Bu sûre 98 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Îsâ Âleyhis-selâm’ın annesi olan Hz. Meryem’in kıssasından bahsedildiği için ″Meryem Sûresi″ diye isimlendirilmiştir.
Bu sûre ile ilgili olarak İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:
فِي بَنِي إِسْرَائِيلَ وَالْكَهْفُ وَمَرْيَمُ وَطه وَالْأَنْبِيَاءُ هُنَّ مِنَ الْعِتَاقِ الْأُوَلِ وَهُنَّ مِنْ تِلَادِي (خ عن ابن مسعود)
″İsrâ, Kehf, Meryem, Tâhâ ve Enbiyâ Sûreleri, ilk nâzil olan sûrelerdendir ve benim ilk öğrendiğim sûreler arasında yer alır.″[1]
Abdullah İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, İslâmiyetin ilk yıllarında Peygamber Efendimizin emriyle Hz. Câfer b. Ebû Tâlib, Habeşistan’a hicret ettiği vakit, onlara Meryem Sûresi’ni okumuş ve sûre tamamlanıncaya kadar orada bulunan Hristiyan cemaatinin hepsi ağlamışlardı. Daha sonra Hz. Necâşi, kendi kavminin ulemâsından İslâm’a meyleden yetmiş kişiyi Fahr-i Kâinat Efendimize göndermiştir. Resûlü Ekrem de onlara Yâsîn Sûresi’ni okumuş, onlar da ağlayarak hemen Müslümanlığı kabul etmişlerdi.
[1] Sahih-i Buhârî, Fedâil’ul-Kur’ân 6.
﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ﴾
Bismillâhirrahmânirrahîm.
﴿ كٓهٰيٰعٓصٓ ﴿١﴾ ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّاۚ ﴿٢﴾ اِذْ نَادٰى رَبَّهُ نِدَٓاءً خَفِيًّا ﴿٣﴾ قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي وَهَنَ الْعَظْمُ مِنّ۪ي وَاشْتَعَلَ الرَّاْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَٓائِكَ رَبِّ شَقِيًّا ﴿٤﴾ وَاِنّ۪ي خِفْتُ الْمَوَالِيَ مِنْ وَرَٓائ۪ي وَكَانَتِ امْرَاَت۪ي عَاقِرًا فَهَبْ ل۪ي مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّاۚ ﴿٥﴾ يَرِثُن۪ي وَيَرِثُ مِنْ اٰلِ يَعْقُوبَۗ وَاجْعَلْهُ رَبِّ رَضِيًّا ﴿٦﴾ ﴾
1-6. Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd.* Ey Resûlüm! Bu okuduğumuz, senin Rabbinin, kulu Zekeriyya’ya rahmetinin (lütuf ve ihsanının) kıssasıdır.* Hani o, Rabbine gizli olarak nidâ etmişti.* O, şöyle demişti: ″Yâ Rabbi! Şüphesiz kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı. Şimdiye kadar Sana ettiğim duâların hiçbirinde mahrum olmadım.* Doğrusu ben, benden sonra yerime geçecek olan yakınlarımdan (amcaoğullarımdan) endişeliyim. Zevcem de kısırdır. Lütuf ve kudretinle bana bir çocuk ihsan et.* O çocuk, hem bana vâris olsun, hem de Yâkub ailesine vâris olsun. Yâ Rabbi! Onu, rızânı kazananlardan eyle.″
İzah: Bu âyetler ile ilgili olarak Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
رَحِمَ اللّٰه أَخِي زَكَرِيَّا مَا كَانَ عَلَيْهِ مِنْ وِرَاثَة مَاله حِين قَالَ هَبْ لِي مِنْ لَدُنْك وَلِيًّا يَرِثنِي وَيَرِث مِنْ آلِ يَعْقُوب (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن الحسن)
Allah’u Teâlâ, kardeşim Zekeriyya’ya rahmet eylesin. ″… Lütuf ve kudretinle bana bir çocuk ihsan et.* O çocuk, hem bana vâris olsun, hem de Yâkub ailesine vâris olsun…″ dediği zaman, onun malına mîrasçı olacak kimse yoktu.[1]
Zekeriyya Aleyhisselâm, Allah’u Teâlâ’dan kendisinin bir çocuğu olması için duâ ettiğinde Âyet-i Kerime’de geçtiği üzere, ″O çocuk, hem bana vâris olsun, hem de Yâkub ailesine vâris olsun″ diye duâ etmiştir. Yani, ″Yâ Rabbi! Bana bir çocuk nasip et ki, hem Peygamber olsun ve hem de malıma vâris olsun″ demektir. Çünkü Peygamberlerin evlatlarına mîras kalmaz. Peygamberlerin malları ancak onun yerine geçen Peygambere veya halifesine mîras olarak kalır.
Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ سَلَكَ طَرِيقًا يَلْتَمِسُ فِيهِ عِلْمًا سَهَّلَ اللّٰهُ لَهُ طَرِيقًا إِلَى الْجَنَّةِ وَإِنَّ الْمَلَائِكَةَ لَتَضَعُ أَجْنِحَتَهَا رِضًا لِطَالِبِ الْعِلْمِ وَإِنَّ طَالِبَ الْعِلْمِ يَسْتَغْفِرُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ حَتَّى الْحِيتَانِ فِي الْمَاءِ وَإِنَّ فَضْلَ الْعَالِمِ عَلَى الْعَابِدِ كَفَضْلِ الْقَمَرِ عَلَى سَائِرِ الْكَوَاكِبِ إِنَّ الْعُلَمَاءَ هُمْ وَرَثَةُ الْأَنْبِيَاءِ إِنَّ الْأَنْبِيَاءَ لَمْ يُوَرِّثُوا دِينَارًا وَلَا دِرْهَمًا إِنَّمَا وَرَّثُوا الْعِلْمَ فَمَنْ أَخَذَهُ أَخَذَ بِحَظٍّ وَافِرٍ (د ت ه عن ابى الدرداء)
″Her kim bir yola ilim aramak için giderse, Allah’u Teâlâ onun için Cennete giden bir yolu kolaylaştırır ve şüphesiz melekler ilim talep edenin rızâsını istedikleri ve ondan râzı oldukları için kanatlarını indirirler. Yine şüphesiz göktekiler ve yerdekiler ve hattâ sudaki balıklar bile ilim talep eden kişi için Allah’u Teâlâ’dan bağışlanma dilerler. Gerçekte âlimin, âbid olana üstünlüğü, gökteki ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Muhakkak ki âlimler, Peygamberlerin mîrasçılarıdır. Şüphesiz ki Peygamberler, ne altın ne de gümüş mîras bırakırlar. Peygamberler, mîras olarak ancak ilim bırakırlar. Bu sebeple her kim Peygamberlerin mîrası olan ilmi elde ederse, tam bir hisse almış olur.″[2]
Nitekim Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de vefât ettiğinde, kendisinden sonra Peygamberlik olmadığı için bütün malı halifesine yani Beyt’ul-Mala devredilmiştir.
[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 213.
[2] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 17; Sünen-i Ebû Dâvud, İlim 1; Sünen-i Tirmizî, İlim 19.
﴿ يَا زَكَرِيَّٓا اِنَّا نُبَشِّرُكَ بِغُلَامٍۨ اسْمُهُ يَحْيٰىۙ لَمْ نَجْعَلْ لَهُ مِنْ قَبْلُ سَمِيًّا ﴿٧﴾ قَالَ رَبِّ اَنّٰى يَكُونُ ل۪ي غُلَامٌ وَكَانَتِ امْرَاَت۪ي عَاقِرًا وَقَدْ بَلَغْتُ مِنَ الْكِبَرِ عِتِيًّا ﴿٨﴾ قَالَ كَذٰلِكَۚ قَالَ رَبُّكَ هُوَ عَلَيَّ هَيِّنٌ وَقَدْ خَلَقْتُكَ مِنْ قَبْلُ وَلَمْ تَكُ شَيْـًٔا ﴿٩﴾ قَالَ رَبِّ اجْعَلْ ل۪ٓي اٰيَةًۜ قَالَ اٰيَتُكَ اَلَّا تُكَلِّمَ النَّاسَ ثَلٰثَ لَيَالٍ سَوِيًّا ﴿١٠﴾ فَخَرَجَ عَلٰى قَوْمِه۪ مِنَ الْمِحْرَابِ فَاَوْحٰٓى اِلَيْهِمْ اَنْ سَبِّحُوا بُكْرَةً وَعَشِيًّا ﴿١١﴾ ﴾
7-11. Allah’u Teâlâ: ″Ey Zekeriyya! Biz seni, Yahyâ ismiyle anılan bir erkek çocukla müjdeleriz. Ondan evvel bu ismi hiç kimseye vermedik″ buyurdu.* Zekeriyya: ″Yâ Rabbi! Zevcem kısır, ben de iyice ihtiyarlamış iken nasıl oğlum olabilir?″ dedi.* Allah’u Teâlâ, Zekeriyya’ya: ″Rabbin böyle buyurdu. Bu bana kolaydır. Çünkü seni de daha önce hiç yokken var eden benim.″* Zekeriyya: ″Yâ Rabbi! (Zevcemin hâmile olduğuna dair) bana bir alâmet ver″ dedi. Allah’u Teâlâ da: ″Zevcenin hâmile olduğuna alâmet, sapasağlam olduğun halde üç gün üç gece insanlarla konuşamamandır″ buyurdu.* Sonra Zekeriyya, ibâdetgâhından çıktı ve kavmine, sabah akşam Allah’u Teâlâ’yı tesbih etmelerini işâret etti.
İzah: Rivâyete göre, Zekeriyya Aleyhisselâm 120 veya 99, hanımı ise 98 yaşında idi. Hanımı da, Hz. Meryem’in annesi Hanne’nin kız kardeşidir.
Zekeriyya Aleyhisselâm, Süleyman Aleyhisselâm’ın neslindendir. İsrailoğullarına Peygamber olarak gönderilmiş olup, Mûsâ Aleyhisselâm’ın şeriatıyla amel ederdi.
Zekeriyya Aleyhisselâm hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
كَانَ زَكَرِيَّا عَلَيْهِ السَّلَام نَجَّارًا (حم عن ابى هريرة)
″Zekeriyya Aleyhisselâm, marangozluk yapardı.″[1]
Hz. Meryem, Zekeriyya Aleyhisselâm’ın himâyesinde idi. Allah’u Teâlâ’nın kudretiyle Hz. Meryem babasız olarak Îsâ Aleyhisselâm’ı dünyâya getirmişti. Yahudiler, Îsâ Aleyhisselâm’ın beşikte iken konuşması gibi birçok harikulâde haller görmelerine rağmen, Hz. Meryem’e ve Zekeriyya Aleyhisselâm’a iftira da bulunmuşlar ve sonunda Zekeriyya Aleyhisselâm’ı şehit etmişlerdir.
Yahyâ Aleyhisselâm, daha çocuk yaşında iken Tevrat’ı okumaya başlamıştı. İnzivâya çekilerek ibâdet eder ve o da babası gibi Hz. Mûsâ’nın şeriatıyla amel ederdi.
Bunlar, Zekeriyya Aleyhisselâm’ı öldürdükleri gibi, Hz. Yahyâ’nın da şehit edilmesine sebep oldular. Rivâyete göre, Yahudiler bu hâdiselerde olduğu gibi, üç yüz Peygamberin ölümünden mesuldürler.
Yahudiler, Yahyâ Aleyhisselâm’ın ölümüne sebep oldukları için Allah onları cezalandırmıştır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَوْحَى اللّٰه تَعَالَى إِلَى إِنِّى قَدْ قَتَلْتُ بِيَحْيَى بْنِ زَكَرِيَّا سَبْعِينَ أَلْفاً وَإِنِّى قَاتِلٌ بِابْنِ بِنْتِكَ سَبْعِينَ أَلْفاً وَسَبْعِينَ أَلْفاً (ك عن ابن عباس)
Allah’u Teâlâ bana şöyle vahyetti: ″Zekeriyya oğlu Yahyâ sebebiyle yetmiş bin kişiyi öldürdüm. Ve senin kızının oğlu (Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin) sebebiyle ise yetmiş bin ve yetmiş bin kişiyi öldürürüm.″[2]
Âyet-i Kerîme’de geçen ″Zevcenin hâmile olduğuna alâmet, sapasağlam olduğun halde üç gün üç gece insanlarla konuşamamandır″ ifadesinden maksat da, bir rahatsızlığın olmadığı halde, insanlarla üç gün boyunca gece gündüz konuşamayıp, ancak işâretle konuşmandır. İşte bu da hanımının hâmile olduğunun alâmetidir, demektir.
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Sonra Zekeriyya, ibâdetgâhından çıktı ve kavmine, sabah akşam Allah’u Teâlâ’yı tesbih etmelerini işâret etti″ diye buyrulmaktadır. İmam Taberî, bu âyet-i Kerîme’yi şöyle izah etmiştir:
- Zekeriyya Aleyhisselâm, kendisine oğul verileceğinin alâmeti olarak üç gün dili tutulunca ibadet ettiği namazgâhından dışarı çıkmış ve konuşamadığı için eliyle veya yazı yazarak kavmine, sabah akşam Allah’a ibâdette bulunmalarını, O’nu zikretmelerini emretmiştir.
Bu husus Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 41’de de şöyle geçmektedir:
Zekeriyya: ″Yâ Rabbi! (Zevcemin hâmile olduğuna dair) bana bir alâmet ver″ dedi. Allah’u Teâlâ da: ″Üç gün insanlar ile konuşamayıp, ancak işâretle konuşmandır. Ayrıca Rabbini çok zikret ve akşam sabah tesbih et″ buyurdu.
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 7606.
[2] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3103, 4117; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 157/1.
﴿ يَا يَحْيٰى خُذِ الْكِتَابَ بِقُوَّةٍۜ وَاٰتَيْنَاهُ الْحُكْمَ صَبِيًّاۙ ﴿١٢﴾ وَحَنَانًا مِنْ لَدُنَّا وَزَكٰوةًۜ وَكَانَ تَقِيًّاۙ ﴿١٣﴾ وَبَرًّا بِوَالِدَيْهِ وَلَمْ يَكُنْ جَبَّارًا عَصِيًّا ﴿١٤﴾ وَسَلَامٌ عَلَيْهِ يَوْمَ وُلِدَ وَيَوْمَ يَمُوتُ وَيَوْمَ يُبْعَثُ حَيًّا۟ ﴿١٥﴾ ﴾
12-15. ″Ey Yahyâ! Kitaba (Tevrat’a) sımsıkı sarıl″ dedik ve ona daha çocukken Peygamberlik verdik.* Tarafımızdan onun kalbine merhamet koyduk ve onu günahlardan temizledik. O, çok takvâ sahibi idi.* Anne ve babasına da itaatkâr idi. Cebbâr ve isyankâr değildi.* Doğduğu gün, öldüğü gün ve diriltildiği gün ona selâm olsun!
İzah: Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ’nın: ″Ey Yahyâ! Kitaba (Tevrat’a) sımsıkı sarıl″ diye buyurmasından maksat, İsrailoğullarının Tevrat’ın âyetlerine karşı çıkarak inkâr etmeleri sebebiyle Allah’u Teâlâ’nın, Yahyâ Aleyhisselâm’a; Tevrat’a sımsıkı sarılıp, onun âyetlerini okuyarak dalâlete düşen İsrailoğullarını uyarmasını emretmesidir.
﴿ وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مَرْيَمَۢ اِذِ انْتَبَذَتْ مِنْ اَهْلِهَا مَكَانًا شَرْقِيًّاۙ ﴿١٦﴾ فَاتَّخَذَتْ مِنْ دُونِهِمْ حِجَابًا فَاَرْسَلْنَٓا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا ﴿١٧﴾ ﴾
16-17. Ey Resûlüm! Kitapta (Kur’ân’da), Meryem’e dair anlattıklarımızı da zikret. Bir zaman Meryem, ailesinin bulunduğu yerin doğu tarafına çekilmişti.* Meryem, ailesiyle kendi arasına bir perde çekti. Ona Cebrâil’i gönderdik. Cebrâil ona tam bir insan şeklinde göründü.
İzah: Zekeriyya Aleyhisselâm’ın zevcesi, Hz. Meryem’in teyzesi idi. ona yıkanması için bir yer tahsis etmişti. Hz. Meryem yine bir gün oraya yıkanmaya gittiği esnâda Cebrâil Aleyhisselâm, insan sûretinde ona görünmüştü.
﴿ قَالَتْ اِنّ۪ٓي اَعُوذُ بِالرَّحْمٰنِ مِنْكَ اِنْ كُنْتَ تَقِيًّا ﴿١٨﴾ قَالَ اِنَّمَٓا اَنَا۬ رَسُولُ رَبِّكِۗ لِاَهَبَ لَكِ غُلَامًا زَكِيًّا ﴿١٩﴾﴾
18-19. Meryem, Cebrâil’e: ″Ben senden Rahmân’a sığınırım. Allah’tan korkarsan, bana ilişme″ dedi.* Cebrâil: ″Ben senin sığındığın Rabbinin resûlüyüm. Sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamak için geldim″ dedi.
﴿ قَالَتْ اَنّٰى يَكُونُ ل۪ي غُلَامٌ وَلَمْ يَمْسَسْن۪ي بَشَرٌ وَلَمْ اَكُ بَغِيًّا ﴿٢٠﴾ قَالَ كَذٰلِكِۚ قَالَ رَبُّكِ هُوَ عَلَيَّ هَيِّنٌۚ وَلِنَجْعَلَهُٓ اٰيَةً لِلنَّاسِ وَرَحْمَةً مِنَّاۚ وَكَانَ اَمْرًا مَقْضِيًّا ﴿٢١﴾ ﴾
20-21. Meryem: ″Benim çocuğum nereden olur? Halbuki bana bir beşer dokunmamıştır. Ben iffetsiz biri de değilim″ dedi.* Cebrâil dedi ki: ″Öyledir. Fakat Rabbin buyurdu ki: ″Bu, Benim için çok kolaydır. Onu insanlara bir mûcize ve Bizden bir rahmet kılacağız. Bu, kesinleşmiş bir hükümdür.″
﴿ فَحَمَلَتْهُ فَانْتَبَذَتْ بِه۪ مَكَانًا قَصِيًّا ﴿٢٢﴾ فَاَجَٓاءَهَا الْمَخَاضُ اِلٰى جِذْعِ النَّخْلَةِۚ قَالَتْ يَا لَيْتَن۪ي مِتُّ قَبْلَ هٰذَا وَكُنْتُ نَسْيًا مَنْسِيًّا ﴿٢٣﴾ فَنَادٰيهَا مِنْ تَحْتِهَٓا اَلَّا تَحْزَن۪ي قَدْ جَعَلَ رَبُّكِ تَحْتَكِ سَرِيًّا ﴿٢٤﴾ وَهُزّ۪ٓي اِلَيْكِ بِجِذْعِ النَّخْلَةِ تُسَاقِطْ عَلَيْكِ رُطَبًا جَنِيًّاۘ ﴿٢٥﴾ فَكُل۪ي وَاشْرَب۪ي وَقَرّ۪ي عَيْنًاۚ فَاِمَّا تَرَيِنَّ مِنَ الْبَشَرِ اَحَدًاۙ فَقُول۪ٓي اِنّ۪ي نَذَرْتُ لِلرَّحْمٰنِ صَوْمًا فَلَنْ اُكَلِّمَ الْيَوْمَ اِنْسِيًّاۚ ﴿٢٦﴾ ﴾
22-26. Meryem, ona hâmile kaldı ve karnındaki çocukla ailesinden daha uzak bir yere çekildi.* Orada sancısı tuttu; oradaki hurma ağacına dayandı ve ″Keşke daha evvel ölüp unutulup gitmiş olaydım da bugünü görmeyeydim″ dedi.* Aşağısından ona şu nidâ geldi: ″Mahzun olma! Rabbin, senin alt yanından bir ırmak meydana getirdi.* (Kurumuş olan) hurma ağacını kendine doğru salla, sana kemâle ermiş tâze hurma dökülsün.* Artık ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer insanlardan bir kimseyi görürsen, ″Şüphesiz ben, Rahmân için oruç adadım, bugün hiçbir insan ile konuşmayacağım″ de.
İzah: Nakledildiğine göre, Îsâ Aleyhisselâm doğar doğmaz annesini teselli için konuştu ve ″Sen mahzun olma, ben Peygamberim, şüpheye kapılıp ümitsizliğe düşme. Alâmet olarak, Allah’u Teâlâ sana içmen için alt tarafından bir ırmak çıkardı ve altında bulunduğun kurumuş hurma ağacını salla, sana meyve verecektir″ dedi. Hz. Meryem, kurumuş hurma ağacını salladı, anında yeşerdi ve meyve verdi.
Burada Hz. Meryem’e nidâ edenin, Cebrâil Aleyhisselâm olduğu da rivâyet edilmiştir.
Hz. Meryem hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَطْعِمُوا نِسَاءَكُمْ فِي نِفَاسِهِنَّ التَّمْرَ فَإِنَّهُ مَنْ كَانَ طَعَامُهَا فِي نِفَاسِهَا التَّمْرَ خَرَجَ وَلَدُهَا ذَلِكَ حَلِيمًا فَإِنَّهُ كَانَ طَعَامَ مَرْيَمَ حِينَ وَلَدَتْ عِيسَى وَلَوْ عَلِمَ اللّٰهُ طَعَامًا كَانَ خَيْرًا لَهَا مِنَ التَّمْرِ لأَطْعَمَهَا إِيَّاهُ (خط عن سلمة بن قيس(
″Kadınlarınıza lohusa hâlindeyken hurma yedirin. Lohusalıkta yemeği hurma olan kadının çocuğu halim selim yetişir. Hz. Îsâ’yı doğurduğunda Hz. Meryem’in yemeği bu idi. Allah’u Teâlâ onun için hurmadan daha iyi yemek seçseydi, mutlaka onu verirdi.″[1]
Allah’u Teâlâ, Hz. Meryem için alt yanından bir ırmak da meydana getirmiştir. Bu Irmak hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ السَّرِيَّ الَّذِي قَالَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ قَدْ جَعَلَ رَبُّكِ تَحْتَكِ سَرِيًّا [مريم آية 24] نَهْرٌ أَخْرَجَهُ اللّٰهُ لِتَشْرَبَ مِنْهُ (طب عن ابن عمر)
″… Mahzun olma! Rabbin, senin alt yanından bir ırmak meydana getirdi″[2] âyetinde diye geçen ″Irmak″, Hz. Meryem’in içmesi için Allah’u Teâlâ’nın kendisine çıkardığı bir nehirdir.[3]
Bu âyetlerin sonunda geçtiği üzere, o zamanda oruçlu olan kimseler diline sahip olmak için kimseyle konuşmazdı. Yani Îsâ Aleyhisselâm, doğduğunda annesine diyor ki: ″Sen bu çocuğu nerden aldın? derlerse, ben oruçluyum de ve beni göster. Ben onlara cevabını veririm.″
Bu âyetlerde, Hz. Meryem’in, hiç meyvesi olmayan kuru bir hurma ağacını sallaması üzerine, olgunlaşmış halde hurma düşmesi, alt tarafından su içmesi için bir ırmağın akması anlatılmaktadır. Ayrıca Hz. Meryem’e Cennetten meyve geldiğine dair de Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 37’ye bakınız.
[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s.73/1.
[2] Sûre-i Meryem, Âyet 24.
[3] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 13124; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7079.
﴿ فَاَتَتْ بِه۪ قَوْمَهَا تَحْمِلُهُۜ قَالُوا يَا مَرْيَمُ لَقَدْ جِئْتِ شَيْـًٔا فَرِيًّا ﴿٢٧﴾ يَٓا اُخْتَ هٰرُونَ مَا كَانَ اَبُوكِ امْرَاَ سَوْءٍ وَمَا كَانَتْ اُمُّكِ بَغِيًّاۚ ﴿٢٨﴾ فَاَشَارَتْ اِلَيْهِ۠ قَالُوا كَيْفَ نُكَلِّمُ مَنْ كَانَ فِي الْمَهْدِ صَبِيًّا ﴿٢٩﴾ قَالَ اِنّ۪ي عَبْدُ اللّٰهِ۠ اٰتَانِيَ الْكِتَابَ وَجَعَلَن۪ي نَبِيًّاۙ ﴿٣٠﴾ وَجَعَلَن۪ي مُبَارَكًا اَيْنَ مَا كُنْتُۖ وَاَوْصَان۪ي بِالصَّلٰوةِ وَالزَّكٰوةِ مَا دُمْتُ حَيًّاۖ ﴿٣١﴾ وَبَرًّا بِوَالِدَت۪يۘ وَلَمْ يَجْعَلْن۪ي جَبَّارًا شَقِيًّا ﴿٣٢﴾ وَالسَّلَامُ عَلَيَّ يَوْمَ وُلِدْتُ وَيَوْمَ اَمُوتُ وَيَوْمَ اُبْعَثُ حَيًّا ﴿٣٣﴾ ﴾
27-33. Meryem, çocuğuyla beraber kavmine geldi. Kavmi dediler ki: ″Yâ Meryem! Çok fenâ bir şey yaptın.* Ey Hârun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi ve annen de iffetsiz bir kadın değildi.″* Bunun üzerine Meryem: ″Onunla konuşun″ diye çocuğu işâret etti. Kavmi: ″Beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?″ dediler.* Bebek dedi ki: ″Şüphesiz ben, Allah’ın kuluyum. O, bana kitap verdi, beni Peygamber kıldı,* beni her nerede olsam mübârek kıldı, hayatta olduğum müddet namaz ve zekât ile emretti,* beni anneme itaatkâr kıldı, beni cebbâr ve isyankâr kılmadı.* Doğduğum gün, öldüğüm gün ve diriltildiğim gün bana selâm olsun!″
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Ey Hârun’un kız kardeşi″ ifadesi hakkında nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, Muğîre b. Şu’be Radiyallâhu anhu şöyle anlatmaktadır:
لَمَّا قَدِمْتُ نَجْرَانَ سَأَلُونِي فَقَالُوا إِنَّكُمْ تَقْرَءُونَ يَا أُخْتَ هَارُونَ وَمُوسَى قَبْلَ عِيسَى بِكَذَا وَكَذَا فَلَمَّا قَدِمْتُ عَلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ سَأَلْتُهُ عَنْ ذَلِكَ فَقَالَ إِنَّهُمْ كَانُوا يُسَمُّونَ بِأَنْبِيَائِهِمْ وَالصَّالِحِينَ قَبْلَهُمْ (م ت عن المغيرة بن شعبة)
Ben Necran’a vardığımda bana şunu sordular: Sizler, ″Ey Hârun’un kız kardeşi!″ diye okuyorsunuz. Halbuki Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ’dan şu kadar, şu kadar yıl önce yaşamıştır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna gelince, bu hususu ona sordum. Şöyle buyurdu: ″Onlar, Peygamberlerinin ve kendilerinden önceki sâlihlerin isimlerini ad olarak veriyorlardı.″[1]
Îsâ Aleyhisselâm’ın beşikte iken konuştuğuna dair de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَمْ يَتَكَلَّمْ فِي الْمَهْدِ إِلَّا ثَلَاثَةٌ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ وَصَاحِبُ جُرَيْجٍ وَكَانَ جُرَيْجٌ رَجُلًا عَابِدًا فَاتَّخَذَ صَوْمَعَةً فَكَانَ فِيهَا فَأَتَتْهُ أُمُّهُ وَهُوَ يُصَلِّي فَقَالَتْ يَا جُرَيْجُ فَقَالَ يَا رَبِّ أُمِّي وَصَلَاتِي فَأَقْبَلَ عَلَى صَلَاتِهِ فَانْصَرَفَتْ ... (خ م عن ابى هريرة)
″Beşikte sâdece üç kişi konuştu. Bunlar; Meryem oğlu Îsâ, Cüreyc ve mâcerası olan çocuktur. Cüreyc, ibâdete düşkün bir kimseydi. Bir mâbede yerleşip orada ibâdet etmeye başladı. Bir gün annesi geldi: ″Yâ Cüreyc!″ diye seslendi. Cüreyc kendi kendine:
- Yâ Rabbi! Anneme cevap mı versem, yoksa namazıma devam mı etsem, diye düşündü. Sonra namazına devam etti. Annesi de dönüp gitti. Ertesi gün annesi yine Cüreyc namaz kılarken geldi ve: ″Yâ Cüreyc!″ diye seslendi. Cüreyc yine kendi kendine:
- Yâ Rabbi! Anneme mi cevap vermeliyim, yoksa namazıma mı devam etmeliyim, diye düşündü. Sonra namazına devam etti. Bir gün sonra annesi yine Cüreyc namaz kılarken geldi ve: ″Yâ Cüreyc!″ diye seslendi. Cüreyc içinden:
- Yâ Rabbi! Anneme cevap mı versem, yoksa namazıma devam mı etsem, diye düşündü. Sonra da namazına devam etti. Bunun üzerine annesi: ″Allah’ım! Fâhişelerin yüzüne bakmadan onun canını alma!″ diye bedduâ etti.
Bir gün İsrailoğulları, Cüreyc ve ibâdete düşkünlüğü hakkında konuşuyorlardı. Güzelliği ile meşhur bir fâhişe de oradaydı: ″Eğer isterseniz ben onu baştan çıkarabilirim″ dedi. Vakit kaybetmeden Cüreyc’in yanına gitti. Fakat Cüreyc onun yüzüne bile bakmadı. Cüreyc’in ibâdethânesinde yatıp kalkan bir çoban vardı. Kadın onunla ilişki kurarak çobandan hâmile kaldı. Çocuğunu dünyâya getirince, onun Cüreyc’den olduğunu ileri sürdü. Bunu duyan halk Cüreyc’in yanına gelerek onu alaşağı ettiler ve ibâdethânesini yıkarak kendisini dövmeye başladılar.
Cüreyc: ″Niçin böyle davranıyorsunuz?″ diye sorunca: ″Sen bu fâhişe ile zinâ etmişsin ve senin çocuğunu doğurmuş″ dediler. Cüreyc: ″Çocuk nerede?″ diye sordu. Çocuğu alıp ona getirdiler. Cüreyc: ″Yakamı bırakın da namaz kılayım″ dedi. Namazını kılıp bitirince çocuğun yanına geldi ve karnına dokundu: ″Söyle çocuk! Baban kim?″ diye sordu. Çocuk: ″Babam falan çobandır″ diye cevap verdi. Bunu gören halk Cüreyc’in ellerine kapanarak öpmeye ve ellerini onun vücuduna sürerek af dilemeye başladılar: ″Sana altın bir mâbet yapacağız″ dediler. Cüreyc: ″Hayır, eskiden olduğu gibi yine kerpiçten yapın″ dedi. Ona kerpiçten bir mâbed yaptılar.
Beşikte konuşan üçüncü şahsın mâcerası da şöyledir: Çocuğun biri annesini emerken cins bir ata binmiş ve iyi giyinmiş yakışıklı bir adam oradan geçti. Onu gören anne: ″Allah’ım! Benim oğlumu da böyle yap!″ diye duâ etti. Emmeyi bırakan çocuk o adama bakarak: ″Allah’ım! Beni onun gibi yapma!″ dedi ve yine emmeye koyuldu. Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu der ki:
- Çocuğun emmesini anlatırken, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şehâdet parmağını ağzına alıp emişi hâlâ gözümün önündedir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne şöyle devam etti:
Câriyenin birini: ″Zinâ ettin, hırsızlık yaptın″ diye döverek oradan geçirdiler. Câriye ise: ″Bana Allah’ım yeter, O ne güzel vekildir″ diyordu. Bunu gören anne: ″Allah’ım! Çocuğumu onun gibi yapma!″ diye duâ etti. Memeyi bırakan çocuk câriyeye baktı ve ″Allah’ım! Beni onun gibi yap!″ dedi. Bunun üzerine anne ile çocuğu konuşmaya başladılar. Anne: Yakışıklı bir adam geçti. Ben de, ″Allah’ım! Benim oğlumu da böyle yap!″ diye duâ ettim. Sen ise, ″Allah’ım! Beni onun gibi yapma!″ dedin. O câriyeyi zinâ ettin, hırsızlık yaptın diye döverek götürdüler. Ben: ″Allah’ım! Çocuğumu onun gibi yapma!″ diye duâ ettim. Sen ise, ″Allah’ım! Beni onun gibi yap!″ dedin. ″Niçin?″ diye sordu. Çocuk dedi ki: ″O adam zâlimin tekiydi. Onun için ben: ″Allah’ım! Beni onun gibi zorba yapma!″ diye duâ ettim. O câriye zinâ etmediği hâlde, zinâ ettin diye dövüyorlardı. Hırsızlık yapmadığı hâlde, hırsızlık yaptın diyorlardı. Bunun için de, ″Allah’ım! Beni onun gibi yap!″ diye duâ ettim.[2]
[1] Sahih-i Müslim, Adab 1 (9 Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19; Rudâni, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7080.
[2] Sahih-i Buhârî, Mezâlim 35; Sahih-i Müslim, Birr 2 (7 Riyâz’üs-Sâlihîn, Hadis No: 261. Mâcerası olan çocukla ilgili de bakınız: Sahih-i Müslim Zühd 17 (73 Riyâz’üs-Sâlihîn, Hadis No: 30.
﴿ ذٰلِكَ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَۚ قَوْلَ الْحَقِّ الَّذ۪ي ف۪يهِ يَمْتَرُونَ ﴿٣٤﴾ مَا كَانَ لِلّٰهِ اَنْ يَتَّخِذَ مِنْ وَلَدٍۙ سُبْحَانَهُۜ اِذَا قَضٰٓى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُۜ ﴿٣٥﴾وَاِنَّ اللّٰهَ رَبّ۪ي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُۜ هٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَق۪يمٌ ﴿٣٦﴾ ﴾
34-36. İşte (Yahudi ve Hristiyanların) hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu Îsâ ile ilgili doğru olan söz budur.* Çocuk edinmek Allah’a aslâ yakışmaz. O, bundan uzaktır. Bir şeyin olmasını istediği zaman, ona sâdece ″Ol″ der, o da hemen oluverir.* Îsâ, kavmine dedi ki: ″Şüphesiz benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz Allah’tır. O halde O’na ibâdet edin. İşte doğru yol budur.″
İzah: Müslümanlar, Meryem oğlu Îsâ Aleyhisselâm’ı Kur’ân’ın haber verdiği şekilde Allah’ın kulu ve Resûlü diye bilir ve tasdik ederler. Yahudiler ise Îsâ Aleyhisselâm’a, gösterdiği açık mûcizelere rağmen sihirbaz derler, onun Peygamberliğini inkâr ederler. Hristiyanlar da Îsâ Aleyhisselâm’ı ilahlaştırıp, hâşâ ″Îsâ Mesih, Allah’ın oğludur″[1] derler. Böylece Yahudi ve Hristiyanlar onun hakkında şüphe içindedirler.
Hz. Îsâ hakkında Sultân-ı Enbiyâ Efendimiz şöyle buyurmuştur:
مَنْ شَهِدَ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ وَأَنَّ عِيسَى عَبْدُ اللّٰهِ وَرَسُولُهُ وَكَلِمَتُهُ أَلْقَاهَا إِلَى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُ وَالْجَنَّةُ حَقٌّ وَالنَّارُ حَقٌّ أَدْخَلَهُ اللّٰهُ الْجَنَّةَ عَلَى مَا كَانَ مِنَ الْعَمَلِ (خ حم عن عبادة)
″Her kim Allah’tan başka ilah yoktur, yalnız Allah vardır. O’nun ortağı yoktur. Şüphesiz ki, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem de Allah’ın kulu ve O’nun Resûlüdür. Şüphesiz ki, Îsâ Aleyhisselâm da Allah’ın kulu ve O’nun Resûlüdür, Hz. Meryem’e bıraktığı kelimesi ve Allah tarafından bir ruhtur. Cennet haktır. Cehennem de haktır, diye diliyle ikrar ve kalbiyle tasdik ederse, Allah’u Teâlâ, o kimseyi Cennete koyar. O kul, hangi amelde olursa olsun.″[2]
[1] Bu hususta bakınız: Sûre-i Tevbe, Âyet 30.
[2] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 45; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21620.
﴿ فَاخْتَلَفَ الْاَحْزَابُ مِنْ بَيْنِهِمْۚ فَوَيْلٌ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ مَشْهَدِ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ ﴿٣٧﴾اَسْمِعْ بِهِمْ وَاَبْصِرْۙ يَوْمَ يَأْتُونَنَا لٰكِنِ الظَّالِمُونَ الْيَوْمَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٣٨﴾ ﴾
37-38. Îsâ hakkında birtakım fırkalara ayrılanlar, kendi aralarında ihtilafa düştüler. O dehşetli günü görecek kâfirlerin vay hâline!* Bize geldikleri gün, neler işitecekler ve neler göreceklerdir. Lâkin zâlimler bugün apaçık dalâlettedirler.
﴿ وَاَنْذِرْهُمْ يَوْمَ الْحَسْرَةِ اِذْ قُضِيَ الْاَمْرُۚ وَهُمْ ف۪ي غَفْلَةٍ وَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿٣٩﴾ اِنَّا نَحْنُ نَرِثُ الْاَرْضَ وَمَنْ عَلَيْهَا وَاِلَيْنَا يُرْجَعُونَ۟ ﴿٤٠﴾ ﴾
39-40. Ey Habîbim! Sen onları, pişmanlık günü ile uyar. O gün her şey bitmiş, iş işten geçmiş olacaktır. Onlar ise, gaflet içindedirler ve onlar îman etmezler.* Şüphesiz ki, yeryüzüne ve onun üzerinde bulunanlara Biz vâris olacağız Biz! (Bizden başka kimse kalmayacak). Ve Bize döndürüleceklerdir.
İzah: Âhiret günü kâfirler için, en büyük pişmanlık günüdür. Zîrâ o gün artık ölüm oradan kaldırılacak, kâfirler, lâyık oldukları azabın içinde ebedî olarak kalacaklardır. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يُؤْتَى بِالْمَوْتِ كَهَيْئَةِ كَبْشٍ أَمْلَحَ فَيُنَادِي مُنَادٍ يَا أَهْلَ الْجَنَّةِ فَيَشْرَئِبُّونَ وَيَنْظُرُونَ فَيَقُولُ هَلْ تَعْرِفُونَ هَذَا فَيَقُولُونَ نَعَمْ هَذَا الْمَوْتُ وَكُلُّهُمْ قَدْ رَآهُ ثُمَّ يُنَادِي يَا أَهْلَ النَّارِ فَيَشْرَئِبُّونَ وَيَنْظُرُونَ فَيَقُولُ هَلْ تَعْرِفُونَ هَذَا فَيَقُولُونَ نَعَمْ هَذَا الْمَوْتُ وَكُلُّهُمْ قَدْ رَآهُ فَيُذْبَحُ ثُمَّ يَقُولُ يَا أَهْلَ الْجَنَّةِ خُلُودٌ فَلَا مَوْتَ وَيَا أَهْلَ النَّارِ خُلُودٌ فَلَا مَوْتَ ثُمَّ قَرَأَ {وَأَنْذِرْهُمْ يَوْمَ الْحَسْرَةِ إِذْ قُضِيَ الْأَمْرُ وَهُمْ فِي غَفْلَةٍ} وَهَؤُلَاءِ فِي غَفْلَةٍ أَهْلُ الدُّنْيَا {وَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ} (خ م عن ابى سعيد الخدرى)
Mahşer günü, Cennet ehli Cennete ve Cehennem ehli de Cehenneme sevk olunduktan sonra ölüm, aklı karalı alaca bir koç sûretinde getirilir. Bir Münâdi: ″Ey Cennet ehli!″ diye çağırır. Cennetlikler hemen başlarını uzatıp bakarlar. Münâdi onlara: ″Siz bunu tanıyor musunuz?″ diye sorar. Onlar da: ″Evet, o ölümdür″ derler. Sonra Münâdi: ″Ey Cehennem ehli!″ diye yüksek sesle çağırır. Onlar da başlarını uzatıp bakarlar. Münâdi onlara: ″Siz bunu tanıyor musunuz?″ diye sorar. Onlar da: ″Evet, bu ölümdür″ derler. Bunun üzerine koç şeklinde olan ölüm boğazlanır. Sonra Münâdi: ″Ey Cennet ehli! Artık ebedîlik vardır, ölüm yoktur. Ey Cehennem ehli! Artık ebedîlik vardır, ölüm yoktur″ der. Bundan sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ey Habîbim! Sen onları, pişmanlık günü ile uyar. O gün her şey bitmiş, iş işten geçmiş olacaktır...″ diye devam eden Sûre-i Meryem, Âyet 39’u okudu ve sözüne devamla; işte bunlar, âhiret ahvâlinden gâfil olanlar; ehl-i dünyâdır″ buyurdu.[1]
[1] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1715; Sahih-i Müslim, Cennet 13 (40).
﴿ وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ اِبْرٰه۪يمَۜ اِنَّهُ كَانَ صِدّ۪يقًا نَبِيًّا ﴿٤١﴾ اِذْ قَالَ لِاَب۪يهِ يَٓا اَبَتِ لِمَ تَعْبُدُ مَا لَا يَسْمَعُ وَلَا يُبْصِرُ وَلَا يُغْن۪ي عَنْكَ شَيْـًٔا ﴿٤٢﴾ يَٓا اَبَتِ اِنّ۪ي قَدْ جَٓاءَن۪ي مِنَ الْعِلْمِ مَا لَمْ يَأْتِكَ فَاتَّبِعْن۪ٓي اَهْدِكَ صِرَاطًا سَوِيًّا ﴿٤٣﴾ يَٓا اَبَتِ لَا تَعْبُدِ الشَّيْطَانَۜ اِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلرَّحْمٰنِ عَصِيًّا ﴿٤٤﴾ يَٓا اَبَتِ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اَنْ يَمَسَّكَ عَذَابٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ فَتَكُونَ لِلشَّيْطَانِ وَلِيًّا ﴿٤٥﴾ ﴾
41-45. Ey Resûlüm! Kitapta (Kur’ân’da), İbrâhim’e dair anlattıklarımızı da zikret. Muhakkak o, sıddîk ve Nebî idi.* İbrâhim, babasına (Âzer’e) bir zaman şöyle demişti: ″Babacığım! İşitmeyen, görmeyen, sana hiç faydası olmayan şeylere niçin taparsın?* Babacığım! Ben senin bilmediğin şeyleri bilirim. Bana tâbi ol, sana doğru yolu göstereyim.* Babacığım! Şeytana tapma. Şeytan, Rahmân’a âsidir.* Babacığım! Doğrusu ben, korkarım ki, sana Rahmân’dan bir azap dokunur da şeytana (Cehennemde) arkadaş olursun.″
﴿ قَالَ اَرَاغِبٌ اَنْتَ عَنْ اٰلِهَت۪ي يَٓا اِبْرٰه۪يمُۚ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهِ۬ لَاَرْجُمَنَّكَ وَاهْجُرْن۪ي مَلِيًّا ﴿٤٦﴾ قَالَ سَلَامٌ عَلَيْكَۚ سَاَسْتَغْفِرُ لَكَ رَبّ۪يۜ اِنَّهُ كَانَ ب۪ي حَفِيًّا ﴿٤٧﴾ ﴾
46-47. Babası (Âzer): ″Ey İbrâhim! Sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Bundan vazgeçmezsen, yemin olsun ki seni taşlarım. Benden uzun zaman uzak ol″ dedi.* İbrâhim ona dedi ki: ″Sana selâm olsun! Senin için Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz O, bana çok lütufkârdır.″
İzah: Âzer, İbrâhim Aleyhisselâm’ı kendi dînine döndürebilmek için nasihatlerde bulunuyor ve hattâ dînine gelmediği takdirde taşlayarak öldüreceğini söylüyordu. İbrâhim Aleyhisselâm da Âzer’i, hak olan dîne dâvet ediyordu. Ve Allah’u Teâlâ’nın onu affetmesi için duâ edeceğini vaad etmişti. Bu husus Sûre-i Tevbe, Âyet 114’te: ″İbrâhim’in, babası (Âzer) için af dilemesi ise, ancak ona yapmış olduğu bir vaadden dolayı idi…″ diye açıkça geçmektedir.
﴿ وَاَعْتَزِلُكُمْ وَمَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَاَدْعُوا رَبّ۪يۘ عَسٰٓى اَلَّٓا اَكُونَ بِدُعَٓاءِ رَبّ۪ي شَقِيًّا ﴿٤٨﴾ فَلَمَّا اعْتَزَلَهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِۙ وَهَبْنَا لَهُٓ اِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَۜ وَكُلًّا جَعَلْنَا نَبِيًّا ﴿٤٩﴾ وَوَهَبْنَا لَهُمْ مِنْ رَحْمَتِنَا وَجَعَلْنَا لَهُمْ لِسَانَ صِدْقٍ عَلِيًّا۟ ﴿٥٠﴾ ﴾
48-50. ″Sizden ve sizin Allah’ı bırakıp ibâdet ettiğiniz şeylerden ayrılırım, Rabbime ibâdet ederim. Ümit ederim ki, Rabbime ibâdet etmekle mahrum olmam.″* İbrâhim, onlardan ve Allah’ı bırakıp taptıkları şeylerden ayrıldığı vakit, ona İshâk’ı ve Yâkub’u bağışladık ve her ikisini de Peygamber kıldık.* Her üçüne rahmetimizden ihsan ettik ve onları halkın övgü ve senâsına mazhar kıldık.
İzah: İbrâhim Aleyhisselâm’ın, İshâk Aleyhisselâm ve İshâk’ın oğlu Yâkub Aleyhisselâm ile müjdelendiğine dair geniş bilgi için Sûre-i Hûd, Âyet 69-73’e bakınız.
﴿ وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مُوسٰىۘ اِنَّهُ كَانَ مُخْلَصًا وَكَانَ رَسُولًا نَبِيًّا ﴿٥١﴾ وَنَادَيْنَاهُ مِنْ جَانِبِ الطُّورِ الْاَيْمَنِ وَقَرَّبْنَاهُ نَجِيًّا ﴿٥٢﴾ وَوَهَبْنَا لَهُ مِنْ رَحْمَتِنَٓا اَخَاهُ هٰرُونَ نَبِيًّا ﴿٥٣﴾ ﴾
51-53. Ey Resûlüm! Kitapta (Kur’ân’da), Mûsâ’ya dair anlattıklarımızı da zikret. O, ihlaslı bir kuldu, Resûl ve Nebî idi.* Ona Tûr’un sağ tarafından nidâ ettik ve onu münacaat eder bir halde yaklaştırdık.* Ve rahmetimizden kardeşi Hârun’u Nebî olarak ona ihsan ettik.
İzah: Allah’u Teâlâ, Hz. Mûsâ ile direk olarak değil, Tûr Dağı’nda bir ağacı vesîle ederek konuşmuştur.
Âyet-i Kerîme’de: ″Onu münacaat eder bir halde yaklaştırdık″ diye buyrulmaktadır. Yani, onu Allah ile konuşmaya ve ilâhî vahyi almaya müsâit bir vaziyette kıldık, demektir.
Bu sebeple Hz. Mûsâ’ya, ″Kelîmullah″ denilmiştir. Hz. Mûsâ, Peygamberliği boyunca Allah ile bin bir kelâm konuşmuştur.
Bu husus Sûre-i Kasas, Âyet 30’da da şöyle geçmektedir:
Mûsâ ateşe yaklaşınca, mübârek vâdinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle nidâ olundu: ″Yâ Mûsâ! Şüphesiz ki, âlemlerin Rabbi olan Allah Benim, Ben!″
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اتَّخَذَ اللّٰهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلًا وَمُوسَى نَجِيًّا وَاتَّخَذَنِي حَبِيبًا ثُمَّ قَالَ: وَعِزَّتِي وَجَلَالِي لَأُوثِرَنَّ حَبِيبِي عَلَى خَلِيلِي وَنَجِيِّي (هب عن ابى هربرة)
Allah’u Teâlâ İbrâhim’i Halîl (dost), Mûsâ’yı Kelîmullah ve beni de Habîb (sevgili) edindi ve sonra: ″İzzetim ve Celâlim’e yemin olsun ki sevgilimi, dostuma ve sırdaşıma elbette tercih ederim, üstün tutarım″ buyurdu.[1]
[1] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 1468; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 31893.
﴿ وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ اِسْمٰع۪يلَۘ اِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولًا نَبِيًّاۚ ﴿٥٤﴾ وَكَانَ يَأْمُرُ اَهْلَهُ بِالصَّلٰوةِ وَالزَّكٰوةِۖ وَكَانَ عِنْدَ رَبِّه۪ مَرْضِيًّا ﴿٥٥﴾ ﴾
54-55. Ey Resûlüm! Kitapta (Kur’ân’da), İsmâil’e dair anlattıklarımızı da zikret. O, vaadine sâdık bir kuldu, Resûl ve Nebî idi.* Ehline namaz ve zekâtı emrederdi. O, Rabbinin rızâsını kazanmış bir kuldu.
İzah: İsmâil Aleyhisselâm, Hz. İbrâhim’in eşi Hacer vâlidemizden olan oğludur. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in nesli de ona dayanır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
كُلُّ الْعَرَبِ مِنْ وَلَدِ إسْمَاعِيلَ (ابن سعد، عن علي بن رباح)
″Bütün Araplar İsmâil’in soyundandır.″[1]
İbn-i Sa’d, Utbe b. Beşîr’den bildirir: Muhammed b. Ali’ye: ″Arapçayı ilk olarak konuşan kişi kimdir? diye sorduğunda, ″Hz. İbrâhim’in oğlu Hz. İsmâil’dir ve ilk konuştuğunda henüz on üç yaşındaydı″ dedi. ″Daha önce insanlar hangi dili konuşuyordu?″ diye sorduğumda da, ″İbrânice konuşuyordu″ dedi.
[1] Celâleddin es-Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 10, s. 93; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32310.
﴿ وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ اِدْر۪يسَۘ اِنَّهُ كَانَ صِدّ۪يقًا نَبِيًّاۗ ﴿٥٦﴾ وَرَفَعْنَاهُ مَكَانًا عَلِيًّا ﴿٥٧﴾ ﴾
56-57. Ey Resûlüm! Kitapta (Kur’ân’da), İdris’e dair anlattıklarımızı da zikret. O, sıddîk ve Nebî idi.* Onu yüce bir mekâna yükselttik.
İzah: Şit Aleyhisselâm’dan sonra İdris Aleyhisselâm’a Peygamberlik ve otuz sayfadan oluşan suhuf verilmişti. Terzilik sanatını ve cihat için harp aletini o icat etmiştir. Kalemle yazanların ilki de odur.[1]
İdris Aleyhisselâm hakkında nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şu hâdise anlatılmıştır:
Azrâil Aleyhisselâm, Allah’ın emri ile İdris Aleyhisselâm ile arkadaş oldu. Azrâil Aleyhisselâm, insan sûretinde onu ziyaret etti. Üç gün sohbet ettiler, yemek zamanında ayrılırlardı. İdris Aleyhisselâm anladı ki insan değildir. Azrâil Aleyhisselâm olduğunu anlayınca, ″Yoksa ruhumu almak için bir emir mi aldın?″ diye sordu. O da: ″Şâyet öyle bir emir almış olsaydım, seni bu zamana kadar bekletmezdim″ dedi. Bunun üzerine İdris Aleyhisselâm: ″Senden bir isteğim vardır. Önce ruhumu al, ölüm acısını tadayım, sonra geri dirileyim″ dedi. Azrâil Aleyhisselâm, onun ricâsı ve Allah’ın emri ile ruhunu aldı. O, tekrar Allah’ın emri ile dirildi. Azrâil Aleyhisselâm: ″Bundan muradın neydi?″ diye sorunca, İdris Aleyhisselâm: ″Ölümün acısını bilip, ibâdeti daha çok edeyim, dedi.[2]
İdris Aleyhisselâm, yine Allah’a yalvardı. Beni semâvata ilet, Cenneti ve Cehennemi göreyim, dedi. Allah’u Teâlâ Cebrâil’e emretti. Her yeri gezdi, en son Cennete girdi. Cebrâil Aleyhisselâm: ″Cennetten çık″ deyince, İdris Aleyhisselâm, ″Çıkmam″ dedi. Cebrâil Aleyhisselâm: ″Niçin çıkmıyorsun?″ deyince de, İdris Aleyhisselâm:″Ben öldüm ve geri dirildim. Allah’ın vaadi var, ölüp Cennete giren geri çıkmaz, ebedî kalır. Ben burada ebedî kalırım″ dedi. Bunun üzerine Cebrâil Aleyhisselâm: ″Ne emir buyurursun Yâ Rabbi!″ diye sordu. Allah’u Teâlâ da: ″Vaadim haktır. Bırak onu Cennette kalsın ve Cennete girecek olan kişilerin elbiselerini (hulle) diksin″ buyurdu.[3] Şimdi oradadır ve Cennet ehline elbise diker. Yunus Emre Hazretleri bir kasidesinde onun hakkında şöyle buyurmaktadır:
Kimler yiyip kimler içer, Melekler hem rahmet saçar,
İdris Nebî hulle biçer, Subhânallâh deyu deyu.
Allah’u Teâlâ’nın hikmetiyle ölmeyerek hayatta olup çok uzun yıllar yaşayan kişiler vardır. Bunlardan bilinenler şunlardır: Îsâ Aleyhisselâm, ölmemiştir, semâda ikinci kat göktedir, kıyâmete yakın bir zamanda yeryüzüne inerek Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmeti olacaktır. İdris Aleyhisselâm da Cennette yaşamaktadır. Hz. İlyas da hâlen hayatta olup yaşamaktadır. Ashâb-ı Kehf de dünyâda hâlâ hayatta, uyku hâlinde olup yaşamaktadır. Hızır Aleyhisselâm da hâlen hayatta olup yaşamaktadır. İşte bunlar Allah’u Teâlâ’nın hikmetlerindendir. Bunlar da nihâyetinde kıyâmetten önce mutlaka öleceklerdir. Bu gibi hâdiseler akla ve mantığa sığmaz, ancak îmana sığar.
[1] Râmûz’ul-Ehâdis, s. 159/3.
[2] İmam Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 10, s. 96-98.
[3] Meâric’ün-Nübüvve, Altıparmak (Peygamberler Tarihi), c. 1, 1. Rükün, s. 51-52.
﴿ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ مِنْ ذُرِّيَّةِ اٰدَمَ وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍۘ وَمِنْ ذُرِّيَّةِ اِبْرٰه۪يمَ وَ اِسْرَٓا ئ۪لَ وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَاۜ اِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُ الرَّحْمٰنِ خَرُّوا سُجَّدًا وَبُكِيًّا (سَجْدَه) ﴿٥٨﴾ ﴾
58. İşte bunlar, Âdem’in zürriyetinden ve Nûh ile beraber gemiye bindirdiklerimizin, İbrâhim ve İsrâil’in (Yâkub’un) zürriyetinden olup Allah’u Teâlâ’nın kendilerine nîmetler verdiği Peygamberlerdendir. Hidâyete erdirdiğimiz ve (Peygamberlik için) seçtiğimiz kimselerdendir. Bunlara Rahmân’ın âyetleri okunduğu vakit, ağlayarak secdeye kapanırlardı. (Secde âyetidir)
İzah: Âdem Aleyhisselâm’ın zürriyetinden gelen Peygamberler içerisinde İdris Aleyhisselâm, nesil olarak bu sayılan Peygamberlerden Âdem Aleyhisselâm’a daha yakın olanı idi. İbrâhim Aleyhisselâm da, Nûh Aleyhisselâm’ın gemisine binen zâtlardan birinin zürriyetindendir. İsmâil, İshâk ve Yâkub Aleyhimüsselâm da, İbrâhim Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir. Musâ, Hârun, Zekeriyya, Yahyâ ve Îsâ Aleyhimüsselâm da, İsrâil’in yani Yâkub Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir.
﴿ فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ اَضَاعُوا الصَّلٰوةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّاۙ ﴿٥٩﴾ اِلَّا مَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَاُو۬لٰٓئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ شَيْـًٔاۙ ﴿٦٠﴾ جَنَّاتِ عَدْنٍۨ الَّت۪ي وَعَدَ الرَّحْمٰنُ عِبَادَهُ بِالْغَيْبِۜ اِنَّهُ كَانَ وَعْدُهُ مَأْتِيًّا ﴿٦١﴾ لَا يَسْمَعُونَ ف۪يهَا لَغْوًا اِلَّا سَلَامًاۜ وَلَهُمْ رِزْقُهُمْ ف۪يهَا بُكْرَةً وَعَشِيًّا ﴿٦٢﴾ تِلْكَ الْجَنَّةُ الَّت۪ي نُورِثُ مِنْ عِبَادِنَا مَنْ كَانَ تَقِيًّا ﴿٦٣﴾ ﴾
59-63. Sonra onların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı terk ettiler ve şehvetlerine tâbi oldular. Onlar, Gayya’ya (Cehennemde bir kuyuya) atılacaklardır.* Ancak tevbe edip îman eden ve sâlih amelde bulunanlar, işte bunlar Cennete girecekler ve hiçbir haksızlığa uğratılmayacaklardır.* Rahmân’ın, kullarına gıyâben vaadettiği Adn Cennetlerine gireceklerdir. Şüphesiz O’nun vaadi yerine gelir.* Onlar, orada boş bir söz işitmezler, ancak ″Selâm″ sözünü işitirler. Onlar için orada sabah akşam güzel rızıklar vardır.* Kullarımızdan, takvâ sahibi olanlara vereceğimiz Cennet işte budur.
İzah: Önceki ümmetlerde namazı terk edip şehvetlerine tâbi olanlar gibi Peygamber Efendimizin ümmetinden de bâzı kimselerin namazı bırakarak şehvetlerine tâbi olacağına dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يَكُون خَلْف بَعْد سِتِّينَ سَنَة أَضَاعُوا الصَّلَاة وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَات فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا ثُمَّ يَكُون خَلْف يَقْرَءُونَ الْقُرْآن لَا يَعْدُو تَرَاقِيهمْ وَيَقْرَأ الْقُرْآن ثَلَاثَة مُؤْمِن وَمُنَافِق وَفَاجِر وَقَالَ بَشِير قُلْت لِلْوَلِيدِ مَا هَؤُلَاءِ الثَّلَاثَة؟ قَالَ وَالْمُنَافِق كَافِر بِهِ وَالْفَاجِر يَأْكُل بِهِ الْمُؤْمِن مُؤْمِن بِهِ (ك عن ابى سعيد)
″Altmış sene sonra öyle bir nesil gelecek ki, onlar namazı bırakıp şehvetlerine uyacaklar ve bu azgınlıklarının cezâsını görecekler. Sonra öyle bir nesil gelecek ki onlar Kur’ân’ı okuyacaklar, fakat Kur’ân gırtlaklarından aşağıya geçmeyecek. Kur’ân’ı üç sınıf kişi okuyacak: Bunlar: ″Mü’min, münâfık ve fâcir.″ Beşîr Radiyallâhu anhu der ki: Râvi Velid b. Kays’a: ″Bu üç grup kimlerdir?″ diye sordum da, şöyle dedi: ″Münâfık onu (aslında kalben) inkâr edendir. Fâcir, onu geçim aracı edinendir. Mü’min ise, ona inanandır.″[1]
Bu Hadis-i Şerif’te geçen altmışıncı sene, tam olarak Yezid’in hükümdar olduğu senedir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
تَعَوَّذُوا بِاللّٰهِ مِنْ رَأْسِ السِّتِّينَ وَمَنْ إِمَارَةِ الصِّبْيَانِ وَقَالَ لَا تَذْهَبُ الدُّنْيَا حَتَّى تَصِيرَ لِلُكَعِ ابْنِ لُكَعٍ (حم عن أبي هريرة)
″Altmışıncı senenin başından ve çocukların yönetiminden Allah’a sığının ve bilin ki dünyâ (yönetimde) soysuz oğlu soysuzların eline düşmedikçe işler bozulmaz.″[2]
İşte Peygamberimizin ümmetinde, namazı terk ederek şehvetlerine tâbi olan ilk zümre, bu Hadis-i Şerif’lerde de geçtiği üzere hicri 60. yılda iktidara gelen Yezid’le başlayan Emevilerdir. Buradan anlaşıldığı üzere Sahâbîlerden sonra ilk olarak bu kötü fiil, bunlarla başlamıştır. Emevilerin, lânetlendiğine dair Sûre-i İsrâ, Âyet 60 ve izahına bakınız.
Yine şehvetlerine tâbi olanlar ve namazı terk edenler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
سَيَهْلِكُ مِنْ أُمَّتِى نَفَرٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ وَاللِّبَنِ قِيلَ وَمَا أَهْلُ الْكِتَابِ؟ قَالَ: قَوْمٌ يَتَعَلَّمُونَ كِتَابَ اللّٰهِ يُجَادِلُونَ بِهِ الَّذِينَ آمَنُوا قِيلَ وَمَا أَهْلُ اللِّبَنِ قَالَ: قَوْمٌ يَتَّبِعُونَ الشَّهَوَاتِ وَيَضَعُونَ الصَّلَوَاتِ (طب هب ك عن عقبة)
″Ümmetimden şu iki çeşit kimseler helâk olur. Biri kitap ehlidir. Biri de lüben ehlidir.″ Dediler ki: ″Yâ Resûlullah! Kitap ehli kimdir?″ Buyurdu ki: ″Allah’ın kitabını okuyan ve onunla da Mü’minler ile münâkaşa eden bir topluluktur. Dediler ki: ″Yâ Resûlullah! Lüben ehli kimdir?″ Buyurdu ki: ″Şehvetlerine tâbi olan ve namazı terk eden bir topluluktur.″[3]
Yine Âyet-i Kerîme’de geçen ″Gayya″ hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَوْ أَنَّ صَخْرَةً وَزَنَتْ عَشْرَ خَلِفَاتٍ، قُذِفَ بِهَا مِنْ شَفِيرِ جَهَنَّمَ مَا بَلَغَتْ قَعْرَهَا سَبْعِينَ خَرِيفًا حَتَّى يَنْتَهِيَ إِلَى غَيٍّ وَأَثَامٍ قِيلَ وَمَا غَيٌّ وَأَثَامٌ؟ قَالَ بِئْرَانِ فِي أَسْفَلِ جَهَنَّمَ يَسِيلُ مِنْهُمْا صَدِيدُ أَهْلِ النَّارِ وَهُمْا اللَّذَانِ ذَكَرَهُمَا اللّٰهُ فِي كِتَابِهِ أَضَاعُوا الصَّلَاةَ، وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ يَلْقَ أَثَامًا(طب عن ابو امامة الباهلى)
Şâyet on ukiyye[4] ağırlığında bir kaya Cehennemin kenarından atılmış olsaydı, yetmiş yılda dibine ulaşmaz, nihâyet Gayya’ya ve Esâme’ye ulaşır. ″Gayya ve Esâme nedir?″ denilince, buyurdu ki: ″Cehennemin en altında iki kuyudur. Orada Cehennem ehlinin kan ve irinleri akar. Allah’ın kitabında: ″Sonra onların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı terk ettiler ve şehvetlerine tâbi oldular. Onlar, Gayya’ya (Cehennemde bir kuyuya) atılacaklardır″[5] âyeti ile ″… Bu nehyedilenleri kim yaparsa, Esâme’de (Cehennemde bir kuyuda) cezâsını çeker″[6] diye geçen iki cezâlandırılma yeri bunlardır.[7]
Yine Sûre-i Meryem, Âyet 62’de, Cennetlik olanlar hakkında: ″Onlar için orada sabah akşam güzel rızıklar vardır″ diye buyrulmaktadır. Bu âyetten yola çıkarak, ″Cennette gece var mı?″ diye soran bir adama, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَيْسَ هُنَاكَ لَيْلٌ إِنَّمَا هُوَ ضَوْءٌ وَنُورٌ يَرِدُ الْغُدُوُّ عَلَى الرَّوَاحِ وَالرَّوَاحُ عَلَى الْغُدُوِّ تَأْتِيهِمْ طُرَفُ الْهَدَايَا مِنَ اللَّهِ لِمَوَاقِيتِ الصَّلَاةِ الَّتِي كَانُوا يُصَلُّونَهَا فِي الدُّنْيَا وَتُسَلِّمُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ (الترمذي الحكيم في نوادر الأصول عن الحسن وأبي قلابة)
″Cennette gece yoktur; nûr vardır, aydınlık vardır. Âyette geçen rızıkların geliş vakitleri de dünyâda iken kıldıkları namaz vakitleridir. Melekler onların yanına selâmla girerler.″[8]
[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 8792.
[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 7970, 8343; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 30854; Nebhânî, Huccetullâhi Alel Âlemin fî Mucizât-ı Seyyide’l-Murselîn, c. 2, s. 813.
[3] Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir, Hadis No: 14234; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3374.
[4] Bir ağırlık ölçüsü olup yerlere ve muhitlere göre değişir. Bir ukiyye, Şer’an kırk dirhem olarak kabul edilmiştir. Bir dirhem de 3,25 gr’dır.bu ölçüye göre on ukiyye de, 1.300 gr yapmaktadır.
[5] Sûre-i Meryem, Âyet 59.
[6] Sûre-i Furkân, Âyet 68.
[7] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 7633.
[8] Gunyet’üt-Tâlibîn, c. 1, s. 229.
﴿ وَمَا نَتَنَزَّلُ اِلَّا بِاَمْرِ رَبِّكَۚ لَهُ مَا بَيْنَ اَيْد۪ينَا وَمَا خَلْفَنَا وَمَا بَيْنَ ذٰلِكَۚ وَمَا كَانَ رَبُّكَ نَسِيًّاۚ ﴿٦٤﴾ ﴾
64. (Cebrâil, Resûlü Ekrem’e hitâben dedi ki:) ″Biz ancak Rabbinin emriyle geliriz. Önümüzdeki, arkamızdaki ve bunların arasındaki şeylerin hepsi O’nundur. Senin Rabbin, aslâ unutkan değildir.″
İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebini şöyle beyan etmiştir:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لِجِبْرِيلَ مَا يَمْنَعُكَ أَنْ تَزُورَنَا أَكْثَرَ مِمَّا تَزُورُنَا فَنَزَلَتْ {وَمَا نَتَنَزَّلُ إِلَّا بِأَمْرِ رَبِّكَ لَهُ مَا بَيْنَ أَيْدِينَا وَمَا خَلْفَنَا} (خ ت عن ابن عباس)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Cebrâil’e: ″Senin, bizi daha fazla ziyaret etmene mâni olan nedir?″ dedi. İşte bunun üzerine: ″Biz ancak Rabbinin emriyle geliriz…″ diye devam eden Sûre-i Meryem, Âyet 64 nâzil oldu.[1]
Âyet-i Kerîme’de geçen ″Senin Rabbin, aslâ unutkan değildir″ ifadesi de, Ey Nebiyyi Zîşân! Senin Rabbin, şüphesiz seni de unutmuş değildir. Dilediğin vahyin hemen gelmemiş olması, mutlaka bir hikmet ve fayda gereğidir. Artık vahyin gecikmiş olmasından dolayı üzülme, demektir.
[1] Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Halk 6; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7081.
﴿ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا فَاعْبُدْهُ وَاصْطَبِرْ لِعِبَادَتِه۪ۜ هَلْ تَعْلَمُ لَهُ سَمِيًّا۟ ﴿٦٥﴾ ﴾
65. O, göklerin, yerin ve her ikisinin arasındakilerin Rabbidir. O halde O’na ibâdet et. O’na ibâdetinde sabır ve sebat göster. O’nun benzeri bir ilah bilir misin?
İzah: Bu âyette geçen ″O’nun benzeri bir ilah bilir misin?″ ifadesi genel anlamda, Allah’ın zâtının benzerinin olmadığı anlamındadır.
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ da, ″O’nun benzeri bir ilah bilir misin?″ diye geçen bu ifadeyi izah ederken şöyle buyurmuştur:
لَمْ يُسَمَّ أَحَدٌ الرَّحْمَنَ غَيْرُهُ (ك عن ابن عباس)
″Allah’tan başka hiçbir kimse, Rahmân ismiyle isimlendirilmez.″[1]
Allah’u Teâlâ’nın; Allah, Rahmân ve Rabb gibi isimleri zâti olan isimlerindendir. İnsana, isim olarak konulamaz. Bu isimleri insanlara koyan ve o isimle çağıran kimse kâfir olur. Fakat Allah’u Teâlâ’nın sıfatı olan isimleri, insanlara isim olarak konulabilir. Aziz, Cebbâr, Reşid gibi isimler bunlardandır. Bunlar, Allah’u Teâlâ’nın sıfatı olan isimlerindendir. Bunların, isim olarak konulmasında bir sakınca yoktur.
[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3377.
﴿ وَيَقُولُ الْاِنْسَانُ ءَاِذَا مَا مِتُّ لَسَوْفَ اُخْرَجُ حَيًّا ﴿٦٦﴾ اَوَلَا يَذْكُرُ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ قَبْلُ وَلَمْ يَكُ شَيْـًٔا ﴿٦٧﴾ ﴾
66-67. İnsan: ″Ben öldükten sonra, kabirden diri olarak çıkarılır mıyım?″ der.* İnsan, evvelce hiçbir şey değilken, kendini yarattığımızı düşünmez mi?
İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak şu Hadis-i Kudsî nakledilmiştir:
قَالَ اللّٰهُ كَذَّبَنِي ابْنُ آدَمَ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ ذَلِكَ وَشَتَمَنِي وَلَمْ يَكُنْ لَهُ ذَلِكَ فَأَمَّا تَكْذِيبُهُ إِيَّايَ فَقَوْلُهُ لَنْ يُعِيدَنِي كَمَا بَدَأَنِي وَلَيْسَ أَوَّلُ الْخَلْقِ بِأَهْوَنَ عَلَيَّ مِنْ إِعَادَتِهِ وَأَمَّا شَتْمُهُ إِيَّايَ فَقَوْلُهُ اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا وَأَنَا الْأَحَدُ الصَّمَدُ لَمْ أَلِدْ وَلَمْ أُولَدْ وَلَمْ يَكُنْ لِي كُفْئًا أَحَدٌ (خ ن عن ابى هريرة)
Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Âdemoğlu Beni yalanladı. Beni yalanlamaması gerekirdi. Âdemoğlu Bana hakaret etti. Halbuki Bana hakaret etmemesi gerekirdi. Beni yalanlaması, ″İlk olarak yarattığı gibi tekrar iade etmeyecektir″ sözüdür. Bana hakareti ise, ″Allah, çocuk edindi″ demesidir. Halbuki Ben tekim, Samed’im (hiçbir şeye muhtaç değilim, her şey Bana muhtaçtır), doğurmadım ve doğmadım ve hiç kimse Bana denk değildir.″[1]
[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i İhlâs 1; Sünen-i Nesâî, Cenâiz 117.
﴿ فَوَرَبِّكَ لَنَحْشُرَنَّهُمْ وَالشَّيَاط۪ينَ ثُمَّ لَنُحْضِرَنَّهُمْ حَوْلَ جَهَنَّمَ جِثِيًّاۚ ﴿٦٨﴾ ثُمَّ لَنَنْزِعَنَّ مِنْ كُلِّ ش۪يعَةٍ اَيُّهُمْ اَشَدُّ عَلَى الرَّحْمٰنِ عِتِيًّاۚ ﴿٦٩﴾ ثُمَّ لَنَحْنُ اَعْلَمُ بِالَّذ۪ينَ هُمْ اَوْلٰى بِهَا صِلِيًّا ﴿٧٠﴾ ﴾
68-70. Ey Resûlüm! Rabbine yemin olsun ki, elbette Biz onları şeytanlarla beraber mahşerde toplayacağız. Sonra onları dizleri üzerine çökmüş oldukları halde Cehennemin etrafına dizeceğiz.* Sonra her fırkadan Rahmân’a en âsi olanları ayıracağız (Cehenneme atacağız).* Sonra, kimlerin Cehenneme girmeye daha lâyık olduğunu, elbette Biz çok iyi biliriz.
﴿ وَاِنْ مِنْكُمْ اِلَّا وَارِدُهَاۚ كَانَ عَلٰى رَبِّكَ حَتْمًا مَقْضِيًّاۚ ﴿٧١﴾ ثُمَّ نُنَجِّي الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا وَنَذَرُ الظَّالِم۪ينَ ف۪يهَا جِثِيًّا ﴿٧٢﴾ ﴾
71-72. Sizden hiçbir kimse yoktur ki, Cehenneme varmasın. Bu, Rabbinin, yerine getireceği kesin bir hükümdür.* Sonra, Allah’tan korkanları kurtarırız. Zâlimleri de orada dizüstü çökmüş oldukları halde bırakırız.
İzah: Bu âyetler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
لَا يَدْخُلُ النَّارَ إِنْ شَاءَ اللّٰهُ مِنْ أَصْحَابِ الشَّجَرَةِ أَحَدٌ الَّذِينَ بَايَعُوا تَحْتَهَا قَالَتْ بَلَى يَا رَسُولَ اللّٰهِ فَانْتَهَرَهَا فَقَالَتْ حَفْصَةُ {وَإِنْ مِنْكُمْ إِلَّا وَارِدُهَا} فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَدْ قَالَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ {ثُمَّ نُنَجِّي الَّذِينَ اتَّقَوْا وَنَذَرُ الظَّالِمِينَ فِيهَا جِثِيًّا} (م عن ام مبشر)
″İnşâallah, Hudeybiye’de ağacın altında biat edenlerden hiç kimse Cehenneme girmeyecektir.″ Hz. Hafsa: ″Yâ Resûlallah! Bilakis girecek″ deyince, Peygamberimiz onu bundan menetti. Bunun üzerine Hz. Hafsa dedi ki: Allah’u Teâlâ, ″Sizden hiçbir kimse yoktur ki, Cehenneme varmasın. Bu, Rabbinin, yerine getireceği kesin bir hükümdür″[1] buyurmadı mı? Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Sonra, Allah’tan korkanları kurtarırız. Zâlimleri de orada dizüstü çökmüş oldukları halde bırakırız″[2] buyruğu var ya! buyurdu.[3]
Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere, ″Herkesin Cehenneme varmasından″ maksat, mahşerde toplanan Mü’min, kâfir herkesin, mahşer yerine getirilen Cehennemi ve onun dehşetini görmesidir. Mahşer halkını Allah’u Teâlâ toplu olarak Cehennemin önüne getirir. Böylece Mü’min, kâfir herkes o Cehennemin dehşetini görür.
Allah’u Teâlâ Mü’minleri Cehennemden kurtarmak için rahmetinden Cehennem üzerine bir sırat köprüsü kurar. Âyet-i Kerîme’de:
″Sonra, Allah’tan korkanları kurtarırız. Zâlimleri de orada dizüstü çökmüş oldukları halde bırakırız″ diye geçtiği üzere Mü’minler sırat köprüsünden geçerek Cennete girerken, kâfirler ve münâfıklar ise, sırat köprüsünün yanına geldiklerinde orada diz üstü çöküp kalırlar.
Allah’u Teâlâ Sûre-i Enbiyâ, Âyet 101’de de:
″Şüphesiz ki, kendileri için katımızdan güzel bir mükâfat hazırlanmış olanlar ise, Cehennemden uzaktırlar″ buyurarak, Mü’minlerin Cehenneme girmeyeceğini açık bir şekilde beyan etmiştir.
Sırat köprüsü hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
…ثُمَّ يُضْرَبُ الْجِسْرُ عَلَى جَهَنَّمَ وَتَحِلُّ الشَّفَاعَةُ وَيَقُولُونَ اللّٰهُمَّ سَلِّمْ سَلِّمْ قِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَمَا الْجِسْرُ قَالَ دَحْضٌ مَزِلَّةٌ فِيهِ خَطَاطِيفُ وَكَلَالِيبُ وَحَسَكٌ تَكُونُ بِنَجْدٍ فِيهَا شُوَيْكَةٌ يُقَالُ لَهَا السَّعْدَانُ فَيَمُرُّ الْمُؤْمِنُونَ كَطَرْفِ الْعَيْنِ وَكَالْبَرْقِ وَكَالرِّيحِ وَكَالطَّيْرِ وَكَأَجَاوِيدِ الْخَيْلِ وَالرِّكَابِ فَنَاجٍ مُسَلَّمٌ وَمَخْدُوشٌ مُرْسَلٌ وَمَكْدُوسٌ فِي نَارِ جَهَنَّمَ ... (م عن ابى سعيد الخدرى)
″… Sonra Cehennem üzerine köprü kurulur. Şefaat etme zamanı gelir. İnsanlar: ″Ey Allah’ım! Esenlik ver, esenlik ver″ derler. ″Yâ Resûlallah! Köprü nedir?″ diye sorulunca, buyurdu ki: ″Pek kaygan bir yerdir. Orada çengeller, kancalar ve dikenler vardır. Bu dikenler, Necid bölgesinde biten Sa’dan dikenleri gibidir. Mü’minler, amellerine göre sırat köprüsünün üzerinden göz açıp kapayıncaya kadar veya şimşek gibi yahut rüzgâr gibi veya kuş gibi yahut rahvan at ve develer gibi geçecekler. Bâzıları sağ salim kurtulacak, bâzıları çiviler yırtmış olarak kurtulacaklar, bâzıları ise yaralı olarak Cehenneme itileceklerdir…″[4]
Sırat köprüsündeki olacak şefaat hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اِذَا اجْتَمَعَ الْعَالِمُ وَالْعَابِدُ عَلَى الصِّرَاطِ قِيلَ لِلْعَابِدِ: اُدْخُلِ الْجَنَّةَ وَتَنَعَّمْ بِعِبَادَتِكَ وَقِيلَ لِلْعَالِمِ قِفْ هَهُنَا فَاشْفَعْ لِمَنْ أَحْبَبْتَ فَاِنَّكَ لَا تَشْفَعُ لِاَحَدٍ اِلَّا شُفِّعْتَ فَقَامَ مَقَامَ الْانْبِيَاءِ. (أبو الشيخ و الديلمى عن ابن عباس)
Âlim ve âbidler sırat köprüsüne geldikleri zaman âbid olana: ″Haydi, yaptığın ibâdetlerin karşılığı olarak Cennete gir ve nîmetleriyle nîmetlen″ denilir. Âlim olana de denilir ki: ″Sen burada dur, sevdiğin kimselere şefaat et (onlar senden dünyâ da iken şefaat umarlardı). Çünkü senin şefaatin büyüktür. Kime şefaat edersen şefaatin kabul edilecek.″ Ve bu şekilde âlimler, Peygamber makâmında olacaklardır.[5]
Günahları sebebiyle Cehenneme düşmüş olan bâzı Müslümanların şefaat ile ateşten kurtulacaklarına dair de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَمَّا أَهْلُ النَّارِ الَّذِينَ هُمْ أَهْلُهَا فَإِنَّهُمْ لَا يَمُوتُونَ فِيهَا وَلَا يَحْيَوْنَ وَلَكِنْ نَاسٌ أَصَابَتْهُمْ النَّارُ بِذُنُوبِهِمْ أَوْ قَالَ بِخَطَايَاهُمْ فَأَمَاتَهُمْ إِمَاتَةً حَتَّى إِذَا كَانُوا فَحْمًا أُذِنَ بِالشَّفَاعَةِ فَجِيءَ بِهِمْ ضَبَائِرَ ضَبَائِرَ فَبُثُّوا عَلَى أَنْهَارِ الْجَنَّةِ ثُمَّ قِيلَ يَا أَهْلَ الْجَنَّةِ أَفِيضُوا عَلَيْهِمْ فَيَنْبُتُونَ نَبَاتَ الْحِبَّةِ تَكُونُ فِي حَمِيلِ. (م حم عن ابى سعيد)
Cehennem ehli olanlar, orada ne öldürülür, ne de diriltilir. Fakat işledikleri birtakım günahlardan dolayı Cehennem ateşi isâbet etmiş birtakım Müslümanlar vardır. İşte bir müddet azaptan sonra öldürülenler onlardır.[6] Onlar kömür hâline geldiklerinde kendilerine şefaat olunma izni çıkar. Onlar, bölük bölük getirilip Cennetin ırmaklarına dağıtılacaklardır. Sonra Cennetliklere: ″Ey Cennet ahâlisi! Bunlara bol su, Cennet sularından dökün″ denilecek. Sonra onlar, sel yatağında biten dereotları gibi yeniden biteceklerdir. Bunun üzerine oradaki topluluktan biri: ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, muhakkak çölde bulunmuş gibidir″[7] dedi.[8]
[1] Sûre-i Meryem, Âyet 71.
[2] Sûre-i Meryem, Âyet 72.
[3] Sahih-i Müslim, Fedâil’üs-Sahâbe 37 (163 Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 33; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7082.
[4] Sahih-i Müslim, Îman 81 (302).
[5] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 24/12.
[6] Müslümanların Cehennemde ölme olayı Allah’u Teâlâ’nın kâfirlere karşı Müslümanlara verdiği bir ayrıcalıktır. Belli bir azaptan sonra, onlara azâbı hissettirmemek içindir.
[7] Bu ifade, çölde susuz kalmış ve ölmek üzere olan birinin, suyu bulunca hayatının kurtulduğu gibi, Cehenneme düşen günahkar bir Müslüman da, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şefaatiyle oradan kurtulup Cennete girdirildiği için, Peygamberimiz de çölde bulunmuş su gibidir, demektir.
[8] Sahih-i Müslim, Îman 82 (306 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10655.
﴿ وَاِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُٓواۙ اَيُّ الْفَر۪يقَيْنِ خَيْرٌ مَقَامًا وَاَحْسَنُ نَدِيًّا ﴿٧٣﴾ وَكَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنْ قَرْنٍ هُمْ اَحْسَنُ اَثَاثًا وَرِءْيًا ﴿٧٤﴾ ﴾
73-74. Âyetlerimiz kendilerine açık olarak okunduğu vakit, âciz kalan o kâfirler, Mü’minlere hitâben: ″Hangimizin makâmı hayırlı ve meclisi daha güzeldir?″ dediler.* Halbuki Biz, onlardan önce nice nesilleri helak ettik ki, onlar servet ve gösteriş yönünden daha iyiydiler.
﴿ قُلْ مَنْ كَانَ فِي الضَّلَالَةِ فَلْيَمْدُدْ لَهُ الرَّحْمٰنُ مَدًّاۚ حَتّٰٓى اِذَا رَاَوْا مَا يُوعَدُونَ اِمَّا الْعَذَابَ وَاِمَّا السَّاعَةَۜ فَسَيَعْلَمُونَ مَنْ هُوَ شَرٌّ مَكَانًا وَاَضْعَفُ جُنْدًا ﴿٧٥﴾ ﴾
75. Ey Resûlüm! De ki: ″Her kim dalâlet içinde ise onun için Rahmân istediği kadar süre versin! Nihâyet vaad olundukları azâbı yahut kıyâmeti gördüklerinde, kimin mekânı daha kötüymüş, kimin taraftarları daha zayıfmış bileceklerdir.″
﴿ وَيَز۪يدُ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اهْتَدَوْا هُدًىۜ وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِنْدَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ مَرَدًّا ﴿٧٦﴾ ﴾
76. Allah’u Teâlâ, doğru yolda olanların hidâyetini daha da artırır. Bâki olan sâlih ameller, Rabbinin katında sevap bakımından da hayırlıdır, âkıbet itibariyle de hayırlıdır.
İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, sâlih olan amellerin bâki ve kalıcı olacağını beyan etmektedir. Sâlih olmayan ameller ise, Allah’ın rızâsının dışında olan amellerdir. Bunlar da kullara gösteriş ve menfaat için
yapılan amellerdir. Nitekim münâfıklar da namaz kılmak ve oruç tutmak gibi amelleri yapmaktadırlar. Allah’u Teâlâ, insanların niyetini bildiği için, yapılan amelleri kulların niyetine göre değerlendirir. Bir Mü’min; namaz kılar, sevap kazanır, Allah’ın rızâsını kazanır. Bir münâfık da gösteriş için namaz kılar, sevap değil günah işlemiş olur, Allah’ın gazabını kazanır. Bakıldığı zaman her iki insanda aynı safta namaz kılmakta ve orucu aynı şekilde tutmaktadır. İnsanlar her ikisine de baktığı zaman, yaptıkları ibâdette hiçbir farklılığın olmadığını görürler. Fakat Allah’u Teâlâ kulların niyetini çok iyi bilir ve ona göre karşılığını verir.
Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّةِ وَإِنَّمَا لِامْرِئٍ مَا نَوَى (خ م عن عمر بن الخطاب)
″Şüphesiz ki, bütün ameller niyete göredir. Herkes yaptığı amelin karşılığını niyetine göre alır.″[1]
إِنَّ اللّٰهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى أَجْسَادِكُمْ وَلَا إِلَى صُوَرِكُمْ وَاَعْمَالِكُمْ وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ (خ م عن ابو هريرة)
″Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, sizin cesetlerinize, sûretlerinize ve amellerinize bakmaz. Lâkin kalplerinize bakar.″[2]
[1] Sahih-i Buhârî, Îman 41, Nikah 5; Sahih-i Müslim, İmâre 45 (155 Sünen-i Ebû Dâvud, Talak 11; Tirmizî, Fedâil’ül–Cihat 16.
[2] Sahih-i Buhârî, Edeb 63, Nikah 45; Sahih-i Müslim, Birr 10 (33 Riyâz’üs-Sâlihîn, Hadis No: 1601.
﴿ اَفَرَاَيْتَ الَّذ۪ي كَفَرَ بِاٰيَاتِنَا وَقَالَ لَاُ۫وتَيَنَّ مَالًا وَوَلَدًاۜ ﴿٧٧﴾ اَطَّلَعَ الْغَيْبَ اَمِ اتَّخَذَ عِنْدَ الرَّحْمٰنِ عَهْدًاۙ ﴿٧٨﴾ كَلَّاۜ سَنَكْتُبُ مَا يَقُولُ وَنَمُدُّ لَهُ مِنَ الْعَذَابِ مَدًّاۙ ﴿٧٩﴾ وَنَرِثُهُ مَا يَقُولُ وَيَأْت۪ينَا فَرْدًا ﴿٨٠﴾ ﴾
77-80. Ey Habîbim! Âyetlerimizi inkâr edip, ″Elbette bana mal ve evlat verilecektir″ diyeni gördün mü?* O, gaybı mı biliyor, yoksa Rahmân’dan bir söz mü almış?* Hayır, öyle değil! Biz onun söylediğini yazacağız ve azâbını artırdıkça artıracağız.* Ve onun söylediğine (mal ve evlâda) Biz vâris olacağız ve o Bize tek başına gelecektir.
İzah: Bu âyetlerde bahsi geçen kimse, Âs b. Vâil’dir. Nitekim bu âyetlerin nüzul sebebine dair şu olay nakledilmiştir:
كُنْتُ رَجُلًا قَيْنًا وَكَانَ لِي عَلَى الْعَاصِ بْنِ وَائِلٍ دَيْنٌ فَأَتَيْتُهُ أَتَقَاضَاهُ فَقَالَ لِي لَا أَقْضِيكَ حَتَّى تَكْفُرَ بِمُحَمَّدٍ قَالَ قُلْتُ لَنْ أَكْفُرَ بِهِ حَتَّى تَمُوتَ ثُمَّ تُبْعَثَ قَالَ وَإِنِّي لَمَبْعُوثٌ مِنْ بَعْدِ الْمَوْتِ فَسَوْفَ أَقْضِيكَ إِذَا رَجَعْتُ إِلَى مَالٍ وَوَلَدٍ قَالَ فَنَزَلَتْ {أَفَرَأَيْتَ الَّذِي كَفَرَ بِآيَاتِنَا وَقَالَ لَأُوتَيَنَّ مَالًا وَوَلَدًا أَطَّلَعَ الْغَيْبَ أَمْ اتَّخَذَ عِنْدَ الرَّحْمَنِ عَهْدًا كَلَّا سَنَكْتُبُ مَا يَقُولُ وَنَمُدُّ لَهُ مِنَ الْعَذَابِ مَدًّا وَنَرِثُهُ مَا يَقُولُ وَيَأْتِينَا فَرْدًا} (خ م عن خباب)
Habbâb Radiyallâhu anhu dedi ki: Ben demircilik yapardım. Benim Âs b. Vâil’de bir alacağım vardı. Alacağımı tahsil etmek maksadıyla yanına gittim. Bana dedi ki: ″Muhammed’i inkâr etmedikçe borcumu ödemeyeceğim.″ Ben de ona: ″Sen ölüp tekrar diriltilecek olsan dahi onu aslâ inkâr etmeyeceğim″ dedim. Bunun üzerine bana: ″Ben öldükten sonra diriltilecek miyim ki? O halde dirilip malıma ve çocuklarıma tekrar kavuşursam, sana borcunu öderim″ dedi. İşte bunun üzerine, ″Ey Habîbim! Âyetlerimizi inkâr edip, ″Elbette bana mal ve evlat verilecektir″ diyeni gördün mü?* O, gaybı mı biliyor, yoksa Rahmân’dan bir söz mü almış?...″ diye devam eden Sûre-i Meryem, Âyet 77-80 nâzil oldu.[1]
[1] Sahih-i Buhârî, Buyû 29, İcâre 15; Sahih-i Müslim, Sıfât’ul-Kıyâme 4 (35 Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7085.
﴿ وَاتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ اٰلِهَةً لِيَكُونُوا لَهُمْ عِزًّاۙ ﴿٨١﴾ كَلَّاۜ سَيَكْفُرُونَ بِعِبَادَتِهِمْ وَيَكُونُونَ عَلَيْهِمْ ضِدًّا۟ ﴿٨٢﴾ ﴾
81-82. Kâfirler, kendilerine destek olsunlar diye, Allah’tan başka ilahlar edindiler.* Hayır, hayır! İlah edindikleri şeyler, onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır.
﴿ اَلَمْ تَرَ اَنَّٓا اَرْسَلْنَا الشَّيَاط۪ينَ عَلَى الْكَافِر۪ينَ تَؤُزُّهُمْ اَزًّاۙ ﴿٨٣﴾فَلَا تَعْجَلْ عَلَيْهِمْۜ اِنَّمَا نَعُدُّ لَهُمْ عَدًّاۚ ﴿٨٤﴾ ﴾
83-84. Ey Resûlüm! Görmüyor musun ki, şeytanları kâfirler üzerine musallat ettik, onları vesveseleriyle mâsiyete teşvik edip duruyorlar.* Artık onların helâkinde acele etme. Biz onların günlerini sayıyoruz.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Şeytanları kâfirler üzerine musallat ettik″ diye buyrulmaktadır. Allah’u Teâlâ, kendisine âsi olup küfür üzere olan kimseleri şeytana teslim eder ve böylece onların azâbını artırır, demektir.
﴿ يَوْمَ نَحْشُرُ الْمُتَّق۪ينَ اِلَى الرَّحْمٰنِ وَفْدًاۙ ﴿٨٥﴾ وَنَسُوقُ الْمُجْرِم۪ينَ اِلٰى جَهَنَّمَ وِرْدًاۢ ﴿٨٦﴾ ﴾
85-86. Mahşer günü takvâ sahiplerini, Rahman’ın huzurunda heyetler halinde toplayacağız.* Mücrimleri de Cehenneme susamış olarak sevk edeceğiz.
İzah: Sûre-i Meryem, Âyet 85 ile ilgili olarak Ebû Muaz el-Basrî Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
Bir gün Hz. Ali: ″Mahşer günü takvâ sahiplerini, Rahman’ın huzurunda heyetler halinde toplayacağız″ diye geçen âyeti okuyup, ″Yâ Resûlallah! Ben o kimselerin binitli olacağını zannediyorum″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
وَاَلَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ إِنَّهُمْ إِذَا خَرَجُوا مِنْ قُبُورهمْ يُسْتَقْبَلُونَ أَوْ يُؤْتَوْنَ بِنُوقٍ بِيض لَهَا أَجْنِحَة وَعَلَيْهَا رِحَال الذَّهَب شُرُك نِعَالهمْ نُور يَتَلَأْلَأ كُلّ خَطْوَة مِنْهَا مَدّ الْبَصَر فَيَنْتَهُونَ إِلَى شَجَرَة يَنْبُع مِنْ أَصْلهَا عَيْنَانِ فَيَشْرَبُونَ مِنْ إِحْدَاهُمَا فَتَغْسِل مَا فِي بُطُونهمْ مِنْ دَنَس وَيَغْتَسِلُونَ مِنَ الْأُخْرَى فَلَا تَشْعَث أَبْشَارهمْ وَلَا أَشْعَارهمْ بَعْدهَا أَبَدًا وَتَجْرِي عَلَيْهِمْ نَضْرَة النَّعِيم فَيَنْتَهُونَ أَوْ فَيَأْتُونَ بَاب الْجَنَّة فَإِذَا حَلْقَة مِنْ يَاقُوتَة حَمْرَاء عَلَى صَفَائِح الذَّهَب ... (تفسير ابن ابى حاتم عن ابى معاذ البصرى)
Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki onlar, kabirlerinden çıktıklarında, onları kanatları olan beyaz develer karşılayacak veya gelecek. Develerin üzerinde altın eğer vardır. Ayakkabılarının bağı nûrdandır. Her bir adımda göz alabildiğince parlar. Onlar, kökünden iki kaynak çıkan bir ağaca ulaşırlar. Birisinden içerler, böylece içlerindeki pislikler yıkanır. Diğerinden yıkanırlar da bundan sonra bir daha aslâ derileri pislenmez, saçları dağınık ve pis olmaz. Onların üzerine güzel nîmetler akıtılır. Cennet, kapısına ulaşırlar. Bir de görürler ki altın kanatları üzerinde kırmızı yakuttan bir halka var. Kapı kanadı üzerindeki halkayı çalarlar. Ondan çıkan ses, her bir hûriye, eşinin gelmekte olduğunu ulaştırır. Her bir hûri de, hizmetçisini gönderir de gelen Mü’min kişiye Cennetin kapısını açar. Mü’min kişi o hizmetçiyi görünce, onun için secdeye kapanır. Hizmetçi: ″Kaldır başını, ben sâdece senin hizmetçinim, senin emrine görevlendirildim″ der. Mü’min kişi o hizmetçiyi takip eder. Hûriler heyecanla, acele ile koşuşurlar. Her bir hûri, inci ve yakut çadırından çıkar ve onu karşılayıp kucaklar ve sonra: ″Sen benim sevgilimsin, ben de senin sevgilinim. Ben ölmeyecek ebedîyim. Ben eskimeyecek nîmetim, ben aslâ kızmayacak hoşnut olanım. Ben ayrılmayacak olan kalıcıyım″ der. Öyle bir eve girer ki, tabanından tavanına olan mesafe yüz bin kulaçtır. Sarı, kırmızı ve yeşil yollu inci taşlardan yapılmıştır. Bu yollardan hiçbiri diğerine benzemez. Evde yetmiş taht, her bir taht üzerinde yetmiş örtü, her bir örtü üzerinde yetmiş eş, her bir eşin üzerinde yetmiş hulle vardır. Baldırlarının içi hullelerin arkasından görülür. Onunla temasını sizin şu gecelerinizden bir gece süresince tamamlayıp geçirir. Altlarından tadı ve rengi bozulmayan su nehirleri akar; bulanma olmayan sâf su nehirleri, bir hayvanın memelerinden çıkmamış, tadı değişmemiş süt nehirleri, insanların ayaklarıyla sıkmamış oldukları, içenlere lezzet veren içki nehirleri, arıların karınlarından çıkmamış saf bal nehirleri. Meyveleri tatlı bulur da dilerse ayakta, dilerse oturarak ve dilerse yaslanarak onlardan yer.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onların üzerlerine o Cennet ağaçlarının gölgeleri yakındır ve meyveleri de yakın olur″[1] diye geçen âyeti okudu ve sözüne şöyle devam etti: ″Yemek arzuladığında ona beyaz bir kuş gelip kanatlarını kaldırır. Mü’min kişi de, bu kuşun yanlarından dilediği tür yemeği yer. Sonra kuş uçup gider. Melek onun yanına girer ve ″İşte sâlih amellerinizin karşılığı olarak mîrasçı olduğunuz Cennet budur″[2] der. Hûrinin kıllarından bir kıl, yeryüzü halkına düşmüş olsaydı, güneşi öyle bir aydınlatırdı ki, güneş onun yanında nûr içinde bir siyahlık gibi kalırdı.[3]
[1] Sûre-i İnsân, Âyet 14.
[2] Sûre-i A’râf, Âyet 43.
[3] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 8507; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 10, s. 144-145.
﴿ لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ اِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِنْدَ الرَّحْمٰنِ عَهْدًاۢ ﴿٨٧﴾ ﴾
87. O gün, Rahmân’ın katında Allah’tan izin alandan başka, hiçbir kimse şefaat etme hakkına sahip olmayacaktır.
İzah: Allah’ın izin verdiği kişilerin şefaat edeceğine dair çok sayıda Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif vardır. Bunlardan bâzıları şöyledir:
Sûre-i Bakara, Âyet 255:
″… O’nun izni olmadıkça, O‘nun katında kimse şefaat edemez…″
Sûre-i Yûnus, Âyet 3:
″… O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez…″
Sûre-i Tâhâ, Âyet 109:
″O gün şefaat fayda vermez. Ancak Rahmân‘ın kendilerine izin verdiği ve sözünden râzı olduğu kimseler müstesnâ.″
Sûre-i Sebe, Âyet 23:
Allah katında, O’nun izin verdiklerinden başkasının şefaati fayda vermez. Nihâyet kalplerinden korku giderilince, şefaat edilecekler şefaatçilere: ″Rabbiniz şefaat hakkında ne buyurdu?″ derler. Şefaatçiler de: ″Hakkı″ buyurdu (Allah’u Teâlâ, sizlere şefaat etmemiz için izin verdi) derler. O, çok yücedir ve çok büyüktür.
Şefaat hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
إِنَّ شَفَاعَتِي يَوْمَ الْقِيَامَةِ لِأَهْلِ الْكَبَائِرِ مِنْ أُمَّتِي (ه عن جابر)
″Şüphesiz ki benim şefaatim, mahşer günü ümmetimden büyük günah işleyen kimselere olacaktır.″[1]
وَعَدَنِي رَبِّي أَنْ يُدْخِلَ الْجَنَّةَ مِنْ أُمَّتِي سَبْعِينَ أَلْفًا لَا حِسَابَ عَلَيْهِمْ وَلَا عَذَابَ مَعَ كُلِّ أَلْفٍ سَبْعُونَ أَلْفًا وَثَلَاثُ حَثَيَاتٍ مِنْ حَثَيَاتِ رَبِّي (ت ه عن ابا امامة)
″Rabbim, bana ümmetimden yetmiş bin kişiyi hesap ve azap görmeden Cennete sokacağını vaad etti. Aynı zamanda her binle birlikte yetmiş bin ve Rabbim’in tutamlarından üç tutam (hesap edilemeyecek kadar) vaad etti.″[2]
لَيَدْخُلَنَّ مِنْ أُمَّتِي سَبْعُونَ أَلْفًا أَوْ سَبْعُ مِائَةِ أَلْفٍ لَا يَدْخُلُ أَوَّلُهُمْ حَتَّى يَدْخُلَ آخِرُهُمْ وُجُوهُهُمْ عَلَى صُورَةِ الْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ (خ عن سهل بن سعد)
″Muhakkak ki, ümmetimden yetmiş bin yahut yedi yüz bin (kişi veya zümre hesap ve ikab görmeksizin ilk defa olarak Cennete) girecektir. Bu ilk zümrenin sondakileri Cennete girinceye kadar öndekileri girmeyecektir (ve bir saf hâlinde hepsi def’aten gireceklerdir.) Bunların yüzleri, bedir gecesinde (sanki) ayın (nûrânî) çehresidir. (Her bin kişinin maiyeti olan yetmiş bin kişi de Cennete ikinci zümre olarak milyarlar hâlinde girecektir.)″[3]
اِنَّ مِنْ أُمَّتِى مَنْ يَشْفَعُ لِلْفِئَامِ مِنَ النَّاسِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَشْفَعُ لِلْقَبِيلَةِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَشْفَعُ لِلْعَصَبَةِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَشْفَعُ لِلرَّجُلِ حَتَّى يَدْخُلُوا الْجَنَّةَ (ت عن ابى سعيد)
″Ümmetim içinde, insanlardan büyük cemaatlere şefaat edecek kişiler vardır. Onlardan kimi bir kabileye, kimi bir zümreye, kimi de bir kişiye şefaat edecek ve neticede bunlar Cennete gireceklerdir.″[4]
أَوَّلُ مَنْ يَشْفَعُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ اَلْاَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْعُلَمَاءُ ثُمَّ الشُّهَدَاءُ. (خط عن عثمان)
″Mahşer gününde en evvel şefaat eden peygamberlerdir, sonra âlimlerdir, sonra şehitlerdir.″[5]
Şefaati inkâr edenler hakkında da Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
شَفَاعَتِى يَوْمَ الْقِيَامَةِ حَقٌّ فَمَنْ لَمْ يُؤْمِنْ بِهَا لَمْ يَكُنْ مِنْ أَهْلِهَا (ابن منيع عن زيد بن أرقم وبضعة عشر من الصحابة)
″Mahşer günü, şefaatim haktır. Kim şefaatimin hak olduğuna inanmazsa, şefaat edilecek kimselerden olmayacaktır.″[6]
[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 37; Sahih-i Buhârî, Rikak 51; Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 21; Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 11.
[2] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 11; Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 34.
[3] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1344; Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Halk 7.
[4] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 11.
[5] Muhtar’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 1392; Kenz’ul-İrfan, Hadîs No: 327, 331; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 28770.
[6] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 39059.
﴿ وَقَالُوا اتَّخَذَ الرَّحْمٰنُ وَلَدًاۜ ﴿٨٨﴾ لَقَدْ جِئْتُمْ شَيْـًٔا اِدًّاۙ ﴿٨٩﴾ تَكَادُ السَّمٰوَاتُ يَتَفَطَّرْنَ مِنْهُ وَتَنْشَقُّ الْاَرْضُ وَتَخِرُّ الْجِبَالُ هَدًّاۙ ﴿٩٠﴾ اَنْ دَعَوْا لِلرَّحْمٰنِ وَلَدًاۚ ﴿٩١﴾ وَمَا يَنْبَغ۪ي لِلرَّحْمٰنِ اَنْ يَتَّخِذَ وَلَدًاۜ ﴿٩٢﴾ اِنْ كُلُّ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ اِلَّٓا اٰتِي الرَّحْمٰنِ عَبْدًاۜ ﴿٩٣﴾ لَقَدْ اَحْصٰيهُمْ وَعَدَّهُمْ عَدًّاۜ ﴿٩٤﴾ وَكُلُّهُمْ اٰت۪يهِ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ فَرْدًا ﴿٩٥﴾ ﴾
88-95. Birtakım kimseler: ″Rahmân, çocuk edindi″ dediler.* Yemin olsun ki siz kâfirler, çok kötü bir şey söylediniz.* Bu sözden dolayı az kaldı gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar da yıkılacaktı.* Çünkü onlar, Rahmân’a çocuk isnat ettiler.* Halbuki çocuk edinmek, Rahmân’ın şânına aslâ yakışmaz.* Çünkü göklerde ve yerde olan hiçbir kimse yoktur ki, mahşer günü Rahmân’ın huzuruna bir kul olarak çıkmasın.* Yemin olsun ki Allah’u Teâlâ onları kuşatmış, kendilerini ve yaptıklarını bir bir saymıştır.* Mahşer günü onların her biri, Allah’ın huzuruna tek başına çıkacaktır.
İzah: Yahudiler: ″Üzeyr, Allah’ın oğludur″ dediler ve kâfir oldular. Hristiyanlar da: ″Îsâ Mesih, Allah’ın oğludur″ dediler ve kâfir oldular.[1] Müşrikler de meleklerin Allah’ın kızları olduğunu iddia ettiler ve onlar da kâfir oldular.[2] İşte bunların işledikleri bu ameller çok kötüdür.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَا أَحَدَ أَصْبَرُ عَلَى أَذًى يَسْمَعُهُ مِنَ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ إِنَّهُ يُشْرَكُ بِهِ وَيُجْعَلُ لَهُ الْوَلَدُ ثُمَّ هُوَ يُعَافِيهِمْ وَيَرْزُقُهُمْ (خ عن ابى موسى)
″İşittiği bir eziyete Allah’u Teâlâ’dan daha çok sabreden hiç kimse yoktur. Kulların rızkını verdiği ve onlara sıhhat ihsan ettiği halde, onlar kendisi için çocuk isnat ederler.″[3]
[1] Sûre-i Tevbe, Âyet 30.
[2] Sûre-i Nahl, Âyet 57.
[3] Sahih-i Buhârî, Tevhid 3; Sahih-i Müslim, Sıfat-ı Kıyâmet 9 (49).
﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُدًّا ﴿٩٦﴾ ﴾
96. Îman edip sâlih ameller işleyenler var ya, şüphesiz ki Rahmân, onları sevdirecektir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اِذَا أَحَبَّ اللّٰهُ عَبْدًا نَادَى جِبْرِيلَ اِنِّى قَدْ أَحْبَبْتُ فُلَانًا فَأَحِبَّهُ قَالَ فَيُنَادِى فِى السَّمَاءِ ثُمَّ تَنْزِلُ لَهُ الْمَحَبَّةُ فِى أَهْلِ الْأَرْضِ فَذَلِكَ قَوْلُ اللّٰهِ {اِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمْ الرَّحْمٰنُ وُدًّا} وَاِذَا أَبْغَضَ اللّٰهُ عَبْدًا نَادَى جِبْرِيلَ اِنِّى أَبْغَضْتُ فُلَانًا فَيُنَادِى فِى السَّمَاءِ ثُمَّ تَنْزِلُ لَهُ الْبَغْضَاءُ فِى الْأَرْضِ (خ ت حم عن ايى هريرة)
Allah’u Teâlâ bir kulu sevdiği vakit, Cebrâil’i çağırır: ″Ben falanı seviyorum onu sen de sev ″der. Bunun üzerine semâda aynı şekilde nidâ edilir. Sonra yer ehline de onun sevgisi indirilir. Yer ehli de o kimseyi sevmeye başlarlar. Bu olayı: ″Îman edip sâlih ameller işleyenler var ya, şüphesiz ki Rahmân, onları sevdirecektir″ mealindeki Sûre-i Meryem, Âyet 96 ifade etmektedir. Allah’u Teâlâ, bir kula buğzettiği zaman da Cebrâil’e: ″Ben falana buğzettim, sen de ona buğzet″ der. Ve aynı şekilde bu semâda da nidâ edilir. Ve semâ ehlide o kimseye buğzederler. Sonra yer ehline o kimsenin buğzu indirilir. Artık yer ehli de o kimseyi sevmezler.[1]
Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لِكُلِّ عَبْدٍ صِيتٌ فَإِنْ كَانَ صَالِحًا وُضِعَ فِي الْأَرْضِ وَإِنْ كَانَ سَيِّئًا وُضِعَ فِي الْأَرْضِ (الحكيم الترمذي عن أبي هريرة)
″Her kulun (Allah katında) bir nâmı vardır. Eğer kul, hayırlı biri ise bu nâmı yeryüzüne indirilip yayılır. Eğer kötü biri ise de yine bu nâmı yeryüzüne indirilip yayılır.″[2]
[1] Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Halk 6, Edeb 41; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8144, 10206; Riyâz’üs-Sâlihîn, Hadis No: 386.
[2] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 10, s. 154.
﴿ فَاِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِكَ لِتُبَشِّرَ بِهِ الْمُتَّق۪ينَ وَتُنْذِرَ بِه۪ قَوْمًا لُدًّا ﴿٩٧﴾ وَكَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنْ قَرْنٍۜ هَلْ تُحِسُّ مِنْهُمْ مِنْ اَحَدٍ اَوْ تَسْمَعُ لَهُمْ رِكْزًا ﴿٩٨﴾ ﴾
97-98. Ey Resûlüm! Bu Kur’ân’la takvâ sahiplerini müjdelemen ve inat eden bir topluluğu korkutman için onu senin lisânınla indirip kolaylaştırdık.* Biz onlardan evvel birçok nesilleri helâk ettik. Onların hiçbirini görüyor veya onlardan bir ses duyuyor musun?
İzah: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Arap olduğu için, Kur’ân-ı Kerîm onun lisânında inmiştir.
Bu husus Sûre-i Yûsuf, Âyet 1-2’de de şöyle geçmektedir:
″Elif, Lâm, Râ. Bunlar, apaçık bildiren kitabın âyetleridir.* Şüphesiz Biz onu, mânâsını iyi anlamanız için Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.″
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:
حِبُّوا الْعَرَبَ لِثَلاثٍ لأَنِّي عَرَبِيٌّ وَالْقُرْآنُ عَرَبِيٌّ وَكَلامُ أَهْلِ الْجَنَّةِ عَرَبِيٌّ (هب ك عن ابن عباس)
″Şu üç şeyden dolayı Arabı sevin. Çünkü ben Arabım ve Kur’ân Arapça’dır ve Cennetliklerin dili de Arapçadır.″[1]
[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 7099; Beyhakî,Şuab’ul-İmân, Hadis No: 1415.