MUHAMMED SÛRESİ

Bu sûre 38 âyettir. Medîne döneminde nâzil olmuştur. İkinci âyetinde Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in İsm-i Şerif’i zikredilmiş olduğu için ″Muhammed Sûresi″ ismini almıştır.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ اَلَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ اَضَلَّ اَعْمَالَهُمْ ﴿١﴾ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَاٰمَنُوا بِمَا نُزِّلَ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَهُوَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْۙ كَفَّرَ عَنْهُمْ سَيِّـَٔاتِهِمْ وَاَصْلَحَ بَالَهُمْ ﴿٢﴾ ذٰلِكَ بِاَنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا اتَّبَعُوا الْبَاطِلَ وَاَنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّبَعُوا الْحَقَّ مِنْ رَبِّهِمْۜ كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ لِلنَّاسِ اَمْثَالَهُمْ ﴿٣﴾

1-3. Kâfir olanların ve Allah yolundan menedenlerin amellerini Allah’u Teâlâ iptal etmiştir.* Îman edip sâlih amellerde bulunanların ve Rableri tarafından Muhammed’e indirilene inananların ise günahlarını Allah’u Teâlâ örtmüş ve hallerini ıslah etmiştir.* Bunun sebebi şudur: Kâfirler bâtıla uymuşlar ve îman edenler ise Rablerinden gelen hakka uymuşlardır. İşte Allah’u Teâlâ, insanlara hallerini böylece beyan eder.


﴿ فَاِذَا لَق۪يتُمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِۜ حَتّٰٓى اِذَٓا اَثْخَنْتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَۙ فَاِمَّا مَنًّا بَعْدُ وَاِمَّا فِدَٓاءً حَتّٰى تَضَعَ الْحَرْبُ اَوْزَارَهَاۚ ۛ ذٰلِكَۜ ۛ وَلَوْ يَشَٓاءُ اللّٰهُ لَانْتَصَرَ مِنْهُمْۙ وَلٰكِنْ لِيَبْلُوَ۬ا بَعْضَكُمْ بِبَعْضٍۜ وَالَّذ۪ينَ قُتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَلَنْ يُضِلَّ اَعْمَالَهُمْ ﴿٤﴾ سَيَهْد۪يهِمْ وَيُصْلِحُ بَالَهُمْۚ ﴿٥﴾ وَيُدْخِلُهُمُ الْجَنَّةَ عَرَّفَهَا لَهُمْ ﴿٦﴾

4-6. Savaşta kâfirlerle karşılaştığınız vakit, boyunlarını vurun. Nihâyet onları mağlup ve perişan bir hâle getirince, esir düşenleri sıkıca bağlayın. Sonra esirleri ya bedelsiz yahut fidye karşılığında bırakın. Harp sona erinceye kadar kâfirlere böyle davranın. Allah’u Teâlâ dileseydi, o kâfirlerden (savaş yapılmadan da) intikamını alırdı. Fakat Allah’u Teâlâ (savaşı emretmekle) sizi birbirinizle imtihan ediyor. Allah yolunda öldürülenlerin amellerini, elbette Allah’u Teâlâ zâyi etmez.* Allah’u Teâlâ, onları hidâyete kavuşturur ve onların hallerini ıslah eder.* Ve onları, kendilerine vasıflarını (dünyâda iken) tarif ettiği Cennete girdirir.

İzah: Bu âyetler ile ilgili olarak Said b. Cübeyr Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur: Düşmanlardan çokça öldürüp onları kahretmedikçe, güçlerini kırmadıkça, ne esir alınır, ne de esir düşenler fidye karşılığında serbest bırakılır. Çünkü Allah’u Teâlâ Sûre-i Enfâl, Âyet 67’de: Kâfirler zillete uğrayıp İslâm Dîni kuvvet buluncaya kadar esirlerden fidye almak hiçbir Peygamber için câiz olmadı…″ diye buyurmuştur. Eğer bundan sonra esir alınırsa, Mü’minlerin emîri, öldürmek ya da uygun göreceği bir hüküm vermek hakkına sahiptir.

İşte Sûre-i Enfâl, Âyet 67’de: Kâfirler zillete uğrayıp İslâm Dîni kuvvet buluncaya kadar…″ diye geçtiği üzere Allah’u Teâlâ, İslâmiyet kuvvet bulup kâfirlere üstünlük sağlanana kadar, yapılan savaşlarda, kâfirlerin ya Müslüman olmalarını ya da öldürülmelerini emretmiştir. İslâmiyet güçlenip, kâfirler zayıfladığında ise Sûre-i Muhammed, Âyet 4’te: ″Savaşta kâfirlerle karşılaştığınız vakit, boyunlarını vurun. Nihâyet onları mağlup ve perişan bir hâle getirince, esir düşenleri sıkıca bağlayın. Sonra esirleri ya bedelsiz yahut fidye karşılığında bırakın…″ diye geçtiği üzere, savaş esirlerine ne yapılacağı hususu serbest bırakılmıştır.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Tevbe, Âyet 29’da da şöyle buyurmaktadır:

″Ey Mü’minler! Ehl-i Kitap’tan, Allah’a ve âhiret gününe îman etmeyen, Allah ve Resûlünün haram kıldığı şeyleri haram tanımayan ve hak din İslâm’ı din edinmeyen kimselerle, onlar zelil olarak kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.″

Ayrıca Âyet-i Kerîme’de, Allah yolunda öldürülenlere verilen mükâfattan da bahsedilmektedir. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de şehitler hakkında şöyle buyurmuştur:

لِلشَّهِيدِ عِنْدَ اللّٰهِ سِتُّ خِصَالٍ يَغْفِرُ لَهُ فِي أَوَّلِ دُفْعَةٍ مِنْ دَمِهِ وَيُرَى مَقْعَدَهُ مِنَ الْجَنَّةِ وَيُجَارُ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَيَأْمَنُ مِنَ الْفَزَعِ الْأَكْبَرِ وَيُحَلَّى حُلَّةَ الْإِيمَانِ وَيُزَوَّجُ مِنَ الْحُورِ الْعِينِ وَيُشَفَّعُ فِي سَبْعِينَ إِنْسَانًا مِنْ أَقَارِبِهِ (ه عن المقدام بن معديكرب)

″Şehidin Allah katında altı özelliği vardır. Kanının ilk damlası ile günah­ları bağışlanır. Cennetteki yeri kendisine gösterilir. Kabir azâbından korunur. En büyük korkudan (Cehennem korkusundan) emin olur. Îman elbisesi kendisine giydirilir. Hûruliyn ile evlendirilir ve akrabalarından yetmiş (Müslüman) kişi hakkında şefaat etmesi kabul edilir.″[1]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Cihat 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 17115; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 130/4.


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ ﴿٧﴾

7. Ey îman edenler! Eğer siz, Allah’ın dînine yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sâbit kılar.


﴿ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَتَعْسًا لَهُمْ وَاَضَلَّ اَعْمَالَهُمْ ﴿٨﴾ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَرِهُوا مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاَحْبَطَ اَعْمَالَهُمْ ﴿٩﴾

8-9. Kâfirlere gelince, yüzüstü sürünsün onlar! Allah’u Teâlâ, onların amellerini iptal etmiştir.* Çünkü onlar, Allah’ın indirdiğini beğenmediler. Allah’u Teâlâ da onların amellerini iptal etti.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Çünkü onlar, Allah’ın indirdiğini beğenmediler. Allah’u Teâlâ da onların amellerini iptal etti″ diye buyrulmaktadır. Burada Allah’ın indirdiğini beğenmeyenler, Allah’ın Resûlünü ve onun getirdiği Kur’ân’ı kabul etmeyen kâfirlerdir. Bu Âyet-i Kerîme’de, Mekke’nin müşrikleri ve o bölgede bulunan Ehl-i Kitap’tan bahsedilmektedir. Dolayısıyla hüküm geneldir ve hitap bütün kâfirleredir.

Müşrikler, kendi bâtıl ve sapık görüşlerince putlara ibâdet ederler. Bu husus Sûre-i En’âm, Âyet 136’da şöyle geçmektedir:

″Mekke müşrikleri, Allah’u Teâlâ’nın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan bir pay ayırdılar ve bâtıl zanlarınca, ″Bu, Allah içindir, şu da putlarımız içindir″ dediler. Putları için ayırdıkları, Allah için verilmezdi. Fakat Al­lah için ayırdıkları, putları için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü.″

Müşriklerin, bu şekilde yaptığı ibâdetlerin, Allah katında hiçbir önemi yoktur.

Ehl-i Kitap da, kendi dinlerini tahrif ederek küfre girmiştir. Bu sebeple Allah’u Teâlâ, bunların yaptıkları hiçbir ameli kabul etmeyecektir.

Bu hususta Sûre-i Bakara, Âyet 79’da şöyle buyrulmuştur:

Veyl o kimselere ki, dünyâ menfaatleri için (Tevrat’ı tahrif ederek) kendi elleriyle yazdıkları kitaplara: ″Bu, Allah katındandır″ derler. Artık veyl onlara, o ellerinin yazmış olduğu şeylerden dolayı! Ve veyl onlara, o kazanmış oldukları şeylerden dolayı!

Allah’u Teâlâ Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 71’de de şöyle buyurmuştur:

″Ey Ehl-i Kitap! Niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyorsunuz? Ve hakkı bilerek gizliyorsunuz?″

Nakledildiğine göre; Hz. Ömer, bir râhip ile karşılaşınca durdu. Râhib’e, ″Mü’minlerin emiri geldi″ denilerek Hz. Ömer’in yanına çağrıldı. Hz. Ömer, ona bakıp yorgun, bitkin ve dünyadan yüz çevirmiş olduğunu görünce ağlamaya başladı. Oradaki Müslümanlar, ama bu bir Hristiyan, dediklerinde Hz. Ömer şu karşılığı verdi: Hristiyan olduğunu biliyorum. Ama ona acıdım. Zîrâ Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Gâşiye, Âyet 3-4’te: Amelde bulunmuş, fakat boşuna yorulmuşlardır.* Onlar gâyet sıcak ateşe girerler″ diye geçen buyruğunu hatırladım. Çalışıp çabalamasına rağmen, ateşe girecek olmasına acıdım.[1]

İşte böylece kâfirlerin amelleri mahşerde boşa çıkacaktır.


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr c. 15, s. 369.


﴿ اَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ دَمَّرَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْۘ وَلِلْكَافِر۪ينَ اَمْثَالُهَا ﴿١٠﴾ ذٰلِكَ بِاَنَّ اللّٰهَ مَوْلَى الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَاَنَّ الْكَافِر۪ينَ لَا مَوْلٰى لَهُمْ۟ ﴿١١﴾

10-11. Onlar yeryüzünde gezip, kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğunu görmezler mi? Allah’u Teâlâ onları helâk etmiştir. Kâfirler için de bu âkıbetin benzerleri vardır.* Çünkü Allah’u Teâlâ, îman edenlerin velîsidir. Kâfirlerin ise velîsi yoktur.

İzah: Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i inkâr eden kâfirler yeryüzünde gezip bakmazlar mı? Kendi Peygamberlerini inkâr eden kavimler, küfürleri sebebiyle ne kadar büyük felâketlere uğramış ve helak olmuşlardır. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i inkâr eden kâfirler için de benzer felâketler vardır. Nitekim Peygamber Efendimizin zamanında onu inkâr eden müşrikler, kıtlığa uğramışlar, Bedir’de mağlup olmuşlar ve daha sonra da Mekke’nin Müslümanlar tarafından fethedilmesiyle birlikte o bölgede helâk olmuşlardır.

Yine Sûre-i Muhammed, Âyet 11 ile ilgili olarak Bera İbn-i Azib Radiyallâhu anhu şu hâdiseyi anlatmaktadır:

Uhud Günü müşriklerin reisi olan Ebû Süfyan, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in hayatta olup olmadıklarını sorduğunda, kendisine cevap verilmemiş ve ″Herhalde bunlar helâk olmuşlar″ demişti. Hz. Ömer ona cevap olarak; ″Yalan söyledin Ey Allah’ın düşmanı! Aksine Allah’u Teâlâ seni üzüntüye gark edecek. Onları hayatta bırakmıştır. Senin bu saydıkların hep hayattadır″ dedi. Ebû Süfyan:

- Bugün, Bedir Günü’ne bir karşılıktır. Harp bâzen lehte, bâzen aleyhtedir. Siz ölülerinize işkence edilmiş olduğunu göreceksiniz. Ben işkence edilmesini emretmedim, ama buna üzülmedim de, dedi. Daha sonra şarkı söyleyip, ″Yücel, Ey Hübel! Yücel, Ey Hübel!″ diyerek uzaklaştı.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ona cevap vermeyecek misiniz?″ buyurdu. Ashâb-ı Kirâm: ″Yâ Resûlallah! Ne diyelim?″ diye sordular. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:

أَلَا تُجِيبُوا لَهُ قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَا نَقُولُ قَالَ قُولُوا اللّٰهُ أَعْلَى وَأَجَلُّ قَالَ إِنَّ لَنَا الْعُزَّى وَلَا عُزَّى لَكُمْ فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَلَا تُجِيبُوا لَهُ قَالَ قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَا نَقُولُ قَالَ قُولُوا اللّٰهُ مَوْلَانَا وَلَا مَوْلَى لَكُمْ (خ البراء بن عزب)

″Allah en yüce ve en büyüktür″ deyin buyurdu. Sonra Ebû Süfyan: ″Bizim Uzzâ’mız var, sizinse Uzzâ’nız yok″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ona cevap vermeyecek misiniz?″ diye buyurdu. Ashâb-ı Kirâm: ″Yâ Resûlallah! Ne diyelim?″ diye sordular. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’u Teâlâ bizim velîmizdir, sizin ise velîniz yoktur, deyin″ buyurdu.[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Cihat ve Siyer 162.


﴿ اِنَّ اللّٰهَ يُدْخِلُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا يَتَمَتَّعُونَ وَيَأْكُلُونَ كَمَا تَأْكُلُ الْاَنْعَامُ وَالنَّارُ مَثْوًى لَهُمْ ﴿١٢﴾

12. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, îman edip sâlih amellerde bulunanları, altlarından nehirler akan Cennetlere girdirir. Kâfirler de dünyâda menfaatlenirler ve hayvanların yedikleri gibi yerler. Onların yeri ateştir.


﴿ وَكَاَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ هِيَ اَشَدُّ قُوَّةً مِنْ قَرْيَتِكَ الَّت۪ٓي اَخْرَجَتْكَۚ اَهْلَكْنَاهُمْ فَلَا نَاصِرَ لَهُمْ ﴿١٣﴾

13. Ey Resûlüm! Seni beldenden çıkaranlardan daha kuvvetli birçok beldeler ahâlisini (çeşitli azap ile) helâk ettik. Onlara bir yardım eden de bulunmadı.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

لَمَّا خَرَجَ النَّبِيّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ مَكَّة إِلَى الْغَار اِلْتَفَتَ إِلَى مَكَّة وَقَالَ اللّٰهُمَّ أَنْتِ أَحَبّ الْبِلَاد إِلَى اللّٰه وَأَنْتِ أَحَبّ الْبِلَاد إِلَيَّ وَلَوْلَا الْمُشْرِكُونَ أَهْلك أَخْرَجُونِي لَمَا خَرَجْت مِنْك. فَنَزَلَتْ الْآيَة (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن ابن عباس)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Mekke’den Sevr Mağarası’na doğru yola çıkınca, Mekke’ye döndü ve şöyle dedi: ″Allah’ım biliyor ki! Sen Allah’ın en çok sevdiği bir beldesin. Benim de en sevdiğim belde sensin, eğer senin ahâlin olan müşrikler beni çıkartmamış olsalardı, ben de senden çıkıp gitmezdim.″ İşte bunun üzerine Sûre-i Muhammed, Âyet 13 nâzil oldu.[1]


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 16, s. 235; Ebû Ya’lâ, Müsned, Hadis No: 2603.


﴿ اَفَمَنْ كَانَ عَلٰى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّه۪ كَمَنْ زُيِّنَ لَهُ سُٓوءُ عَمَلِه۪ وَاتَّبَعُٓوا اَهْوَٓاءَهُمْ ﴿١٤﴾

14. Rabbinden açık bir delile dayanan kimse, kötü ameli kendine güzel görünen ve nefislerinin arzularına tâbi olan kimseler gibi midir?


﴿ مَثَلُ الْجَنَّةِ الَّت۪ي وُعِدَ الْمُتَّقُونَۜ ف۪يهَٓا اَنْهَارٌ مِنْ مَٓاءٍ غَيْرِ اٰسِنٍۚ وَاَنْهَارٌ مِنْ لَبَنٍ لَمْ يَتَغَيَّرْ طَعْمُهُۚ وَاَنْهَارٌ مِنْ خَمْرٍ لَذَّةٍ لِلشَّارِب۪ينَۚ وَاَنْهَارٌ مِنْ عَسَلٍ مُصَفًّىۜ وَلَهُمْ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَمَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْۜ كَمَنْ هُوَ خَالِدٌ فِي النَّارِ وَسُقُوا مَٓاءً حَم۪يمًا فَقَطَّعَ اَمْعَٓاءَهُمْ ﴿١٥﴾

15. Takvâ sahiplerine vaad olunan Cennetin hâli şöyledir: Orada tadı ve kokusu bozulmayan sudan nehirler, tadı değişmeyen sütten nehirler, içimi leziz olan şaraptan nehirler, süzülmüş baldan nehirler, her türlü meyveler ve Rablerinden bağışlanma vardır. Bunlara nâil olanlar, ateşte ebedî olup kaynar sular içirilerek bağırsakları parçalanan kimseler gibi midir?

İzah: Cennetteki nehirler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ فِي الْجَنَّةِ بَحْرَ الْمَاءِ وَبَحْرَ الْعَسَلِ وَبَحْرَ اللَّبَنِ وَبَحْرَ الْخَمْرِ ثُمَّ تُشَقَّقُ الْأَنْهَارُ بَعْدُ (ت عن حكيم بن معاوية عن ابيه)

″Cennette su denizi, bal deni­zi, süt denizi, şarap denizi vardır: Bundan sonra da ondan nehirler ayrılır.″[1]

Kâfirlerin Cehennemdeki durumu hakkında da Ebû Umâme Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onların önlerinde de Cehennem vardır. Orada onlara irinli sudan içirilir.* Onlar o sıvıyı yudumlamaya çalışırlar, fakat boğazından geçmez...″[2] diye geçen âyetleri okudu ve buyurdu ki:

يُقَرَّبُ إِلَى فِيهِ فَيَكْرَهُهُ فَإِذَا أُدْنِيَ مِنْهُ شَوَى وَجْهَهُ وَوَقَعَتْ فَرْوَةُ رَأْسِهِ فَإِذَا شَرِبَهُ قَطَّعَ أَمْعَاءَهُ حَتَّى تَخْرُجَ مِنْ دُبُرِهِ يَقُولُ اللّٰهُ {وَسُقُوا مَاءً حَمِيمًا فَقَطَّعَ أَمْعَاءَهُمْ} وَيَقُولُ {وَإِنْ يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ} (ت عن ابى امامة)

″Bu su, ağ­zına yaklaştırılır fakat ondan tiksinir. Kendisi ona yaklaşacak olursa, yüzü­nü yakar ve başındaki saçlar o suyun içerisine düşer. O suyu içecek olursa, bağırsaklarını parçalar ve dübüründen çıkar. Allah’u Teâlâ: ″… Bunlara nâil olanlar, ateşte ebedî olup kaynar sular içirilerek bağırsakları parçalanan kimseler gibi midir?[3] Ve ″… Eğer susuzluktan feryad edip yardım isterlerse, onlara yüzleri yakıp kavuran erimiş maden gibi bir su verilir. O ne kötü bir içecektir ve bulundukları yer ne kötüdür″[4] diye buyurmaktadır.[5]


[1] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cennet 24.

[2] Sûre-i İbrâhîm, Âyet 16-17.

[3] Sûre-i Muhammed, Âyet 15.

[4] Sûre-i Kehf, Âyet 29.

[5] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cehennem 4; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7029.


﴿ وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُ اِلَيْكَۚ حَتّٰٓى اِذَا خَرَجُوا مِنْ عِنْدِكَ قَالُوا لِلَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ مَاذَا قَالَ اٰنِفًا۠ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ طَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَاتَّبَعُٓوا اَهْوَٓاءَهُمْ ﴿١٦﴾

16. Ey Resûlüm! Münâfıklardan bir kısmı seni dinlerler ve senin yanından çıktıkları vakit, Ashâbından ilim ehli olanlara (alay ederek), ″O, az önce ne söyledi?″ derler. İşte bunlar, Allah’u Teâlâ’nın, kalplerini mühürlediği ve nefislerinin arzularına uyan kimselerdir.

İzah: Âyet-i Kerîme’de bahsedilen münâfıklar; başını Abdullah İbn-i Übeyy İbn-i Selûl’ün çektiği bir grup münâfıktır. Bunlar Cuma günü hutbede hazır bulunurlardı. Münâfıklardan söz edildiği zaman, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den yüz çevirirler ve dışarı çıktıkları zaman da, onun aleyhinde konuşurlardı.

Müfessirlerin beyanına göre, Âyet-i Kerîme’de ilim ehli diye geçen Sahâbe-i Kirâm da Abdullah İbn-i Abbas ve Abdullah İbn-i Mes’ud Hazretleri gibi zâtlardır. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ: ″Ben, kendilerine soru sorulan ve ilim verilmiş kimselerdendim″ buyurmuştur.


﴿ وَالَّذ۪ينَ اهْتَدَوْا زَادَهُمْ هُدًى وَاٰتٰيهُمْ تَقْوٰيهُمْ ﴿١٧﴾

17. Allah’u Teâlâ, hak yolda olanların da hidâyetlerini artırır ve onlara takvâ bahşeder.


﴿ فَهَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا السَّاعَةَ اَنْ تَأْتِيَهُمْ بَغْتَةًۚ فَقَدْ جَٓاءَ اَشْرَاطُهَاۚ فَاَنّٰى لَهُمْ اِذَا جَٓاءَتْهُمْ ذِكْرٰيهُمْ ﴿١٨﴾

18. Yoksa onlar, kıyâmetin kendilerine ansızın gelmesini mi bekliyorlar? İşte kıyâmetin alâmetleri geldi. Artık kıyâmet ansızın başlarına geldiği vakit, anlamaları kendilerine ne fayda verecektir?

İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Peygamber olarak gönderilmesi kıyâmetin alâmet ve delillerindendir. Bu sebeple kendisine âhir zaman Peygamberi denilmiştir. Bu hususta Sehl İbn-i Sa’d Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بُعِثْتُ أَنَا وَالسَّاعَةَ كَهَذِهِ مِنْ هَذِهِ أَوْ كَهَاتَيْنِ وَقَرَنَ بَيْنَ السَّبَّابَةِ وَالْوُسْطَى (خ م عن سهل بن سعد)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, şehâdet parmağı ile orta parmağını yan yana getirip göstererek, ″Ben ve kıyâmet, şöyle yakın olduğu halde gönderildim!″ buyurdu.[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Rikâk 39, Talak 25; Sahih-i Müslim, Fiten 27 (132).


﴿ فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مُتَقَلَّبَكُمْ وَمَثْوٰيكُمْ۟ ﴿١٩﴾

19. Ey Resûlüm! Allah’tan başka ilah olmadığını bil ve hem kendi günahın, hem de Mü’min erkeklerin ve Mü’min kadınların günahı için bağışlanma dile. Allah’u Teâlâ, (dünyâda) dolaştığınız yeri de, (âhirette) duracağınız yeri de bilir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

{وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ} فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنِّي لَأَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ فِي الْيَوْمِ سَبْعِينَ مَرَّةً (ت عن ابى هريرة)

Sûre-i Muhammed, Âyet 19 nâzil olunca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″Şüphesiz ben, her gün Allah’u Teâlâ’ya yetmiş kere (Estağfirullah el-Azîm, diye) istiğfar ederim.″[1]

Abdullah b. Sercis el-Mahzumî Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm ve onunla birlikte ekmekle et (yahut Tirit yemeği) yedim. ″Yâ Resûlallah! Allah’u Teâlâ sana mağfiret buyursun″ dedim. Bana: ″Sana da″ diye karşılıkta bulundu. Râvi Asım, İbn-i Sercis’e der ki: ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sana mağ­firet mi diledi?″ diye sordu. O: ″Evet, senin için de″ dedi.

ثُمَّ تَلَا هَذِهِ الْآيَةَ {وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ} قَالَ ثُمَّ دُرْتُ خَلْفَهُ فَنَظَرْتُ إِلَى خَاتَمِ النُّبُوَّةِ بَيْنَ كَتِفَيْهِ عِنْدَ نَاغِضِ كَتِفِهِ الْيُسْرَى جُمْعًا عَلَيْهِ خِيلَانٌ كَأَمْثَالِ الثَّآلِيلِ (م عن عبد اللّٰه بن سرجس)

Sonra da Sûre-i Muhammed, Âyet 19’da: ″Hem kendi günahın, hem de Mü’min erkeklerin ve Mü’min kadınların günahı için bağışlanma dile″ diye geçen buyruğu okudu. İbn-i Sercis der ki: ″Sonra arka tarafına döndüm, iki omuzu arasında­ki Peygamberlik mührüne baktım. Sol kürek kemiğinin geniş tarafında idi. Onun tıpkı siğilleri andıran bir yumruk ka­dar bir ben olduğunu gördüm.″[2]

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا قَامَ مِنَ اللَّيْلِ يَتَهَجَّدُ قَالَ اللّٰهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ قَيِّمُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَنْ فِيهِنَّ وَلَكَ الْحَمْدُ لَكَ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَنْ فِيهِنَّ وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ نُورُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَنْ فِيهِنَّ وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ مَلِكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ الْحَقُّ وَوَعْدُكَ الْحَقُّ وَلِقَاؤُكَ حَقٌّ وَقَوْلُكَ حَقٌّ وَالْجَنَّةُ حَقٌّ وَالنَّارُ حَقٌّ وَالنَّبِيُّونَ حَقٌّ وَمُحَمَّدٌ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَقٌّ وَالسَّاعَةُ حَقٌّ اللّٰهُمَّ لَكَ أَسْلَمْتُ وَبِكَ آمَنْتُ وَعَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْكَ أَنَبْتُ وَبِكَ خَاصَمْتُ وَإِلَيْكَ حَاكَمْتُ فَاغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ أَنْتَ الْمُقَدِّمُ وَأَنْتَ الْمُؤَخِّرُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ أَوْ لَا إِلَهَ غَيْرُكَ (خ عن ابن عباس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem teheccüd namazı kılmak üzere gece kalkınca şu duâyı okurdu: ″Allah’ım! Rabbimiz! Hamd, yalnız Sana mahsustur. Sen arzın ve semâvâtın ve onlarda bulunanların kayyûmusun, Sen arzın ve semâvâtın ve onlarda bulunanları ayakta tutansın. Hamd, yalnız Sana mahsustur. Sen arzın ve semâvâtın ve onlarda bulunanların nûrusun. Sen arzın ve semâvâtın ve onlarda bulunanların melîkisin. Hamd, yalnız Sana mahsustur. Sen Hak’sın, vaadin de haktır. Sözün haktır. Sana ka­vuşmak haktır. Cennet haktır, Cehennem de haktır. Peygamberlerin haktır. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem de haktır. Kıyâmet de haktır. Allah’ım! Sana teslim oldum, Sana inandım, Sana tevekkül ettim. Sana yöneldim. Düşman-larıma karşı Senin ile dâvâ açtım. Hakkımı aramada Senin hakemliğine başvurdum. Önden gönderdiğim ve arkada bıraktığım hatâlarımı affet. Gizli işlediğim, alenen yaptığım, bilmediğim, Senin benden daha iyi bildiğin hatâlarımı da affet. İlerleten Sen, gerileten de Sensin. Senden başka ilah yoktur.″[3]

İşte bu gibi Hadis-i Şerif’lerden dolayı Mü’minler, Cuma akşamı veya Cuma günleri, camilerde tevbe istiğfar ederek iman ve nikah tazelerler.

Yine Sûre-i Muhammed, Âyet 19’da geçtiği gibi, Sûre-i Nûr, Âyet 62’de de: ″… Bâzı işler için senden izin istedikleri vakit, sen onlardan dilediğine izin ver. Onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir″ diye buyrul-muştur. Bu âyetlerde Allah’u Teâlâ, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e Mü’minler için istiğfar etmesini söylemektedir. Bu da başkası için yapılan hayır ve duâların, o kişilere faydası olacağını göstermektedir. Bu sebeple Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, vefât etmiş olan Sahâbîlerin kabrine gider ve onlar için Allah’tan mağfiret dilerdi.

Bu hususta Hz. Âişe’den nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كُلَّمَا كَانَ لَيْلَتُهَا مِنْ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَخْرُجُ مِنْ آخِرِ اللَّيْلِ إِلَى الْبَقِيعِ فَيَقُولُ السَّلَامُ عَلَيْكُمْ دَارَ قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ وَأَتَاكُمْ مَا تُوعَدُونَ غَدًا مُؤَجَّلُونَ وَإِنَّا إِنْ شَاءَ اللّٰهُ بِكُمْ لَاحِقُونَ اللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِأَهْلِ بَقِيعِ الْغَرْقَدِ) م ن عن عائشة(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, gecenin sonunda Medîne-i Münevvere’deki Bâki Kabristanı’na çıkar ve şöyle derdi: ″Esselâmu aleykum Ey Mü’minler yurdunun sakinleri! Yarın vâki olacak diye vaadolunan şey sizlere geldi. Sizler, ölüm ile yeniden dirilme arasında bekliyorsunuz. Biz de inşâallah size kavuşacağız. Ey Allah’ım! Bâki Kabristanlığı ahâlisini bağışla.″[4]

Yine Hz. Âişe annemiz tarafından nakledilen Hadis-i Şerif’te, kabirleri ziyaret edip, onlara selâm ve duâ etmenin Allah tarafından emredildiği şöyle bildirilmektedir:

لَمَّا كَانَتْ لَيْلَتِى الَّتِى كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِيهَا عِنْدِي انْقَلَبَ فَوَضَعَ رِدَاءَهُ وَخَلَعَ نَعْلَيْهِ فَوَضَعَهُمَا عِنْدَ رِجْلَيْهِ وَبَسَطَ طَرَفَ إِزَارِهِ عَلَى فِرَاشِهِ فَاضْطَجَعَ فَلَمْ يَلْبَثْ إِلَّا رَيْثَمَا ظَنَّ أَنْ قَدْ رَقَدْتُ فَأَخَذَ رِدَاءَهُ رُوَيْدًا وَانْتَعَلَ رُوَيْدًا وَفَتَحَ الْبَابَ فَخَرَجَ ثُمَّ أَجَافَهُ رُوَيْدًا فَجَعَلْتُ دِرْعِي فِي رَأْسِي وَاخْتَمَرْتُ وَتَقَنَّعْتُ إِزَارِي ثُمَّ انْطَلَقْتُ عَلَى إِثْرِهِ حَتَّى جَاءَ الْبَقِيعَ فَقَامَ فَأَطَالَ الْقِيَامَ ثُمَّ رَفَعَ يَدَيْهِ ثَلَاثَ مَرَّاتٍ ثُمَّ انْحَرَفَ فَانْحَرَفْتُ فَأَسْرَعَ فَأَسْرَعْتُ فَهَرْوَلَ فَهَرْوَلْتُ فَأَحْضَرَ فَأَحْضَرْتُ فَسَبَقْتُهُ فَدَخَلْتُ فَلَيْسَ إِلَّا أَنْ اضْطَجَعْتُ فَدَخَلَ فَقَالَ مَا لَكِ يَا عَائِشُ حَشْيَا رَابِيَةً قَالَتْ قُلْتُ لَا شَيْءَ قَالَ لَتُخْبِرِينِي أَوْ لَيُخْبِرَنِّي اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ قَالَتْ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ بِأَبِى أَنْتَ وَأُمِّي فَأَخْبَرْتُهُ قَالَ فَأَنْتِ السَّوَادُ الَّذِي رَأَيْتُ أَمَامِى قُلْتُ نَعَمْ فَلَهَدَنِي فِي صَدْرِي لَهْدَةً أَوْجَعَتْنِي ثُمَّ قَالَ أَظَنَنْتِ أَنْ يَحِيفَ اللّٰهُ عَلَيْكِ وَرَسُولُهُ قَالَتْ مَهْمَا يَكْتُمِ النَّاسُ يَعْلَمْهُ اللّٰهُ نَعَمْ قَالَ فَإِنَّ جِبْرِيلَ أَتَانِي حِينَ رَأَيْتِ فَنَادَانِي فَأَخْفَاهُ مِنْكِ فَأَجَبْتُهُ فَأَخْفَيْتُهُ مِنْكِ وَلَمْ يَكُنْ يَدْخُلُ عَلَيْكِ وَقَدْ وَضَعْتِ ثِيَابَكِ وَظَنَنْتُ أَنْ قَدْ رَقَدْتِ فَكَرِهْتُ أَنْ أُوقِظَكِ وَخَشِيتُ أَنْ تَسْتَوْحِشِي فَقَالَ إِنَّ رَبَّكَ يَأْمُرُكَ أَنْ تَأْتِيَ أَهْلَ الْبَقِيعِ فَتَسْتَغْفِرَ لَهُمْ قَالَتْ قُلْتُ كَيْفَ أَقُولُ لَهُمْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ قُولِي السَّلَامُ عَلَى أَهْلِ الدِّيَارِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُسْلِمِينَ وَيَرْحَمُ اللّٰهُ الْمُسْتَقْدِمِينَ مِنَّا وَالْمُسْتَأْخِرِينَ وَإِنَّا إِنْ شَاءَ اللّٰهُ بِكُمْ لَلَاحِقُونَ) م حم عن عائشة(

Hz. Âişe vâlidemiz anlatıyor: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, kalma sırası bende olduğu gece yanıma geldi ve ridâsını ve ayakkabılarını çıkarıp yanına bıraktı. İzarının bir ucunu yatağına açtı ve yanı üzere yattı. Fazla zaman geçmeden, o benim uyuduğumu sandı, yavaşça ridâsını aldı ve ayakkabılarını giydi. Kapıyı açtı ve sonra kapıyı yavaşça kapattı. Ben de başımı örttüm. Sonra izarım ile de kapandım ve onu tâkip etmeye başladım. Nihâyet Bâki mezarlığına geldi. Uzunca ayakta durdu. Sonra üç defa ellerini kaldırdı, sonra geri geri çekildi. Ben de geri geri çekildim. O hızlandı, ben de hızlandım. Sekerek yürüdü ben de sekerek yürüdüm. Koşmaya başladı, ben de koştum. Kendisinden önce içeri girdim. Daha henüz uzanmıştım ki, o da içeri girdi. ″Yâ Âişe! Neyin var? Heyecandan nefesin taşmış″ buyurdu. ″Yâ Resûlallah! Annem ve babam sana fedâ olsun″ dedim ve durumu anlattım. ″Önümde gördüğüm karartı sen miydin?″ dedi. Ben: ″Evet″ dedim. Beni göğsümden itti ve bu dürtüş beni sarstı. Sonra şöyle buyurdu: ″Allah’ın ve Resûlünün sana haksızlık edeceğini mi zannettin?″ Dedim ki: ″İnsanlar her neyi gizlese Allah onu bilir.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet″ diyerek buyurdu ki: Beni gördüğün vakit Cebrâil bana geldi ve şöyle nidâ etti. Sesini senden gizledi. Ben de ona verdiğim karşılığı senden gizledim. Sen buradayken yanına girmezdi. Çünkü elbiselerini çıkarmıştın. Ben senin uyuduğunu sanmıştım. Seni uyandırmak istemedim. Yalnızlıktan korkacağından da endişe ettim. Cebrâil bana dedi ki: ″Rabbin sana Bâki ehline gidip onlar için istiğfar etmeni emrediyor.″ Hz. Âişe annemiz diyor ki:Yâ Resûlallah! Onlar için ne söyleyeyim?″ diye sordum. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Selâm size Ey Mü’minlerin ve Müslümanların diyârında bulunanlar. Allah’u Teâlâ bizden önce gidenlere de, geriye kalanlara da rahmet buyursun. Bizler de inşâallah size kavuşacağız, de″ diye buyurdu.[5]

Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in cenâze namazında okuduğu duâlardan birisi şöyle geçmektedir:

اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِحَيِّنَا وَمَيِّتِنَا وَشَاهِدِنَا وَغَائِبِنَا وَصَغِيرِنَا وَكَبِيرِنَا وَذَكَرِنَا وَاُنْثَانَا (د ت ن عن ابو هريرة)

″Allah’ım! Bizim dirilerimizi, ölülerimizi, burada bulunanları ve bulunmayanları, küçüklerimizi ve büyüklerimizi, erkeklerimizi ve kadınlarımızı bağışla.″[6]

Yapılan duâ ve ibâdetin hayatta veya ölü olan Müslümanlara faydasının olduğuna dair daha geniş bilgi için Sûre-i Haşr, Âyet 10 ve izahına bakınız.

Yine Sûre-i Muhammed, Âyet 19’un son kısmında: ″Allah’u Teâlâ, (dünyâda) dolaştığınız yeri de, (âhirette) duracağınız yeri de bilir″ diye buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat, Allah’u Teâlâ dünyâdaki her hâlinizi; hayır ve şer yaptığınız her türlü ameli bilir ve âhirette bu hayır ve şer âmelinizin karşılığı olarak Cennetteki veya Cehennememdeki yerinizi de bilir, demektir.


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 48.

[2] Sahih-i Müslim, Fedâil 30 (112).

[3] Sahih-i Buhârî, Teheccüd 1, Tevhid 8, 24.

[4] Sahih-i Müslim, Cenâiz 35 (102 Sünen-i Nesâî, Cenâiz 103.

[5] Sahih-i Müslim, Cenâiz 35 (103 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 24671.

[6] Sünen-i Tirmizî, Cenâiz 38; Sünen-i Nesâî, Cenâiz 77.


﴿ وَيَقُولُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَوْلَا نُزِّلَتْ سُورَةٌۚ فَاِذَٓا اُنْزِلَتْ سُورَةٌ مُحْكَمَةٌ وَذُكِرَ ف۪يهَا الْقِتَالُۙ رَاَيْتَ الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ يَنْظُرُونَ اِلَيْكَ نَظَرَ الْمَغْشِيِّ عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِۜ فَاَوْلٰى لَهُمْۚ ﴿٢٠﴾ طَاعَةٌ وَقَوْلٌ مَعْرُوفٌ۠ فَاِذَا عَزَمَ الْاَمْرُ۠ فَلَوْ صَدَقُوا اللّٰهَ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْۚ ﴿٢١﴾

20-21. Îman edenler, ″Cihat için bir sûre nâzil olsa ya!″ derler. Savaşı emreden muhkem sûre nâzil olduğu vakit, kalplerinde maraz olanların, sana ölüm baygınlığındaki kimsenin bakışı gibi baktık­larını görürsün. Onlar korktuklarına uğrasınlar!* İtaat ve güzel söz, onlar için daha hayırlı idi. Sonra (cihadın farz olduğuna dair) emir kesinleşince, Allah’a verdikleri sözde sadâkat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.


﴿ فَهَلْ عَسَيْتُمْ اِنْ تَوَلَّيْتُمْ اَنْ تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ وَتُقَطِّعُٓوا اَرْحَامَكُمْ ﴿٢٢﴾ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ فَاَصَمَّهُمْ وَاَعْمٰٓى اَبْصَارَهُمْ ﴿٢٣﴾ اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ اَمْ عَلٰى قُلُوبٍ اَقْفَالُهَا ﴿٢٤﴾

22-24. Ey münâfıklar! İnsanların işlerinin başına siz geçerseniz, sizden yeryüzünde fesat çıkarmanız ve akrabalık bağını kesmeniz beklenir, öyle değil mi?* İşte bunlar, Allah’u Teâlâ’nın kendilerini lânetleyip, kulaklarını sağır ve gözlerini kör ettiği kimselerdir.* Onlar, Kur’ân’ı düşünmezler mi? Yoksa kalpleri kilitli mi?

İzah: Bu âyetler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ الْخَلْقَ حَتَّى إِذَا فَرَغَ مِنْهُمْ قَامَتْ الرَّحِمُ فَقَالَتْ هَذَا مَقَامُ الْعَائِذِ مِنَ الْقَطِيعَةِ قَالَ نَعَمْ أَمَا تَرْضَيْنَ أَنْ أَصِلَ مَنْ وَصَلَكِ وَأَقْطَعَ مَنْ قَطَعَكِ قَالَتْ بَلَى قَالَ فَذَاكِ لَكِ ثُمَّ قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اقْرَءُوا إِنْ شِئْتُمْ {فَهَلْ عَسَيْتُمْ إِنْ تَوَلَّيْتُمْ أَنْ تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ وَتُقَطِّعُوا أَرْحَامَكُمْ أُولَئِكَ الَّذِينَ لَعَنَهُمْ اللّٰهُ فَأَصَمَّهُمْ وَأَعْمَى أَبْصَارَهُمْ أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ أَمْ عَلَى قُلُوبٍ أَقْفَالُهَا} (خ م عن ابى هريرة)

Allah’u Teâlâ, varlıkları yaratma işini tamamlayınca, ″Rahim″ (akrabalık ba­ğı) ayağa kalkarak, ″Bu duruş, akrabalık bağını koparan kimseden sana sığınanın duruşudur″ dedi. Allah’u Teâlâ: ″Seni gözeteni Benim de gözetmeme, senin bağını koparanı, Benim de koparmama râzı gelmez misin?″ diye sordu. Akrabalık bağı: ″Evet, râzıyım″ dedi. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ: ″Sana bu hak verilmiştir″ buyurdu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bunları anlattıktan sonra, ″İsterseniz, Sûre-i Muhammed, Âyet 22-24’ü okuyun!″ buyurdu.[1]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا مِنْ ذَنْبٍ أَحْرَى أَنْ يُعَجِّلَ اللّٰهُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى الْعُقُوبَةَ لِصَاحِبِهِ فِي الدُّنْيَا مَعَ مَا يَدَّخِرُ لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنَ الْبَغْيِ وَقَطِيعَةِ الرَّحِمِ (حم عن ابى بكرة)

″Günahların cezâsı Allah tarafından âhirete ertelenmesine rağmen, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve akrabalık bağını koparan kimselerin cezâsı dünyâda da verilmeye diğer günahlardan daha lâyıktır.″[2]


[1] Sahih-i Buhârî, Edeb 13; Sahih-i Müslim, Birr 6 (16).

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 19502.


﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ ارْتَدُّوا عَلٰٓى اَدْبَارِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْهُدَىۙ الشَّيْطَانُ سَوَّلَ لَهُمْۜ وَاَمْلٰى لَهُمْ ﴿٢٥﴾ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُوا لِلَّذ۪ينَ كَرِهُوا مَا نَزَّلَ اللّٰهُ سَنُط۪يعُكُمْ ف۪ي بَعْضِ الْاَمْرِۚ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اِسْرَارَهُمْ ﴿٢٦﴾

25-26. Muhakkak ki, (apaçık âyet ve mûcizeler ile) kendilerine hidâyet açıkça belli olduktan sonra küfre geri dönenlere, şeytan kötü amellerini güzel göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür.* Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğinden (Kur’ân’dan) hoşlanmayanlara (Yahudilere): ″Bâzı işlerde size itaat ederiz (Resûlullah’a karşı size yardım ederiz) demeleridir. Halbuki Allah’u Teâlâ, onların gizlediklerini bilir.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen uzun emel hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَرْبَعَةٌ مِنَ الشَّقَاءِ جُمُودُ الْعَيْنِ وَقَسْوَةُ الْقَلْبِ وَطُولُ الْأَمَلِ وَالْحِرْصُ عَلَى الدُّنْيَا (البزار عن انس)

″Dört şey bedbahtlıktandır. Gözün donması (Allah korkusuyla yaş akıtmaması). Kalbin katılaşması. Uzun emel. Dünyâya tutkunluk.″[1]

Hakikatte uzun emel, ölümü düşünmeyerek dünyâya dört elle sarılıp âhiretten yüz çevirmektir. Bir kimsenin dünyâya dair uzun emelleri yani düşünceleri olursa, ibâdeti unutur ve ahiret aklına gelmez olur.

Uzun emelin ne kadar mahzurlu olduğuna dair de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

نَجَا أَوَّلُ هَذِهِ الْأُمَّةِ بِالْيَقِينِ وَالزُّهْدِ وَيَهْلِكُ آخِرُهَا بِالْبُخْلِ وَالْأَمَلِ (ابن أبي الدنيا عن ابن عمرو)

″Bu ümmetin ilkleri yakîn ve zühd ile kurtulmuş­tur. Sonrakileri ise, cimrilik ve emel (dünyâ hırsı) ile helâk olacaktır.″[2]


[1] Heysemî, Mecmâ’uz-Zevâid, c. 4, s. 458; İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 10, s. 2.

[2] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 7388; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 10134.


﴿ فَكَيْفَ اِذَا تَوَفَّتْهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ يَضْرِبُونَ وُجُوهَهُمْ وَاَدْبَارَهُمْ ﴿٢٧﴾ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمُ اتَّبَعُوا مَٓا اَسْخَطَ اللّٰهَ وَكَرِهُوا رِضْوَانَهُ فَاَحْبَطَ اَعْمَالَهُمْ۟ ﴿٢٨﴾

27-28. Melekler, onların yüzlerine ve arkalarına vurarak canlarını aldıkları vakit, halleri nasıldır?* Bu, Allah’ı gazaplandıran şeylere tâbi olmaları ve O’nun rızâsını gerektiren şeylerden hoşlanmamaları sebebiyledir. Allah’u Teâlâ da onların amellerini iptal etmiştir.


﴿ اَمْ حَسِبَ الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ اَنْ لَنْ يُخْرِجَ اللّٰهُ اَضْغَانَهُمْ ﴿٢٩﴾

29. Yoksa kalplerinde nifak marazı olanlar, (Resûlü Ekrem ile Mü’minler hakkında) gizledikleri kinlerini Allah’u Teâlâ açığa çıkarmaz mı sandılar?


﴿ وَلَوْ نَشَٓاءُ لَاَرَيْنَاكَهُمْ فَلَعَرَفْتَهُمْ بِس۪يمٰيهُمْۜ وَلَتَعْرِفَنَّهُمْ ف۪ي لَحْنِ الْقَوْلِۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اَعْمَالَكُمْ ﴿٣٠﴾

30. Ey Resûlüm! Dileseydik, o münâfıkları sana gösterirdik. Sen de onları sîmalarından bilirdin. Yemin olsun ki sen, konuşma üslubundan onları bilirsin. Allah’u Teâlâ ise amellerinizi çok iyi bilir.

İzah: Enes Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur: Bu Âyet-i Kerîme’den sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e hiçbir münâfık gizli sak­lı kalmadı. Peygamberimiz, münâfıkların hepsini biliyor. Fakat kâfirler:

أَنِّي أَقْتُلُ أَصْحَابِي (م عن جابر بن عبد اللّٰه)

″Bak, Muhammed kendi adamlarını öldürüyor″[1] diye fitne çıkarmasınlar diye bunların isimlerini Ashâbına açıklamıyordu. Ne zaman münâfıklardan biri ölse, Allah’u Teâlâ’nın yasaklamasıyla o münafığın cenâze namazını kıldırmazdı. Ashâb o zaman o kimsenin münâfık olduğunu anlardı. Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i Tevbe, Âyet 84’ün izahına bakınız.

Yine münâfıklar hakkında Ebû Mes’ud Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bize bir hutbe okudu, Allah’a hamdü senâdan sonra şöyle buyurdu:

إِنَّ فِيكُمْ مُنَافِقِينَ فَمَنْ سَمَّيْتُ فَلْيَقُمْ ثُمَّ قَالَ قُمْ يَا فُلَانُ قُمْ يَا فُلَانُ قُمْ يَا فُلَانُ حَتَّى سَمَّى سِتَّةً وَثَلَاثِينَ رَجُلًا ثُمَّ قَالَ إِنَّ فِيكُمْ أَوْ مِنْكُمْ فَاتَّقُوا اللّٰهَ قَالَ فَمَرَّ عُمَرُ عَلَى رَجُلٍ مِمَّنْ سَمَّى مُقَنَّعٍ قَدْ كَانَ يَعْرِفُهُ قَالَ مَا لَكَ قَالَ فَحَدَّثَهُ بِمَا قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ بُعْدًا لَكَ سَائِرَ الْيَوْمِ (حم عن ابى مسعود)

- Şüphesiz sizden münâfık olanlar vardır. Kimin ismini söylersem kalksın. Sonra da, ″Ey filân kalk! Ey filân kalk! Ey filân kalk!″ buyurup otuz altı kişinin ismini verdi ve ″Şüphesiz sizde münâfıklık vardır, Allah’tan korkun″ buyurdu. Hz. Ömer, Mukannâ ismindeki tanıdığı bir kişiye rastlayıp,″Sana ne oldu?″ diye sordu. Adam, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in buyurduklarını nakletti de Hz. Ömer: ″Bundan sonra benden uzak ol″ dedi.[2]

Mü’minlerin Emîri Osman İbn-i Affân Radiyallâhu anhu da şöyle buyurmuştur: ″Bir münafık, bir sır sakladığı ve gizlediği zaman, Allah’u Teâlâ onu yüz hatlarından, ifadelerinden ve ağzından kaçırdığı sözlerden ortaya çıkarır.″


[1] Sahih-i Müslim, Zekât 47 (142 İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 2, Hadis No: 1086.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21317.


﴿ وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتّٰى نَعْلَمَ الْمُجَاهِد۪ينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِر۪ينَۙ وَنَبْلُوَ۬ا اَخْبَارَكُمْ ﴿٣١﴾

31. Yemin olsun ki, sizi imtihana tâbi tutacağız, tâ ki sizden mücâhit olanlar ile sabredenleri bilelim ve sizin haberlerinizi de (itaat edenler ile isyanda bulunanları da) deneyeceğiz.


﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَشَٓاقُّوا الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْهُدٰىۙ لَنْ يَضُرُّوا اللّٰهَ شَيْـًٔاۜ وَسَيُحْبِطُ اَعْمَالَهُمْ ﴿٣٢﴾

32. Kâfir olanlar, Allah yolundan menedenler ve kendilerine hidâyet yolu belli olduktan sonra Resûle muhalefet edenler Allah’a aslâ zarar veremezler. Allah’u Teâlâ, onların amellerini iptal edecektir.


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُٓوا اَعْمَالَكُمْ ﴿٣٣﴾

33. Ey îman edenler! Allah’a itaat edin ve Resûle itaat edin ve amellerinizi iptal etmeyin.

İzah: Bu âyette, Allah’a itaat edip de, Resûlüne itaat etmezseniz, amelleriniz iptal olur, diye buyrulmuştur. Allah’u Teâlâ Sûre-i Nisâ, Âyet 80’de şöyle buyurmuştur:

″Her kim Resûle itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Her kim de itaatten yüz çevirirse, Ey Resûlüm! Biz seni onların üzerine koruyucu olarak gönder­medik.″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

نَحْنُ الْآخِرُونَ السَّابِقُونَ مَنْ أَطَاعَنِي فَقَدْ أَطَاعَ اللّٰهَ وَمَنْ عَصَانِي فَقَدْ عَصَى اللّٰهَ (خ عن ابى هريرة)

″Biz Müslümanlar, (Ehl-i Kitab’a nazaran) sonra gelmiş bulunu-yoruz. Fakat mahşer gününde faziletçe en ileride bulunacağız. Her kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Her kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur...″[1]


[1] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1240.


﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ ثُمَّ مَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ فَلَنْ يَغْفِرَ اللّٰهُ لَهُمْ ﴿٣٤﴾

34. Kâfir olup Allah yolundan menedenleri ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah’u Teâlâ aslâ bağışlamaz.


﴿ فَلَا تَهِنُوا وَتَدْعُٓوا اِلَى السَّلْمِۗ وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَۗ وَاللّٰهُ مَعَكُمْ وَلَنْ يَتِرَكُمْ اَعْمَالَكُمْ ﴿٣٥﴾

35. Ey îman edenler! (Düşmanlarınıza karşı) zaafiyet göstermeyin ve sizler en üstün olduğunuz halde sulha dâvet etmeyin. Allah’u Teâlâ, sizinle beraberdir. O, amellerinizin sevabını aslâ eksiltmez.


﴿ اِنَّمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌۜ وَاِنْ تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا يُؤْتِكُمْ اُجُورَكُمْ وَلَا يَسْـَٔلْكُمْ اَمْوَالَكُمْ ﴿٣٦﴾ اِنْ يَسْـَٔلْكُمُوهَا فَيُحْفِكُمْ تَبْخَلُوا وَيُخْرِجْ اَضْغَانَكُمْ ﴿٣٧﴾

36-37. Şüphesiz ki, dünyâ hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibârettir. Îman edip takvâ sahibi olursanız, Allah’u Teâlâ size mükâfatını verir ve sizden mallarınızın hepsini de istemez.* Eğer Allah’u Teâlâ, sizden malınızın hepsini isteyip de sizi zorlasaydı, cimrilik ederdiniz, O da kinlerinizi ortaya çıkarırdı.

İzah: Cimrilikten kurtulmayla ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

بَرِيءٌ مِنَ الشُّحِّ مَنْ أَدَّى الزَّكَاةَ وَقَرَى الضَّيْفَ وَأَعْطَى فِي النَّائِبَةِ (ع طب خالد بن زيد)

″Zekât veren, misafir ağırlayan, insanlara gelen sıkıntılara karşı onlara yardım elini uzatan, cimrilikten kurtulmuştur.″[1]


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 3989; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 244/4.


﴿ هَٓا اَنْتُمْ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ تُدْعَوْنَ لِتُنْفِقُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۚ فَمِنْكُمْ مَنْ يَبْخَلُۚ وَمَنْ يَبْخَلْ فَاِنَّمَا يَبْخَلُ عَنْ نَفْسِه۪ۜ وَاللّٰهُ الْغَنِيُّ وَاَنْتُمُ الْفُقَرَٓاءُۚ وَاِنْ تَتَوَلَّوْا يَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْۙ ثُمَّ لَا يَكُونُٓوا اَمْثَالَكُمْ ﴿٣٨﴾

38. İşte sizler, Allah yolunda mallarınızı infak etmeye dâvet ediliyorsunuz. Fakat içinizden bâzınız cimrilik ediyor. Cimrilik eden, kendi aleyhine cimrilik etmiş olur. Allah’u Teâlâ hiçbir şeye muhtaç değildir. Siz ise fakirsiniz. Eğer itaatten yüz çevirirseniz, sizin yerinize başka bir kavmi getirir. Sonra o gelen kavim, sizin gibi olmazlar.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçen ″İnfak″tan maksat, zekât vermek ve Allah yolunda Dîn-i Mübîn’i yüceltmek için verilen mücâdeleye yardımda bulunmaktır.

Yine bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قَالَ نَاسٌ مِنْ أَصْحَابِ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَنْ هَؤُلَاءِ الَّذِينَ ذَكَرَ اللّٰهُ إِنْ تَوَلَّيْنَا اسْتُبْدِلُوا بِنَا ثُمَّ لَمْ يَكُونُوا أَمْثَالَنَا قَالَ وَكَانَ سَلْمَانُ بِجَنْبِ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ فَضَرَبَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَخِذَ سَلْمَانَ وَقَالَ هَذَا وَأَصْحَابُهُ وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَوْ كَانَ الْإِيمَانُ مَنُوطًا بِالثُّرَيَّا لَتَنَاوَلَهُ رِجَالٌ مِنْ فَارِسَ (ت عن ابى هريرة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbından bâzı kimseler: ″Yâ Resûlallah! Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Muhammed, Âyet 38’de, şâyet biz yüz çevirecek olursak, yerimize getireceğinden ve bizim gibi olmayacaklarından sözünü et­tiği kişiler kimlerdir?″ diye sordular. Selmân, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında bulunuyordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Selmân’ın baldırına elini vurarak, ″Bu ve arkadaşlarıdır. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer îman Süreyya yıldızında asılı bulunsaydı, Fârislilerden bâzı kişiler onu el­leriyle yakalardı″ diye buyurdu.[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

يَا أَبَا أَيُّوبَ! لَا تُعَيِّرْهُ بِالْفَارِسِيَّةِ فَلَوْ أَنَّ الدِّينَ مُعَلَّقٌ بِالثُّرَيَّا لَنَالَتْهُ أَبْنَاءُ فَارِسَ (الشيرازي في الالقاب عن سفينة)

″Yâ Ebû Eyyüb! Selmân’ı, Fârisli diye ayıplama. Eğer din, Süreyya yıldızında asılı olsaydı, Fâris evlâdından bâzıları ona yetişirdi.″[2]

Yine Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

كُنَّا عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حِينَ أُنْزِلَتْ سُورَةُ الْجُمُعَةِ فَتَلَاهَا فَلَمَّا بَلَغَ {وَآخَرِينَ مِنْهُمْ لَمَّا يَلْحَقُوا بِهِمْ} قَالَ لَهُ رَجُلٌ يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَنْ هَؤُلَاءِ الَّذِينَ لَمْ يَلْحَقُوا بِنَا فَلَمْ يُكَلِّمْهُ قَالَ وَسَلْمَانُ الْفَارِسِيُّ فِينَا قَالَ فَوَضَعَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلَى سَلْمَانَ يَدَهُ فَقَالَ وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَوْ كَانَ الْإِيمَانُ بِالثُّرَيَّا لَتَنَاوَلَهُ رِجَالٌ مِنْ هَؤُلَاءِ (ت عن ابى هريرة)

Cuma Sûresi indirildiği zaman Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında idik, bize bu sûreyi okudu ve ″Allah’u Teâlâ, o Peygamberi, onlardan henüz kendilerine erişememiş bulunan başka kimselere de göndermiştir…″ diye geçen Sûre-i Cuma, Âyet 3’e gelince bir adam: ″Yâ Resûlallah! Bize erişemeyen bu kişiler kimlerdir?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, onunla konuşmadı. Selmân da aramızda idi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, elini Selmân’ın üzerine koydu ve şöyle buyurdu: ″Canım kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, îman Süreyya yıldızında bile olsa, bunlardan bâzı kimseler onu elde edecektir.″[3]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَوْ كَانَ الدِّينُ عِنْدَ الثُّرَيَّا لَذَهَبَ بِهِ رَجُلٌ مِنْ فَارِسَ أَوْ قَالَ مِنْ أَبْنَاءِ فَارِسَ حَتَّى يَتَنَاوَلَهُ. (م حم عن ابى هريرة)

″Eğer din Süreyya yıldızına gitmiş olsa bile, Farslardan bir kimse veya Fârisoğullarından birisi muhakkak ona gider ve onu uzanıp alır.″[4]

Şâfii âlimlerinden olan İmam Suyûti Hazretleri şöyle buyurmuştur:

- Bu Hadis-i Şerif’lerin, İmam-ı Âzam’ı gösterdiği söz birliği ile bildirilmiştir. Nu’man Alûsi de: Bu Hadis-i Şerif’in, Ebû Hanife’yi gösterdiğini, dedesinin Fâris soyundan olduğunu yazmaktadır.[5]

İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri hakkında İbn-i Hacer-i Mekkî Hazretlerinin ″Hayrât-ül-Hisân″ kitabında naklettiği bir Hadis-i Şerif’te de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

تُرْفَعُ زِينَةُ الدُّنْيَا سَنَةَ خَمْسِينَ وَمِائَةَ

″Dünyânın ziyneti 150. senesinde kaldırılır.″ Büyük fıkıh âlimi Şemsü’l-Eimme Abdülgaffar Kerderî der ki: ″Bu Hadîs-i Şerif’in, İmam-ı Âzam Ebû Hanife’yi bildirdiği açıktır. Çünkü o, hicri 150 yılında vefât etmiştir.″

İmam-ı Âzam Efendimiz de, Arap olmayan bir kavimdendi. İslâmiyetin zâfiyete düşüp bâtıl fikirlerin çoğaldığı bir dönemde gelerek, İslâmiyeti tekrar güçlendirip kuvvet kazandırmıştır. Ömrünün on yedi yılını hadis toplayarak geçirmiş ve bu hadislerden edindiği bilgi üzerine de Hanefi Mezhebi’ni kurmuştur.[6] Kendisine tâbi olan Müslümanların, İslâmiyeti Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve Ashâbın yaşadığı gibi yaşamalarına ve bu hâlin kıyâmete kadar da devam etmesine sebep olduğu için Hadis-i Şerif’lerde övgüye mazhar olmuştur. İşte İslâm’a yaptığı bu büyük hizmetten dolayı, Mü’minler tarafından gerçek adı Numan olmasına rağmen, İmam-ı Âzam yani en büyük imam diye isimlendirilmiştir. Nitekim yukarıda geçen Hadis-i Şerif’ler de bizzat İmam-ı Âzam Efendimizden övgüyle bahsetmektedir ki, hadis âlimleri de bunu doğrulamışlardır.

Bu Âyet-i Kerîme’de genel olarak; Araplardan sonra İslâm’a büyük hizmetlerde bulunacak başka bir kavimin geleceğinden bahsedilmektedir. Bin dört yüz yıllık İslâm tarihine baktığımız zaman, Arap olmayıp da Sahâbîlerden sonra İslâm’a en büyük hizmeti yapan kavmin de Türkler olduğu görülmektedir. Türklerin İslâmiyete yardımı miladi 751 yılında meydana gelen Talas Savaşı ile başlayıp, Selçuklular ve altı yüz yirmi yıl İslâmiyet’e hizmet eden Osmanlı İmparatorluğu ile devam etmiştir. Bu âyette olduğu gibi Araplardan sonra İslâm’a büyük hizmetlerde bulunacak başka bir kavimin geleceği Sûre-i Mâide, Âyet 54’de de şöyle haber verilmiştir:

Ey îman edenler! Sizden her kim dîninden dönerse, muhakkak Allah’u Teâlâ, onların yerine yakında öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar, Mü’minlere karşı merhametli ve mütevâzi, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihat ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah‘ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah’u Teâlâ, lütfu geniş olandır ve her şeyi hakkıyla bilendir.

Sûre-i Mâide, Âyet 54’te geçen ve Arap olmadığı beyan edilen kavmin, Türkler olduğu Ömer Nasuhi Bilmen gibi bâzı tefsir âlimleri tarafından da beyan edilmiştir. İşte bu âyetler, Arap olmayan, Allah’a ve Resûlüne tam itaat ederek İslâm’a hizmet edecek olan bir kavmi övmektedir. Nitekim Selçuklu ve Osmanlı’daki Müslüman topluluklar, hak olan Hanefi, Şâfii, Mâliki ve Hanbeli Mezheplerinden idiler. Yönetim ve halkın büyük çoğunluğu da İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretlerinin kurmuş olduğu Hanefi Mezhebi’ndendi.


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 48.

[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 492/7; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 34133.

[3] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 63; Sahih-i Müslim, Fedâil’üs-Sahâbe 59 (231).

[4] Sahih-i Müslim, Fedâil’üs-Sahâbe 59 (230 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 7735, 9038.

[5] Burası Ahmed Cevdet Paşa’nın ″Faideli Bilgiler″ adlı eserinden alınmıştır. İmam-ı Âzam ile ilgili geniş bilgi için bakınız: el-Kerderî, Menâkib’ul İmam Ebî Hanife Radiyallâhu anhu, c.1, s. 54-55.

[6] Hak olan Ehl-i Sünnet Mezhebi dörttür. Bunlardan ilki İmam-ı Âzam Hazretleri tarafından kurulan Hanefi Mezhebi’dir. Diğer üç mezhep de Şafii, Mâliki ve Hanbeli Mezhepleridir.