AHZÂB SÛRESİ

Bu sûre 73 âyettir. Medîne döneminde nâzil olmuştur. Ahzâb, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in aleyhinde ittifak eden kâfirler, demektir. Çünkü Hendek Harbi’nde birçok kâfir grupları Müslümanlara karşı birleşmişlerdi. Bu sebeple ″Ahzâb Sûresi″ ismi verilmiştir.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللّٰهَ وَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَالْمُنَافِق۪ينَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَل۪يمًا حَك۪يمًاۙ ﴿١﴾ وَاتَّبِعْ مَا يُوحٰٓى اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرًاۙ ﴿٢﴾ وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلًا ﴿٣﴾

1-3. Ey Peygamber! Allah’tan kork. Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme. Şüphesiz Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.* Ve Rabbinden sana nâzil olan vahye tâbi ol. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızdan haberdardır.* Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, her ne kadar Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e hitap etmekte ise de, asıl kastedilen ümmettir. Kur’ân’da bu şekilde hitaplar çoktur. Resûlullah Efendimiz, ümmetinin Efendisi ve onları Rablerine ulaştıran vâsıtaları olduğundan, Arapların âdeti üzere onları kastetmek için bu hususta Allah’u Teâlâ, Habîbini söz konusu etmiştir.


﴿ مَا جَعَلَ اللّٰهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ ف۪ي جَوْفِه۪ۚ وَمَا جَعَلَ اَزْوَاجَكُمُ الّٰٓـ۪ٔي تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ اُمَّهَاتِكُمْۚ وَمَا جَعَلَ اَدْعِيَٓاءَكُمْ اَبْنَٓاءَكُمْۜ ذٰلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِاَفْوَاهِكُمْۜ وَاللّٰهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّب۪يلَ ﴿٤﴾

4. Allah’u Teâlâ, hiçbir adamın içinde iki kalp yaratmadı. Zıhâr yaptığınız zevcelerinizden hiçbirini anneniz kılmadı. Evlatlıklarınızı da oğullarınız yapmadı. Bu, sizin ağızlarınızla söylediğiniz (hakikatten uzak olan) sözlerinizdir. Allah’u Teâlâ ise, hakkı söyler ve doğru yola hidâyet eder.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen Zıhâr: Bir kimsenin kendi karısını, nesep, süt veya musâharet (evlilik ile oluşan akrabalık) sûretiyle nikâhı ebedî kendisine haram olan bir kadına veya o kadının bütün bedeninden tabir edilen ve kendisince bakılması câiz olmayan arkası, karnı, tenasül uzvu, boynu ve uyluğu gibi bir âzâsına yahut yarısı, üçte biri, dörtte biri gibi yaygın olan bir cüz’üne benzetmektir. Meselâ: Koca, karısına; sen benim anam gibisin, sen bacım gibisin, sen benim için anamın sırtı gibisin yahut senin uyluğun kız kardeşimin uyluğu gibidir derse, keffâret vermedikçe karısına cinsi yakınlık, şehvetle sarılmak ve öpmek haram olur.

Zıhâr’ın keffâreti: Sûre-i Mücâdele, Âyet 3-4’te ayrıntılı olarak geçtiği üzere, kudreti olur ve bulabilirse köle azat eder. Köle bulamazsa, Ramazan-ı Şerif ve yasak olan günler dışında arka arkaya iki ay oruç tutar. Yasak günler; Ramazan Bayramı’nın birinci günü ile Kurban Bayramı’nın dört günüdür. Buna da gücü yetmezse, sabahlı akşamlı altmış fakiri doyurmaktır. Bu da fitrenin miktarı kadardır.

Zıhâr yapan kimse, oruç tutarken gece ve gündüz kasten yahut unutarak karısına cinsi yakınlıkta bulunursa, orucu baştan tutar. Yine zıhâr keffâreti için altmış fakire yemek yediren kimse, fakirler yemek yerken karısına cinsi yakınlıkta bulunsa, yemeği tekrar yedirmesi icap eder.

Bir kimsenin birkaç tane karısı bulunsa onlara “siz bana anamın arkası gibisiniz” dese, hepsine zıhâr yapmış olur. Ve o kimse üzerine her bir karısı için bir kefaret lâzım gelir. Zîrâ zıhâr talaktan nakledilmiştir. Talak hepsine nispet edilse, hepsinde talak vaki olur.

Zıhâr ancak evli bulunanlar arasında olur. Câriyeye zıhâr yapılamaz. Zîrâ Allah’u Teâlâ Sûre-i Mücâdele, Âyet 3’te: ″Zevcelerine zıhâr yapıp sonra sözlerini telafi etmek isteyenler…″ diye buyurarak câriyeden bahsetmeyerek, onu istisnâ etmiştir.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Evlatlıklarınızı da oğullarınız yapmadı″ diye buyrulmaktadır. Câhiliye devrinde kişinin, evlat edindiği çocuk o adamın öz evlâdı gibi ka­bul edilirdi. Evlat edinen kişi, evlatlığı ile evlenemezdi. Birbirlerine mîrasçı olurlardı ve bunlar, birbirlerinin mahremi kabul edilirdi. İşte Âyet-i Kerîme bu âdeti kaldırmakta ve evlatlık olarak alınan bir kimsenin, öz evlat olmadığını bildirmektedir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında büyüyen Zeyd b. Harise de ona nispet ediliyor ve kendisine, ″Muhammed’in oğlu″ deniyordu. Bu âyet ile Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında büyüyen Zeyd b. Hârise’nin, onun öz oğlu olmadığı belirtilmiştir. Yani bir kişinin göğüs boşluğunda nasıl ki iki kalp olmuyorsa, zıhâr yaptığınız zevceleriniz de anneniz olamaz ve besleyip büyüttüğünüz çocuklar da sizin öz evlâdınız olamaz. İşte bu Âyet-i Kerîme, nâzil olduktan sonra artık böyle söylenmesi yasaklanmıştır.


﴿ اُدْعُوهُمْ لِاٰبَٓائِهِمْ هُوَ اَقْسَطُ عِنْدَ اللّٰهِۚ فَاِنْ لَمْ تَعْلَمُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ فَاِخْوَانُكُمْ فِي الدّ۪ينِ وَمَوَال۪يكُمْۜ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ ف۪يمَٓا اَخْطَأْتُمْ بِه۪ۙ وَلٰكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُورًا رَح۪يمًا ﴿٥﴾

5. Evlatlıklarınızı, babalarına nispet ederek çağırın. Çünkü bu hâl, Allah katında daha âdil ve hakikate daha uygundur. Babalarını bilmezseniz, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Bu yolda evvelce meydana gelen hatâlarınızdan dolayı size bir günah yoktur. Fakat (nehiyden sonra) kasten yaptığınız şeylerde günah vardır. Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair Salim b. Abdullah Radiyallâhu anhu’nun babasından şöyle nakledilmiştir:

مَا كُنَّا نَدْعُو زَيْدَ بْنَ حَارِثَةَ إِلَّا زَيْدَ بْنَ مُحَمَّدٍ حَتَّى نَزَلَ فِي الْقُرْآنِ {ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِنْدَ اللّٰهِ} (م عن سالم بن عبد اللّٰه)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in azatlısı Zeyd b. Harise’yi ″Muhammed’in oğlu Zeyd!″ diye çağırdık. Sonra: ″Evlatlıklarınızı, babalarına nispet ederek çağırın. Çünkü bu hâl, Allah katında daha âdil ve hakikate daha uygundur…″ diye devam eden Sûre-i Ahzâb, Âyet 5 nâzil oldu.[1]


[1] Sahih-i Müslim, Fedâil’üs-Sahâbe 62; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7155.


﴿ اَلنَّبِيُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِن۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْۜ وَاُو۬لُوا الْاَرْحَامِ بَعْضُهُمْ اَوْلٰى بِبَعْضٍ ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُهَاجِر۪ينَ اِلَّٓا اَنْ تَفْعَلُٓوا اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِكُمْ مَعْرُوفًاۜ كَانَ ذٰلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا ﴿٦﴾

6. Peygamber, Mü’minlere kendi canlarından daha evlâdır. Onun zevceleri de Mü’minlerin anneleridir. Aralarında akrabalık bulunanlar, Allah’ın kitabında birbirlerine mîras hususunda, diğer Mü’min ve Muhâcirlerden daha evlâdır. Ancak dostlarınıza bir iyilik (vasiyet) yapabilirsiniz. Bu hüküm, kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır.

İzah: Ayet-i Kerîme’de geçtiği üzere Mü’minlerin, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i kendi canlarından daha çok sevmeleri gerekir.

Bu hususta Abdullah b. Hişam Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Biz, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındaydık. Hz. Ömer’in elini tutmuştu. Hz. Ömer: ″Yâ Resûlallah! Yemin ederim ki, ben seni kendi canım hâriç her şeyden daha çok seviyorum″ dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

لَا وَالَّذِي نَفْسِى بِيَدِهِ حَتَّى أَكُونَ أَحَبَّ اِلَيْكَ مِنْ نَفْسِكَ فَقَالَ لَهُ عُمَرُ فَاِنَّهُ الْآنَ وَاللّٰهِ لَأَنْتَ أَحَبُّ اِلَيَّ مِنْ نَفْسِى فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الْآنَ يَا عُمَرُ. (خ عن عبد اللّٰه بن هشام)

″Hayır! Canımı kudret elinde tutan Al­lah’a yemin ederim ki, beni kendi nefsinden de daha çok sevmedikçe olmaz.″ Bunun üzerine Hz. Ömer: ″Vallâhi! Şu andan itibaren seni kendi canımdan da daha çok seviyorum″ deyince Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:İşte şimdi oldu, Yâ Ömer!″ diye buyurdu.[1]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا يُؤْمِنُ عَبْدٌ حَتَّى أَكُونَ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِنْ أَهْلِهِ وَمَالِهِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ (م عن انس)

″Hiçbir kul, ben kendisine ehlinden, malından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, îman etmiş olmaz.″[2]

İşte bu sebeple Ashâb-ı Kirâm, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e hitap ederken, ″Yâ Resûlallah! Anam, babam, canım sana fedâ olsun″ diyerek söze başlarlardı.

Yine Sûre-i Ahzâb, Âyet 6’da: ″Onun zevceleri de Mü’minlerin anneleridir″ diye geçtiği üzere, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de Mü’minlerin babasıdır. Bu hususta Resûl-i Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّمَا أَنَا لَكُمْ بِمَنْزِلَةِ الْوَالِدِ أُعَلِّمُكُمْ فَإِذَا أَتَى أَحَدُكُمْ الْغَائِطَ فَلَا يَسْتَقْبِلْ الْقِبْلَةَ وَلَا يَسْتَدْبِرْهَا وَلَا يَسْتَطِبْ بِيَمِينِهِ وَكَانَ يَأْمُرُ بِثَلَاثَةِ أَحْجَارٍ وَيَنْهَى عَنْ الرَّوْثِ وَالرِّمَّةِ (د عن ابى هريرة)

″Doğrusu ben, size gö­re baba mevkiindeyim. Ben, size öğretirim. Sizden birinizin büyük abdesti geldiğinde Kıble’ye önünü ve arkasını dönmesin. Sağ eliyle istincâ yapmasın.″ Râvi der ki: ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, üç taş kullanılmasını emrederdi ve hayvan tersiyle, kemikle taharetlenmeyi yasaklardı.″[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Ali Kerremallâhu veche için şöyle buyurmuştur:

يَا عَلِىُّ اَنَا وَ اَنْتَ أَبَوَا هَذِهِ الْاُمَّةِ (الاصفهانى، المفردات)

″Yâ Ali! Ben ve sen bu ümmete babayız.″[4]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا مِنْ مُؤْمِنٍ إِلَّا وَأَنَا أَوْلَى النَّاسِ بِهِ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ اقْرَءُوا إِنْ شِئْتُمْ {النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ} فَأَيُّمَا مُؤْمِنٍ تَرَكَ مَالًا فَلْيَرِثْهُ عَصَبَتُهُ مَنْ كَانُوا فَإِنْ تَرَكَ دَيْنًا أَوْ ضَيَاعًا فَلْيَأْتِنِي فَأَنَا مَوْلَاهُ (خ عن ابى هريرة)

Mü’mine, dünyâ ve âhirette insanlar içinde en yakını benim. İsterseniz, ″Peygamber, Mü’minlere kendi canlarından daha evlâdır″ diye geçen Sûre-i Ahzâb, Âyet 6’yı okuyun. Bunun içindir ki, herhangi bir Mü’min ölünce mal bırakırsa akrabaları ona vâris olsunlar. Kim de bir borç veya bakıma muhtaç bir aile bırakırsa, bana gelsinler, zîrâ onun velîsi benim.[5]

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Aralarında akrabalık bulunanlar, Allah’ın kitabında birbirlerine mîras hususunda diğer Mü’min ve Muhâcirlerden daha evlâdır″ diye buyrulmaktadır. Bu hüküm gelmeden önce Mü’minler, antlaşma yaparak veya birbirlerini kardeş ilan ederek, aralarında akrabalık bağı bulunmasa da birbirle­rine mîrasçı oluyorlardı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Muhâcirlerle Ensârı kardeş yaptığında bun­lar bu kardeşliğin icabı olarak birbirlerinin mîrasını alıyorlardı. Bu Âyet-i Kerîme inince, mîrasçı olacakları belirtilen akrabalar dışında, kimsenin kimseye mîrasçı olamayacağı beyan edildi ve gerek sözleşmeyle, gerekse kardeşlik kurmakla meydana gelen mîrasçılık kaldırılmış oldu. Ancak âyetin devamında, ″Ancak dostlarınıza bir iyilik (vasiyet) yapabilirsiniz″ diye buyrulduğu üzere, kendilerine mîras düşmeyen kimselere vasiyet edilebilir. Vasiyet edecek olan kimse de malının en fazla üçte birini vasiyet edebilir.


[1] Sahih-i Buhârî, Eymen ven-Nuzur 3; Rudânî, Cem’ul Fevaid, Hadis No: 8363.

[2] Sahih-i Müslim, Îman 16 (69).

[3] Sünen-i Ebû Dâvud, Tahâre 4.

[4] Râğıb el-İsfehânî, el-Müfredat, s. 7.

[5] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Ahzâb 1; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7156.


﴿ وَاِذْ اَخَذْنَا مِنَ النَّبِيّ۪نَ م۪يثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَاِبْرٰه۪يمَ وَمُوسٰى وَع۪يسَى ابْنِ مَرْيَمَۖ وَاَخَذْنَا مِنْهُمْ م۪يثَاقًا غَل۪يظًاۙ ﴿٧﴾ لِيَسْـَٔلَ الصَّادِق۪ينَ عَنْ صِدْقِهِمْۚ وَاَعَدَّ لِلْكَافِر۪ينَ عَذَابًا اَل۪يمًا۟ ﴿٨﴾

7-8. Ey Resûlüm! Yâd et ki, Biz (emirlerimi tebliğ ve hak dîne dâvet için) Peygamberlerden mîsâk (sağlam ahid) almıştık. Senden, Nûh’tan, İbrâhim’den, Mûsâ ve Meryem oğlu Îsâ’dan da mîsâk aldık. Biz onlardan büyük mîsâk aldık.* Allah’u Teâlâ bu mîsâkı, mahşerde sâdıkların doğruluğundan (Peygamberlerin ahidlerini yerine getirdiğinden) sual etmek için aldı. Kâfirler için de elim bir azap hazırladı.

İzah: Bu âyetler hakkında Übeyy b. Kâ’b Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

جَمَعَهُمْ فَجَعَلَهُمْ أَرْوَاحًا ثُمَّ صَوَّرَهُمْ فَاسْتَنْطَقَهُمْ فَتَكَلَّمُوا ثُمَّ أَخَذَ عَلَيْهِمْ الْعَهْدَ وَالْمِيثَاقَ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنْفُسِهِمْ أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ قَالَ فَإِنِّي أُشْهِدُ عَلَيْكُمْ السَّمَوَاتِ السَّبْعَ وَالْأَرَضِينَ السَّبْعَ وَأُشْهِدُ عَلَيْكُمْ أَبَاكُمْ آدَمَ عَلَيْهِ السَّلَام أَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيَامَةِ لَمْ نَعْلَمْ بِهَذَا اعْلَمُوا أَنَّهُ لَا إِلَهَ غَيْرِي وَلَا رَبَّ غَيْرِي فَلَا تُشْرِكُوا بِي شَيْئًا وَإِنِّي سَأُرْسِلُ إِلَيْكُمْ رُسُلِي يُذَكِّرُونَكُمْ عَهْدِي وَمِيثَاقِي وَأُنْزِلُ عَلَيْكُمْ كُتُبِي قَالُوا شَهِدْنَا بِأَنَّكَ رَبُّنَا وَإِلَهُنَا لَا رَبَّ لَنَا غَيْرُكَ ... (حم عن ابى بن كعب)

Allah’u Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’ın soyundan gelecek olan insanları onun sulbünde topla­mış, onlara can vermiş ve onları şekillendirmiştir. Sonra onların konuşmalarını istemiş onlar da konuşmuşlardır. Daha sonra bunlardan ahid almış ve bunları, kendi nefislerine şâhit tutarak:

- Ben sizin Rabbiniz değil miyim? demiş onlar da:

- Evet, şâhidiz, Sen bizim Rabbimizsin, diye cevap vermişlerdir. Bunun üze­rine Allah’u Teâlâ:

- Ben de yedi kat göğü ve yedi kat yeri ve atanız Âdem’i, mahşer gününde; biz bunu bilmiyorduk, dememeniz için size karşı şâhit tutuyorum. Bi­lin ki Benden başka ne bir ilah, ne de bir Rabb vardır. Hiçbir şeyi Bana ortak koş­mayın. Ben sizlere, sizden aldığım ahdi size hatırlatacak Peygamberlerimi gön­dereceğim ve sizlere kitaplarımı indireceğim, dedi. Onlar da:

- Senin, bizim Rabbimiz ve ilahımız olduğuna, bizim Senden başka hiçbir Rabbimiz olmadığına şâhitlik ederiz, diyerek bu ahidlerini onayladılar. Allah’u Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’ı onları görsün diye yükseltti. Âdem Aleyhisselâm da onları gördü. İçlerinde zengini, fakiri, güzeli ve çirkini gördü de:

- Ey Rabbim! Neden hepsini eşit kılmadın? dedi. Allah’u Teâlâ:

- Bana şükredilmesini istedim, buyurdu. Âdem Aleyhisselâm, onların içinde Peygamberleri gördü. Üzerlerinde kandillere benzeyen bir nûr vardı. Risâlet ve Peygamberlik konusunda onlardan da farklı bir söz ve ahid alınmıştı. İşte Allah’u Teâlâ’nın: ″Ey Resûlüm! Yâd et ki, Biz (emirlerimi tebliğ ve hak dîne dâvet için) Peygamberlerden mîsâk (sağlam ahid) almıştık. Senden, Nûh’tan, İbrâhim’den, Mûsâ ve Meryem oğlu Îsâ’dan da mîsâk aldık. Biz onlardan büyük mîsâk aldık″ mealindeki Sûre-i Ahzâb, Âyet 7 bu anlamdadır.

Îsâ Aleyhisselâm da bu ruhlar arasındaydı ve onu da Hz. Meryem’e gönderdi. Übeyy b. Ka’b Radiyallâhu anhu’dan nakledildiğine göre; Îsâ Aleyhisselâm, Hz. Meryem’e ağzından girmiştir.[1]

Yine bu Âyet-i Kerîme hakkında Hz. Ömer, Peygamberimizin vefâtından sonra ağlayarak, şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

بِأَبِي أَنْتَ وَأُمِّي يَا رَسُولَ اللّٰهِ لَقَدْ بَلَغَ مِنْ فَضِيلَتِكَ عِنْدَ اللّٰهِ اَنْ بَعَثَكَ اللّٰهُ آخِرَ الْاَنْبِيَاءِ وَذَكَرَكَ فِى اَوَّلِهِمْ فَقَالَ وَاِذْ اَخَذْنَا مِنَ النَّبِيّ۪نَ م۪يثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ الْآيَةَ (الشفاء عن عمر)

Yâ Resûlallah! Anam babam sana fedâ olsun, Allah katında öyle bir şeref ve derecen vardır ki, seni en son Peygamber olarak göndermiş, lâkin Sûre-i Ahzâb, Âyet 7’de geçtiği üzere, ″Senden de mîsâk aldık″ buyurarak hepsinden önce zikretmiştir.[2]


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 20283; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6968.

[2] Kadı İyaz, eş-Şifâ, s. 52.


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ جَٓاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ ر۪يحًا وَجُنُودًا لَمْ تَرَوْهَاۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرًاۚ ﴿٩﴾

9. Ey îman edenler! Allah’u Teâlâ’nın üzerinize olan nîmetini yâd edin. O vakit ki, düşman orduları üzerinize gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgâr ve görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızı görmektedir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Hendek Harbi’nden bahsetmektedir. Bu harpte; Kureyş ve Gatfân kabileleri; Kureyza ve Nâdr Yahudileri’nden müteşekkil gruplar bir araya gelerek Müslümanlara savaş açmışlardı. Bunlar Medîne’nin yakınına kadar gelmişlerdi. Kâfir şairleri, aşiretleri gezip kâfirleri galeyana getiriyordu. Kâfirlerin büyük bir kuvvetle geleceklerini haber alan Peygamberimiz, Ashâbı toplayıp müşâvere yaptı. Harbe karşı tedbir almayı düşündü. En son Selmân-ı Fârisî’ye: ″Sen, Acem Sarayı’nda hizmetçi olarak çok kaldın, sen de fikrini söyle? Acemliler, savaşçıdırlar. Çok büyük bir düşman karşısında kalırlarsa, ne gibi bir tedbir alırlardı?″ diye sordu. Selmân-ı Fârisî: ″Ya bir kaleye sığınırlar, ya da şehrin etrafına hendek kazarlardı″ dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, hendek kazılmasını emretti.

Berâ İbn-i Azib Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Ahzab Günü (Müslümanlara karşı kâfirlerin birlik oluşturduğu gün) hendek kazılırken, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm. O, toprak taşıyordu. Bir hâlde ki, toprak karnının beyazlığını örtmüştü ve şöyle diyordu:

لَوْلَا أَنْتَ مَا اهْتَدَيْنَا وَلَا تَصَدَّقْنَا وَلَا صَلَّيْنَا فَأَنْزِلَنْ سَكِينَةً عَلَيْنَا وَثَبِّتْ الْأَقْدَامَ إِنْ لَاقَيْنَا إِنَّ الْأُلَى قَدْ بَغَوْا عَلَيْنَا إِذَا أَرَادُوا فِتْنَةً أَبَيْنَا (خ عن البراء)

″Yâ Rabbi! Sen bize hidâyet etmemiş olsaydın, bize doğruluğu göstermemiş, bize rahmet etmemiş olsaydın; biz şaşırırdık. Bize saldıran kâfirler, çekindiğimiz fitne ve fesâdı bize yaptırmak istediklerinde, bize sabr-ı sebat ihsan et ve onlarla yüz yüze geldiğimizde, ayaklarımızı sâbit tut.[1]

Yine Abdullah İbn-i Ebî Evfa Radiyallâhu anhu’dan nakledilen diğer bir Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ahzâb günü müşriklerin aleyhine duâ ederek şöyle buyurdu:

اللّٰهُمَّ مُنْزِلَ الْكِتَابِ سَرِيعَ الْحِسَابِ اللّٰهُمَّ اهْزِمْ الْأَحْزَابَ اللّٰهُمَّ اهْزِمْهُمْ وَزَلْزِلْهُمْ (خ عن عبد اللّٰه بن ابى اوفى)

″Ey Allah’ım! Ey Kur’ân gönderen Allah’ım! Ey düşmanlarla hesabı tez olan Rabbim! Şu kâfir Arap kabilelerini dağıt. Allah’ım! Onların topluluklarını kır, irâdelerini sars.″[2]

Allah’u Teâlâ’nın, Hendek Muharebesi’nde hendeğin karşı tarafında kalan kâfirlere doğru rüzgâr estirmesiyle, hepsi perişan olarak kaçmışlardır. Daha kimsenin görmediği Allah’ın gönderdiği ordular da gelerek Müslümanlara yardım etmiş ve sonunda zafer Müslümanların olmuştur.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

نُصِرْتُ بِالصَّبَا وَأُهْلِكَتْ عَادٌ بِالدَّبُورِ (خ م عن ابن عباس)

″Bana, doğu ta­rafından esen rüzgâr ile yardım edildi. Âd kavmi ise, batıdan esen rüz­gâr ile helâk edildi.″[3]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

خَيْرُ الصَّحَابَةِ أَرْبَعَةٌ وَخَيْرُ السَّرَايَا أَرْبَعُ مِائَةٍ وَخَيْرُ الْجُيُوشِ أَرْبَعَةُ آلَافٍ وَلَا يُغْلَبُ اثْنَا عَشَرَ أَلْفًا مِنْ قِلَّةٍ (د ت ه عن ابن عباس)

″Yolculukta arkadaşlarının sayı bakımından en hayırlısı dört kişilik, seriyyelerin en hayırlısı dört yüz kişilik, orduların en hayırlısı da dört bin kişilik olanıdır ve on iki bin kişilik hakiki Müslüman (ne şartlar altında olursa olsun, düşman ne kadar çok olsa da) azlıktan dolayı yenilmez.″[4]

Bir Müslüman askeri beş silahla harbe girer. Eğer bu beş silah olursa aslâ yenilmez!

Birincisi: Allah’u Teâlâ’nın kudret eli ile olan yardımıdır.

Sûre-i Ahzâb, Âyet 26’da Allah’u Teâlâ:Onların kalplerine korku koydudiye buyurmaktadır. Allah’u Teâlâ kâfirlerin kalbine korku koyar ve Mü’minlerin de cesaretini artırır.

İkincisi: Meleklerin yardımıdır.

Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 124’de geçtiği üzere, Bedir Harbi‘nde Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in Ashâbına üç bin melek ile yardım ettiği beyan edilmektedir.

Üçüncüsü: Ruhaniyetin yardımıdır. Yani dünyâdan gitmiş olan Peygamberlerin ve evliyâların yardımıdır.

Dördüncüsü: Sağ olan velîlerin, evliyâların yardımıdır.

Tebuk’ten dönerken Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَقْوَامًا بِالْمَدِينَةِ خَلْفَنَا مَا سَلَكْنَا شِعْبًا وَلَا وَادِيًا إِلَّا وَهُمْ مَعَنَا فِيهِ حَبَسَهُمْ الْعُذْرُ (خ عن انس بن مالك)

″Şüphesiz, özürlerinden dolayı Medîne’de bıraktığımız insanların içinde öyleleri var ki, geçtiğimiz her dağ yolunda ve vâdide onlar bizimle beraberdirler.″[5] Yani onlar, sizinle beraber harp edip, size yardımcı olurlar. Fakat siz anlayamazsınız, demektir.

Yine Sûre-i Tevbe, Âyet 122’de: ″… Her fırkadan bir zümre kalsa ya!...″ diye geçtiği üzere, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Ashâb-ı Suffa‘yı ayırmıştır. Resûlü Ekrem Efendimiz onları harbe göndermezdi. Cephede Müslüman askeri harp ederken, bunlar Mescid-i Nebevî‘de sürekli ibâdet ederler ve onların zafere ulaşmaları için duâ ederlerdi.

Beşincisi: Elindeki silahın yardımıdır.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in övgüsüne mazhar olmuş olan Fatih Sultan Muhammed Han Hazretleri de; Allah‘u Teâlâ’dan, Peygamberlerden, evliyâullahtan, sağ olan velîlerden ve ruhâniyetten nasıl yardım istediğini kasidesinde şöyle anlatıyor:

İmtisâl-i câhidû fillah oluptur niyyetim,

Dîn-i İslâm‘ın mücerred gayretidir gayretim.

Kur’ân’da Hakk Teâlâ: ″Allah için cihat edin″ diye buyurduğu için, harbetmek niyetim var. Şan, şeref değil, toprak almak değil, dünyâ malı değil, Allah’u Teâlâ emrettiği için harp edeceğim. Bir tek gayem, Din-i İslâm’ı yükseltmektir.

Fazl-u Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah ile,

Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir niyyetim.

Allah’ın lütfu keremiyle, başta Allah’ın yardımıyla, bir de ″Cündü ricâlullah″ yardımıyla, yani Peygamberlerin ve evliyâların mânevi yardımlarıyla yeryüzünde küfür ehlini peyderpey kahretmek, yok etmektir, niyetim.

Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benim,

Lütf-u Hakk‘tandır heman ümidi fethu ve nusratım

Peygamberlere ve evliyâlara çağırıp, onlardan yardım almam var benim. En büyük yardımı, ümidi de Allah’tan umuyor ve bekliyorum. Zafer, O’nun lütfuyla olacak.

Nefs ü ve mal ile nola kılsam cihanda içtihad,

Hamdü lillâh var gazâya sad hazaran rağbetim.

Malımla, canımla, ne olur cihada bir girebilsem de, harp etsem. Elhamdülillah, harbetmeye yüzbinlerce iştahım ve rağbetim var.

Ey Muhammed! Mûcizat-ı Ahmed ü Muhtar ile,

Umarım gâlip ola e’dâ-yı dîne devletim.

Ey Muhammed Fâtih! Mûcizat-ı Ahmed-i Muhtar olan Peygam-berimizin isminin hürmetiyle; umuyorum ki, yaptığım ve yapacağım harplerde gâlip olacağım. Bu Din-i Mübîn’i yükseltip, her tarafa yayacağım.

İşte Âyet-i Kerîme’de Müslümanlar için, ″Görmediğiniz ordular göndermiştik diye buyrulması, yukarıda da geniş olarak anlatıldığı üzere, Allah’u Teâlâ’nın, Peygamberlerin, meleklerin, evliyâların mânevi olarak Müslüman ordularına yardım edeceği ve bunun sonunda da İslâm ordusunun zafere ulaşacağı belirtilmektedir.

Fatih Sultan Muhammed Han Hazretleri de, yakînî bir inanca sahip olduğu için, bu yardımlara mazhar olarak zaferden zafere koşmuş, iki yüz civârında kale veya şehir almış, on yedi devleti ve iki imparatorluğu yıkmış, İstanbul’u da fethederek bir çağ kapatıp yeni bir çağ açmıştır.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Fatih Sultan Muhammed Han hakkında dîne olan bağlılığı ve hizmetinden dolayı, onu methederek şöyle buyurmuştur:

لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَلَنِعْمَ الْأَمِيرُ أَمِيرُهَا وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ ذَلِكَ الْجَيْشُ (حم طب عن عبد اللّٰه بن بشر الخثمعى عن ابيه)

″Kostantin (İstanbul) şehri muhakkak fetholunacak. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır. Onun askeri de ne güzel askerdir.″[6]


[1] Sahih-i Buhârî, Cihat ve Siyer 34.

[2] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1233.

[3] Sahih-i Buhârî, İstiskâ 26, Bed’uI-Halk 5; Sahih-i Müslim, Salât’ul-lstiskâ 4 (17).

[4] Sünen-i Ebû Dâvud, Cihat 81; Sünen-i Tirmizî, Siyer 7; Ibn-i Mâce, Cihat 25

[5] Sahih-i Buhârî, Cihat 35; Abdurrezzâk es-San’ânî, Musannef, Hadis No: 9547.

[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 18189; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 1200; Kırk Mevzuda Kırk Hadis Kitabı, Hadis No: 28.


﴿ اِذْ جَٓاؤُ۫كُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ اَسْفَلَ مِنْكُمْ وَاِذْ زَاغَتِ الْاَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللّٰهِ الظُّنُونَا ﴿١٠﴾ هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَد۪يدًا ﴿١١﴾

10-11. O vakit kâfirler, size hem üst tarafınızdan, hem de aşağı tarafınızdan gelmişlerdi. O zaman gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti. Siz de Allah’a çeşitli zanlarda bulunuyordunuz.* İşte orada, Mü’minler imtihan edilmişler ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

İzah: Bu âyetlerin nüzul sebebine dair şu hâdise nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hendek Muharebesi’nde: ″Allah’ın yardımı var. Allah’u Teâlâ bizimle beraberdir, korkmayın!″ diye buyuruyordu. Müslümanlar, bu savaşta çok bunalmışlardı ki, ″Allah‘ın yardımı ne zaman gelecek″ diyorlardı. Herkesin ümidi kesilmişti. Neredeyse Müslümanlıktan ayakları kayma derecesine gelmişti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in yanına gelip, ″Yâ Resûlullah! Allah’ın yardımı ne zaman? Bizim sabrımız kalmadı″ dediler. İşte bunun üzerine bu âyetler nâzil olmuştur.

Bu husus Sûre-i Bakara, Âyet 214’te de şöyle geçmektedir:

Ey Mü’minler! Yoksa siz, önceki ümmetlere isâbet edenler size de gelmedikçe, Cennete gireceğinizi mi zannedersiniz? Onları, türlü türlü belâlar yıldırmıştı. Hattâ Peygamberleri ve O’nunla beraber imân edenler: ″Allah’ın yardımı ne zaman?″ dediler. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı muhakkak yakındır.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

ضَحِكَ رَبُّنَا مِنْ قُنُوطِ عِبَادِهِ وَقُرْبِ غِيَرِهِ قَالَ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَوَ يَضْحَكُ الرَّبُّ قَالَ نَعَمْ قُلْتُ لَنْ نَعْدَمَ مِنْ رَبٍّ يَضْحَكُ خَيْرًا ( ه عن ابى رزين)

″Allah’u Teâlâ kullarının ümitsizliğe düşmesine güler. Çünkü Allah’u Teâlâ onların sıkıntılı durumlarının değişip kurtuluşlarının yakın olduğunu bilir.″ Ebû Rezîn dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Allah’u Teâlâ güler mi?″ diye sordum. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet″ deyince de ben: ″Gülmek vasfını taşıyan bir Rabb’den daima hayır buluruz″ dedim.[1]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 13.


﴿ وَاِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُٓ اِلَّا غُرُورًا ﴿١٢﴾

12. O vakit, münâfıklar ve kalplerinde maraz olanlar: ″Allah ve Resûlü, bize ancak aldatıcı bir vaadde bulundu″ dediler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçen hususla ilgili olarak Bera İbn-i Azib Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bize hendek kazılmasını emretti. Biz hendeği kazarken çok büyük bir kaya çıkmıştı. Bunu kimse kıramadı. Durumu Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e şikâyet ettik. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem geldi, mübârek eline bir balyoz aldı ve ″Bismillâh″ diyerek o kayaya vurdu, kayanın üçte biri koptu. Kayadan bir kıvılcım çıktı ve Şam tarafına sıçradı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:

اللّٰهُ أَكْبَرُ أُعْطِيتُ مَفَاتِيحَ الشَّامِ وَاللّٰهِ إِنِّي لَأُبْصِرُ قُصُورَهَا الْحُمْرَ مِنْ مَكَانِي هَذَا ثُمَّ قَالَ بِسْمِ اللّٰهِ وَضَرَبَ أُخْرَى فَكَسَرَ ثُلُثَ الْحَجَرِ فَقَالَ اللّٰهُ أَكْبَرُ أُعْطِيتُ مَفَاتِيحَ فَارِسَ وَاللّٰهِ إِنِّي لَأُبْصِرُ الْمَدَائِنَ وَأُبْصِرُ قَصْرَهَا الْأَبْيَضَ مِنْ مَكَانِي هَذَا ثُمَّ قَالَ بِسْمِ اللّٰهِ وَضَرَبَ ضَرْبَةً أُخْرَى فَقَلَعَ بَقِيَّةَ الْحَجَرِ فَقَالَ اللّٰهُ أَكْبَرُ أُعْطِيتُ مَفَاتِيحَ الْيَمَنِ وَاللّٰهِ إِنِّي لَأُبْصِرُ أَبْوَابَ صَنْعَاءَ مِنْ مَكَانِي هَذَا(حم ع عن البراء)

″Allah’u Ekber! Bana Şam’ın anahtarları verildi. Vallâhi! Ben şimdi Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum″ diye buyurdu. Sonra balyozu ″Bismillâh″ diyerek bir daha vurdu, kayanın bir parçası daha koptu. İran tarafına bir kıvılcım sıçradı, bu defa da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’u Ekber! Bana Fars ikliminin anahtarları verildi, şu anda Kisra’nın beyaz köşklerini görüyorum″ diye buyurdu. Daha sonra bir daha ″Bismillâh″ diyerek vurdu, o kaya tamamen yerinden koparılmış oldu ve çıkan bir kıvılcım Yemen tarafına sıçradı ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’u Ekber! Bana Yemen’in anahtarları verildi, ben şimdi San’a’nın kapılarını görüyorum″ diye buyurdu ve ″Bunlar, Müslümanlara nasip olacaktır, bunları bana Cebrâil Aleyhisselâm müjdeledi″ diyerek Ashâbına müjde verdi.[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu müjdeleri ile, o münâfıklar alay ediyor ve bu vaadin bir aldatma olduğunu söylüyorlardı. Bunlar Abdullah İbn-i Übeyy ve arkadaşları gibi kimselerdi. Bu münâfıklar:

- Bana Şam’ın, Acem’in ve Yemen’in anahtarları verildi, benim ümmetim oraları fethedecek, diye söylüyor. Bir taraftan da düşmandan korunmak için hendek kazıyor, gibi buna benzer sözler söyleyerek alay ediyorlardı.

Düşman gelip de Medîne’nin etrafını muhâsara edince, Ashâb uzun bir süre açlık çekerek büyük sıkıntılara mâruz kaldı. Öyle ki, açlıktan kuşaklarının arasına taş koyuyorlardı. Münâfıkların ve kalplerinde hastalık olanların bu sebepten dolayı, küfrü arttı. Mü’minlerin ise îmanı daha da kuvvetlendi.

İşte Sûre-i Ahzâb, Âyet 12, bu olayı haber vermektedir.

Daha sonra İslâm orduları Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in fethini müjdelediği Şam, İran ve Yemen’i fethetmişlerdir.


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 17946; Ebû Ya’la el-Mevsilî, Müsned, Hadis No: 1649.


﴿ وَاِذْ قَالَتْ طَٓائِفَةٌ مِنْهُمْ يَٓا اَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُواۚ وَيَسْتَأْذِنُ فَر۪يقٌ مِنْهُمُ النَّبِيَّ يَقُولُونَ اِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍۜ اِنْ يُر۪يدُونَ اِلَّا فِرَارًا ﴿١٣﴾

13. O vakit, münâfıklardan bir taife, ″Ey Medîne ehli! Burası sizin için durulacak yer değildir, haydi geri dönün″ dediler. Onlardan bir fırka da, ″Evlerimiz korumasız″ diyerek Peygamberden dönmek için izin istediler. Halbuki evleri korumasız değildi. Sâdece kaçmak istiyorlardı.


﴿ وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ اَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَاٰتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَٓا اِلَّا يَس۪يرًا ﴿١٤﴾

14. Eğer Medîne’nin her tarafından üzerlerine gelinse ve bunlardan mürtet olmaları istenilse, bu teklifi fazla geciktirmeden hemen yaparlardı.

İzah: Eğer o müşrikler, bir taraftan boşluk bulup Medîne’ye girse, münâfıklara: ″Siz de bize katılın″ deseler, bunlar Müslümanların safından ayrılarak, hemen kâfirlerin safına geçerler.

Münâfıkların özellikleri hakkında Ebu’l-Âliye Hazretleri şöyle buyurmuştur:

هِيَ سِتُّ خِصَالٍ فِي الْمُنَافِقِينَ إِذَا كَانَتْ فِيهِمُ الظُّهْرَةُ عَلَى النَّاسِ أَظْهَرُوا هَذِهِ الْخِصَالَ: إِذَا حَدَّثُوا كَذَبُوا وَإِذَا وَعَدُوا أَخْلَفُوا وَإِذَا ائْتُمِنُوا خَانُوا وَنَقَضُوا عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَقَطَعُوا مَا أَمَرَ اللّٰهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَأَفْسَدُوا فِي الأَرْضِ وَإِذَا كَانَتِ الظُّهْرَةُ عَلَيْهِمْ أَظْهَرُوا الْخِصَالَ: إِذَا حَدَّثُوا كَذَبُوا وَإِذَا وَعَدُوا أَخْلَفُوا وَإِذَا ائْتُمِنُوا خَانُوا (تفسير ابن ابى حاتم عن ابى العالية)

Münâfıkların altı özelliği vardır. İnsanlar üzerine gâlip geldikleri zaman, bu özelliklerini açığa çıkarırlar. Bunlar: ″Konuştukları zaman yalan söyler­ler, vaad ettikleri zaman dönerler, emânet verildiğinde hıyânet ederler, Allah’u Teâlâ’ya söz verdikten sonra ahidlerini bozarlar, Allah’ın emrettiği Hakk’a kavuşmak yolunu keserler ve yeryüzünde fesat çıkarırlar.″ Eğer gâlibiyet kendilerinin değil de başkalarının olursa, o zaman da şu üç özelliği ortaya çıkar: ″Konuşunca yalan söylerler, vaad edince dönerler, emânet verilince hıyânet ederler.″[1]


[1] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 285.


﴿ وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللّٰهَ مِنْ قَبْلُ لَا يُوَلُّونَ الْاَدْبَارَۜ وَكَانَ عَهْدُ اللّٰهِ مَسْؤُ۫لًا ﴿١٥﴾

15. Yemin olsun ki bunlar, düşmandan kaçmayacaklarına dair daha önce Allah’a söz vermişlerdi. Allah’a verilen söz ise, sorumluluğu gerektirir.


﴿ قُلْ لَنْ يَنْفَعَكُمُ الْفِرَارُ اِنْ فَرَرْتُمْ مِنَ الْمَوْتِ اَوِ الْقَتْلِ وَاِذًا لَا تُمَتَّعُونَ اِلَّا قَل۪يلًا ﴿١٦﴾

16. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Ölümden ve öldürülmekten kaçarsanız, bilin ki kaçmak size aslâ fayda vermeyecektir. Kaçsa­nız bile, ancak az bir zaman yaşatılırsınız.″


﴿ قُلْ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَعْصِمُكُمْ مِنَ اللّٰهِ اِنْ اَرَادَ بِكُمْ سُٓوءًا اَوْ اَرَادَ بِكُمْ رَحْمَةًۜ وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِيًّا وَلَا نَص۪يرًا ﴿١٧﴾

17. Ey Resûlüm! Onlara: ″Eğer Allah’u Teâlâ, size bir şer dilerse yahut size bir hayır dilerse, sizden onu menedecek kimdir?″ de. Onlar, kendileri için Allah’tan başka bir dost ve yardımcı bulamazlar.


﴿ قَدْ يَعْلَمُ اللّٰهُ الْمُعَوِّق۪ينَ مِنْكُمْ وَالْقَٓائِل۪ينَ لِاِخْوَانِهِمْ هَلُمَّ اِلَيْنَاۚ وَلَا يَأْتُونَ الْبَأْسَ اِلَّا قَل۪يلًاۙ ﴿١٨﴾

18. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, aranızdan cihattan alıkoyanları ve kardeşlerine, ″Bize gelin!″ diyenleri elbette bilir. Bunlardan ancak pek azı harbe geliyorlardı.


﴿ اَشِحَّةً عَلَيْكُمْۚ فَاِذَا جَٓاءَ الْخَوْفُ رَاَيْتَهُمْ يَنْظُرُونَ اِلَيْكَ تَدُورُ اَعْيُنُهُمْ كَالَّذ۪ي يُغْشٰى عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِۚ فَاِذَا ذَهَبَ الْخَوْفُ سَلَقُوكُمْ بِاَلْسِنَةٍ حِدَادٍ اَشِحَّةً عَلَى الْخَيْرِۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَمْ يُؤْمِنُوا فَاَحْبَطَ اللّٰهُ اَعْمَالَهُمْۜ وَكَانَ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يرًا ﴿١٩﴾

19. Savaşa geldikleri zaman da, size yardım hususunda cimri kimseler olarak gelirler. Düşmandan korktukları vakit, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş kimse gibi gözlerini döndüre­rek sana baktıklarını görürsün. Korku gidince de ganîmete karşı aşırı düşkünlük göstererek, iğneli dilleriyle sizi tenkit ederler. İşte bunlar, aslında îman etmediler. Allah’u Teâlâ da onların amellerini boşa çıkardı. Bu, Allah’a göre çok kolaydır.


﴿ يَحْسَبُونَ الْاَحْزَابَ لَمْ يَذْهَبُواۚ وَاِنْ يَأْتِ الْاَحْزَابُ يَوَدُّوا لَوْ اَنَّهُمْ بَادُونَ فِي الْاَعْرَابِ يَسْـَٔلُونَ عَنْ اَنْبَٓائِكُمْۜ وَلَوْ كَانُوا ف۪يكُمْ مَا قَاتَلُٓوا اِلَّا قَل۪يلًا۟ ﴿٢٠﴾

20. Bunlar, düşman birliklerinin Medîne etrafından gitmediklerini zannettiler. Eğer düşman birlikleri tekrar saldıracak olsa, Medîne’yi bırakıp bedevîler ile beraber olmayı ve Medîne’den gelenlerden de, kâfirlerle aranızda cereyan eden ahvâli sormayı temenni ederler. Şâyet aranızda olsalardı, ancak pek az savaşırlardı.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ, münâfıkların kalplerine korku vererek, onları Mü’minlerden ayırdığını beyan etmektedir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bir mûcizesi olarak, kendisinin yapmış olduğu duâ sonucunda, kuvvetli bir rüzgâr çıkmış, hendeğin etrafındaki düşman askerleri dağılmış ve bozguna uğramışlar. Münâfık-ların, düşmanın dağıldığından haberleri olmamış, onlar korkudan cepheyi terk ederek, Medîne’nin içlerine kaçmışlardı. İşte bu âyette Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında kalanların gerçek Mü’minler olup, îmanlarının daha da kuvvetlendiği bildirilmektedir.


﴿ لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًاۜ ﴿٢١﴾

21. Yemin olsun ki Resûlullah’ta, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenler için güzel bir numune vardır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’ye göre, Hendek Savaşı’nda Müslümanlar Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında sebat edip, onu örnek alarak emrinden ayrılmamışlardır. İşte Mü’minler burada olduğu gibi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bütün yaşantısını, sünnetlerini nûmune olarak kabul edip, kendi yaşantılarında uygulamışlardır. Bu, Allah’ın emridir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünneti iki kısma ayrılır. Bu hususta Mekhûl Hazretlerinden şöyle nakledilmiştir:

السُّنَّةُ سُنَّتَانِ: سُنَّةٌ الأَخْذُ بِهَا فَرِيضَةٌ وَتَرْكُهَا كُفْرٌ، وَسُنَّةٌ الأَخْذُ بِهَا فَضِيلَةٌ وَتَرْكُهَا إِلَى غَيْرِ حَرَجٍ. (الدارمى عن مكحول)

″Sünnet iki çeşittir: Bir sünnet var ki, onu almak farz, bırakmak küfürdür. Bir sünnette var ki, onu almak fazilet, onu bırakıp başkasını (bid’ati) almak günahtır.″[1]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

السُّنَّةُ سُنَّتَانِ: سُنَّةٌ فِي فَرِيضَةٍ، وَسُنَّةٌ فِي غَيْرِ فَرِيضَةٍ، السُّنَّةُ الَّتِي فِي الْفَرِيضَةِ أَصْلُهَا فِي كِتَابِ اللّٰهِ، أَخْذُهَا هُدًى، وَتَرْكُهَا ضَلالَةٌ، وَالسُّنَّةُ الَّتِي لَيْسَ أَصْلُهَا فِي كِتَابِ اللّٰهِ الأَخْذُ بِهَا فَضِيلَةٌ، وَتَرْكُهَا لَيْسَ بِخَطِيئَةٍ (طب عن ابى هريرة)

″Sünnet ikidir. Biri, farzın içinde olan sünnet; biri de, farzın dışında olan sünnet. Farzın içinde olan sünnetin aslı Allah’ın kitabındadır. Ona uymak hidâyettir, terki ise dalâlettir. Aslı Allah’ın kitabında olmayan sünnete uymak da sevaptır, terki ise günah değildir.″[2]

Bu hadisten anlaşılan, sünnet iki kısımdır. Biri farz hükmünde olan sünnettir. Bu sünnete uymak farz, terk etmek ise günahtır. İkincisi de nâfile olan sünnettir. Bu sünnete uyulduğu zaman sevap vardır, uyulmadığında ise günah yoktur.

Hadis-i Şerif’te: ″Farz olan sünnetin aslı Allah’ın kitabındadır″ diye geçen ifadeden maksat, ″Allah’a ve Resûlüne itaat edin″[3] diye geçen âyetlerdir. Resûlüne itaat, Allah’a itaat gibidir. Eğer bir kimse Allah’ın Resûlüne itaat etmezse, Allah’a da itaat etmemiş olur. Bu nedenle Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bir şeyi emrettiği zaman, kesin olarak ona itaat edilmesi farz olur. Bu hususta geçen âyetlerden bâzıları şöyledir.

Sûre-i Necm, Âyet: 3-4:

O (Muhammed Aleyhisselâm), kendi hevâsından konuşmaz.* Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.″

Sûre-i Ahzâb, Âyet 36:

″Allah ve Resûlü, bir iş hakkında hükmettiği zaman, hiçbir Mü’min erkek ve hiçbir Mü’min kadın için, artık o işte seçme hakkı olamaz. Her kim Allah’a ve Resûlüne isyan ederse, şüphesiz ki apaçık bir dalâlete düşmüş olur.″

Bu hususta Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün hutbesinde bize şöyle hitap etti:

أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ قَدْ فَرَضَ عَلَيْكُمْ الْحَجَّ فَحُجُّوا فَقَالَ رَجُلٌ أَكُلَّ عَامٍ يَا رَسُولَ اللّٰهِ فَسَكَتَ حَتَّى قَالَهَا ثَلَاثًا فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَوْ قُلْتُ نَعَمْ لَوَجَبَتْ وَلَمَا اسْتَطَعْتُمْ ثُمَّ قَالَ ذَرُونِي مَا تَرَكْتُكُمْ فَإِنَّمَا هَلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ بِكَثْرَةِ سُؤَالِهِمْ وَاخْتِلَافِهِمْ عَلَى أَنْبِيَائِهِمْ فَإِذَا أَمَرْتُكُمْ بِأَمْرٍ فَأْتُوا مِنْهُ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَإِذَا نَهَيْتُكُمْ عَنْ شَيْءٍ فَدَعُوهُ (م ن حم عن ابى هريرة)

″Ey insanlar! Allah’u Teâlâ üzerinize haccı farz kıldı, haccedin″ buyurunca, Adamın biri, ″Her sene mi Yâ Resûlallah?″ diye sordu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem sükût etti. O kişi aynı soruyu üçüncü kez tekrar sorunca, buyurdu ki: ″Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, evet deseydim hac üzeri­nize her sene farz olacaktı. Üzerinize farz olsaydı, buna güç yetiremeyecektiniz. Ben sizi bıraktı­ğım sürece siz de beni bırakın. Sizden öncekiler çok soru sormaları ve Peygamberlerine karşı muhalefet etmeleri sebebiyle helâk oldular. Ben size bir şeyi emrettiğim zaman gücünüz yettiği kadar tutun. Sizi bir şeyden nehyettiğim zaman da ondan sakının.″[4]

Ebû Said İbn’ul-Muallâ Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

كُنْتُ أُصَلِّي فِي الْمَسْجِدِ فَدَعَانِي رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَلَمْ أُجِبْهُ فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنِّي كُنْتُ أُصَلِّي فَقَالَ أَلَمْ يَقُلْ اللّٰهُ {اسْتَجِيبُوا لِلّٰهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ} (خ د ن عن سعيد بن المعلى)

Ben, Mescid-i Nebevî’de (nâfile) namaz kılıyordum. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem beni çağırdı. Fakat namazda olduğum için icâbet edemedim. Sonra yanına gelerek: ″Yâ Resûlallah! Namaz kılıyordum″ dedim. Bana: ″Allah’u Teâlâ, kitabında: ″Ey îman edenler! Resûl, kalplerinizi dîni hakikatler ile ihyâ için sizi dâvet ettiği vakit, Allah’a ve Resûlüne icâbet edin…″[5] diye buyurmuyor mu?″ dedi...[6]

Haram ve helâl olan şeylerin bir kısmı âyetle belirlenmiş, bâzıları da bizzat Peygamberimiz tarafından belirlenmiştir. Bu hususta da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَلَا أُوتِيتُ الْكِتَابَ وَمِثْلَهُ أَلا يُوشِكُ شَبْعَانٌ عَلَى أَرِيكَتِهِ يَقُولُ: عَلَيْكُمْ بِالْقُرْآنِ، فَمَا وَجَدْتُمْ فِيهِ مِنْ حَلَالٍ فَأَحِلُّوهُ وَمَا وَجَدْتُمْ فِيهِ مِنْ حَرَامٍ فَحَرِّمُوهُ، وَاِنَّ مَا حَرَّمَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَمَا حَرَّمَ اللّٰهُ. أَلَا لَا يَحِلُّ لَكُمُ الْحِمَارُ الأَهْلِيُّ وَلَا كُلُّ ذِي نَابٍ مِنَ السِّبَاعِ وَلَا لُقَطَةُ مُعَاهَدٍ إِلَّا أَنْ يَسْتَغْنِيَ عَنْهَا صَاحِبُهَا وَمَنْ نَزَلَ بِقَوْمٍ فَعَلَيْهِمْ أَنْ يَقْرُوهُ. فَإِنْ لَمْ يَقْرُوهُ فَلَهُ أَنْ يُعْقِبَهُمْ بِمِثْلِ قِرَاهُ. (د طب عن المقدام بن معدي كرب)

″Haberiniz olsun! Bana Kur’ân ile birlikte, onun bir benzeri sünnet de verilmiştir. Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bâzı kimselerin: ″Bize Kur’ân yeter! Onda helâl olarak ne görmüşseniz, onu helâl; neyi de haram görmüşseniz, onu da haram kabul edin″ diyeceği zamanlar yakındır. Şüphesiz ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in haram kıldığı da Allah’u Teâlâ’nın haram kıldığı gibidir.″[7] ″Haberiniz olsun! Sizin için evcil olan eşek eti helâl değildir. Yırtıcı hayvanların eti size helâl değildir. Bir muâhidin (kendisiyle barış ortamında olunan ve İslâm Dîni’nin haricinde olan kimselerin) yitiği size helâl olmaz. Ancak sahibi ona ihtiyaç duymayıp helâl ederse müstesnâ.″[8]

Allah’u Teâlâ âyetlerde, beş vakit namaza işâret ederek bu namazları vaktinde kılmamızı emretmiştir. Fakat nasıl ve kaç rek’at kılacağımızı açıklamamıştır. Allah, namazın nasıl kılınacağını Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtasıyla Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e öğretmiş ve bizim de ondan öğrenmemiz gerektiğine işâret etmiştir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَصَلُّوا كَمَا رَأَيْتُمُونِي أُصَلِّي (خ عن مالك)

″Namazı ben nasıl kılıyorsam, benden gördüğünüz gibi kılın.″[9] Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de:

لِتَأْخُذُوا مَنَاسِكَكُمْ (م عن جابر)

″Hacca ait ibâdetlerin uygulamalarını benden alın″[10] diye buyurmuştur.

Bir de farz hükmünde olmayan sünnetler vardır. Bunlar; Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kendisinin yaptığı ve ümmetine de nâfile olarak yapılmasını tavsiye ettiği; misvak kullanmak, sarık sarmak ve teheccüd, işrak, kuşluk, evvâbin namazları gibi nâfile ibâdetlerdir. Bu sünnetler yapıldığında sevap vardır, yapılmadığında da günah yoktur.

Yine Sûre-i Ahzâb, Âyet 21’de: ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenler″ ifadesiyle, zikrullahın önemine dikkat çekilmektedir.

Bu hususta Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle buyurmuştur:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَذْكُرُ اللّٰهَ جَمِيعَ اَحْيَانِهِ (خ م د ت حم حب ه عن عائشة)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, her vakit zikrullah ederdi.″[11]

İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ لَا يَكُونُ فِى الْمُصَلِّينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ صَلَاةً وَلَا يَكُونُ فِى الذَّاكِرِينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ ذِكْرًا (ابو نعيم خط عن ابن مسعود)

″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kılardı. Allah’u Teâlâ’yı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o yapardı.″[12] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.

İşte her dâim ve her hâl üzere Allah’ı zikretmemiz ve bu hususta, âyette de geçtiği üzere Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i örnek almamız gerekir.

Zikrullah hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 151, 200 ve izahlarına bakınız.


[1] Sünen-i Dârimi, Mukaddime, 49.

[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 785.

[3] Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 31, 50; Sûre-i Nûr, Âyet,52, 54, 56; Sûre-i Necm, Âyet: 3; Sûre-i Tevbe, Âyet 71; Sûre-i Şuarâ, Âyet 108, 110, 131, 150, 179, Sûre-i Ahzâb, Âyet 33, Sûre-i Muhammed, Âyet 33.

[4] Sahih-i Müslim, Hac 73 (412 Sünen-i Nesâî, Menasik’ul-Hac 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10199.

[5] Sûre-i Enfal, Âyet 24.

[6] Sahih-i Buhârî, Tefsir’ul-Fâtiha 1; Sünen-i Nesâî, İftitah 26; Sünen-i Ebû Dâvud, Vitir 15.

[7] Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 6; Sünen-i Tirmizî, İlim 10; Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 2.

[8] Rudâni, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 3920, 3921, 6216.

[9] Sahih-i Buhârî, Ezan 18, Edeb, 27.

[10] Sahih-i Müslim, Hac 51 (310).

[11] Sahih-i Müslim, Hayz 30 (117 Sünen-i Ebû Dâvud, Tahâre 9; Sünen-i Tirmizî, Daavât 7.

[12] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 547/15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 17931.


﴿ وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَۙ قَالُوا هٰذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُۘ وَمَا زَادَهُمْ اِلَّٓا ا۪يمَانًا وَتَسْل۪يمًاۜ ﴿٢٢﴾

22. Mü’minler, düşman birliklerini gördükleri vakit, ″Allah’ın ve Resûlünün bize vaadi budur. Allah ve Resûlü doğru söylemiş″ dediler. Bu, ancak onların îmanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.


﴿ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّٰهَ عَلَيْهِۚ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضٰى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُۘ وَمَا بَدَّلُوا تَبْد۪يلًاۙ ﴿٢٣﴾

23. Mü’minler içinde öyle adamlar vardır ki, Allah’a vermiş oldukları sözde sadâkat gösterdiler (Resûl ile beraber harpte sebat ettiler). Onlardan bir kısmı verdikleri sözü yerine getirerek şehit oldu. Bir kısmı da şehit olmayı bekliyor. Onlardan hiçbiri Allah’a verdikleri sözü değiştirmediler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Talhâ Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şu hâdise anlatılmıştır:

أَنَّ أَصْحَابَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالُوا لِأَعْرَابِيٍّ جَاهِلٍ سَلْهُ عَمَّنْ قَضَى نَحْبَهُ مَنْ هُوَ وَكَانُوا لَا يَجْتَرِئُونَ هُمْ عَلَى مَسْأَلَتِهِ يُوَقِّرُونَهُ وَيَهَابُونَهُ فَسَأَلَهُ الْأَعْرَابِيُّ فَأَعْرَضَ عَنْهُ ثُمَّ سَأَلَهُ فَأَعْرَضَ عَنْهُ ثُمَّ إِنِّي اطَّلَعْتُ مِنْ بَابِ الْمَسْجِدِ وَعَلَيَّ ثِيَابٌ خُضْرٌ فَلَمَّا رَآنِي رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ أَيْنَ السَّائِلُ عَمَّنْ قَضَى نَحْبَهُ قَالَ الْأَعْرَابِيُّ أَنَا يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ هَذَا مِمَّنْ قَضَى نَحْبَهُ (ت عن طلحة)

Peygamberimizin Ashâbı, bir bedevîye: ″Verdikleri sözü yerine getirenlerin kimler olduğunu Resûlü Ekrem’den sor″ dediler. Çünkü kendileri ona soru sormaya cesâret edemiyor, ona saygı gösteriyor, ondan çekiniyorlardı. Bedevî sordu. Rasûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ondan yüz çevirdi. Sonra yine sordu. Peygamberimiz yine yüz çevirdi: Sonra ben yeşil elbiseler içerisinde mescidin kapısından çıkıverdim. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, beni görünce, ″Soru soran kimse nerededir?″ buyurdu. Bedevî: ″Benim Yâ Resûlallah!″ dedi. ″İşte bu kimse (Hz. Talhâ[1]), ahdini yerine getiren kimselerdendir″ buyurdu.[2]


[1] Hz. Talhâ b. Ubeydullah, Cennetle müjdelenen on kişiden biridir.

[2] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 22.


﴿ لِيَجْزِيَ اللّٰهُ الصَّادِق۪ينَ بِصِدْقِهِمْ وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِق۪ينَ اِنْ شَٓاءَ اَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ غَفُورًا رَح۪يمًاۚ ﴿٢٤﴾

24. Bu haller, Allah’u Teâlâ’nın, sözünde duranları sadâkatleri sebebiyle mükâfatlandırması, münâfıkları dilerse azap etmesi yahut tevbelerini kabul etmesi içindir. Şüphesiz Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.


﴿ وَرَدَّ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِغَيْظِهِمْ لَمْ يَنَالُوا خَيْرًاۜ وَكَفَى اللّٰهُ الْمُؤْمِن۪ينَ الْقِتَالَۜ وَكَانَ اللّٰهُ قَوِيًّا عَز۪يزًاۚ ﴿٢٥﴾

25. Allah’u Teâlâ, o kâfirleri, hiçbir hayra ermedikleri halde öfkeleriyle geri çevirdi. Allah’u Teâlâ, Mü’minlere harbin kazanılmasında yetti. Allah’u Teâlâ, istediğini yapmaya muktedirdir ve her şeye gâliptir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Allah’u Teâlâ, Mü’minlere harbin kazanılmasında yetti″ diye geçen ifadeden maksat, Sûre-i Ahzâb, Âyet 9’da: ″… Biz de onların üzerine rüzgâr ve görmediğiniz ordular göndermiştik…diye buyrulan yardımdır.


﴿ وَاَنْزَلَ الَّذ۪ينَ ظَاهَرُوهُمْ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ مِنْ صَيَاص۪يهِمْ وَقَذَفَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الرُّعْبَ فَر۪يقًا تَقْتُلُونَ وَتَأْسِرُونَ فَر۪يقًاۚ ﴿٢٦﴾ وَاَوْرَثَكُمْ اَرْضَهُمْ وَدِيَارَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ وَاَرْضًا لَمْ تَطَؤُ۫هَاۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرًا۟ ﴿٢٧﴾

26-27. Allah’u Teâlâ, Ehl-i Kitap’tan olup müşriklere yardım edenleri kalelerinden indirdi ve onların kalplerine korku koydu. Onların bir kısmını öldürüyor ve bir kısmını esir alıyordunuz.* Allah’u Teâlâ, sizi onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız diğer yerlere vâris kıldı. Allah’u Teâlâ her şeye kâdirdir.

İzah: Hendek Muharebesi’nde küçük bir Yahudi kabilesi olan Benî Kurayza; Müslümanlar kâfirlerle harp ederlerse, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile harp müttefiki olacaklarına dair antlaşma yapmışlardı. Hendek kazılırken; kazma, kürek gibi şeylerin çoğunu bu kabile vermişti. Hendeğin kazılmasına da bedenen, fiilen el emeği ile yardımcı olmuşlardı. Hendeğin dışı kâfirlerle çevrilince, bu kabile Müslümanlardan ayrılıp, Mekkeli müşriklerin tarafına geçtiler.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbından Sa’d İbn-i Muaz Radiyallâhu anhu, bu kabilenin reisleri ile çok iyi konuşurdu. O, Benî Kurayza kabilesinin reislerine dedi ki: ″Siz bizimleydiniz, size ne oldu? Niçin onlardan tarafa geçtiniz?″ Onlar: ″Sizin yaşama imkânınız kalmadı. Biz sizin ateşinize neden yanalım. Biz yaşamak istiyoruz, siz öleceksiniz. Onun için ayrıldık″ dediler. Sa’d İbn-i Muaz Radiyallâhu anhu: ″Bizim kazanacağımızı Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem söyledi. Biz kazanırsak, sizi o zaman affetmem. Onun için şimdiden bizim tarafımıza geçin″ deyince, Benî Kurayza kabilesinin reisleri gülüştüler ve ″Neden hendekten dışarı çıkamıyorsunuz? Hepiniz ya harple, ya da açlıktan öleceksiniz″ dediler. Yine Sa’d İbn-i Muaz Radiyallâhu anhu: ″Biz kazanırsak, hiçbirinizin mâzeretini kabul etmem; hepinizi öldürürüm″ dedi. Onlar yine gülüştüler ve ayrıldılar.

Allah’u Teâlâ, müşrikleri mağlup ederek Müslümanları gâlip getirince, Mü’minler dinlenmek için evlerine gidecekleri sırada ikindi vakti girmişti. Bu sırada Cebrâil Aleyhisselâm gelerek, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, hemen Benî Kureyza’nın üzerine gitmelerini Allah’u Teâlâ’nın emrettiğini söyedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bu hâinlerden hesap sormak için Ashâba: ″Hiç kimse ikindi namazını, Benî Kureyza yurduna varmadan kılmasın″ buyurdu. Ashâbın bir kısmı, oraya varınca ikindi namazını kıldı. Diğer bir kısmı da, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in maksadı acele etmemiz içindi, diyerek vakit çıkmadan yolda kıldı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem her iki uygulamayı da hoş görmüştür.

Bu sefer hakkında nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmaktadır:

قَامَ النَّبِىُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَوْمَ قُرَيْظَةَ تَحْتَ حُصَونِهِمْ فَقَالَ: يَا اِخْوَانَ القِرَدَةِ وَالْخَنَازِيرَ فَقَالُوا: مَنْ أَخْبَرَ بِهَذَا الْأَمْرِ مُحَمَّدًا؟ مَا خَرَجَ هَذَا الْقَوْلُ اِلَّا مِنْكُمْ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن مجاهد)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Kureyza Yahudilerini muhâsara ettiğinde, kalelerinin altında durdu ve buyurdu ki: ″Ey maymun ve domuzların kardeşleri! Kalenizden inin.″ Onlar birbirlerine: ″Bunu Muhammed’e kim haber verdi? Bu söz sizden çıkmış olmalıdır″ dediler.[1]

Yirmi bir gün süren bu muhasaranın sonunda, Benî Kureyza kabilesinin beylerinden seksen kişiyi tutuklayıp Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e getirdiler. Bunlar, Peygamberimizden aman dilediler. Resûlü Ekrem: ″Benim sizinle hiçbir şartım yok. Sizinle şartı olan, yemin eden Sa’d b. Muaz’dır. Siz onu râzı edin″ dedi. Onlar da Sa’d b. Muaz Radiyallâhu anhu’nun hakemliğine râzı oldular.

Bu husus Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle anlatmaktadır:

نَزَلَ أَهْلُ قُرَيْظَةَ عَلَي حُكْمِ سَعْدِ بْنِ مُعَاذٍ فَأَرْسَلَ اۡلنَّبِيُّ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِلَي سَعْدٍ فَأَتَي عَلَي حِمَارٍ فَلَمَّا دَنَا مِنَ اۡلْمَسْجِدِ قَالَ لِلْاءَنْصَرِ قُومُوا إِلَي سَيَّدِكُمْ ثُمَّ قَالَ هَؤُ لَاءِ نَزَلُوا عَلَي حُكْمِكَ فَقَالَ تَقْتُلُ مُقَاتِلَتَهُمْ وَ تَسْبِي ذَرَارِيَّهُمْ قَالَ قَضَيْتَ بِحُكْمِ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ وَ رُبَّمَا قَالَ بِحُكْمِ الْمَلِكِ (خ عن ابى سعيد الخدرى)

Kureyza halkı, Sa’d b. Muaz’ın hükmüne boyun eğdi ve Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Sa’d b. Muaz’a haber gönderdi. Sa’d b. Muaz, bir merkep üzerinde (yaralı olduğu halde) geldi. Mescide yaklaşınca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Ensâra: ″Haydi, ulunuza ayağa kalkın″ buyurdu. Sonra Sa’d b. Muaz’a: ″Şunlar senin hükmüne râzı oldular″ buyurdu. Sa’d b. Muaz da: ″Bunların harp edenleri öldürülür, kadın ve çocukları esir alınır″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ey Sa’d! Aziz ve Celil olan Allah’ın hükmüne uygun hükmettin″ buyurdu.[2]

Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledildiğine göre; Sa’d b. Muaz Radiyallâhu anhu, Hendek’te ağır bir şekilde yaralanmıştı. O, Benî Kureyza kabilesinin mahvolmasını görene kadar yaşamak için duâ etmişti. Duâsı kabul edilerek Benî Kureyza hakkında hüküm verme yetkisi kendisine verilmişti. Hükmünü verdikten sonra Hendek’te aldığı yara kanamaya başlamış ve şehit olmuştur.[3] Cenâze namazı, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından kıldırılmıştır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اهْتَزَّ عَرْشُ الرَّحْمَنِ عَزَّ وَجَلَّ لِمَوْتِ سَعْدِ بْنِ مُعَاذٍ (ه عن جابر)

″Aziz ve Celil olan Rahmân’ın Arş’ı, Sa’d b. Muaz’ın ölümü için titredi.″[4]


[1] İbn-i Kesir, Tefir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 1, s. 309.

[2] Sahih-i Buhâri Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1591.

[3] Sünen-i Tirmizî, Siyer 28.

[4] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 28.


﴿ يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لِاَزْوَاجِكَ اِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا وَز۪ينَتَهَا فَتَعَالَيْنَ اُمَتِّعْكُنَّ وَاُسَرِّحْكُنَّ سَرَاحًا جَم۪يلًا ﴿٢٨﴾ وَاِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ الْاٰخِرَةَ فَاِنَّ اللّٰهَ اَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنْكُنَّ اَجْرًا عَظ۪يمًا ﴿٢٩﴾

28-29. Ey Peygamber! Zevcelerine de ki: ″Eğer dünyâ hayatını ve ziynetini istiyorsanız, gelin haklarınızı verip sizi güzellikle boşayayım.* Eğer Allah’ı, Resûlünü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz Allah’u Teâlâ, içinizden muhsin olanlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’u Teâlâ’dan fakirliği istedi ve ″Bir gün tok, bir gün aç kalayım″ diye duâ etti. Bu sebeple bir gün oruç tutar ve bir gün yerdi. Pazartesi ve perşembe günlerinde de oruç tutar ve böylece senenin yarısından fazlasını oruçlu geçirirdi. Ashâb-ı Suffa’nın yaşantısı gibi yaşamayı severdi. Daha sonra kâfirlerle yapılan savaşlar neticesinde çok sayıda ganîmet ve ziynet eşyası gelir. Bunları da Ashâbına dağıtırdı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hanımları da, bu ziynet eşyalarına bakıp imrendiler ve kendileri de bunlardan talep ettiler. Hattâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e küserek akşama kadar onunla ayrı kaldıkları olurdu. İşte bunun üzerine Ahzab Sûresi’nde geçen bu âyetler nâzil olunca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, hanımlarına; ″İsterseniz istediğiniz ziynetlerden verip sizi bırakayım″ dedi. Fakat Allah’ı, Resûlünü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, Allah size çok büyük mükâfat verecektir, diye de hanımlarına nasihatte bulundu.

Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ, bu âyetler hakkında şöyle anlatmıştır:

لَمَّا أُمِرَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِتَخْيِيرِ أَزْوَاجِهِ بَدَأَ بِي فَقَالَ يَا عَائِشَةُ إِنِّي ذَاكِرٌ لَكِ أَمْرًا فَلَا عَلَيْكِ أَنْ لَا تَسْتَعْجِلِي حَتَّى تَسْتَأْمِرِي أَبَوَيْكِ قَالَتْ وَقَدْ عَلِمَ أَنَّ أَبَوَايَ لَمْ يَكُونَا لِيَأْمُرَانِي بِفِرَاقِهِ قَالَتْ ثُمَّ قَالَ إِنَّ اللّٰهَ تَعَالَى يَقُولُ {يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لِأَزْوَاجِكَ إِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا فَتَعَالَيْنَ حَتَّى بَلَغَ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنْكُنَّ أَجْرًا عَظِيمًا} فَقُلْتُ فِي أَيِّ هَذَا أَسْتَأْمِرُ أَبَوَيَّ فَإِنِّي أُرِيدُ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ الْآخِرَةَ وَفَعَلَ أَزْوَاجُ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِثْلَ مَا فَعَلْتُ (ت عن عائشة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, hanımlarına kendisiyle beraber kalıp kalmamakta serbest olduklarını tebliğ etme emri gelince o, benden başladı ve şöyle dedi:

- Yâ Âişe! Ben sana bir şey söyleyeceğim. Baban ve annenle istişâre etmeden önce acele olarak cevap vermen gerekmez. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, babamın ve annemin, benim ken­disinden ayrılmamı istemeyeceklerini çok iyi biliyordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla: Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu dedi ve Ey Peygamber! Zevcelerine de ki: ″Eğer dünyâ hayatını ve ziynetini istiyorsanız, gelin haklarınızı verip sizi güzellikle boşayayım.* Eğer Allah’ı, Resûlünü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz Allah’u Teâlâ, içinizden muhsin olanlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.″ mealindeki Sûre-i Ahzâb, Âyet 28-29’u okudu. Bunun üzerine dedim ki: ″Ben, hangi hu­susta babam ve annemle istişâre edeyim? Ben, Allah’ı, Resûlünü ve âhiret yur­dunu istiyorum.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in diğer hanımları da aynen benim gibi yaptılar.[1]

Yine bu konu hakkında geniş bilgi için Sûre-i Tahrîm, Âyet 1 ve izahına bakınız.


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Ahzâb 1; Sahih-i Müslim, Talak 4 (22 Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kurân 33.


﴿ يَا نِسَٓاءَ النَّبِيِّ مَنْ يَأْتِ مِنْكُنَّ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍ يُضَاعَفْ لَهَا الْعَذَابُ ضِعْفَيْنِۜ وَكَانَ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يرًا ﴿٣٠﴾ وَمَنْ يَقْنُتْ مِنْكُنَّ لِلّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَتَعْمَلْ صَالِحًا نُؤْتِهَٓا اَجْرَهَا مَرَّتَيْنِۙ وَاَعْتَدْنَا لَهَا رِزْقًا كَر۪يمًا ﴿٣١﴾

30-31. Ey Peygamberin zevceleri! Sizden her kim çirkinliği açık olan büyük bir günah işlerse, onun cezâsı iki kat olur. Bu, Allah’a göre çok kolaydır.* Sizden her kim de Allah’a ve Resûlüne itaatte devam eder ve sâlih amelde bulunursa, ona da mükâfatını iki kat veririz ve onun için fazla olarak bol rızık da hazırladık.

İzah: Allah’u Teâlâ, Resûlü Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i yaratılan bütün varlıklardan üstün kılmıştır. Onun hürmetine hanımlarını da bütün insanlardan farklı kılmıştır. Bu âyetlerde de geçtiği gibi, onların işledikleri bir günah diğer insanların işlediği aynı günahın iki katı ile cezâlandırılacağı, yaptıkları iyi bir amelin de diğer insanların yaptığı aynı amelin iki katı ile ödüllendirileceği ve fazladan da çok hayır verileceği beyan edilmektedir.

Peygamberimizin Ashâbının ve akrabalarının Allah tarafından seçilerek diğer insanlardan üstün kılındığı ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ اخْتَارَنِي وَاخْتَارَ لِي أَصْحَابًا فَجَعَلَ لِي بَيْنَهُمْ وُزَرَاءَ وَأَنْصَارًا، وَأَصْهَارًا فَمَنْ سَبَّهُمْ فَعَلَيْهِ لَعْنَةُ اللّٰهِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ لَا يُقْبَلُ مِنْهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ صَرْفٌ وَلَا عَدْلٌ (طب ك عن عويم بن ساعدة)

″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, Beni seçti ve Benim için de Ashâbımı seçti. Onlardan bâzılarını Bana vezir, yardımcı ve akraba yaptı. Onlara kim söverse, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Mahşer gününde onun (dünyâda iken yaptığı) hiçbir ameli kabul edilmez.″[1]


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 13794; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 6732; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 86/7.


﴿ يَا نِسَٓاءَ النَّبِيِّ لَسْتُنَّ كَاَحَدٍ مِنَ النِّسَٓاءِ اِنِ اتَّقَيْتُنَّ فَلَا تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذ۪ي ف۪ي قَلْبِه۪ مَرَضٌ وَقُلْنَ قَوْلًا مَعْرُوفًاۚ ﴿٣٢﴾

32. Ey Peygamberin zevceleri! Siz başka kadınlar gibi değilsiniz. Takvâ sahibi olmak istiyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) konuşurken hoş bir edâ ile konuş­mayın ki, kalbinde hastalık olan kimse size karşı ümide kapılmasın. Siz konuştuğunuz vakit, uygun (yanlış düşüncelere sebebiyet vermeyecek) bir tarzda konuşun.


﴿ وَقَرْنَ ف۪ي بُيُوتِكُنَّ وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْاُو۫لٰى وَاَقِمْنَ الصَّلٰوةَ وَاٰت۪ينَ الزَّكٰوةَ وَاَطِعْنَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُۜ اِنَّمَا يُر۪يدُ اللّٰهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْه۪يرًاۚ ﴿٣٣﴾

33. Ve evlerinizde oturun. Câhiliye zamanındaki gibi câzibenizi göstermek için süslenerek dışarı çıkmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resûlüne itaat edin. Ey Peygamberin Ehl-i Beyti! Çünkü Allah’u Teâlâ, sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz yapmak ister.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Ümmü Seleme Radiyallâhu anhâ şu hâdiseyi anlatmaktadır:

رَبِيبِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ لَمَّا نَزَلَتْ هَذِهِ الْآيَةُ عَلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ {إِنَّمَا يُرِيدُ اللّٰهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا} فِي بَيْتِ أُمِّ سَلَمَةَ فَدَعَا فَاطِمَةَ وَحَسَنًا وَحُسَيْنًا فَجَلَّلَهُمْ بِكِسَاءٍ وَعَلِيٌّ خَلْفَ ظَهْرِهِ فَجَلَّلَهُ بِكِسَاءٍ ثُمَّ قَالَ اللّٰهُمَّ هَؤُلَاءِ أَهْلُ بَيْتِي فَأَذْهِبْ عَنْهُمْ الرِّجْسَ وَطَهِّرْهُمْ تَطْهِيرًا قَالَتْ أُمُّ سَلَمَةَ وَأَنَا مَعَهُمْ يَا نَبِيَّ اللّٰهِ قَالَ أَنْتِ عَلَى مَكَانِكِ وَأَنْتِ عَلَى خَيْرٍ (ت عن ام سلمة)

Ben, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kapısında iken, ″Ey Peygamberin Ehl-i Beyti! Çünkü Allah’u Teâlâ, sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz yapmak ister″ diye geçen Sûre-i Ahzâb, Âyet 33 nâzil oldu. Evde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin vardı. Onlara bir örtü bürüdü ve ″Allah’ım! Bunlar, Ehl-i Beytimdir. Bunlardan günahı gider ve onları tertemiz eyle″ diye buyurdu. Ümmü Seleme Radiyallâhu anhâ: ″Yâ Resûlallah! Ben, Ehl-i Beytten değil miyim?″ dedim. Bana: ″Sen yerinde dur. Sen zâten hayırdasın; Resûlullah’ın zevcesisin″ buyurdu.[1]

Yine bu Âyet-i Kerîme hakkında Enes Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَمُرُّ بِبَابِ فَاطِمَةَ سِتَّةَ أَشْهُرٍ إِذَا خَرَجَ إِلَى صَلَاةِ الْفَجْرِ يَقُولُ الصَّلَاةَ يَا أَهْلَ الْبَيْتِ {إِنَّمَا يُرِيدُ اللّٰهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا} (ت عن انس بن مالك)

Sûre-i Ahzâb, Âyet 33 indiği zaman, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, sabah namazına giderken altı aya yakın bir müddet, Hz. Fatıma’nın kapısına uğrayıp, ″Namaza, Ey Peygamberin Ehl-i Beyti! Çünkü Allah, sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz yapmak ister″ diye buyurdu.[2]

Ehl-i Beyti sevmek hakkında Hz. Ali Kerremallâhu veche şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَخَذَ بِيَدِ حَسَنٍ وَحُسَيْنٍ فَقَالَ مَنْ أَحَبَّنِي وَأَحَبَّ هَذَيْنِ وَأَبَاهُمَا وَأُمَّهُمَا كَانَ مَعِي فِي دَرَجَتِي يَوْمَ الْقِيَامَةِ (ت حم عن على)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in elinden tuttu ve şöyle buyurdu:″Kim beni sever ve bu iki çocuğu, bunların babalarını ve annelerini severse, mahşer günü yüksek derecelerle benimle birlikte olacaktır.″[3]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ لِكُلِّ بَنِي أَبٍ عُصْبَةً يَنْتَمُونَ إِلَيْهَا إِلا وَلَدَ فَاطِمَةَ فَأَنَا وَلِيُّهُمْ وَأَنَا عُصْبَتُهُمْ وَهُمْ عِتْرَتِي خُلِقُوا مِنْ طِينَتِي وَيْلٌ لِلْمُكَذِّبِينَ بِفَضْلِهِمْ مَنْ أَحَبَّهُمْ أَحَبَّهُ اللّٰهُ وَمَنْ أَبْغَضَهُمْ أَبْغَضَهُ اللّٰهُ (ك وابن عساكر عن جابر)

″Her baba evlâdının kök sülâlesi vardır, nesebi onunla sona erer. Yalnız Hz. Fâtıma’nın sülâlesi bana çeker. Bunlar, Ehl-i Beytimdir. Benim hamurumdandır. Veyl,[4] onların faziletini inkâr edenleredir. Onlara muhabbet edene, Allah muhabbet eder. Onlara buğz edene Allah da buğzeder.″[5]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 34, Menâkib 26.

[2] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 34.

[3] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 73; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 543.

[4] Veyl, Cehennemde bir vâdidir. Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 79’un ve Sûre-i Mürselât, Âyet 8-15’in izahlarına bakınız

[5] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 34168.


﴿ وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلٰى ف۪ي بُيُوتِكُنَّ مِنْ اٰيَاتِ اللّٰهِ وَالْحِكْمَةِۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ لَط۪يفًا خَب۪يرًا۟ ﴿٣٤﴾

34. Ve evlerinizde Allah’ın âyetlerinden ve hikmetten okunanları zikredin. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, lütfu bol olandır ve her şeyden haberdardır.

İzah: Ey Peygamberin eşleri! Evlerinizde Resûlü Ekrem vâsıtasıyla Kur’ân-ı Kerîm’den ve hikmetten yani Resûlü Ekrem’in sünnetinden, Hadis-i Şerif’lerden okunanları hatırlayın; kendi nefislerinizde onları güzelce düşünün ve onları başkalarına da nasihat edin. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, lütfu bol olandır; hakkınızda lütuf ve yardımı çoktur, o sâyededir ki, öyle bir Yüce Peygamber’in ailesinden bulunmak şerefine nâil bulunuyor-sunuz. Ve Allah’u Teâlâ her şeyden haberdardır; sizin de bütün hal ve hareketleriniz Allah katında tamamen malûmdur, demektir.


﴿ اِنَّ الْمُسْلِم۪ينَ وَالْمُسْلِمَاتِ وَالْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَالْقَانِت۪ينَ وَالْقَانِتَاتِ وَالصَّادِق۪ينَ وَالصَّادِقَاتِ وَالصَّابِر۪ينَ وَالصَّابِرَاتِ وَالْخَاشِع۪ينَ وَالْخَاشِعَاتِ وَالْمُتَصَدِّق۪ينَ وَالْمُتَصَدِّقَاتِ وَالصَّٓائِم۪ينَ وَالصَّٓائِمَاتِ وَالْحَافِظ۪ينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ وَالذَّاكِر۪ينَ اللّٰهَ كَث۪يرًا وَالذَّاكِرَاتِ اَعَدَّ اللّٰهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظ۪يمًا ﴿٣٥﴾

35. Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, Mü’min erkekler ve Mü’min kadınlar, ibâdet ve taatte devamlı olan erkekler ve ibâdet ve taatte devamlı olan kadınlar, sâdık olan erkekler ve sâdık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, Allah’a karşı mütevâzi olan erkekler ve Allah’a karşı mütevâzi olan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, edep yerlerini muhafaza eden erkekler ve edep yerlerini muhafaza eden kadınlar ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikreden erkekler ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikreden kadınlar var ya, işte onlar için Allah’u Teâlâ, bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

İzah: Rivâyete göre, Ümmü Seleme Radiyallâhu anhâ, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Her şeyin erkekler için olduğunu görüyorum, kadınlar hakkında herhangi bir hu­susun zikredildiğini görmüyorum″ deyince, bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuştur.

Böylece Allah’u Teâlâ, bu sayılan ibâdetleri yapan erkek ve kadınlara mağfiret olduğunu ve bunlara çok büyük mükâfat hazırladığını beyan etmiştir.


﴿ وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ اِذَا قَضَى اللّٰهُ وَرَسُولُهُٓ اَمْرًا اَنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ اَمْرِهِمْۜ وَمَنْ يَعْصِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُب۪ينًا ﴿٣٦﴾

36. Allah ve Resûlü, bir iş hakkında hükmettiği zaman, hiçbir Mü’min erkek ve hiçbir Mü’min kadın için, artık o işte seçme hakkı olamaz. Her kim Allah’a ve Resûlüne isyan ederse, şüphesiz ki apaçık bir dalâlete düşmüş olur.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in halası Ümeyme’nin kızı olan Hz. Zeyneb Bint-i Cahş hakkında nâzil olmuştur.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Zeyneb Bint-i Cahş’ı evlat edinmiş olduğu azatlısı Hz. Zeyd b. Hârise ile evlendirmek istedi. Hz. Zeyneb ise, Kureyş arasındaki nesebi dolayısıyla bunu kabul etmek istemedi ve ″Yâ Resûlullah! Halanızın kızını kölenize mi lâyık görüyorsunuz?″ diye söyledi. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Böylece Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in emrine muhalefet etmenin câiz olmadığını açıkça bildirilmiş oldu.

Bu sebeple Hz. Zeyneb, Peygamber Efendimizin emrine uyarak, Hz. Zeyd ile evlenmeyi kabul etti.

Bu Âyet-i Kerîme her ne kadar bu olay üzerine nâzil olsa da, hükmü geneldir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in emri, Allah’ın emri gibidir. Hiçbir Müslümanın; niye, niçin, neden gibi sorgulama hakkı olamaz.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Necm, Âyet 3-4’te şöyle buyurmuştur:

″O (Muhammed Aleyhisselâm), kendi hevâsından konuşmaz.* Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.″


﴿ وَاِذْ تَقُولُ لِلَّذ۪ٓي اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِ وَاَنْعَمْتَ عَلَيْهِ اَمْسِكْ عَلَيْكَ زَوْجَكَ وَاتَّقِ اللّٰهَ وَتُخْف۪ي ف۪ي نَفْسِكَ مَا اللّٰهُ مُبْد۪يهِ وَتَخْشَى النَّاسَۚ وَاللّٰهُ اَحَقُّ اَنْ تَخْشٰيهُۜ فَلَمَّا قَضٰى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَرًا زَوَّجْنَاكَهَا لِكَيْ لَا يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ حَرَجٌ ف۪ٓي اَزْوَاجِ اَدْعِيَٓائِهِمْ اِذَا قَضَوْا مِنْهُنَّ وَطَرًاۜ وَكَانَ اَمْرُ اللّٰهِ مَفْعُولًا ﴿٣٧﴾

37. Ey Resûlüm! Hani bir zaman Allah’u Teâlâ’nın, kendisine (İslâm ile) nîmet verdiği, senin de (azâd etmekle) nîmet verdiğin kimseye: ″Zevceni tut (onu boşama), Allah’tan kork!″ diyordun. Allah’u Teâlâ’nın ortaya çıkaracağı bir şeyi içinde gizliyor ve insanlardan çekiniyordun. Halbuki Allah’u Teâlâ, kendisinden çekinip korkmana daha lâyıktır. Zeyd, o kadından ayrıldıktan sonra, evlatlıkların, zevcelerini boşadıkları zaman, o zevceler ile evlenmekte Mü’minlere güçlük olmasın diye, Zeyd’in boşadığı Zeyneb’i seninle evlendirdik. Allah’ın emri mutlaka yerine gelir.

İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de şöyle buyurmuştur: Ey Resûlüm! Hatırla o zamanı ki, Allah’u Teâlâ’nın, kendisine İslâm ile lütufta bulunduğu, senin de kölelikten azat ederek ona lütufta bulunduğun Zeyd b. Hârise’ye: ″Hanımın Zeyneb’i boşama, tut. Hanımının hakları hususunda Al­lah’tan kork″ diyordun. Zeyd hanımını boşadıktan sonra da sen, Allah’ın açığa çıkardığı, Zeyneb ile evlenme ko­nusunu içinde gizliyor, insanların dedikodusundan çekiniyordun. Halbuki Allah’u Teâlâ, kendisinden çekinip korkmana daha lâyıktır. Biz seni Zeyneb ile evlendirdik ki, evlatlıkların boşadıkları eşleriyle evlat edinenlerin evlenmesinde Mü’minler için bir güçlük olmasın. Artık Mü’minler böyle evlilikleri rahatlıkla yapabilsinler. Zîrâ Allah’ın emri mutlaka yerini bulur.

Böylece bir evlatlık hiçbir zaman, evlat edinen kişilerin öz evlâdı olamaz. Evlatlık alınan çocuk, erkek ise analığına, kız çocuğu ise babalığına namahremdir (haramdır). Bu nedenle evlatlık alındığı zaman, çocuk ergenlik çağına geldiğinde bu hususlara dikkat edilmelidir.

Bu Âyet-i Kerîme hakkında Enes Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i anlatır:

جَاءَ زَيْدُ بْنُ حَارِثَةَ يَشْكُو فَجَعَلَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ اتَّقِ اللّٰهَ وَأَمْسِكْ عَلَيْكَ زَوْجَكَ قَالَ أَنَسٌ لَوْ كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَاتِمًا شَيْئًا لَكَتَمَ هَذِهِ قَالَ فَكَانَتْ زَيْنَبُ تَفْخَرُ عَلَى أَزْوَاجِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ تَقُولُ زَوَّجَكُنَّ أَهَالِيكُنَّ وَزَوَّجَنِي اللّٰهُ تَعَالَى مِنْ فَوْقِ سَبْعِ سَمَوَاتٍ (خ عن انس)

Zeyd b. Hârise geldi ve hanımından dolayı Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e şikâyette bulundu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de ona: ″Zevceni tut (onu boşama), Allah’tan kork!″ diye buyurdu. Enes Radiyallâhu anhu der ki:

- Şâyet Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem vahiyden bir şey gizleyecek olsaydı, Sûre-i Ahzâb, Âyet 37’yi gizlerdi. Yine Enes Radiyallâhu anhu der ki:

- Hz. Zeyneb, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in diğer eşlerine karşı övünür ve ″Sizi aileniz evlendirirken, beni ise yedi kat semânın üstünden Allah’u Teâlâ evlendirdi″ derdi.[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Tevhid 22; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7159.


﴿ مَا كَانَ عَلَى النَّبِيِّ مِنْ حَرَجٍ ف۪يمَا فَرَضَ اللّٰهُ لَهُۜ سُنَّةَ اللّٰهِ فِي الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلُۜ وَكَانَ اَمْرُ اللّٰهِ قَدَرًا مَقْدُورًاۙ ﴿٣٨﴾ اَلَّذ۪ينَ يُبَلِّغُونَ رِسَالَاتِ اللّٰهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَا يَخْشَوْنَ اَحَدًا اِلَّا اللّٰهَۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ حَس۪يبًا ﴿٣٩﴾

38-39. Allah’u Teâlâ’nın, kendisine farz kıldığı bir şeyi yerine getirmesi hususunda Peygamber için bir güçlük yoktur. Daha önce gelip geçen Peygamberler hakkında da Allah’ın sünneti böyledir. Allah’ın emri mutlaka yerine gelecek bir hükümdür.* O Peygamberler ki, Allah’ın emirlerini tebliğ ederler, O’ndan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah yeter.


﴿ مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَٓا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلٰكِنْ رَسُولَ اللّٰهِ وَخَاتَمَ النَّبِيّ۪نَۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمًا۟ ﴿٤٠﴾

40. Muhammed,sizden hiçbir ricâlin (yetişkin olan oğlan çocuğunun) babası değildir. Lâkin Allah’ın Resûlüdür ve Hâtem’ül-Enbiyâ’dır. Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir.

İzah: Peygamberimizin evlatlığı olan Zeyd’in boşadığı hanımı Zeyneb’i Resûlullah (Sallallaâhu aleyhi vesellem)’in alması nedeniyle, münâfıkların: ″O, oğlunun hanımıyla evlendi″ diye dedikodu yapmaları üzerine, Sûre-i Ahzâb, Âyet 37 ile 40’a kadar olan âyetler nâzil olmuştur.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Zeyd’i küçük yaşta iken evlat edinmiştir. O bu hâliyle rical mertebesine yetişinceye kadar (yetişkin bir adam oluncaya kadar) devam etti ve ona ″Zeyd b. Muhammed denilmeye başlanmıştı. Allah’u Teâlâ bu âyetle, evlatlıkların öz evlat gibi olmadığını açıklamıştır.

Sûre-i Ahzâb, Âyet 37’de de geçtiği üzere Allah’u Teâlâ, Biz seni Zeyneb ile evlendirdik ki, evlatlıkların boşadıkları eşleriyle evlat edinenlerin evlenmesinde Mü’minler için bir güçlük olmasın. Artık Mü’minler böyle evlilikleri rahatlıkla yapabilsinler. Zîrâ Allah’ın emri mutlaka yerine gelir, diye buyurmuştur.

Yine bu Âyet-i Kerîme’nin devamında Allah’u Teâlâ, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem hakkında: Hâtem’ül-Enbiyâ’dır diye buyurmuştur. ″Hâtem″ kelime olarak ″Mühür″ anlamına gelmektedir. Allah’u Teâlâ bu âyette, ″Mühür″ ifadesini kullanmıştır ki, artık onunla silsile-i risâlet ve nübüvvet nihâyete ermiştir. Bir daha Peygamber gelmeyecektir. Onun nübüvveti bütün beşeriyete kıyâmete kadar şâmildir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, yaratılış olarak ilktir. Ancak Peygamberlerin sonuncusu ve hepsinin baş tâcıdır.

Bu hususta İmam Fahreddin er-Râzi Hazretleri şöyle buyurmuştur:

″Hatem’in en üstün olması gereklidir. Görmüyor musun ki bizim Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Hâtem’ün-Nebiyyîn″ olduğu için bütün peygamberlerden daha üstündür.″[1]

Hakîm et-Tirmizî de şöyle buyurmuştur:

″Allah’u Teâlâ, nübüvvetin bütün cüzlerini Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’de toplamış, tamamlamış ve mührüyle de mühürlemiştir. Allah’u Teâlâ, onun delilini gizli tutmamıştır. Nitekim zahirî mührü de iki omuzu arasında belirgin bir şekildeydi.″[2]

Sultân-ı Enbiyâ Efendimiz insanların en hayırlısıdır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَنَا سَيِّدُ وَلَدِ آدَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَأَوَّلُ مَنْ يَنْشَقُّ عَنْهُ الْقَبْرُ وَأَوَّلُ شَافِعٍ وَأَوَّلُ مُشَفَّعٍ (م د ت عن ابى هريرة)

Allah katında Âdemoğlunun Efendisi benim. Kabri yarılarak kabrinden ilk çıkacak olan benim. Mahşer günü ilk şefaat edecek ve şefaatı kabul edilecek olan da benim.″[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

اِنَّمَا بُعِثْتُ خَاتِمًا فَاتِحًا وَأُعْطِيتُ جَوَامِعَ الْكَلِمِ وَفَوَاتِحَهُ وَاخْتَصَرَ لِى الْحَدِيثُ اِخْتِصَارًا فَلَا يُهْلِكَنَّكُمْ اِلَّاالْمُتَهَوِّكُونَ (هب عن قلابة)

″Ancak ben gönderildim ki, Peygamberlerin hâtemiyim ve yaratılış itibariyle de ilkiyim. Bana az söz ile çok mânâlar anlatma kâbiliyeti verilmiştir. Bütün fütuhat bana açılmıştır. Hadisler bana kısa ve toplu olarak güzel kelimeler ile çok büyük mânâlı olarak gelmiştir. Siz bu hadislerime uyar ve amel ederseniz helâk olmazsınız. Yalnız hadislerimi hiçe sayarak kıymete almayanlar helâk olur.″[4]

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir hadiste de şöyle buyrulmuştur:

فَصَلُّوا خَلْف رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ سَبْعَة صُفُوف الْمُرْسَلُونَ ثَلَاثَة صُفُوف وَالنَّبِيُّونَ أَرْبَعَة وَكَانَ يَلِي ظَهْر رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِبْرَاهِيم خَلِيل اللّٰه وَعَلَى يَمِينه إِسْمَاعِيل وَعَلَى يَسَاره إِسْحَاق ثُمَّ مُوسَى ثُمَّ سَائِر الْمُرْسَلِينَ فَأَمَّهُمْ رَكْعَتَيْنِ فَلَمَّا اِنْفَتَلَ قَامَ فَقَالَ إِنَّ رَبِّي أَوْحَى إِلَيَّ أَنْ أَسْأَلكُمْ هَلْ أُرْسِلَ أَحَد مِنْكُمْ يَدْعُو إِلَى عِبَادَة غَيْر اللّٰه؟ فَقَالُوا يَا مُحَمَّد إِنَّا نَشْهَد إِنَّا أُرْسِلْنَا أَجْمَعِينَ بِدَعْوَةٍ وَاحِدَة أَنْ لَا إِلَه إِلَّا اللّٰه وَأَنَّ مَا يَعْبُدُونَ مِنْ دُونه بَاطِل وَأَنَّك خَاتَم النَّبِيِّينَ وَسَيِّد الْمُرْسَلِينَ قَدْ اِسْتَبَانَ ذَلِكَ لَنَا بِإِمَامَتِك إِيَّانَا وَأَنْ لَا نَبِيّ بَعْدك إِلَى يَوْم الْقِيَامَة إِلَّا عِيسَى اِبْن مَرْيَم فَإِنَّهُ مَأْمُور أَنْ يَتَّبِع أَثَرك(القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن ابن عباس)

Mîraca çıkarken Mescid-i Aksâ’da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in arkasında Peygamberler yedi saf hâlinde namaz kıldılar. Resuller üç saf, Ne­bîler ise dört saf idi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hemen arkasında ise İbrâhim Halîlullah, sağında İsmâil Aleyhisselâm ve solunda İshâk Aleyhisselâm vardı. Sonra Mûsâ Aleyhisselâm, sonra da diğer Resuller dizilmişti. Onlara iki rek’at namaz kıldırdı. Namazı bitirip ayağa kalkınca şöyle buyurdu:

- Rabbim bana: ″Sizden herhangi birinize Allah’tan baş­kasına ibâdet etmeye dâvet etmek için bir emir verip vermediğini sormamı vahyetti.″ Onlar dediler ki:

- Yâ Muhammed! Bizler şâhitlik ederiz ki, hepimiz ay­nı çağrı olan -Lâ ilâhe illallâh- demeye dâvet etmek üzere ve onun dışında tapındıkları bütün varlıkların bâtıl olduğunu, senin de Nebîlerin hâtemi ve Resullerin Efendisi olduğunu söylemek üzere gönderildik. Bu husus zâten senin bize imamlık yapman ile de açıkça ortaya çıkmış bulunuyor. Ayrıca kıyâmet gününe kadar Meryem oğlu Îsâ dışında hiçbir Peygamberin gelmeye­ceği de bunu göstermektedir. Meryem oğlu Îsâ ise, senin izini izlemekle emrolunacaktır.[5]

Îsâ Aleyhisselâm, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den evvel İsrailoğullarına gönderilmiş bir Peygamberdi. Kıyâmete yakın dünyâya inmesi, bir nübüvvet vazifesini hâiz olarak değildir. O da Hâtem’ul-Enbiyâ Efendimizin şeriatiyle amelde bulunacaktır. Yani yeryüzüne indiğinde Peygamber olarak değil, bizzat Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmeti olarak inecek ve adâletle hükmedecektir. Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Nisâ, Âyet 157-159 ve izahlarına bakınız.

Resûlü Kirâm Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizin ilk olarak yaratılması hakkında geniş bilgi için Sûre-i Nûr, Âyet 35 ve izahına; onun diğer Peygamberlerden üstünlüğüne dair de, Sûre-i Bakara, Âyet 253 ve Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 81-82 ve izahlarına bakınız.


[1] Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebîr, c. 6, s. 31.

[2] Hakîm et-Tirmizî, Hatm’ulEvliyâ, s. 340.

[3] Sahih-i Müslim, Fedâil 2 (3 Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 12; Sünen-i Tirmizî, Menâkib 3.

[4] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 4983; Abdurrezzâk es-San’ânî, Musannef, Hadis No: 10163; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 139/5.

[5] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 16, s. 95.


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَث۪يرًاۙ ﴿٤١﴾ وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَاَص۪يلًا ﴿٤٢﴾

41-42. Ey îman edenler! Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin.* Ve O’nu sabah akşam tesbih edin.

İzah: Allah’u Teâlâ, yüzlerce Âyet-i Kerîme’de, zikirden ve zikrullahtan bahsetmektedir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in de çok sayıda Hadis-i Şerif’i vardır.

Zikir, kullanıldığı yere göre; zikrullah, namaz, Kur’ân, nasihat ve öğüt gibi anlamlara gelir. Zikrullah da, genellikle doğrudan doğruya ″Allah, Lâ ilâhe illallâh″ gibi Allah’u Teâlâ’nın isimlerinden birisini tek veya toplu, sesli yahut gizli olarak söyleyerek yapılan bir ibâdet şeklidir.

Bu Âyet-i Kerîme de, doğrudan doğruya Zikrullah ile ilgili olan bir emirdir. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

لَا يَفْرِضُ اللّٰهُ عَلَى عِبَادِهِ فَرِيضَةً إِلَّا جَعَلَ لَهَا حَدًّا مَعْلُومًا ثُمَّ عَذَرَ أَهْلَهَا فِي حَالِ عُذْرٍ غَيْرَ الذِّكْرِ فَإِنَّ اللّٰهَ لَمْ يَجْعَلْ لَهُ حَدًّا يَنْتَهِي إِلَيْهِ وَلَمْ يَعْذُرْ أَحَدًا فِي تَرْكِهِ إِلَّا مَغْلُوبًا عَلَى عَقْلِهِ فَقَالَ (فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ) بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَفِي السَّفَرِ وَالْحَضَرِ وَالْغِنَى وَالْفَقْرِ وَالسُّقْمِ وَالصِّحَّةِ وَالسِّرِّ وَالْعَلَانِيَةِ وَعَلَى كُلِّ حَالٍوَقَالَ: (وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلا) فَإِذَا فَعَلْتُمْ ذَلِكَ صَلَّى عَلَيْكُمْ هُوَ وَمَلَائِكَته قَالَ اللّٰه عَزَّ وَجَلَّ: (هُوَ الَّذِي يُصَلِّي عَلَيْكُمْ وَمَلائِكَتُهُ). (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ kullarına farz kıldığı her ibâde­te belli bir sınır koymuştur. Kulların özürlerine göre de onları bu ibâdetlerden muaf kılmıştır. Ancak zikrullahı bunların dışında tutmuştur. Zîrâ zikrullaha bir sınır koymamış ve zikrullah hususunda delilerden baş­ka hiçbir kimsenin özrünü kabul etmemiştir. Allah’u Teâlâ kulların; ayakta iken, otururken, yatarken,[1] gece ve gündüz, karada ve denizde, yolcu iken, mukim iken kendisini zikretmelerini istemiş; zengin olanın, fakir olanın, hasta olanın, sağlıklı olanın da, hâfî (gizli) veya cehrî (açıktan) zikrullah etmesini emretmiştir. Sûre-i Ahzâb, Âyet 42’de geçtiği üzere sabah akşam kendisinin tesbih edilmesini istemiş, bunu yapan kullarına ise, bu âyetlerin devamında gelen Sûre-i Ahzâb, Âyet 43’te de kendisinin, onlara merhametli davranacağını ve meleklerin de onlar için bağışlanma dileyeceğini ve onları, zulumâttan nûra çıkaracağını beyan etmiştir. Zîrâ Allah’u Teâlâ, Mü’minlere karşı çok merhametlidir.″[2]

Zikrullah hakkında Resûlü Kibriyâ Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

أَلَا أُنَبِّئُكُمْ بِخَيْرِ أَعْمَالِكُمْ وَأَزْكَاهَا عِنْدَ مَلِيكِكُمْ وَأَرْفَعِهَا فِى دَرَجَاتِكُمْ وَخَيْرٌ لَكُمْ مِنْ اِنْفَاقِ الذَّهَبِ وَالْوَرِقِ وَخَيْرٌ لَكُمْ مِنْ أَنْ تَلْقَوْا عَدُوَّكُمْ فَتَضْرِبُوا أَعْنَاقَهُمْ وَيَضْرِبُوا أَعْنَاقَكُمْ قَالُوا بَلَى قَالَ ذِكْرُ اللّٰهِ تَعَالَى (حم ت عن ابى الدرداء)

″Haberiniz olsun! Rabbinizin katında dere­cenizi en yüksek ve sizi en temiz kılan, altın ve gümüş tasadduk etmekten daha hayırlı olan, Allah yolunda savaşa çıkıp da düşmanlarla kıyası­ya savaşmaktan bile daha üstün olan hayırlı amelinizi size bildireyim mi?″ ″Evet″ dediler. Buyurdu ki: ″İşte o, zikrullahtır.″[3]

سِيرُوا سَبَقَ الْمُفَرِّدُونَ قَالُوا وَمَا الْمُفَرِّدُونَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ الذَّاكِرُونَ اللّٰهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتُ (م عن ابى هريرة)

″Durmayın çalışın, çalışanlar ileri geçtiler ve ilerlediler.″ Dediler ki: ″Yâ Resûlallah! Bu ileri geçenler kimlerdir?″ Buyurdu ki: ″Allah’ı çok zikreden erkekler ve kadınlardır.″[4]

اَكْثِرُوا ذِكْرَ اللّٰهِ حَتَّى يَقُولُوا مَجْنُونٌ (حم ع حب ك هب عن ابى سعيد)

Allah’ın zikrini o kadar çok yapın ki, hattâ (münâfıklar) size, ″Deli oldu″ desinler.[5]

اُذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَثِيرًا حَتَّى يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ لَكُمْ تُرَائُونَ. (طب هب عن ابن عباس)

Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin; hattâ o derece olsun ki münâfıklar, ″Siz gösteriş yapıyorsunuz″ desinler.[6]

مَنْ أَطَاعَ اللّٰهَ فَقَدْ ذَكَرَ اللّٰهَ وَإِنْ قَلَّتْ صَلَاتُهُ وَصِيَامُهُ وَتِلَاوَتُهُ لِلْقُرْآنِ، وَمَنْ عَصَى اللّٰهَ فَلَمْ يَذْكُرْهُ وَإِنْ كَثُرَتْ صَلَاتُهُ وَصِيَامَهُ وَتِلَاوَتُهُ لِلْقُرْآنِ (طب كر عن واقد ض هب عن ابن ابى عمران)

″Her kim Allah’a mûti ise, muhakkak zikrullah eder; eğer namazı, orucu ve Kur’ân okuması az ise de bu kimse Allah’a mûtîdir. Her kim de Allah’a âsi ise, zikrullah etmez; eğer namazı, orucu ve Kur’ân okuması çok ise de bu kimse Allah’a âsidir.″[7]

لِاَنْ أَقْعُدَ مَعَ أَقْوَامٍ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ مِنْ بَعْدِ صَلَاةِ الْفَجْرِ اِلٰى أَنْ تَطْلَعَ الشَّمْسُ أَحَبَّ اِلَيَّ مِنْ أنْ أُعْتِقَ أَرْبَعَةً مِنْ بَنِى اِسْمَاعِيلَ دِيَةُ كُلُّ رَجُلٍ مِنْهُمْ اِثْنَا عَشَرَ أَلْفًا لِاَنْ أَقْعُدَ مَعَ أَقْوَامٍ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ مِنْ بَعْدِ صَلَاةِ الْعَصْرِ اِلَى أَنْ تَغْرُبَ الشَّمْسُ أَحَبَّ اِلَيَّ مِنْ أنْ أُعْتِقَ أَرْبَعَةً مِنْ بَنِى اِسْمَاعِيلَ دِيَةُ كُلُّ رَجُلٍ مِنْهُمْ اِثْنَا عَشَرَ أَلْفًا. (ع د عن انس)

″Sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar bir cemaatle birlikte zikrullah etmek, İsmâil evlâdından dört kimseyi, her birinin diyeti pahasına on iki bin dirhem verip kurtarmaktan daha sevgilidir. Yine ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar bir cemaatle oturup zikrullah etmek, İsmâil evlâdından dört kimseyi, her birinin diyeti pahasına yine on iki bin dirhem verip kurtarmaktan daha sevgilidir.″[8]

Bir diğer Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ ابْنَ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا أَخْبَرَهُ أَنَّ رَفْعَ الصَّوْتِ بِالذِّكْرِ حِينَ يَنْصَرِفُ النَّاسُ مِنْ الْمَكْتُوبَةِ كَانَ عَلَى عَهْدِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ كُنْتُ أَعْلَمُ إِذَا انْصَرَفُوا بِذَلِكَ إِذَا سَمِعْتُهُ. (خ م عن ابن عباس)

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ haber verdi ki: ″Halkın farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikretmesi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında var idi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: ″Ben bu sesi işitir işitmez, zikir seslerinin yükselmesi ile namazdan çıktıklarını anlardım.″[9]

Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerifte de şöyle buyrulmuştur:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ قِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَكَيْفَ نُجَدِّدُ إِيمَانَنَا قَالَ أَكْثِرُوا مِنْ قَوْلِ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ (حم ك عن ابى هريرة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Îmanınızı yenileyin″ diye buyurdu. ″Yâ Resûlallah! Îmanımızı nasıl yenileriz?″ diye sorulunca, şöyle buyurdu: ″Lâ ilâhe illallâh sözünü çok söyleyin.[10]

Cehrî ve hâfi zikir ile ilgili daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 200 ve Sûre-i Â’raf, Âyet 205 ve izahlarına bakınız.

Yine ″O’nu tesbih edin″ diye geçen ifade de, geçtiği yere göre, Allah’u Teâlâ’yı noksan sıfatlardan tenzih edin, namaz kılın, Allah’u Teâlâ’yı zikredin gibi mânâlara gelmektedir. Bu âyette kasdedilen de, Allah’u Teâlâ’yı noksan sıfatlardan tenzih ederek ve yücelterek O’nun isimlerini söylemektir. Bu husus Sûre-i Kâf, Âyet 39-40’ta da şöyle geçmektedir:

″Ey Resûlüm! O halde (müşriklerin sözlerine) sabret. Güneşin doğuşundan ve batışından evvel Rabbini hamd ile tesbih et.* Ve gecenin bir kısmında ve secdelerin akabinde O’nu tesbih et.″

Belli sayılarda yapılan bu tesbih ile ilgili olarak çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

مُعَقِّبَاتٌ لَا يَخِيبُ قَائِلُهُنَّ أَوْ فَاعِلُهُنَّ دُبُرَ كُلِّ صَلَاةٍ مَكْتُوبَةٍ ثَلَاثٌ وَثَلَاثُونَ تَسْبِيحَةً وَثَلَاثٌ وَثَلَاثُونَ تَحْمِيدَةً وَأَرْبَعٌ وَثَلَاثُونَ تَكْبِيرَةً (م كعب بن عجرة)

″Farz namazların ardı sıra söylenecek güzel zikirler vardır ki, onları her farz namazların ardından söyleyen ve yapan kimse hiçbir vakit hüsrâna uğramaz. Bunlar otuz üç defa Subhânallâh, otuz üç defa Elhamdulillâh, otuz dört defa Allâh’u Ekber’dir.″[11]

مَنْ سَبَّحَ اللّٰهَ فِي دُبُرِ كُلِّ صَلَاةٍ ثَلَاثًا وَثَلَاثِينَ وَحَمِدَ اللّٰهَ ثَلَاثًا وَثَلَاثِينَ وَكَبَّرَ اللّٰهَ ثَلَاثًا وَثَلَاثِينَ فَتْلِكَ تِسْعَةٌ وَتِسْعُونَ وَقَالَ تَمَامَ الْمِائَةِ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ غُفِرَتْ خَطَايَاهُ وَإِنْ كَانَتْ مِثْلَ زَبَدِ الْبَحْرِ (م عن ابى هريرة)

Bir kimse her namazın ardından; otuz üç defa Subhânallah, otuz üç defa ″Elhamdulillâh″, otuz üç defa ″Allah’u Ekber″ der ve yüz sayısını da, ″Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdu ve hüve alâ külli şey’in kadîr″[12] diyerek tamamlarsa, onun günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile Allah’u Teâlâ onu bağışlar.[13]

İşte her namazdan sonra bu tesbihlerin okunması bu gibi Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerden dolayıdır. Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَيْسَ مِنْ عَبْدٍ يَقُولُ لَا اِلَهَ اِلَّا اللّٰهُ مِائَةَ مَرَّةٍ اِلَّا بَعَثَهُ اللّٰهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَوَجْهُهُ كَالْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ وَلَمْ يُرْفَعُ لِاَحَدٍ يَوْمَئِذٍ عَمَلُ اَفْضَلُ مِنْ عَمَلِهِ اِلَّا مَنْ قَالَ مِثْلَ قَوْلِهِ أَوْ زَادَ ( طب عن ابى الدرداء )

Bir kul günde yüz kere ″Lâ ilâhe illallâh″ derse muhakkak Allah’u Teâlâ onu mahşer günü yüzü ayın on dördü gibi olarak diriltir. Kişi için o zaman onun bu amelinden daha üstün bir amel gösterilemez. Ancak ″Lâ ilâhe illallâh″ zikrini onun gibi ya da daha fazla söyleyenler başka.[14]


[1] Sûre-i Al-i İmran, Âyet 191; Sûre-i Nisâ, Âyet 103.

[2] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 20, s. 280.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 20713; Sünen-i Tirmizî, Daavât 5.

[4] Sahih-i Müslim, Zikir 1 (4).

[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11226, 11246; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 80/10.

[6] Taberânî, Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 126 15; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 557.

[7] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 17867; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 706; Ebû Nuaym İsbehânî, Ma’rifet’üs-Sahâbe, Hadis No: 5914; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 405/4.

[8] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 344/13.

[9] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 465; Sahih-i Müslim, Mesâcid 23 (122).

[10] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8353; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 7766; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 1768.

[11] Sahih-i Müslim, Mesâcid 26 (144 Riyâz’üs-Sâlihîn, Hadis No: 1449.

[12] Bu ifadenin mânâsı: Allah’tan başka ilah yoktur. O, birdir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Mülk sâdece O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O, her şeye kâdirdir.

[13] Sahih-i Müslim, Mesâcid 26 (142 Riyâz’üs-Sâlihîn, Hadis No: 1448.

[14] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 365/12.


﴿ هُوَ الَّذ۪ي يُصَلّ۪ي عَلَيْكُمْ وَمَلٰٓئِكَتُهُ لِيُخْرِجَكُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِۜ وَكَانَ بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَح۪يمًا ﴿٤٣﴾

43. O Allah ki, sizi zulumâttan nûra çıkarmak için size merhamet eder. Melekleri de sizin için bağışlanma diler. O, Mü’minlere karşı çok merhametlidir.

İzah: Allah’u Teâlâ kullarını severek yaratmıştır. Onların azap görmelerini istemez. Onların hidâyet üzere olmaları için kitaplar ve Peygamberler göndermiştir. Allah’u Teâlâ kullarına karşı çok merhametlidir. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَوَّلُ شَيْئٌ خَطَّهُ اللّٰهُ تَعَالَى فِي الْكِتَابِ الْاَوَّلِ اِنِّى اَنَا اللّٰهُ لَا إِلَهَ إِلَّا اَنَا سَبَقَتْ رَحْمَتِي غَضَبِي فَمَنْ شَهِدَ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ فَلَهُ الْجَنَّةُ (الديلمى عن ابن عباس)

″Levh-i Mahfuz’da Allah’ın yazdığı ilk söz şudur: Muhakkak ki Ben Allah’ım Benden başka ilah yoktur. Rahmetim gazabımı geçmiştir. Kim ki Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederse, ona Cennet vardır.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

أَلَا كُلُّكُمْ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ اِلَّا مَنْ شَرَدَ عَلَى اللّٰهِ شِرَادَ الْبَعِيرِ عَلَى أَهْلِهِ (حم ك د عن امامة)

″Haberiniz olsun ki, ehline âsi olan deve gibi Allah’a âsi olmadıkça, hepiniz Cennete girersiniz.″[2]

Bu hususta Hz. Ömer Radiyallâhu anhu’dan da şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna (Havâzin kabilesinden) bâzı esirler gelmişti. Esirler arasında emzikli bir kadın vardı. Çocuğunu kaybetmişti. O kadın, göğsüne biriken sütü sağıyor, çocuklara veriyor, emziriyordu. Bu kadın, esirler arasında çocuğunu bulunca, hemen alıp sinesine bastı ve derin bir şefkatle çocuğunu emzirmeye başladı. Bunu görünce Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bize:

أَتُرَوْنَ هَذِهِ طَارِحَةً وَلَدَهَا فِي النَّارِ قُلْنَا لَا وَهِيَ تَقْدِرُ عَلَى أَنْ لَا تَطْرَحَهُ فَقَالَ لَلَّهُ أَرْحَمُ بِعِبَادِهِ مِنْ هَذِهِ بِوَلَدِهَا (خ م عن عمر بن الخطاب)

″Şu kadının kendi çocuğunu ateşe atabileceğini düşünür müsünüz?″ dedi. Biz de: ″Hayır, bunu asla yapmaz!″ dedik. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″İşte Allah’u Teâlâ kullarına, bu kadının çocuğuna olan şefkatinden daha merhametlidir″ buyurdu.[3]

Meleklerin Mü’minler için duâ ve istiğfar ettiklerine dair de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَلَا أَدُلُّكَ عَلَى مِلَاكِ هَذَا الْاَمْرَ الَّذِى تُصِيبُ بِهِ خَيْرَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ! عَلَيْكَ بِمَجَالِسَةِ أَهْلِ الذِّكْرِ وَاِذَا خَلَوْتَ فَحَرَّكَ لِسَانَكَ مَا اسْتَطَعْتَ بِذِكْرِ اللّٰهِ وَأَحَبَّ فِى اللّٰهِ وَأَبْغَضَ فِى اللّٰهِ يَا أَبَا رَزِّينَ! هَلْ شَعَرْتَ أَنَّ الرَّجُلَ اِذَا خَرَجَ مِنْ بَيْتِهِ زَائِرًا أَخَاهُ شَيَّعَهُ سَبْعُونَ أَلْفَ مَلَكٍ كُلُّهُمْ يُصَلُّونَ عَلَيْهِ وَيَقُولُونَ: رَبَّنَا وَصَلَ فِيكَ فَصِلْهُ فَاِنِ اسْتَطَعْتَ أَنْ تُعْمِلَ جَسَدَكَ فِى ذَلِكَ فَافْعَلْ. (هب حل وابن عساكر عن ابى درين وفيه عثمان بن عطا وابو حاتم عن ابى رزين)

″Haberin olsun ki, sana dünyâ ve âhiret saadetini elde edecek bir şeyin başını öğretiyorum. Sana şunları söylerim: Zikrullah meclislerine devam et. Issızda kaldığın zaman gücün yettiği kadar dilini, Allah‘ın zikrine hareket ettir. Sevdiklerini sırf Allah için sev, buğzettiklerine de sırf Allah için buğzet. Ey Ebû Rezzin! Kişi evinden Müslüman kardeşini ziyaret etmek için çıktığı zaman, onu yetmiş bin melek uğurlar ve onun için Allah’u Teâlâ‘dan bağışlanmasını dilerler ve derler ki: ″Ey Rabbimiz! Senin için ziyarette bulundu, Sen de onu yalnız bırakma, mükâfatını ver.″ İşte (Ey Ebû Rezzin!) sen de bunları yapabilirsen yap.″[4]


[1] Râmûz’ul-Ehâdis, s. 160/2; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 156; Sahih-i Buhârî, Tevhid 15, 22.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21197; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 171, 7735.

[3] Sahih-i Buhârî, Edep 18; Sahih-i Müslim, Tevbe 4 (22).

[4] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 8734; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 166/4.


﴿ تَحِيَّتُهُمْ يَوْمَ يَلْقَوْنَهُ سَلَامٌۚ وَاَعَدَّ لَهُمْ اَجْرًا كَر۪يمًا ﴿٤٤﴾

44. Mü’minler, Allah’a kavuştukları gün, Allah tarafından ″Selâm″ ile karşılanırlar. Allah’u Teâlâ, onlar için çok güzel bir mükâfat da hazırlamıştır.


﴿ يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذ۪يرًاۙ ﴿٤٥﴾ وَدَاعِيًا اِلَى اللّٰهِ بِاِذْنِه۪ وَسِرَاجًا مُن۪يرًا ﴿٤٦﴾

45-46. Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.* Ve O’nun izniyle Allah’a dâvet edici ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik.

İzah: Bu âyetler hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

لَمَّا أُنْزِلَتْ يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا دَعَا النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلِيًّا وَمُعَاذًا، وَقَدْ كَانَ أَمَرَهُمَا أَنْ يَخْرُجَا إِلَى الْيَمَنِ، فَقَالَ: انْطَلِقَا وَبَشِّرَا، وَلا تُنَفِّرَا، وَيَسِّرَا وَلا تُعَسِّرَا، فَإِنَّهُ قَدْ أُنْزِلَتْ عَلِيَّ يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا عَلَى أُمَّتِكِ وَمُبَشِّرًا بِالْجَنَّةِ وَنَذِيرًا مِنَ النَّارِ وداعيًا إِلَى شَهَادَةِ أَنْ لا إِلَهَ إِلا اللّٰهُ وسراجًا مُنيرًا بِالْقُرْآنِ (طب عن ابن عباس)

Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik″ diye geçen Sûre-i Ahzâb, Âyet 45 nâzil olunca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hz. Ali’yi ve Hz. Muâz’ı çağırdı. Onları Yemen’e gönderip şöyle dedi: ″Haydi gidin. Müj­deleyin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Çünkü bana indirildi ki: ″Ey Peygamber! Biz seni ümmetinin üzerine bir şâhit, Cennetle müjdeleyici ve Cehennemden korkutucu ve Allah’ın birliğine dâvet edici ve Kur’ân ile nûr saçan bir kandil olarak gönderdik.″[1]


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 11675.


﴿ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ بِاَنَّ لَهُمْ مِنَ اللّٰهِ فَضْلًا كَب۪يرًا ﴿٤٧﴾

47. Ey Habîbim! Mü’minlere, kendileri için Allah tarafından büyük bir lütuf olduğunu müjdele.

İzah: Rivâyete göre; Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i mağfirete kavuşmakla müjdeleyen, ″Tâ ki Allah’u Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın…″[1] âyeti nâzil olunca, Ashâb-ı Kirâm: ″Yâ Resûlallah! Senin hakkında Allah’u Teâlâ’nın ne yapacağını bilmiş olduk, ya bizim hakkımızda ne yapacaktır?″ deyince, Ey Habîbim! Mü’minlere, kendileri için Allah tarafından büyük bir lütuf olduğunu müjdele diye geçen bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuş ve Mü’minler, ilâhi lütfa nâil olmakla müjdelenmişlerdir.[2]


[1] Sûre-i Fetih, Âyet 2.

[2] Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’ân-ı Kerîm Meâli Âlîsi ve Tefsîri, c. 6, s. 2818.


﴿ وَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَالْمُنَافِق۪ينَ وَدَعْ اَذٰيهُمْ وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلًا ﴿٤٨﴾

48. Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma ve Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا نَكَحْتُمُ الْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِنْ قَبْلِ اَنْ تَمَسُّوهُنَّ فَمَا لَكُمْ عَلَيْهِنَّ مِنْ عِدَّةٍ تَعْتَدُّونَهَاۚ فَمَتِّعُوهُنَّ وَسَرِّحُوهُنَّ سَرَاحًا جَم۪يلًا ﴿٤٩﴾

49. Ey îman edenler! Mü’min kadınları nikâhlar, sonra da onlarla birleşmeden boşarsanız, artık onlar üzerinde sizin sayacağınız bir iddet hakkınız yoktur. O halde onlara, (mehir belirlenmemişse) bir mut’a verin ve onları güzel bir sûrette salıverin.

İzah: Boşanmış bir kadının iddet müddeti, hayız görmüyorsa, boşandığı günden itibaren doksan gündür. Eğer hayız görüyorsa, o zaman üç hayız görmekle iddeti sona erer. Şâyet bir kimse Mü’min bir kadınla evlenip de, onunla ilişkiye girmeden onu boşarsa, kişinin bu kadını üç ay olan iddet süresince bekletmeye hakkı yoktur. Çünkü âyette de geçtiği üzere, kendisiyle cinsi temas yapılmadan önce boşanan kadın için iddet yok­tur.

Âyet-i Kerîme’de geçen, ″Mut’a″ kelimesinden maksat; kişinin hâline göre cimâ olmadan boşadığı kadına mal veya para vermesidir. Durumu zayıf olanında gücüne göre elbise veya başörtüsü gibi bir şeyler vermesi lâzım, demektir.

Fakat evlendikten sonra, kendisiyle cimâ vukû bulmayan kadın için mehir belirlenmişse, o zaman bu mehrin yarısının o kadına iade edilmesi gerekir. Bu husus Sûre-i Bakara, Âyet 237’de şöyle geçmektedir:

″Eğer mehri belirlenmiş zevcelerinizi, cimâ etmeden boşarsanız, o zaman mehrin yarısı kadınındır. Ancak kadının veya nikâh bağı elinde bulunanın (kocanın) kendilerine ait olan kısmı bağışlamaları müstesnâ. Bağışlamakla takvâya daha fazla yaklaşmış olursunuz. Birbirinize iyilikte bulunmayı unutmayın. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.″


﴿ يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَحْلَلْنَا لَكَ اَزْوَاجَكَ الّٰت۪ٓي اٰتَيْتَ اُجُورَهُنَّ وَمَا مَلَكَتْ يَم۪ينُكَ مِمَّٓا اَفَٓاءَ اللّٰهُ عَلَيْكَ وَبَنَاتِ عَمِّكَ وَبَنَاتِ عَمَّاتِكَ وَبَنَاتِ خَالِكَ وَبَنَاتِ خَالَاتِكَ الّٰت۪ي هَاجَرْنَ مَعَكَۘ وَامْرَاَةً مُؤْمِنَةً اِنْ وَهَبَتْ نَفْسَهَا لِلنَّبِيِّ اِنْ اَرَادَ النَّبِيُّ اَنْ يَسْتَنْكِحَهَاۗ خَالِصَةً لَكَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۜ قَدْ عَلِمْنَا مَا فَرَضْنَا عَلَيْهِمْ ف۪ٓي اَزْوَاجِهِمْ وَمَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُمْ لِكَيْلَا يَكُونَ عَلَيْكَ حَرَجٌۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُورًا رَح۪يمًا ﴿٥٠﴾

50. Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin zevcelerini ve Allah’u Teâlâ’nın sana ganîmet olarak verdiği câriyeleri, seninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halanın kızlarını, dayının kızlarını ve teyzenin kızlarını sana helâl kıldık. Eğer Mü’min bir kadın, kendisini Peygambere bağışlar ve Peygamber de onu nikâhlamak isterse, bunu da sana helâl kıldık. Bu hüküm, Mü’minlerden ayrı olarak sâdece sana mahsustur. Mü’minlere, zevceleri ve sahip oldukları câriyeleri hakkında neleri farz kıldığımızı elbette bilmekteyiz. Bütün bunlar, sana güçlük olmaması içindir. Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

İzah: Bu âyetin nüzul sebebine dair Peygamber Efendimizin amcası olan Ebû Tâlib’in kızı Ümmü Hâniden şöyle nakledilmiştir:

خَطَبَنِي رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَاعْتَذَرْتُ إِلَيْهِ فَعَذَرَنِي ثُمَّ أَنْزَلَ اللّٰهُ تَعَالَى {إِنَّا أَحْلَلْنَا لَكَ أَزْوَاجَكَ اللَّاتِي آتَيْتَ أُجُورَهُنَّ وَمَا مَلَكَتْ يَمِينُكَ مِمَّا أَفَاءَ اللّٰهُ عَلَيْكَ وَبَنَاتِ عَمِّكَ وَبَنَاتِ عَمَّاتِكَ وَبَنَاتِ خَالِكَ وَبَنَاتِ خَالَاتِكَ اللَّاتِي هَاجَرْنَ مَعَكَ وَامْرَأَةً مُؤْمِنَةً إِنْ وَهَبَتْ نَفْسَهَا لِلنَّبِيِّ} الْآيَةَ قَالَتْ فَلَمْ أَكُنْ أَحِلُّ لَهُ لِأَنِّي لَمْ أُهَاجِرْ كُنْتُ مِنْ الطُّلَقَاءِ (ت أم هانئ بنت أبي طالب)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bana talib oldu. Ancak ben ona özür be­yan ettim, o da benim özrümü kabul etti. Daha sonra Allah’u Teâlâ: ″Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin zevcelerini ve Allah’u Teâlâ’nın sana ganîmet olarak verdiği câriyeleri, seninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halanın kızlarını, dayının kızlarını ve teyzenin kızlarını sana helâl kıldık…″ diye devam eden Sûre-i Ahzâb, Âyet 50’yi indirdi. Ümmü Hâni dedi ki: ″Artık ona helâl olmuyordum, çünkü ben hicret etmemiştim. Ben Mekke’nin fethinde serbest bırakılanlardanım.″[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 34.


﴿ تُرْج۪ي مَنْ تَشَٓاءُ مِنْهُنَّ وَتُـْٔو۪ٓي اِلَيْكَ مَنْ تَشَٓاءُۜ وَمَنِ ابْتَغَيْتَ مِمَّنْ عَزَلْتَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكَۜ ذٰلِكَ اَدْنٰٓى اَنْ تَقَرَّ اَعْيُنُهُنَّ وَلَا يَحْزَنَّ وَيَرْضَيْنَ بِمَٓا اٰتَيْتَهُنَّ كُلُّهُنَّۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَل۪يمًا حَل۪يمًا ﴿٥١﴾

51. Ey Resûlüm! Onlardan (zevcelerinden) dilediğini geri bırakırsın ve dilediğini kendi yanına alabilirsin. Geri bıraktığından da kimi istersen yanına alabilirsin, bunda sana bir günah yoktur. Sana verilen bu seçme hakkı, zevcelerinin gözlerinin aydın olmalarına ve mahzun olmamalarına ve haklarında ne yaparsan cümlesine rızâ göstermelerine daha uygundur. Allah’u Teâlâ, kalplerinizde olanı bilir. Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, Halîm’dir (cezâ vermekte acele etmez).

İzah: Bu âyet hakkında Hz. Âişe annemiz şöyle buyurmuştur:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَسْتَأْذِنُنَا إِذَا كَانَ فِي يَوْمِ الْمَرْأَةِ مِنَّا بَعْدَ مَا نَزَلَتْ {تُرْجِي مَنْ تَشَاءُ مِنْهُنَّ وَتُؤْوِي إِلَيْكَ مَنْ تَشَاءُ} فَقَالَتْ لَهَا مُعَاذَةُ فَمَا كُنْتِ تَقُولِينَ لِرَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا اسْتَأْذَنَكِ قَالَتْ كُنْتُ أَقُولُ إِنْ كَانَ ذَاكَ إِلَيَّ لَمْ أُوثِرْ أَحَدًا عَلَى نَفْسِي (م عن عائشة)

Ey Resûlüm! Onlardan (zevcelerinden) dilediğini geri bırakırsın ve dilediğini kendi yanına alabilirsin…″ diye devam eden Sûre-i Ahzâb, Âyet 51 nâzil olduktan sonra, bizim nöbetimizde başka bir eşiyle beraber kalmak istediğinde, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bizden izin isterdi. Muâze Radiyallâhu anhâ ekledi: Hz. Âişe’ye, ″Senden izin istediğinde, sen ne derdin? ″diye sorduğumda, Hz. Âişe, ″Eğer bu iş bana kalmış olsaydı, yanında benden başka kadının olmasını tercih etmezdim dedim″ karşılığını verdi.[1]


[1] Sahih-i Müslim, Talak 4 (23 Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7166.


﴿ لَا يَحِلُّ لَكَ النِّسَٓاءُ مِنْ بَعْدُ وَلَٓا اَنْ تَبَدَّلَ بِهِنَّ مِنْ اَزْوَاجٍ وَلَوْ اَعْجَبَكَ حُسْنُهُنَّ اِلَّا مَا مَلَكَتْ يَم۪ينُكَۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ رَق۪يبًا۟ ﴿٥٢﴾

52. Ey Habîbim! Artık bundan sonra senin için başka kadınlarla evlenmek helâl değildir. Gü­zellikleri hoşuna gitse de bunları başka zevceler ile değiştirmek de helâl değildir. Ancak sahip olduğun câriyeler müstesnâ. Allah’u Teâlâ her şeyi gözetleyendir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme nâzil olduğu vakit, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in dokuz hanımı vardı. Bu hüküm, Resûlü Ekrem’in zâtına mahsustur. Yoksa ümmeti aynı anda dörtten fazlası ile evlenemez.

Katâde Hazretlerinden nakledildiğine göre, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem vefât ettiğinde, nikâhı altında dokuz ha­nımı vardı. Bunlar: Âişe, Hafsa, Ümmü Habîbe, Sevde, Ümmü Seleme, Meymûne, Zeyneb bint-i Cahş, Cüveyriye ve Sa­fiyye Radiyallâhu anhum.


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَدْخُلُوا بُيُوتَ النَّبِيِّ اِلَّٓا اَنْ يُؤْذَنَ لَكُمْ اِلٰى طَعَامٍ غَيْرَ نَاظِر۪ينَ اِنٰيهُۙ وَلٰكِنْ اِذَا دُع۪يتُمْ فَادْخُلُوا فَاِذَا طَعِمْتُمْ فَانْتَشِرُوا وَلَا مُسْتَأْنِس۪ينَ لِحَد۪يثٍۜ اِنَّ ذٰلِكُمْ كَانَ يُؤْذِي النَّبِيَّ فَيَسْتَحْي۪ مِنْكُمْۘ وَاللّٰهُ لَا يَسْتَحْي۪ مِنَ الْحَقِّۜ وَاِذَا سَاَلْتُمُوهُنَّ مَتَاعًا فَسْـَٔلُوهُنَّ مِنْ وَرَٓاءِ حِجَابٍۜ ذٰلِكُمْ اَطْهَرُ لِقُلُوبِكُمْ وَقُلُوبِهِنَّۜ وَمَا كَانَ لَكُمْ اَنْ تُؤْذُوا رَسُولَ اللّٰهِ وَلَٓا اَنْ تَنْكِحُٓوا اَزْوَاجَهُ مِنْ بَعْدِه۪ٓ اَبَدًاۜ اِنَّ ذٰلِكُمْ كَانَ عِنْدَ اللّٰهِ عَظ۪يمًا ﴿٥٣﴾ اِنْ تُبْدُوا شَيْـًٔا اَوْ تُخْفُوهُ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمًا ﴿٥٤﴾

53-54. Ey îman edenler! Peygamberin evlerine, yemeğe dâvet edilmeksi­zin girip de yemek vaktini beklemeyin. Ancak dâvet edildiğiniz zaman girin. Lâkin yemeği yer yemez dağılın, orada birbirinizle sohbete dalarak oturup kalmayın. Bu haller, Peygambere eziyet verir ve kendisi sizi çıkarmaktan utanır. Halbuki Allah’u Teâlâ, hakkı bildirmekten hayâ etmez. Peygamberin zevcelerinden bir şey sormak isterseniz, örtü arkasından sorun. Bu hâl, sizin kalbiniz için de onların kalpleri için de daha temizdir. Allah’ın Resûlüne sizin eziyet vermeniz ve kendinden sonra zevcelerini nikahlamanız ebediyyen câiz değildir. Bu haller, şüphesiz Allah katında büyük bir günahtır.* Siz bir şeyi açığa vursanız da, gizleseniz de şüphesiz ki Allah’u Teâlâ her şeyi hakkıyla bilendir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair Enes Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

بُنِيَ عَلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِزَيْنَبَ بِنْتِ جَحْشٍ بِخُبْزٍ وَلَحْمٍ فَأُرْسِلْتُ عَلَى الطَّعَامِ دَاعِيًا فَيَجِيءُ قَوْمٌ فَيَأْكُلُونَ وَيَخْرُجُونَ ثُمَّ يَجِيءُ قَوْمٌ فَيَأْكُلُونَ وَيَخْرُجُونَ فَدَعَوْتُ حَتَّى مَا أَجِدُ أَحَدًا أَدْعُو فَقُلْتُ يَا نَبِيَّ اللّٰهِ مَا أَجِدُ أَحَدًا أَدْعُوهُ قَالَ ارْفَعُوا طَعَامَكُمْ وَبَقِيَ ثَلَاثَةُ رَهْطٍ يَتَحَدَّثُونَ فِي الْبَيْتِ... (خ عن انس)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Zeyneb bint-i Cahş ile evliliğinin düğün yemeği ekmekle et idi. Ben de insanları yemeğe dâvet etmek için gönderildim. Bir grup geliyor ve yemek yiyip gidiyorlardı. Sonra onların ardından başka bir grup geli­yor, onlar da yiyorlar ve çıkıp gidiyorlardı. Ben çağıracağım kimseyi bulamayıncaya kadar cemaatin hepsini dâvet ettim. Sonra, ″Yâ Resûlallah! Artık dâvet edecek kimse kalmadı″ dedim. Peygamberimiz:″Yemek sofrasını kaldırın″ dedi. Ancak yemekten sonra üç kişilik bir grup evde kalıp konuşmaya devam ettiler. Peygamberimiz, Hz. Âişe’nin odasına kadar gitti de,″es-Selâmu aleykum ehlel-beyti ve rahmetullâh (Ey ev ahâlisi! Allah’ın selâmı ve rahmeti sizin üzerinize olsun)″ dedi. Hz. Âişe de, ″Allah’ın selâmı ve rahmeti senin üzerine de olsun, ehlini na­sıl buldun; Allah sana mübârek eylesin!″ dedi.

Peygamberimiz sırasıyla kadınların hepsini dolaşıyor ve onlara Hz. Âişe’ye söylediği sözlerin benzerini söylüyor, onlar da Peygamberimize Hz. Âişe’nin söylediği gibi sözler söylüyorlardı. Bundan sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Zeyneb’in evine döndü ve bu üç kişiyi, hâlâ evde oturup konuştuklarını gördü. Peygamberimiz çok nezâket sahibi idi. Bu sebeple tekrar Hz. Âişe’nin odası tarafına çıkıp gitti. Nihâyet o üç kişinin çıkıp gittiklerini ken­disine ben mi haber verdim yahut başkası tarafından mı haber verildi hatırlamıyorum. Peygamberimiz eve geri döndü. Nihâyet ayağını kapının eşiğine koyunca, bir ayağı içeride, diğer ayağı dışarıda iken kendisiyle benim arama kapı perdesini sarkıtıp indirdi ve bu sırada bu Hicâb (Resûlü Ekrem’in hanımlarıyla örtü arkasından konuşma) âyeti nâzil oldu.[1]

Nakkaş şöyle anlatıyor: ″Allah’ın Resûlüne sizin eziyet vermeniz ve kendinden sonra zevcelerini nikahlamanız ebediyyen câiz değildir″ diye geçen Sûre-i Ahzâb, Âyet 53 nâzil olunca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ayağa kalkıp şöyle hitap etti:

يَا مَعْشَرَ اَهْلِ الْاِيمَانِ اِنَّ اللّٰهَ تَعَالَى فَضَّلَنِى عَلَيْكُمْ تَفْضِيلًا وَفَضَّلَ نِسَائِى عَلَى نِسَائِكُمْ تَفْضِيلًا الْحَدِيثِ (الشفاء عن النقاش)

″Ey Ehl-i îman topluluğu! Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, beni sizlere tam anlamıyla üstün kılmıştır. Hanımlarımı da, hanımlarınıza üstün kılmıştır.″[2]

Sûre-i Ahzâb, Âyet 54’te de Allah’u Teâlâ: Siz bir şeyi açığa vursanız da, gizleseniz de şüphesiz ki Allah’u Teâlâ her şeyi hakkıyla bilendir″ diye buyurmaktadır. Yani bilesiniz ki sizler, Sûre-i Ahzâb, Âyet 53’te geçen hususlara dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ve Ehl-i Beyti hakkında âşikâr veya kötü bir zanda bulunur yahut açıktan söylerseniz, Allah’u Teâlâ bunu bilir ve cezânızı verir, demektir.


[1] Sahih-i Buhârî Tefsir- i Ahzab 7; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7164.

[2] Kadı İyaz, eş-Şifâ, s. 176.


﴿ لَا جُنَاحَ عَلَيْهِنَّ ف۪ٓي اٰبَٓائِهِنَّ وَلَٓا اَبْنَٓائِهِنَّ وَلَٓا اِخْوَانِهِنَّ وَلَٓا اَبْنَٓاءِ اِخْوَانِهِنَّ وَلَٓا اَبْنَٓاءِ اَخَوَاتِهِنَّ وَلَا نِسَٓائِهِنَّ وَلَا مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُنَّۚ وَاتَّق۪ينَ اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدًا ﴿٥٥﴾

55. Peygamberin zevcelerinin; babalarına, oğullarına, kardeşlerine, erkek kardeşlerinin oğullarına, kız kardeşlerinin oğullarına, Mü’min kadınlara ve sahip oldukları kölelerine görünmelerinde hiçbir günah yoktur. Ey Peygamberin zevceleri! Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah’u Teâlâ her şeye şâhittir.

İzah: Hicâb âyeti; Resûlü Kirâm’ın hanımları ile örtü arkasından konuşulması emredilen Sûre-i Ahzâb, Âyet 53 nâzil olunca, Peygamber Efendimizin hanımlarının babaları, kardeşleri ve yakınları Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, ″Biz de mi onlarla örtü arkasından konuşacağız″ diye sordular. İşte bunun üzerine de bu âyet nâzil oldu.

Bu Âyeti Kerîme’de amca ve dayı belirtilmemiştir. Bunlar da baba hükmünde olduğu için, Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ ″Babaları″ diye çoğul kullanarak bunları da dâhil etmiştir.

Yine Âyet-i Kerîme’de, Resûlü Ekrem Efendimizin hanımlarının örtü arkasından konuşmasını gerektirmeyen kişiler sayılırken, bunlardan birinin de, onların sahip oldukları köleler olduğu zikredilmiştir. Bunlardan maksat, köleler ve câriyelerdir. Bunların üzerindeki sahiplik hakkı, onların saygılı bir vaziyet almalarını gerektirir ve bunlar dâimâ hizmetle meşguldürler, onlardan tamamen kaçınabilmek zor bir durumdur. Bundan dolayı bunlar tam yabancı erkekler ve kadınlar gibi değildirler. Bununla beraber bir görüşe göre bunlardan maksat yalnız câriyelerdir. Özet olarak; bu bildirilen kimseler ile perdesiz görüşebilir, bu yasak değildir.


﴿ اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰٓئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّۜ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْل۪يمًا ﴿٥٦﴾

56. Şüphesiz ki, Allah’u Teâlâ ve melekleri Peygamber üzerine salavat getirirler. Ey îman edenler! Siz de ona salât-u selâm getirin.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak el-Hasen b. Ali Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

Yâ Resûlallah! Hakk Teâlâ’nın, ″Şüphesiz ki, Allah’u Teâlâ ve melekleri Peygamber üzerine salavat getirirler...″ diye devam eden Sûre-i Ahzâb, Âyet 56 hakkın­da ne dersin? diye sorulunca, şöyle buyurdu:

إِنَّ هَذَا لَمِنْ مَكْتُومٍ وَلَوْلا أَنَّكُمْ سَأَلْتُمُونِي عَنْهُ مَا أَخْبَرْتُكُمْ إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ وَكَّلَ بِي مَلَكَيْنِ لَا أُذْكَرُ عِنْدَ عَبْدٍ مُسْلِمٍ فَيُصَلِّي عَلَيَّ إِلَّا قَالَ ذَانِكَ الْمَلَكانِ غَفَرَ اللّٰهُ لَكَ وَقَالَ اللّٰهُ وَمَلَائِكَتُهُ جَوَابًا لَذَيْنِكَ الْمَلَكَيْنِ آمِينَ وَلَا يُصَلِّي عَلَيَّ أَحَدُ إِلَّا قَالَ ذَانِكَ الْمَلَكَانِ غَفَرَ اللّٰهُ لَكَ وَقَالَ اللّٰهُ وَمَلَائِكَتُهُ جَوَابًا لَذَيْنِكَ الْمَلَكَيْنِ آمِينَ (طب عن الحسن بن على)

Şüphesiz ki bu, örtü­lüp gizli tutulmuş ilimdendir. Şâyet siz bu hususta bana sormamış olsaydınız, bu hususu ben size haber vermezdim. Allah’u Teâlâ, benim için iki melek görevlendirmiştir. Bir Müslümanın yanında adım zikredilince, o bana salavat getirecek olursa, mutlaka o iki melek: ″Allah’u Teâlâ seni bağışlasın″ derler. Allah ve melekleri de bu iki meleğe cevap olarak, ″Âmin″ derler. Bir Müslümanın yanında adım zikredildiği halde, o da bana salavat getirmeyecek olursa, mut­laka o iki melek: ″Allah’u Teâlâ seni bağışlamasın″ derler. Allah ve melek­leri de o iki meleğe, ″Âmin″ diye cevap verirler.[1]

Salavat: Bir kimseyi övmek, methetmek ve onu, üstün vasıflarıyla yüceltmek, demektir. Allah’u Teâlâ’nın ve meleklerin, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem üzerine salavat getirmeleri ise, onu överek şânını yüceltmeleridir.

Bu hususta Ebu’l-Âliye Hazretleri der ki: ″Allah’u Teâlâ’nın Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e salavatı, meleklerin yanında ondan övgü ile bahsetmesidir.″[2]

Allah’u Teâlâ çok sayıda Âyet-i Kerîme’de de Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’den övgüyle bahsetmektedir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

Sûre-i Ahzâb, Âyet 45-46:

″Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.* Ve O’nun izniyle Allah’a dâvet edici ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik.″

Sûre-i İnşirâh, Âyet 4:

″Ey Habîbim! Biz senin zikrini yücelttik.″

Sûre-i Enbiyâ, Âyet 107:

″Ey Habîbim! Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.″ Allah’u Teâlâ önceki Peygamberleri, sâdece kendi kavimlerine göndermişti. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i ise bütün âlemlere Peygamber olarak göndermiştir.

Yine bu hususta nakledilen bir Hadis-i Kudsî‘de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

لَوْلَكَ لَوْلَكَ مَا خَلَقْتُ الْأَفْلَاكَ.

″Ey Habîbim! Eğer sen olmasa idin Ben, eflâkı (gökleri, yeri ve bütün mükevvenâtı) yaratmazdım.″[3]

Yine Âyet-i Kerîme’de: Ey îman edenler! Siz de ona salât-u selâm getirin″ diye buyrulduğu üzere Müslümanlar, namazlarında, duâlarında, yaptıkları musâfahada, okuttukları mevlidlerde, vesair zamanlarda Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem üzerine salât-u selâm getirirler.

Salavat-ı Şerife’nin önemine ve faziletine dair çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

رَغِمَ أَنْفُ رَجُلٍ ذُكِرْتُ عِنْدَهُ فَلَمْ يُصَلِّ عَلَيَّ وَرَغِمَ أَنْفُ رَجُلٍ دَخَلَ عَلَيْهِ رَمَضَانُ ثُمَّ انْسَلَخَ قَبْلَ أَنْ يُغْفَرَ لَهُ وَرَغِمَ أَنْفُ رَجُلٍ أَدْرَكَ عِنْدَهُ أَبَوَاهُ الْكِبَرَ فَلَمْ يُدْخِلَاهُ الْجَنَّةَ (ت عن ايى هريرة)

″Yanında ismim zikredildiği halde, bana salavat getirmeyen kimsenin burnu yerde sürtülsün. Ramazan ayına girdiği halde günahlarını bağışlatmadan Ramazandan çıkan kimsenin de burnu yerde sürtülsün. Yanında anne ve babası ihtiyarlamasına rağmen onları râzı etmediğinden dolayı Cennete giremeyen kimsenin de burnu yerde sürtülsün.″[4]

مَنْ صَلَّى عَلَىَّ فِى يَوْمٍ مِائَةَ مَرَّةٍ قَضَى اللّٰهُ لَهُ مِائَةَ حَاجَةٍ سَبْعِينَ مِنْهَا لِآخِرَتِهِ وَثَلَاثِينَ مِنْهَا لِدُنْيَاهُ ( ابن النجار عن جابر )

″Kim günde bana yüz kere Salavat-ı Şerife getirirse Allah’u Teâlâ, yetmişi âhiretinden otuzu da dünyâsından yüz ihtiyacını giderir.″[5]

اَلصَّلاَةُ عَلَى نُورٌ عَلَى الصِّرَاطِ فَمَنْ صَلَّى عَلَىَّ يَوْمَ الْجُمُعَةِ ثَمَانِينَ مَرَّةً غُفِرَتْ لَهُ ذُنُوبُ ثَمَانِينَ عَامًا (قط وابن شاهين عن ابى هريرة)

″Bana salavat okumak, sıratta nûrdur. Bir kimse bana Cuma günü seksen defa salavat okursa, seksen senelik günahı bağışlanır.″[6]

أَوْلَى النَّاسِ بِي يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَكْثَرُهُمْ عَلَيَّ صَلَاةً (ت عن ابن مسعود)

″Mahşer günü insanların bana en yakını, bana en çok Salavat-ı Şerife getirenidir.″[7]

لَا صَلَوةَ لِمَنْ لَمْ يُصَلِّ عَلَيَّ (الشفاء)

″Benim üzerime salât-u selâm getirmeyenin, namazı kabul olmaz.″[8]

Hz. Enes’ten nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

كُلُّ دُعَاءٍ مَحْجُوبٌ حَتَّى يُصَلَّ عَلَى النَّبِيِّ (الديلمى عن انس)

″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e salât-u selâm getirilmedikçe, her duâ önlenir (kabul edilmez).″[9]

Muhammed Mustafa Sallallâhu aleyhi ve sellem’e getirilen Salavat-ı Şerife’lerin, mahşerde bir kimseye nasıl fayda sağlayacağı hakkında şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

إِذَا خَفَّتْ حَسَنَات الْمُؤْمِن أَخْرَجَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِطَاقَة كَالْأُنْمُلَةِ فَيُلْقِيهَا فِي كِفَّة الْمِيزَان الْيُمْنَى الَّتِي فِيهَا حَسَنَاته فَتَرْجَح الْحَسَنَات فَيَقُول ذَلِكَ الْعَبْد الْمُؤْمِن لِلنَّبِيِّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِأَبِي أَنْتَ وَأُمِّي! مَا أَحْسَنَ وَجْهَك وَمَا أَحْسَنَ خَلْقَك فَمَنْ أَنْتَ؟ فَيَقُول أَنَا مُحَمَّد نَبِيُّك وَهَذِهِ صَلَوَاتك الَّتِي كُنْت تُصَلِّي عَلَيَّ قَدْ وَفَّيْتُك أَحْوَج مَا تَكُون إِلَيْهَا (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن)

Mü’minin mizan başında iken tartılan iyi amelleri hafif geldiğinde, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, üzerinde yazı bulunan parmak kadar bir kâğıdı çıkartır ve onu kulun iyi amellerinin bulunduğu terazinin sağ kefesine bırakır. Böylelikle sevapları ağır basar. O Mü’min kul, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Anam babam sana fedâ olsun! Ne kadar güzel bir yüzün var, ne kadar güzel bir yaratılışın var! Sen kimsin?″ deyince Resûlü Ekrem Efendimiz: ″Ben senin Peygamberin Muhammed’im. İşte bunlar da senin bana getirmiş olduğun Salavat-ı Şerife’lerdir. İşte bunlara en çok ihtiyaç duyduğun bir zamanda onları sana geri ödüyorum″ diye buyurur.[10]


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 2687.

[2] Sünen-i İbn-i Mâce Tercümesi ve Şerhi, c. 3, s. 169.

[3] Envâr’ul-Âşıkîn, s. 170.

[4] Sünen-i Tirmizî, Daavât 101.

[5] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 327/12.

[6] Muhtar’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 719; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 2149.

[7] Sünen-i Tirmizî, Salât 357, Daavât 110.

[8] Kadı İyaz, eş-Şifâ, s. 449.

[9] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 342/12; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 2149, 3988. Yine bakınız: Sünen-i Nesâî, Sehvi Secde 48; Kadı İyaz, eş-Şifâ, s. 450.

[10] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 7, s. 164; Ayrıca bakınız: İmâm-ı Şa’râni, Muhtasaru Tezkirat’il-Kurtubî, s. 58.


﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ يُؤْذُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ وَاَعَدَّ لَهُمْ عَذَابًا مُه۪ينًا ﴿٥٧﴾

57. Şüphesiz ki Allah’a ve Resûlüne eziyet verenlere, işte onlara Allah’u Teâlâ dünyâda ve âhirette lânet etmiş ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin hükmünce, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ve onun âline, akrabalarına, Ashâbına ve halifeleri olan âlimlere dil uzatıp onlara ezâ cefâ edenlere dünyâ ve âhirette Allah’ın lâneti inmiştir. Böyle hareket edenler, doğrudan Allah’a ezâ etmiş olur. Onları seven de Allah’a sevilmiş olur. Bu hususta Resûlulah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ اَحَبَّ عَالِمًا فَقَدْ اَحَبَّنِى مَنْ اَحَبَّنِى فَقَدْ اَحَبَّ اللّٰهَ مَنْ اَحَبَّ اللّٰهَ دَخَلَ الْجَنَّةِ (طب عن ام سلمة)

″Her kim bir âlimi severse, şüphesiz beni sevmiş olur. Her kim de beni severse, şüphesiz Allah’ı sevmiş olur. Her kim de Allah’ı severse Cennete dâhil olur.″[1]

Yine bu konu hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

إِنَّاللّٰهَ اخْتَارَنِي وَاخْتَارَ أَصْحَابِي فَجَعَلَهُمْ أَصْهَارِي وَجَعَلَهُمْ أَنْصَارِي وَإِنَّهُ سَيَجِيءُ فِي آخِرِ الزَّمَانِ قَوْمٌ يَنْتَقِصُونَهُمْ أَلَا فَلَا تُنَاكِحُوهُمْ أَلَا فَلَا تَنْكِحُوا إِلَيْهِمْ أَلَا فَلَا تُصَلُّوا عَلَيْهِمْ عَلَيْهِمْ حَلَّتْ لَعْنَةُ (عق ابن النجار عن انس بن مالك)

″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, Beni ve Ashâbımı seçti. Ashâbımı Bana akraba ve yardımcılar kıldı. Bilesiniz âhir zaman­da bir kısım insanlar çıkıp Ashâbımın kadrini, kıymetini düşürmeye çalışacak. Dik­kat edin! Onlarla evlenmeyin. Dik­kat edin! Onlara kız vermeyin. Dikkat edin! Onlarla birlikte namaz kılmayın. Onla­rın (cenâze) namazını da kılmayın. Onlara Hakk’ın lâneti inmiştir.″[2]

إِنَّ اللّٰهَ اخْتَارَنِي وَاخْتَارَ لِي أَصْحَابًا فَجَعَلَ لِي بَيْنَهُمْ وُزَرَاءَ وَأَنْصَارًا، وَأَصْهَارًا فَمَنْ سَبَّهُمْ فَعَلَيْهِ لَعْنَةُ اللّٰهِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ لَا يُقْبَلُ مِنْهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ صَرْفٌ وَلَا عَدْلٌ (طب ك عن عويم بن ساعدة)

″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, Beni seçti ve Benim için de Ashâbımı seçti. Onlardan bâzılarını Bana vezir, yardımcı ve akraba yaptı. Onlara kim söverse, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Mahşer gününde onun (dünyâda iken yaptığı) hiçbir ameli kabul edilmez.″[3]

اللّٰهَ اللّٰهَ فِي أَصْحَابِي اللّٰهَ اللّٰهَ فِي أَصْحَابِي لَا تَتَّخِذُوهُمْ غَرَضًا بَعْدِي فَمَنْ أَحَبَّهُمْ فَبِحُبِّي أَحَبَّهُمْ وَمَنْ أَبْغَضَهُمْ فَبِبُغْضِي أَبْغَضَهُمْ وَمَنْ آذَاهُمْ فَقَدْ آذَانِي وَمَنْ آذَانِي فَقَدْ آذَى اللّٰهَ وَمَنْ آذَى اللّٰهَ يُوشِكُ أَنْ يَأْخُذَهُ (ت حم عن عبد اللّٰه بن مغفل)

″Ashâbım hakkında Allah, Allah derim. Ashâbım hakkında Allah, Allah derim. Benden sonra onları kendinize hedef edinmeyin. Kim onları severse, bu Bana olan sevgisinden dolayıdır. Kim de onlara buğzederse, bu da Bana olan buğzu sebebiyledir. Onlara kim eziyet ederse, Bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiş olur. Allah’a eziyet edenin de belâsı yakındır.″[4]

Emevi hükümdarlarından olan Yezid, Peygamberimizin Ehl-i Beytine ve Ashâbına zulmetmiş ve Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimizi ve çok sayıda Sahâbîyi de şehit etmiştir.

İşte bu Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerden anlaşıldığı üzere, Yezid’e ve onunla aynı düşüncede olan sapkın insanlara Allah’ın lâneti inmiştir. Yezid’in ve ondan sonra gelen Emeviler’in İslâm’a verdiği zararlar ve Müslümanlara yaptığı ezâ ve cefâlar hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i İsrâ, Âyet 60 ve izahına bakınız.


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 19345.

[2] Kütüb-i Sitte, c. 1, s. 525; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 89/7; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32468, 32529.

[3] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 13794; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 6732; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 86/7.

[4] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 62; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 19641; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 185/4.


﴿ وَالَّذ۪ينَ يُؤْذُونَ الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِغَيْرِ مَا اكْتَسَبُوا فَقَدِ احْتَمَلُوا بُهْتَانًا وَاِثْمًا مُب۪ينًا۟ ﴿٥٨﴾

58. Mü’min erkeklere ve Mü’min kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz ki bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.

İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’yle, Mü’min erkek ve Mü’min kadınlara, yapmadıkları şey­leri isnat ederek onlara iftirada bulunan veya onları ayıplamaya çalışan yahut onların itibarını düşürmek isteyenlerin, bu halleriyle büyük günah işlediklerini beyan etmektedir.

İftira hakkında Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَتَدْرُونَ مَا الْغِيبَةُ قَالُوا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ ذِكْرُكَ أَخَاكَ بِمَا يَكْرَهُ قِيلَ أَفَرَأَيْتَ إِنْ كَانَ فِي أَخِي مَا أَقُولُ قَالَ إِنْ كَانَ فِيهِ مَا تَقُولُ فَقَدْ اغْتَبْتَهُ وَإِنْ لَمْ يَكُنْ فِيهِ فَقَدْ بَهَتَّهُ (م عن ابى هريرة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Gıybe­tin ne olduğunu biliyor musunuz?″ diye sordu. Ashâb: ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dediler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Kardeşinden, onun hoşuna gitmeyecek bir şekilde söz etmektir″ buyurdu. ″Peki, benim sözünü ettiğim husus kardeşimde var ise ne olur?″ diye sorulunca da, ″Eğer söylediğin şey onda var ise onun gıybetini yapmış olur­sun, eğer onda yoksa ona iftira etmiş olursun″ diye buyurdu.[1]


[1] Sahih-i Müslim, Birr 20 (70 Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 40; Sünen-i Tirmizî, Birr 23.


﴿ يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لِاَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَٓاءِ الْمُؤْمِن۪ينَ يُدْن۪ينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَاب۪يبِهِنَّۜ ذٰلِكَ اَدْنٰٓى اَنْ يُعْرَفْنَ فَلَا يُؤْذَيْنَۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُورًا رَح۪يمًا ﴿٥٩﴾

59. Ey Peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve Mü’minlerin kadınlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar. Bu, onların tanınması ve eziyet görmemeleri için daha uygundur. Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

İzah: Hasan-ı Basrî Hazretleri bu Âyet-i Kerîme’yi izah ederken şöyle buyurmuştur: ″Medîne’de bâzı ahlaksızlar, câriyeleri rahatsız ediyorlardı. Hür olan kadın dışarıya çıkınca, onun da câriye olduğu zannedilip rahatsız ediliyordu. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ hür olan kadınlara, dış örtülerini üzerlerine almalarını emretti.″ Böylece Müslüman kadınlara, dışarı çıktıklarında başörtüleriyle beraber dış elbiselerini de üzerlerine alarak öyle çıkmaları emredilmiştir.[1]

Dış örtüden maksat, kadınların dışarı çıkarken vücut hatları belli olmayacak şekilde üzerlerine aldıkları çarşaf ve pardösü türü örtülerdir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

صِنْفَانِ مِنْ أَهْلِ النَّارِ لَمْ أَرَهُمَا قَوْمٌ مَعَهُمْ سِيَاطٌ كَأَذْنَابِ الْبَقَرِ يَضْرِبُونَ بِهَا النَّاسَ وَنِسَاءٌ كَاسِيَاتٌ عَارِيَاتٌ مُمِيلَاتٌ مَائِلَاتٌ رُءُوسُهُنَّ كَأَسْنِمَةِ الْبُخْتِ الْمَائِلَةِ لَا يَدْخُلْنَ الْجَنَّةَ وَلَا يَجِدْنَ رِيحَهَا وَإِنَّ رِيحَهَا لَيُوجَدُ مِنْ مَسِيرَةِ كَذَا وَكَذَا (م عن ابى هريرة)

″Cehennem ehlinden iki sınıf var ki, henüz onları görmedim. Biri sığır kuyrukları gibi kamçılarla insanları dövenlerdir. Diğeri de, giyinik, fakat çıplak olan, salınarak veya kibirlenerek yürüyen, diğer kadınlara da kendileri gibi olmayı telkin eden ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. Onlar Cennete girmeyecekler, onun kokusunu bile alamayacaklardır. Halbuki onun kokusu şu kadar ve şu kadar mesâfeden hissedilir.″[2]

Müslümanın elbisesi; bol, uzun ve tenini göstermeyecek şekilde kalın olmalıdır. Bu sebeple Mü’min kadınların, evlerinden çıkacağı zaman, dış elbise olarak çarşaf, izar ve geniş pardösü gibi vücut hatlarını belli etmeyen türden bol giysiler giymeleri gerekir. Ayrıca dış elbisenin, çok fazla dikkat çekici renklerde de olmaması gerekir. Hadis-i Şerif’te geçen ″Giyinik fakat çıplak olan″ buyruğu da; kısa, vücut hatları belli olacak şekilde dar ve tenini gösterecek şekilde ince olan kıyafetlerdir.

Yine Mü’min kadınların yabancılara el ve yüzleri hâriç ziynet yerlerini göstermemeleri ile ilgili Allah’u Teâlâ Sûre-i Nûr, Âyet 31’de şöyle buyurmuştur:

Ey Resûlüm! Mü’min kadınlara de ki: ″Gözlerini haramdan sakınsınlar. Edep yerlerini korusunlar. Ziynetlerini görünmesi zarûri olan kısmı (el ve yüz) hâriç göstermesinler. Başörtülerini yakalarına kadar indirsinler…″

Bu hususta Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

أَنَّ أَسْمَاءَ بِنْتَ أَبِي بَكْرٍ دَخَلَتْ عَلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَعَلَيْهَا ثِيَابٌ رِقَاقٌ فَأَعْرَضَ عَنْهَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ يَا أَسْمَاءُ إِنَّ الْمَرْأَةَ إِذَا بَلَغَتْ الْمَحِيضَ لَمْ تَصْلُحْ أَنْ يُرَى مِنْهَا إِلَّا هَذَا وَهَذَا وَأَشَارَ إِلَى وَجْهِهِ وَكَفَّيْهِ. (د عن عائشة)

Bir gün Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ ince bir elbise ile Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna girmişti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ondan yüz çevirdi ve şöyle buyurdu: ″Ey Esmâ! Bir kadın âdet görmeye başlayınca, ellerinden ve yüzünden başka yerini yabancılara göstermesi câiz değildir.″[3]

Hem erkeklerin hem de kadınların elbiselerinin yerde sürünecek kadar uzun olmaması hakkında da çok sayıda Hadis-i Şerif vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:

İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ, şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

مَرَرْتُ عَلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَفِي إِزَارِي اسْتِرْخَاءٌ فَقَالَ يَا عَبْدَ اللّٰهِ ارْفَعْ إِزَارَكَ فَرَفَعْتُهُ ثُمَّ قَالَ زِدْ فَزِدْتُ فَمَا زِلْتُ أَتَحَرَّاهَا بَعْدُ فَقَالَ بَعْضُ الْقَوْمِ إِلَى أَيْنَ فَقَالَ أَنْصَافِ السَّاقَيْنِ (م ابن عمر)

″Elbisemin etekleri topuklarımdan aşağı sarkmış vaziyette Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna varmıştım. Bana: ″Yâ Abdullah! Elbisenin eteklerini yukarıya kaldır″ buyurdu. Ben de hemen kaldırdım. Sonra: ″Biraz daha kaldır″ buyurdu. Bunun üzerine ben biraz daha kaldırdım. Ondan sonra elbisemin Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in uygun gördüğü şekilde olmasına dâimâ dikkat etmişimdir. Topluluktan biri: ″Nereye kadar kaldırmıştın?″ diye sordu. İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ: ″Baldırlarımın yarısına (diz kapağı ile aşığımın arasına) kadar kaldırmıştım″ diye cevap verdi.[4]

Safiye Bint-i Ebî Ubeyd Radiyallâhu anhâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ أُمَّ سَلَمَةَ زَوْجَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَتْ لِرَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حِينَ ذَكَرَ الْإِزَارَ فَالْمَرْأَةُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ تُرْخِي شِبْرًا قَالَتْ أُمُّ سَلَمَةَ إِذًا يَنْكَشِفُ عَنْهَا قَالَ فَذِرَاعًا لَا تَزِيدُ عَلَيْهِ (د عن صفية)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, belden aşağı giyilen eteklikten bahsedince, hanı­mı Ümmü Seleme: ″Yâ Resûlallah! Kadın-ların durumu nedir?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de: ″Erkeğinkinden bir karış fazla uzatır″ dedi. Ümmü Seleme: ″O zaman kadın yürüyünce vücudunun bir kısmı açılır″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Biraz daha uzatabilir, daha da fazla (yerde sürüyecek kadar) uzatamaz″ karşılığını verdi.[5]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, yukarıda Hz. İbn-i Ömer’e; elbisesinin eteğini baldırının ortasına kadar yani dizi ile aşığı arasında olmasını söylemiştir. Kadınların ise, erkeğin ölçüsü olan baldırının ortasından bir karış aşağısına yani aşığına kadar olduğunu beyan etmiş, Ümmü Seleme’nin ısrarı üzerine de, biraz daha yani yere değmeyecek kadar uzatabileceğini söylemiştir.

Bu husus Abdullah b. Muğaffel Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:

اِزْرَةُ الْمُؤْمِنِ اِلَى اَنْصَافِ سَاقَيْهِ وَلَيْسَ عَلَيْهِ حَرَجٌ فِيمَا بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْكَعْبَيْنِ وَمَا اَسْفَلَ مِنْ ذَلِكَ فَفِى النَّارِ (طب عن عبد اللّٰه بن مغفل)

Mü’min olan kimsenin izar bağlaması şu şekilde olmalıdır: ″Baldırının ortasına kadar varsın. Baldır ortası ile topuk arasının ortasına dek uzatmak da câizdir. Ondan aşağısı ateştedir.″[6]

Eş’as b. Selim Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te, o dedi ki: Ben halamdan işittim. O da halasından nakledip derdi ki:

بَيْنَمَا أَنَا أَمْشِي فِي سِكَّةٍ مِنْ سِكَكِ الْمَدِينَةِ إِذْ نَادَانِي إِنْسَانٌ مِنْ خَلْفِي ارْفَعْ إِزَارَكَ فَإِنَّهُ أَتْقَى وَأَنْقَى قَالَ: فَنَظَرْتُ ، فَإِذَا هُوَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنَّمَا هِيَ بُرْدَةٌ كَلْحَاءٌ. قَالَ: أَمَا لَكَ فِيَّ أُسْوَةٌ؟ فَنَظَرْتُ فَإِذَا إِزَارُهُ إِلَى نِصْفِ سَاقِهِ (حم وابن سعد هب الاشعث بن سليم)

Bir gün Medîne’de giderken arkamdan bir kimsenin, ″İzârını kaldır. Zîrâ kaldırmakta takvâ ve temizlik daha ziyâdedir″ dediğini işittim. Dönüp arkama baktım. Meğer söyleyen Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem imiş. ″Yâ Resûlallah! Bu bürdedir″ dedim. O da, ″Sen bana tâbi olmaz mısın?″ diye buyurdu. Baktım, Efendimizin mübârek izârlarının, baldırının ortasına kadar olduğunu gördüm.[7]

Bu hadislerden anlaşılan; kadın olsun, erkek olsun elbiselerinin yere değmemesi gerekir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şu uyarıyı yapmıştır:

مَا أَسْفَلَ مِنْ الْكَعْبَيْنِ مِنْ الْإِزَارِ فَفِي النَّارِ (خ عن ابى هريرة)

″Elbisenin, topuklardan aşağı olan kısmı ateştedir.[8]

Bu hususta İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ da şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

Ben, izarımı uzatmıştım. Fahr-i Âlem Efendimiz beni böyle gördü ve buyurdu ki:

كُلِّ شَيْءٍ لَمِسَ الْاَرْضَ مِنَ الثِّيَابِ فِى النَّارِ. (طب عن ابن عمر)

″Yâ İbn-i Ömer! Elbiseden yere temas eden her şey ateştedir.″[9]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

ثَلَاثَةٌ لَا يُكَلِّمُهُمْ اللّٰهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَا يَنْظُرُ إِلَيْهِمْ وَلَا يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ قَالَ فَقَرَأَهَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ثَلَاثَ مِرَارًا قَالَ أَبُو ذَرٍّ خَابُوا وَخَسِرُوا مَنْ هُمْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ الْمُسْبِلُ وَالْمَنَّانُ وَالْمُنَفِّقُ سِلْعَتَهُ بِالْحَلِفِ الْكَاذِبِ (م عن ابى ذر)

″Üç kişi vardır ki, Allah’u Teâlâ mahşer günü onlara hitap etmez. Onların yüzlerine bakmaz ve kendilerini temize çıkarmaz. Onlar için elim bir azap vardır.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bunu üç kere tekrarladı. Ebu Zerr Radiyallâhu anhu: ″Bunlar kaybedip hüsrâna uğradılar. Yâ Resûlallah! Onlar kimlerdir?″ deyince de buyurdu ki: ″Elbisesini yerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve malının değerini yalan yeminle artırandır.″[10]

Elbisesi yerde sürünen bir kimsenin namazının kabul olmadığına dair de Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Bir adam, elbisesinin eteklerini yerde sürüyerek namaz kılıyordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona: ″Git abdest al″ buyurdu. O da gidip abdest alıp geldi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona tekrar: ″Git abdest al″ diye emretti. Bunun üzerine orada bulunanlardan bir kişi, ″Yâ Resûlallah! Niçin ona abdest almasını emrettiniz de, sonra sustunuz?″ diye sorunca da buyurdu ki:

إِنَّهُ كَانَ يُصَلِّي وَهُوَ مُسْبِلٌ إِزَارَهُ وَإِنَّ اللّٰهَ لَا يَقْبَلُ صَلَاةَ رَجُلٍ مُسْبِلٍ (د عن ابى هريرة)

″O, elbisesini yerde sürüyerek namaz kılıyordu. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, elbisesinin eteğini yerde sürüyen kimsenin namazını kabul etmez.″[11]

Namazın on iki farzı vardır. Bunlardan biri de, necasetten taharettir. Yani namaz kılacak kişinin üzerinin, elbisesinin ve namaz kılacağı yerin temiz olmasıdır. Bir kimsenin elbisesi, çarşıda, pazarda, abdesthanede yerde süründüğü zaman, her türlü pisliği üzerinde barındırır. O elbise ile namaz kılınmaz. Nitekim Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, yukarıda Hadis-i Şerif’te açıkça geçtiği üzere bu şekilde kılınan namaz kabul olmaz, diye buyurmuştur.

Mü’minin temiz olması gerekir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

الطُّهُورُ شَطْرُ الْإِيمَانِ (م عن ابى مالك الاشعرى)

″Temizlik, îmanın yarısıdır.″[12]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

اَلْاِسْلَامُ نَظِيفٌ فَتَنَظَّفُوا فَإنَّهُ لَا يَدْخُلُ الْجَنَّةَ اِلَّا نَظِيفٌ (طس خط عن عائشة)

″İslâm, temizdir. Öyleyse siz de temizlenin. Cennete ancak temiz olanlar girer.″[13]


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 12, s. 143.

[2] Sahih-i Müslim, Cennet 13 (52).

[3] Sünen-i Ebû Dâvud, Libâs, 33.

[4] Sahih-i Müslim, Libâs 9 (47).

[5] Sünen-i Ebû Dâvud, Libas 37; Sünen-i Nesâî, Ziynet 106; Sünen-i İbn-i Mâce, Libas 13; Sünen-i Tirmizî, Libas 9.

[6] İmam Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 278.

[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 22007; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 5878; İmam Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 277.

[8] Sahih-i Buhârî, Libâs 4. Ayrıca bakınız: Sünen-i Ebû Dâvud, Libâs 27.

[9] İmam Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 278.

[10] Sahih-i Müslim, Îman 46 (171).

[11] Sünen-i Ebû Dâvud, Libas 25. Ayrıca bakınız. Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 83.

[12] Sahih-i Müslim, Tahâret 1.

[13] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 26001; 26007.


﴿ لَئِنْ لَمْ يَنْتَهِ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ وَالْمُرْجِفُونَ فِي الْمَد۪ينَةِ لَنُغْرِيَنَّكَ بِهِمْ ثُمَّ لَا يُجَاوِرُونَكَ ف۪يهَٓا اِلَّا قَل۪يلًاۚۛ ﴿٦٠﴾

مَلْعُون۪ينَۚۛ اَيْنَ مَا ثُقِفُٓوا اُخِذُوا وَقُتِّلُوا تَقْت۪يلًا ﴿٦١﴾

60-61. Yemin olsun ki münâfıklar, kalplerinde maraz bulunanlar ve Medîne’de yalan haber yayanlar, bu hallerine son vermezlerse, elbette seni onların üzerlerine musallat ederiz. Sonra da Medîne’de senin komşuluğunda çok az bir süre kalabilirler.* Melun olurlar ve nerede bulunurlarsa, yakalanırlar ve mutlaka öldürülürler.


﴿ سُنَّةَ اللّٰهِ فِي الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلُۚ وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّةِ اللّٰهِ تَبْد۪يلًا ﴿٦٢﴾

62. Geçmiş ümmetler hakkında da Allah’ın sünneti böyledir. Şüphesiz ki sen, Allah’ın sünnetinde aslâ değişiklik bulamazsın.


﴿ يَسْـَٔلُكَ النَّاسُ عَنِ السَّاعَةِۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِۜ وَمَا يُدْر۪يكَ لَعَلَّ السَّاعَةَ تَكُونُ قَر۪يبًا ﴿٦٣﴾

63. Ey Resûlüm! İnsanlar, sana kıyâmetin ne vakit kopacağını sorarlar. De ki: ″Onun ilmi ancak Allah katındadır.″ Ne bilirsin, belki de kıyâmetin kopması yakındır.

İzah: Hz. Ömer’den nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, Cebrâil Aleyhis-selâm insan sûretinde gelerek Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bâzı sorular sormuştur. Bunlardan biri de:

″Bana kıyâmetin ne zaman kopacağından haber ver?″ diye geçen sorudur. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

مَا الْمَسْئُولُ عَنْهَا بِأَعْلَمَ مِنْ السَّائِلِ قَالَ فَأَخْبِرْنِي عَنْ أَمَارَتِهَا قَالَ أَنْ تَلِدَ الْأَمَةُ رَبَّتَهَا وَأَنْ تَرَى الْحُفَاةَ الْعُرَاةَ الْعَالَةَ رِعَاءَ الشَّاءِ يَتَطَاوَلُونَ فِي الْبُنْيَانِ قَالَ ثُمَّ انْطَلَقَ فَلَبِثْتُ مَلِيًّا ثُمَّ قَالَ لِي يَا عُمَرُ أَتَدْرِي مَنْ السَّائِلُ قُلْتُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ فَإِنَّهُ جِبْرِيلُ أَتَاكُمْ يُعَلِّمُكُمْ دِينَكُمْ (م د ن حم عن عمر بن الخطاب)

Bu hususta sorulan sorandan daha bilgili değildir.″ Bu sefer o gelen kişi dedi ki: ″Bana alâmetlerinden haber ver, işâretleri nedir?″ Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Câriyenin kendi efendisini doğurduğunu görürsün ve bacağı açıkları görürsün ve çıplakları da görürsün. Fakir koyun çobanları, yüksek binalar yaparlar.″

Hz. Ömer dedi ki: Bu adam çıktı gitti. Biz bir zaman durduk. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Bu soran kimdi bildin mi Yâ Ömer?″ ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir Yâ Resûlallah!″ dedim. Buyurdu ki: ″O Cebrâil’dir. Sizin meclisinize dîninizin işini bildirmek için geldi.″[1]


[1] Sahih-i Müslim, Îman 1; Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 17; Sünen-i Nesâî, Îman 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 346; Bu Hâdise, Sahih-i Buhârî’de benzer lafızlarla Ebû Hüreyre Hazretlerinden de nakledilmiştir (Sahih-i Buhâri Muhtasarı, Tecrid-i Sarîh, Hadîs No: 47).


﴿ اِنَّ اللّٰهَ لَعَنَ الْكَافِر۪ينَ وَاَعَدَّ لَهُمْ سَع۪يرًاۙ ﴿٦٤﴾ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَدًاۚ لَا يَجِدُونَ وَلِيًّا وَلَا نَص۪يرًاۚ ﴿٦٥﴾ يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَٓا اَطَعْنَا اللّٰهَ وَاَطَعْنَا الرَّسُولَا ﴿٦٦﴾ وَقَالُوا رَبَّنَٓا اِنَّٓا اَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَٓاءَنَا فَاَضَلُّونَا السَّب۪يلَا ﴿٦٧﴾ رَبَّنَٓا اٰتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ وَالْعَنْهُمْ لَعْنًا كَب۪يرًا۟ ﴿٦٨﴾

64-68. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kâfirlere lânet etmiş ve onlara şiddetli bir ateş hazırlamıştır.* Orada ebedî olarak kalırlar. Kendilerini koruyacak bir velî ve yardımcı bulamazlar.* Onların yüzleri ateşe çevrildiği gün: ″Keşke Allah’a itaat etseydik ve Resûle itaat etseydik″ derler.* Ve derler ki: ″Ey Rabbimiz! Biz, önderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik. Onlar da bizi doğru yoldan saptırdılar.* Ey Rabbimiz! Onların azâbını iki kat ver. Onlara en şiddetli lânet ile lânet et.″


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ اٰذَوْا مُوسٰى فَبَرَّاَهُ اللّٰهُ مِمَّا قَالُواۜ وَكَانَ عِنْدَ اللّٰهِ وَج۪يهًا ﴿٦٩﴾

69. Ey îman edenler! Mûsâ’ya eziyet edenler gibi olmayın. Allah’u Teâlâ onu, onların dediklerinden temize çıkardı. Çünkü o, Allah katında yüksek bir makâma sahip idi.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebi hakkında şu olay anlatılmaktadır:

مَّا قَسَمَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قِسْمَةَ حُنَيْنٍ قَالَ رَجُلٌ مِنْ الْأَنْصَارِ مَا أَرَادَ بِهَا وَجْهَ اللّٰهِ فَأَتَيْتُ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَخْبَرْتُهُ فَتَغَيَّرَ وَجْهُهُ ثُمَّ قَالَ رَحْمَةُ اللّٰهِ عَلَى مُوسَى لَقَدْ أُوذِيَ بِأَكْثَرَ مِنْ هَذَا فَصَبَرَ (خ عن عبد اللّٰه)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e eziyet etme işi, Resûlü Ekrem’in, Huneyn Gazâsı’ndan sonra ganîmet mallarını taksim ettiği sırada Ensârdan bir adamın, ″Bu paylaştırma ile Allah’ın rızâsı gözetilmiş değildir″ demesidir. Bu husus Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e zikredilince, bundan dolayı müteessir olmuş ve şöyle buyurmuştur: ″Al­lah’u Teâlâ, Mûsâ’ya rahmet etsin. Gerçekten ona bundan daha fazlası ile eziyet edilmiş ve incitilmişti de, o yine sabretmişti.″[1]

Mûsâ Aleyhisselâm’a ne şekilde eziyet edildiğine gelince, bu hususta da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ مُوسَى كَانَ رَجُلًا حَيِيًّا سِتِّيرًا لَا يُرَى مِنْ جِلْدِهِ شَيْءٌ اسْتِحْيَاءً مِنْهُ فَآذَاهُ مَنْ آذَاهُ مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ فَقَالُوا: مَا يَسْتَتِرُ هَذَا التَّسَتُّرَ إِلَّا مِنْ عَيْبٍ بِجِلْدِهِ إِمَّا بَرَصٌ وَإِمَّا أُدْرَةٌ وَإِمَّا آفَةٌ وَإِنَّ اللّٰهَ أَرَادَ أَنْ يُبَرِّئَهُ مِمَّا قَالُوا لِمُوسَى: فَخَلَا يَوْمًا وَحْدَهُ فَوَضَعَ ثِيَابَهُ عَلَى الْحَجَرِ ثُمَّ اغْتَسَلَ فَلَمَّا فَرَغَ أَقْبَلَ إِلَى ثِيَابِهِ لِيَأْخُذَهَا وَإِنَّ الْحَجَرَ عَدَا بِثَوْبِهِ فَأَخَذَ مُوسَى عَصَاهُ وَطَلَبَ الْحَجَرَ فَجَعَلَ يَقُولُ: ثَوْبِي حَجَرُ ثَوْبِي حَجَرُ حَتَّى انْتَهَى إِلَى مَلَإٍ مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ فَرَأَوْهُ عُرْيَانًا أَحْسَنَ مَا خَلَقَ اللّٰهُ وَأَبْرَأَهُ مِمَّا يَقُولُونَ: وَقَامَ الْحَجَرُ فَأَخَذَ ثَوْبَهُ فَلَبِسَهُ وَطَفِقَ بِالْحَجَرِ ضَرْبًا بِعَصَاهُ فَوَ اللّٰهِ إِنَّ بِالْحَجَرِ لَنَدَبًا مِنْ أَثَرِ ضَرْبِهِ ثَلَاثًا أَوْ أَرْبَعًا أَوْ خَمْسًا فَذَلِكَ قَوْلُهُيَٓا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ اٰذَوْا مُوسٰى فَبَرَّاَهُ اللّٰهُ مِمَّا قَالُواۜ وَكَانَ عِنْدَ اللّٰهِ وَجِيهًا(خ عن ابى هريرة)

Mûsâ, çok utangaç ve hayâlı idi. Hayâsından dolayı derisinden bile bir şey görünmezdi. İsrailoğulları bu yüzden kendisine ezâ ederlerdi ve şöyle derlerdi: ″Bunun böylece örtünmesinin tek sebebi ya derisinde cilt hastalığı olması veya kasık yarığı hastalığı ya da başka bir hastalığı vardır.″ Allah’u Teâlâ, Mûsâ’yı onların söylediklerinden temize çıkarmak istedi.

Mûsâ, bir gün yalnız kalmıştı, elbiselerini bir taşın üzerine koyarak yıkanmıştı. Yıkanma işini bitirdiği zaman elbiselerini almak üzere taşa yöneldi. Fakat taş, elbiselerini alıp yürümeye başladı. Mûsâ da âsâsını alarak taşın arkasına düştü ve ″Ey taş! Elbisemi ver. Ey taş! Elbisemi ver″ demeye başladı. Sonunda İsrailoğullarından bir toplumun yanına bu vaziyette varmış oldu. Onlar da Mûsâ’yı çıplak vaziyette ve yaratılışta insanların en güzeli olarak gördüler. Böylece Allah’u Teâlâ da onların söylemekte oldukları şeylerden onu temize çıkardı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne şöyle devam etti:

- Taş durdu, Mûsâ da elbisesini aldı ve giydi. Âsâsıyla taşa vurmaya başladı. Vallâhi! Mûsâ’nın âsâsının darbelerinden dolayı o taşta üç veya dört yahut beş yara izi vardır. İşte Allah’u Teâlâ’nın, ″Ey îman edenler! Mûsâ’ya eziyet edenler gibi olmayın. Allah’u Teâlâ onu, onların dediklerinden temize çıkardı…″ diye devam eden Sûre-i Ahzâb, Âyet 69’da söylediği sözün anlamı budur.[2]


[1] Sahih-i Buhârî, Megâzi 53.

[2] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 26; Sünen-i Tirmizî Tefsir’ul-Kur’ân 34


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَقُولُوا قَوْلًا سَد۪يدًاۙ ﴿٧٠﴾ يُصْلِحْ لَكُمْ اَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظ۪يمًا ﴿٧١﴾

70-71. Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.* Tâ ki Allah’u Teâlâ, sâlih ameller işlemeye muvaffak kılsın ve günahlarınızı bağışlasın. Her kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse, şüphesiz büyük bir kurtuluşa nâil olur.

İzah: Doğru sözlü olmakla ilgili olarak Rasulullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الصِّدْقَ يَهْدِي إِلَى الْبِرِّ وَإِنَّ الْبِرَّ يَهْدِي إِلَى الْجَنَّةِ وَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَصْدُقُ حَتَّى يَكُونَ صِدِّيقًا وَإِنَّ الْكَذِبَ يَهْدِي إِلَى الْفُجُورِ وَإِنَّ الْفُجُورَ يَهْدِي إِلَى النَّارِ وَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَكْذِبُ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللّٰهِ كَذَّابًا (خ م عن عبد اللّٰه بن مسعود)

″Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk, hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de Cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk diye kaydedilir. Yalancılık, fücura (yoldan çıkmaya) sürükler. Fücur da Cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince, Allah katında çok yalancı diye yazılır.″[1]

Yine Rasulullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يُطْبَعُ الْمُؤْمِنُ عَلَى الْخِلَالِ كُلِّهَا إِلَّا الْخِيَانَةَ وَالْكَذِبَ (حم عن أبي أمامة)

″Mü’minin türlü türlü huyları olabilir. Ancak ihânet ve yalan gibi huyları aslâ olmaz.″[2]


[1] Sahih-i Buhâri, Edeb 69; Sahih-i Müslim, Birr 29 (103-105).

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21149.


﴿ اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًاۙ ﴿٧٢﴾ لِيُعَذِّبَ اللّٰهُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِك۪ينَ وَالْمُشْرِكَاتِ وَيَتُوبَ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُورًا رَح۪يمًا ﴿٧٣﴾

72-73. Şüphesiz Biz, emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Onlar, yüklenmekten çekindiler ve korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zâlimdir, çok câhildir.* Böyle olması, Allah’u Teâlâ’nın; münâfık erkeklere ve münâfık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap etmesi ve Mü’min erkeklerin ve Mü’min kadınların tevbelerini kabul etmesi içindir. Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

İzah: Bu âyetler hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu hadis nakledilmiştir:

قَالَ اللّٰه تَعَالَى لِآدَم يَا آدَم إِنِّي عَرَضْت الْأَمَانَة عَلَى السَّمَوَات وَالْأَرْض فَلَمْ تُطِقْهَا فَهَلْ أَنْتَ حَامِلهَا بِمَا فِيهَا فَقَالَ وَمَا فِيهَا يَا رَبّ قَالَ إِنْ حَمَلْتهَا أُجِرْت وَإِنْ ضَيَّعْتهَا عُذِّبْت فَاحْتَمَلَهَا بِمَا فِيهَا فَلَمْ يَلْبَث فِي الْجَنَّة إِلَّا قَدْرَ مَا بَيْن صَلَاة الْأُولَى إِلَى الْعَصْر حَتَّى أَخْرَجَهُ الشَّيْطَان مِنْهَا (ابو الشيخ عن ابن عباس(

Allah’u Teâlâ Âdem’e şöyle hitap etti: ″Yâ Âdem! Ben emâneti göklere ve yere arz ettim, hiçbiri güç yetiremedi. Sen onu, içindekilerle birlikte yüklenebilecek misin?″ Âdem dedi ki: ″Yâ Rabbi! Bunda benim için bir fayda var mıdır?″ Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Onu hakkıyla taşıyabilirsen sevap, taşıyamazsan azap vardır.″ Bunun üzerine Âdem dedi ki: ″İçindekilerle beraber yüklendim.″ Âdem, bu sözünden sonra, Cennette öğleden ikindiye kadar bir süre kalabildi. Tâ ki şeytan onun oradan çıkmasına sebep oldu.[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

إِن الْأَمَانَةَ وَالْوَفَاءَ نَزَلَا عَلَى ابْنِآدَمَمَعَ الْأَنْبِيَاءِ فَأُرْسِلُوا بِهِ فَمِنْهُمْ رَسُولُ اللّٰهِ وَمِنْهُمْ نَبِيٌّ وَمِنْهُمْ نَبِيٌّ رَسُولٌ وَنَزَلَ الْقُرْآنُ وَهُوَ كَلَامُ اللّٰهِ وَنَزَلَتِ الْعَرَبِيَّةُ وَالْعَجَمِيَّةُ فَعَلِمُوا أَمْرَ الْقُرْآنِ وَعَلِمُوا أَمْرَ السُّنَنِ بِأَلْسِنَتِهِمْ وَلَمْ يَدَعِ اللّٰهُ شَيْئًا مِنْ أَمْرِهِ مِمَّا يَأْتُونَ وَمَا يَجْتَنِبُونَ وَهِيَ الْحُجَجُ عَلَيْهِمْ إِلَّا بَيَّنَهُ لَهُمْ. فَلَيْسَ أَهْلُ لِسَانٍ إِلَّا وَهُمْ يَعْرِفُونَ الْحَسَنَ وَالْقَبِيحَ ثُمَّ الْأَمَانَةُ أَوَّلُ شَيْءٍ يُرْفَعُ وَيَبْقَىأَثَرُهَا فِي جُذُورِ قُلُوبِ النَّاسِ ، ثُمَّ يُرْفَعُ الْوَفَاءُ وَالْعَهْدُ وَالذِّمَمُ وَتَبْقَى الْكُتُبُ فَعَالِمٌ يَعْمَلُ وَجَاهِلٌ يَعْرِفُهَا وَيُنْكِرُهَا وَلَا يَحْمِلُهَا حَتَّى وَصَلَ إِلَيَّ وَإِلَى أُمَّتِي وَلَا يَهْلِكُ عَلَى اللّٰهِ إِلَّا هَالَكٌ وَلَا يُغْفِلُهُ إِلَّا تَارِكٌ. فَالْحَذَرَأَيُّهَا النَّاسُ وَإِيَّاكُمْ وَالْوَسْوَاسَ الْخَنَّاسَ فَإِنَّمَا يَبْلُوكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا.(ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن الحكم بن عمير)

″Emânet ve vefâ, Peygamberlerle birlikte Âdemoğlunun üzerine indirildi. Peygamberler emânet ve vefâ ile gönderildi­ler. Onlardan kimisi Allah’ın Resûlü, kimisi Nebîsi, kimisi de hem Nebîsi hem Resûlüdür. Kur’ân Allah’ın kelâmıdır. Arap ve Arap olmayan her­kese indirilmiştir. Araplar da, Arap olmayanlar da Kur’ân’ın emrini, sünnetin emrini kendi dilleriyle öğrenmişlerdir. Allah’u Teâlâ, yapmaları gereken hiçbir emri, sakınmaları gereken hiçbir şeyi bırakmaksızın bütünüyle delilleriyle birlikte, onu insanlara açıklamıştır. Her dil men­subu, iyiyi ve kötüyü kendi dilinde bilir. Sonra ilk kaldırılacak şey emânettir. Ancak onun izi, insanların kalbinin derinliğinde kalır. Sonra vefâ, ahid ve zimmet kaldırılır. Kitaplar kalır. Âlim amel eder, câhil ise onu bilir ve inkâr eder, emâneti taşımaz. Nihâyet bana ve ümmetime kadar gelir. Allah’u Teâlâ ancak helâk olacak olanları helâk eder. O emâneti, terk edenden başkası görmezlikten gelmez. Sakının, Ey insanlar! Aldatıcı ve vesvese verici şeytandan kaçının. Allah’u Teâlâ, sizin hanginizin daha iyi amel işleyeceğini dener.″[2]


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s 330/8.

[2] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 20, s. 339.