TÛR SÛRESİ

Bu sûre 49 âyettir. Mekke döneminde Zâriyat Sûresi’nden sonra nâzil olmuştur. İçerik olarak bu iki sûre birbirine benzemektedir. İsmini, ilk âyetinde geçen ve ″Tûr Dağı″ anlamına gelen ″Tûr″ kelimesinden almıştır.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ وَالطُّورِۙ ﴿١﴾ وَكِتَابٍ مَسْطُورٍۙ ﴿٢﴾ ف۪ي رَقٍّ مَنْشُورٍۙ ﴿٣﴾ وَالْبَيْتِ الْمَعْمُورِۙ ﴿٤﴾ وَالسَّقْفِ الْمَرْفُوعِۙ ﴿٥﴾ وَالْبَحْرِ الْمَسْجُورِۙ ﴿٦﴾ اِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِعٌۙ ﴿٧﴾ مَا لَهُ مِنْ دَافِعٍۙ ﴿٨﴾

1-8. Tûr Dağı’na,* yazılmış kitaba (Kur’ân’a) ki;* yayılmış ince deri üzerindedir.* Beyt’ül-Mâmur’a,* yükseltilmiş tavana (semâya),* kabarıp taşan denize yemin olsun ki,* Rabbinin azâbı, elbette vâki olacaktır.* Onu defedecek kimse yoktur.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Beyt’ül-Mâmur″ ifadesinden maksat, Hz. Ali Kerremallâhu veche, İbn-i Abbas, İkrime, Mücâhid ve Katâde Hazretlerinden nakledildiğine göre; Kâbe gibi meleklerin yedinci kat semâda tavaf yaparak ibâdet ettikleri yerdir. Burası Kâbe’nin tam üstüne denk gelmektedir.

Mîraç ile ilgili olan Hadis-i Şerif’in bir bölümünde; Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yedinci kat semâya yükseltildiğinde, Beyt’ül-Mâmur ile ilgili olarak şöyle anlatmıştır:

فَإِذَا أَنَا بِإِبْرَاهِيمَ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مُسْنِدًا ظَهْرَهُ إِلَى الْبَيْتِ الْمَعْمُورِ وَإِذَا هُوَ يَدْخُلُهُ كُلَّ يَوْمٍ سَبْعُونَ أَلْفَ مَلَكٍ لَا يَعُودُونَ إِلَيْهِ (م عن انس)

″Ben orada İbrâhim Aleyhisselâm ile arkasını Beyt’ül-Mâmur’a dayamış olarak karşılaştım. Beyt’ül-Mâmur’u gördüm. Ona günde yetmiş bin melek girer ve bir daha ona dönmezler…″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Halk 6, Enbiyâ 22-23, Salat 1; Sahih-i Müslim, Îman 74 (259, 263 Sünen-i Nesâî, Salat 1; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’üs-Salât 194.


﴿ يَوْمَ تَمُورُ السَّمَٓاءُ مَوْرًاۙ ﴿٩﴾ وَتَس۪يرُ الْجِبَالُ سَيْرًاۜ ﴿١٠﴾ فَوَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّب۪ينَۙ ﴿١١﴾ اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ي خَوْضٍ يَلْعَبُونَۢ ﴿١٢﴾ يَوْمَ يُدَعُّونَ اِلٰى نَارِ جَهَنَّمَ دَعًّاۜ ﴿١٣﴾ هٰذِهِ النَّارُ الَّت۪ي كُنْتُمْ بِهَا تُكَذِّبُونَ ﴿١٤﴾ اَفَسِحْرٌ هٰذَٓا اَمْ اَنْتُمْ لَا تُبْصِرُونَ ﴿١٥﴾ اِصْلَوْهَا فَاصْبِرُٓوا اَوْ لَا تَصْبِرُواۚ سَوَٓاءٌ عَلَيْكُمْۜ اِنَّمَا تُجْزَوْنَ مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿١٦﴾

9-16. O gün gök sarsıldıkça sarsılır* ve dağlar yürüdükçe yürür.* İşte o gün, yalanlayanların vay hâline* ki onlar, daldıkları bir bâtılda oynayıp duranlardır.* O gün onlar, itile kakıla Cehennem ateşine atılırlar.* Onlara denir ki: ″Yalanladığınız ateş işte budur!* Bu da sihir midir? Yoksa görmüyor musunuz?* Ateşe girin, onun şiddetine ister sabredin ister etmeyin, sizin için birdir. Siz, ancak yaptıklarınızın cezâsını çekiyorsunuz.″


﴿ اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي جَنَّاتٍ وَنَع۪يمٍۙ ﴿١٧﴾ فَاكِه۪ينَ بِمَٓا اٰتٰيهُمْ رَبُّهُمْۚ وَوَقٰيهُمْ رَبُّهُمْ عَذَابَ الْجَح۪يمِ ﴿١٨﴾ كُلُوا وَاشْرَبُوا هَن۪ٓيـًٔا بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَۙ ﴿١٩﴾ مُتَّكِـ۪ٔينَ عَلٰى سُرُرٍ مَصْفُوفَةٍۚ وَزَوَّجْنَاهُمْ بِحُورٍ ع۪ينٍ ﴿٢٠﴾

17-20. Takvâ sahipleri ise, Cennetler ve nîmetler içindedirler.* Onlar, Rablerinin kendilerine verdiği nîmetler içinde sefâ sürer­ler. Rableri onları Cehennem azâbından korumuştur.* Onlara denir ki: ″Güzel amellerinize mükâfat olarak afiyetle yiyin, için;* dizilmiş tahtlara yaslananlar olarak.″ Biz onlara hûruliyn’i de eş yaptık.

İzah: Bu âyetler ile ilgili olarak Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الرَّجُلَ لَيَتَّكِئُ الْمُتَّكَأَ مِقْدَارَ أَرْبَعِينَ سَنَةً مَا يَتَحَوَّلُ عَنْهُ وَلَا يَمَلُّهُ ، يَأْتِيهِ مَا اشْتَهَتْ نَفْسُهُ وَلَذَّتْ عَيْنُهُ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن الهيثم بن مالك الطائي)

″Şüphesiz kişi Cennete yerleşince, kırk sene tahtına yaslanır. Oradan ayrılmaz, oradan usanmaz. Gönlünün çektiği ve gözünün hoşlandığı şeyler ona gelir.″[1]


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 7, s. 432.


﴿ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَاتَّبَعَتْهُمْ ذُرِّيَّتُهُمْ بِا۪يمَانٍ اَلْحَقْنَا بِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَمَٓا اَلَتْنَاهُمْ مِنْ عَمَلِهِمْ مِنْ شَيْءٍۜ كُلُّ امْرِئٍ بِمَا كَسَبَ رَه۪ينٌ ﴿٢١﴾

21. Îman edip arkalarından zürriyetleri de îman ederek kendilerine tâbi olanları, âhirette zürriyetlerine kavuştururuz (onları, Cennette babalarıyla beraber ederiz). Böyle yapmakla, onların (babalarının) amellerinin sevabından da hiçbir şey eksiltmeyiz. Herkes kazandığının karşılığında bir rehindir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Abdullah İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şöyle nakledilmiştir:

إِنَّ اللّٰهَ يَرْفَعُ ذُرِّيَّةَ الْمُؤْمِنِ مَعَهُ فِي دَرَجَتِهِ فِي الْجَنَّةِ، وَإِنْ كَانُوا دُونَهُ فِي الْعَمَلِ ثُمَّ قَرَأَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَاتَّبَعَتْهُمْ ذُرِّيَّتُهُمْ بِإِيمَانٍ أَلْحَقْنَا بِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَمَا أَلَتْنَاهُمْيَقُولُ وَمَا نَقَصْنَاهُمْ (ك السنن الكبرى للبيهقى عن ابن عباس)

Şüphesiz Allah’u Teâlâ, Mü’minin zürriyetini, onun evlatlarını onun­la birlikte Cennette onun derecesine yükseltir. İsterse onun zürriyetinden gelen­ler bu dereceye ameliyle erişememiş olsunlar. Böylelikle Allah’u Teâlâ, çocuk­ları sâyesinde gözünün aydınlanmasını sağlamış olacaktır. Daha sonra da: ″Îman edip arkalarından zürriyetleri de îman ederek kendilerine tâbi olanları, âhirette zürriyetlerine kavuştururuz…″ diye devam eden Sûre-i Tûr, Âyet 21’i okudu.[1]

Bu âyetten anlaşıldığı üzere evlatlar, Mü’min babalarına tâbi olduklarında, onların dereceleri babalarından aşağı olsa bile, Allah’u Teâlâ, onların Cennette babalarıyla beraber olacaklarını bildirmektedir. Bu da Allah’u Teâlâ’nın Mü’min kullarına büyük bir rahmetidir. Allah’u Teâlâ âdildir. Rahmeti, bütün insanları kuşatır. Fakat kendisi Müslüman olduğu halde, babası kâfir olan veya günahkâr olan bir kimse, böyle bir rahmetten nasıl faydalanabilir? Bütün insanların bu rahmetten istifade edebilmeleri için bu Âyet-i Kerîme’yi şu anlamda da düşünmek gerekir:

Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Ahzâb, Âyet 6’da: ″Peygamber, Mü’minlere kendi canlarından daha evlâdır. Onun zevceleri de Mü’minlerin anneleridir″ diye geçen buyruğundan dolayı, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de Mü’minlerin babasıdır.

Yine bu husus Sûre-i Hûd, Âyet 45-46’da şöyle geçmektedir:

Nûh, Rabbine nidâ ederek, ″Yâ Rabbi! Şüphesiz oğlum benim ehlimdendir (ehlimin kurtulacağını vaad buyurduğun halde onu gark ettin). Muhakkak ki, Senin vaadin haktır. Sen, hükmedenlerin en iyi hükmedenisin!″ dedi.* Allah’u Teâlâ da, ″Ey Nûh! O senin ehlinden değildir. Çünkü o, pek kötü işte bulundu…″ Bu Âyet-i Kerîme’de de görüldüğü üzere Kenan, Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu olduğu halde, kendine tâbi olup gemiye binmediği için Allah’u Teâlâ onu evlâdı saymamış, Nûh Aleyhisselâm’a tâbi olup gemiye binenleri evlâdı saymıştır.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّمَا أَنَا لَكُمْ بِمَنْزِلَةِ الْوَالِدِ أُعَلِّمُكُمْ (د عن ابى هريرة)

″Doğrusu ben, size gö­re baba mevkiindeyim. Ben, size öğretirim.″[2]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

يَا عَلِىُّ اَنَا وَ اَنْتَ أَبَوَا هَذِهِ الْاُمَّةِ (الاصفهانى، المفردات)

″Yâ Ali! Ben ve sen, bu ümmete babayız.″[3]

Bu delillere baktığımız zaman, Peygamberlere îman edip onlara tâbi olanları Allah’u Teâlâ onların evlâdı olarak saymıştır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كُلُّ سَبَبٍ وَ نَسَبٍ يَنْقَطِعُ اِلَّا سَبَبِى وَ نَسَبِى يَوْمَ الْقِيَامَةِ (حل قط ك ق ض طب عن ابن عباس)

″Her sebep ve nesep kesilir. Ancak benim sebebim ve nesebim, kıyâmette kesilmez.″[4]

Bu Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ″Nesep″ diye buyurduğu, kan bağından gelen ailesidir. ″Sebep″ diye buyurduğu ise, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaşantısını kendine örnek alıp sünnetiyle amel ederek ona tâbi olanlardır. İşte birincisi, kan bağından gelen zâhir evlatlarıdır. İkincisi de, takvâ üzere mânevi yoldan gelen evlatlarıdır. Sahâbe-i Kirâm da işte bu şekilde sebep yönünden evlâdıdır. Bu nedenle, Cennette onunla beraber olacaklardır. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Ashâb-ı Kirâm’dan bir adam, (bir rivâyete göre de Resûlü Ekrem’in kölelikten azat ettiği Sevban Radiyallâhu anhu) Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i çok sever ve ondan bir an bile ayrı kalmaya tahammül edemezdi. Bir gün o, yüzü kül gibi olduğu halde Resûlü Ekrem’e geldi. Peygamber Efendimiz: ″Hasta mısın?″ diye sorunca, o zât: ″Hayır″ dedi ve konuşmasına şöyle devam etti:

يَا رَسُولَ اللّٰهِ اِنِّى لأُحِبُّكَ حَتَّى اِنِّى لأَذْكُرُكَ فَلَوْلا أَنِّى أَجِيءُ فَأَنْظُرُ اِلَيْكَ ظَنَنْتُ أَنَّ نَفْسِى تَخْرُجُ فَأَذْكُرُ أَنِّى اِنْ دَخَلْتُ الْجَنَّةَ صِرْتُ دُونَكَ فِى الْمَنْزِلَةِ فَشَقَّ ذَلِكَ عَلَيَّ وَأُحِبُّ أَنْ أَكُونَ مَعَكَ فِى الدَّرَجَةِ فَلَمْ يَرُدَّ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ شَيْئًا فَأَنْزَلَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ: "وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ [النساء آية 69] فَدَعَاهُ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَتَلاهَا عَلَيْهِ. (طب عن ابن عباس)

″Yâ Resûlallah! Şüphesiz ki sen bana, elbette canımdan daha sevgilisin. Şüphesiz ki sen bana, elbette çocuklarımdan daha sevgilisin. Şüphesiz ki ben, elbette evde seni düşünüyorum da sabredemiyorum. Tâ ki geliyorum da sana bakıyorum. Ölümümü ve ölümünü hatırladığımda anladım ki, sen Cennete girdiğinde Peygamberlerle beraber yüksek makamlarda olacaksın. Ben de Cennete girmem hâlinde seni göremeyeceğimden korktum. Resûlulah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir cevap vermedi. Nihâyet Cebrâil Aleyhisselâm ona şu âyeti indirdi: Her kim Allah’a ve Resûle itaat ederse, işte onlar Allah’u Teâlâ’nın, kendilerine nîmet verdiği Peygamberler, sıddîkler, şehitler ve sâlihler ile beraber-dirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar.[5] Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, o zâtı çağırdı ve inen bu Âyet-i Kerîme’yi ona okudu.[6]

Bu husus Enes Radiyallâhu anhu’dan nakledilen diğer bir Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:

Bir adam, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek, ″Yâ Resûlallah! Kıyâmet ne zaman kopacaktır?″ diye sordu. Peygamberimiz, namaza kalktı ve namazını bitirince: ″Kıyâmetin kopmasını soran kimse nerededir?″ buyurdu. Adam:Benim Yâ Resûlallah!″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Kıyâmet için ne hazırladın?″ buyurdu. Adam: ″Kıyâmet için (nâfile olarak) fazla namaz ve oruç hazırlayamadım. Fakat ben, Allah’ı ve Resûlünü seviyorum″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

الْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ وَأَنْتَ مَعَ مَنْ أَحْبَبْتَ فَمَا رَأَيْتُ فَرِحَ الْمُسْلِمُونَ بَعْدَ الْإِسْلَامِ فَرَحَهُمْ بِهَذَا. (م د ت عن انس)

″Kişi sevdiğiyle beraberdir, sen de sevdiğinle beraber olacaksın.″ Enes Radiyallâhu anhu der ki: ″Müslümanların, Müslüman olmaları dışında bu söze sevindikleri kadar, başka bir şeye sevindiklerini görmedim.[7]

İşte Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında Sahâbe-i Kirâm, ona tâbi oldukları için Allah’u Teâlâ’nın rahmetine nâil olarak Cennette onunla beraber olacaklardır. Peki, Peygamber Efendimizden sonra gelen ümmeti bu rahmetten nasıl faydalanabilir? Bunlar da Peygamber Efendimizin kendisinden sonra gelen halifelerine tâbi olarak aynı rahmete nâil olurlar. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, halifelerinin kimler olduğuna dair şöyle buyurmuştur:

رَحْمَةُ اللّٰهِ عَلَى خُلَفَائِى قِيلَ وَمَا خُلَفَائِكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ تَعَالَى قَالَ الَّذِينَ يُحْيُونَ سُنَّتِى وَيُعَلِّمُونَهَا النَّاسَ (ابى نصر و ابن عساكر عن الحسن)

″Allah‘ın rahmeti benim halifelerime olsun.″ ″Yâ Resûlullah! Senin halifelerin kimlerdir?″ dediler. Buyurdu ki: ″Sünnetimi ihyâ eden ve insanlara da öğretendir.″[8]

Bir Müslüman, Peygamber Efendimizden yüzyıllar sonra da gelse, halifeleri olan bu zâtlara tâbi olursa, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetiyle amel ederek, Peygamber Efendimize tâbi olmuş olur. Böylece Âyet-i Kerîme’de geçen rahmete de nâil olur ve Allah’u Teâla onu tâbi olduğu kişiyle beraber eder. O âlim de Peygamber Efendimizin sünnetini yapıp Müslümanlara öğrettiği için Allah’u Teâlâ onu da Peygamber efendimizle Cennette beraber eder.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ اَحَبَّ عَالِمًا فَقَدْ اَحَبَّنِى مَنْ اَحَبَّنِى فَقَدْ اَحَبَّ اللّٰهَ مَنْ اَحَبَّ اللّٰهَ دَخَلَ الْجَنَّةِ (طب عن ام سلمة)

″Her kim bir âlimi severse, şüphesiz beni sevmiş olur. Her kim de beni severse, şüphesiz Allah’ı sevmiş olur. Her kim de Allah’ı severse Cennete dâhil olur.″[9]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ فَارَقَ عَلِيًّا فَارَقَنِى وَمَنْ فَارَقَنِى فَقَدْ فَارَقَ اللّٰهَ (طب عن ابن عمر)

″Her kim Âli’yi fark ederse, beni fark etmiş olur. Her kim de beni fark ederse, Allah’ı fark etmiş olur.″[10]

Yeryüzündeki her insanın, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ″Halifelerim″ dediği bu zâtlara tâbi olduğunda, Peygamber Efendimizden her ne kadar sonra da gelse, Cennette ona yakın olup, komşu olabilme imkânı vardır.

Allah’u Teâlâ, bize Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetiyle yaşayıp ona tâbi olarak ölmeyi ve Cennet-i A’lâ’da da komşuluğunu nasip etsin, âmin!

Vallâhu a’lem, bi’s-savâb (Doğruyu en iyi bilen Allah’tır).

Âyet-i Kerîme’nin sonunda: ″Herkes kazandığının karşılığında bir rehindir″ buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat da, hiçbir kimse başkasının güna­hından dolayı hesaba çekilmeyecek, herkes kendi günahının karşılığını görecektir, demektir.[11]


[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3703; Beyhakî, Sünen’ül-Kübrâ, c. 10, s. 268.

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Tahâre 4.

[3] Râğıb el-İsfehânî, el-Müfredat, s. 7.

[4] Taberânî Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 2567, 2568; Abdürrezzak, Musannef, Hadis No: 10354; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 340/15.

[5] Sûre-i Nisâ, Âyet 69.

[6] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 12394; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 4, s. 510.

[7] Sünen-i Tirmizî, Zühd 36; Sünen-i Ebû Dâvûd, Edeb 113; Sahih-i Müslim, Birr 50 (161-165).

[8] Muhtâr’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 250; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 291/1.

[9] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 19345.

[10] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 13390; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32974.

[11] Yine bu husus, Sûre-i Müddessir, Âyet 38-39’da: ″Herkes kazandığının karşılığında bir rehindir.* Ashâb-ı Yemin (amel defteri sağından verilenler) bundan müstesnâ″ diye geçmektedir.


﴿ وَاَمْدَدْنَاهُمْ بِفَاكِهَةٍ وَلَحْمٍ مِمَّا يَشْتَهُونَ ﴿٢٢﴾ يَتَنَازَعُونَ ف۪يهَا كَأْسًا لَا لَغْوٌ ف۪يهَا وَلَا تَأْث۪يمٌ ﴿٢٣﴾ وَيَطُوفُ عَلَيْهِمْ غِلْمَانٌ لَهُمْ كَاَنَّهُمْ لُؤْلُؤٌ۬ مَكْنُونٌ ﴿٢٤﴾

22-24. Cennette onların canlarının istediği meyve ve etlerden bol bol ve­rdik.* Orada birbirlerine kadeh sunarlar ki, onda ne bir saçma söz vardır, ne de bir günah.* Sedefte muhafaza olunan incilere benzer gılmân da (genç hizmetçiler de) etraflarında dolaşırlar.

İzah: Bu âyetlerde geçen Cennet ehli hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَدْنَى أَهْلِ الْجَنَّةِ مَنْزِلَةً لَمَنْ يَنْظُرُ إِلَى جِنَانِهِ وَأَزْوَاجِهِ وَخَدَمِهِ وَسُرُرِهِ مَسِيرَةَ أَلْفِ سَنَةٍ وَأَكْرَمُهُمْ عَلَى اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ مَنْ يَنْظُرُ إِلَى وَجْهِهِ غُدْوَةً وَعَشِيَّةً ثُمَّ قَرَأَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ { وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ } (ت عن ابن عمر)

″Cennet ehlinin en aşağı mertebede olanı şu kişidir ki; bahçelerini, eşlerini, bol nîmetlerini, hizmetçilerini ve tahtlarını bin senelik mesâfeye kadar görecektir. Cennet ehlinin Allah katında en makbul olanı da şu kişidir ki, sabah akşam Allah’ın Cemâlini görecektir.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″O günde birtakım yüzler parıldar;* Rabblerine bakarlar″ mealindeki Sûre-i Kıyâmet, Âyet 22-23’ü okudu.[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cennet 16.


﴿ وَاَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍ يَتَسَٓاءَلُونَ ﴿٢٥﴾ قَالُٓوا اِنَّا كُنَّا قَبْلُ ف۪ٓي اَهْلِنَا مُشْفِق۪ينَ ﴿٢٦﴾ فَمَنَّ اللّٰهُ عَلَيْنَا وَوَقٰينَا عَذَابَ السَّمُومِ ﴿٢٧﴾ اِنَّا كُنَّا مِنْ قَبْلُ نَدْعُوهُۜ اِنَّهُ هُوَ الْبَرُّ الرَّح۪يمُ۟ ﴿٢٨﴾

25-28. Onlar, birbirlerine yönelerek hallerinden sorarlar. Derler ki:* ″Şüphesiz biz, bundan önce (dünyâda iken) ailelerimiz içinde (Allah’a isyan etmekten) korkardık.* Allah’u Teâlâ da bize rahmetini ihsan buyurdu ve bizi Semum azâbından korudu.* Şüphesiz biz, bundan önce (dünyâda iken) O’na duâ ederdik (bizi korumasını isterdik). Şüphesiz O, ihsan edendir ve rahmeti boldur.″

İzah: Bu âyetler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِذَا دَخَلَ أَهْلُ الْجَنَّةِ الْجَنَّةَ اشْتَاقُوا إِلَى الإِخْوَانِ ، فَيَجِيءُ سَرِيرُ هَذَا حَتَّى يُحَاذِيَ سَرِيرَ هَذَا فَيَتَحَدَّثَانِ ، فَيَتَّكِئُ هَذَا وَيَتَّكِئُ هَذَا فَيَتَحَدَّثَانِ بِمَا كَانَا فِي الدُّنْيَا فَيَقُولُ أَحَدُهُمَا لِصَاحِبِهِ: يَا فُلانُ تَدْرِي أَيَّ يَوْمٍ غَفَرَ اللّٰهُ لَنَا يَوْمَ كُنَّا فِي مَوْضِعِ كَذَا وَكَذَا فَدَعَوْنَا اللّٰهَ فَغَفَرَ لَنَا (البزار عن انس)

Cennet ehli Cennete girdiği zaman kardeşlerini görmeyi arzularlar. Birinin tahtı diğerinin tahtı hizasına ulaşıncaya kadar gelir, birbirleriyle konuşurlar. O ve diğeri tahtlarına yaslanır ve dünyada iken içinde bulundukları durumu konuşurlar. Biri arkadaşına: ″Allah’u Teâlâ’nın bizi bağışladığı gün hangisidir biliyor musun? Bir gün filan filan yerdeydik de Allah’a duâ etmiştik, işte o gün bizi bağışladı″ der.[1]

Âyet-i Kerîme’de geçen ″Semum″, Cehennem tabakalarından bir tabakadır. Bu kelime lügatte; gündüz meydana gelen şiddetli sıcaklık veya soğukluk mânâsına gelmektedir. Bu kelime, bâzen soğuğun insanı etkilemesi hakkında kullanıldığı gibi, çoğunlukla da sıcağın ve güneşin etkilemesi hakkında kullanılır. Bu sebeple bu kelimeye doğrudan Cehennem azâbı ve özellikle de ateş azâbı diye mânâ verilmiştir.

Cehennem azâbı hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اشْتَكَتْ النَّارُ إِلَى رَبِّهَا فَقَالَتْ رَبِّ أَكَلَ بَعْضِي بَعْضًا فَأَذِنَ لَهَا بِنَفَسَيْنِ نَفَسٍ فِي الشِّتَاءِ وَنَفَسٍ فِي الصَّيْفِ فَأَشَدُّ مَا تَجِدُونَ مِنَ الْحَرِّ وَأَشَدُّ مَا تَجِدُونَ مِنَ الزَّمْهَرِيرِ (خ م عن ابى هريرة)

″Ateş, Rabbine şikâyet ederek dedi ki: Rabbim, benim bir kısmım diğer kısmımı yedi. Bunun üzerine Allah ona; kışın bir nefes, yazın bir nefes olmak üzere iki nefes hakkı tanıdı. İşte yaz nefesi, en şiddetli şekilde hissettiğiniz hararettir. Kış nefesi de, en şiddetli bulduğunuz soğuktur.″[2]


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 7, s. 435.

[2] Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Halk 10; Sahih-i Müslim, Mesâcid 32 (185). Ayrıca bakınız: Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cehennem 9; Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 38.


﴿ فَذَكِّرْ فَمَٓا اَنْتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلَا مَجْنُونٍۜ ﴿٢٩﴾ اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِه۪ رَيْبَ الْمَنُونِ ﴿٣٠﴾ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنّ۪ي مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّص۪ينَۜ ﴿٣١﴾ اَمْ تَأْمُرُهُمْ اَحْلَامُهُمْ بِهٰذَٓا اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَۚ ﴿٣٢﴾ اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُۚ بَلْ لَا يُؤْمِنُونَۚ ﴿٣٣﴾ فَلْيَأْتُوا بِحَد۪يثٍ مِثْلِه۪ٓ اِنْ كَانُوا صَادِق۪ينَۜ ﴿٣٤﴾

29-34. Ey Resûlüm! O halde sen, öğüt vermeye devam et. Sen, Rabbinin nîmeti hakkı için ne bir kâhinsin, ne de bir mecnûn!* Yoksa onlar: ″O, şâirdir; gözetleyelim. Zamanın hâdiseleri onu da helâk eder!″ mi diyorlar?* Ey Resûlüm! Onlara: ″Siz, benim helâkimi bekleyin, ben de sizin helâkinizi beklerim″ de.* Yoksa akılları mı bunu (sana, kâhin ve mecnûn demeyi) kendilerine emrediyor? Yoksa onlar, azgın bir toplum mudur?* Yoksa onlar: ″O Kur’ân’ı kendisi uydurup söyledi″ mi diyorlar? Hayır, onlar îman etmezler.* Bu iddialarında doğru iseler, haydi Kur’ân’ın misli bir söz getirsinler!

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre; Kureyşliler, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in durumunu görüşmek üzere Dâr’ün-Nedve’de toplandıklarında, içlerinden birisi: ″Onu bağlayıp hapsedin, sonra ondan önceki şâirlerden Züheyr, Nâbiğa ve emsalinin helâk olduğu gibi, o da helâk olup ölünceye kadar onu gözetleyin. Zîrâ o da onlardan birisi gibidir″ demişti. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ, onların sözlerini beyan ederek, Yoksa onlar: ″O, şâirdir; gözetleyelim. Zamanın hâdiseleri onu da helâk eder!″ mi diyorlar? diye geçen Sûre-i Tûr, Âyet 30’u indirdi.


﴿ اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ اَمْ هُمُ الْخَالِقُونَۜ ﴿٣٥﴾ اَمْ خَلَقُوا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ بَلْ لَا يُوقِنُونَۜ ﴿٣٦﴾ اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَٓائِنُ رَبِّكَ اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَۜ ﴿٣٧﴾ اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ ف۪يهِۚ فَلْيَأْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُب۪ينٍۜ ﴿٣٨﴾ اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَۜ ﴿٣٩﴾ اَمْ تَسْـَٔلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَۜ ﴿٤٠﴾ اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَۜ ﴿٤١﴾ اَمْ يُر۪يدُونَ كَيْدًاۜ فَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا هُمُ الْمَك۪يدُونَۜ ﴿٤٢﴾ اَمْ لَهُمْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللّٰهِۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿٤٣﴾

35-43. Yoksa onlar, yaratıcısı olmadan mı dünyâya geldiler? Yoksa kendi nefislerini, kendileri mi yarattılar?* Yoksa gökleri ve yeri yaratan kendileri midir? Bilakis onlar, hiçbir şey bilmiyorlar.* Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa onlar, işlerin tedbirinde muktedir ve gâlip midirler?* Yoksa onların merdivenleri var da onunla semâya yükselip meleklerin sözlerini mi işitirler? Öyleyse, işittiklerini apaçık bir delil ile ispat etsinler.* Yoksa kızlar Allah’ın, oğullar sizin midir?* Ey Resûlüm! Yoksa sen, onlardan ücret istiyorsun da, istediğin ücret onlara ağır mı geliyor?* Yoksa gaybı biliyorlar da onunla mı hükmediyorlar?* Yoksa (Resûl hakkında) bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler, kendileri o tuzağa düşeceklerdir.* Yoksa onlar için Allah’tan başka bir ilah mı vardır? Allah’u Teâlâ, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır.

İzah: Bu âyetler ile ilgili olarak Cubeyr b. Mutim Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

سَمِعْتُ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقْرَأُ فِي الْمَغْرِبِ بِالطُّورِ فَلَمَّا بَلَغَ هَذِهِ الْآيَةَ {أَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ أَمْ هُمْ الْخَالِقُونَ أَمْ خَلَقُوا السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ بَلْ لَا يُوقِنُونَ أَمْ عِنْدَهُمْ خَزَائِنُ رَبِّكَ أَمْ هُمْ الْمُسَيْطِرُونَ} قَالَ كَادَ قَلْبِي أَنْ يَطِيرَ (خ جبير بن مطعم)

Ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i akşam namazında Tûr Sûresi’ni okurken dinledim. ″Yoksa onlar, yaratıcısı olmadan mı dünyâya geldiler? Yoksa kendi nefislerini kendileri mi yarattılar?* Yoksa gökleri ve yeri yaratan kendileri midir? Bilakis onlar, hiçbir şey bilmiyorlar.* Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa onlar, işlerin tedbirinde muktedir ve gâlip midirler?″ diye geçen âyetlere ulaştığında, neredeyse kalbim yerinden çıkacaktı.[1]

Bu Hadis-i Şerif’in râvisi olan Cübeyr İbn-i Mut’im Radiyallâhu anhu, Bedir Savaşı’ndan sonra esir edilenlerin fidyeleri konusunda görüşmek üzere Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelmişti ve o zaman henüz müşrik idi. Bu âyetleri dinlemiş olması, onu İslâm’a girmeye sevk eden sebeplerin başında yer alır.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Yoksa kızlar Allah’ın, oğullar sizin midir?″ diye geçtiği üzere müşrikler, ″Melekler, Allah’ın kızlarıdır″[2] diyerek Allah’a karşı büyük bir iftirada bulunmuşlardır.

Bu husus Sûre-i Nahl, Âyet 57-59’da şöyle geçmektedir:

″Onlar, Allah’a kızlar isnat ederler. Hâşâ! O, bundan uzaktır. Kendilerine ise sevdiklerini (erkek çocuklarını) isnat ederler.* Halbuki onlardan biri, kız çocuğu ile müjdelendiği zaman, içi öfkeyle dolar ve yüzü kapkara kesilir.* Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı utanarak kavminden gizlenir. O çocuğu aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa diri diri toprağa mı gömsün? diye düşünür. Dikkat edin! Verdikleri hüküm ne kötüdür.″


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Tûr 1.

[2] Bakınız: Sahih-i Buhârî, Menâkib 80.


﴿ وَاِنْ يَرَوْا كِسْفًا مِنَ السَّمَٓاءِ سَاقِطًا يَقُولُوا سَحَابٌ مَرْكُومٌ ﴿٤٤﴾ فَذَرْهُمْ حَتّٰى يُلَاقُوا يَوْمَهُمُ الَّذ۪ي ف۪يهِ يُصْعَقُونَۙ ﴿٤٥﴾ يَوْمَ لَا يُغْن۪ي عَنْهُمْ كَيْدُهُمْ شَيْـًٔا وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَۜ ﴿٤٦﴾

44-46. Onlar, semâdan bir parça düştüğünü (azâbın indirildiğini) görseler, ″Üst üste yığılmış buluttur″ derler.* Ey Resûlüm! Artık çarpılıp helâk olacakları güne kavuşuncaya kadar onları kendi hallerine bırak.* O gün onların tuzakları kendilerine hiçbir fayda vermez ve onlar yardım da görmezler.


﴿ وَاِنَّ لِلَّذ۪ينَ ظَلَمُوا عَذَابًا دُونَ ذٰلِكَ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٤٧﴾

47. Şüphesiz zâlimler için âhiret azâbından önce de azap vardır. Lâkin onların çoğu bunu bilmezler.

İzah: Bera İbn-i Âzib, İbn-i Abbas ve Katâde Hazretlerine göre, âhiret azâbından evvel olan azaptan maksat, kabir azâbıdır. İbn-i Zeyd Hazretlerine göre de, dünyâda kâfirlerin başlarına gelen çeşitli belâ ve musîbetlerdir. Bu tür belâ ve musîbetler ile, Mü’minlerin Allah katında sevabını artırırken, kâfirlerin ise cezâla­rının bir kısmı bu dünyâda acele verilmiş olur.


﴿ وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَاِنَّكَ بِاَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ ح۪ينَ تَقُومُۙ ﴿٤٨﴾ وَمِنَ الَّيْلِ فَسَبِّحْهُ وَاِدْبَارَ النُّجُومِ ﴿٤٩﴾

48-49. Ey Resûlüm! Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen, Bizim himâyemizdesin. Ve kalktığın zaman, Rabbini hamd ile tesbih et.* Gecenin bir kısmında ve yıldızların batacağı vakitte de O’nu tesbih et.

İzah: Avf b. Mâlik ve İbn-i Zeyd Hazretlerine göre, Âyet-i Kerîme’de: ″Ve kalktığın zaman, Rabbini hamd ile tesbih et″ diye geçen ifadeden maksat, uykundan kalktığın zaman Rabbini tesbih et ve namaz kıl, demektir. Diğer bâzı âlimlere göre ise bu ifadeden maksat, namaza başlama­dan önce, Subhâneke Duâsı’nı okumaktır.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in herkesten fazla ibâdet ettiğine dair İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ لَا يَكُونُ فِى الْمُصَلِّينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ صَلَاةً وَلَا يَكُونُ فِى الذَّاكِرِينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ ذِكْرًا (ابو نعيم خط عن ابن مسعود)

″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kılardı. Allah’u Teâlâ’yı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o yapardı.″[1] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 547/15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 17931.