FUSSİLET SÛRESİ

Bu sûre 54 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. İsmini, 3. âyetinde geçen ve ″Genişçe açıklanmış″ anlamına gelen ″Fussilet″ kelimesinden almıştır. ″Hâmîm Secde Sûresi″ ismi de verilmiştir. Ayrıca ″Mesâbih Sûresi″ diye de isimlendirilmiştir.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ حٰمٓ ﴿١﴾ تَنْز۪يلٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۚ ﴿٢﴾ كِتَابٌ فُصِّلَتْ اٰيَاتُهُ قُرْاٰنًا عَرَبِيًّا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَۙ ﴿٣﴾ بَش۪يرًا وَنَذ۪يرًاۚ فَاَعْرَضَ اَكْثَرُهُمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ ﴿٤﴾

1-4. Hâ, Mîm.* Bu Kur’ân, Rahmân ve Rahîm olan Allah tarafından indirilmiştir.* Bu, bilen bir topluluk için Arapça bir Kur’ân olarak âyetleri genişçe açıklanmış bir kitaptır.* Müjdeleyici ve uyarıcı olarak indirilmiştir. Fakat onların çoğu yüz çevirmiştir. Artık onlar dinlemezler.

İzah: Allah’u Teâlâ’nın Esmâ’ul-Hüsnâ’sından olan Rahmân ismi, genel olarak dünyâda bütün kullara merhamet edendir. Rahîm ismi de, âhirette sâdece Mü’minlere merhamet edendir, demektir.


﴿ وَقَالُوا قُلُوبُنَا ف۪ٓي اَكِنَّةٍ مِمَّا تَدْعُونَٓا اِلَيْهِ وَف۪ٓي اٰذَانِنَا وَقْرٌ وَمِنْ بَيْنِنَا وَبَيْنِكَ حِجَابٌ فَاعْمَلْ اِنَّنَا عَامِلُونَ ﴿٥﴾

5. Ey Resûlüm! Kur’ân’dan yüz çevirenler, sana dediler ki: ″Bizi dâvet ettiğin şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda ağırlık vardır. Seninle bizim aramızda kavuşmaya mâni bir perde vardır. Artık sen (kendi dînine göre) amel et, şüphesiz biz de (kendi dînimize göre) amel edeceğiz.″

İzah: Kâfirler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, nefislerine hoş geldiği için kendi inançlarına göre ibâdet edeceklerini söyleyerek inat-larından dönmediler. Allah’u Teâlâ da, Kur’ân’ı anlamamaları için onların kalplerine perde çekmiş ve kulaklarına da ağırlık vermiştir. Kul, hayır veya şer neye yönelir ise Allah’u Teâlâ onu yaratır, kimseye haksızlık etmez.

Bu hususta nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

يَا عِبَادِي إِنِّي حَرَّمْتُ الظُّلْمَ عَلَى نَفْسِي وَجَعَلْتُهُ بَيْنَكُمْ مُحَرَّمًا فَلَا تَظَالَمُوا ... يَا عِبَادِي إِنَّمَا هِيَ أَعْمَالُكُمْ أُحْصِيهَا لَكُمْ ثُمَّ أُوَفِّيكُمْ إِيَّاهَا فَمَنْ وَجَدَ خَيْرًا فَلْيَحْمَدْ اللّٰهَ وَمَنْ وَجَدَ غَيْرَ ذَلِكَ فَلَا يَلُومَنَّ إِلَّا نَفْسَهُ (م عن ابى ذر)

″Ey kullarım! Ben zulmü zâtıma haram kıldım ve sizin aranızda da onu haram kıldım. Birbirinize zulmetmeyin... Ey kullarım! İşte şunlar amelleriniz, onları sizin için saydım, sonra da size onların karşılığını tam olarak verdim. Kim hayır bulursa, Allah’a hamd etsin. Kim de bundan başkasını bulacak olursa, kendinden başkasını ayıplayıp suçlamasın.″[1]


[1] Sahih-i Müslim, Birr 15 (55).


﴿ قُلْ اِنَّمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌ فَاسْتَق۪يمُٓوا اِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُۜ وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِك۪ينَۙ ﴿٦﴾ اَلَّذ۪ينَ لَا يُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ ﴿٧﴾ اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ۟ ﴿٨﴾

6-8. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Ben de ancak sizin gibi bir beşerim, Bana ancak ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor. O’na ihlas ile yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Veyl, o müşriklere.* Onlar ki, zekât vermezler ve âhireti inkâr ederler.* Şüphesiz îman edip sâlih amellerde bulunanlar için de kesintisiz bir mükâfat vardır.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Veyl″, Cehennemdeki bir vâdinin adıdır. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

الْوَيْلُ وَادٍ فِي جَهَنَّمَ يَهْوِي فِيهِ الْكَافِرُ أَرْبَعِينَ خَرِيفًا قَبْلَ أَنْ يَبْلُغَ قَعْرَهُ (حم ت عن أبى سعيد)

″Veyl, Cehennemde bir vadidir ki kâfirler, üzerinden bırakıldığı vakit, kırk yılda dibine inemez.″[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 21; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11287; Rudânî, Cem’ul-Fevaid, Hadis No: 10063.


﴿ قُلْ اَئِنَّكُمْ لَتَكْفُرُونَ بِالَّذ۪ي خَلَقَ الْاَرْضَ ف۪ي يَوْمَيْنِ وَتَجْعَلُونَ لَهُٓ اَنْدَادًاۜ ذٰلِكَ رَبُّ الْعَالَم۪ينَۚ ﴿٩﴾ وَجَعَلَ ف۪يهَا رَوَاسِيَ مِنْ فَوْقِهَا وَبَارَكَ ف۪يهَا وَقَدَّرَ ف۪يهَٓا اَقْوَاتَهَا ف۪ٓي اَرْبَعَةِ اَيَّامٍۜ سَوَٓاءً لِلسَّٓائِل۪ينَ ﴿١٠﴾ ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًاۜ قَالَتَٓا اَتَيْنَا طَٓائِع۪ينَ ﴿١١﴾ فَقَضٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ ف۪ي يَوْمَيْنِ وَاَوْحٰى ف۪ي كُلِّ سَمَٓاءٍ اَمْرَهَاۜ وَزَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَاب۪يحَۗ وَحِفْظًاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ ﴿١٢﴾

9-12. Ey Habîbim! De ki: ″Siz, arzı iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O’na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir.* O, arz üzerinde sâbit dağlar yarattı, yere bereket verdi ve muhtaç olan arz ehlinin yiyeceklerini uygun olarak dört gün içinde takdir etti.* Sonra semâyı yaratmaya yöneldi ki o, duman hâlinde idi. Allah’u Teâlâ, göğe ve yere: ″İsteyerek ya da istemeyerek olun″ dedi. Onlar da: ″İsteyerek ve emrine boyun eğerek olduk″ dediler.* Böylece yedi göğü iki günde yarattı ve her göğe, kendilerine ait olan hususları emretti.″ Dünyâ semâsını da yıldızlarla süsledik ve onu koruduk. Bu, her şeye gâlip ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.

İzah: Yaratılma ile ilgili olarak İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

خَلَقَ الْأَرْضَ فِي يَوْمَيْنِ ثُمَّ خَلَقَ السَّمَاءَ ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّاهُنَّ فِي يَوْمَيْنِ آخَرَيْنِ ثُمَّ دَحَا الْأَرْضَ وَدَحْوُهَا أَنْ أَخْرَجَ مِنْهَا الْمَاءَ وَالْمَرْعَى وَخَلَقَ الْجِبَالَ وَالْجِمَالَ وَالْآكَامَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي يَوْمَيْنِ آخَرَيْنِ فَذَلِكَ قَوْلُهُ {دَحَاهَا} وَقَوْلُهُ {خَلَقَ الْأَرْضَ فِي يَوْمَيْنِ} فَجُعِلَتْ الْأَرْضُ وَمَا فِيهَا مِنْ شَيْءٍ فِي أَرْبَعَةِ أَيَّامٍ وَخُلِقَتْ السَّمَوَاتُ فِي يَوْمَيْنِ (خ عن ابن عباس)

Allah’u Teâlâ yeri iki günde yarattı, sonra göğe yöneldi, başka iki günde de onu yedi kat olarak tanzim etti. Sonra diğer iki günde arzı düzenledi, yaydı. Arzdan su ve bitkiler çıkardı. Arzda dağlar, ağaçlar, tepeler ve arz ile semâ arasında bulunan şeyleri yarattı. Bunu Allah’u Teâlâ Sûre-i Nâziât, Âyet 30‘da: ″Bundan sonra da, yeri döşedi″ kelâmıyla ifade etmiştir. Sûre-i Fussilet, Âyet 9’da: Ey Habîbim! De ki: ″Siz, arzı iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O’na ortaklar mı koşuyorsunuz?…″ diye geçen kelâmına gelince de, arz ve içindekiler dört günde yaratılmış olmaktadır. Semâvat da iki günde yaratılmış olmaktadır.[1]

Yine bu hususta Sûre-i Bakara, Âyet 29 ve izahına bakınız. Ayrıca Allah’u Teâlâ’nın gökleri ve yeri altı günde yarattığına dair de Sûre-i A’râf, Âyet 54 ve izahına bakınız.


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Fussilet 1.


﴿ فَاِنْ اَعْرَضُوا فَقُلْ اَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَۜ ﴿١٣﴾ اِذْ جَٓاءَتْهُمُ الرُّسُلُ مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّا اللّٰهَۜ قَالُوا لَوْ شَٓاءَ رَبُّنَا لَاَنْزَلَ مَلٰٓئِكَةً فَاِنَّا بِمَٓا اُرْسِلْتُمْ بِه۪ كَافِرُونَ ﴿١٤﴾

13-14. Ey Resûlüm! Eğer yüz çevirirlerse, onlara de ki: ″Ben sizi, Âd ve Semud kavimlerine isâbet eden sâika gibi şiddetli azap ile uyardım.* Onlara, ″Allah’tan başkasına ibâdet etmeyin″ diye Peygamberler önlerinden ve arkalarından geldikleri vakit, onlar dediler ki: ″Eğer Rabbimiz (Peygamber göndermek) dileseydi, elbette melekleri gönderirdi. Onun için biz sizinle gönderilenleri inkâr ediyoruz.″

İzah: Âyet-i Kerîme‘de geçen ″Sâika″, Gökten inen ve şiddetli gürültüsü bulunan bir ateş parçası, demektir. Kendisiyle helâk meydana gelen sayhâ, korkunç ve şiddetli azap mânâsına da gelir.

Hûd Aleyhisselâm‘ın kavmi olan Âd ve Sâlih Aleyhisselâm‘ın kavmi olan Semud hakkında geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 65-79 ve izahlarına bakınız.


﴿ فَاَمَّا عَادٌ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَقَالُوا مَنْ اَشَدُّ مِنَّا قُوَّةًۜ اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّ اللّٰهَ الَّذ۪ي خَلَقَهُمْ هُوَ اَشَدُّ مِنْهُمْ قُوَّةًۜ وَكَانُوا بِاٰيَاتِنَا يَجْحَدُونَ ﴿١٥﴾ فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ ر۪يحًا صَرْصَرًا ف۪ٓي اَيَّامٍ نَحِسَاتٍ لِنُذ۪يقَهُمْ عَذَابَ الْخِزْيِ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۜ وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَخْزٰى وَهُمْ لَا يُنْصَرُونَ ﴿١٦﴾

15-16. Âd kavmine gelince, onlar da yeryüzünde haksız yere kibirlendiler ve ″Bizden daha kuvvetli kim var?″ dediler. Onlar, kendilerini yaratan Allah’u Teâlâ’nın onlardan daha kuvvetli olduğunu düşünmediler mi? Onlar, Bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı.* Biz de onlara, dünyâ hayatında zelil edici azâbı tattırmak için belânın geldiği günlerde uğultulu rüzgâr gönderdik. Âhiretin azâbı ise daha şiddetlidir ve onlara yardım da edilmez.


﴿ وَاَمَّا ثَمُودُ فَهَدَيْنَاهُمْ فَاسْتَحَبُّوا الْعَمٰى عَلَى الْهُدٰى فَاَخَذَتْهُمْ صَاعِقَةُ الْعَذَابِ الْهُونِ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَۚ ﴿١٧﴾ وَنَجَّيْنَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ۟ ﴿١٨﴾

17-18. Semud’a gelince, Biz onlara hakkı gösterdik. Onlar, dalâleti hidâyete tercih ettiler. Kazandıkları kötü amel sebebiyle zillet ve hakaret ile vasıflanmış sâika onları helâk etti.* Îman edip Allah’tan korkanları da bu şiddetli azaptan kurtardık.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Sâika″ hakkında Sûre-i Fussilet, Âyet 13-14’ün izahına bakınız.


﴿ وَيَوْمَ يُحْشَرُ اَعْدَٓاءُ اللّٰهِ اِلَى النَّارِ فَهُمْ يُوزَعُونَ ﴿١٩﴾ حَتّٰٓى اِذَا مَا جَٓاؤُ۫هَا شَهِدَ عَلَيْهِمْ سَمْعُهُمْ وَاَبْصَارُهُمْ وَجُلُودُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٢٠﴾ وَقَالُوا لِجُلُودِهِمْ لِمَ شَهِدْتُمْ عَلَيْنَاۜ قَالُٓوا اَنْطَقَنَا اللّٰهُ الَّذ۪ٓي اَنْطَقَ كُلَّ شَيْءٍ وَهُوَ خَلَقَكُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٢١﴾ وَمَا كُنْتُمْ تَسْتَتِرُونَ اَنْ يَشْهَدَ عَلَيْكُمْ سَمْعُكُمْ وَلَٓا اَبْصَارُكُمْ وَلَا جُلُودُكُمْ وَلٰكِنْ ظَنَنْتُمْ اَنَّ اللّٰهَ لَا يَعْلَمُ كَث۪يرًا مِمَّا تَعْمَلُونَ ﴿٢٢﴾ وَذٰلِكُمْ ظَنُّكُمُ الَّذ۪ي ظَنَنْتُمْ بِرَبِّكُمْ اَرْدٰيكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ ﴿٢٣﴾ فَاِنْ يَصْبِرُوا فَالنَّارُ مَثْوًى لَهُمْۚ وَاِنْ يَسْتَعْتِبُوا فَمَا هُمْ مِنَ الْمُعْتَب۪ينَ ﴿٢٤﴾

19-24. Ey Resûlüm! Allah’ın düşmanlarının toplanıp ateşe sevk olunacakları günü zikret. Onlar o gün bir araya getirilirler.* Onlar oraya geldikleri vakit, kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları hakkında aleyhlerine şâhitlik eder.* Onlar, derilerine: ″Niçin aleyhimizde şâhitlik yapıyorsunuz?″ derler. Onlar da: ″Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. Sizi ilk defa yaratan O’dur. Yine O’na döndürülüyorsunuz″ derler.* Onlara, o gün denir ki: ″Kulaklarınız, gözleriniz ve derileriniz aleyhinize şâhitlik eder diye sakınmamıştınız. Bilakis yaptıklarınızdan birçoğunu Allah’u Teâlâ bilmez zannediyordunuz.* İşte Rabbiniz hakkındaki bu kötü zannınız, helâkinize sebep oldu ve bundan dolayı hüsrâna uğrayanlardan oldunuz.″* (Cehennem azâbına) sabretseler de yine onlar için Cehennemden kurtuluş yoktur. Eğer biraz rahatlık isteseler, onlara rahatlık verilmez.

İzah: Bu âyetlerde, kâfirlerin cezâlandırılmaları için ateşe sevk edildikleri zaman, birbirlerinden ayrılmalarına izin verilmeden hepsinin bir araya getirildiğinden ve onların Cehennem ateşinin yanına geldiklerinde, kendilerine azâbı gerektiren şeyleri inkâr edince de bedenlerinin dile gelip kendileri aleyhine şâhitlik ettiklerinden bahsedilmektedir.

Bu âyetlerle ilgili olarak Enes Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كُنَّا عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَضَحِكَ فَقَالَ هَلْ تَدْرُونَ مِمَّ أَضْحَكُ قَالَ قُلْنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ مِنْ مُخَاطَبَةِ الْعَبْدِ رَبَّهُ يَقُولُ يَا رَبِّ أَلَمْ تُجِرْنِي مِنْ الظُّلْمِ قَالَ يَقُولُ بَلَى قَالَ فَيَقُولُ فَإِنِّي لَا أُجِيزُ عَلَى نَفْسِي إِلَّا شَاهِدًا مِنِّي قَالَ فَيَقُولُ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ شَهِيدًا وَبِالْكِرَامِ الْكَاتِبِينَ شُهُودًا قَالَ فَيُخْتَمُ عَلَى فِيهِ فَيُقَالُ لِأَرْكَانِهِ انْطِقِي قَالَ فَتَنْطِقُ بِأَعْمَالِهِ قَالَ ثُمَّ يُخَلَّى بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْكَلَامِ قَالَ فَيَقُولُ بُعْدًا لَكُنَّ وَسُحْقًا فَعَنْكُنَّ كُنْتُ أُنَاضِلُ (م عن انس)

Biz, bir gün Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında iken güldü de, ″Neye güldüğümü biliyor musunuz?″ buyurdu. ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dedik. Bunun üzerine: ″Kulun, Rabbine olan hitabından!″ buyurdu ve sözüne şöyle devam etti. Kul: ″Ey Rabbim! Sen beni zulümden korumadın mı?″ der. Allah’û Teâlâ da: ″Evet, korudum″ buyurur. Kul da: ″Fakat ben bugün kendime, kendimden başka bir kimsenin şâhit olmasını aslâ istemiyorum″ der. Allah’u Teâlâ: ″Bugün sana tek şâhit olarak nefsin, çok şâhit olarak da kirâmen kâtibîn melekleri kâfidir″ buyurur. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem devamla buyurdu ki: ″Ağzına mühür vurulur ve diğer organlarına, ″Konuş″ denilir. Onlar kişinin amelini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılır. Adam organlarına: ″Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben sizin için mücâdele etmiştim″ der.[1]

Sûre-i Fussilet Âyet 22-23 hakkında da Abdullah İbn-i Mes’ûd Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise anlatılmıştır:

كُنْتُ مُسْتَتِرًا بِأَسْتَارِ الْكَعْبَةِ فَجَاءَ ثَلَاثَةُ نَفَرٍ كَثِيرٌ شَحْمُ بُطُونِهِمْ قَلِيلٌ فِقْهُ قُلُوبِهِمْ قُرَشِيٌّ وَخَتَنَاهُ ثَقَفِيَّانِ أَوْ ثَقَفِيٌّ وَخَتَنَاهُ قُرَشِيَّانِ فَتَكَلَّمُوا بِكَلَامٍ لَمْ أَفْهَمْهُ فَقَالَ أَحَدُهُمْ أَتَرَوْنَ أَنَّ اللّٰهَ يَسْمَعُ كَلَامَنَا هَذَا فَقَال الْآخَرُ إِنَّا إِذَا رَفَعْنَا أَصْوَاتَنَا سَمِعَهُ وَإِذَا لَمْ نَرْفَعْ أَصْوَاتَنَا لَمْ يَسْمَعْهُ فَقَالَ الْآخَرُ إِنْ سَمِعَ مِنْهُ شَيْئًا سَمِعَهُ كُلَّهُ فَقَال عَبْدُ اللّٰهِ فَذَكَرْتُ ذَلِكَ لِلنَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَنْزَلْ اللّٰهُ {وَمَا كُنْتُمْ تَسْتَتِرُونَ أَنْ يَشْهَدَ عَلَيْكُمْ سَمْعُكُمْ وَلَا أَبْصَارُكُمْ وَلَا جُلُودُكُمْ إِلَى قَوْلِهِ فَأَصْبَحْتُمْ مِنْ الْخَاسِرِينَ} (ت عن ابن مسعود)

Kâbe’nin örtüleriyle örtünmüş idim. Derken karınlarının yağı çok, kalplerinin anlayışı az olan biri Kureyş’ten ve ikisi Sakif’ten veya biri Sakif’ten, ikisi Kureyş’ten üç kişi geldiler ve anlayamadığım bir şey konuştular. Sonra onlardan biri:″Bu konuştuğumuz sözleri Allah işitiyor mu?″ dedi. Diğeri:″Eğer açıktan söylersek işitir, gizli söylersek işitmez″ dedi. Kalan diğeri de: ″Eğer açıktan söylediğimiz zaman işitmekte ise, muhakkak ki O, gizli söylediğimiz zamanda da işitir″ dedi.

Abdullah Radiyallâhu anhu dedi ki: Bu durumu Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e anlattım. Bunun üzerine de Allah’u Teâlâ: Onlara, o gün denir ki: ″Kulaklarınız, gözleriniz ve derileriniz aleyhinize şâhitlik eder diye sakınmamıştınız…″ diye devam eden Sûre-i Fussilet, Âyet 22-23’ü indirdi.[2]


[1] Sahih-i Müslim, Zühd 1 (17).

[2] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 42; Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Fussilet 1-2.


﴿ وَقَيَّضْنَا لَهُمْ قُرَنَٓاءَ فَزَيَّنُوا لَهُمْ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَحَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ ف۪ٓي اُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۚ اِنَّهُمْ كَانُوا خَاسِر۪ينَ۟ ﴿٢٥﴾

25. Biz, o kâfirlerin yanına (şeytanlardan) arkadaşlar verdik. O arkadaşları onlara, önlerindekini (âhireti inkâr etmeyi) ve arkalarındakini (dünyâda nefsâni arzuları) süslü gösterdiler. Böylece kendilerinden önce geçen cin ve insan toplulukları ile berâber azâba uğ­ramaları hak oldu. Şüphesiz onlar, hüsrâna uğramışlardı.


﴿ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَا تَسْمَعُوا لِهٰذَا الْقُرْاٰنِ وَالْغَوْا ف۪يهِ لَعَلَّكُمْ تَغْلِبُونَ ﴿٢٦﴾ فَلَنُذ۪يقَنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا عَذَابًا شَد۪يدًا وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ اَسْوَاَ الَّذ۪ي كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٢٧﴾ ذٰلِكَ جَزَٓاءُ اَعْدَٓاءِ اللّٰهِ النَّارُۚ لَهُمْ ف۪يهَا دَارُ الْخُلْدِۜ جَزَٓاءً بِمَا كَانُوا بِاٰيَاتِنَا يَجْحَدُونَ ﴿٢٨﴾

26-28. Kâfirler birbirlerine: ″Bu Kur’ân’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Belki gâlip gelirsiniz″ dediler.* Şüphesiz ki Biz, kâfirlere şiddetli azâbı tattırır ve onları yaptıkları amellerin en kötüsüyle cezâlandırırız.* Bu cezâ, Allah’ın düşmanlarının cezâsıdır. O da ateştir. Onlar için âyetlerimizi inkâr etmeleri sebebiyle orada dâimî ikâmet vardır.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Gürültü yapın″ ifadesini müfessirler; yaygaralar yaparak Kur’ân’ın okunmasını bastırın, ıslık çalarak ve söz karıştırarak onun okunmasını engelleyin, onu inkâr edin ve ona karşı çıkın, diye mânâlar vermişlerdir.


﴿ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا رَبَّنَٓا اَرِنَا الَّذَيْنِ اَضَلَّانَا مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ نَجْعَلْهُمَا تَحْتَ اَقْدَامِنَا لِيَكُونَا مِنَ الْاَسْفَل۪ينَ ﴿٢٩﴾

29. Kâfirler (Cehenneme atılacakları zaman) şöyle diyecekler: ″Ey Rabbimiz! Cin ve insandan bizi dalâlete düşürenleri bize göster ki, onları bizden daha sefil ve zelil olmaları için ayaklarımızın altına alalım.″

İzah: Hz. Ali Kerremallâhu veche: ″Cin ve insandan bizi dalâlete düşürenleri bize göster…″ diye devam eden bu Âyet-i Kerîme hakkında şöyle buyurmuştur: ″Âyette zikredilen cinden maksat, İblis’tir.[1] İnsandan maksat ise, Hz. Âdem’in oğullarından, kardeşini öldüren Kâbil’dir. İblis, Allah’a ortak koşarak Cehenneme girenlere örnek olmuş, Hz. Âdem’in, kâtil olan oğlu Kâbil ise, büyük günah işleyenlere örnek olmuştur.″[2]


[1] Cin için şeytan ifadesi, bâzen de şeytan için cin ifadesi kullanılmaktadır. Bu hususta Sûre-i En’âm, Âyet 128, Sûre-i Hicr, Âyet 27 ve izahlarına bakınız.

[2] Bakınız: Celâleddin es-Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 13. S. 103.


﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰٓئِكَةُ اَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّت۪ي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ ﴿٣٠﴾ نَحْنُ اَوْلِيَٓاؤُ۬كُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِۚ وَلَكُمْ ف۪يهَا مَا تَشْتَه۪ٓي اَنْفُسُكُمْ وَلَكُمْ ف۪يهَا مَا تَدَّعُونَۜ ﴿٣١﴾ نُزُلًا مِنْ غَفُورٍ رَح۪يمٍ۟ ﴿٣٢﴾

30-32. Şüphesiz, ″Rabbimiz Allah’tır″ deyip de, sonra istikâmetten ayrılmayanlar var ya, onların üzerine melekler iner ve derler ki: ″Korkmayın, mahzun olmayın ve size vaad olunan Cennetle müjdelenin.* Biz, dünyâ hayatında da, âhirette de sizin dostlarınızız. Âhirette sizin için istediğiniz ve temenni ettiğiniz her şey vardır;* çok bağışlayan ve çok merhamet eden Allah’tan bir ziyâfet olarak.″

İzah: Sûre-i Fussilet, Âyet 30 hakkında Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَرَأَ {إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا} قَالَ قَدْ قَالَ النَّاسُ ثُمَّ كَفَرَ أَكْثَرُهُمْ فَمَنْ مَاتَ عَلَيْهَا فَهُوَ مِمَّنْ اسْتَقَامَ (ت عن انس بن مالك)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: Şüphesiz, ″Rabbimiz Allah’tır″ deyip de, sonra istikâmetten ayrılmayanlar var ya, onların üzerine melekler iner… diye devam eden Sûre-i Fussilet, Âyet 30’u okudu ve buyurdu ki: Herkes ″Rabbimiz Allah’tır″ demiş; ancak daha sonra pek çoğu bunu inkâr etmiştir. Her kim bu hak söz üzere ölürse, istikâmet üzere olanlardandır.[1]

İstikâmet üzere olmak hakkında Süfyan b. Abdullah es-Sakafî Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ حَدِّثْنِي بِأَمْرٍ أَعْتَصِمُ بِهِ قَالَ قُلْ رَبِّيَ اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقِمْ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَا أَخْوَفُ مَا تَخَافُ عَلَيَّ فَأَخَذَ بِلِسَانِ نَفْسِهِ ثُمَّ قَالَ هَذَا (ت عن سفيان بن عبد اللّٰه الثقفى)

″Yâ Resûlallah! Bana bir iş söyle ki ona sımsıkı sarılayım″dedim. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:″Rabbim Allah’tır de, sonra da dosdoğru ol. Süfyan diyor ki:″Yâ Resûlallah! Benim için en korkulacak şey nedir?″dedim. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, kendi dilini tutarak,″İşte bu″buyurdu.[2]

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Âhirette sizin için istediğiniz ve temenni ettiğiniz her şey vardır″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta da Saîd b. el-Müseyyeb Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

Kendisi,bir günEbû Hüreyre’ye rastladı. O da kendisine: ″Beni ve seni Cennet çarşısında bir araya getirmesini Allah’tan isterim″ dedi.Bunun üzerineSaid: ″Cennette çarşı var mı?″ diye sorunca, Ebû Hüreyre, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bana şu haberi verdi, dedi:

أَنَّ أَهْلَ الْجَنَّةِ إِذَا دَخَلُوهَا نَزَلُوا فِيهَا بِفَضْلِ أَعْمَالِهِمْ ثُمَّ يُؤْذَنُ فِي مِقْدَارِ يَوْمِ الْجُمُعَةِ مِنْ أَيَّامِ الدُّنْيَا فَيَزُورُونَ رَبَّهُمْ وَيُبْرِزُ لَهُمْ عَرْشَهُ وَيَتَبَدَّى لَهُمْ فِي رَوْضَةٍ مِنْ رِيَاضِ الْجَنَّةِ فَتُوضَعُ لَهُمْ مَنَابِرُ مِنْ نُورٍ وَمَنَابِرُ مِنْ لُؤْلُؤٍ وَمَنَابِرُ مِنْ يَاقُوتٍ وَمَنَابِرُ مِنْ زَبَرْجَدٍ وَمَنَابِرُ مِنْ ذَهَبٍ وَمَنَابِرُ مِنْ فِضَّةٍ وَيَجْلِسُ أَدْنَاهُمْ وَمَا فِيهِمْ مِنْ دَنِيٍّ عَلَى كُثْبَانِ الْمِسْكِ وَالْكَافُورِ وَمَا يَرَوْنَ أَنَّ أَصْحَابَ الْكَرَاسِيِّ بِأَفْضَلَ مِنْهُمْ مَجْلِسًا... (ت عن سعيد بن المسيب)

Cennet halkı Cennete girdikleri zamaniyiamellerinin çokluk derecesine göre makamlarına yerleşirler. Sonra dünyâ günlerinden cuma günü kadar bir süre için onlara izin verilerek Allah’u Teâlâ’yı ziyaret ederler. Allah’u Teâlâ, onlar için Arş’ını açar ve Cennet bahçelerinden bir bahçede onlara görünür. Cennet halkı için nûrdan koltuklar, inciden koltuklar, yakuttan koltuklar, zebercedden koltuklar, altından koltuklar ve gümüşten koltuklar konulur. Cennet halkınınmakamcaen aşağı olanıda misk ve kâfur yığınlarıüstünde otururlar. Bunlar koltuklarda oturanların yerlerinin kendilerinin oturdukları yerlerden üstün olduğunu sanmazlar.Ben: ″Yâ Resûlullah! Biz Rabbimizi görecek miyiz?″ dedim. O: ″Evet,siz güneşi görmek veayı on dördüncü gecesinde(dolunay hâlinde iken) görmek hususunda şüpheye düşer misiniz?″ diye sordu. Biz: ″Hayır″dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

Böylece Rabbinizigörmek hususunda şüpheye düşmeyeceksiniz ve o mecliste bulunan herkesle Allah’u Teâlâ konuşacaktır. Hattâ Allah’u Teâlâ sizden bir adama: ″Ey filân! Şöyle şöyle yaptığın günü hatırlıyor musun?″ diyecek. Adam da: ″Yâ Rabbi! Beni bağışlamadın mı?″ diyecek. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ, o adama: ″Evet, seni bağışladım. Sen şu mertebene, ancak Benim mağfiretimin bolluğuyla eriştin″ buyuracaktır. İşte Cennet halkı böylece Allah’ın Cemâl ve sohbetiyle müşerref oldukları sıralarda bir bulut parçası üstten onları kaplayarak üzerlerine öyle güzel bir koku yağdıracak ki onun kokusu gibi güzel bir şeyi hiç hissetmemişlerdir. Sonra Allah’u Teâlâ onlara: ″Sizin için hazırladığım ikrama kalkıp gidin ve arzuladığınızı, canınızın çektiği şeyleri alın″ diye buyuracaktır.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Bunun üzerine meleklerin kuşattığı bir çarşıya varacağız. Misline gözlerin bakmadığı, kulakların işitmediği ve kalplerden geçmeyen şeyler o çarşıda bulunur. O çarşıda hiçbir şey satılmadığı ve satın alınmadığıhalde arzuladığımız şeyler bizim içinnakledilecektir. Cennet halkı birbirlerini o çarşıda göreceklerdir. Yüksek makam sahibi olan adam gelip, kendisinden makamca düşükadama rastlar.Makamca düşük olan adam, makamca kendisinden yüksek olan adamın üstündeki elbiseyi beğenir, hoşuna gider. Fakat henüz beğenme işi tamamlanmamış iken kendisinin üstündeki elbise gözünde ondan daha güzel hâl alır. Bunun sebebi de Cennette hiçbir kimsenin üzülmesine meydan verilmemesidir.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Sonraçarşıdankonaklarımıza döneceğiz ve zevcelerimiz bizi karşılayacak: ″Merhaba, hoş geldin. Yemin ederim ki, bizden ayrıldığın vakitteki güzellik ve güzel kokudan daha üstün bir güzellik ve daha güzel bir koku ile geldin″ diyecekler. Biz de diyeceğiz ki: ″Bu gün biz Cebbâr olan Rabbimizin meclisinde oturduk.Sohbet ve Cemâli ile şereflendikve şu gördüğünüz üstün güzellik ve daha güzel koku ile dönmemiz bize lâyıktır.″[3]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 42.

[2] Sünen-i Tirmizî, Zühd 47; Sahih-i Müslim, Îman 13 (62 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 14869.

[3] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cennet 15.


﴿ وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَٓا اِلَى اللّٰهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ اِنَّن۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ ﴿٣٣﴾

33. Allah’a dâvet eden ve sâlih amelde bulunan ve ″Şüphesiz ben Müslümanlardanım″ diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?


﴿ وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُۜ اِدْفَعْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذ۪ي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِيٌّ حَم۪يمٌ ﴿٣٤﴾ وَمَا يُلَقّٰيهَٓا اِلَّا الَّذ۪ينَ صَبَرُواۚ وَمَا يُلَقّٰيهَٓا اِلَّا ذُو حَظٍّ عَظ۪يمٍ ﴿٣٥﴾ وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِۜ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ﴿٣٦﴾

34-36. İyilikle kötülük bir olmaz. Ey Resûlüm! Sen kötülüğe iyilikle mukâbele et. Böyle yaparsan, seninle arasında düşmanlık olan kimse, sana hemen sıkı dost gibi olur.* Bu haslet, ancak sabredenlere verilir. Bu, ancak hayırdan büyük payı olanlara verilir.* Şeytandan seni dürtecek bir vesvese gelirse, hemen Allah’a sığın. Şüphesiz O, her şeyi işiten ve bilendir.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ: İyilikle kötülük bir olmaz. Ey Resûlüm! Sen kötülüğe iyilikle mukâbele et…″ diye devam eden Sûre-i Fussilet, Âyet 34 hakkında şöyle buyurmuştur:

الصَّبْرُ عِنْدَ الْغَضَبِ وَالْعَفْوُ عِنْدَ الْإِسَاءَةِ فَإِذَا فَعَلُوهُ عَصَمَهُمْ اللّٰهُ وَخَضَعَ لَهُمْ عَدُوُّهُمْ (خ عن ابن عباس)

″Bu, ancak öfke anında sabır, kötülüğe uğradığında ise (gücü yettiği halde) affetmekle olur. İşte böyle yaparlarsa, Allah’u Teâlâ onları korur ve düşmanları onlara boyun eğer.″[1]

Bu husus Sûre-i Şûrâ, Âyet 40’ta da şöyle geçmektedir:

″Bir kötülüğün cezâsı, onun misli bir kötülüktür. Lâkin her kim (gücü yettiği halde) affedip ıslahına gayret ederse, onun mükâfatı Allah’a aittir. Şüphesiz O, zâlimleri sevmez.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا نَقَصَتْ صَدَقَةٌ مِنْ مَالٍ وَمَا زَادَ اللّٰهُ عَبْدًا بِعَفْوٍ إِلَّا عِزًّا وَمَا تَوَاضَعَ أَحَدٌ لِلَّهِ إِلَّا رَفَعَهُ اللّٰهُ (م عن ابى هريرة)

″Sadaka vermekle mal eksilmez. Kul affederse, Allah’u Teâlâ onun izzetini artırır. Kim de Allah rızâsı için tevâzu sahibi olursa, Allah’u Teâlâ onu yükseltir.″[2]


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Fussilet 6; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7201.

[2] Sahih-i Müslim, Birr 19 (69).


﴿ وَمِنْ اٰيَاتِهِ الَّيْلُ وَالنَّهَارُ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُۜ لَا تَسْجُدُوا لِلشَّمْسِ وَلَا لِلْقَمَرِ وَاسْجُدُوا لِلّٰهِ الَّذ۪ي خَلَقَهُنَّ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ (سَجْدَه) ﴿٣٧﴾ فَاِنِ اسْتَكْبَرُوا فَالَّذ۪ينَ عِنْدَ رَبِّكَ يُسَبِّحُونَ لَهُ بِالَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَهُمْ لَا يَسْـَٔمُونَ ﴿٣٨﴾

37-38. Gece ve gündüz, güneş ve ay Allah’ın varlığının delillerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer Allah’a ibâdet ediyorsanız, onları yaratan Allah’a secde edin. (Secde âyetidir)* Ey Resûlüm! Eğer onlar, (hakkı kabulden) kibirlenirlerse, Rabbinin katında olan melekler, usanmadan gece gündüz O’nu tesbih ederler.

İzah: Secde âyetini; hem okuyanların, hem de dinleyenlerin ″Tilâvet Secdesi″ yapmaları gerekir. İmam-ı Âzam Efendimiz, buradaki tilâvet secdesinin yeri, Sûre-i Fussilet, Âyet 38’in sonudur. Zîrâ kelâm burada tamam olmaktadır″ diye buyurmuştur. İmam Şâfii ise, buradaki tilâvet secdesinin yeri, Sûre-i Fussilet, Âyet 37’nin sonudur, diye buyurmuştur.


﴿ وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنَّكَ تَرَى الْاَرْضَ خَاشِعَةً فَاِذَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَٓاءَ اهْتَزَّتْ وَرَبَتْۜ اِنَّ الَّذ۪ٓي اَحْيَاهَا لَمُحْيِ الْمَوْتٰىۜ اِنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٣٩﴾

39. Kuru olarak gördüğün yeryüzünün, indirdiğimiz su ile harekete geçip kabarması da (canlanıp yeşermesi de), Allah’ın varlığının delillerindendir. Muhakkak ki, yeryüzüne hayat veren, elbette ölüleri de diriltir. Şüphesiz O, her şeye kâdirdir.


﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا لَا يَخْفَوْنَ عَلَيْنَاۜ اَفَمَنْ يُلْقٰى فِي النَّارِ خَيْرٌ اَمْ مَنْ يَأْت۪ٓي اٰمِنًا يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ اِعْمَلُوا مَا شِئْتُمْۙ اِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ ﴿٤٠﴾ اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِالذِّكْرِ لَمَّا جَٓاءَهُمْۚ وَاِنَّهُ لَكِتَابٌ عَز۪يزٌۙ ﴿٤١﴾ لَا يَأْت۪يهِ الْبَاطِلُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِه۪ۜ تَنْز۪يلٌ مِنْ حَك۪يمٍ حَم۪يدٍ ﴿٤٢﴾

40-42. Şüphesiz ki, âyetlerimize dil uzatarak doğru yoldan sapanlar, bize gizli değildir. Ateşe atılan mı, yoksa mahşer günü emin olarak gelen mi daha hayırlıdır? İstediğinizi yapın, şüphesiz O, bütün yaptıklarınızı görmektedir.* Kur’ân kendilerine tebliğ edildiğinde onu inkâr edenler, mutlaka cezâlandırılacaklardır. Şüphesiz o, aziz bir kitaptır.* Ne önünden ne de arkasından ona bâtıl bir şey gelemez. O, hüküm ve hikmet sahibi, hamde lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.


﴿ مَا يُقَالُ لَكَ اِلَّا مَا قَدْ ق۪يلَ لِلرُّسُلِ مِنْ قَبْلِكَۜ اِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ وَذُو عِقَابٍ اَل۪يمٍ ﴿٤٣﴾

43. Ey Resûlüm! Sana da ancak, senden önceki peygamberlere söylenen şeyler söylenir. Şüphesiz senin Rabbin, hem mağfiret sahibidir, hem de elim bir azap sahibidir.


﴿ وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْاٰنًا اَعْجَمِيًّا لَقَالُوا لَوْلَا فُصِّلَتْ اٰيَاتُهُۜ ءَاَۭۘعْجَمِيٌّ وَعَرَبِيٌّۜ قُلْ هُوَ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَٓاءٌۜ وَالَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ ف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرٌ وَهُوَ عَلَيْهِمْ عَمًىۜ اُو۬لٰٓئِكَ يُنَادَوْنَ مِنْ مَكَانٍ بَع۪يدٍ۟ ﴿٤٤﴾

44. Eğer Kur’ân’ı, Arapçadan başka bir dilde gönderseydik: ″Onun âyetleri (anladığımız bir dilde) açıkça beyan olunsaydı ya! Arap muhataba, Arapça olmayan bir kitap mı?″ derlerdi. Ey Resûlüm! De ki: ″Bu Kur’ân, Mü’minler için bir hidâyet ve şifâdır. Îman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve bundan dolayı Kur’ân onlara kapalıdır. Onlar, uzak bir yerden çağırılıp da duymayan kimse­ler gibidir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere Kur’ân, sâdece Mü’minler için hidâyet ve şifâ kaynağıdır. Bu husus, Sûre-i İsrâ, Âyet 82’de de şöyle geçmektedir:

″Biz Kur’ân’ı, Mü’minlere şifâ ve rahmet olarak indirdik. Bu Kur’ân, zâlimlerin de ancak hüsrânını artırır.″


﴿ وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَاخْتُلِفَ ف۪يهِۜ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْۜ وَاِنَّهُمْ لَف۪ي شَكٍّ مِنْهُ مُر۪يبٍ ﴿٤٥﴾ مَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِنَفْسِه۪ وَمَنْ اَسَٓاءَ فَعَلَيْهَاۜ وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِ ﴿٤٦﴾

45-46. Yemin olsun ki, Mûsâ’ya da kitabı (Tevrat’ı) verdik. Onda da ihtilaf edildi. Eğer (azâbın ertelenmesi hakkında) Rabbinden önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi. Şüphesiz ki onlar, onun hakkında elbette şiddetli bir tereddüt ve şüphe içindedirler.* Her kim sâlih amel işlerse, bu kendi lehinedir. Her kim de kötü amel işlerse, o da kendi aleyhinedir. Ey Resûlüm! Senin Rabbin, kullarına aslâ haksızlık yapmaz.

İzah: Sûre-i Fussilet, Âyet 46’nın sonunda geçtiği üzere, Allah’u Teâlâ kimseye haksızlık etmez, herkese hakkını tam olarak verir. Bu hususta nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

يَا عِبَادِي إِنِّي حَرَّمْتُ الظُّلْمَ عَلَى نَفْسِي وَجَعَلْتُهُ بَيْنَكُمْ مُحَرَّمًا فَلَا تَظَالَمُوا ... (م عن ابى ذر)

″Ey kullarım, Ben zulmü (haksızlığı) zâtıma haram kıldım ve sizin aranızda da onu haram kıldım. Birbirinize zulmetmeyin...[1]


[1] Sahih-i Müslim, Birr 15 (55).


﴿ اِلَيْهِ يُرَدُّ عِلْمُ السَّاعَةِۜ وَمَا تَخْرُجُ مِنْ ثَمَرَاتٍ مِنْ اَكْمَامِهَا وَمَا تَحْمِلُ مِنْ اُنْثٰى وَلَا تَضَعُ اِلَّا بِعِلْمِه۪ۜ وَيَوْمَ يُنَاد۪يهِمْ اَيْنَ شُرَكَٓائ۪يۙ قَالُٓوا اٰذَنَّاكَۙ مَا مِنَّا مِنْ شَه۪يدٍۚ ﴿٤٧﴾ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَدْعُونَ مِنْ قَبْلُ وَظَنُّوا مَا لَهُمْ مِنْ مَح۪يصٍ ﴿٤٨﴾

47-48. Kıyâmetin ne zaman kopacağına dair bilgi, O’na havale edilir. O’nun ilmi olmadıkça, hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz. Hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Allah’u Teâlâ, müşriklere: ″Nerede Bana ortak koştuklarınız?″ diye nidâ ettiği gün, onlar: ″Biz, senin ortağın bulunduğuna şâhitlik edecek kimse olmadığını itiraf ettik″ derler.* O gün onların dünyâda taptıkları şeyler, onlardan uzakla­şıp kaybolacaktır. Onlar, kendileri için kaçacak bir yer olmadığını anlarlar.


﴿ لَا يَسْـَٔمُ الْاِنْسَانُ مِنْ دُعَٓاءِ الْخَيْرِۘ وَاِنْ مَسَّهُ الشَّرُّ فَيَؤُ۫سٌ قَنُوطٌ ﴿٤٩﴾ وَلَئِنْ اَذَقْنَاهُ رَحْمَةً مِنَّا مِنْ بَعْدِ ضَرَّٓاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ هٰذَا ل۪يۙ وَمَٓا اَظُنُّ السَّاعَةَ قَٓائِمَةًۙ وَلَئِنْ رُجِعْتُ اِلٰى رَبّ۪ٓي اِنَّ ل۪ي عِنْدَهُ لَلْحُسْنٰىۚ فَلَنُنَبِّئَنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِمَا عَمِلُواۘ وَلَنُذ۪يقَنَّهُمْ مِنْ عَذَابٍ غَل۪يظٍ ﴿٥٠﴾

49-50. İnsan, nîmetin artması talebinden yorulmaz ve ona bir şer isâbet ederse, hemen ümitsizliğe ve karamsarlığa düşer.* Yemin olsun ki, kendisine isâbet eden sıkıntıdan sonra kendisine tarafımızdan bir nîmet tattırırsak, elbette: ″Bu benim hakkımdır, kıyâmetin kopacağını da zannetmem. Faraza Rabbime döndürülecek olsam, O’nun katında daha güzel mükâfatlara nâil olurum″ der. Kâfirlere, neler yaptıklarını elbette haber vereceğiz ve onlara muhakkak şiddetli bir azap tattıracağız.


﴿ وَاِذَٓا اَنْعَمْنَا عَلَى الْاِنْسَانِ اَعْرَضَ وَنَاٰ بِجَانِبِه۪ۚ وَاِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ فَذُو دُعَٓاءٍ عَر۪يضٍ ﴿٥١﴾

51. İnsana nîmet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve yan çizip uzaklaşır. Ona bir şer isâbet edince de bir çok duâda bulunur.

İzah: Biz, insandan sıkıntıları kaldırıp, ona sıhhat, âfiyet ve bol rızık gibi nîmetler verdiğimiz zaman o, kendisini dâvet ettiğimiz itaattan yüz çevirir ve ondan uzaklaşır. Başına tekrar bir sıkıntı geldiği zaman da, bol bol duâ eden bir insan olur.


﴿ قُلْ اَرَاَيْتُمْ اِنْ كَانَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ ثُمَّ كَفَرْتُمْ بِه۪ مَنْ اَضَلُّ مِمَّنْ هُوَ ف۪ي شِقَاقٍ بَع۪يدٍ ﴿٥٢﴾

52. Ey Resûlüm! De ki: ″Eğer bu Kur’ân, Allah katından ise, sonra siz de onu inkâr etmiş iseniz, haktan uzak ve hakikate muhâlif olan kimseden daha azgın kimdir? Söyleyin.″


﴿ سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ ﴿٥٣﴾ اَلَٓا اِنَّهُمْ ف۪ي مِرْيَةٍ مِنْ لِقَٓاءِ رَبِّهِمْۜ اَلَٓا اِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُح۪يطٌ ﴿٥٤﴾

53-54. Kur’ân’ın hak olduğu onlar için apaçık ortaya çıkıncaya kadar, delillerimizi hem âfakta hem de nefislerinde gösteririz. Rabbinin her şeye şâhit olması yetmez mi?* Haberiniz olsun ki, onlar Rablerine kavuşma hususunda şüphe içindedirler. Haberiniz olsun ki, şüphesiz O, (ilmi ve kudreti ile) her şeyi kuşatmıştır.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre; Âyet-i Kerîme’de geçen ″Âfakta″ ifadesiyle, kendi nefislerinin dışında yani geçmiş ümmetlerin kaldıkları yerlerin harabe oluşunda, ″Nefislerinde″ ifadesiyle de, belâlarla ve hastalıklarla gösteririz demektir.