ENBİYÂ SÛRESİ

Bu sûre 112 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Bâzı Peygamberlerin kıssalarına dair bilgiler içerdiği için, ″Peygamberler″ anlamına gelen ″Enbiyâ″ ismini almıştır.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ اِقْتَرَبَ لِلنَّاسِ حِسَابُهُمْ وَهُمْ ف۪ي غَفْلَةٍ مُعْرِضُونَۚ ﴿١﴾

1. İnsanların hesaba çekilme zamanı yaklaştı. Halbuki onlar hâlâ gaflet içinde haktan yüz çeviriyorlar.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ der ki: ″Kıyâmet yaklaştı ve ay ikiye ayrıldı″ mealindeki Sûre-i Kamer, Âyet 1 nâzil olunca, kâfirler dedi ki: ″Bu adam, kıyâmetin yaklaştığını iddia edi­yor, o halde yaptıklarımızın bâzılarından uzak duralım.″ Uzak durdular ve beklediler. Ancak, herhangi bir şey görmeyince, bu sefer: ″Biz bir şey görmüyo­ruz″ dediler. Bunun üzerine: ″İnsanların hesaba çekilme zamanı yaklaştı. Halbuki onlar hâlâ gaflet içinde haktan yüz çeviriyorlar″ mealindeki Sûre-i Enbiyâ, Âyet 1 nâzil oldu. Yine bundan korkup çekindiler ve kıyâmetin kopmasını beklediler. Geçen günler uzayıp durunca, ″Biz bir şey görmüyoruz″ dediler. Bunun üzerine Sûre-i Nahl, Âyet 1’de geçen: Ey kâfirler! Allah’ın emri gelecektir…″ buyruğu nâzil oldu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de, Müslümanlar da bundan dolayı korkuya ka­pıldılar. Bu sefer yine bu Âyet-i Kerîme’nin devamı olan, ″Onda acele etmeyin″ buyruğu nâzil olunca, kalpleri huzur buldu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de:

بُعِثْت أَنَا وَالسَّاعَة كَهَاتَيْنِ وَأَشَارَ بِأُصْبُعَيْهِ السَّبَّابَة وَاَلَّتِي تَلِيهَا. يَقُول إِنْ كَادَتْ لَتَسْبِقنِي فَسَبَقْتهَا (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن ابن عباس)

Şehâdet parmağı ile onun yanındaki parmağını göstererek, ″Ben ve kıyâmet, işte şu iki­si gibi birbirimize yakın gönderildik. Kıyâmet neredeyse beni geçecekti″ diye buyurdu.[1]


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 10, s. 66; Ayrıca bakınız: Sünen-i Tirmizî, Fiten 39; Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 25.


﴿ مَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ ذِكْرٍ مِنْ رَبِّهِمْ مُحْدَثٍ اِلَّا اسْتَمَعُوهُ وَهُمْ يَلْعَبُونَۙ ﴿٢﴾ لَاهِيَةً قُلُوبُهُمْۜ وَاَسَرُّوا النَّجْوٰىۗ اَلَّذ۪ينَ ظَلَمُواۗ هَلْ هٰذَٓا اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْۚ اَفَتَأْتُونَ السِّحْرَ وَاَنْتُمْ تُبْصِرُونَ ﴿٣﴾

2-3. Rablerinden kendilerine gelen her yeni bir ihtârı, onlar ancak alay ederek dinlerler* ve kalpleri gaflet içinde dinlerler. O zâlimler kendi aralarında gizlice (Resûlü Ekrem için): ″Bu, sizin gibi beşerden başka bir şey midir? Göz göre göre sihre mi uyuyorsunuz?″ dediler.


﴿ قَالَ رَبّ۪ي يَعْلَمُ الْقَوْلَ فِي السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِۘ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ﴿٤﴾

4. Resûl de dedi ki: ″Rabbim, gökte ve yerde söylenen sözü bilir. O, her şeyi işiten ve bilendir.″


﴿ بَلْ قَالُٓوا اَضْغَاثُ اَحْلَامٍ بَلِ افْتَرٰيهُ بَلْ هُوَ شَاعِرٌۚ فَلْيَأْتِنَا بِاٰيَةٍ كَمَٓا اُرْسِلَ الْاَوَّلُونَ ﴿٥﴾ مَٓا اٰمَنَتْ قَبْلَهُمْ مِنْ قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَاۚ اَفَهُمْ يُؤْمِنُونَ ﴿٦﴾

5-6. Onlar: ″Yok, söylediği sözler karışık rüyâlardır. Yok, uydurma şeylerdir. Yok, o bir şairdir. Eğer hak Peygamber ise, kendinden önceki Peygamberlere verilen mûcizeler gibi, bize bir mûcize getirsin″ dediler.* Bunlardan önce helâk ettiğimiz hiç bir belde halkı îman etmemişti. Şimdi bunlar mı îman edecekler?

İzah: Müşriklerin, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den önceki ümmetlerde olduğu gibi bir mûcize istemeleri hususu birçok âyette geçmektedir. Bu konu hakkında geniş bilgi için Sûre-i En’âm, Âyet 37 ve izahına bakınız.


﴿ وَمَٓا اَرْسَلْنَا قَبْلَكَ اِلَّا رِجَالًا نُوح۪ٓي اِلَيْهِمْ فَسْـَٔلُٓوا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ ﴿٧﴾

7. Senden evvel de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını Peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا يَنْبَغِي لِلْعَالِمِ أَنْ يَسْكُتَ عَلَى عِلْمِهِ وَلَا يَنْبَغِي لِلْجَاهِلِ أَنْ يَسْكُتَ عَلَى جَهْلِهِ قَالَ اللّٰهُ تَعَالَى: فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ (طس عن جابر)

″Âlimin ilmi üzerinde susması, câhilin de câhilliği ile yetinip sormaması yakışmaz. Allah’u Teâlâ: ″Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun″ diye buyurmaktadır.″[1]

Hz. Ebû Câfer el-Bâkır: ″Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun″ diye geçen âyet hakkında:

نَحْنُ أَهْل الذِّكْر (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابى جعفر الباقر)

″Zikir ehli, biziz″[2] diye buyurmuştur. Bununla bu ümmetin âlimlerinin âyettte geçen zikir ehli olduğunu kastetmiştir. Şüphesiz ki bu ümmetin âlimleri, geçmiş bütün ümmetlerin âlimlerinden daha üstündür. Dosdoğru sünnet üzere oldukları takdirde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ehl-i Beyt’inin âlimleri de, âlimlerin en hayırlılarındandır.

Yine bu Âyet-i Kerîme’de ki hitâbın, müşriklere olduğunu söyleyen bâzı müfessirler de bu âyeti şöyle izah etmişlerdir:

Ey Resûlüm! Senin bir beşer olarak Peygamber olamayacağını iddia eden müşriklere de ki: ″Benden önce gönderilen bütün Peygamberler de ancak kendilerine vahyedilen bir kısım erkeklerdi. Şâyet bu hususta bana inanmıyorsanız, daha önce kendilerine kitap verilen ümmetlerin âlimlerine sorun. Onlara gönderilen Peygamberler de benim gibi erkek kişiler miydi yoksa melekler miydi?″[3]

Bu Âyet-i Kerîme’nin izahı hakkında geniş bilgi için Sûre-i Nahl, Âyet 43’ün izahına bakınız.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 491/6.

[2] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 4, s. 573.

[3] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 17, s. 208.


﴿ وَمَا جَعَلْنَاهُمْ جَسَدًا لَا يَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَمَا كَانُوا خَالِد۪ينَ ﴿٨﴾ ثُمَّ صَدَقْنَاهُمُ الْوَعْدَ فَاَنْجَيْنَاهُمْ وَمَنْ نَشَٓاءُ وَاَهْلَكْنَا الْمُسْرِف۪ينَ ﴿٩﴾

8-9. Biz, o Peygamberleri, yiyip içmeyen birer ceset kılmadık. Onlar dünyâda ebedî de değillerdi.* Sonra onlara olan vaadi yerine getirdik, kendilerini ve dilediğimizi kurtardık, haddi aşanları da helâk ettik.


﴿ لَقَدْ اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكُمْ كِتَابًا ف۪يهِ ذِكْرُكُمْۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ۟ ﴿١٠﴾

10. (Ey Kureyş topluluğu!) Yemin olsun ki, size içinde şerefiniz zikredilen bir kitap gönderdik. Akledip düşünmez misiniz?

İzah: Allah’u Teâlâ, Kureyş’in şerefiyle ilgili olarak Sûre-i Zuhruf, Âyet 44’de de şöyle buyurmaktadır:

″Şüphesiz bu Kur’ân, senin ve kavmin için bir şereftir...″

Allah’u Teâlâ, Kureyş kabilesinden olan Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e Peygamberlik vermiş ve ona Kur’ân’ı indirmiştir. Kendi içlerinden olan Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e Peygamberliğin verilmesi ve Kur’ân’ın kendi lisanlarında indirilmiş olması Kureyş için büyük bir şeref vesîlesidir. Allah’u Teâlâ bu durumu onlara hatırlatmakta ve akledip düşünmez misiniz? diye uyarmaktadır.

Bu husus hakkında Ebû Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَتَى النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَجُلٌ فَكَلَّمَهُ فَجَعَلَ تُرْعَدُ فَرَائِصُهُ فَقَالَ لَهُ هَوِّنْ عَلَيْكَ فَإِنِّي لَسْتُ بِمَلِكٍ إِنَّمَا أَنَا ابْنُ امْرَأَةٍ تَأْكُلُ الْقَدِيدَ (ه عن ابى مسعود)

Bir gün bir adam, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna geldi ve onun mânevî heybetinden titremeye başladı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ona: ″Korkma! Ben bir hükümdar değilim. Ben ancak, Kureyş kabilesinden kurumuş et yiyen bir kadının oğluyum″ diye buyurdu.[1]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Et’ime 30.


﴿ وَكَمْ قَصَمْنَا مِنْ قَرْيَةٍ كَانَتْ ظَالِمَةً وَاَنْشَأْنَا بَعْدَهَا قَوْمًا اٰخَر۪ينَ ﴿١١﴾ فَلَمَّٓا اَحَسُّوا بَأْسَنَٓا اِذَا هُمْ مِنْهَا يَرْكُضُونَۜ ﴿١٢﴾ لَا تَرْكُضُوا وَارْجِعُٓوا اِلٰى مَٓا اُتْرِفْتُمْ ف۪يهِ وَمَسَاكِنِكُمْ لَعَلَّكُمْ تُسْـَٔلُونَ ﴿١٣﴾ قَالُوا يَا وَيْلَنَٓا اِنَّا كُنَّا ظَالِم۪ينَ ﴿١٤﴾ فَمَا زَالَتْ تِلْكَ دَعْوٰيهُمْ حَتّٰى جَعَلْنَاهُمْ حَص۪يدًا خَامِد۪ينَ ﴿١٥﴾

11-15. Halkları zâlim olan nice beldeleri helâk ettik. Onlardan sonra da başka topluluklar meydana getirdik.* Onlar, şiddetli azâbımızı hissettikleri vakit, hemen bundan kaçmaya başladılar.* Onlara: ″Kaçmayın, varlığıyla kibirlendiğiniz nîmet ve meskenlerinize dönün. Belki size soru sorulur″ dendi.* Onlar (azâbımızı görünce), ″Eyvah bize! Şüphesiz ki, biz zâlimler idik″ dediler.* Biz onları biçilmiş ekin ve sönmüş ateş hâline getirinceye kadar, onlar eyvahlarında devam ettiler.

İzah: Âyet-i Kerîme’de, Onlara: ″Kaçmayın, varlığıyla kibirlendiğiniz nîmet ve meskenlerinize dönün. Belki size soru sorulur″ dendi diye buyrulmaktadır. Allah’u Teâlâ, îman etmeyip kibirlenen ve kendini herkesten üstün gören bu kimselere, ″Belâdan kaçmayın, dönün de kavminizi bu belâdan kurtarmak için yol gösterin, önderlik yapın, onların belki size ihtiyacı vardır″ diyerek kendileriyle alay etmektedir.


﴿ وَمَا خَلَقْنَا السَّمَٓاءَ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِب۪ينَ ﴿١٦﴾ لَوْ اَرَدْنَٓا اَنْ نَتَّخِذَ لَهْوًا لَاتَّخَذْنَاهُ مِنْ لَدُنَّاۗ اِنْ كُنَّا فَاعِل۪ينَ ﴿١٧﴾ بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَاِذَا هُوَ زَاهِقٌۜ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ ﴿١٨﴾

16-18. Biz, gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri eğlence olsun diye yaratmadık.* Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi tarafımızdan edinirdik. Fakat bunu yapmadık.* Bilakis, hakkı bâtıla gâlip ederiz. Hak da bâtılı parçalayarak mahveder ve bâtıl hemen yok olur gider. Ey kâfirler! Allah’a isnat ettiğiniz (noksan) sıfatlardan dolayı şiddetli azaba uğrayın!


﴿ وَلَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَمَنْ عِنْدَهُ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَلَا يَسْتَحْسِرُونَۚ ﴿١٩﴾ يُسَبِّحُونَ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ لَا يَفْتُرُونَ ﴿٢٠﴾

19-20. Göklerde ve yerde kim varsa hepsi O’nundur. O’nun katında bulunanlar, ne ibâdetten kibirlenirler, ne de yorulurlar.* Gece ve gündüz tesbih ederler, bıkmaz ve usanmazlar.

İzah: Meleklerin ibâdeti hakkında Hakîm İbn-i Hizâm Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

بَيْنَمَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي أَصْحَابِهِ إِذْ قَالَ لَهُمْ تَسْمَعُونَ مَا أَسْمَعُ؟ قَالُوا مَا نَسْمَعُ مِنْ شَيْءٍ قَالَ إِنِّي لأَسْمَعُ أَطِيطَ السَّمَاءِ وَمَا تُلامُ أَنْ تَئِطَّ وَمَا فِيهَا مَوْضِعُ شِبْرٍ إِلا وَعَلَيْهِ مَلَكٌ سَاجِدٌ أَوْ قَائِمٌ (طب عن حكيم بن حزام)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâbı arasında idi. Birden onlara: ″Benim işittiğimi işitiyor musunuz?″ diye sordu. Onlar: ″Biz hiçbir şey işitmiyoruz″ dediler. Resûlü Ekrem şöyle buyurdu: ″Şüphesiz ben, gökyüzünün inleyişini işitiyorum. O, inlemeden dolayı elbette ayıplanacak değildir. Onda hiçbir karış yer yoktur ki, üzerinde secde eden veya kıyamda olan bir melek bulunmasın.″[1]

Yine meleklerin zikri hakkında Abdullah İbn-i Haris İbn-i Nevfel Hazretlerinden şöyle nakledilmiştir:

Ben çocukken, bir gün Kâ’b el-Ahbâr Radiyallâhu anhu’nun yanına oturmuştum. Ona, Sûre-i Enbiyâ, Âyet 20’de Allah’u Teâlâ melekler için: ″Gece ve gündüz tesbih ederler, bıkmaz ve usanmazlar″ diye buyuruyor, bu âyet hakkında ne dersin? Konuşma, mesaj iletme ve amel onları zikirden alıkoyup meşgul etmez mi? dedim. O da: ″Kim bu çocuk?″ diye sordu. Abdulmuttalib oğullarındandır″ dediler. Başımı öptü, sonra bana şöyle dedi: ″Yavrucuğum, Allah’u Teâlâ sizin için nasıl nefes alıp verme yaratmışsa, onlar için de zikri yaratmıştır. Sen nefes alıp verirken konuşmuyor musun? Nefes alıp verirken yürümüyor musun?″


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 3051.


﴿ اَمِ اتَّخَذُٓوا اٰلِهَةً مِنَ الْاَرْضِ هُمْ يُنْشِرُونَ ﴿٢١﴾ لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَاۚ فَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ ﴿٢٢﴾ لَا يُسْـَٔلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْـَٔلُونَ ﴿٢٣﴾

21-23. Yoksa onlar, yerden ölüleri diriltmeye muktedir ilahlar mı edindiler?* Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, elbette gökler ve yer fesâda uğrardı. Arş’ın Rabbi olan Allah, onların isnat ettikleri (noksan) sıfatlardan uzaktır.* O, yaptığından hesaba çekilmez, fakat onlar hesaba çekilirler.


﴿ اَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةًۜ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْۚ هٰذَا ذِكْرُ مَنْ مَعِيَ وَذِكْرُ مَنْ قَبْل۪يۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَۙ الْحَقَّ فَهُمْ مُعْرِضُونَ ﴿٢٤﴾

24. Yoksa onlar, Allah’tan başka ilahlar mı edindiler? Ey Resûlüm! De ki: ″Öyleyse getirin delilinizi. İşte benimle beraber olanların kitabı ve benden öncekilerin kitabı (bunların hepsi tevhidi emrediyor). Bilakis onların çoğu hakkı bilmezler ve ondan yüz çevirirler.


﴿ وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا نُوح۪ٓي اِلَيْهِ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنَا۬ فَاعْبُدُونِ ﴿٢٥﴾

25. Ey Resûlüm! Senden evvel hiçbir Peygamber göndermedik ki ona, ″Şüphesiz ki, Benden başka ilah yoktur, o halde ancak Bana ibâdet edin″ diye vahyetmeyelim.


﴿ وَقَالُوا اتَّخَذَ الرَّحْمٰنُ وَلَدًا سُبْحَانَهُۜ بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَۙ ﴿٢٦﴾ لَا يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُمْ بِاَمْرِه۪ يَعْمَلُونَ ﴿٢٧﴾ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يَشْفَعُونَۙ اِلَّا لِمَنِ ارْتَضٰى وَهُمْ مِنْ خَشْيَتِه۪ مُشْفِقُونَ ﴿٢٨﴾ وَمَنْ يَقُلْ مِنْهُمْ اِنّ۪ٓي اِلٰهٌ مِنْ دُونِه۪ فَذٰلِكَ نَجْز۪يهِ جَهَنَّمَۜ كَذٰلِكَ نَجْزِي الظَّالِم۪ينَ۟ ﴿٢٩﴾

26-29. Ve bâzıları: ″Rahmân, çocuk edindi″ dediler. Hâşâ! O, bundan uzaktır. Bilakis onlar (melekler), ikram olunmuş kullardır.* Onlar, O’nun sözünün önüne geçmezler ve onlar, ancak O’nun em­riyle hareket ederler.* Allah’u Teâlâ, onların yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. Onlar, ancak Allah’ın râzı olduğu kimse için şefaat (yardım) ederler. Onlar, O’nun azamet ve heybetinden korkarlar.* Ve onlardan biri: ″Ben, Allah’tan başka bir ilahım!″ derse, onu Cehennem ile cezâlandırırız. Zâlimleri de işte böyle cezâlandırırız.

İzah: Müşrikler: ″Melekler, Allah’ın kızlarıdır″[1] şeklindeki sözleriyle ″Rahmân, çocuk edindi″ demişler ve Allah’a karşı büyük bir iftirada bulunmuşlardır. Halbuki Allah’u Teâlâ, onların bu iftiralarından uzaktır.

Yine Âyet-i Kerîme’de, meleklerin, ancak Allah’ın râzı olduğu kimseler için şefaat edecekleri, yani yardım edecekleri beyan edilmektedir. Bu şefaat, meleklerin dünyâda iken Mü’minlere yaptıkları yardımları söylemektedir. Çünkü mahşerde Müslümanlardan günahkâr olan kimselere şefaat edilir. Allah’ın râzı olduğu kimselerin ise, zâten şefaat edilmeye ihtiyacı yoktur. Bu sebeple meleklerin, Mü’minlere şefaati; Mü’minlerin kâfirlerle yapmış oldukları savaşlarda Mü’minlere yardım etmeleri ve Mü’minler için Allah’tan bağışlanmalırını dilemeleri gibi hususlardır.

Nitekim meleklerin, savaşlarda Mü’minlere yardım ettiğine dair Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 124-125’te Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Ey Habîbim! Hani (Bedir’de) sen Mü’minlere: ″Rabbinizin üç bin melek ile size imdadı kifâyet etmez mi?″ diyordun.* Evet, kifâyet eder. Kâfirlerin aniden hücum ettikleri sırada, sabrederek sebat eder ve Allah’tan korkarsanız, Allah’u Teâlâ size alâmetli beş bin melek ile imdat eder.

Bu husus İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:

وَكَانَتْ سِيمَاءُ الْمَلائِكَةِ يَوْمَ بَدْرٍ عَمَائِمُ سُودٍ وَيَوْمَ أُحَدٍ عَمَائِمُ حُمْرٍ (طب وابن مردوية والديلمى عن ابن عباس)

″Meleklerin Bedir’de nişanları siyah sarık, Uhud’da ise kırmızı sarıktı.″[2]

Meleklerin, Mü’minler için Allah’tan bağışlanmalırını dilemeleri hakkında Sûre-i Mü’min, Âyet 7-9’da Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Arş’ı taşıyanlar ve onun etrafında bulunan melekler, Rablerini hamd ile tesbih ederler, O’na îman ederler ve Mü’minler için bağışlanma dileyerek şöyle derler: ″Ey Rabbimiz! Senin Rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe edip yoluna tâbi olanları bağışla ve onları Cehennem azâbından koru.* Ey Rabbimiz! Onları da, onların babalarından, zevcelerinden ve zürriyetlerinden sâlih olanları da kendilerine vaad ettiğin Adn Cennetlerine dâhil et. Şüphesiz Sen her şeye gâlipsin, hüküm ve hikmet sahibisin.* Bir de onları kötülüklerden koru. O gün kimi kötülüklerden korur isen, ona şüphesiz ki rahmet etmiş olursun. İşte büyük kurtuluş budur.″

Meleklerin, Mü’minler için Allah’tan bağışlanmalarını dilemeleri hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَلَا أَدُلُّكَ عَلَى مِلَاكِ هَذَا الْاَمْرَ الَّذِى تُصِيبُ بِهِ خَيْرَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ! عَلَيْكَ بِمَجَالِسَةِ أَهْلِ الذِّكْرِ وَاِذَا خَلَوْتَ فَحَرَّكَ لِسَانَكَ مَا اسْتَطَعْتَ بِذِكْرِ اللّٰهِ وَأَحَبَّ فِى اللّٰهِ وَأَبْغَضَ فِى اللّٰهِ يَا أَبَا رَزِّينَ! هَلْ شَعَرْتَ أَنَّ الرَّجُلَ اِذَا خَرَجَ مِنْ بَيْتِهِ زَائِرًا أَخَاهُ شَيَّعَهُ سَبْعُونَ أَلْفَ مَلَكٍ كُلُّهُمْ يُصَلُّونَ عَلَيْهِ وَيَقُولُونَ: رَبَّنَا وَصَلَ فِيكَ فَصِلْهُ فَاِنِ اسْتَطَعْتَ أَنْ تُعْمِلَ جَسَدَكَ فِى ذَلِكَ فَافْعَلْ. (هب حل وابن عساكر عن ابى درين وفيه عثمان بن عطا وابو حاتم عن ابى رزين)

″Haberin olsun ki, sana dünyâ ve âhiret saadetini elde edecek bir şeyin başını öğretiyorum. Sana şunları söylerim: Zikrullah meclislerine devam et. Issızda kaldığın zaman gücün yettiği kadar dilini, Allah‘ın zikrine hareket ettir. Sevdiklerini sırf Allah için sev, buğzettiklerine de sırf Allah için buğzet. Ey Ebû Rezzin! Kişi evinden Müslüman kardeşini ziyaret etmek için çıktığı zaman, onu yetmiş bin melek uğurlar ve onun için Allah’u Teâlâ‘dan bağışlanmasını dilerler ve derler ki: ″Ey Rabbimiz! Senin için ziyarette bulundu, Sen de onu yalnız bırakma, mükâfatını ver.″ İşte (Ey Ebû Rezzin!) sen de bunları yapabilirsen yap.″[3]


[1] Bakınız: Sahih-i Buhârî, Menâkib 80.

[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s 338/7.

[3] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 8734; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 166/4.


﴿ اَوَلَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاۜ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّۜ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ ﴿٣٠﴾

30. Kâfirler bilmezler mi ki, gökler ve yer birbirine bitişik idi, bunları ayırdık ve her canlıyı sudan yarattık. Hâlâ îman etmiyorlar mı?

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Kâfirler bilmezler mi ki, gökler ve yer birbirine bitişik idi, bunları ayırdık″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’nın şöyle dediği nakledilmiştir:

- Bu ifadeden maksat, gökle yer birbirlerine yapışık idiler. Allah’u Teâlâ bunları birbirlerinden hava ile ayırdı. Gök yukarı kalktı yer aşağıda kaldı, demektir.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Her canlıyı sudan yarattık″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu şöyle anlatmaktadır:

قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنِّي إِذَا رَأَيْتُكَ طَابَتْ نَفْسِي وَقَرَّتْ عَيْنِي فَأَنْبِئْنِي عَنْ كُلِّ شَيْءٍ فَقَالَ كُلُّ شَيْءٍ خُلِقَ مِنْ مَاءٍ قَالَ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَنْبِئْنِي عَنْ أَمْرٍ إِذَا أَخَذْتُ بِهِ دَخَلْتُ الْجَنَّةَ قَالَ أَفْشِ السَّلَامَ وَأَطْعِمْ الطَّعَامَ وَصِلْ الْأَرْحَامَ وَقُمْ بِاللَّيْلِ وَالنَّاسُ نِيَامٌ ثُمَّ ادْخُلْ الْجَنَّةَ بِسَلَامٍ (حم عن ابى هريرة)

″Yâ Resûlallah! Ben seni gördüğüm zaman gönlüm hoş, gözüm aydın oluyor. Bana her şeyden haber ver″ dedim. ″Her şey sudan yaratıldı″ buyurdu. ″Bana öyle bir işten haber ver ki, onu yaptığım zaman Cennete gireyim″ dedim. Buyurdu ki: ″Selâmı yay, yemek yedir, sıla-i rahim’de bulun, insanlar uykudayken geceleyin kalk ibâdetle ihyâ et, sonra da selâmetle Cennete gir.″[1]

Bu husus Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:

″Yâ Resûlullah! Bize ne oluyor ki, senin huzurunda olduğumuz vakit kalplerimiz yumuşuyor, dünyâdan el çekiyor ve âhiret ehlinden oluyoruz. Fakat huzurundan çıkıp da ailelerimiz arasına karıştığımız ve çocuklarımızın kokusunu aldığımız zaman kendimizi değişmiş buluyoruz.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

″Siz benim yanımdan çıktığınız vakit, benim yanımdaki hâliniz üzere olmuş olsaydınız, melekler sizi evlerinizde ziyaret ederdi. Eğer sizler hiç günah işlememiş olsanız, Allah’u Teâlâ günah işleyen ve onların günahını affedeceği bir toplum yaratırdı.″

Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu diyor ki:

″Yâ Resûlallah! dedim. Yaratılanlar neden yaratılmıştır?″ ″Sudan″ buyurdu. ″Cennetin binâsı neden yapılmıştır?″ diye sordum. Buyurdu ki:

لَبِنَةٌ مِنْ فِضَّةٍ وَلَبِنَةٌ مِنْ ذَهَبٍ وَمِلَاطُهَا الْمِسْكُ الْأَذْفَرُ وَحَصْبَاؤُهَا اللُّؤْلُؤُ وَالْيَاقُوتُ وَتُرْبَتُهَا الزَّعْفَرَانُ مَنْ دَخَلَهَا يَنْعَمُ لَا يَبْأَسُ وَيَخْلُدُ لَا يَمُوتُ لَا تَبْلَى ثِيَابُهُمْ وَلَا يَفْنَى شَبَابُهُمْ ثُمَّ قَالَ ثَلَاثَةٌ لَا تُرَدُّ دَعْوَتُهُمْ الْإِمَامُ الْعَادِلُ وَالصَّائِمُ حِينَ يُفْطِرُ وَدَعْوَةُ الْمَظْلُومِ يَرْفَعُهَا فَوْقَ الْغَمَامِ وَتُفَتَّحُ لَهَا أَبْوَابُ السَّمَاءِ وَيَقُولُ الرَّبُّ عَزَّ وَجَلَّ وَعِزَّتِي لَأَنْصُرَنَّكِ وَلَوْ بَعْدَ حِينٍ (ت عن ابى هريرة)

″Bir kerpici gümüşten, bir kerpici altından, harcı keskin kokulu misk, çakılları inci ve yakut, toprağı za’feran’dır.Oraya girenler refah bulur, sıkıntı çekmezler, ebedî olurlar. Giysileri eskimez, gençlikleri bitmez. Sonra sözüne şöyle devam etti: Üç kişi var ki duâları çevrilmez. Âdil hükümdar, iftar edildiğinde oruçlu, bir de mazlum. Allah, mazlumun duâsınıbulutların üstüne kaldırır ve göklerin kapısını ona açar. Rabb Teâlâ: ″Bir müddet sonra bile olsa, izzetim hakkı için sana mutlaka yardım edeceğim″ buyurmuştur.″[2]


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 7591, 9996; Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cennet 2.

[2] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cennet 2.


﴿ وَجَعَلْنَا فِي الْاَرْضِ رَوَاسِيَ اَنْ تَم۪يدَ بِهِمْ وَجَعَلْنَا ف۪يهَا فِجَاجًا سُبُلًا لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ ﴿٣١﴾ وَجَعَلْنَا السَّمَٓاءَ سَقْفًا مَحْفُوظًاۚ وَهُمْ عَنْ اٰيَاتِهَا مُعْرِضُونَ ﴿٣٢﴾ وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ كُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ ﴿٣٣﴾

31-33. İnsanları sarsmasın diye yeryüzüne sâbit dağlar koyduk ve orada geniş yollar açtık. Tâ ki, onlar maksatlarına erişebilsinler.* Semâyı da korunmuş bir tavan yaptık. Halbuki kâfirler, bundaki (Allah’ın varlığını gösteren) delilleri tefekkürden yüz çevirirler.* Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur. Her biri belli bir yörüngede yüzmektedir.

İzah: Bu âyetlerde, dünyânın yaratılma safhasından bahsetmektedir. Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Semâyı da korunmuş bir tavan yaptık″ diye buyrulmaktadır. Bu ifâdeden maksat da dünyâyı çepeçevre saran ve içinde çeşitli gazların bulunduğu atmosfer tabakasıdır. Bu atmosfer tabakası, güneşten gelen zararlı ışınları süzer.Dünyâmızın aşırı ısınmasını ve soğumasını engeller. Ayrıca uzaydan düşen gök taşlarını parçalayarak, dünyâdaki hayata zarar vermemesi için Allah’u Teâlâ’nın yapmış olduğu ve gözle görülmeyen bir koruyucu kalkan görevi görür. Bu da Allah’ın kudretinin delillerindendir.

Kur’ân’da anlatılan birçok mûcizeden biri de budur. Çünkü Kur’ân’ın indiği dönemde, insanların, dünyânın şeklini, dönmesini, ay ve güneşin evrelerini ve atmosferdeki bu muhteşem hâdiseyi bilmelerine imkân yoktu.


﴿ وَمَا جَعَلْنَا لِبَشَرٍ مِنْ قَبْلِكَ الْخُلْدَۜ اَفَا۬ئِنْ مِتَّ فَهُمُ الْخَالِدُونَ ﴿٣٤﴾ كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةًۜ وَاِلَيْنَا تُرْجَعُونَ ﴿٣٥﴾

34-35. Ey Resûlüm! Senden evvel de hiçbir beşeri ebedî kılmadık. Sen ölürsen, sanki onlar bâki mi kalacaklar?* Her nefis, ölümü tatacaktır. Biz sizi, hayır ve şer ile imtihan ederiz. Ve Bize döndürüleceksiniz.

İzah: Sûre-i Enbiyâ, Âyet 34 ile ilgili olarak Hz. Âişe annemizden şu hâdise anlatılmıştır:

- Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem vefât ettiği zaman, Hz. Ebû Bekir yanına girip alnından öptü ve ″Ah Peygamberim! Ah dostum! Ah arkadaşım!″ demeye başladı. Sonrasında: ″Ey Resûlüm! Senden evvel de hiçbir beşeri ebedî kılmadık. Sen ölürsen, sanki onlar bâki mi kalacaklar″[1] ile ″Ey Resûlüm! Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da elbette ölecekler″[2] diye geçen âyetleri okudu.[3]

Âyet-i Kerîme’de: ″Biz sizi, hayır ve şer ile imtihan ederiz″ diye buyrulmaktadır: Yani, Biz onları sıkıntı, hastalık, fakirlik gibi kötülüklerle ve bolluk, sıhhat, zen­ginlik gibi iyiliklerle imtihan ederiz, demektir.


[1] Sûre-i Enbiyâ, Âyet 34.

[2] Sûre-i Zümer, Âyet 30.

[3] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 10, s. 301.


﴿ وَاِذَا رَاٰكَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ يَتَّخِذُونَكَ اِلَّا هُزُوًاۜ اَهٰذَا الَّذ۪ي يَذْكُرُ اٰلِهَتَكُمْۚ وَهُمْ بِذِكْرِ الرَّحْمٰنِ هُمْ كَافِرُونَ ﴿٣٦﴾

36. Ey Habîbim! Kâfirler seni gördükleri zaman, seni alaya almaktan başka bir şey yapmazlar. Birbirlerine: ″İlahlarınıza hakaret eden bu mudur?″ derler. Halbuki onlar, Rahmân zikredilince onu inkâr edenlerdir.


﴿ خُلِقَ الْاِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍۜ سَاُر۪يكُمْ اٰيَات۪ي فَلَا تَسْتَعْجِلُونِ ﴿٣٧﴾ وَيَقُولُونَ مَتٰى هٰذَا الْوَعْدُ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿٣٨﴾ لَوْ يَعْلَمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ح۪ينَ لَا يَكُفُّونَ عَنْ وُجُوهِهِمُ النَّارَ وَلَا عَنْ ظُهُورِهِمْ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ ﴿٣٩﴾ بَلْ تَأْت۪يهِمْ بَغْتَةً فَتَبْهَتُهُمْ فَلَا يَسْتَط۪يعُونَ رَدَّهَا وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ ﴿٤٠﴾

37-40. İnsan, gâyet aceleci yaratılmıştır. Yakında size (azâba dair) alâmetlerimi göstereceğim. Şimdi acele etmeyin.* Onlar: ″Sözünüzde doğru iseniz, bu vaad ne zamandır?″ derler.* O kâfirler, yüzlerinden ve sırtlarından saran ateşi savamayacakları ve yardım da göremeyecekleri o zamanı keşke bilselerdi!* Bilakis azap onlara ansızın gelir de kendilerini şaşkına çevirir. Artık o azâbı, ne geri çevirmeye güçleri yetecek, ne de kendilerine mühlet verilecektir.


﴿ وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِنْ قَبْلِكَ فَحَاقَ بِالَّذ۪ينَ سَخِرُوا مِنْهُمْ مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ۟ ﴿٤١﴾

41. Ey Resûlüm! Yemin olsun ki, senden önceki Peygamberler de alaya alındılar. Ama onlarla alay edenleri, o alay ettikleri azap yakalayıp kuşatıverdi.


﴿ قُلْ مَنْ يَكْلَؤُ۬كُمْ بِالَّيْلِ وَالنَّهَارِ مِنَ الرَّحْمٰنِۜ بَلْ هُمْ عَنْ ذِكْرِ رَبِّهِمْ مُعْرِضُونَ ﴿٤٢﴾ اَمْ لَهُمْ اٰلِهَةٌ تَمْنَعُهُمْ مِنْ دُونِنَاۜ لَا يَسْتَط۪يعُونَ نَصْرَ اَنْفُسِهِمْ وَلَا هُمْ مِنَّا يُصْحَبُونَ ﴿٤٣﴾ بَلْ مَتَّعْنَا هٰٓؤُ۬لَٓاءِ وَاٰبَٓاءَهُمْ حَتّٰى طَالَ عَلَيْهِمُ الْعُمُرُۜ اَفَلَا يَرَوْنَ اَنَّا نَاْتِي الْاَرْضَ نَنْقُصُهَا مِنْ اَطْرَافِهَاۜ اَفَهُمُ الْغَالِبُونَ ﴿٤٤﴾

42-44. Ey Resûlüm! De ki: ″Rahmân’ın azâbından gece gündüz sizi kim muhafaza edebilir?″ Fakat onlar, Rablerinin zikrinden yüz çevirirler.* Yoksa Bizden başka, azâbımızı onlardan menedecek ilahlar mı vardır? Onların ilah edindikleri şeyler, ne kendilerine yardıma güç yetirebilirler, ne de bizim tarafımızdan yardım görürler.* Bilakis Biz, onlara ve babalarına (istidrâcen) nîmetler verdik. Hattâ ömürleri uzadı. O kâfirler, görmüyorlar mı ki, Biz yurtlarına varıp o yurdu etrafından (Müslümanların zaferiyle) eksiltiyoruz. O halde gâlip olanlar onlar mı?

İzah: Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerde geçen ″Zikir″ kelimesi, kullanıldığı yere göre farklı mânâlar içerir. Zikir, lügatta bir şeyi söylemek, yâd etmek, hatırlamak gibi anlamlara gelir. Kavram olarak ise, kullanıldığı yere göre; Zikrullah, Namaz, Kur’ân, nasihat ve öğüt gibi anlamlara gelir. Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Fakat onlar, Rablerinin zikrinden yüz çevirirler″ diye buyrulmaktadır. Buradaki maksat da müşriklerin, Allah’u Teâlâ’nın birliğini ve Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Peygamberliğini kabul etmeyerek Kur’ân’dan yüz çevirmeleridir. Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 152 ve izahına bakınız.


﴿ قُلْ اِنَّمَٓا اُنْذِرُكُمْ بِالْوَحْيِۘ وَلَا يَسْمَعُ الصُّمُّ الدُّعَٓاءَ اِذَا مَا يُنْذَرُونَ ﴿٤٥﴾ وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَيْلَنَٓا اِنَّا كُنَّا ظَالِم۪ينَ ﴿٤٦﴾

45-46. Ey Resûlüm! De ki: ″Ben sizi ancak vahiy ile uyarıyorum. Fakat sağır olanlar, uyarıldıkları vakit dâveti işitmezler.″* Yemin olsun ki, onlara Rabbinin azâbından az bir şey isâbet etse, ″Eyvah bize! Şüphesiz ki, biz zâlimler idik″ derler.


﴿ وَنَضَعُ الْمَوَاز۪ينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْـًٔاۜ وَاِنْ كَانَ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ اَتَيْنَا بِهَاۜ وَكَفٰى بِنَا حَاسِب۪ينَ ﴿٤٧﴾

47. Mahşer gününde adâlet terazileri koyarız. Hiç kimseye zerre kadar haksızlık edilmez. Amel, bir hardal tanesi ağırlığında olsa bile, onu da hazır eder ve tartarız. Hesap gören olarak Biz yeteriz.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak nakledilen Hadis-i Şerif’te, Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle anlatmaktadır:

أَنَّ رَجُلًا قَعَدَ بَيْنَ يَدَيْ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنَّ لِي مَمْلُوكِينَ يُكَذِّبُونَنِي وَيَخُونُونَنِي وَيَعْصُونَنِي وَأَشْتُمُهُمْ وَأَضْرِبُهُمْ فَكَيْفَ أَنَا مِنْهُمْ قَالَ يُحْسَبُ مَا خَانُوكَ وَعَصَوْكَ وَكَذَّبُوكَ وَعِقَابُكَ إِيَّاهُمْ فَإِنْ كَانَ عِقَابُكَ إِيَّاهُمْ بِقَدْرِ ذُنُوبِهِمْ كَانَ كَفَافًا لَا لَكَ وَلَا عَلَيْكَ وَإِنْ كَانَ عِقَابُكَ إِيَّاهُمْ دُونَ ذُنُوبِهِمْ كَانَ فَضْلًا لَكَ وَإِنْ كَانَ عِقَابُكَ إِيَّاهُمْ فَوْقَ ذُنُوبِهِمْ اقْتُصَّ لَهُمْ مِنْكَ الْفَضْلُ قَالَ فَتَنَحَّى الرَّجُلُ فَجَعَلَ يَبْكِي وَيَهْتِفُ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَمَا تَقْرَأُ كِتَابَ اللّٰهِ {وَنَضَعُ الْمَوَازِينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيَامَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَإِنْ كَانَ مِثْقَالَ} الْآيَةَ فَقَالَ الرَّجُلُ وَاللّٰهِ يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَا أَجِدُ لِي وَلِهَؤُلَاءِ شَيْئًا خَيْرًا مِنْ مُفَارَقَتِهِمْ أُشْهِدُكُمْ أَنَّهُمْ أَحْرَارٌ كُلُّهُمْ (ت عن عائشة)

Adamın biri Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna oturdu ve ″Yâ Resûlallah! Benim kölelerim var, bana yalan söylüyorlar, hıyanetlik edip emirlerime karşı geliyorlar. Ben de onlara sövüyor ve dayak atıyorum. Bunlar yüzünden benim hâlim ne olacaktır?″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Sana ne kadar hıyânet ettikleri, emirlerine ne kadar karşı geldikleri ve sana ne kadar yalan söyledikleri ile senin onlara verdiğin cezâ hesap edilecektir. Şâyet senin onlara verdiğin cezâ, onların suçları kadar ise, başa baş gelecektir. Ne alacağın ne de vereceğin vardır. Eğer onlara verdiğin cezâ suçlarının altında ise, senin için üstünlük olacaktır. Eğer onlara verdiğin cezâ suçlarının üstünde ise, fazlası onlar için senden kısas olarak alınacaktır.″ Bunun üzerine adam bir kenara çekilerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona şöyle buyurdu:

- Allah’ın kitabını okumuyor musun? ″Mahşer gününde adâlet terazileri koyarız. Hiç kimseye zerre kadar haksızlık edilmez. Amel, bir hardal tânesi ağırlığında olsa bile, onu da hazır eder ve tartarız. Hesap gören olarak Biz yeteriz″[1] diye geçiyor. Bunun üzerine adam dedi ki: ″Vallâhi! Yâ Resûlallah! Benim için de onlar için de, kendilerinden ayrılmaktan daha hayırlı bir şey göremiyorum. Şâhit olun ki, onların hepsini azat ettim.″[2]


[1] Sûre-i Enbiyâ, Âyet 47.

[2] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 22.


﴿ وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسٰى وَهٰرُونَ الْفُرْقَانَ وَضِيَٓاءً وَذِكْرًا لِلْمُتَّق۪ينَۙ ﴿٤٨﴾ اَلَّذ۪ينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ بِالْغَيْبِ وَهُمْ مِنَ السَّاعَةِ مُشْفِقُونَ ﴿٤٩﴾

48-49. Yemin olsun ki Biz, Mûsâ’ya ve Hârun’a, hakkı bâtıldan ayıran, takvâ sahipleri için bir nûr ve öğüt olan Tevrat’ı verdik.* O takvâ sahipleri ki, görmedikleri halde Rablerinden çok korkarlar ve kıyâmet gününden titrerler.

İzah: Dünyâ hayatında Allah’tan korkanlarla ilgili Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

قَالَ اللّٰهُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى: وَعِزَّتِي لَا أَجْمَعُ عَلَى عَبْدِي خَوْفَيْنِ وَلَا أَجْمَعُ لَهُ أَمْنَيْنَ؛ فَمَنْ خَافَنِي فِي الدُّنْيَا أَمَّنْتُهُ فِي الْآخِرَةِ.(الحكيم الترمذي في نوادر الأصول عن الحسن)

Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″İzzetime yemin olsun ki, kuluma iki korkuyu yaşatmam. Aynı şekilde iki güveni de yaşatmam. Bunun için dünyâda iken Benden korkan kişiyi, âhirette güven içinde kılarım.″[1]


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 10, s. 310.


﴿ وَهٰذَا ذِكْرٌ مُبَارَكٌ اَنْزَلْنَاهُۜ اَفَاَنْتُمْ لَهُ مُنْكِرُونَ۟ ﴿٥٠﴾

50. İşte bu Kur’ân da, mübârek bir kitaptır. Onu Biz indirdik. Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz?


﴿ وَلَقَدْ اٰتَيْنَٓا اِبْرٰه۪يمَ رُشْدَهُ مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا بِه۪ عَالِم۪ينَۚ ﴿٥١﴾ اِذْ قَالَ لِاَب۪يهِ وَقَوْمِه۪ مَا هٰذِهِ التَّمَاث۪يلُ الَّت۪ٓي اَنْتُمْ لَهَا عَاكِفُونَ ﴿٥٢﴾ قَالُوا وَجَدْنَٓا اٰبَٓاءَنَا لَهَا عَابِد۪ينَ ﴿٥٣﴾ قَالَ لَقَدْ كُنْتُمْ اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٥٤﴾

51-54. Yemin olsun ki Biz, evvelce İbrâhim’e de rüşd ve hidâyet verdik. Verdiğimiz şeylerin ehli olduğunu biliyorduk.* Ey Resûlüm! İbrâhim’in, babasına (Âzer’e) ve kavmine: ″Sizin ibâdet ettiğiniz bu putlar nedir?″ dediği vakti zikret.* Onlar: ″Biz babalarımızı bunlara ibâdet eder gördük″ dediler.* İbrâhim de onlara: ″Yemin olsun ki, siz de babalarınız da apaçık dalâlet içindesiniz″ dedi.

İzah: Âzer hakkında geniş bilgi için Sûre-i En’âm, Âyet 74 ve izahına bakınız.


﴿ قَالُٓوا اَجِئْتَنَا بِالْحَقِّ اَمْ اَنْتَ مِنَ اللَّاعِب۪ينَ ﴿٥٥﴾ قَالَ بَلْ رَبُّكُمْ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ الَّذ۪ي فَطَرَهُنَّۘ وَاَنَا۬ عَلٰى ذٰلِكُمْ مِنَ الشَّاهِد۪ينَ ﴿٥٦﴾ وَتَاللّٰهِ لَاَك۪يدَنَّ اَصْنَامَكُمْ بَعْدَ اَنْ تُوَلُّوا مُدْبِر۪ينَ ﴿٥٧﴾ فَجَعَلَهُمْ جُذَاذًا اِلَّا كَب۪يرًا لَهُمْ لَعَلَّهُمْ اِلَيْهِ يَرْجِعُونَ ﴿٥٨﴾

55-58. Onlar: ″Bize bir hak ve hakikatle mi geldin, yoksa bizimle oynuyor musun?″ dediler.* İbrâhim şöyle dedi: ″Hayır, sizin Rabbiniz, göklerin ve yerin Rabbidir ki, onları yaratmıştır ve ben de buna şâhitlik edenlerdenim.* Tallâhi! Siz dönüp gittikten sonra putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım.″* Nihâyet İbrâhim, bütün putları paramçarça etti. Ancak içlerinden büyüğünü sağlam bıraktı, belki ona müracaat ederler diye.


﴿ قَالُوا مَنْ فَعَلَ هٰذَا بِاٰلِهَتِنَٓا اِنَّهُ لَمِنَ الظَّالِم۪ينَ ﴿٥٩﴾ قَالُوا سَمِعْنَا فَتًى يَذْكُرُهُمْ يُقَالُ لَهُٓ اِبْرٰه۪يمُۜ ﴿٦٠﴾ قَالُوا فَأْتُوا بِه۪ عَلٰٓى اَعْيُنِ النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَشْهَدُونَ ﴿٦١﴾ قَالُٓوا ءَاَنْتَ فَعَلْتَ هٰذَا بِاٰلِهَتِنَا يَٓا اِبْرٰه۪يمُۜ ﴿٦٢﴾ قَالَ بَلْ فَعَلَهُۗ كَب۪يرُهُمْ هٰذَا فَسْـَٔلُوهُمْ اِنْ كَانُوا يَنْطِقُونَ ﴿٦٣﴾

59-63. Kavmi döndükten sonra: ″İlahlarımızı kim kırdı? Onu yapan muhakkak zâlimdir″ dediler.* Onlardan bir kısmı: ″İbrâhim isminde bir gencin onlara hakaret ettiğini işittik″ dediler.* Bir kısmı da: ″O halde haydi, onu insanların gözünün önüne getirin ki, hakkında şâhitlik etsinler″ dediler.* (Getirdiler ve ona): ″Ey İbrâhim! İlahlarımıza bu işi sen mi yaptın?″ dediler.* İbrâhim: ″Bilakis bu işi yapan onların büyüğüdür. Eğer söz söylemeye kâdir iseler, onlardan sorun″ dedi.

İzah: İbrâhim Aleyhisselâm bir gün herkesin sahraya çıktığını gördü. O gün onların bayram günleri idi. Putların yanındaki nöbetçi de o an için orada yoktu. İbrâhim Aleyhisselâm eline bir balta alarak içlerinden büyük olan hâriç diğer putların tamamının kafalarını kırıp parçaladı. Elindeki baltayı da o sağlam bıraktığı büyük putun boynuna astı. Putların kırıldığını görenler, şaşkınlık içinde bağırdı. Bunun üzerine bütün halk orada toplandı. İbrâhim Aleyhisselâm’ın putlara karşı olduğunu bildikleri için, putlara bu işi yapanın o olduğunu düşünerek onu çağırdılar ve ″Putları kıran sen misin?″ dediler. İbrâhim Aleyhisselâm da: ″Ben yapmadım, siz bu işi kimin yaptığını boynunda balta asılı olan puta sorun, bu işi yapsa yapsa o yapmıştır″ dedi. Bunun üzerine onlar, cevap veremeyerek âciz kaldılar ve ″Sen bunların konuşamayacağını bilmiyor musun?″ dediler. İbrâhim Aleyhisselâm da: ″Konuşmaktan âciz olan ve kendi ellenizle yaptığınız putlara mı tapıyorsunuz? Bunları bırakın bir tek olan Benim Rabbime Îman edin″ dedi. Bu olay karşısında âciz kalan Nemrut ve adamları, İbrâhim Aleyhisselâm’ı cezâlandırmaya karar verdiler; onu bir kuyuya attılar ve üzerinide saman doldurarak yaktılar. Cebrâil Aleyhisselâm, İbrâhim Aleyhisselâm’ı o kuyudan çıkardı. İbrâhim Aleyhisselâm Nemrud ile mücâdele etmeye yine devam etti. Nemrut, bunun üzerine adamlarına, onun böyle ufak bir ateşle ölmeyeceğini söyleyerek şehrin dışına çok büyük bir ateş yakmalarını emretti. Onlar da dört ay boyunca o meydana odun çekerek büyük bir ateş yaktılar ve mancılıkla İbrâhim Aleyhisselâm’ı o ateşe attılar.

Âyette geçtiği üzere İbrâhim Aleyhisselâm’ın yalan söylemesi ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَمْ يَكْذِبْ إِبْرَاهِيمُ عَلَيْهِ السَّلَام فِي شَيْءٍ قَطُّ إِلَّا فِي ثَلَاثٍ قَوْلِهِ {إِنِّي سَقِيمٌ} وَلَمْ يَكُنْ سَقِيمًا وَقَوْلُهُ لِسَارَّةَ أُخْتِي وَقَوْلِهِ {بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا} (ت عن ابى هريرة)

İbrâhim Aleyhisselâm, üç şey hâriç hiçbir şey hakkında yalan söylememiştir. Bunlar: Hasta olmadığı halde, ″Şüphesiz ben hastayım″[1] sözü, eşi Sâra için, ″Hemşiremdir (kız kardeşimdir)″ demesi ve ″Bilakis bu işi yapan onların büyüğüdür″[2] demesidir.″[3]

Sûre-i Enbiyâ, Âyet 69’un izahında İbrâhim Aleyhisselâm’ın ateşe atılması İbrâhim Aleyhisselâm’ın, zevcesi Hz. Sâra’ya, ″Hemşirem″ diye söylemesinin nedeni geniş olarak anlatılmaktadır.


[1] Sûre-i Saffat, Âyet 89.

[2] Sûre-i Enbiyâ, Âyet 63.

[3] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 22; Ayrıca bakınız: Sahih-i Müslim, Fedâil 41 (154 Sünen-i Ebû Dâvud, Talak 16.


﴿ فَرَجَعُٓوا اِلٰٓى اَنْفُسِهِمْ فَقَالُٓوا اِنَّكُمْ اَنْتُمُ الظَّالِمُونَۙ ﴿٦٤﴾

64. Onlar, düşündüler ve bir kısmı diğerlerine: ″Asıl zâlim olanlar sizsiniz siz″ dediler.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Asıl zâlim olanlar sizsiniz siz″ diye geçen ifadeden maksat, zâlim olan, İbrâhim değil, söz söylemeye ve bir zarar ve menfaate kâdir olmayan şeylere ibâdet eden sizlersiniz, demektir.


﴿ ثُمَّ نُكِسُوا عَلٰى رُؤُ۫سِهِمْۚ لَقَدْ عَلِمْتَ مَا هٰٓؤُ۬لَٓاءِ يَنْطِقُونَ ﴿٦٥﴾ قَالَ اَفَتَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَنْفَعُكُمْ شَيْـًٔا وَلَا يَضُرُّكُمْۜ ﴿٦٦﴾اُفٍّ لَكُمْ وَلِمَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿٦٧﴾

65-67. Sonra yine eski inanç ve tartışmalarına döndüler ve yemin ederek, ″Ey İbrâhim! Onların söz söylemeye muktedir olmadıklarını sen de bilirsin!″ dediler.* İbrâhim: ″Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibâdet ediyorsunuz?* Size ve Allah’tan başka ibâdet ettiğiniz şeylere yuh olsun! Hâlâ aklınızı kullanmıyacak mısınız?″ dedi.


﴿ قَالُوا حَرِّقُوهُ وَانْصُرُٓوا اٰلِهَتَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ فَاعِل۪ينَ ﴿٦٨﴾ قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ ﴿٦٩﴾

68-69. Kavmi: ″Eğer bir şey yapacaksanız, onu yakın da ilahlarınıza yar­dım edin″ dediler.* Biz de, ″Ey ateş! İbrâhim için soğuk ve selâmet ol″ dedik.

İzah: Rivâyete göre; İbrâhim Aleyhisselâm mancınıkla ateşe atılacaktı. İbrâhim Aleyhisselâm’ı mancınığın içine koydular. Atmak için ne kadar uğraştılarsa atamadılar. Çünkü Cebrâil Aleyhisselâm, mancınığın İbrâhim Aleyhisselâm’dan olan tarafına çöküyordu. Bu yüzden onu atamıyorlardı. İblis, orada seyredenlerle beraber seyrediyordu. İblis, Cebrâil Aleyhisselâm’ı gördüğü için kâfirlerin mancınıkla İbrâhim Aleyhisselâm‘ı hiçbir şekilde fırlatamayacaklarını anladı. İbrâhim Aleyhisselâm’ın, ateşe atılması için kesinlikle Cebrâil Aleyhisselâm’ın oradan gitmesi lâzımdı. İblis, ihtiyar sûretinde gelip çok bilgin ve tecrübeli olduğunu söyleyerek, ″Bunu atabilmenin bir tek çaresi var″ dedi. Nemrud, şaşkın vaziyette idi. Çünkü ne kadar uğraştılarsa da atamıyorlardı. En son İblis‘in dediğini yapmak mecburiyetinde kaldılar. İblis‘in dediği ise en son çareydi. Hiç kimsenin yapamayacağı bir şeydi. İblis: ″Sizin onu atabilmeniz için bu mancınık direğinin dibinde, açıkta alenen bir kızla bir oğlanın zinâ etmesi lâzım. Ancak o zaman atabilirsiniz″ dedi. Çünkü zinâ edilen yerde melâikenin duramayacağını İblis çok iyi biliyordu. Bu zinâ işini hiç kimse yapmak istemedi. Nemrud bunu yapacaklara çok büyük bahşiş vereceğini söyledi. Bunun üzerine iki kişi çıktı. Bunlar: ″Biz bu bahşişi almak için yaparız″ dediler. İkisi, bacı kardeşti. Onlar alenen zinâ yapınca, Cebrâil Aleyhisselâm duramadı, kaçtı. İbrâhim Aleyhisselâm’ı ondan sonra attılar. İbrâhim Aleyhisselâm mancınıkla atılıp havada giderken Cebrâil Aleyhisselâm geldi: ″Yâ İbrâhim! Seni kurtarayım mı?″ dedi. İbrâhim Aleyhisselâm: ″Rabbim bilir, kurtar derse kurtar″ dedi. Bunun üzerine Cebrâil Aleyhisselâm: ″Yâ Rabbi! Kurtarayım mı?″ dedi. Allah’u Teâlâ da: ″İbrâhim‘e sor, kurtar derse kurtar″ dedi. Cebrâil Aleyhisselâm tekrar İbrâhim Aleyhisselâm’a: ″Allah’u Teâlâ; İbrâhim kurtar derse kurtar, diyor sen ne diyorsun?″ dedi. İbrâhim Aleyhisselâm tekrar: ″Rabbim bilir″ dedi. Bir rivâyete göre üç sefer, bir rivâyete göre yedi sefer Cebrâil Aleyhisselâm, kurtarmak için ısrar etti. İbrâhim Aleyhisselâm her defasında: ″Rabbim bilir″ dedi.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

آخِرُ مَا تَكَلَّمَ بِهِ إِبْرَاهِيمُ حِينَ أُلْقِيَ فِي النَّارِ حَسْبِيَ اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ (خط كر عن ابى مسعود)

İbrâhim ateşe atıldığı zaman, en son sözü şu olmuştur: ″Hasbiyallâhu ve ni’mel vekîl (Bana Allah yeter, o ne güzel vekildir).[1]

Bunun üzerine Allah’u Teâlâ: ″Ey ateş! İbrâhim için soğuk ve selâmet ol″[2] diye buyurdu. Eğer Allah’u Teâlâ ″Soğuk ol″ dese, ″Selâmet ol″ demese idi, İbrâhim Aleyhisselâm donarak ölürdü. ″Selâmet ol″ deyince İbrâhim Aleyhisselâm’ın düştüğü alanı gül bahçesine döndürdü. Nitekim bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

- Eğer Allah’u Teâlâ: ″Ey ateş! İbrâhim için soğuk ol″ dedikten sonra ″Selâmet ol″ ifadesini ilave etmemiş olsaydı, Hz. İb­râhim soğuktan donardı.[3]

Bu olay üzerine Nemrud’un veya baş vezirinin kızı olan Sâra vâlidemiz İbrâhim Aleyhisselâm’a: ″Yâ İbrâhim! Ben sana îman ettim″ diye çağırdı. İbrâhim Aleyhisselâm da: ″Eğer bana îman ettiysen, bulunduğun yerden aşağı atla ve korkma″ dedi. Ateş o kadar geniş bir alana yayılmıştı ki, sarayın dibine kadar ateşin közleri gelmişti. Sâra vâlidemiz, surlardan o ateşin üzerine doğru atladı. Ateş onu da yakmadı ve ateşin içinde yürüyerek, İbrâhim Aleyhisselâm’ın olduğu yere gitti. Böylece Sâra vâlidemiz, o muazzam şöhret, servet ve saltanatın hepsini terk edip, kendi canından vazgeçerek İbrâhim Aleyhisselâm’ın sözü üzerine, sarayın surlarından ateşin içine atlamıştır. Sâliha olan kadınlar hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ فُجُورَ الْمَرْأَةِ الْفَاجِرَةِ كَفُجُورِ أَلْفِ فَاجِرٍ وَإِنَّ بِرَّ الْمَرْأَةِ الْمُؤْمِنَةِ كَعَمَلِ سَبْعِينَ صَدِّيقًا (حل عن ابن عمر)

″Kötü bir kadın, Allah yanında bin kötü erkekten daha kötüdür. Sâlih olan iyi bir kadın, Allah yanında onun ameli, yetmiş tane sıddîkin ameline bedeldir.″[4]

İbrâhim Aleyhisselâm, eşi Sâra vâlidemiz ile birlikte Filistine doğru giderlerken başlarına gelen bir hâdise, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından şöyle anlatılmaktadır:

لَمْ يَكْذِبْ إِبْرَاهِيمُ النَّبِيُّ عَلَيْهِ السَّلَام قَطُّ إِلَّا ثَلَاثَ كَذَبَاتٍ ثِنْتَيْنِ فِي ذَاتِ اللّٰهِ قَوْلُهُ {إِنِّي سَقِيمٌ} وَقَوْلُهُ {بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا} وَوَاحِدَةٌ فِي شَأْنِ سَارَةَ فَإِنَّهُ قَدِمَ أَرْضَ جَبَّارٍ وَمَعَهُ سَارَةُ وَكَانَتْ أَحْسَنَ النَّاسِ فَقَالَ لَهَا إِنَّ هَذَا الْجَبَّارَ إِنْ يَعْلَمْ أَنَّكِ امْرَأَتِي يَغْلِبْنِي عَلَيْكِ فَإِنْ سَأَلَكِ فَأَخْبِرِيهِ أَنَّكِ أُخْتِي فَإِنَّكِ أُخْتِي فِي الْإِسْلَامِ فَإِنِّي لَا أَعْلَمُ فِي الْأَرْضِ مُسْلِمًا غَيْرِي وَغَيْرَكِ ... (م عن ابى هريرة)

İbrâhim Aleyhisselâm şu üçü müstesnâ aslâ yalan söylememiştir. Bu yalanlardan ikisi Allah içindi. Bunlardan birisi putperestlere: ″Şüphesiz ben hastayım″[5] demesidir. Diğeri, ″Bilakis bu işi yapan onların büyüğüdür″[6] demesidir. Biri de zevcesi Sâra hakkında söylediği sözdür. Şöyle ki:

İbrâhim Aleyhisselâm beraberinde Sâra olduğu halde, cebbâr bir hükümdarın arazisine geldi. Sâra ise insanların en güzeli idi. İbrâhim Aleyhisselâm Sâra’ya: ″Şu cebbâr hükümdar senin, benim zevcem olduğunu bilirse, senin üzerinde beni mağlup eder (seni almak için beni öldürür). Eğer senden sual ederse, benim kız kardeşim olduğunu haber ver. Sen, İslâm’da benim kız kardeşimsin. Çünkü ben, biliyorum ki bu yerde (bizim îman ettiğimiz esaslara) benden ve senden başka îman eden hiçbir Müslüman kişi yoktur″ dedi. Nihâyet İbrâhim Aleyhisselâm o zâlim hükümdarın arazisine girdiğinde, onun adamlarından biri Sâra’yı gördü. Bu adam zâlim hükümdara: ″Senin arazine, senden başka hiçbir kimseye lâyık olmayacak bir kadın geldi″ dedi.

Zâlim hükümdar, Sâra’nın getirilmesi için adam gönderdi. Akabinde de Sâra getirildi. Bunun üzerine İbrâhim Aleyhisselâm kalkıp namaza durdu. Sâra, zâlim hükümdarın yanına girince, zâlim hükümdar elini ona uzatmaktan kendine hâkim ve sahip olamadı. Eli şiddetli bir tutuluşla tutuldu. Bunun üzerine Sâra’ya: ″Sen, Allah’tan elimi salıvermesi için duâ et, ben de sana hiçbir zarar yapmayacağım″ dedi. Sâra, onun dediği duâyı yaptı ve onun eli açıldı. O zâlim hükümdar tekrar saldırmak istedi. Bu sefer eli birinci defasından daha şiddetli bir şekilde tutuldu. Zâlim hükümdar Sâra’ya yine ilk defadaki sözlerine benzer sözler söyledi. Sâra, yine duâ etti. Eli açılınca tekrar saldırmak istedi. Bu sefer zâlimin eli ilk iki tutuluştan daha şiddetli bir şekilde tutuldu. Zâlim hükümdar, Sâra’ya dedi ki: ″Sen, Allah’tan elimi salıvermesi için duâ et. Sana bir zarar yapmayacağıma Allah şâhit olsun diye yemin etti. Sâra tekrar duâ etti ve onun eli salıverildi. Bu defa Sâra’yı getirmiş olan kimseyi çağırıp, ″Sen bana insan değil, bir şeytan getirmişsin. Bu kadını benim arazimden dışarı çıkar ve kendisine Hacer’i ver″ dedi. Müteakiben Sâra yürüyerek İbrâhim Aleyhisselâm’ın yanına döndü. İbrâhim Aleyhisselâm onu görünce ondan tarafa gitti ve kendine: ″Hâlin nasıldır, ne haber?″ diye sordu. Sâra: ″Hayırdır, Allah’u Teâlâ, fâcirin elini benden men etti ve bana bir hizmetçi hediye eyledi″ dedi.[7]

İbrâhim Aleyhisselâm, hem Müslüman olduğunu, hem de Sâra’nın kendi ailesi olduğunu saklıyordu. Müslümanım dese de, o zâlim hükümdar öldürtecek; Sâra benim karım dese de öldürtecekti. Onun için, ″Benim, kız kardeşimdir″ dedi. Âdem Aleyhisselâm’dan kardeş olduğunu, bir de din kardeşi olduğunu kalbinden hatırladı. Lisânı ile de ″Kız kardeşim″ dedi.

Bu Hadis-i Şerif’te anlatılan hâdise, Sâra vâlidemizin büyük bir kerâmetidir. O hükümdarın, Sâra vâlidemiz için verdiği câriye ise, Hacer vâlidemizdir. Sâra vâlidemizin çocuğu olmadığından,[8] İbrâhim Aleyhis-selâm’ın neslinin devam etmesi için Sâra vâlidemiz, İbrâhim Aleyhis-selâm’ın Hacer vâlidemizle evlenmesini istemiş ve böylece İbrâhim Aleyhisselâm Hacer vâlidemizle evlenmiş ve bu evlilikten İsmâil Aleyhis-selâm dünyâya gelmiştir. Sâra vâlidemiz Hacer vâlidemizin bu hâlini kıskanmıştı. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ, İbrâhim Aleyhisselâm’a Hacer vâlidemizi şuan ki Kâbe’nin bulunduğu yere, hiçbir yerleşim yokken götürüp bırakmasını emretti.

Hacer vâlidemizle ilgili daha geniş bilgi için ise, Sûre-i Bakara, Âyet 158’in izahına bakınız.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 3/4.

[2] Sûre-i Enbiyâ, Âyet 69.

[3] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 18, s. 466.

[4] Râmûz’ul-Ehâdîs, s 124/6.

[5] Sûre-i Saffat, Âyet 89.

[6] Sûre-i Enbiyâ, Âyet 63.

[7] Sahih-i Müslim, Fedâil 41 (153).

[8] Sâra vâlidemizin doksan yaşına kadar çocuğu olmayıp, ondan sonra Cebrâil Aleyhisselâm’ın müjdelemesiyle İshâk Aleyhisselâm’ın olduğuna dair Sûre-i Hûd, Âyet 69-73’e bakınız.


﴿ وَاَرَادُوا بِه۪ كَيْدًا فَجَعَلْنَاهُمُ الْاَخْسَر۪ينَۚ ﴿٧٠﴾ وَنَجَّيْنَاهُ وَلُوطًا اِلَى الْاَرْضِ الَّت۪ي بَارَكْنَا ف۪يهَا لِلْعَالَم۪ينَ ﴿٧١﴾

70-71. Onlar, İbrâhim’e tuzak kurmak istediler. Biz de onları şiddetli hüsrâna uğrattık.* İbrâhim ve Lût’u kurtarıp, âlemler için mübârek kıldığımız yere gönderdik.

İzah: Allah’u Teâlâ’nın âlemler için mübârek kıldığı yer, Şam diyârında bulunan Kuds-i Şerif’in bulunduğu mevkiidir. Nitekim İbrâhim Aleyhisselâm ve Lût Aleyhisselâm o bölgelerde yaşamışlardır.

Kuds-i Şerif’in mübârek bir bölge olduğuna dair daha geniş bilgi için Sûre-i Tâhâ, Âyet 80’in izahına bakınız.


﴿ وَوَهَبْنَا لَهُٓ اِسْحٰقَۜ وَيَعْقُوبَ نَافِلَةًۜ وَكُلًّا جَعَلْنَا صَالِح۪ينَ ﴿٧٢﴾ وَجَعَلْنَاهُمْ اَئِمَّةً يَهْدُونَ بِاَمْرِنَا وَاَوْحَيْنَٓا اِلَيْهِمْ فِعْلَ الْخَيْرَاتِ وَاِقَامَ الصَّلٰوةِ وَا۪يتَٓاءَ الزَّكٰوةِۚ وَكَانُوا لَنَا عَابِد۪ينَۙ ﴿٧٣﴾

72-73. Ve İbrâhim’e, İshâk’ı ve fazla olarak da (İshâk’ın oğlu) Yâkub’u ihsan ettik ve onların hepsini sâlih kimseler kıldık.* Onları, emrimizle insanlara doğru yolu gösteren önderler kıldık ve onlara hayırlar işlemeyi, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar, ancak Bize ibâdet eden kimselerdi.


﴿ وَلُوطًا اٰتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْقَرْيَةِ الَّت۪ي كَانَتْ تَعْمَلُ الْخَبَٓائِثَۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمَ سَوْءٍ فَاسِق۪ينَۙ ﴿٧٤﴾ وَاَدْخَلْنَاهُ ف۪ي رَحْمَتِنَاۜ اِنَّهُ مِنَ الصَّالِح۪ينَ۟ ﴿٧٥﴾

74-75. Lût’a, Peygamberlik ve ilim verdik ve onu pis ve kötü olan şeylerle meşgul olan beldeden kurtardık. Çünkü onlar, fâsık olan kötü bir kavimdi.* Onu rahmetimize dâhil ettik. Şüphesiz ki o, sâlihlerdendi.

İzah: Lût Aleyhisselâm’ın kavmi olan Sadûm halkı, o zamana kadar kimsenin yapmadığı fuhşiyatı yapıyorlar, yani kadınları bırakıp erkeklere yanaşıyorlardı.

Lût kavminin yaptığı kötü fiil hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَإِذَا كَثُرَ اللُّوطِيَّةُ رَفَعَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ يَدَهُ عَنِ الْخَلْقِ فَلَا يُبَالِي فِي أَيِّ وَادٍ هَلَكُوا (طب عن جابر)

″Lûtîlik (Lût Aleyhisselâm‘ın kavminin yaptığı erkeklerle ilişki fuhşiyatı) çoğaldığında, Allah’u Teâlâ onların üzerinden rahmet elini kaldırır ve hangi vâdide helâk olduklarına bakmaz.″[1]

Bu âyetlerde özet olarak söylenen Lût Aleyhisselâm’ın kıssası için Sûre-i Hûd, Âyet 74-83, Sûre-i A’râf, Âyet 84 ve izahlarına bakınız.


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 1731; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 53/14.


﴿ وَنُوحًا اِذْ نَادٰى مِنْ قَبْلُ فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَنَجَّيْنَاهُ وَاَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظ۪يمِۚ ﴿٧٦﴾ وَنَصَرْنَاهُ مِنَ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمَ سَوْءٍ فَاَغْرَقْنَاهُمْ اَجْمَع۪ينَ ﴿٧٧﴾

76-77. Ey Resûlüm! Nûh’un evvelce (kavminin helâki için) nidâ ettiği vakti zikret. Biz de ona icâbet ettik. Onu ve ehlini büyük kederden kurtardık.* Ve onu, âyetlerimizi yalanlayan kavme gâlip getirdik. Şüphesiz onlar, kötü bir kavimdi. Bu sebeple onların hepsini tufanda gark ettik.

İzah: Nûh Aleyhisselâm, dokuz yüz elli sene tebliğden sonra kavminden ümidini kesince, helâk olmaları için bedduâ etmiş ve böylece hepsi tufanda helâk edilmiştir.

Nûh Aleyhisselâm’ın kavmine yaptığı bedduâ hakkında Allah’u Teâlâ Sûre-i Nûh, Âyet 26-28’de şöyle buyurmuştur:

Nûh dedi ki: ″Yâ Rabbi! Yeryüzünde hiçbir kâfir bırakma.* Şüphesiz ki, Sen onları bırakırsan, kullarını dalâlete düşürürler ve ancak fâcir, kâfir çocuklar doğururlar.* Yâ Rabbi! Beni, anne ve babamı, Mü’min olarak evime girenleri, bütün Mü’min erkekleri ve Mü’min kadınları bağışla. Zâlimlerin ise ancak helâkini artır.″

Nûh Aleyhisselâm’ın kavmiyle olan mücâdelesi ve en son meydana gelen Nûh Tufanı hakkında daha geniş bilgi için de Sûre-i Hûd, Âyet 36-49 ve izahlarına bakınız.


﴿ وَدَاوُ۫دَ وَسُلَيْمٰنَ اِذْ يَحْكُمَانِ فِي الْحَرْثِ اِذْ نَفَشَتْ ف۪يهِ غَنَمُ الْقَوْمِۚ وَكُنَّا لِحُكْمِهِمْ شَاهِد۪ينَۙ ﴿٧٨﴾ فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمٰنَۚ وَكُلًّا اٰتَيْنَا حُكْمًا وَعِلْمًاۘ وَسَخَّرْنَا مَعَ دَاوُ۫دَ الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ وَالطَّيْرَۜ وَكُنَّا فَاعِل۪ينَ ﴿٧٩﴾

78-79. Ey Resûlüm! Dâvud’u ve Süleyman’ı da zikret. Hani onlar, kavmin koyunları ekini yediği vakit, ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de onların hükümlerine şâhit idik.* Ve o hususta nasıl hüküm verileceğini Süleyman’a bildirdik. Her ikisine de Peygamberlik ve ilim verdik. Dağları ve kuşları, Dâvud ile beraber tesbih etmek üzere onun emrine verdik. İşte bunları yapan Biz idik.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak şu hâdise nakledilmiştir:

Bir gün, Dâvud Aleyhisselâm’ın huzuruna iki adam geldi. Birisinin bahçesine diğer birinin yüz koyunu girmişti. Bahçede her koyun kendi fiyatından daha fazla ziyanlık yapmıştı. Koyun sahibinin, koyunlarından başka hiç malı yoktu, bahçe sahibinin de bahçesinden başka hiç malı yoktu. Dâvud Aleyhisselâm ikisine de acıyordu. Nihâyet koyun sahibine:

- Sen koyunlarına bakmadın, onun bahçesinde yayıldı. Onun bahçesi gelip, senin koyunlarına yem olmadı. Onun için koyununun hepsi bahçe sahibinindir, diye koyunları bahçe sahibine verdi. İkisi de çıkıp giderken, Dâvud Aleyhisselâm’ın oğlu Süleyman Aleyhisselâm bunları gördü. Birisi gözleri yaşarmış ağlıyor; diğeri seviniyor, gülüyordu. Yedi yaşında olan Süleyman Aleyhisselâm bunlara sordu, onlarda olayı anlattılar. Bunun üzerine Süleyman Aleyhisselâm: ″Babam yanlış yapmış, bu mahkemede iki tarafı da sevindirmek lâzım″ dedi ve babasının yanına geldi. Mahkemeyi yanlış yaptığını, birisinin sevinip, diğerinin ağladığını söyledi. Babası adamları tekrar çağırıp, Süleyman Aleyhisselâm’ı hâkim yaptı.

Süleyman Aleyhisselâm ikisini de dinledi; ″Ben, ikinizi de sevindireceğim″ dedi. Bahçe sahibine: ″Bu yüz koyun senin yanında emânet kalsın. Koyunun yünü, kuzusu, sütü senin. Koyunun anası koyun sahibinin″ dedi. Koyun sahibine de: ″Bu bahçeyi al ek, verimli hâle getir, yüz koyununu teslim al, bahçesini teslim et″ dedi. Koyun sahibi çok sevindi; ″İki üç ay çalışır, bahçeyi eker, yetiştirir, koyunlarımı alırım″ dedi. Bahçe sahibi de: ″Ben, koyunların yününü, sütünü alırsam, bahçeme de kavuşursam, buna râzıyım″ dedi. İkisi de sevinip çıkıp gittiler. Süleyman Aleyhisselâm, babası Dâvud Aleyhisselâm’a: ″İşte iki tarafı da düşünmek ve sevindirmek lâzım″ dedi. Babası bu mahkemeye hayran kalmıştı.

Bu hâdisede olduğu gibi birçok içinden çıkılması zor olan meseleyi Süleyman Aleyhisselâm, en adâletli şekilde hükme bağlardı.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كَانَتْ امْرَأَتَانِ مَعَهُمَا ابْنَاهُمَا جَاءَ الذِّئْبُ فَذَهَبَ بِابْنِ إِحْدَاهُمَا فَقَالَتْ صَاحِبَتُهَا إِنَّمَا ذَهَبَ بِابْنِكِ وَقَالَتْ الْأُخْرَى إِنَّمَا ذَهَبَ بِابْنِكِ فَتَحَاكَمَتَا إِلَى دَاوُدَ فَقَضَى بِهِ لِلْكُبْرَى فَخَرَجَتَا عَلَى سُلَيْمَانَ بْنِ دَاوُدَ فَأَخْبَرَتَاهُ فَقَالَ ائْتُونِي بِالسِّكِّينِ أَشُقُّهُ بَيْنَهُمَا ... (خ عن ابى هريرة)

Vaktiyle iki kadın ve bu kadınların birer oğlan çocuğu vardı. Bunlar (yolda giderken) kurt gelerek bunlardan birisinin (büyük kadının) çocuğunu kapıp götürmüş. Bunun üzerine (çocuğunu kurt kapan büyük) kadın, diğer (küçük) kadına: ″Kurt senin çocuğunu götürdü″ der. Öbür kadında: ″Hayır, senin çocuğunu götürdü″ der. Nihâyet bu iki hasım, mahkemelerini Dâvud Aleyhisselâm‘a arz ederler. O da oradaki büyük kadına hükmeder. Kurdun kaptığı çocuk, küçük kadına ait olur. Bunlar mahkemeden çıkıp Dâvud‘un oğlu Süleyman‘a giderler. Ve babasının hükmünü ona bildirirler. O da: ″Haydi, bana bir bıçak getirin. Çocuğu iki kadın arasında paylaştırayım″ demiş. Bunun üzerine küçük kadın: ″Aman öyle yapma, Allah sana rahmet etsin!″ der. Bunun üzerine, ″Çocuk bu kadınındır″ diyerek, Süleyman Aleyhisselâm, çocuğun küçük kadına ait olduğuna hükmetmiştir.[1]

Bu hâdise de Süleyman Aleyhisselâm, bir annenin kendi çocuğunun bilerek öldürülmesine râzı olmayacağını bildiği için gerçek annesinin bu şekilde ortaya çıkacağını anlamıştı.

Yine bu Âyet-i Kerîme’de: ″Dağları ve kuşları, Dâvud ile beraber tesbih etmek üzere onun emrine verdik. İşte bunları yapan Biz idik″ diye buyrularak, Dâvud Aleyhisselâm’a birçok farklı özelliğin verildiği de beyan edilmiştir.

Bu husus Sûre-i Sâd, Âyet 16-19’da da şöyle geçmektedir:

Kâfirler: ″Ey Rabbimiz! Hesap günü gelmeden evvel amel defterimizi bize acele ver, görelim″ diye alay ederler.* Ey Resûlüm! Onların bu gibi sözlerine sabret ve kuvvet sahibi olan kulumuz Dâvud’u yâd et. Şüphesiz o, dâimâ Allah’a yönelirdi.* Muhakkak ki dağları onun emrine verdik, onunla beraber akşam ve işrak vakti tesbih ederlerdi.* Kuşları da toplanmış olarak onun emrine verdik. Hepsi de ona yönelmişlerdi (Dâvud Aleyhisselâm ile berâber tesbihe devam ederlerdi).

Dâvud Aleyhisselâm, dağların tesbihini ve zikrini işitir, onlarla beraber tesbih ve zikir ederdi.

Canlı ve cansız her şeyin, Allah’ı zikrettiğine dair Sûre-i İsrâ, Âyet 44’te şöyle buyrulmuştur:

″Yedi gök, yer ve onlarda bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz O, Halîm’dir (cezâ vermekte acele etmez), çok bağışlayandır.″

Dâvud Aleyhisselâm‘ın, sesi çok güzeldi. Dâvudî ses dedikleri onun sesidir. Kendisi, Zebur okurken havada uçan kuşlar geri döner, onun okuması bitene kadar dinler, ondan sonra uçar giderlerdi.

Dâvud Aleyhisselâm hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

خُفِّفَ عَلَى دَاوُدَ عَلَيْهِ السَّلَام الْقُرْآنُ فَكَانَ يَأْمُرُ بِدَوَابِّهِ فَتُسْرَجُ فَيَقْرَأُ الْقُرْآنَ قَبْلَ أَنْ تُسْرَجَ دَوَابُّهُ وَلَا يَأْكُلُ إِلَّا مِنْ عَمَلِ يَدِهِ (خ عن ابى هريرة)

″Dâvud Aleyhisselâm’a Zebur’u okumak kolaylaştırıldı. O, kendi binit hayvanının hazırlanmasını emrederdi de, onlar eğerlenirdi. Ve bunlar eğerlenmezden evvel kendisi Zebur’u okur, hatmederdi. Yine Dâvud Aleyhisselâm, elinin emeğini yerdi.″[2]

Zamanın mekâna, mekânın zamana tebdil olması, Dâvud Aleyhis-selâm’a da verilmişti. Yoksa atların hazırlanması beş on dakikada biterdi. Zebûr büyük bir kitaptır. Hatmedilmesi çok daha uzun sürerdi.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de Dâvud Aleyhisselâm hakkında şu hâdiseyi anlatmıştır:

لَمَّا خَلَقَ اللّٰهُ آدَمَ وَنَفَخَ فِيهِ الرُّوحَ عَطَسَ فَقَالَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ فَحَمِدَ اللّٰهَ بِإِذْنِهِ فَقَالَ لَهُ رَبُّهُ يَرْحَمُكَ اللّٰهُ يَا آدَمُ اذْهَبْ إِلَى أُولَئِكَ الْمَلَائِكَةِ إِلَى مَلَإٍ مِنْهُمْ جُلُوسٍ فَقُلْ السَّلَامُ عَلَيْكُمْ قَالُوا وَعَلَيْكَ السَّلَامُ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ ... (ت عن ابى هريرة)

Allah‘u Teâlâ, Âdem‘i yarattığı ve ruh üflediği zaman, o hapşırdı ve ″Elhamdulillâh″ diyerek, izni ile Allah’a hamdetti. Rabbi Teâlâ da ona: ″Yerhamukallâh (Allah sana rahmet etsin) Ey Âdem! Mukarreb (Allah’a en yakın olan) meleklerden şu oturan gruba git ve -Esselâmü aleyküm- de″ dedi. Âdem de öyle yaptı. Hitap ettiği melekler: ″Ve Aleyke‘s-selâm ve rahmetullâhi ve berekâtuh″ diye karşılık verdiler. Sonra Âdem, Rabbine döndü. Rabbi Teâlâ ona: ″Bu cümle, senin ve evlatlarının aralarındaki selamlaşmadır″ dedi. Allah‘u Teâlâ elleri kapalı olduğu halde, Âdem‘e: ″Dilediğini seç″ dedi. Âdem: ″Rabbimin sağ elini seçtim! Rabbimin iki eli de sağdır, mübârektir″ dedi.[3] Sonra Allah‘u Teâlâ sağ elini açtı. İçinde Âdem ve onun zürriyeti vardı. ″Ey Rabbim! Bunlar nedir?″ dedi. Rabbi Teâlâ: ″Bunlar senin zürriyetindir″ dedi. Her insanın, iki gözünün arasında ömrü yazılıydı. Aralarında biri hepsinden daha parlak, daha nûrlu idi. ″Ey Rabbim! Bu kimdir?″ dedi. Rabbi Teâlâ: ″Bu senin oğlun Dâvud’dur. Ben ona kırk yıllık ömür takdir ettim″ dedi. ″Ey Rabbim! Onun ömrünü uzat″ talebinde bulundu. Rabbi Teâlâ: ″Bu ona takdir edilmiş olandır″ deyince, O: ″Ey Rabbim! Ben ona kendi ömrümden altmış senesini verdim″ diye ısrar etti. Bunun üzerine Rabbi Teâlâ: ″Sen ve bu talebin berabersiniz″ buyurdu.

Sonra Âdem, Cennete yerleştirildi. Allah’u Teâlâ‘nın dilediği kadar orada kaldı. Sonra Cennetten yeryüzüne indirildi. Âdem, burada kendi ecelini yıl be yıl sayıp hesaplıyordu. Derken ölüm meleği geldi. Bunun üzerine ona: ″Acele ettin, erken geldin. Bana bin yıl ömür takdir edilmişti″ dedi. Melek: ″İyi ama sen oğlun Dâvud‘a altmış senesini verdin″ dedi. Ne var ki o bunu inkâr etti, zürriyeti de inkâr etti; o unuttu, zürriyeti de unuttu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ilâve etti: ″O günden itibaren yazışmak ve şâhit tutmak emredildi.″[4]


[1] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1394; Sahih-i Buhârî, Ehâdîs’ul-Enbiyâ 38.

[2] Sahih-i Buhârî, Ehâdîs’ul-Enbiyâ 35.

[3] Burada geçen ″Allah’ın eli″ ifadesi müteşabih olan bir husustur. Allah’ın elinin nasıl olduğunu kimse bilemez, tarif de edemez.

[4] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 8.


﴿ وَعَلَّمْنَاهُ صَنْعَةَ لَبُوسٍ لَكُمْ لِتُحْصِنَكُمْ مِنْ بَأْسِكُمْۚ فَهَلْ اَنْتُمْ شَاكِرُونَ ﴿٨٠﴾

80. Dâvud‘a, sizi savaş zamanlarında düşmanlarınızdan muhafaza için, zırh yapma sanatını da öğrettik. Artık siz, (bu nîmetlerimize karşı) şükrediyor musunuz?

İzah: Demircilerin piri, Dâvud Aleyhisselâm‘dır. Onun mûcizesiyle, demir avucunda erir; hamur gibi istediği şekilde bükülürdü. Demir, kendinin emrine itaat ederdi. Onunla zırh, kılıç, kalkan ve harp aletleri yapardı.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا أَكَلَ أَحَدٌ طَعَامًا قَطُّ خَيْرًا مِنْ أَنْ يَأْكُلَ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ وَإِنَّ نَبِيَّ اللّٰهِ دَاوُدَ عَلَيْهِ السَّلَام كَانَ يَأْكُلُ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ (خ عن المقدام)

Hiç kimse elinin emeğinin mahsûlü olan yemekten daha hayırlısını yememiştir. Allah’ın Nebîsi Dâvud Aleyhisselâm da elinin emeğini yerdi.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Buyû 15; Râmûz’ul-Ehâdîs, s 371/10.


﴿ وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ عَاصِفَةً تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ٓ اِلَى الْاَرْضِ الَّت۪ي بَارَكْنَا ف۪يهَاۜ وَكُنَّا بِكُلِّ شَيْءٍ عَالِم۪ينَ ﴿٨١﴾ وَمِنَ الشَّيَاط۪ينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلًا دُونَ ذٰلِكَۚ وَكُنَّا لَهُمْ حَافِظ۪ينَۙ ﴿٨٢﴾

81-82. Şiddetli esen rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik. Rüzgâr, onun emriyle, hayır ve bereketi çok olan yere eserdi. Biz her şeyi biliriz.* Ve cinlerden[1] dalgıç olanları ve dalgıçlıktan başka diğer işleri yapanları da Süleyman’ın emrine verdik. Ve Biz onları onun emrinde tutuyorduk.

İzah: Süleyman Aleyhisselâmın çok büyük köşkü, sarayı vardı. O sarayın üzerinde atlar koşar, askerler tâlim yapar ve her mahlûkun padişahları orada olurdu. Kuşlar, sürüyle saati geldikçe gelir, sarayın üzerinde oturan insanlara gölgelik yaparlardı. Aslanlar, kaplanlar, yırtıcı hayvanlar sarayın kapısında bekçilik görevi yaparlardı. Allah’u Teâlâ’nın emri ile dünyâ yüzündeki cinler ve hayvanlar, Süleyman Aleyhisselâm’ın emri altına girmişti. Bu sebeple ona itaat etmek zorunda idiler. Rüzgâr da onun emrine verilmişti; ne kadar emrederse, o kadar eserdi. Yine bu husus Sûre-i Sebe, Âyet 12’de şöyle geçmektedir:

″Rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik. O, rüzgâr estiğinde sabahtan öğleye kadar bir aylık, öğleden akşama kadar bir aylık yol kat ederdi. Onun için erimiş bakır mâdenini sel gibi akıttık ve Rabbinin emriyle hizmetinde bulunan cinleri onun emrine verdik ve onlardan Süleyman’a itaat etmeleri için vukû bulan emrimize muhalefet edenlere alevli ateş azabını tattırırız.″

Süleyman Aleyhisselâm, rüzgâra emrettiğinde, onun sarayını havanın yüzünde götürürdü. Âyette de geçtiği gibi güneşin doğmasıyla batması arasında iki aylık yol uçardı. İsterse de uçmaz, havada dururdu. Yaz günü sıcaklarda, yaylalara uçar, orada konaklardı. Hava soğuyunca da oradan iklimi sıcak olan yerlere giderdi. Ne kışın bir soğuk, ne yazın bir sıcak görmezdi.


[1] Âyetin metninde şeytanlar diye bir ifade kullanılmakta ve bu ifadeyle cinler kastedilmektedir. Nitekim cin için şeytan ifadesi, bâzen de şeytan için cin ifadesi kullanılmaktadır. Bu hususta Sûre-i En’âm, Âyet 128, Sûre-i Hicr, Âyet 27 ve izahlarına bakınız.


﴿ وَاَيُّوبَ اِذْ نَادٰى رَبَّهُٓ اَنّ۪ي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَۚ ﴿٨٣﴾ فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَكَشَفْنَا مَا بِه۪ مِنْ ضُرٍّ وَاٰتَيْنَاهُ اَهْلَهُ وَمِثْلَهُمْ مَعَهُمْ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَذِكْرٰى لِلْعَابِد۪ينَ ﴿٨٤﴾

83-84. Ey Resûlüm! Eyyüb’un, Rabbine: ″Şüphesiz bana şiddetli sıkıntılar isâbet etti. Sen, merhamet edenlerin en merhametlisisin!″ diye nidâ ettiği vakti de zikret.* Biz de onun duâsını kabul edip mübtelâ olduğu şiddetleri ondan kaldırdık. Ona tarafımızdan bir rahmet ve ibâdet edenler için bir öğüt olarak ehlini ve ehlinin bir mislini de verdik.

İzah: Rivâyete göre, Eyyüb Aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk’tan yüksek derece istedi. Allah’u Teâlâ, onun sabrını övdü ve Sûre-i Sâd, Âyet 44’te: ″Şüphesiz ki, Biz onu sabırlı bulduk″ diye buyurdu. Bunu üzerine İblis: ″Sen bana mühlet ver, ben ona ve işlerine karışayım. Bakalım sabredebilecek mi?″ dedi. Allah’u Teâlâ da, İblis’e izin verdi. O mühlet üzerine şeytan, Eyyüb Aleyhisselâm’ın evlatlarını, arkasında namaz kılarken öldürdü. Eyyüb Aleyhisselâm sağına selâm verdi, sağındaki evlatlarının hepsini ölmüş gördü. Soluna selâm verince de, soldaki evlatlarının hepsini ölmüş gördü. Fakat Eyyüb Aleyhisselâm, Allah’u Teâlâ‘ya hamdu senâ etti. İblis, onun sabrını taşıramadı.

Bu defa Eyyüb Aleyhisselâm, namazda secdede iken İblis, burnuna üfledi. Eyyüb Aleyhisselâm’ın burnunda yara çıktı. Yara genişleyerek bütün vücuduna yayıldı. Yaraya kurt düştü. Şehir halkı: ″Bu, bulaşıcı bir hastalıktır″ diye onu şehrin dışına sürdüler. Eyyüb Aleyhisselâm yine Allah’u Teâlâ’ya hamdû senâ etti, sabretti. İblis, yine sabrını taşıramadı.

Hanımı Rahime vâlidemiz, şehre gider; kendisinin durumuna acıyıp ekmek verenlerden alır, hasta olup şehrin dışına sürülen kocası Eyyüb Aleyhisselâm’a getirirdi. Urfa’da bulunan ve onun hasta iken yattığı mağarada beraberce yerlerdi. İblis ise ekmek verenlere: ″Siz, Rahime’nin saçından bir parça kesip alın ve öyle ekmek verin″ dedi ve onları kandırdı. Onlar, Rahime’ye saçından biraz kesip vermesini, aksi takdirde ekmek vermeyeceklerini söylediler. Rahime vâlidemiz mecbur kaldı. Saçından kesti, verdi. İblis, Eyyüb Aleyhisselâm’ın yanına geldi: ″Senin ailen kötü yolda; saçını da kestiler, inanmazsan bak″ dedi. Eyyüb Aleyhisselâm, Rahime vâlidemizin saçını kesik görünce, ″Allah’u Teâlâ’ya vaad olsun! İyi olursam sana yüz değnek vururum″ dedi. Rahime vâlidemiz: ″Sen iyi ol bana yüz değnek yerine istersen beş yüz değnek vur″ dedi. İblis, yine Eyyüb Aleyhisselâm’ın sabrını taşıramadı.

Hastalığı onsekiz sene devam etti. Vücuduna kurtlar düştü. Yere düşen kurtları, aç kalmasınlar diye yaranın üzerine tekrar koyardı.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّالْمَعُونَةَ تَأْتِي مِنَ اللّٰهِ لِلْعَبْدِ عَلَى قَدْرِ الْمَئُونَةِ وَإِنَّ الصَّبْرَ يَأْتِي مِنَ اللّٰهِ لِلْعَبْدِ عَلَى قَدْرِ الْمُصِيبَةِ (الحاكيم والحاكم فى الكنى عن ابى هريرة)

″Kula, Allah’tan gelen yardım, çektiği zahmete göredir, sabır ise kendisine verilen belâ nispetindedir.″[1]

Nihâyet Eyyüb Aleyhisselâm: ″Yâ Rabbi! Ben sana vâsıl olmak istiyorum. Ama vâsıl olamıyorum, bunun sebebi nedir?″ dedi. Allah’u Teâlâ: ″Sen ne kadar sabretsen, ben o kadar ibtilâyı uzatırım. Çünkü ibtilâyı uzatmamda senin için derecenin yükselmesi var. Ancak senin, Bana vâsıl olabilmen için âcizliğini dile getirmen lâzım″ dedi. Yani Eyyüb Aleyhisselâm’a, Cenâb-ı Hakk, Esrâr-ı İlâhiyye’sini açıp gösterdi. Eyyüb Aleyhisselâm baktı ki, Hakk’a vâsıl olamamasının sebebi yaptığı sabırdan dolayıdır. Allah ile kendi arasındaki, bu sabır dağının yıkılması lâzımdı.

O zamana kadar İblis, Eyyüb Aleyhisselâm’ın sabrını taşırabilmek için çocuklarının ölümüne ve hastalığı gibi her ne yaptıysa yine de onun sabrını taşıramadı. En son Hakk’a vâsıl olabilmesi için yaptığı sabrın kendisine engel olduğunu gören Eyyüb Aleyhisselâm’ın, Sûre-i Enbiyâ, Âyet 83’te geçtiği üzere, ″Şüphesiz bana şiddetli sıkıntılar isâbet etti. Sen, merhamet edenlerin en merhametlisisin!″ ″Beni, bu dertten kurtar″ diye yalvarması, Hakk Teâlâ‘ya vâsıl olabilmesi içindi. Yoksa sabırsızlık gösterdiğinden değildi.

Eyyüb Aleyhisselâm’ın bu kıssası, Sûre-i Sâd, Âyet 41-44’te de şöyle geçmektedir:

Ey Resûlüm! Kulumuz Eyyüb’un, ″Bana şeytanın meşakkat ve azâbı isâbet etti″ diye nidâ ettiği vakti zikret.* Ona, ″Ayağınla yere vur. İşte sana, yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su″ dedik (Yıkandı, içti ve şifâya kavuştu).* Biz de ona, tarafımızdan bir rahmet ve hâlis akıl sahipleri için bir ibret olmak üzere, ehlini ve onlarla beraber bir mislini bağışladık.* ″Bir deste sap al, onunla zevcene vur; yeminini boz­ma″ dedik. Şüphesiz ki, Biz onu sabırlı bulduk. Eyyüb, ne güzel kuldu. Şüphesiz o, dâimâ Allah’a yönelirdi.

Bu âyetlerde geçtiği üzere Eyyüb Aleyhisselâm, Allah’u Teâlâ’ya vâsıl olabilmek için üzerindeki sıkıntıların giderilmesi talebinde bulunarak Allah’tan şifâ dileyince, Allah’u Teâlâ da onun bu duâsını kabul etti. Âyette de geçtiği gibi, ayağını yere vurdu ve Allah’ın hikmetiyle oradan su çıktı. Eyyüb Aleyhisselâm o sudan içti ve banyo yaptı. Böylece bütün yaraları kapandı ve kendisi genç bir delikanlı gibi oldu.

Daha sonra yiyecek getirmek için şehre inen hanımı Rahime vâlidemiz geldi ve Eyyüb Aleyhisselâm’ı, sağlıklı ve gençleşmiş olarak görünce hayret etti. Ona, bir anda nasıl bu hâle geldiğini sordu. O da; Allah’ın hikmetiyle yerden çıkan o sudan içip banyo yaptığını ve böylece hastalığından kurtulup gençleştiğini söyledi.

Eyyüb Aleyhisselâm; hanımı hakkında İblis’in yaptığı iftiranın gerçek olduğunu düşünerek; iyi olursa, ona yüz değnek vuracağını vaad etmişti. Allah’u Teâlâ, kendisine bunun İblis’in bir iftirası olduğunu bildirerek, yeminin yerine gelmesi için, yüz tane ekin sapını eline alarak bunlarla bir defa hanımına vurmasını söyledi. Böylece Eyyüb Aleyhisselâm’ın vaadi yerine gelmiş oldu.

Rivâyet edildiğine göre, Eyyüb Aleyhisselâm’ın vücuduna düşen kurtlar üç çeşittir: İpek böceği, sülük ve bal arısı. Bunlar, Allah’u Teâlâ’nın hikmetiyle insanoğluna çok faydalı birer mahlûk hâline dönüşmüşlerdir.

İpek böceği: Dut yaprağını yiyerek ipek yapar. Dut yaprağından ipek yapacak bir makine yapılmasına imkân yoktur. Çünkü Peygamber mûcizesidir.

Sülük: İnsan vücudundaki zararlı olan pis kanı emer. Hiçbir alet bu sülüğün yaptığı işi yapamaz.

Bal arısı: Çiçeklerden aldığı polen ile bal yapar. Arının yapmış olduğu bu balı hiçbir makine yapamaz. Bunlar Esrârı İlâhiyyedir, akıl yetmez. Sülük ve balın şifâsı gâyet çoktur.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 108/4.


﴿ وَاِسْمٰع۪يلَ وَاِدْر۪يسَ وَذَا الْكِفْلِۜ كُلٌّ مِنَ الصَّابِر۪ينَۚ ﴿٨٥﴾ وَاَدْخَلْنَاهُمْ ف۪ي رَحْمَتِنَاۜ اِنَّهُمْ مِنَ الصَّالِح۪ينَ ﴿٨٦﴾

85-86. Ey Habîbim! İsmâil’i, İdris’i ve Zülkifl’i de zikret. Bunların hepsi de sabredenlerdendi.* Ve onları rahmetimize dâhil ettik. Şüphesiz ki onlar, sâlihlerdendi.

İzah: Zülkifl Aleyhisselâm hakkında geniş bilgi için Sûre-i Sâd, Âyet 48 ve izahına bakınız.


﴿ وَذَا النُّونِ اِذْ ذَهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ اَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادٰى فِي الظُّلُمَاتِ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَۗ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَۚ ﴿٨٧﴾ فَاسْتَجَبْنَا لَهُۙ وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْغَمِّۜ وَكَذٰلِكَ نُنْجِي الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٨٨﴾

87-88. Ey Resûlüm! Zünnûn’u (balığın sahibi Yunus Aleyhisselâm’ı) da zikret ki, o vakit, (kazâmızı yerine getirmediğimiz zannıyla) öfkeli olarak ayrılıp gitmişti. Bizim kendisini sorumlu tutmayacağımızı zannetmişti. Nihâyet (balık onu yuttu) karanlıklar içinde, ″Yâ Rabbi! Senden başka ilah yoktur. Sen her türlü noksan sıfatlardan uzaksın. Şüphesiz ben, kendi nefsime zulmedenlerden oldum″ diye nidâ etti.* Biz de onun duâsını kabul ettik ve onu gamdan kurtardık. Mü’minleri işte böyle kurtarırız.

İzah: Yunus Aleyhisselâm, kavmini îmana dâvet edince, onlar kendisine inanmayarak, ″Sen bizi kandırıyorsun″ dediler. Allah’u Teâlâ, Yunus Aleyhisselâm’a: ″Yâ Yunus! Sen, sana tâbi olanları al, içlerinden çık, ben onlara belâ vereceğim. Sen felan ayın, felan günü gel, şehrin sokaklarında gez de onların hâlini gör″ dedi.

Yunus Aleyhisselâm, kavmine her ne kadar söylediyse de bunlar inanmadılar. O da kendine tâbi olanları alıp, onların içinden ayrıldı. Yunus Aleyhisselâm, onların üzerine belânın geleceği günü haber vermişti. O gün gelince onların üzerine belâ olarak Allah’u Teâlâ gökyüzünden ateş yağmuru yağdırmaya başladı. O kavmin kralı, Yunus Aleyhisselâm’ın doğru söylediğini anladı ve adamlarına: ″Yunus’u bulun, ona îman edelim″ dedi. Fakat Allah’ın emri ile Yunus Aleyhisselâm ve kendisine îman edenler oradan ayrılmıştı. Adamları: ″Yunus gitmiş, yok″ dediler. Bunun üzerine Kral: ″Onun adamlarından birini bulun; ona îman edelim″ dedi. Adamlarının da tamamının, Yunus Aleyhisselâm ile birlikte gitmiş olduğunu söylediler. Kral onları bulamayınca insan, hayvan ne varsa, bir araya toplayıp dişileri erkeklerinden, yavruları analarından ayırdı. Onlar hep birlikte bağırmaya başladılar. Kral: ″Yâ Rabbi! Ben bilsem, Sana Yunus’un ettiği gibi duâ edeceğim. Ama elimden ancak, bu insanları ve hayvanları Sana karşı bağırttırmak geliyor. Bunların bağırmalarını Yunus’un yaptığı duâ gibi kabul et″ dedi. Kral’ın bu duâsı, Allah’u Teâlâ’nın hoşuna gitti ve onların üzerlerinde ki belâyı kaldırdı.

Bu husus Sûre-i Yûnus, Âyet 96-98’da şöyle geçmektedir:

″Şüphesiz ki, aleyhlerinde Rabbinin kelimesi (hükmü) hak olanlar, îman etmezler.* Onlar, elim azâbı görünceye kadar delillerin hepsini görseler de yine îman etmezler.* Helâk olan bir belde ahâlisi, onlara azap inmeden önce îman etselerdi de bu îmanları kendilerine fayda verseydi ya! Ancak Yunus’un kavmi, azap işâretlerini görür görmez îman ettiler. Biz de onlardan, dünyâ hayatında zelil olacakları azâbı kaldırdık ve onları bir müddete kadar faydalandırdık.″

Allah’u Teâlâ, Yunus Aleyhisselâm’a: ″Yâ Yunus! Sen, sana tâbi olanları al, içlerinden çık, Ben onlara belâ vereceğim. Falan ayın, felan günü, onların hâline gel bak″ demişti. Yunus Aleyhisselâm geldi. Baktı ki, herkes işinde gücünde, belâya dair en ufak bir eser görmedi. Başlarına belâ geldiğini, Müslüman olmak için kendini aradıklarını bilmiyordu. Yunus Aleyhisselâm: ″Ben içlerine gidersem, benimle alay ederler. Belâ gelecekti. Hani niye gelmedi, sen yalan çıktın″ derler. Ben bunlara görünmeden gideyim, dedi ve bu sebepten dolayı şehrin içine girmeyip oradan öfkeli olarak ayrıldı. Halbuki Allah‘u Teâlâ ″Gir, o şehrin sokaklarını gez″ demişti. Bu sebeple Allah’ın izni olmadan oradan gitmemesi gerekirdi. İşte bu şekilde oradan ayrıldığı için Allah’ın emrine muhalefet etmiş oldu.

Yunus Aleyhisselâm, bir iskeleye geldi ve bir gemiye bindi. Gemiyle giderlerken önlerini bir balık çevirdi. Gemiyi engelliyor ve onu göndermiyordu. Gemide bulunanlar: ″Balık çok büyük, bu balık bir yem istiyor, yoksa gemiyi batıracak; kura çekelim, kime düşerse onu balığa yem olarak atalım″ dediler. Kura çektiler. Yunus Aleyhisselâm’a düştü. ″Bu ihtiyar, hem de çok güzel bir adam. Yeniden kura çekelim″ dediler. Kura çektiler, yine Yunus Aleyhisselâm’a düştü. ″Bu da olmadı, yine kura çekelim″ dediler. Kura çektiler, tekrar Yunus Aleyhisselâm’a düştü. Cebrâil Aleyhisselâm geldi ve Yunus Aleyhisselâm’a hitâben: ″Sen, kavminden kaçtın. Onlar îman etmek için seni arıyorlardı. Onun için balığa yem olarak seni atsınlar. Allah’u Teâlâ böyle emrediyor″ dedi. Yunus Aleyhisselâm gemide olanlara: ″Balığa beni atın″ dedi ve kendini attılar. Balık, Yunus Aleyhisselâm’ı yuttu. Denizin dibine daldı. Yunus Aleyhisselâm, bir rivâyette kırk gün, bir rivâyette altı ay balığın karnında bekledi. Elbiseleri eridi, eti yumuşadı. Böylece okyanusları balığın karnında gezdi.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

ذِي النُّونِ إِذْ دَعَا وَهُوَ فِي بَطْنِ الْحُوتِ لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ فَإِنَّهُ لَمْ يَدْعُ بِهَا رَجُلٌ مُسْلِمٌ فِي شَيْءٍ قَطُّ إِلَّا اسْتَجَابَ اللّٰهُ لَهُ (حم ت ك هب ع عن ابى وقاص)

Balığın karnında iken Yunus Aleyhisselâm’ın yaptığı duâ: ″Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimin! (Yâ Rabbi! Senden başka ilah yoktur. Sen her türlü noksan sıfatlardan uzaksın. Ben kendi nefsine zulmedenlerden oldum) ifadesidir. İşte Müslüman bir kişi her ne için bu duâyı okursa, Allah’u Teâlâ mutlaka onu kabul eder.[1]

Balık, nihâyet Yunus Aleyhisselâm‘ı, gemiye bindiği iskeleye yakın bir yere getirdi ve ağzından dışarı çıkardı. Yunus Aleyhisselâm yürürken ayağına taşlar batıyordu. Vücudu çok yumuşamıştı. Bir bahçenin içine girdi, kabak yapraklarını üzerine örttü. Sabah olduğunda çocuklar oyna-maya geldiler. Çocuklardan birinin gözleri görmüyordu. Öbür çocuklar oynadıkça bu da hevesleniyor, oynamak istiyor, görmediği için düşüyordu. Yunus Aleyhisselâm bu kör çocuğa acıdı, ellerini havaya kaldırdı: ″Yâ Rabbi! Şu çocuğun gözlerini aç″ diye duâ etti. Çocuğun gözleri açıldı, görmeye başladı, sevindi. Diğer çocuklar da sevindiler. O çocuk baktı ki, kabak yapraklarının arasında, bir adam duruyor. ″Gelin bu adamı taşlayalım″ dedi. Diğer çocuklar: ″Biz onu saatlerdir görüyoruz. Bize ne zararı var, taşlamayalım″ dediler. Bu çocuk: ″Taşlayalım″ dedi. Onlar taşlamayınca kendisi, taşla Yunus Aleyhisselâm’a vurmaya başladı. Her attığı taş etinin içine gömülüyordu. Yunus Aleyhisselâm: ″Yâ Rabbi! Bir sözünü dinlemedim, balığa yem ettin. Bir de yaptığına karıştım, beni taşlatıyorsun. Şu çocuğun gözlerini tekrar kapa″ diye duâ etti. Çocuğun gözleri tekrar kapandı, kör oldu. Yunus Aleyhisselâm da kurtuldu. Sonra Yunus Aleyhisselâm kavminin içine geldi. Onların hepsini îmana dâvet etti. Hepsi de Müslüman oldular.

Sûre-i Sâffât, Âyet 139-148’de de Yunus Aleyhisselâm’ın kıssası şöyle geçmektedir:

″Şüphesiz Yunus da elbette Resullerdendi.* Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı.* Derken (geminin gark olacağını düşünenler) gemide olanlar arasında kura çektiler de kura ona düştü (denize attılar)* Onu balık yuttu. O vakit, nefsini kınadı.* Eğer o, Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenlerden olmasaydı,* kıyâmet gününe kadar balığın karnında kalırdı.* Biz de onu ottan, ağaçtan bir şeyin olmadığı bir yere hasta olarak bıraktık.* Onun üzerine geniş yapraklı bir ağaç bitirdik.* Onu, yüz bin yahut daha fazla olan halka Peygamber olarak gönderdik.* Nihâyet îman ettiler. Biz de onları bir müddete kadar faydalandırdık.″


[1] Sünen-i Tirmizî, Daavât 50; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1383.


﴿ وَزَكَرِيَّٓا اِذْ نَادٰى رَبَّهُ رَبِّ لَا تَذَرْن۪ي فَرْدًا وَاَنْتَ خَيْرُ الْوَارِث۪ينَۚ ﴿٨٩﴾ فَاسْتَجَبْنَا لَهُۘ وَوَهَبْنَا لَهُ يَحْيٰى وَاَصْلَحْنَا لَهُ زَوْجَهُۜ اِنَّهُمْ كَانُوا يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَيَدْعُونَنَا رَغَبًا وَرَهَبًاۜ وَكَانُوا لَنَا خَاشِع۪ينَ ﴿٩٠﴾

89-90. Ey Resûlüm! Zekeriyya’nın, ″Yâ Rabbi! Beni yalnız (evlatsız) bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın!″ diye nidâ ettiği vakti de zikret.* Biz de onun duâsını kabul ettik ve ona Yahyâ’yı ihsan ettik. Zevcesinin de kısırlığını giderdik. Şüphesiz onlar, hayırlı işlerde yarışır, sevabımıza rağbet eder ve azâbımızdan korkarak Bize duâ ederlerdi. Onlar, Bize karşı çok itaatkârdılar.

İzah: Zekeriyya Aleyhisselâm çocuğunun olması için,Yâ Rabbi! Beni yalnız (evlatsız) bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın!diye duâ etmiştir. Yani, ″Yâ Rabbi! Bana bir çocuk nasip et ki, hem Peygamber olsun, hem de malıma vâris olsun″ diye buyurmuştur. Çünkü Peygamberlerin evlatlarına mîras kalmaz. Peygamberlerin malları ancak onun yerine geçen Peygambere veya halifesine mîras olarak kalır.

Abdullah İbn-i Ukeym Radiyallâhu anhu’dan nakledildiğine göre, Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu bir hutbesinde; Besmele, Hamd ve Salavattan sonra şöyle buyurmuştur:

أُوصِيكُمْ بِتَقْوَى اللّٰهِ وَأَنْ تُثْنُوا عَلَيْهِ بِمَا هُوَ لَهُ أَهْلٌ وَأَنْ تَخْلِطُوا الرَّغْبَةَ بِالرَّهْبَةِ فَإِنَّ اللّٰهَ أَثْنَى عَلَى زَكَرِيَّا وَأَهْلِ بَيْتِهِ فَقَالَ: إِنَّهُمْ كَانُوا يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَيَدْعُونَنَا رَغَبًا وَرَهَبًا وَكَانُوا لَنَا خَاشِعِينَ (ك عن عبد اللّٰه بن عكيم)

Ben size Allah’tan korkmanızı, lâyık olduğu şekilde O’na senâda bulunmanızı, korku ile ümit arasında olmanızı öğütlerim. Allah’u Teâlâ, Zekeriyya Aleyhisselâm ve ailesini övmüş ve ″Şüphesiz onlar, hayırlı işlerde yarışır, sevabımıza rağbet eder ve azâbımızdan korkarak Bize duâ ederlerdi. Onlar, Bize karşı çok itaatkârdılar″[1] diye buyurmuştur.[2]

Bu sebeple Mü’min, dâimâ ″Havf ve recâ (korku ile ümit)″ arasında olmalıdır. İbâdetin sermâyesi havf ile recâdır. ″Havf″ o dur ki, kişinin Cenâb-ı Hakk’a karşı her ne kadar ibâdeti çok olsa da, Allah korkusunu yüreğinden çıkaramaz. Çünkü O’nun gazabına uğradığı zaman, iyi amelinin hepsinin gideceğini, bir hükmünün olmadığını bilir. ″Recâ″ da o dur ki, kişi Cenâb-ı Hakk’a güvenmeli, evlat babasına nasıl güvenirse ondan daha ziyâde güvenmeli, Allah’u Teâlâ’nın kendine yardım edeceğine inanmalıdır.

Yine havf ve recâ hakkında Sûre-i Secde, Âyet 16’da Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

″Onların (gece, ibâdet için) yanları yataklarından uzaklaşır. Rablerine, korku ve ümit ile duâ ederler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da infak ederler.″


[1] Sûre-i Enbiyâ, Âyet 90.

[2] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3404.


﴿ وَالَّت۪ٓي اَحْصَنَتْ فَرْجَهَا فَنَفَخْنَا ف۪يهَا مِنْ رُوحِنَا وَجَعَلْنَاهَا وَابْنَهَٓا اٰيَةً لِلْعَالَم۪ينَ ﴿٩١﴾

91. Ey Resûlüm! İffetini muhafaza eden Meryem’i de zikret. Ona ruhumuzdan üfledik. Onu ve oğlu Îsâ’yı âlemlere (kudretimize alâmet olan) bir mûcize kıldık.


﴿ اِنَّ هٰذِه۪ٓ اُمَّتُكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةًۘ وَاَنَا۬ رَبُّكُمْ فَاعْبُدُونِ ﴿٩٢﴾ وَتَقَطَّعُٓوا اَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْۜ كُلٌّ اِلَيْنَا رَاجِعُونَ۟ ﴿٩٣﴾

92-93. Şüphesiz ki, sizin dîniniz olan bu İslâm Dini, tek bir dindir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde Bana ibâdet edin.* Fakat insanlar, dinlerini aralarında parça parça ettiler. Onların hepsi Bize döneceklerdir.

İzah: Bütün peygamberlerin dinlerinin tek olduğuna dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَنَا أَوْلَى النَّاسِ بِعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَالْأَنْبِيَاءُ إِخْوَةٌ لِعَلَّاتٍ أُمَّهَاتُهُمْ شَتَّى وَدِينُهُمْ وَاحِدٌ (خ م عن ابى هريرة)

″Ben, Meryem oğlu Îsâ’ya, dünyâda ve âhirette de insanların en yakını­yım. Peygamberler babadan kardeştirler; anneleri farklıdır, dinleri ise birdir (İslâm’dır).″[1]

Hak din olan İslâm, tek bir din olmasına rağmen, insanlar dinde ihtilafa düşerek onu çeşitli dinlere ayırmışlardır. Bu husus Sûre-i Mü’minûn, Âyet 52-53’te de şöyle geçmektedir:

″Şüphesiz ki, sizin dîniniz olan bu İslâm Dini, tek bir dindir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde Benden korkun.* Fakat insanlar, dinlerini aralarında parçalayıp fırka fırka ayrıldılar. Her fırka kendi inancını beğendi.″


[1] Sahih-i Buhârî, Ehâdîs’ul-Enbiyâ 48; Sahih-i Müslim, Fedâil 40 (145).


﴿ فَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا كُفْرَانَ لِسَعْيِه۪ۚ وَاِنَّا لَهُ كَاتِبُونَ ﴿٩٤﴾

94. O halde Mü’min olduğu halde sâlih amellerden bir şey yapanın çalıştığını zâyi etmeyiz. Şüphesiz ki, onun çalıştığını (amel defterinde) yazarız.


﴿ وَحَرَامٌ عَلٰى قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَٓا اَنَّهُمْ لَا يَرْجِعُونَ ﴿٩٥﴾ حَتّٰٓى اِذَا فُتِحَتْ يَأْجُوجُ وَمَأْجُوجُ وَهُمْ مِنْ كُلِّ حَدَبٍ يَنْسِلُونَ ﴿٩٦﴾

95-96. Helâkını takdir ettiğimiz bir belde ahalisinin, (mahşer günü) Bize dönmemeleri elbette imkânsızdır.* Ye’cüc ve Me’cüc’ün seddi açılıp da, onlar her tepeden süratle geldikleri vakte kadar, bu kavimlerin hâlleri devam eder.

İzah: Ye’cüc ve Me’cüc, on büyük kıyâmet alâmetlerinden biridir. Bu husus Huzeyfe Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te şöyle geçmektedir:

Biz bir gün kendi aramızda konuşurken, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yanımıza çıkageldi. Bize: ″Ne konuşuyorsunuz?″ dedi. Biz de: ″Kıyâmet gününden konuşuyoruz″ diye cevap verdik. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

إِنَّهَا لَنْ تَقُومَ حَتَّى تَرَوْنَ قَبْلَهَا عَشْرَ آيَاتٍ فَذَكَرَ الدُّخَانَ وَالدَّجَّالَ وَالدَّابَّةَ وَطُلُوعَ الشَّمْسِ مِنْ مَغْرِبِهَا وَنُزُولَ عِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَيَأَجُوجَ وَمَأْجُوجَ وَثَلَاثَةَ خُسُوفٍ خَسْفٌ بِالْمَشْرِقِ وَخَسْفٌ بِالْمَغْرِبِ وَخَسْفٌ بِجَزِيرَةِ الْعَرَبِ وَآخِرُ ذَلِكَ نَارٌ تَخْرُجُ مِنَ الْيَمَنِ تَطْرُدُ النَّاسَ إِلَى مَحْشَرِهِمْ (م حم عن حذيفة بن اسيد الغفارى)

″Şüphesiz on alâmet görülmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. Bunlar: Deccâl, Duman, Dâbbet’ül-arz, güneşin batıdan doğması, Meryem oğlu Îsâ Aleyhisselâm’ın yere inmesi, Ye’cûc ve Me’cüc’ün zuhur etmesi, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsü, son olarak da Yemen’den çıkarak insanları Şam’a sürecek ateşin meydana gelmesi.″[1]

Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

تُفْتَحُ يَأْجُوجُ وَمَأْجُوجُ فَيَخْرُجُونَ كَمَا قَالَ اللّٰهُ تَعَالَى {وَهُمْ مِنْ كُلِّ حَدَبٍ يَنْسِلُونَ} فَيَعُمُّونَ الْأَرْضَ وَيَنْحَازُ مِنْهُمْ الْمُسْلِمُونَ حَتَّى تَصِيرَ بَقِيَّةُ الْمُسْلِمِينَ فِي مَدَائِنِهِمْ وَحُصُونِهِمْ وَيَضُمُّونَ إِلَيْهِمْ مَوَاشِيَهُمْ حَتَّى أَنَّهُمْ لَيَمُرُّونَ بِالنَّهَرِ فَيَشْرَبُونَهُ حَتَّى مَا يَذَرُونَ فِيهِ شَيْئًا فَيَمُرُّ آخِرُهُمْ عَلَى أَثَرِهِمْ فَيَقُولُ قَائِلُهُمْ لَقَدْ كَانَ بِهَذَا الْمَكَانِ مَرَّةً مَاءٌ وَيَظْهَرُونَ عَلَى الْأَرْضِ... (ه عن ابى سعيد الخدرى)

″Ye‘cüc ile Me’cüc‘ün seddi açılarak çıkacaklar ve Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Enbiyâ, Âyet 96’da: ″Onlar her tepeden süratle geldikleri vakte kadar…″ diye buyurduğu gibi, onlar yeryüzünün her tarafına yayılacaklardır. Müslümanlar onların önlerinden çekilip uzaklaşacaklar. Nihâyet geri kalan Müslümanlar da şehirlerinin içinde kalelerine hayvanlarını toplayarak çekilecekler ve oralara kapanacaklar. Ye‘cûc ile Me‘cüc bir nehre uğrayıp yatağında hiçbir şey kalmayacak şekilde suyunu içip tüketecekler. Onların arkasından gelenler oraya uğrayacaklar ve sözcüleri:

- Yemin olsun ki vaktiyle bu yerde su varmış, diyecekler. Ye‘cüc ve Me‘cüc orduları yeryüzünü istila edecekler. Sonra sözcüleri:

- İşte bunlar, yeryüzü ahâlisidir, biz onların işini bitirdik. Artık gökyüzü ahâlisine de el atalım diyecek. Hattâ onların biri muhakkak mızrağını gökyüzü tarafına doğru fırlatarak hareket ettirecek de mızrak kana boyanmış olarak geri dönecek. Bunun üzerine:

- Muhakkak gökyüzü ahâlisini de öldürdük, diye övünecekler. İşte onlar böyle davrandıkları bir sırada, Allah’u Teâlâ çekirge kurdu gibi birtakım canlı mikroplar gönderecek ve bunlar onlar boyunlarından yakalayacak ve onlar kimi kiminin üstüne bindirilmiş halde çekirge sürüsünün ölümü gibi öleceklerdir. Artık kalelerine kapanmış bulunan Müslümanlar, onlardan hiçbir haber ve hareket işitmez olacaklar. Sonra birbirlerine:

- Canını satın alacak, Ye‘cüc ve Me‘cüc ordularının ne durumda oldukları ve ne yaptıklarını görecek babayiğit bir kimse var mı? diye soracaklar. Bunun üzerine canını Ye‘cüc ve Me’cüc‘ün öldürmelerine hedef yapan fedâi bir kimse çıkarak, onların ordugahına inerek onları ölmüş vaziyette bulunca Müslümanlara:

- Sevinmez misiniz? Düşmanlarınızın hepsi birden ölmüşler, diye nidâ edecek. Bunun üzerine Müslümanlar kaleden dışarı çıkacaklar ve hayvanlarını da salıverecekler. Fakat Ye‘cüc ve Me’cüc‘ün leşlerinin bulunmadığı hiçbir meraları kalmayacak. Hayvanlar bitkilere ve yeşilliklere nâil olacaklar da, hiçbir zaman elde edemediği sütün en güzeli kadar sütü bu ölüler arasında elde edecekler.″[2]

Yine Ye’cüc ve Me’cüc hakkında Sûre-i Kehf, Âyet 97-99 ve izahına bakınız.


[1] Sahih-i Müslim, Fiten 13 (39 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15555.

[2] Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 33.


﴿ وَاقْتَرَبَ الْوَعْدُ الْحَقُّ فَاِذَا هِيَ شَاخِصَةٌ اَبْصَارُ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ يَا وَيْلَنَا قَدْ كُنَّا ف۪ي غَفْلَةٍ مِنْ هٰذَا بَلْ كُنَّا ظَالِم۪ينَ ﴿٩٧﴾

97. Hak olan vaad (kıyâmet) yaklaştığı vakit, kâfirlerin hemen gözleri açılır ve donar kalır ve ″Eyvâh bize! Şüphesiz ki, biz bundan gâfil idik. Hayır, biz zâlimler idik!″ derler.


﴿ اِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ حَصَبُ جَهَنَّمَۜ اَنْتُمْ لَهَا وَارِدُونَ ﴿٩٨﴾ لَوْ كَانَ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اٰلِهَةً مَا وَرَدُوهَاۜ وَكُلٌّ ف۪يهَا خَالِدُونَ ﴿٩٩﴾ لَهُمْ ف۪يهَا زَف۪يرٌ وَهُمْ ف۪يهَا لَا يَسْمَعُونَ ﴿١٠٠﴾

98-100. Ey kâfirler! Şüphesiz ki, siz de Allah’ı bırakıp ibâdet ettikleriniz de Cehennemin yakıtısınız. Siz oraya varıp gireceksiniz.* Sizin taptıklarınız ilah olsalardı, oraya varıp girmezlerdi. Halbuki hepsi de orada ebedî kalacaklardır.* O Cehennem ki, orada âh ve inilti vardır. Onlar orada (azâbın şiddetinden dolayı) hiçbir şey işitmezler.

İzah: Kıyâmetin kopması ve mahşerde olacak olaylarla ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Ashâbından bir grubun arasında bulunduğu sırada şöyle buyurmuştur:

... ثُمَّ يَقْضِي بَيْنَ مَنْ بَقِيَ مِنْ خَلْقِهِ إِنَّهُ لَيُكَلِّفُ يَوْمَئِذٍ شَائِبَ اللَّبَنِ بِالْمَاءِ ثُمَّ يَبِيعُهُ أَنْ يُخَلِّصَ الْمَاءَ مِنَ اللَّبَنِ حَتَّى إِذَا لَمْ يَبْقَ لأَحَدٍ عِنْدَ أَحَدٍ تَبِعَةٌ نَادَى مُنَادٍ فَأَسْمَعَ الْخَلْقَ كُلَّهُمْ فَقَالَ: أَلَا لِيَلْحَقْ كُلُّ قَوْمٍ بِآلِهَتِهِمْ وَمَا كَانُوا يَعَبْدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلَا يَبْقَى أَحَدٌ عَبْدَ دُونَ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ شَيْئًا إِلَّا مَثُلَتْ لَهُ آلِهَةٌ بَيْنَ يَدَيْهِ وَيُجْعَلُ يَوْمَئِذٍ مَلَكٌ مِنَ الْمَلَائِكَةِ عَلَى صُورَةِ عِيسَى فَيَتَّبِعُهُ النَّصَارَى وَيُجْعَلُ مَلَكٌ مِنَ الْمَلَائِكَةِ عَلَى صُورَةِ عُزَيْرٍ فَيَتَّبِعُهُ الْيَهُودُ ثُمَّ تَقُودُهُمْ آلِهَتُهُمْ إِلَى النَّارِ وَهِيَ الَّتِي يَقُولُ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ: لَوْ كَانَ هَؤُلاءِ آلِهَةً مَا وَرَدُوهَا وَكُلٌّ فِيهَا خَالِدُونَ. (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابى هريرة)

″…Nihâyet, hiç kimsenin yanında hiç kimseye âit bir zulüm kalmaz ki zâlimden mazlumun hakkı alınmış olmasın. O kadar ki, süte su katıp sonra satan dahi süt sudan ayrılıncaya kadar sorumlu tutulur. Allah’u Teâlâ bütün bunları bitirdiğinde birisi çıkıp seslenir, bütün yaratılanlar duyarlar:

- Dikkat edin! Her kavim ilâhlarına ve Allah’u Teâlâ’dan başka ibâdet ettiklerine katılsın. Allah’u Teâlâ’dan başkasına ibâdet eden hiç kimse kalmaz ki, önünde ilahları temessül[1] ettirilmiş olmasın. O gün meleklerden birisi, Üzeyr şekline girdirilir. Meleklerden biri de Meryem oğlu Îsâ sûretine büründürülür. Birine Yahudiler, öbürüne Hristiyanlar uyar. Sonra onların ilâhları kendilerini Cehenneme sürükler. İşte bu, Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Enbiyâ, Âyet 99’daki şu buyruğudur: ″Sizin taptıklarınız ilah olsalardı, oraya varıp girmezlerdi. Halbuki hepsi de orada ebedî kalacaklardır.″[2]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

يَجْمَعُ اللّٰهُ النَّاسَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِي صَعِيدٍ وَاحِدٍ ثُمَّ يَطَّلِعُ عَلَيْهِمْ رَبُّ الْعَالَمِينَ فَيَقُولُ أَلَا يَتْبَعُ كُلُّ إِنْسَانٍ مَا كَانُوا يَعْبُدُونَهُ فَيُمَثَّلُ لِصَاحِبِ الصَّلِيبِ صَلِيبُهُ وَلِصَاحِبِ التَّصَاوِيرِ تَصَاوِيرُهُ وَلِصَاحِبِ النَّارِ نَارُهُ فَيَتْبَعُونَ ... (ت عن ابى هريرة)

″Mahşer günü Allah’u Teâlâ insanları bir sahada toplayacak. Sonra âlemlerin Rabbi, onlara çıkarak buyurur ki: ″Dikkat! Her insan ibâdet ettiğine tâbi olsun!″ Bunun üzerine haça tapınmış olana tapındığı haçı temsil olunacak. Sûretlere tapınmış olana tapındığı sûretleri, ateşe tapınmış olana ateşi temsil oluna­cak ve böylece hepsi de dünyâda iken tapındıklarının arkasından gidecekler…″[3]


[1] Temessül, benzeşme, benzerlik anlamına gelmektedir.

[2] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 3, s. 283.

[3] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cennet 20.


﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ سَبَقَتْ لَهُمْ مِنَّا الْحُسْنٰٓىۙ اُو۬لٰٓئِكَ عَنْهَا مُبْعَدُونَۙ ﴿١٠١﴾ لَا يَسْمَعُونَ حَس۪يسَهَاۚ وَهُمْ ف۪ي مَا اشْتَهَتْ اَنْفُسُهُمْ خَالِدُونَۚ ﴿١٠٢﴾ لَا يَحْزُنُهُمُ الْفَزَعُ الْاَكْبَرُ وَتَتَلَقّٰيهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُۜ هٰذَا يَوْمُكُمُ الَّذ۪ي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ ﴿١٠٣﴾

101-103. Şüphesiz ki, kendileri için katımızdan güzel bir mükâfat hazırlanmış olanlar ise, Cehennemden uzaktırlar.* Onlar, Cehennemin sesini işitmezler. Onlar, nefislerinin arzu ettiği nîmetler içinde ebedî olarak kalacaklardır.* Onlar, (dirilme için Sûr’un üflenmesinden oluşan) en büyük korkudan mahzun olmazlar. Melekler de onları, ″Bugün size vaad olunan mükâfat günüdür″ diyerek karşılarlar.

İzah: Bu âyetlerden anlaşıldığı üzere, insanların kabirlerinden ilk olarak kalktıklarında; Mü’minlere yaptığı iyi amellerinin karşılığında Cennete gireceğinin müjdeleneceği, kötü amellerinden dolayı Cehennemi hak edenlerin de, Cehenneme gireceğinin bildirileceği haber verilmektedir.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَحَدَكُمْ إِذَا مَاتَ عُرِضَ عَلَيْهِ مَقْعَدُهُ بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ إِنْ كَانَ مِنْ أَهْلِ الْجَنَّةِ فَمِنْ أَهْلِ الْجَنَّةِ وَإِنْ كَانَ مِنْ أَهْلِ النَّارِ فَمِنْ أَهْلِ النَّارِ فَيُقَالُ هَذَا مَقْعَدُكَ حَتَّى يَبْعَثَكَ اللّٰهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ (خ م ابن عمر)

″Sizden bir kimse öldüğü zaman, sabah akşam ona makâmı arzedilir. Cennet ehlinden ise Cennetteki, Cehennem ehlinden ise Cehennemdeki yeri gösterilir ve ″burası senin yerindir. Allah mahşer günü seni oraya gönderecek″ denir.″[1]

Kâfirlerin öldüğünde Cehennemdeki yerini göreceklerine dair Sûre-i Mü’min, Âyet 46’da da şöyle buyrulmaktadır:

Sabah akşam, Cehennem ateşine arz olunurlar. Kıyâmet koptuğu gün de meleklere: ″Âl-i Firavun’u en şiddetli azaba girdirin″ denilir.


[1] Sahih-i Buhârî, Cenâiz 87; Sahih-i Müslim, Cennet 17 (66).


﴿ يَوْمَ نَطْوِي السَّمَٓاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِۜ كَمَا بَدَأْنَٓا اَوَّلَ خَلْقٍ نُع۪يدُهُۜ وَعْدًا عَلَيْنَاۜ اِنَّا كُنَّا فَاعِل۪ينَ ﴿١٠٤﴾

104. O gün biz göğü, kitapların sayfalarını dürer gibi düreriz. Varlıkları ilk olarak nasıl yarattıysak, öyle iâde ederiz. Bu, yerine getireceğimiz vaadimizdir. Biz, bu vaadimizi muhakkak yaparız.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir hutbe okudu ve şöyle buyurdu:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّكُمْ مَحْشُورُونَ إِلَى اللّٰهِ حُفَاةً عُرَاةً غُرْلًا ثُمَّ قَالَ {كَمَا بَدَأْنَا أَوَّلَ خَلْقٍ نُعِيدُهُ وَعْدًا عَلَيْنَا إِنَّا كُنَّا فَاعِلِينَ} إِلَى آخِرِ الْآيَةِ ثُمَّ قَالَ أَلَا وَإِنَّ أَوَّلَ الْخَلَائِقِ يُكْسَى يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِبْرَاهِيمُ أَلَا وَإِنَّهُ يُجَاءُ بِرِجَالٍ مِنْ أُمَّتِي فَيُؤْخَذُ بِهِمْ ذَاتَ الشِّمَالِ فَأَقُولُ يَا رَبِّ أُصَيْحَابِي فَيُقَالُ إِنَّكَ لَا تَدْرِي مَا أَحْدَثُوا بَعْدَكَ فَأَقُولُ كَمَا قَالَ الْعَبْدُ الصَّالِحُ {وَكُنْتُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا مَا دُمْتُ فِيهِمْ فَلَمَّا تَوَفَّيْتَنِي كُنْتَ أَنْتَ الرَّقِيبَ عَلَيْهِمْ وَأَنْتَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ} فَيُقَالُ إِنَّ هَؤُلَاءِ لَمْ يَزَالُوا مُرْتَدِّينَ عَلَى أَعْقَابِهِمْ مُنْذُ فَارَقْتَهُمْ (خ عن ابن عباس)

″Ey insanlar! Şüphesiz ki, sizler Allah’ın huzurunda yalınayak, çırılçıplak ve sünnetsiz olarak toplanacaksınız. Sonra Sûre-i Enbiyâ, Âyet 104’deki: ″… Varlıkları ilk olarak nasıl yarattıysak, öyle iâde ederiz. Bu, yerine getireceğimiz vaadimizdir. Biz, bu vaadimizi muhakkak yaparız″ buyruğunu okudu ve daha sonra şöyle buyurdu:

- İyi bilin ki mahşer gününde, yaratılanların ilk elbise giydirileni İbrâhim Aleyhisselâm olacaktır. Yine iyi bilin ki ümmetimden bir kısım insanlar getirilecek ve onlar sol tarafa doğru gö­türüleceklerdir. Ben: ″Ey Rabbim! Bunlar benim Ashâbımdır″ diyeceğim. Bana: ″Sen bunların senden sonra ne yaptıklarını bilmiyorsun″ denilecektir. Ben de, şu sâlih kulun; Îsâ Aleyhisselâm’ın, Sûre-i Mâide, Âyet 117’de: ″Ben onlara bana emrettiğin şeylerden başka bir şey demedim. ″Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a ibâdet edin″ dedim. Ben onların arasında iken hallerine şâhit idim, beni yükselttikten sonra onların hallerini gözetleyen Sen idin. Sen her şeye şâhitsin″ diye söylediği gibi söyleyeceğim. Bana şöyle denecektir: ″Sen onlardan ayrıldıktan sonra dinden döndüler ve mürtet olarak devam ettiler.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Mâide 12.


﴿ وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِنْ بَعْدِ الذِّكْرِ اَنَّ الْاَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ ﴿١٠٥﴾ اِنَّ ف۪ي هٰذَا لَبَلَاغًا لِقَوْمٍ عَابِد۪ينَۜ ﴿١٠٦﴾

105-106. Yemin olsun ki, Tevrat’tan sonra Zebur’da da yeryüzüne sâlih kullarımın vâris olacağını yazmıştık.* Şüphesiz bu Kur’ân’da, Allah’a ibâdet eden bir topluluk için yeterli bir tebliğ vardır.

İzah: Mü’minler, sonunda kâfirlere gâlip gelerek yeryüzüne vâris olacaklardır. Allah’u Teâlâ, Sûre-i Saff, Âyet 8’de de: Onlar, Allah’ın nûrunu ağızlarıyla (bâtıl sözleriyle) söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah’u Teâlâ, nûrunu tamamlayacaktırdiye buyurarak Mü’minlerin, kâfirlere gâlip olacaklarını haber vermiştir. Yine bu hususta Sûre-i Nûr, Âyet 55 ve izahına bakınız.


﴿ وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ ﴿١٠٧﴾ قُلْ اِنَّمَا يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَهَلْ اَنْتُمْ مُسْلِمُونَ ﴿١٠٨﴾ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ اٰذَنْتُكُمْ عَلٰى سَوَٓاءٍۜ وَاِنْ اَدْر۪ٓي اَقَر۪يبٌ اَمْ بَع۪يدٌ مَا تُوعَدُونَ ﴿١٠٩﴾ اِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ مِنَ الْقَوْلِ وَيَعْلَمُ مَا تَكْتُمُونَ ﴿١١٠﴾ وَاِنْ اَدْر۪ي لَعَلَّهُ فِتْنَةٌ لَكُمْ وَمَتَاعٌ اِلٰى ح۪ينٍ ﴿١١١﴾

107-111. Ey Habîbim! Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.* De ki: ″Bana, ancak ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor. Artık siz İslâmiyet’i kabul etmiş kimseler misiniz?″* Eğer onlar, İslâm’dan yüz çevirirlerse, de ki: ″Ben görevli olduğum şeyleri hepinize tebliğ ettim. Size vaad olunan şeyin, yakın mı veya uzak mı olduğunu bilmiyorum.* Şüphesiz Allah’u Teâlâ, açığa vurulan sözü de bilir, gizlediğiniz şeyleri de bilir.* Bilmiyorum, belki vaad olunan azâbınızın ertelenmesi, sizin için bir imtihan ve bir müddete (eceliniz gelinceye) kadar faydalanmadır.

İzah: Sûre-i Enbiyâ, Âyet 107 ile ilgili olarak İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ [الأنبياء آية 107] قَالَ مَنْ تَبِعَهُ كَانَ لَهُ رَحْمَةً فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَمَنْ لَمْ يَتْبَعْهُ عُوفِيَ مِمَّا كَانَ يُبْتَلَى سَائِرُ الأُمَمِ مِنَ الْخَسْفِ وَالْمَسْخِ وَالْغَرْقِ (طب عن ابن عباس)

″Ey Habîbim! Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik″[1] âyeti gereğince, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, kendisine tâbi olanlara hem dünyâda, hem de âhiretde bir rahmet olacaktır. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e tâbi olanlar ise, bu rahmetten dolayı diğer ümmetlerin uğradığı yerle bir olma, hayvanlara dönüşme ve suya gark olma gibi cezâlara mâruz kalmayacaktır.[2]

Peygamberimiz, on sekiz bin âlemin Efendisidir. Bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olup hepsinin Peygamberidir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أُعْطِيتُ خَمْسًا لَمْ يُعْطَهُنَّ أَحَدٌ مِنَ الْأَنْبِيَاءِ قَبْلِي نُصِرْتُ بِالرُّعْبِ مَسِيرَةَ شَهْرٍ وَجُعِلَتْ لِي الْأَرْضُ مَسْجِدًا وَطَهُورًا وَأَيُّمَا رَجُلٍ مِنْ أُمَّتِي أَدْرَكَتْهُ الصَّلَاةُ فَلْيُصَلِّ وَأُحِلَّتْ لِي الْغَنَائِمُ وَكَانَ النَّبِيُّ يُبْعَثُ اِلَى قَوْمِهِ خَاصَّةً وَبُعِثْتُ إِلَى النَّاسِ كَافَّةً وَأُعْطِيتُ الشَّفَاعَةَ (خ م حم ه عن جابر)

″Bana, benden önce hiçbir Peygambere verilmeyen beş özellik verildi: Bir aylık mesafeden düşmanın kalbine korku salmakla ilâhi yardıma mazhar oldum. Yeryüzü benim için mescit (namaz kılma mahalli) ve temiz kılındı; ümmetimden kim bir namaz vaktine erişirse, hemen bulunduğu yerde namazını kılsın. Ganîmetler bana helâl kılındı. Benden önceki Peygamberler sâdece kendi kavmine Peygamber olarak gönderiliyordu, ben ise bütün insanlığa Peygamber olarak gönderildim. Bana şefaat yetkisi verildi.″[3] (Bir diğer Hadis-i Şerif’te: ″Mahşer günü ilk şefaat edecek ve şefaatı kabul edilecek olan benim″[4] diye buyrulmuştur.)

Yunus Emre Hazretleri bir kasidesinde der ki:

Mü’min olanların çoktur cefâsı,

Âhirette vardır, zevk-ü sefâsı,

On sekiz bin âlemin bir Mustafa’sı,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed.

Bu dünyâdan başka, içinde insan yaşayan çok sayıda dünyâ vardır. Bu hususta Vehb b. Münebbih Rahimehullah şöyle buyurmuştur:

إِنَّ لِلّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ ثَمَانِيَةَ عَشْرَ أَلْفَ عَالَمٍ الدُّنْيَا عَالَمٌ مِنْهَا.

″Aziz ve Celil olan Allah’ın, on sekiz bin âlemi vardır ve dünyâ da bu âlemlerden bir tanesidir.″ Hattâ bu konuda Sahâbe-i Kirâm’dan Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu da şöyle buyurmuştur:

إِنَّ لِلّٰهِ أَرْبَعِينَ أَلْف عَالَم الدُّنْيَا مِنْ شَرْقهَا إِلَى غَرْبهَا عَالَمٌ وَاحِدٌ.

″Allah’u Teâlâ’nın, kırk bin âlemi vardır. Doğusundan batısına dünyâ, tek bir âlemdir.″[5]

Allah’u Teâlâ Sûre-i Câsiye, Âyet 36’da şöyle buyurmuştur:

″Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.″

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Mîraca çıktığında bahsedilen bu âlemlere de uğrayıp onlardan kendisine ümmet edinmiştir.

Âlemler hakkında bir Hadis-i Kudsî’de, şöyle buyrulmuştur:

قَالَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ يَا جِبْرِيلُ اِنِّى خَلَقْتُ أَلْفَ أَلْفِ أُمَّةٍ لَا تَعْلَمُ أُمَّةٌ اِنِّى خَلَقْتُ سِوَاهَا لَمْ أَطَّلِعْ عَلَيْهَا اللَّوْحَ الْمَحْفُوظَ وَلَا صَرِيرَ الْقَلَمِ اِنَّمَا أَمْرِى لِشَىْءِ اِذَا أَرَدْتُ أَنْ أَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ وَلَا تَسْبِقُ الْكَافُ النُّونَ(الديلمى عن ابن عمر)

Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Ey Cebrâil! Bir milyon muhtelif millet yarattım. Hiçbir millet kendinden başkasını yarattığımı bilmez. Onlara Levh-i Mahfuz’u göstermedim. Kalemin hareketine de muttali kılmadım. Ben bir şeyin olmasını dilediğim zaman, ona sâdece ″Ol″ derim, o da hemen oluverir. Kef, Nûn’u katiyyen geçemez.″[6]

Bu Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerden, bu dünyâdan başka içinde insanların yaşadığı başka dünyâların olduğu anlaşılmaktadır. İşte Âyet-i Kerîme’de de geçtiği üzere Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bu âlemlerin hepsine rahmet olarak gönderilmiştir.


[1] Sûre-i Enbiyâ, Âyet 107.

[2] Taberani, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 12189; Rudânî, Cem’ul-Fevaid, Hadis No: 7092.

[3] Sahih-i Buhârî, Salat 56; Sahih-i Müslim, Mesâcid 1 (3).

[4] Sahih-i Müslim, Fedâil 2 (3 Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 12; Sünen-i Tirmizî, Menâkib 3.

[5] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 1, s. 138.

[6] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 330/7.


﴿ قَالَ رَبِّ احْكُمْ بِالْحَقِّۜ وَرَبُّنَا الرَّحْمٰنُ الْمُسْتَعَانُ عَلٰى مَا تَصِفُونَ ﴿١١٢﴾

112. (Resûlü Ekrem) dedi ki: ″Yâ Rabbi! (Benimle beni yalanlayanlar arasında) hak ile hükmet. Ey kâfirler! Bizim Rabbimiz, Rahmân’dır ve Uydurduğunuz sıfatlara karşı kendisine sığınılandır.″