da, Doğruyla gelen zâtı (Muhammed Aleyhisselâm’ı) tasdik edenler var ya, işte takvâ sahipleri onlardır″ mealindeki Sûre-i Zümer, Âyet 33 nâzil olmuştur.[3]

Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan nakledildiğine göre:

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mîraçtan dönünce, bu olayı haber verdi. Bunun üzerine îmanı zayıf olan kimseler dinden dönüp mürtet oldular. Bu vesîle ile Allah’u Teâlâ: ″… Biz, Mîraç gecesi sana gösterdiğimiz temaşayı, ancak insanları imtihan etmek için gösterdik. Kur’ân’da lanetlenen ağaçla da onları imtihan ettik…″ diye geçen Sûre-i İsrâ, Âyet 60’ı indirdi.″[4]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Mîraca çıkarken, göğsünün Cebrâil Aleyhisselâm tarafından yarılarak îman ve hikmet ile doldurulduğu, Ey Resûlüm! Senin göğsünü açıp genişletmedik mi?″[5] diye İnşirah Sûresi’nde apaçık beyan edilmiştir.

İsrâ, Necm ve Zümer Sûreleri’nde Mîracı anlatan çok sayıda âyet olduğu görülmektedir. Ayrıca İnşirah Sûresi’nin tamamı bu olayı anlatmaktadır. Bu husustaki Hadis-i Şerif’lere gelince sayıları yüzlercedir. Bunlardan bir kısmına yer vereceğiz.

Enes b. Mâlik, Ebû Zerr ve Mâlik b. Sa’saa, Ebû Hureyre, Ümmü Hâni, Hz. Âişe Radiyallâhu anhum gibi birçok Sahabîden nakledildiğine göre, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Mîraç olayını şöyle anlatmaktadır:

فُرِجَ سَقْفُ بَيْتِي وَأَنَا بِمَكَّةَ فَنَزَلَ جِبْرِيلُ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَفَرَجَ صَدْرِي ثُمَّ غَسَلَهُ مِنْ مَاءِ زَمْزَمَ ثُمَّ جَاءَ بِطَسْتٍ مِنْ ذَهَبٍ مُمْتَلِئٍ حِكْمَةً وَإِيمَانًا فَأَفْرَغَهَا فِي صَدْرِي ... (م عن ابى ذر(

″Mekke’de iken evimin tavanı yarıldı. Cebrâil Aleyhisselâm indi. Göğsümü yardıktan sonra içini Zemzem suyu ile yıkadı. Sonra hikmet ve imân ile dolu altın bir tas getirip içindekini göğsümün içine boşalttı ve göğsümü kapadı.[6] Katırdan küçük ve eşekten büyük bir binit olan Burak getirildi. Adımını gözünün görebildiği kadar atıyordu. O Burak’a bindim ve Cebrâil ile birlikte biraz yol aldık. Cebrâil:

انْزِلْ فَصَلِّ فَفَعَلْتُ فَقَالَ أَتَدْرِي أَيْنَ صَلَّيْتَ صَلَّيْتَ بِطَيْبَةَ وَإِلَيْهَا الْمُهَاجَرُ ثُمَّ قَالَ انْزِلْ فَصَلِّ فَصَلَّيْتُ فَقَالَ أَتَدْرِي أَيْنَ صَلَّيْتَ صَلَّيْتَ بِطُورِ سَيْنَاءَ حَيْثُ كَلَّمَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ مُوسَى عَلَيْهِ السَّلَام ثُمَّ قَالَ انْزِلْ فَصَلِّ فَنَزَلْتُ فَصَلَّيْتُ فَقَالَ أَتَدْرِي أَيْنَ صَلَّيْتَ صَلَّيْتَ بِبَيْتِ لَحْمٍ حَيْثُ وُلِدَ عِيسَى عَلَيْهِ السَّلَام ثُمَّ دَخَلْتُ بَيْتَ الْمَقْدِسِ فَجُمِعَ لِي الْأَنْبِيَاءُ عَلَيْهِمْ السَّلَام فَقَدَّمَنِي جِبْرِيلُ حَتَّى أَمَمْتُهُمْ… (ن عن انس(

″İn ve namaz kıl″ dedi. Ben de öyle yaptım. Cebrâil: ″Namaz kıldığın yerin neresi olduğunu biliyor musun?″ dedi ve sözüne devamla ″Taybe’de (Medîne’de) namaz kıldın, oraya hicret edilecektir″ dedi. Sonra tekrar: ″İn ve namaz kıl″ dedi. Ben de inip namaz kıldım. Bunun üzerine Cebrâil dedi ki: ″Nerede namaz kıldığını biliyor musun?″ Allah’u Teâlâ’nın, Mûsâ Aleyhisselâm ile konuştuğu Tûr-i Sînâ’da namaz kıldın. Daha sonra tekrar: ″İn ve namaz kıl″ dedi. İndim ve namaz kıldım. Yine dedi ki: ″Namaz kıldığın yer neresidir biliyor musun?″ Îsâ Aleyhis-selâm’ın doğduğu yer olan Beyt-i Lahm’da kıldın.[7] Sonra Beyt-i Makdis’e girdim, bütün Peygamberler yanımda toplandı. Cebrâil beni öne geçirdi, onlara imamlık yaptım.[8]

(Tefsir ehli derler ki: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in diğer Peygamberlere üstünlüğü açığa çıktı. Çünkü Beyt-i Makdis’te bütün Peygamberlere imam oldu.[9])

Sonra Cebrâil beni en yakın semâ olan Dünyâ semâsına çıkardı. Cebrâil semânın bekçisine:

- Kapıyı aç, dedi. Semânın bekçisi: ″Kimdir o?″ dedi. ″Cebrâil’dir″ dedi. ″Beraberinde kimse var mı?″ dedi. ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem benimle beraberdir″ dedi. ″Ona Peygamberlik verildi mi?″ dedi. ″Evet″ verildi. ″Aç″ dedi. Kapı açıldı. Kapıdan girince Âdem Aleyhisselâm’ı gördüm. ″Bu babanız Âdem’dir, ona selâm ver″ dedi. Ben de selâm verdim ve o da selâmıma karşılık verdi. Sonra bana:

- Merhaba sâlih evlad, sâlih Nebî, dedi.

Âdem Aleyhisselâm’ın sağ tarafında bir kapı var. Ondan güzel bir koku gelir. Ona bakar sevinir, güler. Solunda bir kapı var. Ondan da kötü bir koku gelir. Âdem Aleyhisselâm ona da bakıp üzülür ve ağlar. Cebrâil’den sordum:

- Bu nasıl kapı? dedim. Cebrâil:

- Sağında olan kapı Cennete açılır. Güzel olan ruhlar oradan Cennete girerler. Solunda olan kapı da Cehenneme açılır. Şâkilerin ruhları oradan Cehenneme girerler. Sağında olan kapıdan iyi ruhları görür, sevinir. Solunda olan kapıdan kötü ruhları görür, üzülür, dedi.

Sonra Cebrâil beni ikinci semâya doğru çıkardı ve bekçisine:

- Kapıyı aç, dedi. Bekçisi de evvelkinin söylediklerini söyledikten sonra kapıyı açtı. Orada teyze çocukları olan Îsâ ve Yahyâ Aleyhimessselâm ile karşılaştım. Cebrâil: ″Bunlar Îsâ ve Yahyâ’dır. Onlara selâm ver″ dedi. Ben de selâm verdim. Onlar da selâmıma karşılık verdiler ve bana:

- Merhaba sâlih kardeş, sâlih Nebî, dediler. Sonra Cebrâil beni üçüncü semâya doğru çıkardı ve bekçisine:

- Kapıyı aç, dedi. Bekçisi de evvelkinin söylediklerini söyledikten sonra kapıyı açtı. Orada Yusuf Aleyhisselâm ile karşılaştım. Cebrâil: ″Bu Yusuf’tur, ona selâm ver″ dedi. Ben de selâm verdim ve o da selâmıma karşılık verdi. Sonra bana:

- Merhaba sâlih kardeş, sâlih Nebî, dedi. Sanki dünyâ güzelliğinin yarısı ona verilmişti.

Sonra Cebrâil beni dördüncü semâya doğru çıkardı ve bekçisine:

- Kapıyı aç, dedi. Bekçisi de evvelkinin söylediklerini söyledikten sonra kapıyı açtı. Orada İdris Aleyhisselâm ile karşılaştım. Cebrâil: ″Bu İdris’tir, ona selâm ver″ dedi. Ben de selâm verdim ve o da selâmıma karşılık verdi. Sonra bana:

- Merhaba sâlih kardeş, sâlih Nebî, dedi. Aziz ve Celil olan Allah Sûre-i Meryem, Âyet 57’de: ″Onu yüce bir mekâna yükselttik″ diye buyurdu.

Sonra Cebrâil beni beşinci kata doğru yükseltti ve bekçisine:

- Kapıyı aç, dedi. Bekçisi de evvelkinin söylediklerini söyledikten sonra kapıyı açtı. Orada da Hârun Aleyhisselâm ile karşılaştım. Cebrâil: ″Bu Hârun’dur, ona selâm ver″ dedi. Bende selâm verdim ve o da selâmıma karşılık verdi. Sonra bana:

- Merhaba sâlih kardeş, sâlih Nebî, dedi.

Sonra Cebrâil beni altıncı semâya doğru yükseltti ve bekçisine:

- Kapıyı aç, dedi. Bekçisi de evvelkinin söylediklerini söyledikten sonra kapıyı açtı. Orada Mûsâ Aleyhisselâm ile karşılaştım. Cebrâil: ″Bu Mûsâ’dır, ona selâm ver″ dedi. Ben de selâm verdim ve o da selâmıma karşılık verdi. Sonra bana:

- Merhaba sâlih kardeş, sâlih Nebî, dedi.

Sonra Cebrâil beni yedinci semâya doğru yükseltti ve bekçisine:

- Kapıyı aç, dedi. Bekçisi de evvelkinin söylediklerini söyledikten sonra kapıyı açtı. Ben orada İbrâhim Aleyhisselâm ile arkasını Beyt’ül-Mâmur’a[10] dayamış olarak karşılaştım. Beyt’ül-Mâmur’u gördüm. Ona günde yetmiş bin melek girer ve bir daha ona dönmezler. Cebrâil: ″Bu, baban İbrâhim’dir, ona selâm ver″ dedi. Ben de selâm verdim ve o da selâmıma karşılık verdi. Sonra bana:

- Merhaba sâlih oğlum, sâlih Nebî, dedi. Sonra Sidret’ül-Müntehâ’ya çıkarıldım. Bir de gördüm ki, Sidr ağacının yaprakları fillerin kulakları gibidir. Onun yemişleri ise, Yemen’in Hecer kasabası testilerine benzer. Cebrâil bana:

- İşte burası Sidret’ül-Müntehâ’dır, dedi. Burada dört nehir vardı; ikisi bâtın ve ikisi zâhir. ″Bunlar nedir Yâ Cebrâil?″ diye sorunca, dedi ki:

- Bâtın olan iki ırmak Cennete gider. Zâhir olan iki ırmak da dünyâya gider. Bunlar mübârek Nil ve Fırat’tır.

Sidre’yi öyle renkler kaplamıştı ki, onlar nedir bilmem. Sonra Cennete katıldım ki, içinde birçok inciden kubbeler vardı, toprağı da misk kokulu idi.

فَلَمَّا غَشِيَهَا مِنْ أَمْرِ اللّٰهِ مَا غَشِيَ تَغَيَّرَتْ فَمَا أَحَدٌ مِنْ خَلْقِ اللّٰهِ يَسْتَطِيعُ أَنْ يَنْعَتَهَا مِنْ حُسْنِهَا فَأَوْحَى اللّٰهُ إِلَيَّ مَا أَوْحَى... (م عن انس بن مالك(

Allah’u Teâlâ’nın emrinden her şeyi bürünmekte olan şey, Sidreyi tamamıyla bürüyünce, bana başka bir hâl oldu. Artık Allah’ın mahlûklarından, O’nun güzelliğinden bir kısmını bile tavsif ve tarif etmeye kâdir olabilecek hiçbir kimse yoktur. (Sûre-i Necm, Âyet 10’da geçtiği üzere) ″Böylece Allah’u Teâlâ, kuluna vahyettiğini vahyetti.″ O zaman Allah’u Teâlâ bana:

- Yedi kat semâyı ve arzı yarattığım gün sana ve ümmetine elli vakit namazı farz kıldım, sen ve ümmetin o namazı kılın, diye buyurdu. Hemen İbrâhim Aleyhisselâm’a vardım, bana bir şey sormadı. Sonra Mûsâ Aleyhisselâm’ın yanına varınca:

- Allah’u Teâlâ sana ve ümmetine ne kadar namaz farz kıldı? diye sordu. Ben de:

- Elli vakit namaz farz kıldı, dedim. Mûsâ Aleyhisselâm dedi ki:

- Ben, insanları iyi tanırım. İsrailoğullarından neler neler çektim, senin ümmetin bu elli vakit namaza dayanamaz. Rabbine dön, bu yükün biraz hafifletilmesini iste. Ben de:

- Rabbime döndüm ve biraz hafifletmesini istedim. Kırk vakte indirdi. Tekrar Mûsâ Aleyhisselâm’ın yanına dönünce:

- Ne yaptın? dedi. ″Kırk vakte indirdi″ dedim. Bana yine ilk sözünü söyleyince, yine Rabbime döndüm; otuz vakte indirdi. Yine Mûsâ Aleyhisselâm’a döndüm. Bana aynı ilk sözünü söyleyince, yine Rabbime döndüm, yirmi vakte indirdi. Sonra on, sonra beşe indirdi. Yine Mûsâ Aleyhisselâm’a geldim, bana yine aynı ilk sözü söyleyince:

- Rabbime tekrar dönmeye utanırım, dedim. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ:

- Kullarımdan, farz kıldığım yükü hafiflettim. Böylece ibâdet ve iyiliklerini on katıyla mükâfatlandıracağım, diye buyurdu.[11]

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Mîraçta Allah’u Teâlâ ile doksan bin kelâm hem konuşmuş ve hem de O’nu perdesiz olarak görmüştür.

Bu hâdise, Sûre-i Necm, Âyet 10-11’de şöyle geçmektedir:

″Böylece Allah’u Teâlâ, kuluna vahyettiğini vahyetti.* Gözüyle gördüğünü kalbi yalanlamadı.″

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ:

قَالَ رَأَى مُحَمَّدٌ رَبَّهُ قُلْتُ أَلَيْسَ اللّٰهُ يَقُولُ {لَا تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ} قَالَ وَيْحَكَ ذَاكَ إِذَا تَجَلَّى بِنُورِهِ الَّذِي هُوَ نُورُهُ وَقَالَ أُرِيَهُ مَرَّتَيْنِ (ت عن ابن عباس)

″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem, Rabbini gördü″ dedi. Allah’u Teâlâ: ″Gözler O’nu idrak edemez. Halbuki O, gözleri idrak eder″[12] diye buyurmuyor mu? dedim. Bunun üzerine buyurdu ki: ″Vay sana! O, kendi nûru olan nûru ile tecelli ettiği zamandır. Oysa Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem Rabbini iki kez gördü.″[13]

Yine İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

قَدْ رَأَى مُحَمَّدٌ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَبَّهُ (ك حب عن ابن عباس)

″Yemin ederim ki, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem Rabbini gördü.″[14]

Ayrıca İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

اَتَعْجَبُونَ اَنْ تَكُونَ الْخَلَّةُ لِاِبْرَاهِيمَ وَالْكَلَامُ لِمُوسَى وَلِرُؤْيَةِ لِمُحَمُّدٍ (طب ك عن ابن عباس)

″Halilliğin İbrâhim’e, kelâmın Mûsâ’ya ve görmenin Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e olduğuna siz hayret mi edersiniz!″[15]

Sidret’ül-Müntehâ’dan sonra Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Allah’ın Cemâlini görmesi ve konuşması hakkında nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

″Cebrâil elimden tutup beni kendi makamından Sidre’nin a’lâsına iletti. Bana vedâ etti. Ben: ″Yâ Cebrâil! Beni yalnız mı bırakırsın?″ dedim. Cebrâil: ″Benim makâm-ı ma’lumum budur″ dedi. Hizmetim buraya kadardır. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Sen bana; seni Rabb’ül-İzzet’e ileteyim, dedin. Neden burada kalırsın?″ Elimi, Cebrâil’in elinden tutup bir ayak ileri çektim. Cebrâil, serçe gibi olup çok ızdıraba düştü. Hakk Teâlâ’nın heybetinden titremeye başladı. Bana: ″Beni makâmımda alıkoy, eğer bir ayak veya bir parmak ileri gidersem, Celâlullah’ın heybetinden helâk olur ve bütün vücudum yanar″ dedi…″[16]

Hâsılı kelâm, bundan sonra Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, yalnız olarak yoluna devam etmiştir. Sûre-i Necm, Âyet 8’de geçtiği üzere; aralarında o kadar yakınlaşma oldu ki, Celâl ve Cemâl heybeti zâhir oldu. Allah’ın kelâmını işitti ve âşikâre Rabbi Teâlâ’yı gördü.

Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

لِي‌ مَعَ اللّٰهِ وَقْتٌ لَا يَسَعُنِي فِيهِ مَلَكٌ مُقَرَّبٌ وَلَا نَبِي‌ٌّ مُرْسَلٌ.

″Benim, Rabbim ile bir vaktim olur ki, o vakit ne mukarreb (Allah’a en yakın olan) bir melek, ne de mürsel bir Nebî benimle bulunur.″[17]

Her namazda okuduğumuz ″Ettahiyyâtu″ duası, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Allah’u Teâlâ ile Mîraçta konuşmasıdır. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Mîraca çıkmadan evvel selâm yoktu. Selâm yerine ″Tahiyye″ vardı.

Mîraçta ilk defa Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’u Teâlâ’nın huzuruna çıktığında: ″Ettahiyyâtü lillâhi vesselavâtü vettayyibât″ (Selâmım Allah’adır, Salâvatım da Allah’adır) dedi. Allah’u Teâlâ’da: ″es-Selâmü aleyke eyyühennebiyyü″ (Selâmım senin üzerine olsun, Ey Benim Nebîm!) ″Ve rahmetullâhi ve berekâtuh″ (Rahmetim ve bereketim de senin üzerine olsun) diye karşılık verdi.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhissâlihîn″ (Selâm üzerimize ve ibâdet edip amel-i sâlih işleyenlerin üzerine olsun) dedi. Bunları Cebrâil Aleyhisselâm Sidret’ul-Müntehâ’da dinliyordu. O da: ″Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammed’en abduhû ve Resûluh″ (Ben şahâdet ederim ki; Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur. Yine şahâdet ederim ki; Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’ın kulu ve hak Resûlüdür) dedi.[18]

İşte Allah’u Teâlâ, ″es-Selâmü aleyke″ (Selâmım senin üzerine olsun) dediği için ondan sonra bu selâm şekli kaldı.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Mîraca çıktığında gökleri, âlemleri, Cennet ve Cehennemi gördü ve orada birçok acaipleri müşahede etti. Nitekim Sûre-i Necm, Âyet 18’de Allah’u Teâlâ buyurdu ki:

″Yemin olsun ki, Rabbinin alâmetlerinden birçok acâyibi gördü.″

Mîraçta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gördükleri hakkında çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bu gördüklerini de rüyâda değil, bizzat gözüyle müşâhede etmiştir. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ der ki:

″Biz, Mîraç gecesi sana gösterdiğimiz temaşayı, ancak insanları imtihan etmek için gösterdik″ diye geçen Sûre-i İsrâ, Âyet 60’taki, ″Sana gösterdiğimiz temaşa″ ifadesi:

هِيَ رُؤْيَا عَيْنٍ أُرِيَهَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَيْلَةَ أُسْرِيَ بِهِ… (خ حم عم ابن عباس(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Mîraç gecesi gördük-leridir ki, bunları rüyâda değil, uyanık olarak ve bizzat gözleriyle görmüştür…″[19]

Mîraç ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in birçok Hadis-i Şerif’i nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

أَتَيْتُ لَيْلَةَ أُسْرِيَ بِي عَلَى مُوسَى عَلَيْهِ السَّلَام عِنْدَ الْكَثِيبِ الْأَحْمَرِ وَهُوَ قَائِمٌ يُصَلِّي فِي قَبْرِهِ (م ن انس(

″Mîraç gecesi, Kesb-i Ahmar (kırmızı kum tepesi) denilen yerde Mûsâ Aleyhisselâm’a geldim. O kabrinde namaz kılıyordu.″[20]

مَرَرْنَا بِرَجُلٍ سَبْطٍ طُوَالِ آدَمَ كَأَنَّهُ مِنْ رِجَالِ أَزْدِ شَنُوأَةَ وَهُوَ يَقُولُ وَيَرْفَعُ صَوْتَهُ أَكْرَمْتَهُ وَفَضَّلْتَهُ قَالَ فَدَفَعْنَا إِلَيْهِ فَسَلَّمْنَا عَلَيْهِ فَرَدَّ السَّلامَ فَقَالَ مَنْ هَذَا مَعَكَ يَا جِبْرِيلُ قَالَ هَذَا اَحْمَدُ قَالَ: مَرْحَبًا بِالنَّبِيِّ الأُمِّيِّ الْعَرَبِىِّ الَّذِي بَلَّغَ رِسَالَةَ رَبِّهِ وَنَصَحَ لأُمَّتِهِ قَالَ ثُمَّ دَفَعْنَا فَقُلْتُ مَنْ هَذَا يَا جِبْرِيلُ فَقَالَ هَذَا مُوسَى بْنُ عِمْرَانَ عَلَيْهِ السَّلامُ قُلْتُ وَمَنْ يُعَاتِبُ قَالَ يُعَاتِبُ رَبَّهُ فِيكَ قُلْتُ وَيَرْفَعُ صَوْتَهُ عَلَى رَبِّهِ؟ قَالَ إِنَّ اللّٰهَ قَدْ عَرَفَ لَهُ حِدَّتَهُ ... (ابن عرفة وابو نعيم وبن عساكر عن عبد اللّٰه بن مسعود(

″Mîraç gecesinde, Burakla giderken, uzun boylu, esmer, kıvırcık saçlı ve Şenue kabilesinin adamlarına benzeyen bir adamla karşılaştım. Bu adam sesini yükselterek: ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ikram ettin, onu bizden üstün kıldın″ diyordu. Ona uğrayıp selâm verdik. O da selâmımıza karşılık verdi ve dedi ki: ″Yâ Cebrâil! Senin yanındaki kimdir?″ Cebrâil: ″Bu Ahmed’dir″ deyince, dedi ki: ″Merhaba! Rabbinin emirlerini tebliğ eden, ümmetine hayır getiren ümmî ve Arap olan Peygamber!″ dedi. Sonra yanından geçip gittik. ″Yâ Cebrâil! Bu kimdir?″ diye sordum. Dedi ki: ″Bu Mûsâ İbn-i İmran Aleyhisselâm’dır.″ ″Ben kime itap ediyordu?″ diye sordum. Cebrâil: ″Rabbına itap ediyordu″ dedi. Ben hayret ederek, ″Rabbine yüksek sesle itap etmesi doğru olur mu?″ diye sordum. Cebrâil: ″Allah’u Teâlâ, Mûsâ’nın hiddetini hoş görüyor″ dedi.″[21]

مَرَرْتُ لَيْلَةَ أُسْرِيَ بِي عَلَى مُوسَى بْنِ عِمْرَانَ عَلَيْهِ السَّلَام رَجُلٌ آدَمُ طُوَالٌ جَعْدٌ كَأَنَّهُ مِنْ رِجَالِ شَنُوءَةَ وَرَأَيْتُ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ مَرْبُوعَ الْخَلْقِ إِلَى الْحُمْرَةِ وَالْبَيَاضِ سَبِطَ الرَّأْسِ وَأُرِيَ مَالِكًا خَازِنَ النَّارِ وَالدَّجَّالَ (م عن ابن عباس(

″Mîraç gecesi, Mûsâ İbn-i İmran Aleyhisselâm’a uğradım. Onu esmer, uzun ve kıvırcık saçlı bir zât olarak gördüm. Şenua (Yemen’de bir kabile) erkeklerinden birini andırıyordu. Meryem oğlu Îsâ’yı da, orta boylu, kırmızı ve beyaza çalan bir renkte ve saçları salınıvermiş olarak gördüm. Bana Cehennem bekçisi olan Mâlik ve Deccal de gösterildi.″[22]

لَمَّا أُسْرِيَ بِى اِلَى السَّمَاءِ دَخَلْتُ الْجَنَّةَ فَرَأَيْتُ فِي سَاقِ الْعَرْشِ مَكْتُوبًا لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ أَيَّدْتُهُ بِعَلِيٍّ وَنَصَرْتُهُ. (طب عن أبي الحمراء(

″Mîraca çıktığımda, Cennete girdim. Oradaki Arş’ın sütunlarında: Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem Allah’ın Resûlüdür ve ben onu Ali ile güçlendirdim ve yardım ettim, ifadesinin yazılı olduğunu gördüm.″[23]

وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَوْ رَأَيْتُمْ مَا رَأَيْتُ لَضَحِكْتُمْ قَلِيلًا وَلَبَكَيْتُمْ كَثِيرًا قَالُوا وَمَا رَأَيْتَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ رَأَيْتُ الْجَنَّةَ وَالنَّارَ (م حم عن انس(

″Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizler benim gördüğümü görmüş olsaydınız, muhakkak az güler ve çok ağlardınız.″ Sahâbîler: ″Gördüğünüz nedir Yâ Resûlallah?″ dediler. ″Cenneti ve Cehennemi gördüm″ diye buyurdu.[24]

دَخَلْتُ الْجَنَّةَ فَإِذَا أَنَا بِقَصْرٍ مِنْ ذَهَبٍ فَقُلْتُ لِمَنْ هَذَا الْقَصْرُ قَالُوا لِشَابٍّ مِنْ قُرَيْشٍ فَظَنَنْتُ أَنِّي أَنَا هُوَ فَقُلْتُ وَمَنْ هُوَ فَقَالُوا عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ قَالَ فَلَوْلَا مَا عَلِمْتُ مِنْ غَيْرَتِكَ لَدَخَلْتُهُ فَقَالَ عُمَرُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَغَارُ (حم عن انس(

Cennete girdim ve altından bir köşk karşıma çıktı. ″Bu köşk kimin?″ diye sordum. ″Kureyşten bir gencin″ dediler. O gencin kendim olduğunu sandım ve ″kimdir o?″ diye sordum. Ömer b. el-Hattab″ dediler.[25] Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Yâ Ömer! İçine girip bakmayı arzu ettim. Ancak senin kıskanç olduğunu hatırladım ve geri döndüm!″ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Sana karşı da mı kıskanç olacağım, girseydin.″[26]

أَتَيْتُ لَيْلَةَ أُسْرِيَ بِي عَلَى قَوْمٍ بُطُونُهُمْ كَالْبُيُوتِ فِيهَا الْحَيَّاتُ تُرَى مِنْ خَارِجِ بُطُونِهِمْ فَقُلْتُ مَنْ هَؤُلَاءِ يَا جِبْرَائِيلُ قَالَ هَؤُلَاءِ أَكَلَةُ الرِّبَا (ه عن ابى هريرة(

″Mîraç gecesi bir kavme geldim. Karınları, içinde yılanlar bulunan evler gibiydi. Karınlarının dışından görünüyordu. Cebrâil’e onların kim olduklarını sordum. Dedi ki: ″Bunlar fâiz yiyenlerdir.″[27]

مَرَرْتُ لَيْلَةَ أُسْرِيَ بِي بِالمَلَإ الأَعْلَى وَجِبْريلُ كَالْحِلْسِ الْبَالِي مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ (الديلمي عن جابر(

″Mîraç gecesi, meleklerin topluluklarına uğradım. Cebrâil, Allah’u Teâlâ’nın korkusundan eski bir kilim gibi idi ve titriyordu.″[28]

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

Mîraç gecesinde, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Cennete de gitmişti. Orada iken kendilerini tâkip eden bir ayak sesi duyar ve onun ne olduğunu sorar. Cebrâil Aleyhisselâm: ″O ses, Bilal’in ayak sesleridir″ der.[29] Nitekim Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mîraçtan dönünce, Hz. Bilal’e şöyle buyurdu:

يَا بِلَالُ حَدِّثْنِي بِأَرْجَى عَمَلٍ عَمِلْتَهُ عِنْدَكَ فِي الْإِسْلَامِ مَنْفَعَةً فَإِنِّي سَمِعْتُ اللَّيْلَةَ خَشْفَ نَعْلَيْكَ بَيْنَ يَدَيَّ فِي الْجَنَّةِ قَالَ بِلَالٌ مَا عَمِلْتُ عَمَلًا فِي الْإِسْلَامِ أَرْجَى عِنْدِي مَنْفَعَةً مِنْ أَنِّي لَا أَتَطَهَّرُ طُهُورًا تَامًّا فِي سَاعَةٍ مِنْ لَيْلٍ وَلَا نَهَارٍ إِلَّا صَلَّيْتُ بِذَلِكَ الطُّهُورِ مَا كَتَبَ اللّٰهُ لِي أَنْ أُصَلِّيَ (م عن ابى هريرة(

″Ey Bilal! Müslüman olduğundan beri işlediğin ve sen en çok menfaat ümit ettiğin ameli bana söyler misin? Çünkü ben, bu gece cennette ön tarafımda senin ayakkabılarının sesini işittim!″ Bilal Radiyallâhu anhu dedi ki: ″Ben, İslâm’da nazarımda daha çok menfaat umduğum şu amelden başkasını işlemedim: Gece olsun, gündüz olsun abdest aldığım zaman, mutlaka (iki rek’at abdest namazı) bana kılmam yazılan (farz gibi gördüğüm) bir namaz kılarım.″[30]

Yine Mîraç hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu hâdise nakledilmiştir:

Fahr-i Âlem Sallallâhu aleyhi ve sellem; Mescid-i Haram’a gelip Hicr’de[31] hüzünlü ve sessiz olarak oturdu. Kureyş’in yalanlamasını düşünürdü. Ebû Cehil alay yollu Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in önüne gelip, ″Yâ Muhammed! Hiç yeni bir şey, acâyip bir hâl zuhur etti mi?″ diye sordu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet, bu gece bir sefer ettim. Hiç kimse böyle bir sefer etmemiştir. Öyle bir haber getirdim ki, böyle bir haberi kimse getirmemiştir. Beni Beyt’ül-Mukaddes’e ilettiler, sonra göklere çıkardılar″ diye buyurdu. Ebû Cehil: ″Bu gece gittin, geldin mi?″ dedi. ″Evet″ dedi. Ebû Cehil: ″Bu sözü kavminin yanında söyler misin?″ dedi. ″Evet söylerim″ dedi. Ebû Cehil bağırıp, ″Ey Benî Kaab! Hepiniz gelin″ dedi. Halk toplanıp geldiler. Ebû Cehil: ″Şimdi benim yanımda söylediğini söyle″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Beni bu gece Beyt’ül-Mukaddes’e ilettiler. Oradan semâvata çıkardılar″ buyurdu. Orada hazır olanlar, hayret ettiler. Kimi elini eline vurdu. Kimi de inkâr ederek alay etti. Çünkü bu iş akla sığmaz dediler. Ne kadar îmanı zayıf olan varsa hepsi de dîninden döndüler. Ebû Cehil, Hz. Ebû Bekir’in yanına vardı ve ona, ″Sahibinin yanına varmaz mısın, göresin ki ne söyler? dedi.″ Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu: ″Ne söyler?″ dedi. Ebû Cehil: ″Bu gece gökleri gezdim″ diye haber verdi. Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu: ″Bu dediklerini söyledi mi?″ deyince, Ebû Cehil: ″Söyledi″ dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu anhu dedi ki: ″O’nun sözü gerçektir. Ben O’nun göklerden verdiği haberleri tasdik ederim. Eğer göz açıp kapayıncaya kadar geçen anda yedi kat göğe vardım ve geldim dese, yine tasdik ederim.″ Bunun üzerine Ebû Cehil lâin: ″Senin gibi sahibini tasdik eden hiçbir kimse görmedim″ dedi.

Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna vardı: ″Yâ Resûlallah! Şöyle şöyle buyurdun mu?″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet″ dedi. Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu: ″Doğru söylüyorsun. Yâ Resûlullah! Nasıl oldu, haber ver?″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, başından sonuna kadar anlattı. Her bölümünü anlattığında, Doğru söylüyorsun″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Her bölümü hiçbir kısıntıya lüzum kalmadan tasdik eder misin?″ dedi. Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu: ″Hakk Teâlâ, Cebrâil Aleyhisselâm’ı bin kere göklerden indirdi. Seni bir kere semâya iletmeye kâdir değil midir?″ dedi.

Herkesten önce Mirâc’ı tasdik eden (yetişkin erkeklerden) Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu anhu’dur. Onun için Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu anhu’nun lakâb-ı şerifleri, ″Sıddîk″ oldu. Doğruyla gelen zâtı (Muhammed Aleyhisselâm’ı) tasdik edenler var ya, işte takvâ sahipleri onlardır″ mealindeki Sûre-i Zümer, Âyet 33, Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu anhu hakkında nâzil oldu.

Mîracı ilk inkâr eden de Ebû Cehil’dir. Onun hakkında ise, ″Allah’a karşı yalan söyleyen ve doğru geldiği vakit, onu yalanlayan kimseden daha zâlim kimdir? Kâfirler için Cehennemde yer mi yok?″ mealindeki Sûre-i Zümer, Âyet 32 nâzil oldu.[32]

Mîracı ilk tasdik eden Hz. Ebû Bekir, ilk inkâr eden de Ebû Cehil olmuştur. Her kim Mîracı tasdik ederse, Ebû Bekir Radiyallâhu anhu ile haşrolur. Her kim de inkâr ederse, Ebû Cehil ile haşrolur. [33]

Hz. Ebû Bekir hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يَا أَبَا بَكْرٍ إِنَّ اللّٰهَ سَمَّاكَ اَلصِّدِّيقُ (الديلمى عن ام هانى(

″Yâ Ebû Bekir! Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ sana ″Sıddîk″ adını verdi.″[34]

Mîracı inkâr eden münkirler toplanıp Resûlü Ekrem’in bulunduğu yere geldiler ve dediler ki: ″Göklere ait haberin doğru mu?″ Hazır olan bir cemaat ki, Mescid-i Aksâ’yı görmüşlerdi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Biz biliriz ki, sen ömründe Mescid-i Aksâ’yı görmedin. Bize onun alâmetlerinden haber ver″ dediler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

- Bana bir ızdırap geldi. Ömrümde bunun gibi sıkıntı görmedim. Zîrâ giderken de gelirken de etrafıma bakıp, Mescid-i Aksâ’nın alâmetlerine dikkat etmemiştim. O anda Cebrâil Aleyhisselâm Mescid-i Aksâ’yı karşıma getirdi. Her ne sual ettilerse cevabını verdim. Mescid-i Aksâ’nın izahında hiç kusur bulamadılar.

Bu husus Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:

لَمَّا كَذَّبَتْنِي قُرَيْشٌ قُمْتُ فِي الْحِجْرِ فَجَلَا اللّٰهُ لِي بَيْتَ الْمَقْدِسِ فَطَفِقْتُ أُخْبِرُهُمْ عَنْ آيَاتِهِ وَأَنَا أَنْظُرُ إِلَيْهِ (خ م عن جابر بن عبد اللّٰه(

″Kureyş beni yalanladığı vakit, Hicr’de[35] doğruldum. Allah’u Teâlâ Beyt’ül-Makdis’i bana tecelli ettirdi. Onlara onun alâmetlerini bir bir haber vermeye başladım. Hem ona bakıyor, hem de haber veriyordum.″[36]

Bu sefer de, ″Bizim o tarafta kafilelerimiz vardı, onları gördün mü?″ diye sordular. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

- Üç kafileyi gördüm. Birisi ″Ruha″ dedikleri yerde bir deve kaybetmişler, onu aramaya gitmişlerdi. Ben, onlarla karşılaştım ve onların kırbalarından su içtim. Geldikleri vâkit sorun. Birisi de ″Zîmerû″ mevkiinde iki kişi bir deveye binmişlerdi. Deve benden ürktü. Birisi deveden düştü eli kırıldı. Üçüncü kafile ki, onları ″Ten’im″ mevkiinde geçtim. Filan, filân, filan ile bir toprak renkli deve üzerinde, alaca çuval yüklü devede kafilenin önünde idiler. Onlar gün doğduktan sonra gelirler, buyurdu. Kureyş halkı ″Seniyeh″ tarafına çıktılar. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i yalanlayabilmek için günün doğmasını beklediler. Nihâyet birisi: ″Vallâhi! İşte gün doğdu″ dedi. Bir diğeri: ″Vallâhi! İşte kâfile geldi″ dedi. Her ne söylemişse, hepsi doğru çıktı. Deveden düşen kimse gelip,″Muhammed doğru söyler″ dedi. ″Sahrada Burak çok süratli geçti. Elimizden yay düştü. Kaldırıp bize verdi″ dediler. Bu kadar alâmet gördükleri halde münkirler yine de, ″Bu sihirdir″ dediler.[37]

Muhammed İbn-i Ka’b el-Kurazî Hazretleri şöyle anlatmaktadır:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Dihye İbn-i Halîfe’yi Kayser’e gönderdi. Muhammed İbn-i Kâ’b, Dihye’nin Kayser’e gidişini ve dönüşünü nakleder. Heraklius, ticaret maksadıyla Şam topraklarında bulunan Ebû Süfyan Sahr İbn-i Harb ve arkadaşlarını huzuruna çağırttı.[38]

Ebû Süfyan, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in durumunu Kayser’in yanında küçük düşürmeğe ve önemsizmiş gibi göstermeğe gayret etti. Ebû Süfyan der ki:

- Doğrusu benim, Nebî Sallallâhu aleyhi ve sellem’i Kayser’in gözünden düşürmek için yeterli sözleri söylememe engel olan husus, onun yanında bir yalan söyleyip de, bundan dolayı beni sorumlu tutması endişesi idi. Bu durumda o, benim söylediklerimden hiçbirini doğru saymazdı…

Ebû Süfyan der ki:

- Ben, Kayser’e, onun Mîraca gittiğini anlatırken dedim ki:

أَيُّهَا الْمَلِكُ أَلَا أُخْبِرُكَ خَبَرًا تَعْرِفُ بِهِ أَنَّهُ قَدْ كَذَبَ قَالَ وَمَا هُوَ قَالَ قُلْتُ إِنَّهُ يَزْعُمُ لَنَا أَنَّهُ خَرَجَ مِنْ أَرْضِنَا أَرْضِ الْحَرَمِ فِي لَيْلَةٍ فَجَاءَ مَسْجِدَكُمْ هَذَا مَسْجِدَ إِيلِيَاءَ وَرَجَعَ إِلَيْنَا تِلْكَ اللَّيْلَةَ قَبْلَ الصَّبَاحِ. قَالَ وَبِطْرِيقُ إِيلِيَاءَ عِنْدَ رَأْسِ قَيْصَرَ فَقَالَ بِطْرِيقُ إِيلِيَاءَ :قَدْ عَلِمْتُ تِلْكَ اللَّيْلَةَ قَالَ فَنَظَرَ إِلَيْهِ قَيْصَرُ .وَقَالَ وَمَا عِلْمُكَ بِهَذَا قَالَ إِنِّي كُنْتُ لَا أَنَامُ لَيْلَةً حَتَّى أُغْلِقَ أَبْوَابَ الْمَسْجِدِ فَلَمَّا كَانَتْ تِلْكَ اللَّيْلَةُ أَغْلَقْتُ الْأَبْوَابَ كُلَّهَا غَيْرَ بَابٍ وَاحِدٍ غَلَبَنِي فَاسْتَعَنْتُ عَلَيْهِ بِعُمَّالِي وَمَنْ يَحْضُرُنِي كُلُّهُمْ فَغَلَبَنَا ، فَلَمْ نَسْتَطِعْ أَنْ نُحَرِّكَهُ كَأَنَّمَا نُزَاوِلُ بِهِ جَبَلًا فَدَعَوْتُ إِلَيْهِ النَّجَاجِرَةَ فَنَظَرُوا إِلَيْهِ فَقَالُوا إِنَّ هَذَا الْبَابَ سَقَطَ عَلَيْهِ النِّجَافُ وَالْبُنْيَانُ وَلَا نَسْتَطِيعُ أَنْ نُحَرِّكَهُ حَتَّى نُصْبِحَ فَنَنْظُرَ مِنْ أَيْنَ أَتَى قَالَ فَرَجَعْتُ وَتَرَكْتُ الْبَابَيْنِ مَفْتُوحَيْنِ فَلَمَّا أَصْبَحَتْ غَدَوْتُ عَلَيْهِمَا فَإِذَا الْمَجَرُّ الَّذِي فِي زَاوِيَةِ الْمَسْجِدِ مَثْقُوبٌ. وَإِذَا فِيهِ أَثَرُ مَرْبِطِ الدَّابَّةِ قَالَ فَقُلْتُ لِأَصْحَابِي مَا حُبِسَ هَذَا الْبَابُ اللَّيْلَةَ إِلَّا عَلَى نَبِيٍّ وَقَدْ صَلَّى اللَّيْلَةَ فِي مَسْجِدِنَا (أبو نعيم الأصبهاني دلائل النبوة عن محمد بن كعب القرظي(

- Ey Hükümdar! Sana onun yalan söylediğini bildiren bir haber vereyim mi? Kayser:

- Nedir o? dedi. Ben dedim ki:

- O, bizim toprağımızda bulunan Harem-i Şerif’ten geceleyin çıkıp sizin mescidiniz olan şu İlyâ (Kudüs) mescidine geldiğini ve sabah olmadan önce, o gece tekrar bizim yanımıza döndüğünü iddia ediyor. Ebû Süfyan diyor ki:

- Kudüs Patriği de Kayser’in yanı başındaydı. Patrik dedi ki:

- Ben o geceyi biliyorum. Kayser ona baktı ve dedi ki:

- Senin bu gece hakkındaki bilgin nedir? Patrik dedi ki:

- Ben, gece Kudüs mescidinin kapılarını kapatmadan yatmazdım. O gece bütün kapıları kapamıştım. Ancak bir kapıyı kapayamadım. Yanımda çalışanlardan ve mescitte hazır bulunanlardan yardım istedim. Onlar da gelip bana yardım ettiler, ama kapıyı yerinden oynatamadık. Sanki bir dağ ile uğraşıyorduk. Marangozları çağırdım. Onlar baktılar ve dediler ki:

- Bu kapının üstü yıkılmış. Sabah olup bu yıkıntının nereden geldiğini görünceye kadar yerinden oynatamayız. Bunun üzerine Patrik dedi ki:

- O kapıyı açık bırakmak zorunda kaldım. Evime döndüm. Sabah oraya geldiğimde, mescidin bir köşesinde bulunan taş delinmişti ve taşın üzerinde bir hayvanın bağının izi vardı. Arkadaşlarıma dedim ki:

- Bu kapı, bu gece bir Peygambere açılmıştır ve o, bu gece bizim mescidimizde namaz kılmıştır.[39]

Bu olay hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَمَّا انْتَهَيْنَا اِلَى بَيْتِ الْمَقْدِسِ قَالَ جِبْرِيلُ بِاَصْبُعِهِ فَخَرَقَ بِهِ الْحَجَرَ وَشَدَّ بِهَا الْبُرَاقَ (ت عن بريدة(

″Beyt’ül-Makdis’e vardığımız zaman, Cebrâil parmağını koyarak taşı deldi ve Burak’ı ona bağladı.″[40]

Âyette açıklanan Mîracın hangi ayda meydana geldiğine dair farklı görüşler ileri sürülse de, genel kabul, bu olayın Mübârek Receb ayının 27. Gecesinde meydana gelmiş olduğudur. Bu geceyi Müslümanlar, ″Mîraç Kandili″ olarak kutlamaktadırlar. Resûlü Ekrem’in bu Mîracı, kendisine Peygamberliğin ilk geldiği zamanlarda, aradan çok geçmeden meydana gelmiştir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in birden fazla Mîraca çıktığına dair rivâyetler de vardır.

Sonuç olarak, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yirmi üç sene Peygamberlik hayatında, gittiği Mîraçlardan yalnız bir geceyi anlatmasını Allah’u Teâlâ emretti. Yirmi üç sene Peygamberlik hayatının her gecesinde o âlemlere gidiyor, söylemiyorsa, kimin ne haberi olabilir. Çünkü Ashâb-ı Kehf’in başından üç yüz dokuz sene, yarım gün gibi geçti.[41] Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e Mîraçta yüz sene gibi geçen uzun zaman, dünyâda beş dakika gibi geçmiştir. Nitekim Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Döndüğümde yatağımı sıcak buldum″ diye söylemiştir. Bunlar Allah’a göre çok kolaydır. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem her ne dedi ise, hepsi haktır.

Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu: ″Hakk Teâlâ, Cebrâil Aleyhisselâm’ı bin kere göklerden indirdi. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i semâya iletmeye kâdir değil midir?″ diye söylemiştir. Hz. Ebû Bekir Efendimiz, ″Sıddîk″ ismini bu tasdiki üzerine almıştır. Mîraca inananlar Müslümanlardır. İnkâr edenler ise Ebû Cehil gibi kâfir olanlardır. İnsan aklının alamayacağı bu büyük mûcizeye, îmanı zayıf olanlar; rüyâsında görmüştür, hayal görmüştür veya bedenen gitmeyip ruh âleminde gitmiştir gibi sözler söyleyerek inkâr edip kâfir olmuşlardır.

Çünkü Sûre-i İsrâ, Âyet 1’de: ″Kendisine kudretimize delil olan alâmetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulunu (Muhammed Aleyhisselâm’ı) bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’u Teâlâ, noksan sıfatlardan uzaktır…″ diye açık bir ifadeyle Allah’u Teâlâ, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i Mekke’den, Kudüs’e gecenin az bir kısmında götürdüğünü beyan etmektedir. Mekke ile Kudüs’ün arası yaklaşık iki bin km. olduğuna göre, gidişi ve dönüşü dört bin km. yapar. Gecenin az bir kısmında o zamanın şartlarında bir kişi en hızlı binek olan atla oraya gidecek olsa, ortalaması günlük yüz km. yol gider. Bu kimse dört bin km. olan yolu, kırk günde ancak alabilir. Allah’u Teâlâ, net bir ifade ile Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gecenin az bir kısmında Kudüs’e gittiğini ve oradan döndüğünü haber vermektedir. Bu olay akla ve mantığa sığmaz, ancak îmana sığar. Bunu inkâr etmek insanı küfre götürür. Çünkü âyeti inkâr etmek anlamına gelir.

Sûre-i Bakara, Âyet 117’de şöyle buyrulmaktadır:

″Allah’u Teâlâ, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. O, bir şeyin olmasını istediği zaman, ona sâdece ″Ol″ der, o da hemen oluverir.″ Allah’u Teâlâ her şeye kâdirdir, O’na zor yoktur.

Müslümanlar böyle îman ettikleri için, Âyet-i Kerîme’lerde anlatılan, bu ve buna benzer akla mantığa sığmayan harikulâde olaylara, ″Bunların hepsi Rabbimiz tarafındandır″ diyerek bütün kalbiyle îman ederler. Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 7’de şöyle buyrulmuştur:

″… İlimde râsih olanlar ise, ″Âyetlerin cümlesi Rabbimizden nâzil olmuştur, biz onlara îman ettik″ derler. İşte böyle diyenler, hâlis akıl sahipleridir.″


[1] Bakınız: Geylânî Tefsîri, c. 5, s. 443.

[2] Âyet-i Kerîme’nin metninde geçen ″Kâbe Kavseyn″ (bir yayın iki ucu kadar) dediği; kâb, yayın ortasındaki birleşme yeridir. Kavseyn de, birleşme yerinin iki tarafındaki esnek olan kanatlardır, yani bir yay mesafesi demektir.

[3] Meâric’ün-Nübüvve, Altıparmak (Peygamberler Tarihi), c. 1, 3. Rükün, s. 188-189.

[4] Nebhânî, Huccetullâhi Alel Âlemin fî Mucizât-ı Seyyide’l-Murselîn, c. 1, s. 511.

[5] Sûre-i İnşirâh, Âyet 1.

[6] Sahih-i Müslim, Îman 74 (263).

[7] Bu Hadis-i Şerif’te geçtiği üzere, Peygamberlerin, büyük zâtların makamlarını ve türbelerini ziyaret edip oralarda Allah için iki rek’at nâfile namaz kılmak buradan kalan bir sünnettir.

[8] Sünen-i Nesâî, Salât 1.

[9] Bu hususta Sûre-i Zuhruf, Âyet 45 ve izahına bakınız.

[10] Beyt’ül-Mâmur: Aynı Kâbe gibi meleklerin tavaf yaparak ibâdet ettikleri yer olup, dünyâdaki Kâbe’nin tam üzerine denk gelmektedir.

[11] Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Halk 6, Enbiyâ 22-23, Salat 1; Sahih-i Müslim, Îman 74 (259, 263 Sünen-i Nesâî, Salat 1; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’üs-Salat 194.

[12] Sûre-i En’am, Âyet 103.

[13] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 53.

[14] Sahih-i İbn-i Hibban, Hadis No: 57; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 204.

[15] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3706; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 11746.

[16] Meâric’ün-Nübüvve, Altıparmak (Peygamberler Tarihi), c. 1, 3. Rükün, s. 138-139.

[17] Meâric’ün-Nübüvve, Altıparmak (Peygamberler Tarihi), c. 1, 3. Rükün, s. 99; Keşf’ul-Hafâ, Hadis No: 2159.

[18] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 71.

[19] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i İsrâ 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1816.

[20] Sahih-i Müslim, Fedâil 42 (164 Sünen-i Nesâî, Kıyâm’ul-Leyl 15.

[21] Nebhânî, Huccetullâhi Alel Âlemîn fî Mûcizât-ı Seyyid’el-Murselîn, c. 1, s. 511.

[22] Sahih-i Müslim, Îman 74 (266-267).

[23] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 17974.

[24] Sahih-i Müslim, Salât 25 (112 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11559.

[25] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 50.

[26] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11604.

[27] Sünen-i İbn-i Mâce, Ticaret 58.

[28] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 393/1.

[29] Nebhânî, Huccetullâhi Alel Âlemîn fî Mûcizât-ı Seyyide’l-Murselîn, c. 1, s. 489.

[30] Sahih-i Müslim Fedâil’us-Sahâbe 21 (108).

[31] Hicr, Kâbe’nin kuzey köşesinde bulunan ve diğer adı Hatîm olan yerdir.

[32] Meâric’ün-Nübüvve, Altıparmak (Peygamberler Tarihi), c. 1, 3. Rükün, s. 188-189.

[33] Tercüme-i Tefsir-i Tıbyan, c. 2, s. 399-400; Meâric’ün-Nübüvve, Altıparmak (Peygamberler Tarihi), c. 1, 3. Rükün, s. 190.

[34] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 492/4.

[35] Hicr: Kâbe’nin kuzey köşesinde bulunan ve diğer adı Hatîm olan yerdir.

[36] Sahih-i Buhârî, Menâkib’ul-Ensâr 41; Sahih-i Müslim, Îman 75 (276).

[37] Tercüme-i Tefsir-i Tıbyan, c. 2, s. 399-400; Meâric’ün-Nübüvve, Altıparmak (Peygamberler Tarihi), c. 1, 3. Rükün, s. 187-188.

[38] Sahih-i Buhârî’de İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan geniş olarak nakledildiğine göre, Heraklius birçok meseleleri onlara sordu. Bu meselelerin tamamı için Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 64’ün izahına bakınız.

[39] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 45; İmam Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 9, s. 209-210.

[40] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 18.

[41] Sûre-i Kehf, Âyet 19, 20 ve 25’e bakınız.


﴿ وَاٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَجَعَلْنَاهُ هُدًى لِبَن۪ٓي اِسْرَٓا ئ۪لَ اَلَّا تَتَّخِذُوا مِنْ دُون۪ي وَك۪يلًاۜ ﴿٢﴾

2. Mûsâ’ya kitabı (Tevrat’ı) verdik ve ″Benden başkasını vekil edinmeyin″ diye o kitabı, İsrailoğullarına hidâyet rehberi kıldık.


﴿ ذُرِّيَّةَ مَنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍۜ اِنَّهُ كَانَ عَبْدًا شَكُورًا ﴿٣﴾

3. Ey Nûh ile beraber gemiye bindirdiğimiz kimselerin soyundan olan İsrailoğulları! (Siz de atalarınızın eserine uyun.) Şüphesiz ki Nûh, şükreden bir kul idi.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ: ″Şüphesiz ki Nûh, şükreden bir kul idi″ diye buyurarak, onu bu şekilde vasıflandırmıştır. Zîrâ Nûh Aleyhisselâm, bir şey yiyip içtikten sonra veya yeni bir elbise giydiğinde veya herhangi bir beşerî ihtiyacını giderdiğinde Allah’a şükrederdi.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

مَنْ لَبِسَ ثَوْبًا جَدِيدًا فَقَالَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِي كَسَانِي مَا أُوَارِي بِهِ عَوْرَتِي وَأَتَجَمَّلُ بِهِ فِي حَيَاتِي ثُمَّ عَمَدَ إِلَى الثَّوْبِ الَّذِي أَخْلَقَ فَتَصَدَّقَ بِهِ كَانَ فِي كَنَفِ اللّٰهِ وَفِي حِفْظِ اللّٰهِ وَفِي سَتْرِ اللّٰهِ حَيًّا وَمَيِّتًا. (ت عن عمر بن الخطاب)

Kim yeni elbise giyer de, ″Bana mahrem yerlerimi örten ve kendileriyle hayatta güzelleşeceğim elbiseler giydiren Allah’a hamd olsun″ diye duâ edip eski elbiselerini tasadduk ederse, o kimse, hayatında ve ölümünde Allah’ın gözetimi, Allah’ın koruması ve Allah’ın örtüsü altında olur.[1]


[1] Süne-i Tirmizî, Daavât 57; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 288.


﴿ وَقَضَيْنَٓا اِلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓا ئ۪لَ فِي الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِي الْاَرْضِ مَرَّتَيْنِ وَلَتَعْلُنَّ عُلُوًّا كَب۪يرًا ﴿٤﴾

4. Biz, kitapta (Tevrat’ta) İsrailoğullarına: ″Muhakkak siz, yeryüzünde iki kere fesat çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir kibre kapılacaksınız″ diye hükmettik.


﴿ فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ اُو۫لٰيهُمَا بَعَثْنَا عَلَيْكُمْ عِبَادًا لَنَٓا اُو۬ل۪ي بَأْسٍ شَد۪يدٍ فَجَاسُوا خِلَالَ الدِّيَارِۜ وَكَانَ وَعْدًا مَفْعُولًا ﴿٥﴾ ثُمَّ رَدَدْنَا لَكُمُ الْكَرَّةَ عَلَيْهِمْ وَاَمْدَدْنَاكُمْ بِاَمْوَالٍ وَبَن۪ينَ وَجَعَلْنَاكُمْ اَكْثَرَ نَف۪يرًا ﴿٦﴾

5-6. Ey İsrailoğulları! İlk fesâdınızın vaad olunan cezâsı geldiği vakit, kuvvet ve şiddet sahibi olan kullarımızı üzerinize gönderdik. Onlar da sizi bulup öldürmek için aradılar ve diyârınızı alt üst ettiler. Bu, yerine getirilmesi lâzım bir vaad idi.* Sonra (tevbe ettiniz, Biz de) size tekrar kuvvet ve heybet vererek onlara gâlip ettik. Size mallar, oğullar verdik ve sizi evvelkinden daha fazla çoğalttık.

İzah: Yahudilere vaad olunan birinci cezâlandırma hakkında, İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

Yahudiler Tevrat’a karşı gelerek fesat yapınca, Allah’u Teâlâ onların üzerlerine Câlut’u göndermiş ve o da onları öl­dürmüştür. Câlut ve kavmi, güçlü ve şiddetli olan kimselerdi.

Câlut hakkında geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 246-252 ve izahlarına bakınız.


﴿ اِنْ اَحْسَنْتُمْ اَحْسَنْتُمْ لِاَنْفُسِكُمْ وَاِنْ اَسَأْتُمْ فَلَهَاۜ فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ الْاٰخِرَةِ لِيَسُٓؤُ۫ا وُجُوهَكُمْ وَلِيَدْخُلُوا الْمَسْجِدَ كَمَا دَخَلُوهُ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَلِيُتَبِّرُوا مَا عَلَوْا تَتْب۪يرًا ﴿٧﴾ عَسٰى رَبُّكُمْ اَنْ يَرْحَمَكُمْۚ وَاِنْ عُدْتُمْ عُدْنَاۢ وَجَعَلْنَا جَهَنَّمَ لِلْكَافِر۪ينَ حَص۪يرًا ﴿٨﴾

7-8. Eğer iyi amellerde bulunursanız, kendi nefsiniz için iyi amellerde bulunmuş olursunuz. Eğer kötü amellerde bulunursanız, onun da vebâli kendinize döner. İkinci fesâdın vaad olunan cezâsı geldiği vakit, yine üzerinize kuvvet ve şiddet sahibi olan kullarımızı gönderdik ki, sizi yüzlerinizden keder dökülür hale getirsinler. Evvelkiler nasıl Beyt’ül-Mukaddes’e girip harap ettilerse, bunlar da öyle girip harap etsinler ve ikinci defa fesat çıkarıp kibirlenenleri helâk etsinler!* Ey İsrailoğulları! Umulur ki Rabbiniz size merhamet eder. Eğer yine eski durumunuza dönerseniz, Biz de sizi tekrar cezâlandırırız. Cehennemi, kâfirler için hapishâne yaptık.

İzah: Yahudilerin yaptığı birinci fesatta Allah’u Teâlâ, Câlut’u göndererek onları cezâlandırmıştır. Yahudilerin yaptıkları ikinci fesat ise Peygamberleri öldürmeleridir. Bu sebeple de Allah’u Teâlâ onları cezalandırmak için Buhtunnasr’ı göndermiş ve o da binlerce Yahudiyi öldürmüştür.

Bu âyetlerde geçtiği üzere Yahudiler, iki defa yeryüzünde büyük fesat çıkarmışlar ve cezâlarını bu dünyâda da çekmişlerdir. Onlar için en büyük azap ise âhirettedir. Bu iki fesattan sonra yine fesat çıkarırlarsa, Allah’u Teâlâ yine Yahudileri cezâlandıracağını vaad etmektedir. Birçok Hadis-i Şerif’te Yahudilerin, Hz. Îsâ yeryüzüne indiğinde Müslümanlar tarafından cezâlandırılacağı açıkça beyan edilmektedir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى يُقَاتِلَ الْمُسْلِمُونَ الْيَهُودَ فَيَقْتُلُهُمْ الْمُسْلِمُونَ حَتَّى يَخْتَبِئَ الْيَهُودِيُّ مِنْ وَرَاءِ الْحَجَرِ وَالشَّجَرِ فَيَقُولُ الْحَجَرُ أَوْ الشَّجَرُ يَا مُسْلِمُ يَا عَبْدَ اللّٰهِ هَذَا يَهُودِيٌّ خَلْفِي فَتَعَالَ فَاقْتُلْهُ إِلَّا الْغَرْقَدَ فَإِنَّهُ مِنْ شَجَرِ الْيَهُودِ (م عن ابى هريرة)

Müslümanlar, Yahudilerle savaşmadıkça kıyâmet kopmayacaktır. Müslümanlar onları öldüreceklerdir. Öyle ki Yahudiler, taşların ve ağaçların arkasın­da saklanacaklar. Fakat o taş veya ağaç, o zaman, ″Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu! Bu Ya­hudi benim arkamda, gel onu öldür″ diyecek. Ancak garkat ağacı hâriç. Çünkü bu, Yahudi ağacıdır.[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

لَتُقَاتِلُنَّ الْيَهُودَ فَلَتَقْتُلُنَّهُمْ حَتَّى يَقُولَ الْحَجَرُ يَا مُسْلِمُ هَذَا يَهُودِيٌّ فَتَعَالَ فَاقْتُلْهُ (خ عن بن عمر)

Siz muhakkak Yahudilerle savaşacak ve onları öldüreceksiniz. Öyle ki, o zaman bir taş: ″Ey Müslüman! Bu Yahudi arkama saklandı, gel ve onu öldür″ der.[2]

Nitekim Allah’u Teâlâ, kıyâmet gününe kadar Yahudilere şiddetli azap göndereceğini Sûre-i A’râf, Âyet 167’de şöyle ifade etmektedir:

″Ey Resûlüm! Zikret o vakti ki, senin Rabbin, kıyâmet gününe kadar Yahudilere şiddetli azap edecek kimseler göndereceğini yeminle bildirdi…″


[1] Sahih-i Müslim, Fiten 18 (83).

[2] Sahih-i Buhârî, Cihat 94, Sahih-i Müslim, Fiten 18 (83 Sünen-i Tirmizî, Fiten 56.


﴿ اِنَّ هٰذَا الْقُرْاٰنَ يَهْد۪ي لِلَّت۪ي هِيَ اَقْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِن۪ينَ الَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْرًا كَب۪يرًاۙ ﴿٩﴾ وَاَنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ اَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا اَل۪يمًا۟ ﴿١٠﴾

9-10. Şüphesiz bu Kur’ân, en doğru yola hidâyet eder ve sâlih amellerde bulunan Mü’minlere, muhakkak kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.* Âhirete îman etmeyenlere de, elim bir azap hazırladığımızı müjdeler.


﴿ وَيَدْعُ الْاِنْسَانُ بِالشَّرِّ دُعَٓاءَهُ بِالْخَيْرِۜ وَكَانَ الْاِنْسَانُ عَجُولًا ﴿١١﴾

11. İnsan, hayra duâ ettiği gibi şerre de duâda bulunur. İnsan, çok acelecidir.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ bu Âyet-i Kerîme’yi şöyle izah etmektedir:

Bu, kişinin kendisi ve çocukları hakkında daralıp sıkıldığı esnada; kabul olunmasını arzulamadığı şekilde, ″Allah’ım! Onu helâk et″ gibi benzeri ifadelerle bedduâ etmesidir. Allah’u Teâlâ lütfuyla onun bu konuda yaptığı bedduâsını kabul etmez.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

لَا تَدْعُوا عَلَى أَنْفُسِكُمْ وَلَا تَدْعُوا عَلَى أَوْلَادِكُمْ وَلَا تَدْعُوا عَلَى خَدَمِكُمْ وَلَا تَدْعُوا عَلَى أَمْوَالِكُمْ لَا تُوَافِقُوا مِنَ اللّٰهِ تَبَارَكَ وَتَعَالَى سَاعَةَ نَيْلٍ فِيهَا عَطَاءٌ فَيَسْتَجِيبَ لَكُمْ (د عن جابر بن عبد اللّٰه(

″Nefislerinizin aleyhine duâ etmeyin, çocuklarınızın aleyhine duâ etmeyin, hizmetçilerinizin aleyhine duâ etmeyin. Mallarınızın aleyhine de duâ etmeyin. Ola ki, Allah’ın duâları kabul ettiği saate rastgelir de, istediğiniz kabul ediliverir.″[1]

İnsanın fıtratında aceleciliğin olduğuna dair Selmân-ı Fârisi ve İbn-i Abbas Radiyallâhu anhum’dan nakledildiğine göre, onlar bu hususta Âdem Aleyhisselâm’ın şu kıssasını anlatırlar:

حِينَ هَمَّ بِالنُّهُوضِ قَائِمًا قَبْلَ أَنْ تَصِلَ الرُّوحُ إِلَى رِجْلَيْهِ، وَذَلِكَ أَنَّهُ جَاءَتْهُ النَّفْخَةُ مِنْ قِبَلِ رَأْسِهِ، فَلَمَّا وَصَلَتْ إِلَى دِمَاغِهِ عَطَسَ، فَقَالَ: الْحَمْدُ لِلّٰهِ. فَقَالَ اللّٰهُ: يَرْحَمُكَ رَبُّكَ يَا آدَمُ. فَلَمَّا وَصَلَتْ إِلَى عَيْنَيْهِ فَتَحَهُمَا ، فَلَمَّا سَرَتْ إِلَى أَعْضَائِهِ وَجَسَدِهِ جَعَلَ يَنْظُرُ إِلَيْهِ وَيُعْجِبُهُ، فَهَمَّ بِالنُّهُوضِ قَبْلَ أَنْ تَصِلَ إِلَى رِجْلَيْهِ فَلَمْ يَسْتَطِعْ وَقَالَ: يَا رَبِّ عَجِّلْ قَبْلَ اللَّيْلِ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن سلمان الفارسى وابن عباس(

Âdem’in rûhu ayağına sirâyet etmezden önce, çırpınarak ayağa kalkmak istemişti. Zîrâ ona ruh baş tarafından üflenmişti. Ruh, Âdem’in beynine ulaşınca, hapşırdı ve ″Elhamdülillah″ dedi. Allah’u Teâlâ da: ″Yerhamuke Rabbike Yâ Âdem!″ (Rabbin sana rahmet etsin Yâ Âdem!) diye buyurdu. Ruh, Âdem’in gözlerine ulaşınca, gözlerini açtı. Bedenine ve diğer uzuvlarına sirâyet edince, ona bakıyor ve hayret ediyordu. Sonra ruh ayağına ulaşmazdan önce çırpınarak hemen kalkmak istedi, ancak buna güç yetiremedi. Bunun üzerine ″Ey Rabbim! Gece olmazdan önce acele et″ dedi.[2]


[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 362; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 1783.

[2] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 49.


﴿ وَجَعَلْنَا الَّيْلَ وَالنَّهَارَ اٰيَتَيْنِ فَمَحَوْنَٓا اٰيَةَ الَّيْلِ وَجَعَلْنَٓا اٰيَةَ النَّهَارِ مُبْصِرَةً لِتَبْتَغُوا فَضْلًا مِنْ رَبِّكُمْ وَلِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّن۪ينَ وَالْحِسَابَۜ وَكُلَّ شَيْءٍ فَصَّلْنَاهُ تَفْص۪يلًا ﴿١٢﴾

12. Biz, gece ve gündüzü, kudretimizi gösteren iki alâmet yaptık. Rabbinizin lütfundan (rızık) arayasınız ve yılların sayısını ve hesabını bilesiniz diye, gece alâmetini giderip gündüz alâmetini aydınlatıcı kıldık. Biz, her şeyi genişçe açıkladık.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ der ki: Güneş ve ayın her birinin nûru yani ateşi yetmiş cüz idi. Allah’u Teâlâ, ayın nûrundan altmış dokuz cüz’ü alıp güneşin nûruna kattı. Yine İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan rivâyet olundu ki:

- Allah’u Teâlâ’nın emriyle Cebrâil Aleyhisselâm kanadını üç kere ayın üzerinden geçirdi. Böylece nûrunu aldı ve ayın nûru bir cüz kaldı. Bu bir cüz de ayın, güneşten aldığı ziyâyı dünyaya yansıttığı ışıktır.

Hz. Ali Kerremallâhu veche’ye, aydaki siyahlıktan sorulduğunda:

- O, Sûre-i İsrâ, Âyet 12’de ″Giderdik″ diye geçen mahvın eseridir, diye buyurmuştur. Eğer Allah’u Teâlâ, ayı da güneş gibi ateş olarak bırakmış olsaydı, gece gündüzden ayırt edilemezdi.

Yine bu hususta Mücâhid Hazretlerinden şöyle nakledilmiştir:

Heraklius, Hz. Muâviye’ye içinde üç soru olan bir mektup yazdı. Birinci soru: ″Hangi yerde namaz kılarsan, kıbleye dönmediğini düşünürsün.″ İkinci soru: ″Hangi yerde güneş bir defa çıkmış ve ne daha önce, ne de daha sonra oraya çıkmamıştır.″ Üçünü soru aydaki karanlık nedir?″ şeklindedir. Hz. Muâviye bu soruları İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’ya sordu. Ve Heraklius’a şöyle bir cevap yazdı: Sorduğu ilk yer Kâbe’nin damıdır. İkinci yer Allah’u Teâlâ’nın Mûsâ Aleyhisselâm’a yarmış olduğu denizdir. Aydaki karanlık ise Cebrâil Aleyhisselam tarafından silinen yerdir.[1]


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül Mensûr, c. 9, s. 243.


﴿ وَكُلَّ اِنْسَانٍ اَلْزَمْنَاهُ طَٓائِرَهُ ف۪ي عُنُقِه۪ۜ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ كِتَابًا يَلْقٰيهُ مَنْشُورًا ﴿١٣﴾ اِقْرَأْ كِتَابَكَۜ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَس۪يبًاۜ ﴿١٤﴾

13-14. Biz, her insanın amelini kendi boynuna doladık ve mahşer günü ona öyle bir kitap çıkarırız ki, amellerinin hepsini açık olarak bulur ve görür.* Ona: ″Kitabını (amel defterini) oku! Bugün hesabını görmek için kendi nefsin sana yeter″ denilir.

İzah: Allah’u Teâlâ, insanoğlunun amelinin kaydedildiğini, gece gündüz bütün yaptıklarının yazılıp tesbit edildiğini ve bunların, mahşer gününde bir kitap hâlinde önüne serileceğini, böylece herhangi bir itiraza imkân kalmayacağını beyan etmektedir.

Bu husus Sûre-i Kıyâmet, Âyet 13-15’te de şöyle anlatılmaktadır:

″O gün insana, önceden gönderdiği ve ertelediği ameller haber verilir.* Doğrusu insan, kendi aleyhine şâhittir.* Hattâ birtakım mâzeretler öne sürse de.

Yapılan amellerin kaydedildiğine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

لَيْسَ مِنْ عَمَلِ يَوْمٍ إِلَّا وَهُوَ يُخْتَمُ عَلَيْهِ فَإِذَا مَرِضَ الْمُؤْمِنُ قَالَتْ الْمَلَائِكَةُ يَا رَبَّنَا عَبْدُكَ فُلَانٌ قَدْ حَبَسْتَهُ فَيَقُولُ الرَّبُّ عَزَّ وَجَلَّ اخْتِمُوا لَهُ عَلَى مِثْلِ عَمَلِهِ حَتَّى يَبْرَأَ أَوْ يَمُوتَ (حم عن عقبة بن عامر(

Her günlük amel mutlaka mühürlenir (paketlenip göğe yükseltilir). Mü’min hastalanınca, melekler derler ki: ″Ey Rabbimiz! Falanca kulunu sen hapsettin mi?″ Allah’u Teâlâ buyurur ki: ″Ona iyileşinceye veya ölünceye kadar yaptığının benzeriyle mühür vurun (aynı mükâfatı verin).″[1]

Her insanın, iyi ve kötü amellerini kaydeden kirâmen kâtibîn melekleri vardır. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i İnfitâr, Âyet 10-12’de şöyle buyurmuştur:

Halbuki yaptığınız işleri yazmakla görevli;* kirâmen kâtibîn (değerli ve güvenilir kâtip melekler) vardır.* Onlar, sizin yaptıklarınızı bilir ve kaydederler.

Mahşerde kaydedilen bu ameller, bir kitapta toplanmış olur ve kendi-sine: ″İşte amellerin, oku!″ diyerek verilir. Bu hususta Enes Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كُنَّا عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَضَحِكَ فَقَالَ هَلْ تَدْرُونَ مِمَّ أَضْحَكُ قَالَ قُلْنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ مِنْ مُخَاطَبَةِ الْعَبْدِ رَبَّهُ يَقُولُ يَا رَبِّ أَلَمْ تُجِرْنِي مِنَ الظُّلْمِ قَالَ يَقُولُ بَلَى قَالَ فَيَقُولُ فَإِنِّي لَا أُجِيزُ عَلَى نَفْسِي إِلَّا شَاهِدًا مِنِّي قَالَ فَيَقُولُ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ شَهِيدًا وَبِالْكِرَامِ الْكَاتِبِينَ شُهُودًا قَالَ فَيُخْتَمُ عَلَى فِيهِ فَيُقَالُ لِأَرْكَانِهِ انْطِقِي قَالَ فَتَنْطِقُ بِأَعْمَالِهِ قَالَ ثُمَّ يُخَلَّى بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْكَلَامِ قَالَ فَيَقُولُ بُعْدًا لَكُنَّ وَسُحْقًا فَعَنْكُنَّ كُنْتُ أُنَاضِلُ (م عن انس)

Biz, bir gün Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında iken güldü de, ″Neye güldüğümü biliyor musunuz?″ buyurdu. ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dedik. Bunun üzerine: ″Kulun, Rabbine olan hitabından!″ buyurdu ve sözüne şöyle devam etti. Kul: ″Ey Rabbim! Sen beni zulümden korumadın mı?″ der. Allah’û Teâlâ da: ″Evet, korudum″ buyurur. Kul da: ″Fakat ben bugün kendime, kendimden başka bir kimsenin şâhit olmasını aslâ istemiyorum″ der. Allah’u Teâlâ: ″Bugün sana tek şâhit olarak nefsin, çok şâhit olarak da kirâmen kâtibîn melekleri kâfidir″ buyurur.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla buyurdu ki:

″Ağzına mühür vurulur ve diğer organlarına, ″Konuş″ denilir. Onlar kişinin amelini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılır. Adam organlarına: ″Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben sizin için mücâdele etmiştim″ der.[2]

Yine bu hususta Sûre-i İnşikâk, Âyet 7-12’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

″O zaman amel defteri sağ eline verilen kimsenin,* hesabı kolayca görülür* ve ehline sevinçli olarak döner.* Amel defteri arkasından verilen kimse ise,* artık ölmek ister* ve alevli ateşe atılır.″


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 16678.

[2] Sahih-i Müslim, Zühd 1 (17).


﴿ مَنِ اهْتَدٰى فَاِنَّمَا يَهْتَد۪ي لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ ضَلَّ فَاِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَاۜ وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۜ وَمَا كُنَّا مُعَذِّب۪ينَ حَتّٰى نَبْعَثَ رَسُولًا ﴿١٥﴾

15. Kim doğru yola giderse, ancak kendisi için doğru yola gitmiş olur. Kim de dalâlete düşerse, ancak kendi aleyhine dalâlete düşmüş olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez. Biz, bir Resûl göndermedikçe (hiçbir kavme) azap etmeyiz.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de zikredilen ″Doğru yol″dan maksat, Allah’u Teâlâ’nın, hak dîni olan İslâm’dır. Allah’ın emirlerini tutup yasak-larından kaçınan kimse, kendisini yaratan Allah’ın rızâsı doğrultusunda hareket etmiş olur. Müslüman olmasının faydası da kendisine ait olur. Kim de bu emir ve yasaklara uymayıp Allah’ı ve Resûlünü inkâr ederse, o kimse de Cehennemi hak etmiş olur. Böylece sapıklığının zararını kendisi çeker. Zîrâ günahtan, ancak onları işleyenler sorumludur. Hiç kimse diğerinin günahından sorumlu değildir.

Yine Âyet-i Kerîme’nin sonunda: Biz, bir Resûl göndermedikçe (hiçbir kavme) azap etmeyiz″ diye buyurulmakta ve Allah’u Teâlâ’nın, kullarına karşı adâletli davrandığı ve onlara emirlerini ulaştırmadan azap etmeyeceği beyan edilmektedir.

Bâzı âyetlerde Allah’u Teâlâ, Peygamberler için Nebî[1] ifadesini, bâzen Resûl[2] ifadesini, bâzen de Resûl ve Nebî[3] ifadelerini beraber kullanmaktadır.

Nebî kelimesi, sâdece Peygamberler için kullanılan bir tâbirdir. Peygamberlerin hâricinde hiçbir kimse için bu tâbir kullanılamaz. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Ahzâb, Âyet 40’ta şöyle buyurmaktadır:

″Muhammed,sizden hiçbir ricâlin (yetişkin olan oğlan çocuğu-nun) babası değildir. Lâkin Allah’ın Resûlüdür ve Hâtem’ül-Enbiyâ’dır. Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir.″

Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كَانَتْ بَنُو إِسْرَائِيلَ تَسُوسُهُمْ الْأَنْبِيَاءُ كُلَّمَا هَلَكَ نَبِيٌّ خَلَفَهُ نَبِيٌّ وَإِنَّهُ لَا نَبِيَّ بَعْدِي (خ م عن ابى هريرة(

″İsrailoğullarını Nebîler yönetiyordu. Onlardan bir Peygamber ölünce, yerine başka bir Peygamber gelirdi. Şüphesiz ki, benden sonra hiçbir Peygamber olmayacaktır.″[4]

Resûl ifadesi, mânâ itibariyle elçi ve uyarıcı anlamına gelmekte olup genel olarak Peygamberler, evliyâlar[5] ve hattâ melekler[6] için de kullanılan bir tâbirdir. Ancak Peygamberlerin içerisindeki Resûl ve Nebî ayrımı şöyle ifade edilmiştir: Nebî, kendisinden önce gelen Peygamberin şeriatını ihyâya memur Peygamberdir. Resûl ise, kendisinden önce gelen Peygamberin şeriatını değiştirerek, yeni emirlerle farklı bir şeriat getiren Peygamberdir.

Resûl tâbiri, evliyalar için kullanıldığı zaman, sâdece elçi anlamındadır. Allah’ın emirlerini kullara iletirler. Bu hususta Sûre-i Yâsîn, Âyet 13-14’te Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Ey Habîbim! Onlara, o şehir ahâlisini misal olarak ver. Resullerin oraya geldiği vakti zikret.* O vakit, onlara iki Resûl göndermiştik de onları yalanlamışlardı. Biz de (o ikisini), bir üçüncü Resûl ile takviye etmiştik. Bunlar, şehir ahâlisine dediler ki: ″Biz sizi dîne dâvet için gönderilen Resulleriz.″

Bu Resullerin, uyarılarını dikkate almayarak îman etmeyen o belde halkını Allah’u Teâlâ helâk etmiştir. Bu husus Sûre-i Yâsîn, Âyet 29’da şöyle geçmektedir:

″Onları helâk eden şey, korkunç bir sesten ibâret idi ki, onunla hemen ateş söner gibi söndüler.″

İşte Yâsîn Sûresi’nde geçen Resuller, Hz. Îsâ’nın ümmetinden olan evliyâlardı.

Sûre-i İsrâ, Âyet 15’te: Biz, bir Resûl göndermedikçe (hiçbir kavme) azap etmeyiz″ ifadesinden anlaşılan; Allah’u Teâlâ, Peygamberler ve evliyâlar ile uyarmadan, hiçbir kavme azap etmez. Bu Resûlleri vâsıtasıyla onları uyarır. O kavim, bu elçilerin uyarılarını dikkate almayarak Allah’a isyanda devam ederlerse, işte o zaman Allah’u Teâlâ dünyâda ve âhirette onlara azap eder, demektir.

Helâk olan kavimler içerisinde çocuk yaşta ölenler de mevcuttu. Aynı bu durumda olduğu gibi, anne ve babası kâfir olan kişilerin evlatları çocuk yaşta öldüğünde, bu çocukların âhiretteki halleri hakkında Hz. Âişe annemizden şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

سَأَلَتْ خَدِيجَةُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ أَوْلَادِ الْمُشْرِكِينَ، فَقَالَ: هُمْ مَعَ آبَائِهِمْ، ثُمَّ سَأَلَتْهُ بَعْدَ ذَلِكَ فَقَالَ: اللّٰهُ أَعْلَمُ بِمَا كَانُوا عَامِلِينَ، ثُمَّ سَأَلَتْهُ بَعْدَمَا اسْتَحْكَمَ الْإِسْلَامُ، فَنَزَلَ : {وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى} فَقَالَ: هُمْ عَلَى الْفِطْرَةِ، أَوْ قَالَ: فِي الْجَنَّةِ. (ابن عبد البر في التمهيدعن عائشة(

Hz. Hatice, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, müşriklerin çocuklarının durumunu sorunca, ″Onlar ataları ile beraberdir″ buyurdu. Bir zaman sonra tekrar sorduğunda, ″Onlar ne yapardı Allah daha iyi bilir″ buyurdu. İslâm hâkim olduktan sonra, Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez buyruğu nâzil oldu. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onlar fıtrat üzeredirler″ veya ″Onlar Cennettedirler″ buyurdu.[7]

Yine kendilerini uyaran Resuller gelmeden yaşayıp ölenler hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَرْبَعَةٌ يَحْتَجُّونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ: رَجُلٌ أَصَمُّ لَا يَسْمَعُ شَيْئًا وَرَجُلٌ أَحْمَقُ وَرَجُلٌ هَرَمٌ وَرَجُلٌ مَاتَ فِي فَتْرَةٍ فَأَمَّا الْأَصَمُّ فَيَقُولُ رَبِّ لَقَدْ جَاءَ الْإِسْلَامُ وَمَا أَسْمَعُ شَيْئًا وَأَمَّا الْأَحْمَقُ فَيَقُولُ رَبِّ لَقَدْ جَاءَ الْإِسْلَامُ وَالصِّبْيَانُ يَحْذِفُونِي بِالْبَعْرِ وَأَمَّا الْهَرَمُ فَيَقُولُ رَبِّي لَقَدْ جَاءَ الْإِسْلَامُ وَمَا أَعْقِلُ شَيْئًا وَأَمَّا الَّذِي مَاتَ فِي الْفَتْرَةِ فَيَقُولُ رَبِّ مَا أَتَانِي لَكَ رَسُولٌ فَيَأْخُذُ مَوَاثِيقَهُمْ لَيُطِيعُنَّهُ فَيُرْسِلُ إِلَيْهِمْ رَسُولاً أَنْ ادْخُلُوا النَّارَ قَالَ فَوَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَوْ دَخَلُوهَا لَكَانَتْ عَلَيْهِمْ بَرْدًا وَسَلَامًا ، وَمَنْ لَمْ يَدْخُلَهَا سُحِبَ إِلَيْهَا (إسحق بن راهويه حم حب وأبو نعيم في المعرفة والطبراني وابن مردويه والبيهقي في كتاب الاعتقاد، عن الأسود بن سريع(

″Mahşer gününde dört kişi mâzeret arz eder. Biri sağır olup da bir şey işitmeyen kişidir. Biri akılsız olan kişidir. Biri İslâm geldiğinde yaşlı (bunak) olan kişidir. Biri de fetret zamanında (Resullerin gelmediği bir dönemde) ölen kişidir. Sağır kişi, ″Ey Rabbim! İslâm geldiği zaman ben hiçbir şey duymuyordum″ der. Akılsız kişi, ″Ey Rabbim! İslâm geldiği zaman çocuklar bana keçi kığısı atıyordu″ der. Yaşlı kişi, ″Ey Rabbim! İslâm geldiği zaman benim aklım bir şeye ermiyordu″ der. Fetret zamanında ölen kişi de, ″Ey Rabbim bana bir elçi gelmedi″ der. Onlardan elçiye itaat edeceklerine dair söz alınır ve Cehenneme girmelerini emreden bir elçi gönderilir. Muhammed’in canı elinde olan Allah’a yemin olsun ki, eğer Cehenneme girmiş olsalardı, ateş onlara soğuk ve selâmet olacaktı. Ona girmeyen kişi içine çekilecektir.[8]


[1] Sûre-i Meryem, Âyet 56: Ey Resûlüm! Kur’ân’da, İdris’e dair anlattıklarımızı da zikret. O, sıddîk ve Nebî idi.″

[2] Sûre-i Sâffât, Âyet 139: Şüphesiz Yunus da elbette Resullerdendi.″

[3] Sûre-i Meryem, Âyet 54: Ey Resûlüm! Kur’ân’da, İsmâil’e dair anlattıklarımızı da zikret. O, vaadine sâdık bir kuldu, Resûl ve Nebî idi.″

[4] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 52; Sahih-i Müslim, İmâre 10 (44).

[5] Evliyâlar için, Resûl ifadesinin kullanıldığına dair, Sûre-i Yâsîn, Âyet 13-14’e bakınız.

[6] Melekler için de, Resûl ifadesinin kullanıldığına dair, Sûre-i A’râf, Âyet 37 ve Sûre-i Hûd, Âyet 69’a bakınız.

[7] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 9, s. 247-248.

[8] Sahih-i İbn-i Hibban, Hadis No: 7481; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15712; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 38980; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 9, s. 249.


﴿ وَاِذَٓا اَرَدْنَٓا اَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً اَمَرْنَا مُتْرَف۪يهَا فَفَسَقُوا ف۪يهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْم۪يرًا ﴿١٦﴾

16. Biz, bir beldenin helâk olmasını dilediğimiz vakit, (Resullerimiz vâsıtasıyla) o beldenin önderlerine (ve onlara tâbi olanlara) hakka itaat etmelerini emrederiz. Onlar ise, orada hakka itaat etmezler ve mâsiyette direnirler. Artık o beldenin cezâlandırılması hak olur. Biz de o beldeyi tamamen helâk ederiz.

İzah: Allah’u Teâlâ bu âyette, fertleri suçsuz yere cezâlandırmadığı gibi, toplumları da suçsuz yere cezâlandırmayacağını, bir beldenin halkı mâsiyette direnmedikçe, onları helâk etmeyeceğini beyan etmektedir. Ancak, zâlimleri cezâlandırması, adâletinin icâbıdır. Nitekim Allah’u Teâlâ geçmişte Peygamberlerine isyan eden birçok belde ahâlisini helâk etmiştir.


﴿ وَكَمْ اَهْلَكْنَا مِنَ الْقُرُونِ مِنْ بَعْدِ نُوحٍۜ وَكَفٰى بِرَبِّكَ بِذُنُوبِ عِبَادِه۪ خَب۪يرًا بَص۪يرًا ﴿١٧﴾

17. Nûh’dan sonra da, nice nesilleri helâk ettik. Kullarının günahlarını bilen ve gören olarak Rabbin yeter.


﴿ مَنْ كَانَ يُر۪يدُ الْعَاجِلَةَ عَجَّلْنَا لَهُ ف۪يهَا مَا نَشَٓاءُ لِمَنْ نُر۪يدُ ثُمَّ جَعَلْنَا لَهُ جَهَنَّمَۚ يَصْلٰيهَا مَذْمُومًا مَدْحُورًا ﴿١٨﴾ وَمَنْ اَرَادَ الْاٰخِرَةَ وَسَعٰى لَهَا سَعْيَهَا وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَاُو۬لٰٓئِكَ كَانَ سَعْيُهُمْ مَشْكُورًا ﴿١٩﴾ كُلًّا نُمِدُّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ وَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ مِنْ عَطَٓاءِ رَبِّكَۜ وَمَا كَانَ عَطَٓاءُ رَبِّكَ مَحْظُورًا ﴿٢٠﴾

18-20. Her kim yalnız dünyâ için amel ederse, istediğimiz kimseye dilediğimiz şeyi dünyâda çabucak veririz. Sonra da ona Cehennemi yurt yaparız. Oraya Allah’ın rahmetinden kovulmuş olarak girer.* Mü’min olduğu halde âhireti isteyip onun için çalışan ve amel eden kimsenin de, çalışması Allah katında makbul olur.* Bu iki fırkadan her birine, Rabbinin dünyâdaki nîmetlerinden veririz. Rabbinin dünyâdaki nîmetleri kimseye menedilmiş değildir.

İzah: Dünyâlık için amel edenlerin durumuna dair Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَنَّ اللّٰهَ تَبَارَكَ وَتَعَالَى إِذَا كَانَ يَوْمُ الْقِيَامَةِ يَنْزِلُ إِلَى الْعِبَادِ لِيَقْضِيَ بَيْنَهُمْ وَكُلُّ أُمَّةٍ جَاثِيَةٌ فَأَوَّلُ مَنْ يَدْعُو بِهِ رَجُلٌ جَمَعَ الْقُرْآنَ وَرَجُلٌ يَقْتَتِلُ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ وَرَجُلٌ كَثِيرُ الْمَالِ فَيَقُولُ اللّٰهُ لِلْقَارِئِ أَلَمْ أُعَلِّمْكَ مَا أَنْزَلْتُ عَلَى رَسُولِي قَالَ بَلَى يَا رَبِّ قَالَ فَمَاذَا عَمِلْتَ فِيمَا عُلِّمْتَ قَالَ كُنْتُ أَقُومُ بِهِ آنَاءَ اللَّيْلِ وَآنَاءَ النَّهَارِ فَيَقُولُ اللّٰهُ لَهُ كَذَبْتَ وَتَقُولُ لَهُ الْمَلَائِكَةُ كَذَبْتَ وَيَقُولُ اللّٰهُ بَلْ أَرَدْتَ أَنْ يُقَالَ إِنَّ فُلَانًا قَارِئٌ فَقَدْ قِيلَ ذَاكَ ِ (م ت عن ابى هريرة)

Allah’u Teâlâ mahşer günü, kulları arasına hükmetmek için iner. Her ümmet diz üstü çöker. İlk çağırılacak olan insan, Kur’ân ezberleyen kişidir. Sonra malı çok olan kişi ve Allah yolunda öldürülen kişidir.

Allah’u Teâlâ, Kur’ân okuyana der ki: ″Ben sa­na Peygamberime indirdiğimi öğretmedim mi?″ O da: ″Evet Yâ Rabbi!″ der. Allah’u Teâlâ: ″Peki, sana öğrettiğimle ne yaptın?″ diye sorar. O da: ″Gece gündüz elimden bırakmadım, de­vamlı okudum″ diye cevap verince, Allah’u Teâlâ ona: ″Yalan söyledin″ der. Melekler de: ″Yalan söyledin″ derler. Sonra Allah’u Teâlâ ona şöyle buyurur: ″Sen filan ne güzel okuyor desinler, diye okudun. Nitekim de öyle oldu. Ne güzel Kur’ân okuyor, dediler.″

Sonra malı çok olan adam getirilir ve ona da Allah’u Teâlâ der ki: ″Sana bol mal vermedim mi? Seni kimse­ye muhtaç olmayacak duruma getirmedim mi?″ O da: ″Evet Yâ Rabbi!″ der. Allah’u Teâlâ: ″Peki, o malı ne yaptın?″ diye sorar. O da: ″Akrabaya ikram ettim, sadakalar ve zekâtlar verdim″ diye cevap verince, Allah’u Teâlâ ona: ″Yalan söyledin″ der. Melekler de: ″Yalan söyledin″ derler. Sonra Allah’u Teâlâ ona şöyle buyurur: ″Sen verirken filan kimse ne kadar cömerttir, desinler diye verdin. Nitekim de öyle denildi.″

Sonra Allah yolunda öldürülen ge­tirilir ve ona da Allah’u Teâlâ der ki: ″Sen neden öldürüldün?″ O da: ″Yolunda savaşırken öldürüldüm″ deyince, Allah’u Teâlâ ona: ″Yalan söyledin″ der. Melekler de: ″Yalan söyledin″ derler. Sonra Allah’u Teâlâ ona şöyle buyurur: ″Filan adam ne kadar kahraman ve yiğit bir adam­dır, desinler diye savaştın ve öldürüldün. Nitekim öyle de denildi.″

Ondan sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem dizime vurup buyurdu ki: ″Yâ Ebû Hüreyre! İşte o üçler var ya, üzer­lerine Cehennem ateşi tutuşturulacak olan ilk insanlardır.″[1]

Allah’u Teâlâ, dünyâyı isteyene dünyâ nîmetlerini, âhireti isteyene de âhiret nîmetlerini verir. Böylece herkesin isteğini yerine getirir, nîmetlerini kimseden esirgemez. Geçici dünyâ nîmetlerini isteyenler onunla kalırlar. Bunların, âhiret nîmetlerinden bir nasipleri olmaz. Âhiret nîmetlerini isteyenlere de âhirette verir, dilerse bu dünyâda da onlara çok nîmetler verir.


[1] Sünen-i Tirmizî, Resûlullah’ın Zühdü 37; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 8086.


﴿ اُنْظُرْ كَيْفَ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍۜ وَلَلْاٰخِرَةُ اَكْبَرُ دَرَجَاتٍ وَاَكْبَرُ تَفْض۪يلًا ﴿٢١﴾

21. Ey Resûlüm! Bak, insanları (rızık ve makam itibariyle) nasıl birbirlerine üstün kıldık. Elbette dereceler ve üstünlükler itibâriyle âhiretteki fark daha büyüktür.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’yi açıklarken Katâde Hazretleri şöyle buyurmuştur: Dünyâda iken kimini kimine üstün kıldık, oysa Mü’minlerin Cennette, amellerine karşılık daha büyük üstünlükleri vardır. Bize nakledildiğine göre, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ بينَ أَعْلَى أَهْلِ الجَنَّةِ وأسْفَلِهِمْ دَرَجَةً كالنَّجْمِ يُرَى فِي مَشارِقِ الْأرْضِ ومَغَارِبها (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن قتادة(

″Cennet ehlinin en yükseği ve en engini arasında öyle bir derece vardır ki, yeryüzünün doğusu ile batısı arasında görülen yıldızlar gibidir.″[1]

Allah’u Teâlâ, insanları bu dünyâda rızık ve makam itibâriyle farklı kılmıştır. Allah’u Teâlâ’nın Mü’minlere vereceği derece ve üstünlük ise, ibâdet ve ihlâsına göre olacaktır. Gerçek üstünlük de budur.

Kâfirler, bu dünyâda Allah’ın nîmetlerinden istifâde etseler de, âhirette onlar için bir nasip olmadığı gibi, elim bir azap da vardır.


[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 17, s. 412.


﴿ لَا تَجْعَلْ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَ فَتَقْعُدَ مَذْمُومًا مَخْذُولًا۟ ﴿٢٢﴾ وَقَضٰى رَبُّكَ اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّٓا اِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَانًاۜ اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَٓا اَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَٓا اُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلًا كَر۪يمًا ﴿٢٣﴾ وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَان۪ي صَغ۪يرًاۜ ﴿٢٤﴾

22-24. Allah ile beraber başka ilah edinme! Aksi takdirde kınanmış ve rezil olmuş olursun.* Rabbin, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi, anne ve babaya güzel muâmelede bulunmanızı emretti. İkisinden biri yahut her ikisi, yanında yaşlanır ve düşkün duruma düşerse, onlardan sıkılıp ″Öf″ bile deme! Onları azarlama ve onlara güzel söz söyle.* Onlara merhamet ederek tevâzu kanadını indir ve de ki: ″Yâ Rabbi! Onlar beni küçükken nasıl şefkatle besledilerse, Sen de onlara merhamet eyle.″

İzah: Anne ve babaya iyi davranılması gerektiğine dair çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir.

جَاءَ رَجُلٌ إِلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَنْ أَحَقُّ النَّاسِ بِحُسْنِ صَحَابَتِي قَالَ أُمُّكَ قَالَ ثُمَّ مَنْ قَالَ ثُمَّ أُمُّكَ قَالَ ثُمَّ مَنْ قَالَ ثُمَّ أُمُّكَ قَالَ ثُمَّ مَنْ قَالَ ثُمَّ أَبُوكَ (خ عن ابى هريرة(

Bir adam, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi. ″Yâ Resûlallah! Benim güzel muâmele ve ülfet etmeme en lâyık olan insan kimdir?″ diye sordu. ″Annendir″ buyurdu. O adam: ″Sonra kimdir?″ diye sordu. ″Annendir″ buyurdu. O adam: ″Sonra kimdir?″ dedi. ″Yine annendir″ buyurdu. Adam tekrar: ″Sonra kimdir?″ deyince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bu sefer: ″Babandır″ buyurdu.[1]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

رَغِمَ أَنْفُ ثُمَّ رَغِمَ أَنْفُ ثُمَّ رَغِمَ أَنْفُ قِيلَ مَنْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ مَنْ أَدْرَكَ أَبَوَيْهِ عِنْدَ الْكِبَرِ أَحَدَهُمَا أَوْ كِلَيْهِمَا فَلَمْ يَدْخُلِ الْجَنَّةَ (م عن ابى هريرة(

″Burnu yere sürtülsün, sonra burnu yere sürtülsün, sonra burnu yere sürtülsün″ ″Yâ Resûlallah! Kimin?″ diye sorulunca, buyurdu ki: ″Anne ve babasına veya ikisinden birine yahut her ikisine ihtiyarlık sırasında erişip de Cennete giremeyen kimsenin.″[2]

İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ رَجُلًا أَتَى النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنِّي أَصَبْتُ ذَنْبًا عَظِيمًا فَهَلْ لِي مِنْ تَوْبَةٍ؟ قَالَ هَلْ لَكَ مِنْ أُمٍّ؟ قَالَ لَا قَالَ وَهَلْ لَكَ مِنْ خَالَةٍ؟ قَالَ نَعَمْ قَالَ فَبِرَّهَا (ت عن ابن عمر(

Bir adam, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve ″Yâ Resûlallah! Ben büyük bir günah işledim, buna tevbe imkânım var mı?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Annen var mı?″ diye sordu. Adam: ″Hayır, yok″ dedi. ″Teyzen de mi yok?″ dedi. Adam: ″Evet, teyzem var″ deyince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Öyle ise ona iyilikte bulun″ dedi.[3]

Teyze hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

الْخَالَةُ بِمَنْزِلَةِ الْأُمِّ (ت عن البراء بن عازب(

″Teyze, anne makamındadır.″[4]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ حَجَّ عَنْ اَحَدٍ اَبَوَيْهِ اجزا ذلك عنه وبُشِّرَ رُوحُه بِذَلِكَ فِى السَّمَاءِ وكُتِبَ عِنْدَ اللّٰهِ بارّا ولو كان عاقَا وَفِى رِوَايَةٍ: كُتِبَ لأبيه بحجٍّ وله بسَبعٍ (رزين عن زيد بن ارقم(

″Kim anne ve babasından birine bedel olarak haccederse, bu hacla onun borcunu ödemiş olur. Bu durum semâdaki ruhuna müjdelenir. Kişi, anne ve babasına karşı isyankâr bile olsa, bu yaptığı iyiliği sebebiyle Allah katında ebrarlardan yazılır.″ Bir diğer rivâyette de: ″Yaptığı hacdan dolayı babasına (veya annesine) bir hac, kendisine de yedi hac sevabı yazılır″ diye geçmektedir.[5]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

مَا مِنْ وَلَدٍ بَارٍّ يَنْظُرُ إِلَى وَالِدَيْهِ نَظْرَةَ رَحْمَةٍ إِلَّا كَتَبَ اللّٰهُ لَهُ بِكُلِّ نَظْرَةٍ حَجَّةً مَبْرُورَةً .قَالُوا: وَإِنْ نَظَرَ كُلَّ يَوْمٍ مِائَةَ مَرَّةٍ؟ قَالَ: نَعَمْ، اللّٰهُ أَكْبَرُ وَأَطْيَبُ (هب عن ابن عباس(

″İyi bir evlat, anne ve babasına merhametle nazar ettiği zaman, Allah ona böylesi her nazarı için kabul edilmiş bir hac sevabı yazar buyurmuştur.″ Ashâb: ″Günde yüz defa nazar etse bile aynı mıdır?″ diye sorunca: ″Evet, Allah daha büyüktür, daha yücedir″ karşılığını verdi.[6]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَتَى رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَجُلٌ وَمَعَهُ شَيْخٌ فَقَالَ لَهُ: يَا فُلَانُ مَنْ هَذَا مَعَكَ؟ قَالَ: أَبِي. قَالَ: فَلَا تَمْشِ أَمَامَهُ وَلَا تَجْلِسْ قَبْلَهُ وَلَا تَدْعُهُ بِاسْمِهِ وَلَا تَسْتَسِبَّ لَهُ (طس عن عائشة(

″Yanında yaşlı biri bulunan bir kişi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına geldi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ey Filan! Yanındaki kim?″ diye sorunca, bu kişi: ″Babamdır″ karşılığını verdi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Babanın önünde yürüme, ondan önce oturma, onu ismiyle çağırma ve ona kimseyi sövdürme″ buyurdu.[7]


[1] Sahih-i Buhârî, Edeb 2; Sahih-i Müslim, Birr 1.

[2] Sahih-i Müslim, Birr 3 (9).

[3] Sünen-i Tirmizî, Birr 6.

[4] Sünen-i Tirmizî, Birr 6; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 166.

[5] Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 8223. Bu rivâyeti Rezîn tahric etti. Bu rivâyet Heysemî’nin Mecmâ’uz-Zevâid’inde kaydedilmiştir.

[6] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 7611.

[7] Taberânî, Mu’cem’ul-Evsat, Hadis No: 4309; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 9, s. 260.


﴿ رَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَا ف۪ي نُفُوسِكُمْۜ اِنْ تَكُونُوا صَالِح۪ينَ فَاِنَّهُ كَانَ لِلْاَوَّاب۪ينَ غَفُورًا ﴿٢٥﴾

25. Rabbiniz, sizin nefislerinizde olanı en iyi bilendir. Eğer sâlih kimseler olursanız, şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, tevbe edip ibâdete yönelenleri bağışlar.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

وَإِذَا رَجَعَ قَالَهُنَّ وَزَادَ فِيهِنَّ آيِبُونَ تَائِبُونَ عَابِدُونَ لِرَبِّنَا حَامِدُونَ (م عن ابن عمر(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, seferden döndüğü zaman: ″Dönenleriz, tevbe edenleriz, ibâdette ihlaslı olanlarız ve Rabbimize hamdedenleriz″ diye buyururdu.[1]

Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Tevbe edip ibâdete yönelenler″ diye tercüme ettiğimiz ″Evvâbîn″ kelimesine âlimler: ″Allah’u Teâlâ’yı çok tesbih edenler, akşam ile yatsı arasında nâfile namaz kılanlar ve günahına tevbe edenler″ diye mânâlar vermişlerdir. Bu sebepledir ki, akşam namazından sonra ikişer ikişer altı rek’at kılınan bu namaz, sünnet olup ″Evvâbîn″ diye isimlendirilmiştir.

″Evvâbîn″ namazı hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ صَلَّى بَعْدَ الْمَغْرِبِ سِتَّ رَكَعَاتٍ لَمْ يَتَكَلَّمْ فِيمَا بَيْنَهُنَّ بِسُوءٍ عُدِلْنَ لَهُ بِعِبَادَةِ ثِنْتَيْ عَشْرَةَ سَنَةً (ه ت عن ابى هريرة(

″Her kim, akşam namazından sonra altı rek’at Evvâbîn Namazı kılar ve arasında dünyâ kelâmı konuşmazsa, bu onun için on iki senelik ibâdete denk tutulur.″[2]


[1] Sahih-i Müslim, Hac 75 (425).

[2] Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’us-Salât 113; Sünen-i Tirmizî, Salât 319.


﴿ وَاٰتِ ذَا الْقُرْبٰى حَقَّهُ وَالْمِسْك۪ينَ وَابْنَ السَّب۪يلِ وَلَا تُبَذِّرْ تَبْذ۪يرًا ﴿٢٦﴾ اِنَّ الْمُبَذِّر۪ينَ كَانُٓوا اِخْوَانَ الشَّيَاط۪ينِۜ وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِرَبِّه۪ كَفُورًا ﴿٢٧﴾

26-27. Akrabaya, miskinlere ve yolda kalmış gariplere hakkını ver. Ve (israf ederek) malını saçıp savurma.* Şüphesiz ki malını saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür.

İzah: Sûre-i İsrâ, Âyet 26 ile ilgili olarak Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَتَى رَجُلٌ مِنْ بَنِي تَمِيمٍ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنِّي ذُو مَالٍ كَثِيرٍ وَذُو أَهْلٍ وَوَلَدٍ وَحَاضِرَةٍ فَأَخْبِرْنِي كَيْفَ أُنْفِقُ وَكَيْفَ أَصْنَعُ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ تُخْرِجُ الزَّكَاةَ مِنْ مَالِكَ فَإِنَّهَا طُهْرَةٌ تُطَهِّرُكَ وَتَصِلُ أَقْرِبَاءَكَ وَتَعْرِفُ حَقَّ السَّائِلِ وَالْجَارِ وَالْمِسْكِينِ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَقْلِلْ لِي قَالَ فَآتِ ذَا الْقُرْبَى حَقَّهُ وَالْمِسْكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَلَا تُبَذِّرْ تَبْذِيرًا فَقَالَ حَسْبِي يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِذَا أَدَّيْتُ الزَّكَاةَ إِلَى رَسُولِكَ فَقَدْ بَرِئْتُ مِنْهَا إِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِهِ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ نَعَمْ إِذَا أَدَّيْتَهَا إِلَى رَسُولِي فَقَدْ بَرِئْتَ مِنْهَا فَلَكَ أَجْرُهَا وَإِثْمُهَا عَلَى مَنْ بَدَّلَهَا (حم عن انس بن مالك(

Temimoğullarından bir adam Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve ″Yâ Resûlallah! Ben, çok malı olan, çoluk çocuğu bulunan ve mülkü olan birisiyim. Bana, bunları nasıl harcayacağımı ve ne yapacağımı söyle″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona şöyle buyurdu: ″Eğer malın varsa zekâtını vereceksin. Zîrâ zekât, seni temizleyen bir temizleme vâsıtasıdır. Akrabana iyilikte bulunacaksın, isteyenin, komşunun ve yoksulun hakkını gözeteceksin.″ Adam: ″Yâ Resûlallah! Bunu benim için biraz azalt″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de bunun üzerine; ″Akrabaya, miskinlere ve yolda kalmış gariplere hakkını ver″[1] diye geçen âyeti okudu. Adam: ″Yâ Resûlallah! Zekâtı senin memuruna verirsem, Allah’a ve Resûlüne karşı onun sorumluluğundan kurtulabilir miyim?″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet, onu benim memuruma verirsen, onun sorumluluğundan kurtulmuş olursun. Senin için ondan dolayı sevap da vardır. Onu senden alan, onda herhangi bir değişiklik yapacak olursa, onun günahı ona aittir″ buyurdu.[2]

Yine israf hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كُلُوا وَاشْرَبُوا وَتَصَدَّقُوا وَالْبَسُوا فِي غَيْرِ مَخِيلَةٍ وَلَا سَرَفٍ إِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ أَنْ تُرَى نِعْمَتُهُ عَلَى عَبْدِهِ (حم ك هب عن عمرو بن شعيب عن أبيه عن جده)

″Yiyin, için, tasadduk edin ve giyinin. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, nîmetinin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever.″[3]


[1] Sûre-i İsrâ, Âyet 26.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11945.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 6421; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 7295; Beyhakî, Şuab’ul Îman, Hadis No: 4395; Ayrıca bakınız: Sahih-i Buhârî, Libas 1.


﴿ وَاِمَّا تُعْرِضَنَّ عَنْهُمُ ابْتِغَٓاءَ رَحْمَةٍ مِنْ رَبِّكَ تَرْجُوهَا فَقُلْ لَهُمْ قَوْلًا مَيْسُورًا ﴿٢٨﴾

28. Eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti (rızkı) bekleyerek (verecek bir şey olmaması sebebiyle) onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan, onlara tatlı ve yumuşak söz söyle.

İzah: Rivâyet edildiğine göre, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kendisinden bir şey istendiğinde, eğer verecek bir şey bulun­muyor ise, Allah’u Teâlâ’dan bir rızık gelir beklentisiyle susardı, çünkü boş çevirmekten hoşlanmazdı. Bunun üzerine bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuştur.

Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzulünden sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onlara verecek bir şey bulamazsa, onları güzel sözlerle savardı:

يَرْزُقُنَا اللّٰهُ وَاِيَّاكُمْ مِنْ فَضْلِهِ (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن(

″Allah’u Teâlâ, bizi de sizi de lütfundan rızıklandırsın″[1] diye duâ ederdi.


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 10, s. 249.


﴿ وَلَا تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً اِلٰى عُنُقِكَ وَلَا تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُومًا مَحْسُورًا ﴿٢٩﴾

29. Sakın eli boynuna bağlanmış gibi cimri olma. İsrafa dalarak da elini tamamen açma. Sonra kınanmış ve pişman bir vaziyette kalmış olursun.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, cimrilik yaparak hiçbir harcama yapmamayı menetmekte, israfa dalarak savurgan olmayı yasaklamakta ve itidalli davranmayı beyan etmektedir. Fakat bir kimse Allah yoluna dilediği kadar harcama yapabilir. Nitekim Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem eline ne geçerse, ertesi güne saklamaz, Allah için dağıtır, infak ederdi. Hz. Ebû Bekir’in yaptığı gibi Ashâb-ı Kirâm’dan çok kimse Allah yolunda mallarını infak ederdi. Ancak bu zâtlar, kendisi ve ehli için harcama yaparlarken de itidalli olurlardı.

Cömert ve cimri hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا مِنْ يَوْمٍ يُصْبِحُ الْعِبَادُ فِيهِ إِلَّا مَلَكَانِ يَنْزِلَانِ فَيَقُولُ أَحَدُهُمَا اللّٰهُمَّ أَعْطِ مُنْفِقًا خَلَفًا وَيَقُولُ الْآخَرُ اللّٰهُمَّ أَعْطِ مُمْسِكًا تَلَفًا (خ م عن ابى هريرة(

″Her gün kullar sabahleyin kalktığında, mutlaka beraberlerinde gökten iki melek iner. Bunlardan biri: ″Allah’ım! İnfak edenin malını artır″ der. Diğeri de: ″Allah’ım! Cimrilik edenin malını yok et″ der.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Zekât 27; Sahih-i Müslim, Zekât 18 (57).


﴿ اِنَّ رَبَّكَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَقْدِرُۜ اِنَّهُ كَانَ بِعِبَادِه۪ خَب۪يرًا بَص۪يرًا۟ ﴿٣٠﴾

30. Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine genişletir ve dilediğine daraltır. Muhakkak ki O, kullarından haberdardır ve her şeyi görendir.

İzah: İbn-i Kesir, bu Âyet-i Kerîme’yi izah ederken şu Hadis-i Kudsî’yi nakletmiştir:

إِنَّ مِنْ عِبَادِي لَمَنْ لَا يُصْلِحهُ إِلَّا الْفَقْر وَلَوْ أَغْنَيْته لَأَفْسَدْت عَلَيْهِ دِينه وَإِنَّ مِنْ عِبَادِي لَمَنْ لَا يُصْلِحهُ إِلَّا الْغِنَى وَلَوْ أَفْقَرْته لَأَفْسَدْت عَلَيْهِ دِينه (ابن كثير، التفسير القران العظيم(

″Kullarımdan bâzıları da vardır ki, yalnızca fakirliğe elverişlidirler. Onları zenginleştirmiş olsam, dinlerine karşı fesâda dalarlardı. Kullarımdan bâzıları da vardır ki, ancak zenginliğe elverişlidirler. Onları fakirleştirmiş olsam, dinlerinde fesâda dalarlardı.″[1]


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 71.


﴿ وَلَا تَقْتُلُٓوا اَوْلَادَكُمْ خَشْيَةَ اِمْلَاقٍۜ نَحْنُ نَرْزُقُهُمْ وَاِيَّاكُمْۜ اِنَّ قَتْلَهُمْ كَانَ خِطْـًٔا كَب۪يرًا ﴿٣١﴾

31. Fakirlikten korkarak evlatlarınızı öldürmeyin. Çünkü onları da, sizi de Biz rızıklandırırız. Şüphesiz ki, onları öldürmek büyük günahtır.

İzah: Câhiliye döneminde bâzı insanlar, çocuklarını geçim korkusu ile öldürüyorlardı. Bu âyette, bu çirkin hâdise yasaklanmış ve çocuklarını da kendilerini de rızıklandıranın Allah’u Teâlâ olduğu bildirilmiştir.

Bu Âyet-i Kerîme’den şu mânâ da açıkça ortaya çıkmaktadır ki, çocuk ana rahmine düştükten sonra, masraf olur, fakir düşeriz yahut hasta ve özürlü olacak düşüncesiyle veya başka sebeplerle, o canlıyı aldırarak hayatına son vermek çok büyük günahtır ve açık bir cinâyettir.

Nakledilen bir Hadis-i Şerif’te Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu şöyle anlatmaktadır:

سَأَلْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَيُّ الذَّنْبِ أَعْظَمُ عِنْدَ اللّٰهِ قَالَ أَنْ تَجْعَلَ لِلَّهِ نِدًّا وَهُوَ خَلَقَكَ قَالَ قُلْتُ لَهُ إِنَّ ذَلِكَ لَعَظِيمٌ قَالَ قُلْتُ ثُمَّ أَيٌّ قَالَ ثُمَّ أَنْ تَقْتُلَ وَلَدَكَ مَخَافَةَ أَنْ يَطْعَمَ مَعَكَ قَالَ قُلْتُ ثُمَّ أَيٌّ قَالَ ثُمَّ أَنْ تُزَانِيَ حَلِيلَةَ جَارِكَ (م عن عبد اللّٰه(

″Yâ Resûlallah! Allah katında hangi günah daha büyüktür?″ diye sordum. ″Seni yarattığı halde Allah’a ortak koşmandır″ buyurdu. ″Ondan sonra hangisidir?″ dedim. ″Seninle birlikte yemek yiyeceğinden korkarak çocuğunu öldürmendir″ buyurdu. ″Ondan sonra hangisidir?″ dedim. ″Komşunun hanımıyla zinâ etmendir″ buyurdu.[1]

Fakat çocuk olmaması için yapılan azl ile korunmanın sakıncası yoktur. Bu hususta Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ رَجُلًا قَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنَّ لِي جَارِيَةً وَأَنَا أَعْزِلُ عَنْهَا وَأَنَا أَكْرَهُ أَنْ تَحْمِلَ وَأَنَا أُرِيدُ مَا يُرِيدُ الرِّجَالُ وَإِنَّ الْيَهُودَ تُحَدِّثُ أَنَّ الْعَزْلَ مَوْءُودَةُ الصُّغْرَى قَالَ كَذَبَتْ يَهُودُ لَوْ أَرَادَ اللّٰهُ أَنْ يَخْلُقَهُ مَا اسْتَطَعْتَ أَنْ تَصْرِفَهُ (د عن ابى سعيد الخدرى(

Bir adam: ″Yâ Resûlallah! Benim bir câriyem var. Onun hâmile kalmasını istemediğim için azl yapıyorum. Ben böyle yapmakla erkeklerin kadınlardan istedikleri şeyi istiyorum. Yahudiler de dışarı akıtılan meni hakkında: İşte küçük çocuğu diri diri toprağa gömmenin küçüğü budur, diyorlar″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Yahudiler, yalan söylemişler. Eğer Allah onu yaratmak istese, ona sen engel olamazdın.″[2]

Câbir Radiyallâhu anhu da şöyle demiştir:

كُنَّا نَعْزِلُ وَالْقُرْآنُ يَنْزِلُ (ت عن جابر بن عبد اللّٰه(

″Biz, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında Kur’ân inerken azl yapıyorduk.″[3] Yani eğer ondan bir şey yasak edilecek olsa idi, bizi, Kur’ân bundan nehyederdi, demektir.


[1] Sahih-i Müslim, Îman, 38 (141).

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Nikah 47.

[3] Sünen-i Tirmizî, Nikah 38.


﴿ وَلَا تَقْرَبُوا الزِّنٰٓى اِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةًۜ وَسَٓاءَ سَب۪يلًا ﴿٣٢﴾

32. Zinâya yaklaşmayın! Şüphesiz ki o, çok çirkin ve fenâlığı açık olan kötü bir fiildir.

İzah: Zinâ hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِنَّ السَّمَوَاتِ السَّبْعِ وَالْاَرْضِينَ السَّبَعِ وَالْجِبَالِ لَتَلْعَنُ الشَّيْخَ الزَّانِي وَاِنَّ فُرُوجَ الزِّنَاةِ لَيُؤْذِي أَهْلِ النَّارِ نَتَنُ رَيحِهَا الزناة (البزار عن بريدة(

″Yedi kat gökler, yedi kat yerler ve dağlar zinâkar adama lânet ederler. Zinâkarların edep yerlerinin kokusu, Cehennem ehlini rahatsız edecektir.″[1]

Ebû Umâme Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

إِنَّ فَتًى شَابًّا أَتَى النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ ائْذَنْ لِي بِالزِّنَا فَأَقْبَلَ الْقَوْمُ عَلَيْهِ فَزَجَرُوهُ قَالُوا مَهْ مَهْ فَقَالَ ادْنُهْ فَدَنَا مِنْهُ قَرِيبًا قَالَ فَجَلَسَ قَالَ أَتُحِبُّهُ لِأُمِّكَ قَالَ لَا وَاللّٰهِ جَعَلَنِي اللّٰهُ فِدَاءَكَ قَالَ وَلَا النَّاسُ يُحِبُّونَهُ لِأُمَّهَاتِهِمْ ... (حم عن ابى امامة(

Genç bir delikanlı Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in meclisine gelerek: ″Yâ Resûlallah! Zinâ etmem için bana izin ver″ dedi. Bunun üzerine orada bulunanlar: ″Sus, sus!″ diye onu engellemeye çalıştılarsa da, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bırakın yanıma gelsin″ dedi. Gencin yanına gelmesi üzerine ona:

- Annenin zinâ etmesi senin hoşuna gider mi? buyurdu. Genç: ″Hayır! Allah’a yemin olsun ki, hoşuma gitmez. Yâ Resûlallah! Allah beni sana fedâ kılsın″ karşılığını verdi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Diğer insanlar da annelerinin zinâ etmelerinden hoşlanmazlar″ dedi.

- Peki, kendi kızının zinâ etmesi senin hoşuna gider mi? buyurdu. Genç: ″Hayır! Allah’a yemin olsun ki hoşuma gitmez. Yâ Resûlallah! Allah beni sana fedâ kılsın″ cevabını verdi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Diğer insanlar da kızlarının zinâ etmelerinden hoşlanmazlar″ dedi.

- Peki, kız kardeşinin zinâ etmesi senin hoşuna gider mi? dedi. Genç: ″Hayır, Yâ Resûlallah! Canım sana fedâ olsun, Tabi ki bunu da istemem″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Diğer insanlar da kız kardeşlerinin zinâ etmesini istemezler″ dedi.

- Peki, halanın zinâ etmesi senin hoşuna gider mi? buyurması üzerine de, genç: ″Canım sana fedâ olsun Yâ Resûlallah! Bunu da istemem″ cevabını verdi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Diğer insanlar da senin gibi, halalarının zinâ etmelerini istemez″ dedi.

- Peki, teyzenin zinâ etmesi senin hoşuna gider mi? buyurması üzerine, yine genç: ″Canım sana fedâ olsun Yâ Resûlallah! Bunu da istemem″ cevabını verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Diğer insanlar da senin gibi, teyzelerinin zinâ etmelerini istemez″ dedikten sonra mübârek elini o gencin omuzuna koyarak:

- Rabbim! Bu kulunun günahlarını bağışla, kalbini her türlü kötülükten arındır, Onu zinâdan koru! diye duâ etti. Ebû Ümâme Radiyallâhu anhu der ki: ″Bundan sonra hiç kimse bu gencin kadınlara dönüp baktığını görmedi.″[2]

Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الإِيمَانَ سِرْبَالٌ يُسَرْبِلُهُ اللّٰهُ مَنْ يَشَاءُ فَإِذَا زَنَى الْعَبْدُ نُزِعَ مِنْهُ سِرْبَالُ الإِيمَانُ فَإِنْ تَابَ رُدَّ عَلَيْهِ (هب عن أبي هريرة(

″Îman elbisedir. Allah’u Teâlâ onu dilediğine giydirir. Bir kul zinâ ettiği zaman îman elbisesi ondan çıkar. Eğer tevbe ederse, ona geri döner.″[3]

Ayrıca bu Âyet-i Kerîme’de: ″Zinâya yaklaşmayın!″ diye buyrulduğundan, kişiyi zinâya götüren yollar da haram kılınmıştır.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لأَنْ يُطْعَنَ فِي رَأْسِ أَحَدِكُمْ بِمِخْيَطٍ مِنْ حَدِيدٍ خَيْرٌ لَهُ مِنْ أَنْ يَمَسَّ امْرَأَةً لا تَحِلُّ لَهُ (طب هب عن معقل بن يسار(

″Sizden birisinin eli, kendisine helâl olmayan bir kadının eline değmesindense, onun başına demirden bir milin sokulması onun için daha hayırlıdır.″[4]


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 100/11; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 13005.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21185.

[3] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 5133.

[4] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No. 16880.


﴿ وَلَا تَقْتُلُوا النَّفْسَ الَّت۪ي حَرَّمَ اللّٰهُ اِلَّا بِالْحَقِّۜ وَمَنْ قُتِلَ مَظْلُومًا فَقَدْ جَعَلْنَا لِوَلِيِّه۪ سُلْطَانًا فَلَا يُسْرِفْ فِي الْقَتْلِۜ اِنَّهُ كَانَ مَنْصُورًا ﴿٣٣﴾

33. Haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. Her kim haksız yere öldürülürse, Biz onun velîsine kâtili cezâlandırma hakkını verdik. Artık maktulün velîsi de öldürmede haddi aşmasın. Çünkü kendisine yeterince yardımcı olunmuştur.

İzah: Bu âyetle, kısâs yoluyla veya savaş durumunda öldürül-melerine izin verilenler hâriç, haksız yere bir kimseyi öldürmek haram kılınmıştır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا يَحِلُّ دَمُ امْرِئٍ مُسْلِمٍ إِلَّا بِإِحْدَى ثَلَاثِ خِصَالٍ: زَانٍ مِحْصَنٌ يُرْجَمُ أَوْ رَجُلٌ قَتَلَ مُتَعَمِّدًا فَيُقْتَلُ أَوْ رَجُلٌ خَرَجَ مِنَ الْإِسْلَامِ فَحَارَبَ فَيُقْتَلُ أَوْ يُصْلَبُ أَوْ يُنْفَى مِنَ الأَرْضِ (د ن والنحاس والبيهقى عن عائشة)

″Müslüman kişinin kanı, şu üç şeyden biri olmaması durumunda helâl değildir. Evli olup da zinâ eden kişi recmedilir. Kasten öldüren kişi (kısasla) öldürülür ve İslâm’dan çıkıp Müslümanlara karşı savaşan kişi ya öldürülür, ya asılır ya da İslâm topraklarından sürgün edilir.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

قَتْلُ الْمُؤْمِنِ أَعْظَمُ عِنْدَ اللّٰهِ مِنْ زَوَالِ الدُّنْيَا (ن عن عبد اللّٰه بن عمرو)

″Bir Mü’mini (haksız yere) öldürmek, Allah katında dünyânın yıkılmasından daha büyük günahtır.″[2]

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Her kim haksız yere öldürülürse, Biz onun velîsine kâtili cezâlandırma hakkını verdik″ diye buyrulmaktadır ki, öldürülenin vârisinin, kâtil hakkında kısâs istemesi veya onu bağışlaması yahut da kısâsı diyete çevirmesidir.

Bu husus Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle geçmektedir:

لَمَّا فَتَحَ اللّٰهُ عَلَى رَسُولِهِ مَكَّةَ قَامَ فِي النَّاسِ فَحَمِدَ اللّٰهَ وَأَثْنَى عَلَيْهِ ثُمَّ قَالَ وَمَنْ قُتِلَ لَهُ قَتِيلٌ فَهُوَ بِخَيْرِ النَّظَرَيْنِ إِمَّا أَنْ يَعْفُوَ وَإِمَّا أَنْ يَقْتُلَ (ت عن ابى هريرة(

Allah’u Teâlâ Resûlüne Mekke’nin fethini nasip edince, Peygamber Efendimiz ayağa kalktı ve Allah’a hamd edip O’nu övdükten sonra şöyle buyurdu: ″Kimin bir akrabası öldürülmüş ise o kimse, iki görüşten birini seçmek durumundadır. Ya affedecek, ya da kısâs yapılmasını isteyecektir.″[3]

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Artık maktulün velîsi de öldürmede haddi aşmasın″ diye buyrulmaktadır. Bu sebeple kısas, ancak kâtile uygulanır. Kâtil yerine onun yakınlarından birini öldürmek câiz değildir. Bir maktulün yerine, katil ile beraber başkasını da öldürmek de câiz değildir. Bunlar haddi aşmaktır; adâlete, eşitliğe aykırıdır.

Kısâs ve diyet hakkında Sûre-i Nisâ, Âyet 92-93 ve izahına bakınız.


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 5, s. 262; Sünen-i Nesâî, Tahrim’ud-Dem 12; Sünen-i Ebû Dâvud, Hudûd 1.

[2] Sünen-i Nesâî, Tahrim’üd-Dem 1.

[3] Sünen-i Tirmizî, Diyet 13. Ayrıca bakınız: Sahih-i Buhârî, Diyet 7; Sünen-i İbn-i Mâce, Diyet 3.


﴿ وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَت۪يمِ اِلَّا بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُ حَتّٰى يَبْلُغَ اَشُدَّهُۖ وَاَوْفُوا بِالْعَهْدِۚ اِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُ۫لًا ﴿٣٤﴾

34. Yetimin malına yaklaşmayın. Ancak onlar bâliğ olup rüşde erişinceye kadar en güzel bir sûretle yaklaşırsanız başka. Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen sözde mesûliyet vardır.

İzah: Yetim malına karşı nasıl davranılması gerektiğine dair çok sayıda Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif vardır.

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

لَمَّا أَنْزَلَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ {وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَتِيمِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ} وَ {إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْمًا} الْآيَةَ انْطَلَقَ مَنْ كَانَ عِنْدَهُ يَتِيمٌ فَعَزَلَ طَعَامَهُ مِنْ طَعَامِهِ وَشَرَابَهُ مِنْ شَرَابِهِ فَجَعَلَ يَفْضُلُ مِنْ طَعَامِهِ فَيُحْبَسُ لَهُ حَتَّى يَأْكُلَهُ أَوْ يَفْسُدَ فَاشْتَدَّ ذَلِكَ عَلَيْهِمْ فَذَكَرُوا ذَلِكَ لِرَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ {وَيَسْأَلُونَكَ عَنْ الْيَتَامَى قُلْ إِصْلَاحٌ لَهُمْ خَيْرٌ وَإِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ} فَخَلَطُوا طَعَامَهُمْ بِطَعَامِهِ وَشَرَابَهُمْ بِشَرَابِهِ (د ن عن ابن عباس)

″Yetimin malına yaklaşmayın. Ancak onlar bâliğ olup rüşde erişinceye kadar en güzel bir sûretle yaklaşırsanız başka…″[1] ve ″Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş doldururlar ve onlar yakında şiddetli bir ateşe atılacaklardır[2] diye geçen âyetler nâzil olunca, yanında yetim bulunan kişi, yemeğini onun yemeğinden, içeceğini de onun içeceğinden ayırmaya başladı. Yetimin yemeğinden bir şey arttığı zaman da, yetim onu yiyene veya bozulana kadar saklamaya başladı. Ancak bu durum yetimlere ağır geldi ve bunu Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e söylediler. Bu hâdise üzerine Allah’u Teâlâ: ″Ey Resûlüm! Sana yetimlerden sorarlar. De ki: ″Onları ve mallarını ıslah için müdahaleniz, uzak durmanızdan daha hayırlıdır…″[3] diye devam eden âyeti indirdi. Bu âyet indikten sonra da, artık yanında yetim bulunanlar onlarla beraber yemeye ve içmeye başladılar.″[4]

Yine bu hususta Sûre-i Nisâ, Âyet 6’da Cenâb-ı Hakk Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Yetimleri, evlilik çağına erinceye kadar deneyin. Eğer kendi-lerinde rüşd görürseniz, hemen mallarını kendilerine teslim edin…″

Hanefi Mezhebi’ne göre rüşd, kişinin mâli işlerde tasarruf edebilecek güce erişecek olgunluğa gelmesi demektir.

Bu konuda Amr b. Şuayb Radiyallâhu anhu, babasından o da dedesinden şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

أَنَّ رَجُلًا أَتَى النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ إِنِّي فَقِيرٌ لَيْسَ لِي شَيْءٌ وَلِي يَتِيمٌ قَالَ كُلْ مِنْ مَالِ يَتِيمِكَ غَيْرَ مُسْرِفٍ وَلَا مُبَاذِرٍ وَلَا مُتَأَثِّلٍ (د ن عن عمرو بن شعبب عن ابيه عن جده)

Adamın biri Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve dedi ki: ″Ben fakir biriyim ve hiçbir şeyim yok. Ancak malı olan bir yetimim var, onun malından yiyebilir miyim?″ Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″İsraf etmeden, saçıp savurmadan ve onun malını üzerine geçirmeden yiyebilirsin″ buyurdu.[5]

Yine Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ: ″Verdiğiniz sözü de yerine getirin″ diye buyurmuştur. Verilen sözden maksat, her türlü vaaddir. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, verilen sözden dönmeyi, münâfıklığın üç alâmetinden biri olarak saymış ve şöyle buyurmuştur.

آيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلَاثَةٌ اِذَا نَطَقَ كَذَبَ اِذَا وَعَدَ اَخْلَفَ وَ اِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ (خ م عن ابى هريرة)

″Münâfıkların alâmeti üçtür: Konuşur yalan söyler. Vaad eder, vaadinde durmaz. Emânet verirsin, hıyânet eder.″[6]


[1] Sûre-i En’am, Âyet 152.

[2] Sûre-i Nisâ, Âyet 10.

[3] Sûre-i Bakara âyet 220.

[4] Sünen-i Nesâî, Vesâye 11; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6809.

[5] Sünen-i Nesâî, Vesâye 11; Sünen-i Ebû Dâvud, Vesâye 8; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 5072.

[6] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 31; Sahih-i Müslim, Îman 25 (107).


﴿ وَاَوْفُوا الْكَيْلَ اِذَا كِلْتُمْ وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَق۪يمِۜ ذٰلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَأْو۪يلًا ﴿٣٥﴾

35. Bir şeyi ölçtüğünüz vakit tam ölçün ve tartılacak şeyleri de doğru teraziyle tartın. Bu, sizin için daha hayırlı ve netice itibariyle daha güzeldir.

İzah: Allah’u Teâlâ, ölçü ve tartılarını eksik yapanları uyarmış ve onlar hakkında Sûre-i Mutaffifîn, Âyet 1-6’da da şöyle buyurmuştur:

Alışverişlerinde hile yapanların vay hâline!* Onlar ki, insanlardan aldıkları zaman ölçüyü tam yaparlar.* Fakat insanlara vermek için ölçtükleri veya tarttıkları zaman ise eksiltirler.* Onlar, diriltileceklerini zannetmiyorlar mı;* bir büyük gün için?* O gün insanların, âlemlerin Rabbinin hükmü için kabirlerinden kalkacakları gündür.″

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَلَمْ يَنْقُصُوا الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ إِلَّا أُخِذُوا بِالسِّنِينَ وَشِدَّةِ الْمَئُونَةِ وَجَوْرِ السُّلْطَانِ عَلَيْهِمْ (ه عن ابن عمر)

″Bir kavim eksik ölçüp tarttıkları takdirde mutlaka kıtlık, geçim zorluğu ve yöneticilerin onlara zul­mü musîbeti ile karşı karşıya bırakılırlar.″[1]

Yine bu hususta Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَرَّ عَلَى صُبْرَةٍ مِنْ طَعَامٍ فَأَدْخَلَ يَدَهُ فِيهَا فَنَالَتْ أَصَابِعُهُ بَلَلًا فَقَالَ يَا صَاحِبَ الطَّعَامِ مَا هَذَا؟ قَالَ أَصَابَتْهُ السَّمَاءُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ أَفَلَا جَعَلْتَهُ فَوْقَ الطَّعَامِ حَتَّى يَرَاهُ النَّاسُ ثُمَّ قَالَ: مَنْ غَشَّ فَلَيْسَ مِنَّا (ت عن ابى هريرة(

Rasûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir buğday yığınına uğradı elini yığına daldırınca eline ıslaklık geldi. Bunun üzerine:″Ey bu yığının sahibi! Nedir bu durum?″diye sordu. Adam:″Yâ Resûlallah! Ona yağmur isabet etti″ dedi. Rasûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″O ıslak kısmı insanlar görsün diye buğday yığınının üstüne koysaydın ya!″ Sonra şöyle devam etti:″Bizi aldatan bizden değildir.″[2]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا يَقْدِرُ رَجُلٌ عَلَى حَرَامٍ ثُمَّ يَدَعُهُ، لَيْسَ بِهِ إِلَّا مَخافَةُ اللّٰهِ، إِلَّا أَبْدَلَهُ اللّٰهِ فِي عاجِلِ الدُّنْيَا قَبْلَ الْآخِرَةِ مَا هُوَ خَيْرٌ لَهُ مِنْ ذلكَ (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن قتادة(

″Kişinin haram işlemeye gücü yettiği halde içindeki Allah korkusundan dolayı o günahı işlemezse, Allah’u Teâlâ mutlaka âhiretten önce dünyâda iken süratle o terk etmiş olduğu şeyden daha hayırlısını verir.″[3]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 22.

[2] Sünen-i Tirmizî, Buyû 74.

[3] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 17, s. 446.


﴿ وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌۜ اِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ اُو۬لٰٓئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُ۫لًا ﴿٣٦﴾

36. Hakkında bilmediğin bir şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların her birinin fiilinden sahibi mesuldür.

İzah: Bir durum hakkında kesin bir bilgiye sahip değilseniz, zanla hareket etmeyin, demektir. Allah’u Teâlâ Sûre-i Necm, Âyet 28’de de: ″… Halbuki zan, hiçbir hakikat ifade etmez″ diye buyurmuştur.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

إِيَّاكُمْ وَالظَّنَّ فَإِنَّ الظَّنَّ أَكْذَبُ الْحَدِيثِ وَلَا تَحَسَّسُوا وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا تَنَافَسُوا وَلَا تَحَاسَدُوا وَلَا تَبَاغَضُوا وَلَا تَدَابَرُوا وَكُونُوا عِبَادَ اللّٰهِ إِخْوَانًا كَمَا أَمَرَكُمْ الْمُسْلِمُ أَخُو الْمُسْلِمِ لَا يَظْلِمُهُ وَلَا يَخْذُلُهُ وَلَا يَحْقِرُهُ التَّقْوَى هَاهُنَا التَّقْوَى هَاهُنَا وَيُشِيرُ إِلَى صَدْرِهِ بِحَسْبِ امْرِئٍ مِنَ الشَّرِّ أَنْ يَحْقِرَ أَخَاهُ الْمُسْلِمَ كُلُّ الْمُسْلِمِ عَلَى الْمُسْلِمِ حَرَامٌ دَمُهُ وَعِرْضُهُ وَمَالُهُ إِنَّ اللّٰهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى أَجْسَادِكُمْ وَلَا إِلَى صُوَرِكُمْ وَاَعْمَالِكُمْ وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ (خ م عن ابى هريرة(

″Zandan sakının. Çünkü zan, sözlerin en yalan olanıdır. Başkaları hakkında zanla konuşanı dinlemeyin, ayıplarını araştırmayın, birbirinize karşı övünüp kibirlenmeyin, birbirinizi kıskanmayın, kin tutmayın, yüz çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Allah’ın size emrettiği gibi kardeş olun. Müslüman, Müslümanın kardeşidir; ona haksızlık etmez, onu yardımsız bırakmaz, küçük görmez.″ Resûlü Ekrem göğsüne işâret ederek buyurdu ki: ″Takvâ buradadır, takvâ buradadır! Kişinin, Müslüman kardeşini hor görmesi şer olarak ona yeter. Müslümanın Müslüman üzerine kanı, ırzı ve malı haramdır. Şüphesiz Allah, sizin cesetlerinize, sûretlerinize ve amellerinize bakmaz. Lâkin kalplerinize bakar.″[1]

Allah’u Teâlâ Sûre-i Hucurât, Âyet 6’da şöyle buyurmaktadır:

″Ey îman edenler! Eğer size bir fâsık, bir haber getirirse, onu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir kavme eziyet edersiniz de, sonra yaptığınıza pişman olursunuz.″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle de buyurmuştur:

كَفَى بِالْمَرْءِ كَذِبًا أَنْ يُحَدِّثَ بِكُلِّ مَا سَمِعَ (م عن ابى هريرة(

″Her işittiğini söylemek, insana yalan olarak yeter.″[2]


[1] Sahih-i Buhârî, Edeb 63, Nikâh 45; Sahih-i Müslim, Birr 10 (32-33 Riyâz’üs-Sâlihîn, Hadis No: 1601.

[2] Sahih-i Müslim, Mukaddime 3 (5 Riyâz’üs-Sâlihîn, Hadis No: 1577.


﴿ وَلَا تَمْشِ فِي الْاَرْضِ مَرَحًاۚ اِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْاَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولًا ﴿٣٧﴾

37. Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme. Şüphesiz ki, sen ne bastıkça yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara yetişebilirsin.

İzah: Kibir hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مَنْ كَانَ فِي قَلْبِهِ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ مِنْ كِبْرٍ قَالَ رَجُلٌ إِنَّ الرَّجُلَ يُحِبُّ أَنْ يَكُونَ ثَوْبُهُ حَسَنًا وَنَعْلُهُ حَسَنَةً قَالَ إِنَّ اللّٰهَ جَمِيلٌ يُحِبُّ الْجَمَالَ الْكِبْرُ بَطَرُ الْحَقِّ وَغَمْطُ النَّاسِ (م عن ابن مسعود)

″Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kim­se Cennete giremez.″ Orada bulunan adamın biri: ″Fakat kişi, elbisesinin ve ayakkabılarının güzel olması­nı ister″ deyince, buyurdu ki: ″Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir, Hakk’a karşı gururlanmak ve insanlara üstten bakmaktır.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

إِنَّ مِنَ الْغَيْرَةِ مَا يُحِبُّ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ وَمِنْهَا مَا يَبْغُضُ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ وَمِنَ الْخُيَلَاءِ مَا يُحِبُّ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ وَمِنْهَا مَا يَبْغُضُ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ فَأَمَّا الْغَيْرَةُ الَّتِي يُحِبُّ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ فَالْغَيْرَةُ فِي الرِّيبَةِ وَأَمَّا الْغَيْرَةُ الَّتِي يَبْغُضُ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ فَالْغَيْرَةُ فِي غَيْرِ رِيبَةٍ وَالِاخْتِيَالُ الَّذِي يُحِبُّ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ اخْتِيَالُ الرَّجُلِ بِنَفْسِهِ عِنْدَ الْقِتَالِ وَعِنْدَ الصَّدَقَةِ وَالِاخْتِيَالُ الَّذِي يَبْغُضُ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ الْخُيَلَاءُ فِي الْبَاطِلِ (د ن عن جابر(

″Aziz ve Celil olan Allah’ın sevdiği ve buğzettiği kıskançlıklar olduğu gibi, sevdiği ve buğzettiği kibirlilikler de vardır. Allah’ın sevdiği kıskançlık, yerinde duyulan kıskançlıktır. Allah’ın buğzettiği kıskançlık ise, yersiz duyulan kıskançlıktır. Allah’ın sevdiği kibir, kişinin savaş esnasında kendi güç ve kuvveti sebebiyle duyduğu ve hiçbir etki altında kalmadan sadakayı verirken memnuniyet duyduğu kibirdir. Allah’ın buğzettiği kibir ise, bâtıl yolda duyulan kibirdir.″[2]


[1] Sahih-i Müslim, Îman 39 (147).

[2] Sünen-i Ebû Dâvûd, Cihat 104; Sünen-i Nesâî, Zekât 66.


﴿ كُلُّ ذٰلِكَ كَانَ سَيِّئُهُ عِنْدَ رَبِّكَ مَكْرُوهًا ﴿٣٨﴾

38. Ey Resûlüm! Bu nehyedilenlerin hepsi, Rabbinin katında kötü ve sevimsizdir.

İzah: İşte bundan evvelki âyetlerde yasaklanan cimrilik, geçim korkusuyla kendi çocuklarını öldürme, zinâ yapma, haksız yere bir Müslümanı öldürme, yetim malı yeme, bilmediği şeyi zanla söyleme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme gibi kötülükler Allah katında sevilmeyen şeylerdir.


﴿ ذٰلِكَ مِمَّٓا اَوْحٰٓى اِلَيْكَ رَبُّكَ مِنَ الْحِكْمَةِۜ وَلَا تَجْعَلْ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَ فَتُلْقٰى ف۪ي جَهَنَّمَ مَلُومًا مَدْحُورًا ﴿٣٩﴾

39. Ey Habîbim! İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetler-dendir. Allah ile beraber başka ilah edinme! Aksi halde kınanmış ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş olarak Cehenneme atılırsın.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, her ne kadar Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e hitap etmekte ise de, asıl kastedilen ümmettir. Zîrâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu çeşit günahları işlemeyeceği şüphesizdir.

Kur’ân’da bu şekilde hitaplar çoktur. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ümmetinin Efendisi ve onlarla Rableri arasında bir elçi olduğundan, Arapların âdeti üzere ümmetini kastetmek için bu hususta Allah’u Teâlâ, Habîbini söz konusu etmiştir.

Böylece Allah’u Teâlâ, bizlere bildirdiği bu emir ve yasakların başlangıcında sâdece kendisine ibâdet edilmesini emretmiş ve sonunda da kendisine ortak koşulmasını yasaklamıştır.


﴿ اَفَاَصْفٰيكُمْ رَبُّكُمْ بِالْبَن۪ينَ وَاتَّخَذَ مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ اِنَاثًاۜ اِنَّكُمْ لَتَقُولُونَ قَوْلًا عَظ۪يمًا۟ ﴿٤٠﴾

40. Ey kâfirler! Rabbiniz, sizin için oğullar seçti de kendisi için meleklerden kızlar mı edindi? Muhakkak ki siz, çok ağır bir söz söylüyorsunuz.

İzah: Müşrikler; ″Melekler, Allah’ın kızlarıdır″ diye iftirada bulunmuş, kendi kızları doğunca da onları diri diri toprağa gömdükleri olmuştur. Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, müşriklere hitap ederek, kendileri için sevmedikleri şeyleri Allah’a nasıl isnada kalkıştıklarını beyan edip, çelişkilerini ortaya koymuştur.

Yine bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Nahl, Âyet 57-59’da da şöyle buyurmuştur:

″Onlar, Allah’a kızlar isnat ederler. Hâşâ! O, bundan uzaktır. Kendilerine ise sevdiklerini (erkek çocuklarını) isnat ederler.* Halbuki onlardan biri, kız çocuğu ile müjdelendiği zaman, içi öfkeyle dolar ve yüzü kapkara kesilir.* Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı utanarak kavminden gizlenir. O çocuğu aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa diri diri toprağa mı gömsün? diye düşünür. Dikkat edin! Verdikleri hüküm ne kötüdür.″


﴿ وَلَقَدْ صَرَّفْنَا ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ لِيَذَّكَّرُواۜ وَمَا يَز۪يدُهُمْ اِلَّا نُفُورًا ﴿٤١﴾

41. Yemin olsun ki, düşünüp öğüt alsınlar diye bu Kur’ân’da gerçekleri değişik şekillerde beyan ettik. Fakat bu, onların ancak nefretini artırıyor.

İzah: Bu Kur’ân’da, Bize karşı çeşitli iftiralarda bulunan müşriklere, çeşitli misaller, çeşitli deliller ve âyetler zikrettik. Bunları düşünüp öğüt alsınlar diye onları uyardık. Fakat onlar, bunlardan öğüt almadılar. Aksine inat edip küfürde direndiler. Böylece bu âyetler, onların ancak nefretini ve küfrünü artırıyor, demektir.


﴿ قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُٓ اٰلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لَابْتَغَوْا اِلٰى ذِي الْعَرْشِ سَب۪يلًا ﴿٤٢﴾ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَب۪يرًا ﴿٤٣﴾ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا ﴿٤٤﴾

42-44. Ey Resûlüm! De ki: ″Eğer müşriklerin iddia ettikleri gibi Allah ile beraber başka ilahlar olsaydı, o zaman o ilahlar, Arş’ın sahibi olan Allah’a gâlip gelmek için elbette bir yol ararlardı.* Allah’u Teâlâ, onların dediklerinden uzaktır ve son derece yücedir, büyüktür* Yedi gök, yer ve onlarda bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz O, Halîm’dir (cezâ vermekte acele etmez), çok bağışlayandır.

İzah: Canlı, cansız yaratılan her şey, kendi lisânınca Allah’u Teâlâ’yı tesbih etmektedir. Bu hususta Abdullah b. Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Biz âdet hilafı olan (olağan üstü) işleri bereket ve hayır sayardık. Siz ise bunların hepsinin korkutmak için yapıldığını sanıyorsunuz. Biz bir seferde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber bulunduk. Suyumuz azalmıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Haydi, bana bir miktar su artığı bulup getirin!″ dedi. Sahâbîler, içinde az bir miktar su bulunan bir kap getirdiler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bu kabın içine elini koydu. Sonra Sahâbîlere: ″Haydi, temiz ve mübârek suya gelin! Suyun artışı ise Allah’tandır″ buyurdu. Abdullah b. Mes’ud Radiyallâhu anhu der ki:

فَلَقَدْ رَأَيْتُ الْمَاءَ يَنْبُعُ مِنْ بَيْنِ أَصَابِعِ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَلَقَدْ كُنَّا نَسْمَعُ تَسْبِيحَ الطَّعَامِ وَهُوَ يُؤْكَلُ (خ عن ابن مسعود(

″Yemin ederim ki ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in parmakları arasında su aktığını gördüm. Muhakkak ki bizler, yemek yenirken yemeğin tesbih ettiğini işittik.″[1]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَلَا أُخْبِرُكُمْ بِشَيْءٍ أَمَرَ بِهِ نُوحٌ ابْنَهُ؟ إِنَّ نُوحًا قَالَ لِابْنِهِ يَا بُنَيّ آمُرُكَ أنْ تَقُولَ سُبْحانَ اللّٰه وبِحَمْدِهِ فإنَّها صَلاةُ الخَلْق وَتَسْبِيحُ الخَلْقِ وبِها تُرْزَقُ الخَلْقُ قالَ اللّٰه وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن جابر بن عبد اللّٰه(

Nûh’un oğluna emrettiği şeyi size bildireyim mi?″ Nûh, oğluna demişti ki: ″ Oğulcuğum! Sana ″Subhânallâh″ demeyi emrederim. Çünkü o, mahlûkatın ibâdeti ve tesbihidir. Mahlûkat, onunla rızıklanır. Allah’u Teâlâ Sûre-i İsrâ, Âyet 44’te: ″Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin…″ diye buyurmaktadır.[2]

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

لَا تَضْرِبُوا وُجُوهَ الدَّوَابِّ فَإِنَّ كُلَّ شَيْءٍ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ. (أبو الشيخ في العظمة وابن مردويه عن أبي سعيد الخدري(

″Hayvanların yüzlerine vurmayın. Çünkü her şey Allah’u Teâlâ’yı hamd ile tesbih etmektedir.″[3]

Ebû Zerr Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ النَّبِيّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَخَذَ فِي يَده حَصَيَات فَسَمِعَ لَهُنَّ تَسْبِيح كَحَنِينِ النَّحْل وَكَذَا فِي يَد أَبِي بَكْر وَعُمَر وَعُثْمَان رَضِيَ اللّٰه عَنْهُمْ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابى ذر(

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in eline çakıl taşlarını aldığında, arının vızıltısı gibi onların tesbihinin duyulduğu bildirilir. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın da elinde taşlar bu şekilde tesbih etmişlerdir.″[4]


[1] Sahih-i Buhârî, Menâkib 25.

[2] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 17, s. 455; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 44077.

[3] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 9, s. 311.

[4] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 79; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 35409.


﴿ وَاِذَا قَرَأْتَ الْقُرْاٰنَ جَعَلْنَا بَيْنَكَ وَبَيْنَ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ حِجَابًا مَسْتُورًاۙ ﴿٤٥﴾ وَجَعَلْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اَكِنَّةً اَنْ يَفْقَهُوهُ وَف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرًاۜ وَاِذَا ذَكَرْتَ رَبَّكَ فِي الْقُرْاٰنِ وَحْدَهُ وَلَّوْا عَلٰٓى اَدْبَارِهِمْ نُفُورًا ﴿٤٦﴾

45-46. Ey Habîbim! Kur’ân’ı okuduğun vakit, seninle âhirete îman etmeyenler arasına görünmez bir perde çekeriz.* Ve onların kalplerinin üzerine, Kur’ân’ı anlamamaları için perdeler çeker, kulaklarına da ağırlık veririz. Kur’ân’da, Rabbini bir olarak zikrettiğin vakit, onlar nefretle arkalarını dönerek giderler.

İzah: Katâde Hazretleri, Âyet-i Kerîme’de geçen perdenin, Sûre-i Fussilet, Âyet 5’te zikredilen perde olduğunu söylemiştir:

Ey Resûlüm! Kur’ân’dan yüz çevirenler, sana dediler ki: ″Bizi dâvet ettiğin şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda ağırlık vardır. Seninle bizim aramızda kavuşmaya mâni bir perde vardır. Artık sen (kendi dînine göre) amel et, şüphesiz biz de (kendi dînimize göre) amel edeceğiz.″

İşte kâfirler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, kendi irâdeleri ile böyle söyleyip, kendilerine Kur’ân’da Allah’ın bir olduğu okununca, nefretle arkalarını dönüp gitmişler, Allah’u Teâlâ da onların bu halerinden dolayı kalplerine perde çekmiş, kulaklarına da ağırlık vermiştir. Kul hayır veya şer neye yönelir ise, Allah onu yaratır. O, hiç kimseye haksızlık etmez.

Kâfirlerle Mü’minlerin arasına konan bu perde, gözle görülemeyen bir perdedir. Bu hususta Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk kızı Hz. Esmâ’dan şu olay nakledilmiştir:

لَمَّا نَزَلَتْ تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ أَقْبَلَتِ الْعَوْرَاءُ أُمُّ جَمِيلِ بِنْتُ حَرْبٍ وَلَهَا وَلْوَلَةٌ وَفِي يَدِهَا فِهْرٌ وَهِيَ تَقُولُ: مُذَمَّمًا أَبَيْنَا وَدِينَهُ قَلَيْنَا وَأَمْرَهُ عَصَيْنَا وَالنَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَآلِهِ وَسَلَّمَ جَالِسٌ فِي الْمَسْجِدِ وَمَعَهُ أَبُو بَكْرٍ ، فَلَمَّا رَآهَا أَبُو بَكْرٍ، قَالَ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَدْ أَقْبَلَتْ وَأَنَا أَخَافُ أَنْ تَرَاكَ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَآلِهِ وَسَلَّمَ: إِنَّهَا لَنْ تَرَانِي وَقَرَأَ قُرْآنًا فَاعْتَصَمَ بِهِ كَمَا قَالَ: وَقَرَأَ: وَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْءَانَ جَعَلْنَا بَيْنَكَ وَبَيْنَ الَّذِينَ لا يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ حِجَابًا مَسْتُورًا فَوَقَفَتْ عَلَى أَبِي بَكْرٍ وَلَمْ تَرَ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَآلِهِ وَسَلَّمَ ، فَقَالَتْ: يَا أَبَا بَكْرٍ إِنِّي أُخْبِرْتُ أَنَّ صَاحِبَكَ هَجَانِي فَقَالَ لَا وَرَبِّ هَذَا الْبَيْتِ مَا هَجَاكِ فَوَلَّتْ وَهِيَ تَقُولُ: قَدْ عَلِمَتْ قُرَيْشٌ أَنِّي بِنْتُ سَيِّدِهَا (ك عن أسماء بنت أبي بكر(

Tebbet Sûresi nâzil olunca, Harb’in kızı olan Ebû Leheb’in eşi, Ümmü Cemil, elinde büyükçe bir taş olduğu halde dînin aleyhinde bağıra bağıra öteden beri geliyordu. Bu sırada Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem mescitte oturuyordu. Hz. Ebû Bekir de yanında bulunuyordu. Hz. Ebû Bekir, o şirret kadının gelmekte olduğunu görünce: ″Yâ Resûlallah! O bu tarafa doğru gelmekte, korkarım ki sizi görür ve bir saldırı da bulunur″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″O beni göremez″ buyurdu ve ″Ey Habîbim! Kur’ân’ı okuduğun vakit, seninle âhirete îman etmeyenler arasına görünmez bir perde çekeriz″ mealindeki Sûre-i İsrâ, Âyet 45’i okudu. Bunun üzerine o şirret kadın gelip, Hz. Ebû Bekir’in karşısında durdu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i göremedi ve Hz. Ebû Bekir’e: ″Yâ Ebû Bekir! Haber aldığıma göre arkadaşın beni hicvediyormuş!″ dedi. Hz. Ebû Bekir: ″Hayır! Şu Beyt-i Muazzama’nın Rabbine yemin ederim, seni hicvetmedi″ buyurdu. Kadın bunun üzerine: ″Kureyş iyi bilir ki, ben onların efendilerinin kızıyım″ diyerek dönüp gitti.[1]


[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No. 3333; Beyhakî, Delâil’ün-Nübüvve, Hadis No: 502.


﴿ نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَسْتَمِعُونَ بِه۪ٓ اِذْ يَسْتَمِعُونَ اِلَيْكَ وَاِذْ هُمْ نَجْوٰٓى اِذْ يَقُولُ الظَّالِمُونَ اِنْ تَتَّبِعُونَ اِلَّا رَجُلًا مَسْحُورًا ﴿٤٧﴾ اُنْظُرْ كَيْفَ ضَرَبُوا لَكَ الْاَمْثَالَ فَضَلُّوا فَلَا يَسْتَط۪يعُونَ سَب۪يلًا ﴿٤٨﴾

47-48. Biz onların seni dinlerken ne maksatla dinlediklerini, kendi aralarında konuşurlarken de o zâlimlerin: ″Siz, ancak büyülenmiş bir adama tâbi oluyorsunuz″ dediklerini çok iyi biliriz.* Ey Resûlüm! Bak! Senin için (şâir, sihirbaz, kâhin ve mecnûn diye) nasıl misaller verdiler? Onlar bu misallerle haktan şaştılar. Artık hak yolu bulmaya güçleri yetmez.

İzah: Müşrikler, Dâr’ün-Nedve denilen yerde toplanarak, gizlice, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in aleyhinde istişârede bulunuyorlar ve bir deli veya sihirbaz yahut şairdir diyerek ona hakaret ediyorlardı. İşte Âyet-i Kerîme bunlara işâret etmektedir.


﴿ وَقَالُٓوا ءَاِذَا كُنَّا عِظَامًا وَرُفَاتًا ءَاِنَّا لَمَبْعُوثُونَ خَلْقًا جَد۪يدًا ﴿٤٩﴾

49. O kâfirler: ″Biz kemik hâline geldiğimiz ve çürüyüp toprağa karıştığımız halde, yeniden yaratılır ve diriltilir miyiz?″ dediler.


﴿ قُلْ كُونُوا حِجَارَةً اَوْ حَد۪يدًاۙ ﴿٥٠﴾ اَوْ خَلْقًا مِمَّا يَكْبُرُ ف۪ي صُدُورِكُمْۚ فَسَيَقُولُونَ مَنْ يُع۪يدُنَاۜ قُلِ الَّذ۪ي فَطَرَكُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍۚ فَسَيُنْغِضُونَ اِلَيْكَ رُؤُ۫سَهُمْ وَيَقُولُونَ مَتٰى هُوَۜ قُلْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَر۪يبًا ﴿٥١﴾يَوْمَ يَدْعُوكُمْ فَتَسْتَج۪يبُونَ بِحَمْدِه۪ وَتَظُنُّونَ اِنْ لَبِثْتُمْ اِلَّا قَل۪يلًا۟ ﴿٥٢﴾

50-52. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″İster taş olun, ister demir!* Yahut da hiç dirilmesi mümkün değil dediğiniz bir mahlûk olun, muhakkak diriltileceksiniz.″ Onlar: ″Öldükten sonra, bizi kim diriltir?″ derler. Ey Habîbim! ″Sizi ilk defa yaratan diriltir″ de. Onlar hayret ederek başlarını sallarlar ve alay yoluyla, ″Bu ne zaman olacaktır?″ derler. ″Yakında olur″ de.* O gün Allah’u Teâlâ sizi çağırınca, siz de hemen O’nun emrine tâzimle icâbet edersiniz ve dünyâda ancak az bir müddet kaldığınızı zannedersiniz.


﴿ وَقُلْ لِعِبَاد۪ي يَقُولُوا الَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ اِنَّ الشَّيْطَانَ يَنْزَغُ بَيْنَهُمْۜ اِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلْاِنْسَانِ عَدُوًّا مُب۪ينًا ﴿٥٣﴾

53. Ey Resûlüm! (Mü’min) kullarıma söyle, en güzel şekilde konuşsunlar. Muhakkak ki şeytan, aralarını açmak ister. Şüphesiz ki şeytan, insanlar için apaçık bir düşmandır.

İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, Mü’minlerin birbirleriyle konuşurken, ″Allah senden râzı olsun, Allah seni bağışlasın″ gibi en güzel şekilde konuşmalarını söyle-mesini emretmiştir. Eğer Mü’minler bu şekilde davranmazlarsa şeytanın, aralarına girmek için fırsat bulacağını, böylece Mü’minlerin, tartışma ve kavgalara sürüklenmiş olacaklarını beyan etmiştir.


﴿ رَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِكُمْۜ اِنْ يَشَأْ يَرْحَمْكُمْ اَوْ اِنْ يَشَأْ يُعَذِّبْكُمْۜ وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ وَك۪يلًا ﴿٥٤﴾

54. Rabbiniz sizi daha iyi bilir. Dilerse size rahmet eder, dilerse azap eder. Ey Resûlüm! Biz seni onların üzerine bir vekil olarak göndermedik.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Ey insanlar! Rabbiniz sizden kimin hidâyeti veya kimin dalâleti hak ettiğini elbette daha iyi bilir. Hidâyete ve tevbeye muvaffak kılmakla, dilerse size merhamet eder, ya da küfür hâlinde öldürerek size azap eder. Ey Resûlüm! Seni onlara gözcü olarak değil, uyarıcı olarak gönderdik. Sana itaat eden Cennete, sana karşı gelen de Cehenneme girer, anlamına gelmektedir.


﴿ وَرَبُّكَ اَعْلَمُ بِمَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَلَقَدْ فَضَّلْنَا بَعْضَ النَّبِيّ۪نَ عَلٰى بَعْضٍ وَاٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ زَبُورًا ﴿٥٥﴾

55. Ey Resûlüm! Senin Rabbin, göklerde ve yerde kim varsa hepsini en iyi bilendir. Yemin olsun ki Biz, Peygamberlerin bâzısını diğer bâzısına üstün kıldık. Dâvud’a da Zebur’u verdik.

İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de Peygamberlerin bâzısını diğer bâzılarından üstün kıldığını beyan ederek, Peygamberler arasında derece bakımından üstün olanlar olduğunu beyan etmiştir.

Yine bu husus Sûre-i Bakara, Âyet 253’te de şöyle geçmektedir:

″O Resullerin bâzısını bâzısı üzerine üstün kıldık. Bunlardan Allah’u Teâlâ’nın hitâbına nâil olanlar vardır. Allah’u Teâlâ, bunlardan bâzısına da yüksek dereceler verdi…″

İşte bu ve buna benzer âyetlerden dolayı bütün Ehl-i Sünnet ulemâsı, Peygamberler arasında derece olarak üstün olanlar olduğunu açık bir şekilde vurgulamışlardır.

Peygamberlere îman hususunda ise, Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 285’te şöyle buyurmuştur:

Resûl, Rabbinden kendisine indirilene îman etti, Mü’minler de îman ettiler. Hepsi de Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve Peygamber-lerine îman ettiler ve ″Biz, O’nun Peygamberlerinden hiçbirinin arasını (hak Peygamber oldukları hususunda) ayırmayız″ dediler…

Bu Âyet-i Kerîme, sâdece îman hususunu belirtmektedir. Çünkü âyetin içerisinde Allah’a, meleklere, kitaplara ve Resûllerine îman edilmesi gerektiği beyan edilmektedir. Bunlar îman esaslarındandır. Peygamberler arasında farklılığın olmaması da îman hususundadır. Yoksa Sûre-i İsrâ, Âyet 55’te: ″… Yemin olsun ki Biz, Peygamberlerin bâzısını diğer bâzısına üstün kıldık…″ ve Sûre-i Ahkaf, Âyet 35’te: ″Ey Habîbim! O halde, (kâfirlerin eziyetlerine) Peygamberlerden Ulu’l-Azim olanların sabrettikleri gibi sen de sabret…″ buyruğundan, kesin olarak Peygam-berler arasında derece farklılığı olduğu anlaşılmaktadır.

Yukarıda Sûre-i Ahkâf, Âyet 35’te geçtiği üzere, Peygamberlerin en büyüklerine, Ulu’l-Azim Peygamberler denir. Bunların sayısı altıdır: Âdem Safiyullah, Nûh Nebiyyullah, İbrâhim Halîlullah, Mûsâ Kelîmullah, Îsâ Rûhullah ve Muhammed Habîbullah’tır.

Bu Ulu’l-Azim Peygamberler hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Ahkâf, Âyet 35’in izahına ve bizim Peygamberimiz olan Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in de diğer Peygamberlerin hepsinden üstün olduğuna dair geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 253 ve izahına bakınız.


﴿ قُلِ ادْعُوا الَّذ۪ينَ زَعَمْتُمْ مِنْ دُونِه۪ فَلَا يَمْلِكُونَ كَشْفَ الضُّرِّ عَنْكُمْ وَلَا تَحْو۪يلًا ﴿٥٦﴾

56. Ey Resûlüm! De ki: ″Allah’tan başka ilah zannettiklerinizi dâvet edin. Onlar, uğradığınız zararı sizden kaldırmaya ve değiştirmeye muktedir olamazlar.″


﴿ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ يَبْتَغُونَ اِلٰى رَبِّهِمُ الْوَس۪يلَةَ اَيُّهُمْ اَقْرَبُ وَيَرْجُونَ رَحْمَتَهُ وَيَخَافُونَ عَذَابَهُۜ اِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ كَانَ مَحْذُورًا ﴿٥٧﴾

57. Kendilerine ilah diye yalvardıkları (Îsâ ve Üzeyr Aleyhimes-selâm) da Rablerine yakınlık için vesîle ararlar. Allah‘ın rahmetini dilerler ve azâbından korkarlar. Şüphesiz ki, Rabbinin azâbı korkmaya değer.

İzah: Yahudiler, Üzeyr Aleyhisselâm‘ı, Hristiyanlar da Îsâ Aleyhisselâm’ı; ″Allah’ın oğludur″ diyerek ilahlaştırdılar. Halbuki onlar da Allah’ın kulu olup, O‘na yakîn elde etmek için vesîle arayanlardır. İşte bu âyette, Peygamberlerin dahi Allah’a yakınlık elde edebilmek için vesîle aradıklarından bahsedilmektedir.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

تَعَلَّمُوا الْيَقِينَ كَمَا تَعَلَّمُوا الْقُرْآنَ حَتَّى تَعْرِفُوهُ فَاِنِّى اَتَعَلَّمُهُ (حل عن ثور)

″İlm-i yakîni öğrenmeye çalışın. Kur’ân öğrenmeye çalıştığınız gibi. Hattâ onu iyice bilesiniz, ben de onu öğrenmeye çalışıyorum.″[1]


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 254/1; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 7337.


﴿ وَاِنْ مِنْ قَرْيَةٍ اِلَّا نَحْنُ مُهْلِكُوهَا قَبْلَ يَوْمِ الْقِيٰمَةِ اَوْ مُعَذِّبُوهَا عَذَابًا شَد۪يدًاۜ كَانَ ذٰلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا ﴿٥٨﴾

58. Hiçbir belde yoktur ki, kıyâmet gününden önce Biz onu helâk etmeyelim yahut şiddetli bir azap ile azaplandırmayalım. Bu, kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır.

İzah: Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ’nın, herhangi bir belde halkına azap etmesi, onların hak etmiş oldukları bir cezâdan dolayıdır. Zîrâ Allah’u Teâlâ, hiç kimseye haksızlık etmez. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِذَا ظَهَرَ الزِّنَا وَالرِّبَا فِي قَرْيَةٍ فَقَدْ أَحَلُّوا بِأَنْفُسِهِمْ عَذَابَ اللّٰهِ (ك طب عن ابن عباس(

″Bir şehirde zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, şüphesiz onlar Allah’ın azâbını hak etmiş olurlar.″[1]


[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 2221; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 463; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 375/12.


﴿ وَمَا مَنَعَنَٓا اَنْ نُرْسِلَ بِالْاٰيَاتِ اِلَّٓا اَنْ كَذَّبَ بِهَا الْاَوَّلُونَۜ وَاٰتَيْنَا ثَمُودَ النَّاقَةَ مُبْصِرَةً فَظَلَمُوا بِهَاۜ وَمَا نُرْسِلُ بِالْاٰيَاتِ اِلَّا تَخْو۪يفًا ﴿٥٩﴾

59. Onların (Kureyş’in) istediği mûcizeleri göndermeyişimizin sebebi, ancak önceki kavim­lerin, kendilerine gönderilen mûcizeleri yalanlamalarıdır. Semud kavmine açık bir mûcize olarak o dişi deveyi verdik. Onlar ise deveyi öldürmekle kendi nefislerine zulmettiler. Biz mûcizeleri, ancak korkutmak için göndeririz.

İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, çok sayıda mûcize göstermiştir. Buna rağmen küfürde inâdi olanlar, her defasında bir bahane uydurarak yine inkâr etmişlerdir. Daha sonra bu müşrikler, mûcize olarak Safâ Tepesi’ni altına dönüştürürse, îman edeceklerini söylemişler. Sâlih (Aleyhisselam)’ın kavminin deve mûcizesi istemeleri üzerine, Allah’u Teâlâ o deveyi, kendilerine göndermişti. O kavim ise, deveyi öldürmüş, Allah da onların hepsini helak etmişti. İşte Allah’u Teâlâ müşriklere, Safâ Tepesi altına dönüştürdükten sonra, yine inkâr ederlerse, Sâlih (Aleyhisselam)’ın kavmi gibi helak olacaklarını haber vermektedir.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, âyetin nüzul sebebine dair şu hâdise nakledilmiştir:

سَأَلَ أَهْلُ مَكَّةَ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَنْ يَجْعَلَ لَهُمْ الصَّفَا ذَهَبًا وَأَنْ يُنَحِّيَ الْجِبَالَ عَنْهُمْ فَيَزْدَرِعُوا فَقِيلَ لَهُ إِنْ شِئْتَ أَنْ تَسْتَأْنِيَ بِهِمْ وَإِنْ شِئْتَ أَنْ تُؤْتِيَهُمْ الَّذِي سَأَلُوا فَإِنْ كَفَرُوا أُهْلِكُوا كَمَا أَهْلَكْتُ مَنْ قَبْلَهُمْ قَالَ لَا بَلْ أَسْتَأْنِي بِهِمْ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ هَذِهِ الْآيَةَ {وَمَا مَنَعَنَا أَنْ نُرْسِلَ بِالْآيَاتِ إِلَّا أَنْ كَذَّبَ بِهَا الْأَوَّلُونَ وَآتَيْنَا ثَمُودَ النَّاقَةَ مُبْصِرَةً} (حم عن ابن عباس(

Mekke ehli, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Rabbine duâ et de, bize Safâ Tepesi’ni altın yapsın sana inanalım″ dediler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ″Öyle yapar mısınız?″ dedi. Onlar: ″Evet″ dediler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem duâ etti. Cebrâil Aleyhisselâm geldi ve şöyle dedi: Rabbinin sana selâ­mı var ve buyuruyor ki: ″İstersen Safa Tepesi onlar için altın olur. Ama kim de bundan sonra küfrederse, âlemlerde hiçbir kimseye azap et­mediğimiz şekilde onları azaplandırırım. Dilersen onlar için tevbe ve rahmet kapısını açarım.″ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Hayır, tevbe ve rahmet kapısını aç″ dedi. İşte bunun üzerine: ″Onların (Kureyş’in) istediği mûcizeleri göndermeyişimizin sebebi, ancak önceki kavim­lerin, kendilerine gönderilen mûcizeleri yalanlamalarıdır…″ diye devam eden Sûre-i İsrâ, Âyet 59 nâzil oldu.[1]

Sâlih Aleyhisselâm‘ın kavmi olan Semud ve onlara verilen deve mûcizesi hakkında geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 78’in izahına bakınız.


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 2217.


﴿ وَاِذْ قُلْنَا لَكَ اِنَّ رَبَّكَ اَحَاطَ بِالنَّاسِۜ وَمَا جَعَلْنَا الرُّءْيَا الَّت۪ٓي اَرَيْنَاكَ اِلَّا فِتْنَةً لِلنَّاسِ وَالشَّجَرَةَ الْمَلْعُونَةَ فِي الْقُرْاٰنِۜ وَنُخَوِّفُهُمْۙ فَمَا يَز۪يدُهُمْ اِلَّا طُغْيَانًا كَب۪يرًا۟ ﴿٦٠﴾

60. Ey Resûlüm! Hani sana: ″Şüphesiz senin Rabbin, insanların hepsini (ilmi ve kudreti ile) kuşatmıştır″ demiştik. Biz, Mîraç gecesi sana gösterdiğimiz temaşayı, ancak insanları imtihan etmek için gösterdik. Kur’ân’da lanetlenen ağaçla da onları imtihan ettik. Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu, onların azgınlığını artırmaktan başka bir işe yaramıyor.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ der ki: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Sana gösterdiğimiz temaşa″ ifadesi:

هِيَ رُؤْيَا عَيْنٍ أُرِيَهَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَيْلَةَ أُسْرِيَ بِهِ وَالشَّجَرَةَ الْمَلْعُونَةَ شَجَرَةُ الزَّقُّومِ (خ حم ابن عباس(

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Mîraç gecesi gördükleridir ki, bunları rüyâda değil, uyanık olarak ve bizzat gözleriyle görmüştür. Kur’ân’daki lânetlenmiş ağaç da zakkum ağacıdır.″[1]

Zakkum ağacı hakkında Allah’u Teâlâ Sûre-i Sâffât, Âyet 63’te de şöyle buyurmuştur:

″Şüphesiz ki, zakkum ağacını zâlimler için fitne (dünyâda imtihan ve âhirette azap) kıldık.″

Bu Âyet-i Kerîme’lerde, ″Lânetlenmiş ağaç″ diye temsil edilen zakkum ağacından maksat, aşağıdaki Hadis-i Şerif’lerde geçtiği üzere Ümeyyeoğullarıdır. Zakkum ağacı, dünyâda bir imtihan, âhirette ise bir azap çeşididir. Ümeyyeoğullarının, bu ağaca benzetilmesinin sebebi, onların neslinden gelecek olan bâzı kişilerin Müslümanlara verecekleri eziyet ve cefâdan dolayıdır. İşte lânetlenmiş ağaç, Ümeyyeoğullarının soy ağacıdır. Bu nesilden gelen Hz. Osman, Hz. Muâviye ve Hz. Ömer İbn-i Abdulaziz gibiler müstesnâdır.

Bu husus Hadis-i Şerif’lerde şöyle geçmektedir: Said b. el-Müseyyeb Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

رَأَى رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بَنِي أُمَيَّةَ يَنْزُونَ عَلَى مِنْبَرِهِ نَزْوَ الْقِرَدَةِ فَسَاءَهُ. ذَلِكَ فأوحي إليه إنما هي دنيا أعطوها فقرت به عينه وهي قوله: وَمَا جَعَلْنَا الرُّءْيَا الَّت۪ٓي اَرَيْنَاكَ اِلَّا فِتْنَةً لِلنَّاسِ وَالشَّجَرَةَ الْمَلْعُونَةَ. (الرازى، التفسير الكبير سعيد بن المسيّب وابن كثير، شمائل الرسول(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ümeyyeoğullarını minberinin üstüne maymunların tırmanışı gibi tırmandıklarını gördü ve bundan hoşlanmadı.[2] Allah’u Teâlâ ona: ″Bu kendilerine verilen dünyâdır″ diye vahyetti ve bundan sonra gözleri aydınlandı. İşte o vahiy, Sûre-i İsrâ, Âyet 60’taki: ″Biz, Mîraç gecesi sana gösterdiğimiz temaşayı, ancak insanları imtihan etmek için gösterdik. Kur’ân’da lanetlenen ağaçla da onları imtihan ettik″ ifadesidir.[3]

Yusuf b. Sa’d Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmaktadır:

فَإِنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أُرِيَ بَنِي أُمَيَّةَ عَلَى مِنْبَرِهِ فَسَاءَهُ ذَلِكَ فَنَزَلَتْ {إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ} يَا مُحَمَّدُ يَعْنِي نَهْرًا فِي الْجَنَّةِ وَنَزَلَتْ هَذِهِ الْآيَةَ {إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةِ الْقَدْرِ وَمَا أَدْرَاكَ مَا لَيْلَةُ الْقَدْرِ لَيْلَةُ الْقَدْرِ خَيْرٌ مِنْ أَلْفِ شَهْرٍ} يَمْلِكُهَا بَعْدَكَ بَنُو أُمَيَّةَ يَا مُحَمَّدُ قَالَ الْقَاسِمُ فَعَدَدْنَاهَا فَإِذَا هِيَ أَلْفُ شَهْرٍ لَا يَزِيدُ يَوْمٌ وَلَا يَنْقُصُ (ت عن يوسف بن سعد(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, minberinin üzerinde iken Ümeyyeoğullarının hâli gösteril­di. Bundan hoşlanmadı. Bunun üzerine: ″Ey Resûlüm! Şüphesiz ki, Biz sana Kevser’i verdik″[4] buyruğu nâzil oldu ki, bununla Cennetteki bir nehri kastetmektedir. Yine: ″Şüphesiz ki, Biz Kur’ân’ı Kadir Gecesi’nde indirdik.* Ey Resûlüm! Kadir Gecesi’nin ne olduğunu bilir misin?* Kadir Gecesi, bin aydan daha hayırlıdır…″ diye geçen Kadir Sûresi nâzil oldu. ″Senden sonra bu sürede Ümeyyeoğulları hükümdarlık yapacaklardır″ buyurdu. el-Kâsım dedi ki: ″Biz onların hükümdarlıklarını saydık, bin ay olduğunu gördük. Bir gün fazla, bir gün eksik değil.″[5]

İşte bu Hadis-i Şerif’te, Yezid’le başlayıp Mervan ile son bulan Emeviler dönemi anlatılmaktadır.

Yezid hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

أَوَّلُ مَنْ بَدَّلَ سُنَّتِي رَجُلٌ مِنْ بَنِي أُمَيَّةَ هُوَ يَزِيدٌ (ع عن أبي ذر(

″Benim sünnetimi ilk değiştirecek olan yönetici, Ümeyyeoğullarından bir adamdır.″ (Râvi der ki:) O, Yezid’dir.[6]

لَا يَزَالُ أَمْرُ أُمَّتِي قَائِمًا بِالْقِسْطِ حَتَّى يَكُونَ أَوَّلَ مَنْ يَثْلَمُهُ رَجُلٌ مِنْ بَنِي أُمَيَّةَ يُقَالُ لَهُ يَزِيدُ (ع عن أبي عبيدة بن جراح(

″Ümmetimin yönetimi, adâlet ve itidal üzere yürüyecektir. Fakat Ümeyyeoğullarından bir adam, bu yönetimde ilk gediği açacaktır.″ Denildi ki: O, Yezid’dir.[7]

وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِنْ شَرٍّ قَدِ اقْتَرَبَ عَلَى رَأْسِ السِّتِّينَ تَصِيرُ الْأَمَانَةُ غَنِيمَةً وَالصَّدَقَةُ غَرِيمَةً وَالشَّهَادَةُ بِالْمَعْرِفَةِ وَالْحُكْمُ بِالْهَوَى (ك عن ابى هريرة(

″Yaklaşan bir şerden Arapların vay hâline! Altmışıncı senenin başından itibaren emânet ganîmet sayılacak. Zekât malı idareciler tarafından yenilecek. Şâhitlik, tanıma durumuna göre yapılacak ve hüküm Allah’ın emirleri dışında verilecektir.″[8]

Hicri altmışıncı sene tam olarak Yezid’in hükümdar olduğu senedir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hicreti, miladın başı sayılmıştır. Hicretten sonra on yılı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in dönemi ve otuz yıl da dört halife dönemi ve yirmi yıl da Hz. Muâviye dönemidir. Bunlar toplandığında hicri altmış yıl yapar. İşte Hz. Muâviye’nin vefâtından sonra Yezid’in halifeliğini ilan etmesi tam bu altmışıncı yıla denk gelmektedir.

Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

تَعَوَّذُوا بِاللّٰهِ مِنْ رَأْسِ السِّتِّينَ وَمَنْ إِمَارَةِ الصِّبْيَانِ وَقَالَ لَا تَذْهَبُ الدُّنْيَا حَتَّى تَصِيرَ لِلُكَعِ ابْنِ لُكَعٍ (حم عن أبي هريرة(

″Altmışıncı senenin başından ve çocukların yönetiminden Allah’a sığının ve bilin ki dünyâ (yönetimde) soysuz oğlu soysuzların eline düşmedikçe işler bozulmaz.″[9]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

يَكُون خَلْف بَعْد سِتِّينَ سَنَة أَضَاعُوا الصَّلَاة وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَات فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا ثُمَّ يَكُون خَلْف يَقْرَءُونَ الْقُرْآن لَا يَعْدُو تَرَاقِيهمْ وَيَقْرَأ الْقُرْآن ثَلَاثَة مُؤْمِن وَمُنَافِق وَفَاجِر وَقَالَ بَشِير قُلْت لِلْوَلِيدِ مَا هَؤُلَاءِ الثَّلَاثَة؟ قَالَ وَالْمُنَافِق كَافِر بِهِ وَالْفَاجِر يَأْكُل بِهِ الْمُؤْمِن مُؤْمِن بِهِ (ك عن ابى سعيد(

″Altmış sene sonra öyle bir nesil gelecek ki, onlar namazı bırakıp şehvetlerine uyacaklar ve bu azgınlıklarının cezâsını görecekler. Sonra öyle bir nesil gelecek ki onlar Kur’ân’ı okuyacaklar, fakat Kur’ân gırtlaklarından aşağıya geçmeyecek. Kur’ân’ı üç sınıf kişi okuyacak: Bunlar: Mü’min, münâfık ve fâcir. Beşîr Radiyallâhu anhu der ki: Râvi Velid b. Kays’a: ″Bu üç grup kimlerdir?″ diye sordum da şöyle dedi: ″Münâfık onu (aslında kalben) inkâr edendir. Fâcir, onu geçim aracı edinendir. Mü’min ise, ona inanandır.″[10]

Allah’u Teâlâ Sûre-i Meryem, Âyet 59’da şöyle buyurmuştur:

″Sonra onların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı terk ettiler ve şehvetlerine tâbi oldular. Onlar, Gayya’ya (Cehennemde bir kuyuya) atılacaklardır.″

Bu âyete ve bu âyet hakkında nakledilen hadislere bakıldığında, Ümeyyeoğullarından olan ve Yezid ile başlayan Emevilerin lânetlendiği soy ağacının, İslâm’a ve Müslümanlara çok büyük zararları olacağı bildirilmektedir. Nitekim Yezid, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in torunları olan Hz. Hasan’ı zehirleterek şehit etmiştir. Ayrıca Hz. Hüseyin Efendimizi, Ehl-i Beytini ve Ashâbından ileri gelenlerin birçoğunu şehit etmiş veya zindanlara atarak çok zulümler yapmıştır.[11]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَوْحَى اللّٰه تَعَالَى إِلَى إِنِّى قَدْ قَتَلْتُ بِيَحْيَى بْنِ زَكَرِيَّا سَبْعِينَ أَلْفاً وَإِنِّى قَاتِلٌ بِابْنِ بِنْتِكَ سَبْعِينَ أَلْفاً وَسَبْعِينَ أَلْفاً (ك عن ابن عباس(

″Allah’u Teâlâ bana şöyle vahyetti: Ben, Zekeriyya oğlu Yahyâ sebebiyle yetmiş bin kişiyi öldürdüm. Ve senin kızının oğlu (Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin) sebebiyle ise, yetmiş bin ve yetmiş bin kişiyi öldürürüm.″[12]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ اخْتَارَنِي وَاخْتَارَ أَصْحَابِي فَجَعَلَهُمْ أَصْهَارِي وَجَعَلَهُمْ أَنْصَارِي وَإِنَّهُ سَيَجِيءُ فِي آخِرِ الزَّمَانِ قَوْمٌ يَنْتَقِصُونَهُمْ أَلَا فَلَا تُنَاكِحُوهُمْ أَلَا فَلَا تَنْكِحُوا إِلَيْهِمْ أَلَا فَلَا تُصَلُّوا عَلَيْهِمْ عَلَيْهِمْ حَلَّتْ لَعْنَةُ (عق ابن النجار عن انس بن مالك(

″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, Beni ve Ashâbımı seçti. Ashâbımı Bana akraba ve yardımcılar kıldı. Bilesiniz âhir zaman­da bir kısım insanlar çıkıp Ashâbımın kadrini, kıymetini düşürmeye çalışacak. Dik­kat edin! Onlarla evlenmeyin. Dik­kat edin! Onlara kız vermeyin. Dikkat edin! Onlarla birlikte namaz kılmayın. Onla­rın (cenâze) namazını da kılmayın. Onlara Hakk’ın lâneti inmiştir.″[13]

Yezid ve onlardan sonra gelip, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ehl-i Beytinin ve Ashâbının kadrini düşürmeye çalışan ve onların aleyhinde olan kimselere Hakk’ın lâneti inmiştir. İşte âyette lânetlenmiş ağaç denilmesi de bu kabildendir.

Yine Ümeyyeoğullarından Hakem b. Ebi’l-As ve çıkaracağı fitneler hakkında çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları da şöyledir:

Amr İbn-i Murre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

جَاءَ الْحَكَمُ بْنُ أَبِي الْعَاصِ يَسْتَأْذِنُ عَلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَعَرَفَ كَلامَهُ فَقَالَ: ائْذَنُوا لَهُ حَيَّةَ أَوْ وَلَدِ حَيَّةَ عَلَيْهِ لَعْنَةُ اللّٰهِ وَعَلَى مَنْ يَخْرُجُ مِنْ صُلْبِهِ إِلا الْمُؤْمِنُونَ وَقَلِيلٌ مَا هُمْ يُشَرَّفُونَ فِي الدُّنْيَا وَيُوضَعُونَ فِي الآخِرَةِ وَذَوُو مَكْرٍ وَخَدِيعَةٍ ، يُعَظَّمُونَ فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُمْ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاقٍ (دلائل النبوة للبيهقى وابن عساكر عن عمرو بن مرة(

Hakem b. Ebi’l-As, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den içeri girmek için izin istedi. Konuşmasından onu tanıdı ve şöyle buyurdu: ″Haydi ona, yılana yahut yılan yavrusuna izin verin. Allah’ın lâneti onun üzerine olsun! Sülbünden çıkanlara da olsun. Mü’minleri hâriç ki, onlar da pek azdır. Çünkü onlar dünyâya dalacaklar, âhireti yitirecekler. Hile ve desise sahibidirler. Dünyâda onlara verilecek, fakat âhirette hiçbir nasipleri olmayacaktır.″[14]

Cübeyr b. Mut’im Radiyallâhu anhu da şu hâdiseyi anlatmaktadır:

كُنَّا مَعَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَمَرَّ الْحَكَمُ بْنُ أَبِي الْعَاصِ فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: وَيْلٌ لأُمَّتِي مِمَّا فِي صُلْبِ هَذَا (طس ابو نعيم عن جبير بن مطعم(

Biz, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte oturmaktayken, Hakem b. Ebi’l-As yoldan geçti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona bakarak, ″Bu adamın zürriyetinden ümmetimin çekeceği vardır″ dedi.[15]

Abdurrahman İbn-i Avf Radiyallâhu anhu da şöyle anlatmıştır:

كَانَ لَا يُولَدُ لأَحَدٍ مَوْلُودٌ إِلا أُتِيَ بِهِ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَآَلِهِ وَسَلَّمَ فَدَعَا لَهُ فَأُدْخِلَ عَلَيْهِ مَرْوَانُ بْنُ الْحَكَمِ فَقَالَ: هُوَ الْوَزَغُ بْنُ الْوَزَغِ الْمَلْعُونُ بْنُ الْمَلْعُونِ (ك عن عبد الرحمن بن عوف(

Medîne’de bir çocuk doğar doğmaz Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e getirilir, duâsı alınırdı. Bir gün de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e Hakem’in oğlu Mervan getirildi. Çocuğu gören Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bu çocuk, keler[16] oğlu kelerdir, melun oğlu melundur″ buyurdu.[17]

İslâm tarihinde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yukarıdaki Hadis-i Şerif’te haber verdiği gibi, Ümeyyeoğullarından Hakem İbn’ul-As’ın da Müslümanlara çok zararı olmuş ve büyük bir fitne çıkararak Sıffin Savaşı’na sebep olmuştur. Bu savaşta on binlerce Sahâbe şehit olmuştur. Bu olay şöyledir:

Mervan’ın babası Hakem kâtipti. Yazı yazması iyiydi. Bu sebeple Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, inen sûreleri yazması için ona da görev vermişti. Bu kâtip, Âl-i İmrân Sûresi’ni, bilerek ve kasıtlı olarak Âl-i Mervan Sûresi, diye yazdı. Halbuki Âl-i İmrân, İmrân evlatları demektir. İmran, Mûsâ ve Hârun Aleyhimesselâm’ın ve kız kardeşleri Gülsüm’ün babasıdır. İşte bu zâtlara, onların evlat ve torunlarına ″Âl-i İmrân″ denilmiştir. Hz. Meryem’in babası da bu aileye mensup idi. İşte bu sûrede, bu zâtların ahvâline dair bilgiler verildiği için bu isim verilmiştir.

Hakem, kendi dedelerine Mervan dendiği için, Âl-i Mervan Sûresi, diye yazmıştı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de kendisine: ″Niçin böyle yazdın?″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘e: ″Sen söyledin, ben yazdım″ deyince, Peygamber Efendimiz: ″Yalan söylüyorsun″ dedi ve onun bu yaptığının cezâsı olarak kendisini bir günlük yola sürgün etti ve buyurdu ki: ″Bunlar ne zaman olsa bir fesat çıkarırlar.″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir halife oldu. Bir günlük yola da o sürdü. Hz. Ömer halife oldu. Bir günlük yola da o sürdü. Bunlar Hz. Osman’ın akrabaları idi. Hz. Osman halife olunca, ona gelip; ″Sen akrabamızsın, sen bizi affetmezsen, kim affedecek. Sen sürersen, her gelen sürer. İlerisi deniz, denizin öbür tarafına geçmemiz gerekir″ diyerek yalvardılar. Hz. Osman, bunları affedip yanına aldı. Medîne halkı toplu olarak bu karara karşı çıktılar:

- Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem; ″Bunlar ne zaman olsa fesat çıkarırlar″ demişti. Bu fesatçıları niçin affettin? dediler. Hz. Osman: ″Ben kendi yanıma alırım, kontrolüm altında olur, fesat çıkarttırmam. Benden sonra ne yaparsanız yapın″ deyince millet teskin oldu, dağıldı.

Hz. Ebû Bekir‘in oğlu Muhammed işsiz kalmıştı. Hz. Osman‘dan iş istedi. Hz. Osman kendisini Kufe‘ye vali tayin etti. Tayin mektubunu yazan katip, Hakem‘in oğlu Mervan idi. Arapça da: ″فيقبله ″Feyakbiluhû″ diye yazılınca, ″Başkan edin, vali edin″ mânâsına gelir. ″فيقتله ″Feyaktiluhû″ diye yazılınca da, ″Öldürün″ mânâsına gelir. Arapçada ″Feyakbiluhû″ ile ″Feyaktiluhû″ arasında harf olarak fark yok sâdece nokta farkı var. Aynı yazının altına bir nokta koyulursa, ″Başkan edin.″ Üstüne iki nokta koyulursa, ″Öldürün″ mânâsına gelir. Katip: ″Feyakbiluhû″ diye yazdı. Hz. Osman‘a gösterdi. Hz. Osman mühürledikten sonra da üstüne iki nokta koydu. Böylece mektup, öldürün oldu. Özel mektuplar meşinden yapılan bir kılıf içinde giderdi, kimse okuyamazdı. Hz. Ebû Bekir‘in oğlu Muhammed, Hz. Ali‘nin evine geldi. Kendisine Kûfe valiliği verildiğini söyledi. Hz. Ali‘nin keşfi kerâmeti açıktı, dedi ki: ″Beni dinlersen Kûfe‘ye gitme, o yol senin hakkında uğursuzdur.″ Hz. Ebû Bekir‘in oğlu: ″Hz. Osman, benim için kötülük düşünür mü?″ dedi. Hz. Ali: ″Düşünmez″ dedi.

Hz. Ebû Bekir‘in oğlu, olsa olsa bizim yolumuzun üzerine aslan çıkar diye düşündü ve yanına silahlı adamlar alarak yola çıktı. Yolda giderlerken, kendilerinin güvenliğini sağlamak için önden, arkadan ve yan taraflarından, giden gözcüler koymuştu. Çünkü Hz. Ali‘nin keşfi kerâmeti açık olup, sözünde yanlış çıkmayacağını biliyordu. Gözcülerden bir tanesi, İri bir deveyle süratle giden birini gördü. Hz. Ebû Bekir‘in oğluna haber verdi. Adamı yakaladılar ve ona,″Birinden mi kaçıyorsun?″ diye sordular. Ses yoktu. ″Birini mi kovalıyorsun?″ dediler. Panikleyerek net bir cevap veremedi. Bir şey gizlediği belli idi. Hz. Ebû Bekir‘in oğlu: ″Üstünü arayın dedi″ aradılar. Bir şey bulamadılar. ″Devesini arayın″ dedi. Devesinde de bir şey bulamadılar. ″Devesinin semerini kırın″ dedi. Kırdılar içinden bir matara çıktı; açtılar. İçinde bir mektup vardı ve o mektup da: ″Ey Kûfe vâlisi! Ebû Bekir’in oğlu Muhammed elinden valiliği almaya geliyor. Elindeki mektup ve üzerindeki mühür halifeye ait. Mektupta öldürün yazılı. Mektubu alır almaz tereddüt etmeden öldür. Mühür halifeye ait olduğu için ne sen, ne ben suçlu değiliz. Ben burayı idare ederim″ diyordu.

Adamı öldürdüler, mektubu alıp döndüler. Medîne’nin yakınına geldikleri vakit, yolda bir kâfile gördüler. Kâfile’de başka bir Sahâbenin oğlu, Hz. Ebû Bekir’in oğluna: ″Hz. Osman, beni Şam’a vali tayin etti, oraya gidiyorum″ dedi. Hz. Ebû Bekir’in oğlu da: ″Beni de Kûfe’ye vâli tayin etmişti, ama mektupta, öldürün yazmış″ dedi. O mektubu açtılar, onda da aynı öldürün diye yazılıydı. Onlar da geri döndü. Bu mektupları Medîne’de herkese gösterdiler. Medîne halkı ayaklandı ve ″Hakem’in bütün çocuklarını bize teslim et, hepsini öldüreceğiz″ dediler. Hz. Osman buyurdu ki: ″Ortada ölen yok, suçu işleyen bir kişi, o da Kur’ân-ı Kerîm hükmünce hakim kararı ile cezâlandırılır. Teslim edersem, suçu olan ve olmayan herkesi de öldürürsünüz; onlarında sorumlusu ben olurum″ dedi. Millet gittikçe çoğalıyordu. Hz. Osman zor durumda kaldı, Hz. Ali’den yardım istedi ve ″Bana Hasan ile Hüseyin’i gönder. Onları bekçi koyayım. Onlara kimse kılıç çekmez. Ancak bu iş böyle yatışır″ dedi. Hz. Ali, çocuklarını gönderdi. Bunlar bekçi olunca kimse onlara kılıç, çekmedi. Ortalık biraz yatışır gibi oldu.

Hz. Ebû Bekir’in oğlu isyancılarla gizli bir konuşma yaptı. Siz kapıda çok bağırın, çağırın, bütün muhafızları ve herkesi kapıdan tarafa çekin. Benim kazma seslerim içerden duyulmasın. Kerpiç olan duvarı deler, içeri girer, Hakem’in çocuklarının hepsini öldürür, dışarı çıkarım. Bu iş de bitmiş olur, dedi. Bu fikri çok beğendiler ve bu planı uyguladılar. Gece olunca Hz. Ebû Bekir’in oğlu, yanında dört beş kişi alarak duvarı delip elinde hançerle içeri girdi. Girdikleri oda Hz. Osman’nın yatak odası idi. Hz. Osman, Kur’ân okuyordu. Onun bu hâlini gören Hz. Osman Efendimiz, onun kendisini öldürmeye geldiğini zannetti. ″Baban burada olsa, senin şu gelişine ne derdi″ deyince, Hz. Ebû Bekir’in oğlu yanında-kilere: ″Biz zorla içeri girdik, saygısızlık oldu. Biz bu işten vazgeçelim″ dedi. Hz. Osman’dan özür dileyip çıktılar. İçerdeki Hakemoğullarının taraftarlarından bir kaç kişi bunlardan korktukları için bunları gizlice tâkip ediyorlardı. Bunlar: ″Biz, Osman’ı öldürürsek, suç Ebû Bekir’in oğlunun üzerine kalır″ dediler. İçeri girip hançerle Halife Hz. Osman’a vurdular. Hz. Osman’ın karısı üzerine atıldı ve hançeri tuttu. Onun da üç parmağı kesildi. Hz. Osman Efendimiz şehit edildiğinde, onun kanı Kur’ân-ı Kerîm’in üzerine akmıştı.[18] Bu haber duyulunca millet kimseyi dinlemedi, hücum ettiler. Hakem’in çocuklarının hepsi kadın elbisesi giyip kadınlarla beraber dışarı çıktılar.

İşte bu olay da Sıffin Harbi’nin olmasına sebep olmuş ve bu nedenle de birçok Sahâbî ve Müslüman karşı karşıya gelmiştir.


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i İsrâ 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1816. Mîraçta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gördükleri hakkında çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bu konudaki hadisler hakkında geniş bilgi için bu Sûre-i İsrâ, Âyet 1’in izahına bakınız.

[2] Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebîr, c. 10, s. 81.

[3] İbn-i Kesir, Şemâil’ür-Resûl, s. 483.

[4] Sûre-i Kevser, Âyet 1.

[5] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 84.

[6] Beyhakî, Delâil’ün-Nübüvve, Hadis No: 2802; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, Hadis No: 145; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 31063; 38368.

[7] Ebû Ya’la el-Mevsili, Müsned, Hadis No: 837; Beyhakî, Delâil’ün-Nübüvve, Hadis No: 2803; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 31069, 31070.

[8] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 8626.

[9] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 7970, 8343; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 30854; Nebhânî, Huccetullâhi Alel Âlemin fî Mucizât-ı Seyyide’l-Murselîn, c. 2, s. 813.

[10] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 8792.

[11] Mir’at-ı Kâinat, c. 1, s. 697.

[12] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3103, 4117; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 157/1.

[13] Kütüb-i Sitte, c. 1, s. 525; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 89/7; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32468, 32529.

[14] Beyhakî, Delâil’ün-Nübüvve, Hadis No: 2873; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 31729; İbn-i Kesir, Şemâil’ür-Resûl, s. 482.

[15] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 31066.

[16] Keler, kertenkele demektir.

[17] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 8614.

[18] O Kur’ân, hâlen İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda sergilenmektedir.


﴿ وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ قَالَ ءَاَسْجُدُ لِمَنْ خَلَقْتَ ط۪ينًاۚ ﴿٦١﴾

61. Ey Resûlüm! Zikret o vakti ki meleklere, ″Âdem’e secde edin″ demiştik. Onlar da hemen secde ettiler. Ancak İblis secde etmedi ve ″Ben, çamurdan yarattığına secde eder miyim?″ dedi.

İzah: İblis’in, Âdem Aleyhisselâm’a secde etmemesi hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِيَّاكُمْ وَالْكِبْرَ فَإِنَّ إِبْلِيسَ حَمَلَهُ الْكِبْرُ عَلَى أَنْ لا يَسْجُدَ لآدَمَ وَإِيَّاكُمْ وَالْحِرْصَ فَإِنَّ آدَمَ حَمَلَهُ الْحِرْصُ عَلَى أَنْ أَكَلَ مِنَ الشَّجَرَةِ وَإِيَّاكُمْ وَالْحَسَدَ فَإِنَّ ابْنَيْ آدَمَ إِنَّمَا قَتَلَ أَحَدُهُمَا صَاحِبَهُ حَسَدًا (ابن عساكر عن ابن مسعود)

″Kibirden sakının. Şüphesiz ki kibir, şeytanı Âdem’e secde etmemeye sevk etmiştir. Hırstan da sakının. Zîrâ hırs, Âdem’i mâlum ağaçtan yemeğe sevk etmiştir. Hasetten de sakının. Zîrâ Âdem’in iki oğlundan biri kardeşini ancak haset sebebiyle öldürmüştür. İşte bunlar her hatânın aslıdır.″[1]

Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılması ve şeytanın da kibirlenerek ona secde etmemesi hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 30, 34, Sûre-i A’râf, Âyet 11-17 ve Sûre-i Hicr, Âyet 28-40 ve izahlarına bakınız.


[1] Râmûz’ul Ehâdîs, s. 173/5.


﴿ قَالَ اَرَاَيْتَكَ هٰذَا الَّذ۪ي كَرَّمْتَ عَلَيَّۘ لَئِنْ اَخَّرْتَنِ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ لَاَحْتَنِكَنَّ ذُرِّيَّتَهُٓ اِلَّا قَل۪يلًا ﴿٦٢﴾

62. İblis dedi ki: ″Söyle bana, benden üstün ve şerefli kıldığın bu mu? Yemin olsun ki, bana kıyâmet gününe kadar mühlet verirsen, onun zürriyetini, az bir kısmı hâriç, mutlaka (vesvese vererek) hâkimiyetimin altına alırım.″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِبْلِيسُ أَيْ رَبِّ لَا أَزَالُ أُغْوِي بَنِي آدَمَ مَا دَامَتْ أَرْوَاحُهُمْ فِي أَجْسَادِهِمْ قَالَ فَقَالَ الرَّبُّ عَزَّ وَجَلَّ لَا أَزَالُ أَغْفِرُ لَهُمْ مَا اسْتَغْفَرُونِي (حم ابى سعيد الخدري)

İblis dedi ki: ″Ey Rabbim! İzzetin hakkı için Âdemoğullarının ruhları bedenlerinde bulunduğu sürece, onları azdırmaktan geri durmayacağım.″ Bunun üzerine Rabbi Azze ve Celle şöyle buyurdu: ″İzzetim ve Celalim hakkı için Ben de, onlar Benden bağışlanma diledikleri sü­rece, onları bağışlayıp duracağım.″[1]


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11304.


﴿ قَالَ اذْهَبْ فَمَنْ تَبِعَكَ مِنْهُمْ فَاِنَّ جَهَنَّمَ جَزَٓاؤُ۬كُمْ جَزَٓاءً مَوْفُورًا ﴿٦٣﴾ وَاسْتَفْزِزْ مَنِ اسْتَطَعْتَ مِنْهُمْ بِصَوْتِكَ وَاَجْلِبْ عَلَيْهِمْ بِخَيْلِكَ وَرَجِلِكَ وَشَارِكْهُمْ فِي الْاَمْوَالِ وَالْاَوْلَادِ وَعِدْهُمْۜ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ اِلَّا غُرُورًا ﴿٦٤﴾ اِنَّ عِبَاد۪ي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌۜ وَكَفٰى بِرَبِّكَ وَك۪يلًا ﴿٦٥﴾

63-65. Allah’u Teâlâ da İblis’e buyurdu ki: ″Git, kıyâmete kadar kal, istediğini yap. Onlardan sana tâbi olanlarla cezânız Cehennemdir. O ise, mükemmel bir cezâdır.* Onlardan gücünün yettiğini, dâvetinle yoldan çıkarmaya çalış, binekli yahut yaya olan bütün askerlerini de yardımına çağır. (Haram kazandırmakla) mallarına ve (zinâ yaptırmakla) evlatlarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulun! Şeytanın vaadleri, bâtılı hak göstermekten başka bir şey değildir.* Şüphesiz ki, ihlaslı kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin yoktur.″ Ey Resûlüm! Vekil olarak Rabbin yeter.

İzah: Şeytanların insanları azdırması ile ilgili olarak nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, İyâd b. Himâr Radiyallâhu anhu şöyle anlatmaktadır:

أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ ذَاتَ يَوْمٍ فِي خُطْبَتِهِ أَلَا إِنَّ رَبِّي أَمَرَنِي أَنْ أُعَلِّمَكُمْ مَا جَهِلْتُمْ مِمَّا عَلَّمَنِي يَوْمِي هَذَا كُلُّ مَالٍ نَحَلْتُهُ عَبْدًا حَلَالٌ وَإِنِّي خَلَقْتُ عِبَادِي حُنَفَاءَ كُلَّهُمْ وَإِنَّهُمْ أَتَتْهُمْ الشَّيَاطِينُ فَاجْتَالَتْهُمْ عَنْ دِينِهِمْ وَحَرَّمَتْ عَلَيْهِمْ مَا أَحْلَلْتُ لَهُمْ وَأَمَرَتْهُمْ أَنْ يُشْرِكُوا بِي مَا لَمْ أُنْزِلْ بِهِ سُلْطَانًا (م عن عياض بن حمار)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün hutbesinde şöyle buyurdu: Haberiniz olsun ki, işte bu günümde Rabbim Teâlâ, bana öğrettiklerinden, sizin bilmediğiniz şeyleri size öğretmemi bana emredip buyurdu ki: ″Kullarımdan herhangi bir kula verdiğim her mal, o kul için helâldir. Ben, kullarımı Hanifler olarak (İslâm üzere) yarattım. Şeytanlar onlara geldi de, onları dinlerinden çevirdi. Benim onlara helâl kıldığım şeyleri onlara haram kıldı. Hakkında hiçbir delil indirmediğim şeyleri Bana ortak koşmalarını da onlara yine şeytanlar emretti (onlar da, nefislerine hoş geldiği için hemen şeytana tâbi oldular)…″[1]

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ: ″Onlardan gücünün yettiğini, dâvetinle yoldan çıkarmaya çalış, binekli yahut yaya olan bütün askerlerini de yardımına çağır. (Haram kazandırmakla) mallarına ve (zinâ yaptırmakla) evlatlarına ortak ol″ âyetini açıklarken şöyle buyurmuştur: ″Burada Allah’a karşı mâsiyette giden her süvâri, Allah’a karşı mâsiyette giden her kişi, haksız yere alınan bütün mallar ve zinâdan doğan çocuklar kastedilmektedir.″[2]

Yine Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ, şeytana hitâben: ″Şüphesiz ki, ihlaslı kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin yoktur″ diye buyurmuştur. Bu hususta da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الْمُؤْمِنَ لَيُنْضِي شَيَاطِينَهُ كَمَا يُنْضِي أَحَدُكُمْ بَعِيرَهُ فِي السَّفَرِ (حم عن ابى هريرة(

″Mü’min, şeytanlarını öylesine yorar ve ezer ki, tıpkı sizden birinizin yolculukta devesini yorup ezdiği gibi.″[3]


[1] Sahih-i Müslim, Cennet 16 (63).

[2] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 9, s. 347.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8583.


﴿ رَبُّكُمُ الَّذ۪ي يُزْج۪ي لَكُمُ الْفُلْكَ فِي الْبَحْرِ لِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِه۪ۜ اِنَّهُ كَانَ بِكُمْ رَح۪يمًا ﴿٦٦﴾

66. Rabbiniz, lütfundan nasip arayasınız diye, sizin için denizde gemileri yürütür. Şüphesiz ki O, size karşı çok merhametlidir.


﴿ وَاِذَا مَسَّكُمُ الضُّرُّ فِي الْبَحْرِ ضَلَّ مَنْ تَدْعُونَ اِلَّٓا اِيَّاهُۚ فَلَمَّا نَجّٰيكُمْ اِلَى الْبَرِّ اَعْرَضْتُمْۜ وَكَانَ الْاِنْسَانُ كَفُورًا ﴿٦٧﴾

67. Denizde gark olmak korkusuna düşerseniz, Allah’ı bırakıp da ibâdet ettiğiniz ilahlar hatırınızdan çıkar. Fakat Allah’u Teâlâ sizi kurtarıp karaya çıkarınca, O’ndan yüz çevirirsiniz. Çünkü insanoğlu, çok nankördür.

İzah: Âyette denizde gemide bulunanların fırtınaya uğradıklarında, ölüm korkusu kendilerini sarınca putlarını bırakarak sâdece Allah’u Teâlâ’ya yönelip ihlasla O’na duâ ettikleri anlatılmaktadır. Bu âyette geçen olayın benzeri Hz. İkrime’nin başına gelmiş ve onun Müslüman olmasına sebep olmuştur. Bu hâdise, Urve’den şöyle nakledilmiştir:

Mekke fethedildiğinde, Ebû Cehil’in oğlu İkrime Mekke’den kaçtı ve deniz yoluyla yolcuğuna devam ederken, gemi çıkan bir fırtınada sallanmaya başlayınca, Lat ve Uzza’ya duâ etmeye başladı. Gemidekiler: ″Burada Allah’tan başka kimseye duâ edilmez″ deyince, İkrime: ″Vallâhi, eğer denizde sâdece kendisi var ise, karada da sâdece kendisi var demektir″ karşılığını verdi ve geri dönüp Müslüman oldu.[1]


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül Mensûr, c. 7, s. 603.


﴿ اَفَاَمِنْتُمْ اَنْ يَخْسِفَ بِكُمْ جَانِبَ الْبَرِّ اَوْ يُرْسِلَ عَلَيْكُمْ حَاصِبًا ثُمَّ لَا تَجِدُوا لَكُمْ وَك۪يلًاۙ ﴿٦٨﴾ اَمْ اَمِنْتُمْ اَنْ يُع۪يدَكُمْ ف۪يهِ تَارَةً اُخْرٰى فَيُرْسِلَ عَلَيْكُمْ قَاصِفًا مِنَ الرّ۪يحِ فَيُغْرِقَكُمْ بِمَا كَفَرْتُمْۙ ثُمَّ لَا تَجِدُوا لَكُمْ عَلَيْنَا بِه۪ تَب۪يعًا ﴿٦٩﴾

68-69. Peki, Allah’u Teâlâ’nın, üzerinde bulunduğunuz karayı sizinle beraber yere batırmayacağından yahut üzerinize (Lût’un kavminde olduğu gibi) taş yağdıran bir rüzgâr göndermeyeceğinden emin mi oldunuz? Böyle bir şey olduktan sonra, kendinizi muhafaza edecek bir koruyucu bulamazsınız.* Yahut sizi tekrar denize döndürüp de üzerinize şiddetli bir rüzgâr göndererek, küfrünüzden dolayı gark etmeyeceğinden emin mi oldunuz? Siz bu hâle düştükten sonra, Bize karşı intikam alacak hiçbir kuvvet bulamazsınız.


﴿ وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَن۪ٓي اٰدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلٰى كَث۪يرٍ مِمَّنْ خَلَقْنَا تَفْض۪يلًا۟ ﴿٧٠﴾

70. Yemin olsun ki Biz, Âdemoğlunu üstün bir varlık kıldık. Onları karada ve denizde (çeşitli vâsıtalarla) taşıdık. Onlara leziz ve temiz rızıklar verdik ve onları yarattıklarımızın birçoğuna üstün kıldık.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Onları yarattıklarımızın birçoğuna üstün kıldık″ diye buyrulmaktadır. Bu ifade, insanın diğer varlıklardan farklı ve üstün olan tarafları; akıl sahibi ol­ması, konuşabilmesi, iyiyi kötüden seçebilmesi, şeklinin güzel olması gibi meziyetlerdir. Yani Allah’u Teâlâ insanı Ahsen-i Takvim üzere yaratmıştır.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الْمَلَائِكَةَ قَالَتْ: يَا رَبَّنَا أَعْطَيْتَ بني آدَمَ فَهُمْ يَأْكُلُونَ، وَيَشْرَبُونَ وَيَرْكَبُونَ وَيُلْبِسُونَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَلَا نَأْكُلُ وَلَا نَشْرَبُ وَلَا نَلْهُو فَكَمَا جَعَلْتَ لَهُمُ الدُّنْيَا فَاجْعَلْ لَنَا الْآخِرَةَ فَقَالَ: لَا أَجْعَلُ ذُرِّيَّةَ مَنْ خَلَقْتُهُ بِيَدِي كَمَنْ قُلْتُ لَهُ كُنْ فَكَانَ (طب عن عبد اللّٰه بن عمرو(

Melekler dediler ki: ″Ey Rabbimiz! Âdemoğluna dünyâyı verdin. Orada yer, içer ve giyinirler. Biz Seni hamd ile tesbih ettiğimiz halde ne yeriz, ne içeriz, ne de eğleniriz. Nasıl onlara dünyâyı vermişsen, bize de âhireti ver.″ Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Elimle yaratmış olduğumun zürriyetinden gelenlerin sâlihlerini; kendisine ″Ol″ deyince, olanlar gibi kılmam.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

مَا شَيْءٌ أَكْرَمُ عَلَى اللّٰهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنَ ابْنِ آدَمَ قِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَلَا الْمَلَائِكَةُ قَالَ وَلَا الْمَلَائِكَةُ الْمَلَائِكَةُ مَجْبُورُونَ بِمَنْزِلَةِ الشَّمْسِ وَالْقَمَرِ (هب عن عبد اللّٰه بن عمرو(

″Mahşer gününde Allah katında Âdemoğlundan daha değerli hiçbir şey yoktur.″ ″Yâ Resûlallah! Melekler de mi?″ denilince, şöyle buyurdu: ″Melekler de; çünkü melekler, güneş ve ay gibi ibâdete mecburdurlar.″[2]


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 1478.

[2] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 146; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 34622.


﴿ يَوْمَ نَدْعُوا كُلَّ اُنَاسٍ بِاِمَامِهِمْۚ فَمَنْ اُو۫تِيَ كِتَابَهُ بِيَم۪ينِه۪ فَاُو۬لٰٓئِكَ يَقْرَؤُ۫نَ كِتَابَهُمْ وَلَا يُظْلَمُونَ فَت۪يلًا ﴿٧١﴾

71. Ey Habîbim! Bütün insanları kendi önderleriyle birlikte çağırdığımız günü zikret. O gün her kimin amellerinin yazılı olduğu kitabı sağ eline verilirse, işte onlar kitaplarını okurlar ve kıl kadar haksızlığa uğratılmazlar.

İzah: Amel defterlerine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يُدْعَى أَحَدُهُمْ فَيُعْطَى كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ وَيُمَدُّ لَهُ فِي جِسْمِهِ سِتُّونَ ذِرَاعًا وَيُبَيَّضُ وَجْهُهُ وَيُجْعَلُ عَلَى رَأْسِهِ تَاجٌ مِنْ لُؤْلُؤٍ يَتَلَأْلَأُ فَيَنْطَلِقُ إِلَى أَصْحَابِهِ فَيَرَوْنَهُ مِنْ بَعِيدٍ فَيَقُولُونَ اللّٰهُمَّ ائْتِنَا بِهَذَا وَبَارِكْ لَنَا فِي هَذَا حَتَّى يَأْتِيَهُمْ فَيَقُولُ أَبْشِرُوا لِكُلِّ رَجُلٍ مِنْكُمْ مِثْلُ هَذَا قَالَ وَأَمَّا الْكَافِرُ فَيُسَوَّدُ وَجْهُهُ وَيُمَدُّ لَهُ فِي جِسْمِهِ سِتُّونَ ذِرَاعًا عَلَى صُورَةِ آدَمَ فَيُلْبَسُ تَاجًا فَيَرَاهُ أَصْحَابُهُ فَيَقُولُونَ نَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنْ شَرِّ هَذَا اللّٰهُمَّ لَا تَأْتِنَا بِهَذَا قَالَ فَيَأْتِيهِمْ فَيَقُولُونَ اللّٰهُمَّ أَخْزِهِ فَيَقُولُ أَبْعَدَكُمْ اللّٰهُ فَإِنَّ لِكُلِّ رَجُلٍ مِنْكُمْ مِثْلَ هَذَا (ت عن ابى هريرة(

Onlardan biri çağrılır, amellerinin yazılı olduğu kitabı (amel defteri) sağ eline verilir. Bedeni altmış arşın uzatılır, yüzü ak edilir ve başına parlak incilerden bir taç koyulur. Adam hemen arkadaşlarının yanına koşar, uzaktan onu görürler ve ″Allah’ım! Onu bize kavuştur ve onu bize mübârek kıl″ derler. O adam nihâyet yanlarına gelir ve onlara: ″Müjdeler olsun, hepiniz için aynı mükâfat vardır″ der.Kâfire gelince, onun yüzü kara edilir, bedeni Âdem sûretinde altmış arşın uzatılır. Onun başına da kâfirliğinin alâmeti olacak bir taç giydirilir. Arkadaşları onu görür ve ″Allah’ım! Bunun şerrinden sana sığınırız, onu bize ulaştırma″ derler. Nihâyet yanlarına geldiğinde de, ″Allah’ım! Bunu rezil kıl″ derler. O adam da: ″Allah, sizleri rahmetinden uzaklaştırsın, sizden her biriniz için de aynı cezâ vardır″ der.[1]

Kişinin amel defteri hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i İsrâ, Âyet 13-14’e ve izahına bakınız.


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 18.


﴿ وَمَنْ كَانَ ف۪ي هٰذِه۪ٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَب۪يلًا ﴿٧٢﴾

72. Her kim bu dünyâda (mânen) kör olursa, âhirette de kördür ve daha ziyâde şaşkındır.

İzah: Her kim bu dünyâda, Allah’ın kendisine vermiş olduğu nîmet-lere kar­şı kör olursa ve Allah’ın kudretini gösteren alâmetleri görmeyip İslâm’a karşı kör olarak yaşarsa, işte o kimse âhirette de kör olarak mahşere getirilecek ve bu kimse âhirette daha da kötü bir durumda bulunacaktır. Zîrâ oradaki yeri Cehennem olacaktır.


﴿ وَاِنْ كَادُوا لَيَفْتِنُونَكَ عَنِ الَّذ۪ٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ لِتَفْتَرِيَ عَلَيْنَا غَيْرَهُۗ وَاِذًا لَاتَّخَذُوكَ خَل۪يلًا ﴿٧٣﴾

73. Ey Resûlüm! Müşrikler, sana vahyettiğimizden başkasını Bize karşı iftira etmen için nerdeyse seni vahyettiğimiz hakkında şüpheye düşüreceklerdi. Onlara tâbi olsaydın, işte o zaman seni dost edinirlerdi.

İzah: Müşrikler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i dâvâsından alıkoymak ve onu, üzerinde bulunduğu hak yoldan saptırmak için çeşitli yollara başvurmuşlardır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den, Müslüman olmaları için kendilerine mühlet vermesi ve bu sıra­da da putlarına tapmalarına ses çıkarmaması gibi taleplerde bulunmuşlardır. İşte bu Âyet-i Kerîme ile Allah’u Teâlâ, Resûlünü uyarmıştır.


﴿ وَلَوْلَٓا اَنْ ثَبَّتْنَاكَ لَقَدْ كِدْتَ تَرْكَنُ اِلَيْهِمْ شَيْـًٔا قَل۪يلًاۗ ﴿٧٤﴾ اِذًا لَاَذَقْنَاكَ ضِعْفَ الْحَيٰوةِ وَضِعْفَ الْمَمَاتِ ثُمَّ لَا تَجِدُ لَكَ عَلَيْنَا نَص۪يرًا ﴿٧٥﴾

74-75. Eğer seni hak üzere sâbit kılmasaydık, az kalsın onlara biraz meyledecektin.* Eğer onlara meyletseydin, dünyânın azâbını da, âhiretin azâbını da sana kat kat tattırırdık. Sonra kendin için Bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.

İzah: Katâde Hazretlerinden nakledildiğine göre, bu âyetler inince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن قتادة(

″Allah’ım! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, nefsime bırakma.″[1]

Abdurrahman b. Ebî Bekre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

قَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ دَعَوَاتُ الْمَكْرُوبِ اللّٰهُمَّ رَحْمَتَكَ أَرْجُو فَلَا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ (د حم عن عبد الرحمن بن ابى بكرة(

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem sıkıntıya düşenin duâsı şudur buyurdu: ″Allah’ım! Senin rahmetini umuyorum, beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, nefsime bırakma.″[2]


[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 17, s. 508.

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 100-101; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 19535.


﴿ وَاِنْ كَادُوا لَيَسْتَفِزُّونَكَ مِنَ الْاَرْضِ لِيُخْرِجُوكَ مِنْهَا وَاِذًا لَا يَلْبَثُونَ خِلَافَكَ اِلَّا قَل۪يلًا ﴿٧٦﴾ سُنَّةَ مَنْ قَدْ اَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنْ رُسُلِنَا وَلَا تَجِدُ لِسُنَّتِنَا تَحْو۪يلًا۟ ﴿٧٧﴾

76-77. Onlar, nerdeyse seni yurdundan (Mekke’den) çıkarmak için rahatsız edeceklerdi. O halde kendileri de senden sonra çok az kalacak-lardır.* Ey Resûlüm! Senden önceki Peygamberlerimizi yerlerinden çıkaranlar hakkındaki sünnetimiz de böyleydi ve Bizim sünnetimizde hiçbir değişiklik bulamazsın.

İzah: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i Mekke’den hicret etmeye zorlayan müşriklerin liderleri, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in oradan hicret ederek ayrılmasından sonra Bedir Savaşı’nda öldürülmüşler ve böylece Âyet-i Kerîme’nin ifade ettiği gibi onlar da orada az bir za­man kalabilmişlerdir. Allah’u Teâlâ’nın, Peygamberlerine karşı gelenleri cezâlandır­ma âdeti yerini bulmuştur.

Sonuçta, Mekke müşriklerinin tamamı Allah’u Teâlâ tarafından cezâlandırılmıştır. Bir kısmı Bedir’de ölmüş, diğerleri ve onların yakınları da ölenlerin acısıyla azaba uğramışlardır. Daha sonra, Mekke bizzat Müslümanlar tarafından fethedilmiş ve böylece Mekke’de müşriklerin hükmü tamamen ortadan kalkmıştır.


﴿ اَقِمِ الصَّلٰوةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ اِلٰى غَسَقِ الَّيْلِ وَقُرْاٰنَ الْفَجْرِۜ اِنَّ قُرْاٰنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا ﴿٧٨﴾

78. Ey Habîbim! Güneşin zevâl (öğle) vaktinden iyice gece oluncaya kadar (öğle, ikindi, akşam ve yatsıda) namaz kıl ve sabah namazını da kıl. Çünkü sabah namazı şâhitlidir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, kılınması farz olan beş vakit namaz beyan edilmiştir. Bu hususta:

أَنَّ عَبْدَ اللّٰهِ بْنَ عَبَّاسٍ كَانَ يَقُولُ دُلُوكُ الشَّمْسِ إِذَا فَاءَ الْفَيْءُ وَغَسَقُ اللَّيْلِ اجْتِمَاعُ اللَّيْلِ وَظُلْمَتُهُ (موطأ مالك عن داود بن الحصين(

Abdullah İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, (güneşin zeval vakti, diye tercüme ettiğimiz) ″Dulûk’uş-Şems″ ifadesine; güneşin batıya kaymasıyla gölgenin başlamasıdır, (iyice gece olunca, diye tercüme ettiğimiz) ″Gasak’ul-Leyl″ ifadesine de; gecenin tam olarak kararmasıdır (yatsı vaktidir), diye söylemiştir.[1]

Buradan anlaşıldığı üzere güneşin batıya yönelmesiyle birlikte gecenin iyice kararmasına kadar olan sürede öğle, ikindi, akşam ve yatsı olmak üzere dört vakit namaz kastedilmiştir. Sabah namazı da ayrı olarak âyetin devamında vurgulanmıştır.

Sabah namazının şâhitli olmasının nedeni, tefsir âlimlerinin beyanına göre; gündüz melekleri ile gece meleklerinin, nöbet değiştirir­ken bu namaza aynı anda şâhit olmalarıdır.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

تَفْضُلُ صَلَاةُ الْجَمِيعِ صَلَاةَ أَحَدِكُمْ وَحْدَهُ بِخَمْسٍ وَعِشْرِينَ جُزْءًا وَتَجْتَمِعُ مَلَائِكَةُ اللَّيْلِ وَمَلَائِكَةُ النَّهَارِ فِي صَلَاةِ الْفَجْرِ ثُمَّ يَقُولُ أَبُو هُرَيْرَةَ فَاقْرَءُوا إِنْ شِئْتُمْ {إِنَّ قُرْآنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا} (خ عن ابى هريرة(

″Cemaatle kılınan bir namazın tek başına kılınan bir namaza üstünlüğü yirmi beş derecedir.[2] Gece melekleriyle gündüz melekleri sabah namazında toplanırlar.″ Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu der ki: İsterseniz, ″Çünkü sabah namazı şâhitlidir″ diye geçen Sûre-i İsrâ, Âyet 78’i okuyun.[3]

Ancak kadınların, namazlarını evlerinde kılmaları daha efdaldir. Zîrâ bu hususta Ümmü Humeyd Radiyallâhu anhâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ، يَمْنَعُنَا أَزْوَاجُنَا أَنْ نُصَلِّيَ مَعَكَ، وَنُحِبُّ الصَّلَاةَ مَعَكَ، فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: صَلَاتُكُنَّ فِي بُيُوتِكُنَّ أَفْضَلُ مِنْ صَلَاتِكُنَّ فِي حُجَرِكُنَّ، وَصَلَاتُكُنَّ فِي حُجُرِكُنَّ أَفْضَلُ مِنْ صَلَاتِكُنَّ فِي الْجَمَاعَةِ (ابن أبي شيبة وعبد بن حميد وابن المنذر عن أم حميد(

″Yâ Resûlallah! Kocalarımız seninle beraber namaz kılmamıza mâni olmaktadırlar. Oysa biz seninle beraber namaz kılmayı seviyoruz″ dediğimde, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Özel odalarınızda namaz kılmanız normal odalarınızda kılmanızdan daha efdaldir. Normal odalarınızda namaz kılmanız da cemaatle kılmanızdan daha efdaldir″ buyurdu.[4]


[1] İmam Mâlik, Muvatta, Vukût’us-Salât 20; Rudânî, Cem’ul fevâid, Hadis No: 7053.

[2] Bir diğer Hadis-i Şerif’te de, ″Yirmi yedi derece daha üstündür″ diye geçmektedir (Sahih-i Buhârî, Ezan 30, 31; Sahih-i Müslim, Mesâcid 42 (249), Sünen-i Nesâî, İmâmet 42)

[3] Sahih-i Buhârî, Ezan 31; Rudânî, Cem’ul fevâid, Hadis No: 7054.

[4] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c. 2, s. 277 (Hadis No 7 Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 11, s. 81; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 25331.


﴿ وَمِنَ الَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِه۪ نَافِلَةً لَكَۗ عَسٰٓى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا ﴿٧٩﴾

79. Ey Habîbim! Gecenin bir kısmında da, beş vakitten fazla sana mahsus bir farz olarak teheccüd namazı kıl ki, Rabbin seni Makâm-ı Mahmuda ulaştırsın.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Makâm-ı Mahmud″, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e has olarak mahşerde verilecek olan şefaat makamıdır; övülmüş makam anlamına gelir.

Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerifte, şöyle buyrulmuştur:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِى قَوْلِهِ: (عَسٰٓى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا) وَسُئِلَ عَنْهَا قَالَ: هِيَ الشَّفَاعَةُ (ت عن ابى هرية)

″Rabbin seni Makâm-ı Mahmuda ulaştırsın″ diye geçen âyet, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e sorulunca, şöyle buyurmuştur: ″O, şefaattir.″[1]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

حِينَ يَسْمَعُ النِّدَاءَ اللّٰهُمَّ رَبَّ هَذِهِ الدَّعْوَةِ التَّامَّةِ وَالصَّلَاةِ الْقَائِمَةِ آتِ مُحَمَّدًا الْوَسِيلَةَ وَالْفَضِيلَةَ وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا الَّذِي وَعَدْتَهُ اِلَّا حَلَّتْ لَهُ الشَّفَاعَةُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ. (خ ه عن جابر بن عبد اللّٰه)

Her kim ezanı işittiği zaman, ″Allâhümme Rabbe hâzihi’d-da’veti’t-tâmmeh. Ve’s-salâti’l-kâimeh. Âti Muhammedeni’l-vesîlete ve’l-fadîleh. Veb’ashü makâmen mahmûdeni’llezî veadteh[2] (Ey bu mükemmel dâvetin ve namaz kıyâmı emrinin sahibi olan Allahım! Efendimiz Muhammed’e vesîleyi ve yüksek dereceleri ver. Ona, vaad ettiğin Makam-ı Mahmûdu lütfeyle) derse, mahşer gününde benim şefaatim ona hak olur.[3]

İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerifte, şöyle buyrulmuştur:

إِنَّ النَّاسَ يَصِيرُونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ جُثًا كُلُّ أُمَّةٍ تَتْبَعُ نَبِيَّهَا يَقُولُونَ يَا فُلَانُ اشْفَعْ يَا فُلَانُ اشْفَعْ حَتَّى تَنْتَهِيَ الشَّفَاعَةُ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَذَلِكَ يَوْمَ يَبْعَثُهُ اللّٰهُ الْمَقَامَ الْمَحْمُودَ (خ عن ابن عمر)

″Mahşer günü insanlar bölük bölük, her ümmet Peygamberlerinin ardına düşerler ve (Ulul-Azim Peygamberlere): ″Ey filan! Şefaat et. Ey filan! Şefaat et″ derler. En son şefaat dileği, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e erişip nihâyet bulur. Bu şefaat olayı, Allah’u Teâlâ’nın, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i Makâm-ı Mahmuda ulaştırdığı gün meydana gelir.″[4]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

″Mahşer gününde Âdemoğullarının Efendisi benim. Bunu övünmek için söylemiyorum, hakikat budur. Livâh’ul-Hamd Sancağı benim elimdedir. Bunu övünmek için söylemiyorum, hakikat budur. Gerek Âdem ve gerek başkası, her Peygamber o gün benim sancağımın altında olacaktır. Kabrinden ilk çıkan insan da benim. Bunu da övünmek için söylemiyorum, hakikat budur.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla şöyle buyurdu:

- Sonra insanlar (mahşer meydanında) üç büyük korku geçirecektir. Âdem’e gelerek, ″Sen bizim atamız Âdemsin, Rabbinin katında bize şefaat et″ derler. O da: ″Ben bir günah işledim ki, bu sebeple yeryüzüne indirildim. Siz Nûh’a gidin″ der. Onlar, Nûh’a gelirler. O da: ″Ben dünyâ halkına ağır bir bedduâ ettim ve bu yüzden helâk oldular. Siz İbrâhim’e gidin″ der. Onlar, İbrâhime gelirler. O da der ki: ″Şüphesiz ben, üç kere yalan söyledim. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Bunlardan hiçbir yalan yoktur ki, İbrâhim onunla Allahın dînini savunmamış olsun″ buyurdu. Siz Mûsâ’ya gidin″ der. Sonra Mûsâ’ya gelirler. O da: ″Ben, bir adam öldürdüm. Siz Îsâ’ya gidin″ der. Onlar, Îsâ’ya gelirler. O da: ″Allahtan başka bana ibâdet edildi. Siz Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gidin″ der. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

فَيَأْتُونَنِي فَأَنْطَلِقُ مَعَهُمْ قَالَ ابْنُ جُدْعَانَ قَالَ أَنَسٌ فَكَأَنِّي أَنْظُرُ إِلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ فَآخُذُ بِحَلْقَةِ بَابِ الْجَنَّةِ فَأُقَعْقِعُهَا فَيُقَالُ مَنْ هَذَا فَيُقَالُ مُحَمَّدٌ فَيَفْتَحُونَ لِي وَيُرَحِّبُونَ بِي فَيَقُولُونَ مَرْحَبًا فَأَخِرُّ سَاجِدًا فَيُلْهِمُنِي اللّٰهُ مِنَ الثَّنَاءِ وَالْحَمْدِ فَيُقَالُ لِي ارْفَعْ رَأْسَكَ وَسَلْ تُعْطَ وَاشْفَعْ تُشَفَّعْ وَقُلْ يُسْمَعْ لِقَوْلِكَ وَهُوَ الْمَقَامُ الْمَحْمُودُ الَّذِي قَالَ اللّٰهُ {عَسَى أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا} (ت عن ابى سعيد)

″Bunun üzerine bana gelirler ve ben onlarla birlikte kalkıp giderim.″ Enes Radiyallâhu anhu dedi ki: ″Sanki ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bakıyorum.″ O buyurdu ki:

- Cennet kapısının halkasını tutacak ve tıkırdatacağım. ″Kim o?″ diye sorulur. ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem″ denilir. Bana kapıyı açarlar ve merhaba derler. Ben secdeye kapanırım. Allahu Teâlâ bana, nasıl hamd ve senâ edeceğimi ilham eder ve sonra bana şöyle denilir: ″Başını kaldır ve dile, dilediğin sana verilecek. Şefaat et, şefaatin kabul edilecek. Söyle, sözün dinlenecek. İşte Allahu Teâlâ’nın, Sûre-i İsrâ, Âyet 79da: ″… Rabbin seni Makâm-ı Mahmuda ulaştırsın″ diye buyrulan Makâm-ı Mahmud budur.[5]

Âyrıca Âyet-i Kerîme’de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e; ″Sana mahsus″ diye hitap edilerek, gece teheccüd namazı kılması farz kılınmıştır. Bu ibâdet bizim için nâfiledir.

Bu âyet-i Kerîme ile ilgili olarak şu rivâyet nakledilmiştir:

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bâzen namaz, bâzen niyaz, bâzen de istirahat ederdi. Bir gece mübârek gözleri kapandı. Kalbi uyanık idi. Yedinci kat gökten Cebrâil Aleyhisselâm’ın kanadının sesini işitip, kalkıp döşeğinin üzerinde oturdu. Cebrâil Aleyhisselâm:

- Yâ Resûlallah! Hakk Teâlâ sana selâm eder ve buyurur ki: ″Ey Habîbim! Ben seni kullarımın affını dilemen ve şefaat etmen için yarattım. Bu iş yatmakta ve rahatlıkta olmaz. Bütün ümmetinin günahlarını ve amellerini sana bildireyim. Sen bunları bil ki, rahat uyku uyuma.″

Sonra Cebrâil Aleyhisselâm, sevgili Peygamberimizin mübârek elini tuttu. Mekke’den dışarı çıktılar. Peygamberimize ümmetinin amellerini bir bir arz etti. Allah’u Teâlâ: ″Ey Habîbim! Makâm-ı Mahmudu istersen, yemeği az ye ve uykuyu az uyu ki, Makâm-ı Şefaat’e erişesin″ buyurdu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hatırına şu geldi: ″Şimdi bu ümmetimin hangi hatâ ve kusurlarını Allahu Teâlâ’dan isteyeyim?″ Böyle düşünürken hitap geldi: ″Ümmetinin günahlarının hepsinin affı, senin bütün geceyi, gecenin yarısını veya üçte birini ibâdet ile geçirmene bağlıdır.″[6]

İşte Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bütün geceyi, gece yarısından sonra veya gecenin üçte biri kalınca sabaha kadar ibâdet ile geçirmesini Allah’u Teâlâ emretmektedir. Gece ibâdetini yapmasının hikmeti de, kendisi için değil, ümmetinin günahlarının affı içindi.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bu makâmın bir Hadis-i Kudsî’de Cenâb-ı Hakk tarafından kendisine şöyle bildirildiğini haber vermiştir:

مَقَامٌ يَحْمَدُكَ فِيهِ الْأَوَّلُونَ وَالْآخِرُونَ وَتَشْرُفُ فِيهِ عَلَى جَمِيعِ الْخَلَائِقِ تَسْأَلُ فَتُعْطَى وَتَشْفَعُ فَتُشَفَّعُ لَيْسَ أَحَدٌ اِلَّا تَحْتَ لِوَائِكَ. (عن ابن عباس)

″O öyle bir makam ki, bu makamda öncekiler de, sonrakiler de sana teşekkür ederler, sana minnettâr olurlar. Sen şerefçe bütün yaratılmışların üstünde olursun, istersin verilir, şefaat edersin şefaatin makbul olur. Senin sancağının altında olmadık hiç kimse kalmaz.″[7]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 18.

[2] Bu duânın sonuna, nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te de, ″İnneke lâ tuhlif’ul-mîâd″ (Şüphesiz ki Sen sözünden dönmezsin) diye ilâve vardır. Yine bâzı rivâyetlerde de, ″Ve’l-fadîleh″’ten sonra ″Ve’dderacet’ür-rafîa″ ziyâdesi de vardır.

[3] Sahih-i Buhârî, Ezan 8; Sünen-i İbn-i Mâce, Ezan 4.

[4] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i İsrâ 10; Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1712; Bu Hadis-i Şerif’in daha uzun olarak nakledilen tam metni için Bakınız: Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 3, 8; Sahih-i Müslim, Îman 327, (194).

[5] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 2.

[6] Meâric’ün-Nübüvve, Altıparmak (Peygamberler Tarihi), c. 1, 3. Rükün, s. 95. Gece ibâdetiyle ilgili de Sûre-i Müzzemmil, Âyet 20’ye bakınız.

[7] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, c. 2, s. 574.


﴿ وَقُلْ رَبِّ اَدْخِلْن۪ي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَاَخْرِجْن۪ي مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَلْ ل۪ي مِنْ لَدُنْكَ سُلْطَانًا نَص۪يرًا ﴿٨٠﴾

80. Ey Resûlüm! De ki: ″Yâ Rabbi! Beni gireceğim yere (Medîne’ye) hoşnutlukla girdir, çıkacağım yerden (Mekke’den) de hoşnutlukla çıkar ve tarafından bana (kâfirleri mağlup edecek) yardımcı bir kuvvet ver.″

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebi hakkında şöyle buyurmuştur:

كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِمَكَّةَ ثُمَّ أُمِرَ بِالْهِجْرَةِ فَنَزَلَتْ عَلَيْهِ {وَقُلْ رَبِّ أَدْخِلْنِي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَأَخْرِجْنِي مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَلْ لِي مِنْ لَدُنْكَ سُلْطَانًا نَصِيرًا} (ت عن ابن عباس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mekke’de bulunuyordu. Sonra ona Medîne’ye hicret etmesi emredildi. İşte bunun üzerine; Ey Resûlüm! De ki: ″Yâ Rabbi! Beni gireceğim yere (Medîne’ye) hoşnutlukla girdir, çıkacağım yerden (Mekke’den) de hoşnutlukla çıkar…″ diye devam eden Sûre-i İsrâ, Âyet 80 nâzil oldu.[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Medîne’yi çok sever ve orası için duâ ederdi. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:

اللّٰهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الْمَدِينَةَ كَحُبِّنَا مَكَّةَ أَوْ أَشَدَّ ... (خ م عن عائشة)

″Allah’ım! Bize Medîne’yi sevdir, Mekke’yi sevdirdiğin gibi hattâ daha fazla sevdir…″[2] diye duâ ederdi.

Enes Radiyallâhu anhu’dan da şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ إِذَا قَدِمَ مِنْ سَفَرٍ فَنَظَرَ إِلَى جُدُرَاتِ الْمَدِينَةِ أَوْضَعَ رَاحِلَتَهُ وَإِنْ كَانَ عَلَى دَابَّةٍ حَرَّكَهَا مِنْ حُبِّهَا (خ ت عن انس)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir seferden dönünce, Medîne’nin duvarlarına bakar, develerini hızlandırırdı. Eğer bir bineğin üzerinde ise, onu tahrik ederdi. Bu davranışı, Medîne’ye sevgisinden ileri gelirdi.″[3]

Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اللّٰهُمَّ بَارِكْ لَنَا فِي ثَمَرِنَا وَبَارِكْ لَنَا فِي مَدِينَتِنَا وَبَارِكْ لَنَا فِي صَاعِنَا وَبَارِكْ لَنَا فِي مُدِّنَا اللّٰهُمَّ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ عَبْدُكَ وَخَلِيلُكَ وَنَبِيُّكَ وَإِنِّي عَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَإِنَّهُ دَعَاكَ لِمَكَّةَ وَإِنِّي أَدْعُوكَ لِلْمَدِينَةِ بِمِثْلِ مَا دَعَاكَ بِهِ لِمَكَّةَ وَمِثْلَهُ مَعَهُ (م ت عن ابى هريرة)

″Allah’ım! Bize Medîne’mizi mübârek kıl, müdd ve sa ile ölçülen meyvelerimizi bereket üzere bereketli kıl. Allah’ım! İbrâhim, Senin kulun, Peygamberin ve Halîlindir. Ben de Senin kulun ve Peygamberinim. O Sana Mekke için duâ etti. Ben de Sana Medîne için, onun Mekke hakkında yaptığı duâyı, bir misli fazlasıyla aynen yapıyorum.″[4]

Mescid-i Nebevî’nin faziletine dair de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Hadis-i Şerif’lerinden bâzıları şöyledir:

مَنْ صَلَّى فِي مَسْجِدِي أَرْبَعِينَ صَلَاةً لَا يَفُوتُهُ صَلَاةٌ كُتِبَتْ لَهُ بَرَاءَةٌ مِنَ النَّارِ وَنَجَاةٌ مِنَ الْعَذَابِ وَبَرِئَ مِنَ النِّفَاقِ (ت حم عن انس بن مالك)

″Her kim benim mescidimde hiçbir vakti kaçırmayarak kırk vakit namaz kılarsa, onun için Cehennem azâbından kurtuluş beratı yazılır ve münâfıklıktan da kurtulmuş olur.″[5]

مَا بَيْنَ بَيْتِى وَمِنْبَرِى رَوْضَةٌ مِنْ رِيَاضِ الْجَنَّةِ وَمِنْبَرِى عَلَى حَوْضِى (خ م عن ابى هريرة)

″Evim ile minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim de Havz-ı Kevser üzerindedir.″[6]

مَنْ حَجَّ اِلَى مَكَّةَ ثُمَّ قَصَدَنِي فِي مَسْجِدِي كُتِبَتْ لَهُ حَجَّتَانِ مَبْرُورَتَانِ. (الديلمي عن ابن عباس)

″Her kim Mekke’ye gelerek hac yapar da, sonra benim mescidimde (kabrimi ziyaret etmek kastıyla) beni ziyaret ederse onun için kabul olmuş iki hac sevabı yazılır.″[7]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 18.

[2] Sahih-i Buhârî, Daavât 42; Sahih-i Müslim, Hac 86 (480).

[3] Sahih-i Buhârî, Fezâil’ul-Medîne 10; Sünen-i Tirmizî, Daavât 44; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4614.

[4] Sahih-i Müslim. Hac 85 (473 Sünen-i Tirmizî, Daavât 55, Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4605.

[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 12123; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 34939.

[6] Sahih-i Buhârî, Kabe ve Mescid-i Nebevî’de Namaz Kılmanın Fazileti 5; Sahih-i Müslim, Hac 92 (502).

[7] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 12370.


﴿ وَقُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُۜ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا ﴿٨١﴾

81. Ey Habîbim! De ki: ″Hak (İslâm) geldi ve bâtıl (şirk) yok oldu. Şüphesiz bâtıl, yok olmaya mahkûmdur.″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

دَخَلَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَكَّةَ وَحَوْلَ الْبَيْتِ سِتُّونَ وَثَلَاثُ مِائَةِ نُصُبٍ فَجَعَلَ يَطْعُنُهَا بِعُودٍ فِي يَدِهِ وَيَقُولُ {جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا} {جَاءَ الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ} (خ م عن عبد اللّٰه بن مسعود)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mekke’yi fethettiğinde, Kâbe’nin çevresinde üç yüz altmış tane put vardı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem elindeki âsâ ile onları deviriyor ve ″Hak (İslâm) geldi ve bâtıl (şirk) yok oldu. Şüphesiz bâtıl, yok olmaya mahkûmdur″[1] ve ″Hak (İslâm) geldi; bâtıl (şirk) eseri görülmeyecek ve tekrar dönmeyecek sûrette yok oldu[2] diye geçen âyetleri okuyordu.[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Vedâ Hutbesi’nde de şöyle buyurmuştur:

أَيّهَا النّاسُ فَإِنّ الشّيْطَانَ قَدْ يَئِسَ مِنْ أَنْ يُعْبَدَ بِأَرْضِكُمْ هَذِهِ أَبَدًا وَلَكِنّهُ إنْ يُطَعْ فِيمَا سِوَى ذَلِكَ فَقَدْ رَضِيَ بِهِ بِمَا تُحَقّرُونَ مِنْ أَعْمَالِكُمْ فَاحْذَرُوهُ عَلَى دِينِكُمْ (سيرة ابن هشام عن ابن اسحاق)

″Ey insanlar! Bugün şeytan, sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hâkimiyetini kurmak gücünü ebedî sûrette kaybetmiştir (sizi şirke düşürüp sizin üzerinize hâkimiyet kuramaz). Fakat siz, bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dîninizi korumak için bunlardan da sakının.″[4]


[1] Sûre-i İsrâ, Âyet 81.

[2] Sûre-i Sebe, Âyet 49.

[3] Sahih-i Buhârî, Megâzi 46; Sahih-i Müslim, Cihat ve Siyer 32 (87).

[4] İbn-i Hişam, es-Sîret’ün-Nebeviyye, c. 4, s. 604


﴿ وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا ﴿٨٢﴾

82. Biz Kur’ân’ı, Mü’minlere şifâ ve rahmet olarak indirdik. Bu Kur’ân, zâlimlerin de ancak hüsrânını artırır.

İzah: Kur’ân-ı Kerîm, hem zâhir, hem de mânevi hastalıkların şifâsıdır. Mânevi hastalıklara şifâ olması, onun insanları cehâlet ve sapıklık karanlığından çıkarmasıdır. Hakkı görmeyen kör gözleri açar. Ayrıca Kur’ân, Mü’minler için bir rahmet kaynağıdır. Zîrâ Mü’minler, onun hükümleriyle amel edip Cenneti kazanırlar ve Cehennemin azâbından uzaklaşmış olurlar. Kur’ân, kâfirlerin de küfrünü artırır. Zîrâ kâfirler, onu inkâr ederek emirlerini tutmazlar, yasaklarından kaçınmazlar. Böy­lece Cehennemin azâbını hak etmiş olurlar.

Kur’ân-ı Kerîm’in zâhir anlamdaki şifâsına dair de çok sayıda Hadis-i Şerif vardır. Bunlardan bâzıları şöyledir:

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلْقُرْآنُ هُوَ الدَّوَاءُ (السجزى في الابانة والقضاعي عن على)

″Kur’ân, bütün hastalıklara şifâdır.″[1]

Kur’ân-ı Kerîm, Mü’minler için şifâ ve rahmettir. Bizim dînimizde Kur’ân âyetlerinin okunarak hastaların şifâya kavuşması haktır. Bu husus hem âyetlerde, hem de hadislerde açık bir şekilde geçmektedir.

Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 49’da şöyle buyrulmaktadır:

″Ve onu İsrailoğullarına Peygamber olarak gönderecektir. O da, onlara şöyle der: ″Ben size Rabbinizden mûcizeler ile geldim. Ben size çamuru kuş şeklinde yaparım ve ona üflerim. O da Allah’ın izniyle kuş olur, uçar. Anadan doğma körlerin gözlerini açar ve ebraslıları (vücudunda beyaz lekeler çıkan hastaları) bu illetten kurtarırım…″

İşte Îsâ Aleyhisselâm, kendisine hak olarak inen İncil’den âyetler okuyup, duâ ederek hastaları şifâya kavuşturmuştur. Kur’ân’da bahsedilen şifâ ve rahmet, İncil’de, Tevrat’ta ve Zebur’da da vardı. Çünkü bunların hepsi o zamanda Allah’u Teâlâ tarafından indirilen hak kitaplardı.

Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ bu hususta şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَقْرَأُ عَلَى نَفْسِهِ الْمُعَوِّذَاتِ وَيَنْفُثُ قَالَتْ عَائِشَةُ فَلَمَّا اشْتَكَى صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ جَعَلْتُ أَقْرَأُ عَلَيْهِ وَأَمْسَحُهُ بِكَفِّهِ رَجَاءَ بَرَكَةِ يَدِهِ (حم عن عائشة)

″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem rahatsızlandığı zaman kendi kendine Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs) Sûrelerini okur ve üflerdi. Kendisinin ağ­rısı şiddetlendiği zaman da, bu sûreleri ona ben okurdum ve bereketi­ni umarak onun eliyle kendi vücudunu sıvazlardım.″[2]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

فَاتِحَةُ الْكِتَابِ شِفَاءٌ مِنْ كُلِّ دَاءٍ (الدارمى عن عبد الملك بن عمير)

″Fâtiha’da her hastalığa şifâ vardır.″[3]

Ümmü Seleme Radiyallâhu anhâ da şöyle buyurmuştur:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَأَى فِي بَيْتِهَا جَارِيَةً فِى وَجْهِهَا سَفْعَةٌ فَقَالَ اسْتَرْقُوا لَهَا فَاِنَّ بِهَا النَّظْرَةَ (خ م ك طب عم ام سلمة)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ümmü Seleme’nin odasında yüzünde sarılık eseri bulunan bir kız çocuğu görünce, ″Bu kızcağızı okutun, buna nazar değmiştir″ buyurmuştur.[4]

Yine nakledildiğine göre, Hz. Âişe şöyle buyurmuştur:

رَخَّصَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الرُّقْيَةَ مِنْ كُلِّ ذِى حُمَةٍ (خ عن عائشة)

″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem her (zehirli) iğnesi olan hayvanın zehirlemesinden dolayı ona okuyup üflemek sûretiyle, şifâ dileğinde bulunmamıza müsaade etti.″[5]

Yine bu hususta Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle buyurmuştur:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَقُولُ لِلْمَرِيضِ بِسْمِ اللّٰهِ تُرْبَةُ أَرْضِنَا بِرِيقَةِ بَعْضِنَا يُشْفَى سَقِيمُنَا بِإِذْنِ رَبِّنَا (خ عن عائشة)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem hastaya okuduğunda: ″Allah’ın yardımı ve izniyle bizim toprağımız, bâzımızın tükürüğü ile şifâ bulur″ buyurur idi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, mübârek parmağını tükürüğü ile ıslatıp temiz toprağa bulaştırarak hastaya sürer ve böyle duâ ederdi. İyi kişilerin teberrüken yapacakları bu şekildeki duâ, bâzı hastalara Allah’ın izniyle şifâ verir.[6]

Bu hususta Seleme İbn-i Ekvâ Radiyallâhu anhu’nun şöyle söylediği nakledilmiştir:

ضُرِبْتُ ضَرْبَةً فِى سَاقِى يَوْمَ خَيْبَرَ فَأَتَيْتُ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَنَفَثَ فِيهِ ثَلَاثَ نَفَثَاتٍ فَمَا اشْتَكَيْتُهَا حَتَّى السَّاعَةِ. (خ عن سلمة بن الاكوع)

“Hayber Günü, ben baldırımdan ağır bir şekilde vurulmuştum. Hemen Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldim. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem üç defa üfledi. O saatte şikâyetçi olduğum hastalığımdan eser kalmadı.”[7]

Bu hususta Kadı İyaz da şu iki hâdiseyi nakleder:

وَقَطَعَ اَبُو جَهْلٍ يَوْمَ بَدْرٍ يَدَ مُعَوِّذَ بْن عَفْرَاءَ فَجَاءَ يَحْمِلُ يَدَهُ فَبَصَقَ عَلَيْهَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَاَلْصَقهَا فَلَصِقَتْ (الشفاء عن ابن وهب)

″Ebû Cehil, Muavviz b. Afrâ’nın elini kesmişti, elini taşıyarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna geldi. Peygamber Efendimiz, onun yarasına tükürerek yerine yapıştırdı. Derhal yerine yapıştı kaldı.″[8]

وَرُمِىَ كُلْثُومُ بْنُ الْحُصَيْنِ يَوْمَ اُحُدٍ فِى نَحْرِهِ فَبَصَقَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِيهِ فَبَرَأَ (الشفاء)

″Hüseyin oğlu Kulsum’a, Uhud Günü ok atılmış ve boğazında yara açmıştı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem yaraya tükürdü ve anında iyileşti.″[9]

Hz. Ali’den nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle anlatılmaktadır:

اشْتَكَيْتُ فَأَتَانِي النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَأَنَا أَقُولُ اللّٰهُمَّ إِنْ كَانَ أَجَلِي قَدْ حَضَرَ فَأَرِحْنِي وَإِنْ كَانَ مُتَأَخِّرًا فَاشْفِنِي أَوْ عَافِنِي وَإِنْ كَانَ بَلَاءً فَصَبِّرْنِي فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَيْفَ قُلْتَ قَالَ فَأَعَدْتُ عَلَيْهِ قَالَ فَمَسَحَ بِيَدِهِ ثُمَّ قَالَ اللّٰهُمَّ اشْفِهِ أَوْ عَافِهِ قَالَ فَمَا اشْتَكَيْتُ وَجَعِي ذَاكَ بَعْدُ (حم عن على)

Hz. Ali dedi ki: Ben rahatsız idim. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yanıma geldi. Bu arada ben şöyle diyordum: ″Allah’ım! Ecelim gelmiş ise beni rahatlat, ecelim gelmemişse de ba­na şifâ ve afiyet ver. Şâyet bu bir belâ ise bana sabır ihsan et.″ Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Nasıl dedin?″ diye sordu. Ben de ona söyledim. Eliy­le beni sıvazladı, sonra da: ″Allah’ım! Ona şifâ ver″ diye buyurdu. Bundan sonra da böyle bir ağrı duymadım.[10]

Bu konuda bir Hadis-i Şerif’de de şöyle nakledilmiştir:

فَنَفَثَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي عَيْنِهِ فَأَبْصَرَ فَرَأَيْتُهُ يُدْخِلُ الْخَيْطَ فِي الإِبْرَةِ. (طب ابن ابى شببة بغوى ابو نعيم عن ابن فديك)

″Füdeyk adında bir kimse vardı. Seksen yaşında bir ihtiyardı. Gözleri ağrımıştı. Hiç görmüyordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onun gözlerine üfledi. Öyle sıhhat buldu ki, iğneye iplik geçirir oldu.″[11]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaptığı bütün uygulamalar, ümmetine sünnet olarak kalmıştır. Bu sebeple de Mü’minler tarafından Allah’u Teâlâ’nın izniyle şifâya kavuşması umularak hastaların üzerine Kur’ân âyetleri okunup üflenir.


[1] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 2310; Sünen-i İbn-i Mâce, Kitab’üt-Tıb 41.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 23585.

[3] Sünen-i Dârîmi, Fadâil’ul-Kur’ân 12.

[4] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1933, Sahih-i Müslim, Selâm 21 (59 Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 19252.

[5] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1934.

[6] Zübdet’ül-Buhârî Tercümesi, Hadis No: 1301.

[7] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarîh, Hadis No: 1611.

[8] Kadı İyaz, Şifâ-i Şerif, s. 323.

[9] Kadı İyaz, Şifâ-i Şerif, s. 322.

[10] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1005.

[11] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, Hadis No: 24; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 3466; İmam Kastalâni, Mevahib-i Ledünniyye, s. 334; Kadı İyaz, Şifâ-ı Şerif, s. 322.


﴿ وَاِذَٓا اَنْعَمْنَا عَلَى الْاِنْسَانِ اَعْرَضَ وَنَاٰ بِجَانِبِه۪ۚ وَاِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ كَانَ يَؤُ۫سًا ﴿٨٣﴾

83. İnsana nîmet verdiğimiz vakit (Allah’a taat ve ibâdetten) yüz çevirip yan çizer. Ona şer isâbet ettiği vakit de ümitsizliğe kapılır.

İzah: Allah’u Teâlâ insanı sıhhate, nîmetlere, hasta iken şifâya kavuşturduğu vakit, kendisine böyle ihsanlarda bulunmuş olan Rabbini zikretmekten, O’na şükrederek emirlerine riayette bulunmaktan uzaklaşır, kulluk görevini yapmaktan gâfil bulunur. Ona bir belâ isabet edince de, Allah’ın rahmetinden ümidini keser, hakka yönelerek duâ ve niyazda bulunmaz.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Hûd, Âyet 9’da da şöyle buyurmaktadır:

Yemin olsun ki, insana tarafımızdan bir nîmet tattırır, sonra da onu kendisinden geri alırsak, şüphesiz ki o, ümitsizliğe düşer ve nankör olur.

Mü’min olmayanlar, bu âyette geçtiği gibi Rabbine karşı nankörlük yapmaktadır. Fakat Mü’minler böyle değildir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

عَجَبًا لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ وَلَيْسَ ذَاكَ لِأَحَدٍ إِلَّا لِلْمُؤْمِنِ إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ (م عن صهيب)

″Mü’minin işi acâyiptir. Doğrusu onun her işi hayırdır. Bu husus Mü’minden başkası için böyle değildir. Ona iyilik ve genişlik isabet ederse, şükreder ve bu kendisi için hayır olur. Bir sıkıntı ve darlığa uğrarsa da, sabreder, bu da kendisi için hayır olur.″[1]


[1] Sahih-i Müslim, Zühd 13 (64).


﴿ قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلٰى شَاكِلَتِه۪ۜ فَرَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ اَهْدٰى سَب۪يلًا۟ ﴿٨٤﴾

84. Ey Resûlüm! De ki: ″Herkes kendi inancına göre amel eder. Kimin yolunun daha doğru olduğunu ise Rabbin daha iyi bilir.″


﴿ وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الرُّوحِۜ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّ۪ي وَمَٓا اُو۫ت۪يتُمْ مِنَ الْعِلْمِ اِلَّا قَل۪يلًا ﴿٨٥﴾

85. Ey Resûlüm! Sana ruh hakkında sorarlar. De ki: ″Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

قَالَتْ قُرَيْشٌ لِيَهُودَ أَعْطُونَا شَيْئًا نَسْأَلُ هَذَا الرَّجُلَ فَقَالَ سَلُوهُ عَنْ الرُّوحِ قَالَ فَسَأَلُوهُ عَنْ الرُّوحِ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ تَعَالَى {وَيَسْأَلُونَكَ عَنْ الرُّوحِ قُلْ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُمْ مِنَ الْعِلْمِ إِلَّا قَلِيلًا} قَالُوا أُوتِينَا عِلْمًا كَثِيرًا أُوتِينَا التَّوْرَاةَ وَمَنْ أُوتِيَ التَّوْرَاةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا فَأُنْزِلَتْ {قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ} إِلَى آخِرِ الْآيَةَ (ت عن ابن عباس)

Kureyşliler, Yahudilere: ″Bize sorabileceğimiz bir şeyler verin ki onu şu adama soralım″ dediler. Yahudiler de: ″Ona, ruh hakkında sorun″ dediler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, ruh hakkında sorduklarında, Allah’u Teâlâ: Ey Resûlüm! Sana ruh hakkında sorarlar. De ki: ″Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir″ mealindeki Sûre-i İsrâ, Âyet 85’i indirdi. Bunun üzerine Yahudiler: ″Bize büyük ilim verilmiştir; bize Tevrat verildi ve her kime Tevrat verilmişse ona büyük hayır verilmiştir″ dediklerinde de: Ey Resûlüm! De ki: ″Eğer Rabbinin kelimelerini (ilim ve hikmetini) yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve etsek, denizler biter, Rabbinin kelimeleri bitmez″ mealindeki Sûre-i Kehf, Âyet 109’u indirdi.[1]

Yine Sûre-i İsrâ, Âyet 85’in sonunda, Allah’u Teâlâ: Size ilimden ancak az bir şey verilmiştirdiye buyurduğu üzere, insanoğlu ne kadar ilim sahibi olursa olsun, Allah’ın ilmi yanında onun ilmi pek azdır.

Kehf Sûresi’nde geniş olarak anlatıldığı üzere, Hızır Aleyhisselâm ile Mûsâ Aleyhisselâm arasındaki kıssa hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bu olayı anlatırken şöyle buyurmuştur:

Mûsâ, Hızır ile beraber gemiye bindiklerinde; bir ara küçük bir kuş gelip geminin kenarına kondu ve denize bir iki defa gagasını daldırıp çıkardı. Bunu gören Hızır dedi ki:

يَا مُوسَى مَا نَقَصَ عِلْمِي وَعِلْمُكَ مِنْ عِلْمِ اللّٰهِ إِلَّا مِثْلَ مَا نَقَصَ هَذَا الْعُصْفُورُ بِمِنْقَارِهِ مِنَ الْبَحْرِ ... (خ عن ابى ابن كعب)

″Yâ Mûsâ! Bu kuşun gagasında kalan ıslaklık, denize nisbetle ne kadarsa, senin ve benim ilmim de Allah’ın ilmine göre o kadardır…″[2]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 18.

[2] Sahih-i Buhârî, İlim 63; Sahih-i Müslim, Fedâil 46 (170-172 Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7065. Bu kıssa için bakınız: Sûre-i Kehf, Âyet 60-82.


﴿ وَلَئِنْ شِئْنَا لَنَذْهَبَنَّ بِالَّذ۪ٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ ثُمَّ لَا تَجِدُ لَكَ بِه۪ عَلَيْنَا وَك۪يلًاۙ ﴿٨٦﴾ اِلَّا رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَۜ اِنَّ فَضْلَهُ كَانَ عَلَيْكَ كَب۪يرًا ﴿٨٧﴾

86-87. Yemin olsun ki, eğer dileseydik, Biz sana vahyettiğimizi (Kur’ân’ı) tamamen ortadan kaldırırdık. Sonra onu geri getirmek için Bize karşı kendine bir vekil de bulamazdın.* Ancak Rabbinden bir rahmet olarak böyle yapmadık. Ey Habîbim! Allah’u Teâlâ’nın sana lütuf ve keremi çok büyüktür.

İzah: Hakk Teâlâ: ″Ey Habîbim! Allah’u Teâlâ’nın sana lütuf ve keremi çok büyüktür″ diye buyurarak, Habîbini methü senâ etmektedir. Zîrâ her şeyden evvel onun nûrunu yaratmış, ondan da yaratılan her şeyi yaratmış[1] ve onu son Peygamber olarak âlemlere göndererek, Peygamberlerin baş tacı kılmıştır.[2] Allah’u Teâlâ gönderdiği Peygamberlerin hepsinden ahid almıştır ki, onlar hayatta iken Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem gönderilecek olursa, ona îman getirsinler ve yardım etsinler. Ümmetlerinden de Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e îman getirip yardım etmek üzere ahid alsınlar.[3] Yine Allah’u Teâlâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i Tevrat’ta ve İncil’de Ahmed ismiyle, Zebur’da da Mahmud ismiyle[4] ve Kur’ân’da da Muhammed[5] ismiyle övmüş, meth etmiştir. Allah’u Teâlâ bütün ilâhi kitapları içine alan Kur’ân-ı Azîm’üş-Şân’ı ona vermiştir.[6] Yine hiçbir Peygambere verilmeyen Mîracı ona vermiştir.[7] Ümmetini, diğer ümmetlerden üstün kılmış ve mahşerde ümmetini, diğer Peygamberlere şâhit kılmıştır.[8] Şefaat makamı olan Makâm-ı Mahmud’u ona vermiştir. Daha bunlar gibi nice nîmetler ihsan etmiştir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَنَا أَوَّلُ النَّاسِ خُرُوجًا اِذَا بُعِثُوا وَأَنَا خَطِيبُهُمْ إِذَا وَفَدُوا وَأَنَا مُبَشِّرُهُمْ اِذَا أَيِسُوا لِوَاءُ الْحَمْدِ يَوْمَئِذٍ بِيَدِي وَأَنَا أَكْرَمُ وَلَدِ آدَمَ عَلَى رَبِّى وَلَا فَخْرَ (ت عن انس)

″İnsanların, mahşer yerine getirilecekleri zaman kabrinden ilk çıkan benim, insanların hatipleri benim, ümitlerini kestikleri zaman müjdecileri benim, Livâ’ul-Hamd Sancağı o gün benim elimdedir. Allah katında Âdemoğlunun en şereflisi benim. Bunları övünmek için söylemiyorum, hakikat budur.″[9]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e verilen nîmetler ve onun diğer Peygamberlere olan üstünlüğüne dair geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 253’ün izahına bakınız.


[1] İmam Kastalâni, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 9.

[2] Sûre-i Ahzâb, Âyet 40.

[3] Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 81-82.

[4] Sûre-i Saff, Âyet 6; İmam Kastalâni, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 160.

[5] Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 144; Sûre-i Ahzâb, Âyet 40; Sûre-i Fetih, Âyet 29; Sûre-i Muhammed, Âyet 2.

[6] Sûre-i Şuarâ, Âyet 196.

[7] Sûre-i İsrâ, Âyet 1 ve izahına bakınız.

[8] Sûre-i Bakara, Âyet 143 ve Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 110’a bakınız.

[9] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 2.


﴿ قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰٓى اَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِه۪ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَه۪يرًا ﴿٨٨﴾

88. Ey Resûlüm! De ki: ″Yemin olsun ki, bu Kur’ân’ın bir mislini getirmek için, insan ve cin hep bir araya gelseler ve birbirlerine yardımcı da olsalar, yine de onun mislini getiremezler.

İzah: Kur’ân-ı Kerîm’in benzerinin getirilememesi hakkında geniş bilgi için Sûre-i Yûnus, Âyet 38 ve izahına bakınız.


﴿ وَلَقَدْ صَرَّفْنَا لِلنَّاسِ ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍۘ فَاَبٰٓى اَكْثَرُ النَّاسِ اِلَّا كُفُورًا ﴿٨٩﴾

89. Yemin olsun ki, bu Kur’ân’da insanlar için her türlü misalden değişik şekillerde beyan ettik. Fakat insanların çoğu yine de inkârlarında ısrar ederler.


﴿ وَقَالُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتّٰى تَفْجُرَ لَنَا مِنَ الْاَرْضِ يَنْبُوعًاۙ ﴿٩٠﴾ اَوْ تَكُونَ لَكَ جَنَّةٌ مِنْ نَخ۪يلٍ وَعِنَبٍ فَتُفَجِّرَ الْاَنْهَارَ خِلَالَهَا تَفْج۪يرًاۙ ﴿٩١﴾ اَوْ تُسْقِطَ السَّمَٓاءَ كَمَا زَعَمْتَ عَلَيْنَا كِسَفًا اَوْ تَأْتِيَ بِاللّٰهِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ قَب۪يلًاۙ ﴿٩٢﴾ اَوْ يَكُونَ لَكَ بَيْتٌ مِنْ زُخْرُفٍ اَوْ تَرْقٰى فِي السَّمَٓاءِۜ وَلَنْ نُؤْمِنَ لِرُقِيِّكَ حَتّٰى تُنَزِّلَ عَلَيْنَا كِتَابًا نَقْرَؤُ۬هُۜ قُلْ سُبْحَانَ رَبّ۪ي هَلْ كُنْتُ اِلَّا بَشَرًا رَسُولًا۟ ﴿٩٣﴾

90-93. Müşrikler dediler ki: ″Bize yerden bir kaynak çıkarıp akıtıncaya kadar, sana aslâ îman etmeyiz.* Yahut senin hurma ve üzüm ağaçlarından bir bahçen olsun da, arasından şarıl şarıl nehirler akıtasın.* Yahut zannettiğin üzere göğü üzerimize parça parça düşüresin. Yahut Allah’ı ve melekleri âşikâre olarak karşımıza getiresin.* Yahut senin için altından bir evin olmalı veya semâya çıkasın, ona çıktığına da aslâ inanmayız, tâ ki bize okuyacağımız (dâvânı tasdik edecek) bir kitap indiresin.″ Ey Resûlüm! De ki: ″Rabbimi tenzih ederim, ben Resûl olan beşerden başka bir şey değilim.″

İzah: Bu âyetlerin nüzul sebebine dair şu hâdise nakledilmiştir:

Mekke’de yaşayan Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia, Ebû Cehil, Velid b. Muğire gibi müşrikler bir araya gelerek, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i yanlarına dâvet ettiler ve ondan, yerden pınarlar fışkırtmasını veya nehirler akıtmasını yahut göğü üzerlerine parça parça düşürmesini yahut Allah’ı ve melekleri getirmesini istemeleri üzerine bu âyetler nâzil olmuştur.

Ebû Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

أَتَى النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَجُلٌ فَكَلَّمَهُ فَجَعَلَ تُرْعَدُ فَرَائِصُهُ فَقَالَ لَهُ هَوِّنْ عَلَيْكَ فَإِنِّي لَسْتُ بِمَلِكٍ إِنَّمَا أَنَا ابْنُ امْرَأَةٍ تَأْكُلُ الْقَدِيدَ (ه عن ابى مسعود)

Bir gün bir adam, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna geldi ve onun mânevî heybetinden titremeye başladı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ona: ″Korkma! Ben bir hükümdar değilim. Ben ancak, Kureyş kabilesinden kurumuş et yiyen bir kadının oğluyum″ diye buyurdu.[1]

Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’te açıkça geçtiği üzere, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, yaratılış olarak bir beşerdir. Fakat beşerin en hayırlısıdır. Bu sebeple Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bir ismi de ″Hayr’ul-Beşer″dir.

Nitekim insanların en üstünü ve efendisi olduğuna dair, Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: اُدْعُوا لِى سَيِّدَ الْعَرَبِ فَقُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَلَسْتَ سَيِّدَ الْعَرَبِ؟ قَالَ: أَنَا سَيِّدُ وَلَدِ آدَمَ وَعَلِيٌّ سَيِّدُ الْعَرَبِ. (ك عن عائشة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Ali’yi kastederek: ″Bana Arabın Efendisini çağırın″ dedi. ″Yâ Resûlallah! Arabın Efendisi sen değil misin?″ dediğimde, buyurdu ki: ″Ben Âdemoğlunun Efendisiyim. Ali, Arabın Efendisidir.″[2]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ لَمْ يَقُلْ عَلَيَّ خَيْرُ النَّاسِ فَقَدْ كَفَرَ (خط عن على)

″Kim benim için insanların en hayırlısıdır, demezse yemin olsun ki kâfir olur.″[3]

Elmas bir taştır, ancak çakıl taşı gibi sıradan bir taş değildir. İşte Elmas, taşlar içerisinde ne kadar değerli bir mücevher ise, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de beşerdir, ama Allah katında insanların en hayırlısı ve en değerlisidir.[4]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Et’ime 30.

[2] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 4690; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 2683.

[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 442/15.

[4] Bu hususta bakınız: Sûre-i Ahzâb, Âyet 40; Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 81-82; Sûre-i Nûr, Âyet 35, İmam Kastalâni, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 9.


﴿ وَمَا مَنَعَ النَّاسَ اَنْ يُؤْمِنُٓوا اِذْ جَٓاءَهُمُ الْهُدٰٓى اِلَّٓا اَنْ قَالُٓوا اَبَعَثَ اللّٰهُ بَشَرًا رَسُولًا ﴿٩٤﴾ قُلْ لَوْ كَانَ فِي الْاَرْضِ مَلٰٓئِكَةٌ يَمْشُونَ مُطْمَئِنّ۪ينَ لَنَزَّلْنَا عَلَيْهِمْ مِنَ السَّمَٓاءِ مَلَكًا رَسُولًا ﴿٩٥﴾ قُلْ كَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يدًا بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْۜ اِنَّهُ كَانَ بِعِبَادِه۪ خَب۪يرًا بَص۪يرًا ﴿٩٦﴾

94-96. Kendilerine hidâyet geldiği zaman, insanları îman etmekten meneden ancak onların: ″Allah, bir beşeri mi Resûl olarak gönderdi?″ demeleridir.* Ey Resûlüm! De ki: ″Eğer yeryüzünde yurt tutup dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten Resûl olan bir melek indirirdik.″* De ki: ″Benimle sizin aranızda (Peygamberliğimin doğruluğuna dair) şâhit olarak Allah yeter. Şüphesiz O, kullarının her hâlinden haberdardır ve yaptıkları her şeyi görendir.″

İzah: İnsanlara, hidâyet yani Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Peygamber olduğunu gösteren açık mîcizeler ve Kur’ân âyetleri geldiği halde, onların inkâr etmelerine sebep olan şey, bir insanın, Peygamber olarak gönderilmesini garip karşılamalarıdır.

Müşrikler, bir insanın Peygamber olarak gönderilemeyeceğini iddia ediyor ve Peygamberlik gibi bir vazifenin, insanüstü bir güce sahip olan Melek gibi bir varlığa verilmesi lâzım geldiğini iddia ediyorlardı.

Allah’u Teâlâ bu âyetler ile, ″Eğer yeryüzündeki yaşayanlar melek olsaydı, o zaman melekten bir Peygamber gönderirdik″ diye buyurarak o müşriklere cevap vermiştir.


﴿ وَمَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِۚ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِه۪ۜ وَنَحْشُرُهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ عَلٰى وُجُوهِهِمْ عُمْيًا وَبُكْمًا وَصُمًّاۜ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ كُلَّمَا خَبَتْ زِدْنَاهُمْ سَع۪يرًا ﴿٩٧﴾ ذٰلِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ بِاَنَّهُمْ كَفَرُوا بِاٰيَاتِنَا وَقَالُٓوا ءَاِذَا كُنَّا عِظَامًا وَرُفَاتًا ءَاِنَّا لَمَبْعُوثُونَ خَلْقًا جَد۪يدًا ﴿٩٨﴾

97-98. Allah’u Teâlâ kime hidâyet ederse, işte o kimse hidâyete nâil olur. Kimi de dalâlette bırakırsa, artık onlar için O’ndan başka aslâ dostlar bulamazsın. Biz onları mahşer günü; kör, dilsiz ve sağır oldukları halde yüzüstü süründürerek haşrederiz. Onların varacakları yer Cehennemdir. Onun ateşi sükûnet buldukça, onlara ateşi artırırız.* Bu, onların âyetlerimizi yalanlamalarının ve ″Biz kemik olup dağınık hâle geldikten sonra, tekrar diriltilir miyiz?″ demelerinin cezâsıdır.

İzah: Kâfirlerin yüzüstü süründürülerek mahşere getirileceklerine dair Enes Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ رَجُلًا قَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْشَرُ الْكَافِرُ عَلَى وَجْهِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ قَالَ أَلَيْسَ الَّذِي أَمْشَاهُ عَلَى رِجْلَيْهِ فِي الدُّنْيَا قَادِرًا عَلَى أَنْ يُمْشِيَهُ عَلَى وَجْهِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ (خ م عن انس)

Bir adam: ″Yâ Resûlallah! Mahşer günü kâfir yüzüstü nasıl haşrolunacak?″ diye sorunca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Şüphesiz onu dünyâda iki ayağı üzerinde yürüten Allah, mahşer günü yüzüstü yürütmeye de kâdir değil midir?″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Furkân 1, Rikak 44; Sahih-i Müslim, Sıfat-ı Kıyâmet 11 (54).


﴿ اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّ اللّٰهَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ قَادِرٌ عَلٰٓى اَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ وَجَعَلَ لَهُمْ اَجَلًا لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ فَاَبَى الظَّالِمُونَ اِلَّا كُفُورًا ﴿٩٩﴾

99. O kâfirler görmüyorlar mı ki, gökleri ve yeri yaratan Allah, elbette onların mislini de yaratmaya kâdirdir. Allah’u Teâlâ onlar için, meydana gelmesinde şüphe olmayan bir ecel tâyin etmiştir. Hak ve hakikat bu kadar açık iken yine zâlimler, inkârlarında ısrar ederler.


﴿ قُلْ لَوْ اَنْتُمْ تَمْلِكُونَ خَزَٓائِنَ رَحْمَةِ رَبّ۪ٓي اِذًا لَاَمْسَكْتُمْ خَشْيَةَ الْاِنْفَاقِۜ وَكَانَ الْاِنْسَانُ قَتُورًا۟ ﴿١٠٠﴾

100. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Siz, Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, bitmesinden korkarak sarfında cimrilik ederdiniz. Gerçekten insan çok cimridir.

İzah: Allah’u Teâlâ’nın hazinesinin bitmeyeceğine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur

يَدُ اللّٰهِ مَلْأَى لَا يَغِيضُهَا نَفَقَةٌ سَحَّاءُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَقَالَ أَرَأَيْتُمْ مَا أَنْفَقَ مُنْذُ خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ فَإِنَّهُ لَمْ يَغِضْ مَا فِي يَدِهِ (خ عن ابى هريرة)

″Allah’ın eli dopdoludur. Hiçbir nafaka onu eksiltmez. Allah, gece ve gündüz ihsan eder. Görmez misiniz? Göklerin ve yerin yaratıldığı günden beri ihsan etmekte ve elindeki hiçbir şey tükenmemektedir.″[1]

Bu âyette, insanın cimri olduğundan bahsedilmektedir. Nefislerde olan cimrilik, insanlarda olan bir beşeriyet hâlidir. İnsan, aklını ve irâdesini kullanıp nefsine hâkim olarak hatâya ve yanlışa düşmekten kurtulur. Dolayısıyla cimrilik, insanlık tabiatı gereğidir, ondan ayrılmaz. Fakat kişi irâdesini kullanarak bu duyguya hâkim olur. Bu durum kişiye, nefsine hâkim olarak günahlardan sakınıp sâlih ameller işlediği sürece zarar vermez.


[1] Sahih-i Buhârî, Tevhid 19; Sahih-i Müslim, Zekât 11 (36-37).


﴿ وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسٰى تِسْعَ اٰيَاتٍ بَيِّنَاتٍ فَسْـَٔلْ بَن۪ٓي اِسْرَٓا ئ۪لَ اِذْ جَٓاءَهُمْ فَقَالَ لَهُ فِرْعَوْنُ اِنّ۪ي لَاَظُنُّكَ يَا مُوسٰى مَسْحُورًا ﴿١٠١﴾

101. Yemin olsun ki, Mûsâ’ya dokuz açık mûcize verdik. Ey Resûlüm! İsrailoğullarına sor. Mûsâ onlara geldiği vakit, Firavun ona: ″Ey Mûsâ! Ben seni sihirbaz zannediyorum″ demişti.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçen dokuz açık mûcizeden maksat, Firavun ve adamlarına karşı, Mûsâ Aleyhisselâm’a verilen dokuz mûcize olup bunlar sırası ile şöyledir:

″Âsâ, parlayan el, tufan, çekirge, haşerât, kurbağa, kan, kıtlık yılları ve ürün eksikliği.″[1]

Bu husus Sûre-i Neml, Âyet 12’de de şöyle geçmektedir:

″Sana verilen dokuz mûcizeden biri olarak, elini koynuna sok, gözleri kamaştıracak sûrette parlak çıkar. Firavun ve kavmine git. Çünkü onlar fâsık bir kavimdir.″

Hz. Mûsâ’nın, Firavun ve taraftarlarının dışında, İsrailoğullarına getirdiği birçok mûcize daha vardır. Âsâsını taşa vurarak su fışkırtması, çölde İsrailoğullarını bulutla gölgelendirmesi, gökten üzerlerine bıldırcın eti ve kudret helvası inmesi bu mûcizelerdendir.


[1] Bu mûcizeler ile ilgili âyetler için Sûre-i Bakara, Âyet 60; Sûre-i Âraf, Âyet 107, 130, 133 ve Sûre-i Şuarâ, Âyet 33’e bakınız.


﴿ قَالَ لَقَدْ عَلِمْتَ مَٓا اَنْزَلَ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِلَّا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ بَصَٓائِرَۚ وَاِنّ۪ي لَاَظُنُّكَ يَا فِرْعَوْنُ مَثْبُورًا ﴿١٠٢﴾ فَاَرَادَ اَنْ يَسْتَفِزَّهُمْ مِنَ الْاَرْضِ فَاَغْرَقْنَاهُ وَمَنْ مَعَهُ جَم۪يعًاۙ ﴿١٠٣﴾ وَقُلْنَا مِنْ بَعْدِه۪ لِبَن۪ٓي اِسْرَٓا ئ۪لَ اسْكُنُوا الْاَرْضَ فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ الْاٰخِرَةِ جِئْنَا بِكُمْ لَف۪يفًاۜ ﴿١٠٤﴾

102-104. Mûsâ da, Firavun’a: ″Muhakkak bilirsin ki, bunları ancak, göklerin ve yerin Rabbi apaçık deliller olarak indirmiştir. Ey Firavun! Ben zannederim ki, sen hayırdan saparak helâk olmuşsun″ demişti.* Bunun üzerine Firavun, o yerden onların (öldürmek sûretiyle) kökünü kazımak istedi. Biz de, Firavun ile ona tâbi olanların hepsini (Kızıldeniz’de) gark ettik.* Bu olaydan sonra İsrailoğullarına dedik ki: ″O yerde oturun. Sonra âhiret vaadi gelince, hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz.″

İzah: Firavun ve ona tâbi olanlar Kızıldeniz’de helak olduktan sonra Allah’u Teâlâ, Hz. Mûsâ’nın ve ona tâbi olan İsrailoğullarının, Şam bölgesinde bulunan Kuds-i Şerif’in bulunduğu topraklara yerleşmelerini emretti ve mahşer gününde, Firavun ve ve ona tâbi olanları, Hz. Mûsâ’yı ve ona tâbi olanları bir araya getireceğini vaad etmiştir. Bâzı müfessirler tarafından, İsrailoğullarının yerleşmeleri emredilen o yerin, Mısır ve çevresi olduğu da beyan edilmiştir.


﴿ وَبِالْحَقِّ اَنْزَلْنَاهُ وَبِالْحَقِّ نَزَلَۜ وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا مُبَشِّرًا وَنَذ۪يرًاۢ ﴿١٠٥﴾

105. Ey Habîbim! Biz, Kur’ân’ı hak olarak indirdik ve hak olarak indi. Biz seni, ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.


﴿ وَقُرْاٰنًا فَرَقْنَاهُ لِتَقْرَاَهُ۫ عَلَى النَّاسِ عَلٰى مُكْثٍ وَنَزَّلْنَاهُ تَنْز۪يلًا ﴿١٠٦﴾

106. Biz Kur’ân’ı, insanlara yavaş yavaş okuyasın diye, âyet âyet ayırdık ve onu (ihtiyaca göre) peyderpey indirdik.

İzah: Kur’ân-ı Kerîm’in iniş şekli, Sûre-i Furkân, Âyet 32’de de şöyle geçmektedir:

″Kâfirler (Muhammed Aleyhisselâm’ı kastederek), ″Kur’ân, ona bir defada indirilseydi ya!″ dediler. Biz ise, onu kalbine yerleştirip pekiştirmek için işte böyle parça parça indirdik ve onu âyet âyet beyan ettik.″


﴿ قُلْ اٰمِنُوا بِه۪ٓ اَوْ لَا تُؤْمِنُواۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ مِنْ قَبْلِه۪ٓ اِذَا يُتْلٰى عَلَيْهِمْ يَخِرُّونَ لِلْاَذْقَانِ سُجَّدًاۙ (سَجْدَه) ﴿١٠٧﴾ وَيَقُولُونَ سُبْحَانَ رَبِّنَٓا اِنْ كَانَ وَعْدُ رَبِّنَا لَمَفْعُولًا ﴿١٠٨﴾ وَيَخِرُّونَ لِلْاَذْقَانِ يَبْكُونَ وَيَز۪يدُهُمْ خُشُوعًا ﴿١٠٩﴾

107-109. Ey Resûlüm! (Mekke kâfirlerine) de ki: ″Kur’ân’a ister îman edin, ister îman etmeyin. Şüphesiz Kur’ân, önceki kitapları okuyanların âlimlerine okunduğu vakit onlar, Allah’u Teâlâ’yı tâzim ederek yüzüstü secdeye kapanırlar. (Secde âyetidir)* ″Rabbimiz noksan sıfatlardan uzaktır. Rabbimizin vaadi muhakkak meydana gelir″ derler.* Onlar ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar ve Kur’ân, onların huşûunu artırır.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, İslâmiyetin ilk yıllarında Peygamber Efendimizin emriyle Hz. Câfer b. Ebû Tâlib, Habeşistan’a hicret ettiği vakit, onlara Meryem Sûresi’ni okumuş ve sûre tamamlanıncaya kadar orada bulunan Hristiyan cemaatinin hepsi ağlamışlardı. Daha sonra Hz. Necâşi, kendi kavminin ulemâsından İslâm’a meyleden yet­miş kişiyi Fahr-i Kâinat Efendimize göndermiştir. Resûlü Ekrem de onlara Yâsîn Sûresi’ni okumuş, onlar da ağlayarak hemen Müslümanlığı kabul etmişlerdi.[1]

Âyet-i Kerîme’de: ″Kur’ân, onların huşûunu artırır″ diye geçen ifade; Kur’ân-ı Kerîm, Allah’u Teâlâ’nın büyüklüğünü düşünmekten dolayı meydana gelen korku ve saygılarının artmasına vesîle olur, demektir.


[1] Bu konu Sûre-i Mâide, Âyet 82-85’te de anlatılmaktadır, geniş bilgi için oraya bakınız.


﴿ قُلِ ادْعُوا اللّٰهَ اَوِ ادْعُوا الرَّحْمٰنَۜ اَيًّا مَا تَدْعُوا فَلَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۚ وَلَا تَجْهَرْ بِصَلَاتِكَ وَلَا تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذٰلِكَ سَب۪يلًا ﴿١١٠﴾

110. Ey Resûlüm! De ki: ″İster Allah diye çağırın, ister Rahmân diye çağırın, hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihâyet en güzel isimler O’nundur.″ Ve namazında sesini çok yükseltme, çok da kısma. Bu ikisinin arasında bir yol tut.″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin; Ey Resûlüm! De ki: ″İster Allah diye çağırın, ister Rahmân diye çağırın, hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihâyet en güzel isimler O’nundur″ diye buyrulan kısmını, İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ izah ederken şöyle buyurmuştur:

- Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Mekke’de iken secdeye kapanır ve Allah’a yalvararak, ″Yâ Allah! Yâ Rahmân!″ derdi. Bunu duyan müşrikler: ″Bu adam tek bir ilaha ibâdet ettiğini iddia ediyor, halbuki iki ilaha duâ ediyor″ dediler. İşte bunun üzerine bu Âyet-i Kerîme nâzil oldu ve Hakk Teâlâ, Allah ve Rahmân’ın aynı olduğunu beyan etti.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:

إِنَّ لِلّٰهِ تَعَالَى تِسْعَةً وَتِسْعِينَ اسْمًا مِائَةً غَيْرَ وَاحِدٍ ... (ت عن ابى هريرة)

″Allah’u Teâlâ’nın, doksan dokuz güzel ismi vardır…″[1] diye buyurmuş ve bu isimleri sırası ile saymıştır.[2]

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, bu Âyet-i Kerîme’nin ikinci kısmıyla ilgili olarak da şu hâdiseyi anlatmıştır:

{وَلَا تَجْهَرْ بِصَلَاتِكَ وَلَا تُخَافِتْ بِهَا} قَالَ أُنْزِلَتْ وَرَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مُتَوَارٍ بِمَكَّةَ فَكَانَ إِذَا رَفَعَ صَوْتَهُ سَمِعَ الْمُشْرِكُونَ فَسَبُّوا الْقُرْآنَ وَمَنْ أَنْزَلَهُ وَمَنْ جَاءَ بِهِ فَقَالَ اللّٰهُ تَعَالَى {وَلَا تَجْهَرْ بِصَلَاتِكَ وَلَا تُخَافِتْ بِهَا} {لَا تَجْهَرْ بِصَلَاتِكَ} حَتَّى يَسْمَعَ الْمُشْرِكُونَ {وَلَا تُخَافِتْ بِهَا} عَنْ أَصْحَابِكَ فَلَا تُسْمِعُهُمْ {وَابْتَغِ بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلًا} أَسْمِعْهُمْ وَلَا تَجْهَرْ حَتَّى يَأْخُذُوا عَنْكَ الْقُرْآنَ (خ م عن ابن عباس)

″Ve namazında sesini çok yükseltme, çok da kısma. Bu ikisinin arasını bir yol tut…″[3] diye geçen âyet, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mek­ke’de İslâm’ı gizli olarak yayarken nâzil oldu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sahabeleriyle namaz kıldığı za­man, Kur’ân’ı okurken sesini yükseltiyordu. Müşrikler ise Kur’ân’ı işitince, hem Kur’ân’a, hem onu indirene, hem de Kur’ân kendisine gelene hakâret ediyorlardı. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ: ″Ve namazında sesini çok yükseltme″ ki, müşrikler onu işitmesin, Ashâbının duyamayacağı şekilde, ″Çok da kısma.″ ″Bu ikisinin arasını bir yol tut″ ki Ashâbın, okuduğunu duysun ve senden Kur’ân’ı alıp öğrensinler, diye buyurmuştur.[4]

İbn-i Zeyd Hazretleri ise, Âyet-i Kerîme’nin bu kısmını şöyle izah etmektedir:

″Ehl-i Kitap ibâdet ederlerken seslerini kısıyorlardı. İçlerinden birisi âniden sesini yükseltiyor, bunun üzerine diğerleri de ona katılarak bağırıyorlardı. Allah’u Teâlâ bu âyeti göndererek Müslümanların, onlar gibi bağırmamalarını ve okuyuşlarını tam olarak da gizlememelerini emretti.″

Bu sebeple namaz kıldıran imâm, namaz kıldırırken sesini ne çok yükseltmeli, ne de çok alçatmalıdır. Namazı, vakarlı bir şekilde normal bir sesle kıldırmalıdır.


[1] Sünen-i Tirmizî, Daavât 50.

[2] Allah’u Teâlâ’nın, bu güzel isimlerine dair Sûre-i Âraf, Âyet 180 ve izahına bakınız.

[3] Sûre-i İsrâ, Âyet 110.

[4] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i İsrâ 13; Sahih-i Müslim, Salât 31 (145 Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7060.


﴿ وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَر۪يكٌ فِي الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِيٌّ مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْب۪يرًا ﴿١١١﴾

111. Ey Resûlüm! ″Çocuk edinmeyen, mülkünde ortağı olmayan, zilletten uzak olup yardıma da ihtiyacı olmayan Allah’a hamd olsun″ de. Ve O’nu tâzim ile tekbir et.

İzah: Hristiyanlar ve Yahudiler, Allah’u Teâlâ’nın çocuk edindiğini, müşrikler, Allah’ın ortakları olduğunu, Sâbiiler ve Mecûsiler de, Allah’ın, acizlikten dolayı yardımcılar edindiğini iddia etmişler, Allah’u Teâlâ da bu âyette, o iddiaların tümüne cevap vermiştir.[1]

Bu Âyet-i Kerîme hakkında Sehl Radiyallâhu anhu’nun babasından naklettiği Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَنَّهُ قَالَ آيَةُ الْعِزِّ {الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا} الْآيَةَ كُلَّهَا (حم عن سهل عن ابيه)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Sûre-i İsrâ, Âyet 111’i okuyarak, ″Bu âyet, izzet âyetidir″ buyurdu.[2] Yani Allah’u Teâlâ’nın şerefini zikreden bir âyettir.

Yine bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا كَرَبَنِي أَمْرٌ إِلَّا تَمَثَّلَ لِي جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلَامُ فَقَالَ: يَا مُحَمَّدُ قُلْ: تَوَكَّلْتُ عَلَى الْحَيِّ الَّذِي لَا يَمُوتُ {وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِي الْمَلِكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِي مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْبِيرًا (ك عن ابى هريرة)

Ne zaman bir sorunum olduysa, mutlaka Cebrâil bana görünüp, Yâ Muhammed! Her zaman diri olan ve ölmeyen Allah’a tevekkül ettim. ″Çocuk edinmeyen, mülkünde ortağı olmayan, zilletten uzak olup yardıma da ihtiyacı olmayan Allah’a hamd olsun″[3] de. Ve O’nu ta’zim ile tekbîr et″ dedi.[4]


[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 17, s. 590.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15081.

[3] Sûre-i İsrâ, Âyet 111.

[4] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 1829; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 3424; Celâleddin es-Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 9, s. 414.