ŞUARÂ SÛRESİ

Bu sûre 227 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Ancak son dört âyeti Medîne döneminde nâzil olmuştur. Sûrenin sonunda kâfir olan şâirlerin hallerinden ve bunlardan Müslüman olarak; İslâm’ı ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i öven şâirlerden bahsedildiği için ″Şâirler″ anlamına gelen ″Şuarâ″ diye isimlendirilmiştir.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ طٰسٓمٓ ﴿١﴾ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ الْمُب۪ينِ ﴿٢﴾ لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ اَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِن۪ينَ ﴿٣﴾ اِنْ نَشَأْ نُنَزِّلْ عَلَيْهِمْ مِنَ السَّمَٓاءِ اٰيَةً فَظَلَّتْ اَعْنَاقُهُمْ لَهَا خَاضِع۪ينَ ﴿٤﴾ وَمَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ ذِكْرٍ مِنَ الرَّحْمٰنِ مُحْدَثٍ اِلَّا كَانُوا عَنْهُ مُعْرِض۪ينَ ﴿٥﴾

1-5. Tâ, Sîn, Mîm.* Bunlar, apaçık bildiren kitabın (Kur’ân’ın) âyetleridir.* Ey Resûlüm! Onlar îman etmiyorlar diye üzüntüden neredeyse kendini helâk edeceksin.* Biz dilesek, onlara semâdan bir mûcize indiririz de boyun eğmekten başka çâreleri kalmaz.* Onlara, Rahmân’dan hiç yeni bir öğüt gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler.

İzah: ″Biz dilesek, onlara semâdan bir mûcize indiririz de boyun eğmekten başka çâreleri kalmaz″ diye geçen âyetten maksat, Ey Habîbim! Dilesek, onları îman etmeye mecbur bırakacak, Mûsâ Aleyhisselâm’ın kavminin üzerine Tûr Dağı’nın kaldırıldığı[1] gibi korkunç, harikulade bir mûcize gösterir ve onları îman etmeye mecbur bırakırdık, demektir.


[1] Yahudilerin üzerlerine Tûr dağının kaldırılması hâdisesiyle ilgili Sûre-i Nisâ, Âyet 154-155’e bakınız.


﴿ فَقَدْ كَذَّبُوا فَسَيَأْت۪يهِمْ اَنْبٰٓؤُ۬ا مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ ﴿٦﴾

6. Şüphesiz ki onlar, (Resûlü Ekrem’i ve onun tebliğini) yalanladılar. Artık kendisiyle alay edip durdukları şeyin haberleri kendilerine yakında gelecektir.

İzah: Müşrikler, Kur’ân-ı Kerîm’i ve Resûlü Ekrem’i yalanladılar. Artık çok büyük cezâları, dünyevî ve uhrevî azapları kendilerine yakında gelecektir, demektir. Bu müşriklerin, dünyâdaki azâbı Bedir Savaşı’nda ve Mekke’nin fethinde gerçekleşmiştir. Asıl azapları ise âhirette olacaktır.


﴿ اَوَلَمْ يَرَوْا اِلَى الْاَرْضِ كَمْ اَنْبَتْنَا ف۪يهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ كَر۪يمٍ ﴿٧﴾ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿٨﴾ وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ ﴿٩﴾

7-9. Onlar, yeryüzüne bakmıyorlar mı? Orada her sınıftan çift çift ne kadar faydalı şeyler yarattık.* Şüphesiz bunda, elbette bir ibret vardır. Fakat insanların çoğu îman etmezler.* Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, her şeye gâliptir, çok merhametlidir.


﴿ وَاِذْ نَادٰى رَبُّكَ مُوسٰٓى اَنِ ائْتِ الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَۙ ﴿١٠﴾ قَوْمَ فِرْعَوْنَۜ اَلَا يَتَّقُونَ ﴿١١﴾ قَالَ رَبِّ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اَنْ يُكَذِّبُونِۜ ﴿١٢﴾ وَيَض۪يقُ صَدْر۪ي وَلَا يَنْطَلِقُ لِسَان۪ي فَاَرْسِلْ اِلٰى هٰرُونَ ﴿١٣﴾ وَلَهُمْ عَلَيَّ ذَنْبٌ فَاَخَافُ اَنْ يَقْتُلُونِۚ ﴿١٤﴾

10-14. Ey Resûlüm! Hatırlat o vakti ki, Rabbin Teâlâ Mûsâ’ya şöyle nidâ etmişti: ″O zâlim olan kavme git.* Firavun’un kavmine ki, onlar hâlâ Allah’tan korkmayacaklar mı?″* Mûsâ dedi ki: ″Yâ Rabbi! Muhakkak ben, onların beni yalanlamalarından korkarım.* İçim sıkılır ve dilimdeki tutukluk artar da emirlerini tebliğ edememekten korkarım. Bana yardım etmesi için Hârun’a da Peygamberlik ver.* Bir de (Kıptîyi öldürdüğüm için) onlara karşı ben suçluyum. Bundan dolayı beni öldürmelerinden korkarım.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de, Mûsâ Aleyhisselâm: ″İçim sıkılır ve dilimdeki tutukluk artar da emirlerini tebliğ edememekten korkarım. Bana yardım etmesi için Hârun’a da Peygamberlik ver″ diye Allah’u Teâlâ’dan istekte bulunmuştur. Çünkü Mûsâ Aleyhisselâm’ın dilinde tutukluk vardı. Bu husus Sûre-i Tâhâ, Âyet 27’de de: ″Lisânımdaki ukdeyi (tutukluğu) gider″ diye geçmektedir.[1]


[1] Mûsâ Aleyhisselâm’ın dilindeki tutukluk ve Hârun (Aleyhisselam)’ın Peygamber olması hakkında Sûre-i Tâhâ, Âyet 25-37 ve izahlarına ve öldürdüğü Kıptî’yle ilgili de Sure-i Kasas, Âyet 15-16’ya bakınız.


﴿ قَالَ كَلَّاۚ فَاذْهَبَا بِاٰيَاتِنَٓا اِنَّا مَعَكُمْ مُسْتَمِعُونَ ﴿١٥﴾ فَأْتِيَا فِرْعَوْنَ فَقُولَٓا اِنَّا رَسُولُ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ ﴿١٦﴾ اَنْ اَرْسِلْ مَعَنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓا ئ۪لَۜ ﴿١٧﴾

15-17. Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Yâ Mûsâ! Korkma. Sen ve Hârun, âyetlerimizle onlara gidin. Muhakkak ki Biz sizinle beraberiz, her şeyi işitiriz.* Firavun’a gidin ve deyin ki: ″Şüphesiz biz, âlemlerin Rabbinin Resûlüyüz.* İsrailoğullarını bizimle beraber gönder.″


﴿ قَالَ اَلَمْ نُرَبِّكَ ف۪ينَا وَل۪يدًا وَلَبِثْتَ ف۪ينَا مِنْ عُمُرِكَ سِن۪ينَ ﴿١٨﴾ وَفَعَلْتَ فَعْلَتَكَ الَّت۪ي فَعَلْتَ وَاَنْتَ مِنَ الْكَافِر۪ينَ ﴿١٩﴾

18-19. (Firavun’a gittiler ve Allah’ın emrini tebliğ ettiler.) Firavun, Mûsâ’ya dedi ki: ″Sen, çocuk iken biz seni kucağımızda ve evimizde büyütmedik mi? Hayatından hayli seneleri içimizde geçirmedin mi?* Üstelik Kıptîyi öldürmedin mi? Sen, nîmetlerimi inkâr ediyorsun.″


﴿ قَالَ فَعَلْتُهَٓا اِذًا وَاَنَا۬ مِنَ الضَّٓالّ۪ينَۜ ﴿٢٠﴾ فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ فَوَهَبَ ل۪ي رَبّ۪ي حُكْمًا وَجَعَلَن۪ي مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ ﴿٢١﴾ وَتِلْكَ نِعْمَةٌ تَمُنُّهَا عَلَيَّ اَنْ عَبَّدْتَ بَن۪ٓي اِسْرَٓا ئ۪لَۜ ﴿٢٢﴾ قَالَ فِرْعَوْنُ وَمَا رَبُّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٢٣﴾ قَالَ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۜ اِنْ كُنْتُمْ مُوقِن۪ينَ ﴿٢٤﴾ قَالَ لِمَنْ حَوْلَهُٓ اَلَا تَسْتَمِعُونَ ﴿٢٥﴾

20-25. Mûsâ dedi ki: ″Evet, Kıptîyi öldürdüm. Lâkin hatâen öldürdüm.* Sizden korkunca, içinizden kaçtım (Rabbime sığındım). Rabbim Teâlâ bana Peygamberlik verdi ve beni Resullerden kıldı.* İsrailoğullarını köleleştirmen karşısında, o ba­şıma kaktığın da bir nîmet midir?″* Firavun ona: ″Âlemlerin Rabbi de nedir?″ dedi.* Mûsâ da: ″Âlemlerin Rabbi, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Eğer gerçekten inanırsanız, bunu anlarsınız″ dedi.* Firavun, etrafındakilere: ″Mûsâ’nın cevabını işitiyor musunuz?″ dedi.


﴿ قَالَ رَبُّكُمْ وَرَبُّ اٰبَٓائِكُمُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿٢٦﴾ قَالَ اِنَّ رَسُولَكُمُ الَّذ۪ٓي اُرْسِلَ اِلَيْكُمْ لَمَجْنُونٌ ﴿٢٧﴾ قَالَ رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَمَا بَيْنَهُمَاۜ اِنْ كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ ﴿٢٨﴾ قَالَ لَئِنِ اتَّخَذْتَ اِلٰهًا غَيْر۪ي لَاَجْعَلَنَّكَ مِنَ الْمَسْجُون۪ينَ ﴿٢٩﴾

26-29. Mûsâ: ″O, sizin de Rabbinizdir, sizden önceki babalarınızın da Rabbidir″ dedi.* Firavun, etrafındakilere: ″Size gönderilmiş olan Resûlünüz, şüphesiz mecnundur″ dedi.* Mûsâ: ″O, doğu ile batının ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Eğer aklederseniz, bunu anlarsınız″ dedi.* Firavun, ona: ″Eğer benden başkasını ilah edinirsen, elbette seni zindana atılanlardan yaparım″ dedi.


﴿ قَالَ اَوَلَوْ جِئْتُكَ بِشَيْءٍ مُب۪ينٍ ﴿٣٠﴾ قَالَ فَأْتِ بِه۪ٓ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿٣١﴾ فَاَلْقٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُب۪ينٌۚ ﴿٣٢﴾ وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟ ﴿٣٣﴾ قَالَ لِلْمَلَ۬أِ حَوْلَهُٓ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌۙ ﴿٣٤﴾ يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْ بِسِحْرِه۪ۗ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ ﴿٣٥﴾ قَالُٓوا اَرْجِهْ وَاَخَاهُ وَابْعَثْ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۙ ﴿٣٦﴾ يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَحَّارٍ عَل۪يمٍ ﴿٣٧﴾

30-37. Mûsâ: ″Dâvâmı tasdik eden açık bir mûcize getirirsem, yine beni zindana atar mısın?″ dedi.* Firavun: ″Sözünde doğru isen, haydi getir onu″ dedi.* Bunun üzerine Mûsâ, âsâsını bıraktı. Âsâ, hemen büyük ve korkunç bir yılan oldu.* Ve elini koynundan çıkardı. Bir de ne görsünler o, bakanlara bembeyaz ışık saçan bir el oluvermiş.* Firavun, etrafındaki adamlarının ileri gelenlerine dedi ki: ″Şüphesiz bu, çok bilgili bir sihirbazdır.* Sihriyle sizi yerinizden çıkarmak istiyor. Görüşünüz nedir?″* Onlar da dediler ki: ″Mûsâ ile kardeşini beklet ve idâren altındaki beldelere sihirbazları toplayacak adamlar gönder.* Onlar, ne kadar bilgili sihirbaz varsa hepsini sana getirsinler.″


﴿ فَجُمِعَ السَّحَرَةُ لِم۪يقَاتِ يَوْمٍ مَعْلُومٍۙ ﴿٣٨﴾ وَق۪يلَ لِلنَّاسِ هَلْ اَنْتُمْ مُجْتَمِعُونَۙ ﴿٣٩﴾ لَعَلَّنَا نَتَّبِعُ السَّحَرَةَ اِنْ كَانُوا هُمُ الْغَالِب۪ينَ ﴿٤٠﴾ فَلَمَّا جَٓاءَ السَّحَرَةُ قَالُوا لِفِرْعَوْنَ اَئِنَّ لَنَا لَاَجْرًا اِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِب۪ينَ ﴿٤١﴾ قَالَ نَعَمْ وَاِنَّكُمْ اِذًا لَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ ﴿٤٢﴾

38-42. Böylece sihirbazlar, belli bir günün belirli bir vaktinde toplandılar.* İnsanlara: ″Haydi toplanıyor musunuz?″ denildi.* İnsanlar da: ″Eğer sihirbazlar gâlip gelirse, umulur ki biz de onlara tâbi oluruz″ dediler.* Sihirbazlar toplandıkları vakit, Firavun’a: ″Biz gâlip gelirsek, bizim için mükâfat var mı?″ dediler.* Firavun: ″Evet, siz gâlip gelirseniz, katımda yakınımda da olursunuz″ dedi.


﴿ قَالَ لَهُمْ مُوسٰٓى اَلْقُوا مَٓا اَنْتُمْ مُلْقُونَ ﴿٤٣﴾ فَاَلْقَوْا حِبَالَهُمْ وَعِصِيَّهُمْ وَقَالُوا بِعِزَّةِ فِرْعَوْنَ اِنَّا لَنَحْنُ الْغَالِبُونَ ﴿٤٤﴾

43-44. Mûsâ, sihirbazlara: ″Ne atacaksanız atın″ dedi.* Onlar da iplerini, değneklerini attılar ve ″Firavun’un izzeti hakkı için biz gâlibiz″ dediler.


﴿ فَاَلْقٰى مُوسٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَۚ ﴿٤٥﴾ فَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِد۪ينَۙ ﴿٤٦﴾ قَالُٓوا اٰمَنَّا بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ ﴿٤٧﴾ رَبِّ مُوسٰى وَهٰرُونَ ﴿٤٨﴾

45-48. Bunun üzerine Mûsâ, âsâsını yere attı. Âsâ, hemen büyük ve korkunç bir yılan olup, sihirbazların sihirle insanlara gösterdikleri şeyleri yuttu.* Sihirbazlar bunu görür görmez secdeye kapandılar.* Dediler ki: ″Âlemlerin Rabbine îman ettik;* Mûsâ’nın ve Hârun’un Rabbine.″


﴿ قَالَ اٰمَنْتُمْ لَهُ قَبْلَ اَنْ اٰذَنَ لَكُمْۚ اِنَّهُ لَكَب۪يرُكُمُ الَّذ۪ي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَۚ فَلَسَوْفَ تَعْلَمُونَۜ لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ اَجْمَع۪ينَ ﴿٤٩﴾

49. Firavun, sihirbazlara: ″Benden izinsiz Mûsâ’ya îman ettiniz. O size sihri öğreten üstadınızdır. Bu işi bir ittifakla yaptınız. Fiilinizin cezâsını yakında görürsünüz. Ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak elbette keseceğim ve mutlaka hepinizi asacağım″ dedi.


﴿ قَالُوا لَا ضَيْرَۘ اِنَّٓا اِلٰى رَبِّنَا مُنْقَلِبُونَۚ ﴿٥٠﴾ اِنَّا نَطْمَعُ اَنْ يَغْفِرَ لَنَا رَبُّنَا خَطَايَانَٓا اَنْ كُنَّٓا اَوَّلَ الْمُؤْمِن۪ينَۜ۟ ﴿٥١﴾

50-51. Sihirbazlar da dediler ki: ″Bize bu yapacaklarının zararı yok, çünkü Rabbimize dönmüş oluruz.* Firavun’un tâbilerinden en evvel îmanı kabul edenler olduğumuz için, ümit ederiz ki Rabbimiz Teâlâ günahlarımızı bağışlar!″

İzah: Bu sihirbazlar hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

Sihirbazlar yetmiş kişiydiler. Sabah sihirbaz iken akşam şehit oldular. Firavun, Müslüman olan sihirbazlara Sûre-i Tâhâ, Âyet 71’de de geçtiği üzere, ″Artık ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak elbette keseceğim ve mutlaka sizi hurma ağaçlarına asacağım″ diye söylemiş ve bu fiili yapan ilk kişi de o olmuştur.

Bu hususta Evzâî’de şöyle demiştir:

- Sihirbazlar secdeye kapandıklarında Cennet onlar için gösterildi de ona baktılar.


﴿ وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَسْرِ بِعِبَاد۪ٓي اِنَّكُمْ مُتَّبَعُونَ ﴿٥٢﴾ فَاَرْسَلَ فِرْعَوْنُ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۚ ﴿٥٣﴾ اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ لَشِرْذِمَةٌ قَل۪يلُونَۙ ﴿٥٤﴾ وَاِنَّهُمْ لَنَا لَغَٓائِظُونَۙ ﴿٥٥﴾ وَاِنَّا لَجَم۪يعٌ حَاذِرُونَۜ ﴿٥٦﴾

52-56. Ve Mûsâ’ya: ″Kullarımı (İsrailoğullarını) gece yola çıkar. Çünkü siz, şüphesiz (Firavun ve askeri tarafından) takip edileceksiniz″ diye vahyettik.* Firavun (onların gittiğini haber alınca), asker toplamak için idâresi altındaki beldelere adamlar gönderdi.* Onlar toplanıp gelince, dedi ki: ″Bunlar az bir taifedir.* Şüphesiz bunlar, elbette bizi öfkelendirecek işler yaptılar.* Şüphesiz biz, elbette ihtiyatlı ve uyanık bir topluluğuz.″

İzah: Allah’u Teâlâ, Mûsâ Aleyhisselâm’a İsrailoğullarını geceleyin Mısır’dan çıkarmasını, onları emrolunduğu yere götürmesini söyledi. Hz. Mûsâ da Rabbinin emrini yerine getirdi. Yola çıktıklarında Hz. Mûsâ, Hz. Yusuf’un kabrini sormuş ve İsrailoğullarından ihtiyar bir kadın onun kabrini göstermiş, Hz. Mûsâ da onun tabutunu alarak yanlarında taşımıştır. Hz. Mûsâ’nın onun tabutunu bizzat yüklendiği de söylenir. Çünkü Yusuf Aleyhisselâm İsrailoğullarına Mısır’dan çıkacakları zaman tabutunu, yanlarında taşımalarını vasiyet etmişti.

Bu husus Ebû Mûsâ el-Eş’arî Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te şöyle geçmektedir:

نَزَلَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِأَعْرَابِيٍّ فَأَكْرَمَهُ فَقَالَ لَهُ رَسُول اللّٰه تُعَاهِدنَا فَأَتَاهُ الْأَعْرَابِيّ فَقَالَ لَهُ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَا حَاجَتك؟ قَالَ نَاقَة بِرَحْلِهَا وَعَنْز يَحْتَلِبهَا أَهْلِي فَقَالَ أَعَجَزْت أَنْ تَكُون مِثْل عَجُوز بَنِي إِسْرَائِيل فَقَالَ لَهُ أَصْحَابه وَمَا عَجُوز بَنِي إِسْرَائِيل يَا رَسُول اللّٰه؟ قَالَ إِنَّ مُوسَى عَلَيْهِ السَّلَام لَمَّا أَرَادَ أَنْ يَسِير بِبَنِي إِسْرَائِيل أَضَلَّ الطَّرِيق فَقَالَ لِبَنِي إِسْرَائِيل مَا هَذَا فَقَالَ لَهُ عُلَمَاء بَنِي إِسْرَائِيل نَحْنُ نُحَدِّثك أَنَّ يُوسُف عَلَيْهِ السَّلَام لَمَّا حَضَرَتْهُ الْوَفَاة أَخَذَ عَلَيْنَا مَوْثِقًا مِنَ اللّٰه أَنْ لَا نَخْرُج مِنْ مِصْر حَتَّى نَنْقُل تَابُوته مَعَنَا ... (ك حب عن ابى موسى)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir bedevîye misafir olmuş ve o da Peygamberimize ikramda bulunmuştu. Peygamberimiz ona, ″ahidleştik″ buyurdu. Bir gün o bedevî Peygamberimize geldi. Resûlü Ekrem de ona: ″İhtiyacın nedir?″ diye sordu. Bedevî: ″Koşumlu bir deve ve ailemin sağacağı bir miktar keçi″ diye cevap verdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″İsrailoğullarının ihtiyar kadını gibi olmaktan âciz mi kaldın?″ buyurdu. Ashâb-ı Kirâm: ″Yâ Resûlallah!, İsrailoğullarının ihtiyar kadını da nedir?″ diye sorunca, şöyle anlattı:

Mûsâ Aleyhisselâm, İsrailoğullarını yürütmek istediğinde yolu kaybetmişti. İsrailoğullarına: ″Bu ne haldir?″ diye sordu. Onların bilginleri kendisine: ″Yusuf Aleyhisselâm ölüm döşeğinde iken bizden Allah adına söz aldı ki, onun tabutunu bizimle birlikte nakletmedikçe Mısır’dan çıkmayacağız. Bunu sana hatırlatırız″ dediler. Mûsâ Aleyhisselâm onlara: ″Yusuf Aleyhisselâm’ın kabrinin nerede olduğunu hanginiz biliyor?″ diye sordu. ″İsrailoğulları içinde ihtiyar bir kadından başka onu bilen yoktur″ dediler. Mûsâ Aleyhisselâm o kadına haber gönderdi ve ″Yusuf Aleyhisselâm’ın kabrini bana göster″ dedi. Kadın: ″Bana hükmümü vermedikçe, Allah’a yemin olsun ki, bunu yapmaya-cağım″ dedi. Mûsâ Aleyhisselâm ona: ″Senin hükmün nedir?″ diye sordu da, kadın: ″Benim hükmüm seninle birlikte Cennette olmamdır″ dedi. Bu istek sanki Mûsâ Aleyhisselâm’a ağır geldi de, ona: ″Bu kadına hükmünü ver″ denildi. Kadın onları bir su birikintisine götürdü ve: ″Bu suyu başka bir yere akıtın″ dedi. Suyu başka bir yere akıttılar. Bunun üzerine kadın: ″Burayı kazın″ dedi. Kazdıklarında Yusuf Aleyhisselâm’ın kabrini bulup çıkardılar, tabutu yüklendiklerinde ise yol gündüz ışığında gibi aydınlanıverdi.[1]


[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3482; Sahih-i İbn-i Hibban, Hadis No: 724.


﴿ فَاَخْرَجْنَاهُمْ مِنْ جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۙ ﴿٥٧﴾ وَكُنُوزٍ وَمَقَامٍ كَر۪يمٍۙ ﴿٥٨﴾ كَذٰلِكَۜ وَاَوْرَثْنَاهَا بَن۪ٓي اِسْرَٓا ئ۪لَۚ ﴿٥٩﴾

57-59. Böylece Firavun ile askerlerini; bahçelerden, pınarlardan,* servetlerden ve güzel bir makamdan çıkardık.* İşte böyle yaptık ve bunları, İsrailoğullarına mîras kıldık.

İzah: Âyet-i Kerîme’de, Firavun ve ordusunun boğulmasından sonra, geride kalan bağların, bahçelerin, pınarların, hazinelerin ve yüce makamların İsrailoğullarına mîras kaldığı anlatılmaktadır. Bundan maksat da, İsrailoğullarının tekrar dönüp Mısır’da yaşamaları veya aynı nîmetlere Şam diyârında kavuşmalarıdır.

Mü’minler, kâfirlerin mîrasçısıdırlar. Bu husus Sûre-i Ahzâb, Âyet 27’de de şöyle geçmektedir:

Allah’u Teâlâ, sizi onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız diğer yerlere vâris kıldı. Allah’u Teâlâ her şeye kâdirdir.″


﴿ فَاَتْبَعُوهُمْ مُشْرِق۪ينَ ﴿٦٠﴾ فَلَمَّا تَرَٓاءَ الْجَمْعَانِ قَالَ اَصْحَابُ مُوسٰٓى اِنَّا لَمُدْرَكُونَۚ ﴿٦١﴾ قَالَ كَلَّاۚ اِنَّ مَعِيَ رَبّ۪ي سَيَهْد۪ينِ ﴿٦٢﴾

60-62. Firavun ve askerleri, güneş doğarken İsrâiloğullarının ardına düştüler.* İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ’nın ashâbı: ″Eyvah! Bize yetiştiler″ dediler.* Mûsâ da: ″Hayır, aslâ yetişemezler! Şüphesiz Rabbim benimle beraberdir, bana kurtuluş yolunu gösterir″ dedi.


﴿ فَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْبَحْرَۜ فَانْفَلَقَ فَكَانَ كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظ۪يمِۚ ﴿٦٣﴾ وَاَزْلَفْنَا ثَمَّ الْاٰخَر۪ينَۚ ﴿٦٤﴾ وَاَنْجَيْنَا مُوسٰى وَمَنْ مَعَهُٓ اَجْمَع۪ينَۚ ﴿٦٥﴾ ثُمَّ اَغْرَقْنَا الْاٰخَر۪ينَۜ ﴿٦٦﴾

63-66. Bunun üzerine Mûsâ’ya, ″Âsânla denize vur″ diye vahyettik. Vurunca, deniz hemen yarıldı (on iki yol açıldı) ve her bir parça, koca dağ gibi oldu.* Geriden gelen Firavun ile askerlerini de oraya yaklaştırdık (bunlar da o yollara girdiler).* Mûsâ’yı ve onunla beraber olanların hepsini kurtardık.* Sonra Firavun ile askerlerini (denizi üzerlerine kapatmak sûretiyle) gark ettik.

İzah: Mûsâ Aleyhisselâm, âsâ ile denize vurunca, denizin içeri-sinden on iki yol açıldı. Çünkü İsrailoğulları on iki kabileden oluşuyordu. Böylece her kabile açılan bir yoldan denize girdi. Dağlar gibi sular çekiliyor ve açılan yollar da anında kuruyordu. Bunlar, tozlu yolda gider gibi gidiyorlardı. Mûsâ Aleyhisselâm’a:

- Yâ Mûsâ! Biz on iki aşiretiz ve diğerlerinin durumunu merak ediyoruz. Bu aradaki sular kalksın, dediler. Mûsâ Aleyhisselâm, âsâsıyla suya vurdu. Yol arasındaki on iki parça su, havaya kalktı. Bu sefer karışık gitmeye başladılar. İsrailoğulları böylece karşıya geçtiler. Mûsâ Aleyhis-selâm ümmetine:

- Artık gitmeyin ve bunları seyredin, dedi. Firavun, suyun havaya kalktığını görmüş, bu dehşetli durum karşısında çok korkmuş ve askerlerinin de korktuğunu görünce, onların suya girmelerini sağlamak maksadıyla:

- Su, benim hışmımdan korktu, havaya kalktı. Siz gidin ve onlarla harp edin. Ben burada durayım, suyu idâre edeyim. Su, sizin üzerinize çökmesin, dedi. Halbuki suyun kendi üzerlerine çökmesinden korkuyordu. Böylece onun ordusu açılan denizin içerisinde ilerlediler. Fakat Firavun girmiyor, dışarda bekliyordu.

Cebrâil Aleyhisselâm, bir dişi atın üzerinde Firavun’un yanına geldi. Firavun’un atı aygırdı. Dişi atı görünce, kişneyerek atın üzerine atılmaya çalışıyordu. Firavun, atını zapt edemez olmuştu. Cebrâil Aleyhisselâm’a:

- Gelme dur, atım zapt olmuyor, dedi. Cebrâil Aleyhisselâm:

- Sana bir mektup vereceğim, dedi. Firavun yine:

- Atım durmuyor, zapt edemiyorum, gelme, dedi. Bunun üzerine Cebrâil Aleyhisselâm:

- Sen nasıl tanrısın ki, bir atını zapt edemiyorsun, dedi. Geldi ve mektubu verdi. Firavun kendi yazısı olan: ″Efendisine asi olan köleyi suya atmalı″ sözünü ve altında da kendisinin imzasını görünce, suya atılacak kimsenin kendisi olduğunu anladı ve atı döndürüp kaçmak istedi. Atı bir türlü zapt edemedi ve Cebrâil Aleyhisselâm’ın atının peşine düştü. Cebrâil Aleyhisselâm, atını denize doğru sürdü. Firavun, mecburen onu tâkip ediyordu. Atın ikisi de çok hızlı koşuyorlardı. Denizin derin yerine gelince Cebrâil Aleyhisselâm, atıyla hızlıca geçerek gözden kayboldu. Böylece su, Firavun ve askerlerinin üzerlerine çöktü.

Firavun’un atı çok yiğitti. O, atına tutunarak suyun yüzüne çıktı. Mûsâ Aleyhisselâm karşıdan bakıyordu. Firavun, atıyla birlikte suya batıp, batıp çıkıyordu. O, Hz. Mûsâ’ya Sûre-i Yûnus, Âyet 90-91’de:

″… İsrailoğullarının îman ettiği ilahtan başka hiçbir ilah olmadığına îman ettim. Ben, Müslümanlardanım″ dedi.* Ona: ″Şimdi mi? Halbuki evvelce isyan ettin ve fesat çıkaranlardan idin″ denildi, diye de geçtiği üzere:

- Yâ Mûsâ! Ben, İsrailoğullarının îman ettiği yere îman edeceğim, beni kurtar, dedi. Mûsâ Aleyhisselâm:

- Biraz evvel ilahlık dâvâ ediyordun. Şimdi ölümü görünce de:

- Beni kurtar, îman edeceğim, diye çağırıyorsun. Sen sahtekâr ve yalancısın, dedi. Firavun yine suyun yüzünde dalgalarla alt üst oluyor, atını hiç bırakmıyordu. At, suda yüzüyordu. Ama dalgalar yüzmesine fırsat vermiyordu. İkinci defa tekrar çağırdı:

- Ben, İsrailoğullarının îman ettiği yere îman edeceğim, beni kurtar Yâ Mûsâ! dedi. Yine, Mûsâ Aleyhisselâm aldırış etmedi. Üçüncü defa yine aynı şeyi tekrarladı.

Mûsâ Aleyhisselâm yine kendisine:

- Sen gerçekten değil, korkundan söylüyorsun, dedi ve Firavun boğuldu.

Allah’u Teâlâ, Firavun’un cesedini kendisinden sonrakilere ibret olması için çürütmeyeceğini Sûre-i Yûnus, Âyet 92’de şöyle beyan etmektedir:

″Biz de bugün senin cesedini kurtaracağız ki, senden sonra geleceklere bir ibret olsun. Şüphesiz ki, insanların birçoğu bizim âyetlerimizden elbette gâfildirler.″

İşte Âyet-i Kerîme’de; Biz, onun cesedini herkesin ibret alabilmesi için zâyi etmeyeceğiz, diye geçtiği üzere Firavun’un cesedi denizin içinde çürümemiş, onu balıklar da yememiştir. Daha sonra İngilizler, Firavun’un cesedini aradılar ve Kızıldeniz’de buldular. Hâlâ İngiltere’de bir müzede sergilenmektedir.

Mûsâ Aleyhisselâm kavmi ile birlikte Kızıldeniz’i Aşûre Günü geçmişler ve Allah’u Teâlâ’ya şükür olarak o gün oruç tutmuşlardı.

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قَدِمَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الْمَدِينَةَ فَرَأَى الْيَهُودَ تَصُومُ يَوْمَ عَاشُورَاءَ فَقَالَ مَا هَذَا قَالُوا هَذَا يَوْمٌ صَالِحٌ هَذَا يَوْمٌ نَجَّى اللّٰهُ بَنِي اِسْرَائِيلَ مِنْ عَدُوِّهِمْ فَصَامَهُ مُوسَى قَالَ فَأَنَا أَحَقُّ بِمُوسَى مِنْكُمْ فَصَامَهُ وَأَمَرَ بِصِيَامِهِ (خ م عن ابن عباس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Medîne’ye ulaştığında, Yahudileri Aşûre Günü oruç tutuyor buldu. Bunun sebebi sorulunca, Yahudiler: ″Bugün Allah’u Teâlâ’nın, Firavun’a karşı Mûsâ’ya yardım ettiği gündür. Biz onu tâzim için bugün oruç tutuyoruz″ dediler. Bunun üze­rine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Biz, Mûsâ’ya sizden daha yakınız″ buyurdu ve Aşûre orucunu emretti.[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Menâkib’ül-Ensâr, 52; Sahih-i Müslim, Sıyâm 19 (127).


﴿ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿٦٧﴾ وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ ﴿٦٨﴾

67-68. Şüphesiz bunda, elbette bir ibret vardır. Fakat insanların çoğu îman etmezler.* Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, her şeye gâliptir, çok merhametlidir.

İzah: Mûsâ Aleyhisselâm ile Firavun’un arasında geçen hâdiseler ile ilgili daha geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 103-141 ve izahlarına bakınız.


﴿ وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ اِبْرٰه۪يمَۢ ﴿٦٩﴾ اِذْ قَالَ لِاَب۪يهِ وَقَوْمِه۪ مَا تَعْبُدُونَ ﴿٧٠﴾ قَالُوا نَعْبُدُ اَصْنَامًا فَنَظَلُّ لَهَا عَاكِف۪ينَ ﴿٧١﴾ قَالَ هَلْ يَسْمَعُونَكُمْ اِذْ تَدْعُونَۙ ﴿٧٢﴾ اَوْ يَنْفَعُونَكُمْ اَوْ يَضُرُّونَ ﴿٧٣﴾ قَالُوا بَلْ وَجَدْنَٓا اٰبَٓاءَنَا كَذٰلِكَ يَفْعَلُونَ ﴿٧٤﴾

69-74. Ey Resûlüm! Müşriklere, İbrâhim’in kıssasını oku.* Hani o, babasına (Âzer’e) ve kavmine: ″Neye ibâdet ediyorsunuz?″ dedi.* Onlar da: ″Putlara taparız ve onların ibâdetinde devam ederiz″ dediler.* İbrâhim, onlara dedi ki: ″İlahlarınız, kendilerine nidâ ettiğiniz vakit, sesinizi işitirler mi?* Yahut size, onlardan bir fayda veya bir zarar gelir mi?″* Onlar da: ″Hayır! Babalarımızın öyle yaptıklarını gördük, biz de öyle yapıyoruz″ dediler.


﴿ قَالَ اَفَرَاَيْتُمْ مَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَۙ ﴿٧٥﴾ اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمُ الْاَقْدَمُونَ ﴿٧٦﴾ فَاِنَّهُمْ عَدُوٌّ ل۪ٓي اِلَّا رَبَّ الْعَالَم۪ينَۙ ﴿٧٧﴾ اَلَّذ۪ي خَلَقَن۪ي فَهُوَ يَهْد۪ينِۙ ﴿٧٨﴾ وَالَّذ۪ي هُوَ يُطْعِمُن۪ي وَيَسْق۪ينِۙ ﴿٧٩﴾ وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِۖ ﴿٨٠﴾ وَالَّذ۪ي يُم۪يتُن۪ي ثُمَّ يُحْي۪ينِۙ ﴿٨١﴾ وَالَّذ۪ٓي اَطْمَعُ اَنْ يَغْفِرَ ل۪ي خَط۪ٓيـَٔت۪ي يَوْمَ الدّ۪ينِۜ ﴿٨٢﴾

75-82. İbrâhim dedi ki: ″Şimdi neye ibâdet ettiğinizi gördünüz mü,* sizin ve sizden önceki babalarınızın?* Şüphesiz bunlar (ibâdet ettiğiniz putlar), benim düşmanımdır. Âlemlerin Rabbi ise müstesnâ.* Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O’dur.* Beni yediren ve içiren O’dur.* Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur.* Beni öldürecek, sonra diriltecek olan O’dur.* Cezâ gününde hatâlarımı bağışlamasını ümit ettiğim de O’dur.″


﴿ رَبِّ هَبْ ل۪ي حُكْمًا وَاَلْحِقْن۪ي بِالصَّالِح۪ينَۙ ﴿٨٣﴾ وَاجْعَلْ ل۪ي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْاٰخِر۪ينَۙ ﴿٨٤﴾ وَاجْعَلْن۪ي مِنْ وَرَثَةِ جَنَّةِ النَّع۪يمِۙ ﴿٨٥﴾ وَاغْفِرْ لِاَب۪ٓي اِنَّهُ كَانَ مِنَ الضَّٓالّ۪ينَۙ ﴿٨٦﴾ وَلَا تُخْزِن۪ي يَوْمَ يُبْعَثُونَۙ ﴿٨٧﴾ يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَۙ ﴿٨٨﴾ اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍۜ ﴿٨٩﴾

83-89. ″Yâ Rabbi! Bana hüküm ihsan et ve beni sâlihler zümresine ilhak et.* Bana, benden sonra gelenler arasında güzel bir yâd nasip et.* Beni Cennet-i Naîm’in vârislerinden kıl.* Ve babamı (Âzer’i) bağışla. Çünkü o, yanlış yolda gidenlerdendir.* Kulların diriltilecekleri gün, beni zelil etme.* O gün, mal ve oğulların faydası yoktur.* Lâkin âlemlerin Rabbinin huzuruna selim bir kalple gelenler müstesnâ.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere İbrâhim Aleyhisselâm: ″Yâ Rabbi! Bana hüküm ihsan et″ diye duâ etmiştir. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’ya göre, bu Âyet-i Kerîme’de geçen ″Hüküm″, ilim anlamındadır. Hz. İkrime’ye göre akıl, Hz. Süddî’ye göre ise, Peygamberlik anlamındadır.

Yine İbrâhim Aleyhisselâm, Cennetler içerisindeki en yüksek makam olan Cennet-i Naîm’e girmeyi istemektedir. Cennet-i Naîm’i kazananların özellikleri ve mükâfatlarına dair daha geniş bilgi için Sûre-i Hûd, Âyet 108 ve Sûre-i Vâkıa, Âyet 11-12’nin izahına bakınız.

Yine Sûre-i Şuarâ, Âyet 86’da geçtiği üzere, İbrâhim Aleyhisselâm’ın Âzer hakkında: ″Ve babamı (Âzer’i) bağışla″ diye duâ etmesi onun, Âzer için yapacağını söylediği bir vaadden dolayı idi. Bu husus Sûre-i Tevbe, Âyet 114’te: ″İbrâhim’in, babası (Âzer) için af dilemesi ise, ancak ona yapmış olduğu bir vaadden dolayı idi…″ diye açıkça geçmektedir.

″Kulların diriltilecekleri gün, beni zelil etme″ mealindeki Sûre-i Şuarâ, Âyet 87 hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّإِبْرَاهِيمَ رَأَى أَبَاهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلَيْهِ الْغَبَرَةُ وَالْقَتَرَةُ فَقَالَ لَهُ قَدْ نَهَيْتُكَ عَنْ هَذَا فَعَصَيْتَنِي قَالَ لَكِنِّي الْيَوْمَ لَا أَعْصِيكَ وَاحِدَةً قَالَ يَا رَبِّ وَعَدْتَنِي أَنْ لَا تُخْزِيَنِي يَوْمَ يُبْعَثُونَ فَإِنْ أَخْزَيْتَ أَبَاهُ فَقَدْ أَخْزَيْتَ الْأَبْعَدَ قَالَ يَا إِبْرَاهِيمُ إِنِّي حَرَّمْتُهَا عَلَى الْكَافِرِينَ فَأُخِذَ مِنْهُ فَقَالَ يَا إِبْرَاهِيمُ أَيْنَ أَبُوكَ قَالَ أَخَذْتَهُ مِنِّي قَالَ انْظُرْ أَسْفَلَ فَنَظَرَ فَإِذَا ذِيخٌ يَتَمَرَّغُ فِي نَتَنِهِ فَأَخَذَ بِقَوَائِمِهِ فَأُلْقِيَ فِي النَّارِ (السنن الكبرى للنسائى عن ابى هريرة)

″İbrâhim Aleyhisselâm mahşer günü babasını (Âzer’i) yüzü boz bulanık ve karmakarışık bir halde görüp, ona: ″Ben seni bundan men etmiştim de, sen bana karşı gelmiştin″ diyecek. Babası: ″Fakat bugün, bir kere dahi olsa sana karşı gelmeyeceğim″ diyecek. İbrâhim Aleyhisselâm: ″Yâ Rabbi! Kulların diriltilecekleri gün, beni zelil etmeyeceğini vaad etmiştin. Babasını rüsvây edersen oğlunu da rüsvây etmiş olursun″ diyecek. Allah’u Teâlâ buyuracak ki: ″Ey İbrâhim! Şüphesiz ki Ben, Cenneti kâfirlere haram kıldım.″ İbrâhim Aleyhisselâm’ın babası (Âzer) ondan alınacak ve ona: ″Ey İbrâhim, baban nerede?″ buyuracak. O da: ″Onu benden almıştın″ diyecek. Allah’u Teâlâ: ″Aşağı tarafına bak″ buyuracak. Bakıp görecek ki, kendi pisliği içinde bir sırtlan şeklinde, ayaklarından tutulmuş ateşe atılıyor.″[1]

Âzer hakkında Sûre-i En’âm, Âyet 74 ve izahına bakınız.


[1] Nesâî, es-Sünen’ül-Kübra, Hadis No: 11375.


﴿ وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّق۪ينَۙ ﴿٩٠﴾ وَبُرِّزَتِ الْجَح۪يمُ لِلْغَاو۪ينَۙ ﴿٩١﴾ وَق۪يلَ لَهُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَۙ ﴿٩٢﴾ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ هَلْ يَنْصُرُونَكُمْ اَوْ يَنْتَصِرُونَۜ ﴿٩٣﴾ فَكُبْكِبُوا ف۪يهَا هُمْ وَالْغَاوُ۫نَۙ ﴿٩٤﴾ وَجُنُودُ اِبْل۪يسَ اَجْمَعُونَۜ ﴿٩٥﴾ قَالُوا وَهُمْ ف۪يهَا يَخْتَصِمُونَۙ ﴿٩٦﴾ تَاللّٰهِ اِنْ كُنَّا لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍۙ ﴿٩٧﴾ اِذْ نُسَوّ۪يكُمْ بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٩٨﴾ وَمَٓا اَضَلَّنَٓا اِلَّا الْمُجْرِمُونَ ﴿٩٩﴾ فَمَا لَنَا مِنْ شَافِع۪ينَۙ ﴿١٠٠﴾ وَلَا صَد۪يقٍ حَم۪يمٍ ﴿١٠١﴾ فَلَوْ اَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿١٠٢﴾

90-102. O gün Cennet, takvâ sahipleri için yaklaştırılır.* Cehennem ise, azgınlara açılıp âşikâre gösterilir.* O gün kâfirlere denilir ki: ″İbâdet ettiğiniz şeyler (putlar) nerede?* Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, azâbı sizden yahut kendilerinden defedebilirler mi?″* Allah’ı bırakıp da taptıkları şeyler ve onlara ibâdet edenler, yüzüstü Cehenneme atılırlar.* İblis’in bütün askerleri de (onun vesvesesine tâbi olanlar da) Cehenneme atılırlar.* Onlar orada birbirleriyle husumette bulunarak derler ki:* ″Tallâhi! Biz apaçık dalâlette idik.″* Ve taptıkları şeylere hitâben derler ki: ″Çünkü biz (Ey putlar) sizi, âlemlerin Rabbine eşit tutuyorduk* Bizi, mücrimlerden (tâbi olduğumuz önderlerimizden) başka kimse dalâlete düşürmedi.* Bu yüzden bize şefaat eden de yok,* bize acıyacak bir dost da yok.* Keşke dünyâya geri dönüşümüz olsa da Mü’minlerden olsak.″

İzah: Mahşer günü, Allah’tan başka taptıkları ilahlar, kâfirlere temsil olunarak gelirler ve onlar ile beraber Cehenneme atılırlar. İşte kâfirler için ne bir şefaat, ne de bir yardımcı vardır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يَجْمَعُ اللّٰهُ النَّاسَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِي صَعِيدٍ وَاحِدٍ ثُمَّ يَطَّلِعُ عَلَيْهِمْ رَبُّ الْعَالَمِينَ فَيَقُولُ أَلَا يَتْبَعُ كُلُّ إِنْسَانٍ مَا كَانُوا يَعْبُدُونَهُ فَيُمَثَّلُ لِصَاحِبِ الصَّلِيبِ صَلِيبُهُ وَلِصَاحِبِ التَّصَاوِيرِ تَصَاوِيرُهُ وَلِصَاحِبِ النَّارِ نَارُهُ فَيَتْبَعُونَ ... (ت عن ابى هريرة)

″Mahşer günü Allah’u Teâlâ insanları bir sahada toplayacak. Sonra âlemlerin Rabbi, onlara çıkarak buyurur ki: ″Dikkat! Her insan ibâdet ettiğine tâbi olsun!″ Bunun üzerine haça tapınmış olana tapındığı haçı temsil olunacak. Sûretlere tapınmış olana tapındığı sûretleri, ateşe tapınmış olana ateşi temsil oluna­cak ve böylece hepsi de dünyâda iken tapındıklarının arkasından gidecekler…″[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cennet 20.


﴿ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿١٠٣﴾ وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ ﴿١٠٤﴾

103-104. Şüphesiz bunda, elbette bir ibret vardır. Fakat insanların çoğu îman etmezler.* Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, her şeye gâliptir, çok merhametlidir.


﴿ كَذَّبَتْ قَوْمُ نُوحٍۨ الْمُرْسَل۪ينَۚ ﴿١٠٥﴾ اِذْ قَالَ لَهُمْ اَخُوهُمْ نُوحٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ ﴿١٠٦﴾ اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ ﴿١٠٧﴾ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ ﴿١٠٨﴾ وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۚ ﴿١٠٩﴾ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۜ ﴿١١٠﴾

105-110. Nûh’un kavmi de Resulleri yalanladı.* O vakit, kardeşleri Nûh, onlara dedi ki: ″Allah’tan korkmaz mısınız?* Şüphesiz ki ben, size gönderilen emin bir Peygamberim.* O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin.* Ben, tebliğden dolayı sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatımı âlemlerin Rabbi verir.* O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin.″


﴿ قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ لَكَ وَاتَّبَعَكَ الْاَرْذَلُونَۜ ﴿١١١﴾ قَالَ وَمَا عِلْم۪ي بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَۚ ﴿١١٢﴾ اِنْ حِسَابُهُمْ اِلَّا عَلٰى رَبّ۪ي لَوْ تَشْعُرُونَۚ ﴿١١٣﴾ وَمَٓا اَنَا۬ بِطَارِدِ الْمُؤْمِن۪ينَۚ ﴿١١٤﴾ اِنْ اَنَا۬ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌۜ ﴿١١٥﴾

111-115. Kavmi: ″Sefil ve câhil insanlar sana tâbi olmuşken, biz sana îman eder miyiz?″ dediler.* Nûh dedi ki: ″Bana tâbi olanların kalplerinin nasıl olduğunu bilmem (ben, ancak zâhire itibar ederim).* Onların hesabı ancak Rabbime aittir, eğer anlarsanız.* Ben, Mü’minleri kovacak değilim.* Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.″

İzah: Nûh Aleyhisselâm‘ın kavmindeki beyler, Nûh Aleyhisselam‘a îman eden fakirleri küçük görüp aşağıladılar ve ″Bu fakir ve câhil insanlar sana tâbi iken, biz onlarla aynı ortamda olup, sana îman eder miyiz?″ dediler. Nûh Aleyhisselâm da onlara: ″Ben onları yanımdan kovucu değilim. Sizin bu şartlar altında îman etmeniz gerekir″ dedi. Onlar da, kibirlenerek îmandan yüz çevirdiler.

Aynı şekilde Hz. Mûsâ’ya îman edenler de İsrailoğullarıydı. Bunlar, Firavun’un köleleriydi. Îman etmeyenler ise varlıklı, kudretli ve zahirde bilgili gözüken, kendini beğenmiş olan Firavun ve onun kavmi idi.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in zamanında da müşrik beyleri, çoğu fakir ve kölelerden oluşan Müslümanları aynı şekilde hakir görüp aşağılamışlardı.

Bu husus Sûre-i En’âm, Âyet 52’de şöyle geçmektedir:

Ey Resûlüm! Sabah akşam Rablerinin Cemâlini dileyerek Rablerine duâ edenleri meclisinden uzaklaştırma. Sen onların (Ashâbın uzaklaştırılmasını isteyen kâfirlerin) amellerinden mesul olmadığın gibi, onlar da senin amellerinden mesul değildir. Eğer onları uzaklaştırırsan, zâlimlerden olursun.

Bu âyetlerden anlaşıldığı üzere, İslâm Dîni’ne gerçek mânâda îman edip hizmet edenler, genellikle halkın değer vermeyip hor ve hakir gördüğü kişilerdir. Bu kişilerin özelliği ise, Allah’a ve Resullerine itaat ederek onların yolu üzere yaşamaları ve halka da bunu nasihat etmeleridir.

Allah katında esas akıllı olanların Mü’minler olduğuna dair Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

خَلَقَ الْعَقْلَ فَقَالَ الْجَبَّارُ مَا خَلَقْت خَلْقًا أَعْجَبَ إلَيَّ مِنْك وَعِزَّتِي وَجَلَالِي لَأُكَمِّلَنَّكَ فِيمَنْ أَحْبَبْت وَلَأُنْقِصَنَّكَ فِيمَنْ أَبْغَضْت قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَكْمَلُ النَّاسِ عَقْلًا أَطْوَعُهُمْ لِلّٰهِ وَأَعْمَلُهُمْ بِطَاعَتِهِ (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن ابى هريرة)

Cebbâr olan Allah, aklı yarattığında ona şöyle bu­yurdu: ″Senden daha çok beğendiğim bir yaratık yaratmadım. İzzetim ve Celâlime yemin ederim ki, sevdiğim kimselerde seni kemâle erdireceğim, buğzettiğim kimselerde seni eksik kılacağım.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″İnsanlar arasında aklı en mükemmel olan, Allah’a en itaatkâr olan ve O’na itaat olan amelleri en çok yapandır.″[1]


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 18, s. 223.


﴿ قَالُوا لَئِنْ لَمْ تَنْتَهِ۬ يَا نُوحُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمَرْجُوم۪ينَۜ ﴿١١٦﴾ قَالَ رَبِّ اِنَّ قَوْم۪ي كَذَّبُونِۚ ﴿١١٧﴾ فَافْتَحْ بَيْن۪ي وَبَيْنَهُمْ فَتْحًا وَنَجِّن۪ي وَمَنْ مَعِيَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿١١٨﴾ فَاَنْجَيْنَاهُ وَمَنْ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِۚ ﴿١١٩﴾ ثُمَّ اَغْرَقْنَا بَعْدُ الْبَاق۪ينَۜ ﴿١٢٠﴾

116-120. Kavmi: ″Ey Nûh! Bu sözlerine son vermezsen, mutlaka taşlananlardan olacaksın″ dediler.* O da dedi ki: ″Yâ Rabbi! Kavmim beni yalanladı.* Benimle kavmimin arasını aç, beni ve Mü’minlerden benimle beraber olanları kurtar.″* Biz de Nûh’u ve onunla beraber olanları, dolu gemi ile kurtardık.* Sonra arkada kalanları gark ettik.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere Nûh Aleyhisselâm, azgın olan kavmini kastederek, ″Yâ Rabbi! Benimle kavmimin arasını aç, diye buyurmuştur. Nûh Aleyhisselâm kavmini dokuz yüz elli yıl boyunca îmana dâvet etmiş. Bunlar her defasında onu yalanlamışlar, eziyet ve hakaretler etmişlerdir. Sonunda Nûh Aleyhisselâm, bu azgın kavimden Allah’a sığınmıştır.

Bu husus Sûre-i Ankebût, Âyet 14’te şöyle geçmektedir:

″Yemin olsun ki Biz, Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli sene onların arasında (Peygamber olarak) kaldı. Nihâyet onlar, zâlimler oldukları halde tufan onları helâk etti.″

Bu hususta daha geniş bilgi için Nûh Sûresi’ne bakınız.


﴿ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿١٢١﴾ وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ ﴿١٢٢﴾

121-122. Şüphesiz bunda, elbette bir ibret vardır. Fakat insanların çoğu îman etmezler.* Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, her şeye gâliptir, çok merhametlidir.


﴿ كَذَّبَتْ عَادٌۨ الْمُرْسَل۪ينَۚ ﴿١٢٣﴾ اِذْ قَالَ لَهُمْ اَخُوهُمْ هُودٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ ﴿١٢٤﴾ اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ ﴿١٢٥﴾ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ ﴿١٢٦﴾ وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ ﴿١٢٧﴾ اَتَبْنُونَ بِكُلِّ ر۪يعٍ اٰيَةً تَعْبَثُونَۙ ﴿١٢٨﴾ وَتَتَّخِذُونَ مَصَانِعَ لَعَلَّكُمْ تَخْلُدُونَۚ ﴿١٢٩﴾ وَاِذَا بَطَشْتُمْ بَطَشْتُمْ جَبَّار۪ينَۚ ﴿١٣٠﴾ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ ﴿١٣١﴾ وَاتَّقُوا الَّذ۪ٓي اَمَدَّكُمْ بِمَا تَعْلَمُونَۚ ﴿١٣٢﴾ اَمَدَّكُمْ بِاَنْعَامٍ وَبَن۪ينَۙ ﴿١٣٣﴾ وَجَنَّاتٍ وَعُيُونٍۚ ﴿١٣٤﴾ اِنّ۪ٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍۜ ﴿١٣٥﴾

123-135. Âd kavmi de Resulleri yalanladı.* O vakit, kardeşleri Hûd, onlara dedi ki: ″Allah’tan korkmaz mısınız?* Şüphesiz ki ben, size gönderilen emin bir Peygamberim.* O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin.* Ben, tebliğden dolayı sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatımı âlemlerin Rabbi verir.* Siz, her yüksek yerde bir alâmet bina eder, eğlenir misiniz?* Dünyâda ebedî kalacakmışsınız gibi, sağlam köşkler mi edinirsiniz?* Birini cezâlandırmak için yakaladığınız zaman, merhamet ve şefkat göstermeyerek çok zâlimce muâmele edersiniz.* O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin.* Bildiğiniz üzere, size çeşitli nîmetleri bol bol veren Allah’tan korkun.* Size sürüler ve oğullar ihsan eden,* bahçeler ve pınarlar veren Allah’tan korkun.* Şüphesiz ki ben, sizin büyük bir günün azâbına uğramanızdan korkarım.″


﴿ قَالُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْنَٓا اَوَعَظْتَ اَمْ لَمْ تَكُنْ مِنَ الْوَاعِظ۪ينَۙ ﴿١٣٦﴾ اِنْ هٰذَٓا اِلَّا خُلُقُ الْاَوَّل۪ينَۙ ﴿١٣٧﴾ وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّب۪ينَۚ ﴿١٣٨﴾ فَكَذَّبُوهُ فَاَهْلَكْنَاهُمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿١٣٩﴾ وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ ﴿١٤٠﴾

136-140. Kavmi, şöyle dediler: ″Öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bize göre birdir (hâlimizden vazgeçmeyiz).* Bize söylediğin şeyler, evvelkilerin uydurmalarından başka bir şey değildir.* Biz, (bu fiillerimizden dolayı) azâba uğratılacak da değiliz.″* Böylece onlar, Hûd’u yalanladılar. Biz de onları helâk ettik. Şüphesiz bunda, elbette bir ibret vardır. Fakat insanların çoğu îman etmezler.* Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, her şeye gâliptir, çok merhametlidir.

İzah: Hûd Aleyhisselâm‘ın kavmi olan Âd kavmi ve bunların nasıl helâk edildiğine dair geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 72 ve izahına bakınız.


﴿ كَذَّبَتْ ثَمُودُ الْمُرْسَل۪ينَۚ ﴿١٤١﴾ اِذْ قَالَ لَهُمْ اَخُوهُمْ صَالِحٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ ﴿١٤٢﴾ اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ ﴿١٤٣﴾ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ ﴿١٤٤﴾ وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ ﴿١٤٥﴾ اَتُتْرَكُونَ ف۪ي مَا هٰهُنَٓا اٰمِن۪ينَۙ ﴿١٤٦﴾ ف۪ي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۙ ﴿١٤٧﴾ وَزُرُوعٍ وَنَخْلٍ طَلْعُهَا هَض۪يمٌۚ ﴿١٤٨﴾ وَتَنْحِتُونَ مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا فَارِه۪ينَۚ ﴿١٤٩﴾ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ ﴿١٥٠﴾ وَلَا تُط۪يعُٓوا اَمْرَ الْمُسْرِف۪ينَۙ ﴿١٥١﴾ اَلَّذ۪ينَ يُفْسِدُونَ فِي الْاَرْضِ وَلَا يُصْلِحُونَ ﴿١٥٢﴾

141-152. Semud kavmi de Resulleri yalanladı.* O vakit, kardeşleri Sâlih, onlara dedi ki: ″Allah’tan korkmaz mısınız?* Şüphesiz ki ben, size gönderilen emin bir Peygamberim.* O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin.* Ben, tebliğden dolayı sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatımı âlemlerin Rabbi verir.* Siz, burada (bu nîmetler içinde) emin mi kalırsınız;* bahçeler ve pınarlar arasında,* ekinler ve tomurcukları latif ve yumuşak olan hurma ağaçları içinde?* Bir de dağları sevinçle ve maharetle oyup evler yapıyorsunuz (böyle yaparak emin mi kalırsınız?)* O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin.* Haddi aşanların emrine tâbi olmayın.* Onlar ki, yeryüzünü fesâda verip, ıslah etmeyen kimselerdir.″


﴿ قَالُٓوا اِنَّمَٓا اَنْتَ مِنَ الْمُسَحَّر۪ينَۚ ﴿١٥٣﴾ مَٓا اَنْتَ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَاۚ فَأْتِ بِاٰيَةٍ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿١٥٤﴾

153-154. Onlar, dediler ki: ″Sen ancak büyülenmişlerden birisin.* Sen, bizim gibi beşerden başka bir şey değilsin. Dâvânda doğru isen, bize bir mûcize getir.″


﴿ قَالَ هٰذِه۪ نَاقَةٌ لَهَا شِرْبٌ وَلَكُمْ شِرْبُ يَوْمٍ مَعْلُومٍۚ ﴿١٥٥﴾ وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُٓوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابُ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ ﴿١٥٦﴾

155-156. O da kavmine dedi ki: ″İşte Allah’u Teâlâ‘nın kayadan çıkardığı dişi deve! Onun sudan nasibi vardır, mâlum olan günün nasibi de sizindir.* Bu dişi deveye bir zarar vermeyin. Verirseniz, büyük bir günün azâbı sizi helâk eder.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de: Mâlum olan gün diye geçen ifadeden maksat, iki gün halkın hayvanlarını sulaması, bir gün de deveye tahsis etmeleridir.


﴿ فَعَقَرُوهَا فَاَصْبَحُوا نَادِم۪ينَۙ ﴿١٥٧﴾ فَاَخَذَهُمُ الْعَذَابُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿١٥٨﴾ وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ ﴿١٥٩﴾

157-159. Nihâyet kavmi, o deveyi kestiler. Sonra pişman oldular.* Bu sebeple vaad olunan azap onları helâk etti. Şüphesiz bunda, elbette bir ibret vardır. Fakat insanların çoğu îman etmezler.* Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, her şeye gâliptir, çok merhametlidir.

İzah: Sâlih Aleyhisselâm‘ın kavmi olan Semud ve onlara verilen deve mûcizesi hakkında geniş bilgi için de Sûre-i A’râf, Âyet 76-79’un izahına bakınız.


﴿ كَذَّبَتْ قَوْمُ لُوطٍۨ الْمُرْسَل۪ينَۚ ﴿١٦٠﴾ اِذْ قَالَ لَهُمْ اَخُوهُمْ لُوطٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ ﴿١٦١﴾ اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ ﴿١٦٢﴾ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ ﴿١٦٣﴾ وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ ﴿١٦٤﴾ اَتَأْتُونَ الذُّكْرَانَ مِنَ الْعَالَم۪ينَۙ ﴿١٦٥﴾ وَتَذَرُونَ مَا خَلَقَ لَكُمْ رَبُّكُمْ مِنْ اَزْوَاجِكُمْۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ عَادُونَ ﴿١٦٦﴾

160-166. Lût kavmi de Resulleri yalanladı.* O vakit, kardeşleri Lût, onlara dedi ki: ″Allah’tan korkmaz mısınız?* Şüphesiz ki ben, size gönderilen emin bir Peygamberim.* O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin.* Ben, tebliğden dolayı sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatımı âlemlerin Rabbi verir.* Siz, insanların içinden erkeklere mi yanaşıyorsunuz?* Ve Rabbinizin, sizin için yarattığı zevceleri terk mi ediyorsunuz? Hakikaten siz, haddi aşan bir kavimsiniz.″


﴿ قَالُوا لَئِنْ لَمْ تَنْتَهِ۬ يَا لُوطُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمُخْرَج۪ينَ ﴿١٦٧﴾ قَالَ اِنّ۪ي لِعَمَلِكُمْ مِنَ الْقَال۪ينَۜ ﴿١٦٨﴾ رَبِّ نَجِّن۪ي وَاَهْل۪ي مِمَّا يَعْمَلُونَ ﴿١٦٩﴾

167-169. Kavmi, şöyle dediler: ″Ey Lût! Bu sözlerine son vermezsen, mutlaka (yurdumuzdan) sürülüp çıkarılanlardan olacaksın.″* Lût dedi ki: ″Ben, sizin yaptıklarınıza şiddetle buğzedenlerdenim.* Yâ Rabbi! Beni ve ehlimi bunların amellerinin uğursuzluğundan kurtar.″

İzah: Lût Aleyhisselâm’ın kavminin helâk olmasına sebep olan kötü fiil hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَإِذَا كَثُرَ اللُّوطِيَّةُ رَفَعَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ يَدَهُ عَنِ الْخَلْقِ فَلا يُبَالِي فِي أَيِّ وَادٍ هَلَكُوا (طب عن جابر)

″Lûtîlik (Lût Aleyhisselâm‘ın kavminin yaptığı erkeklerle ilişki fuhşiyatı) çoğaldığında, Allah’u Teâlâ onların üzerinden rahmet elini kaldırır ve hangi vâdide helâk olduklarına bakmaz.″[1]


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 1731; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 53/14.


﴿ فَنَجَّيْنَاهُ وَاَهْلَهُٓ اَجْمَع۪ينَۙ ﴿١٧٠﴾ اِلَّا عَجُوزًا فِي الْغَابِر۪ينَۚ ﴿١٧١﴾ ثُمَّ دَمَّرْنَا الْاٰخَر۪ينَۚ ﴿١٧٢﴾ وَاَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ مَطَرًاۚ فَسَٓاءَ مَطَرُ الْمُنْذَر۪ينَ ﴿١٧٣﴾

170-173. Biz de Lût’u ve bütün ehlini kurtardık.* Ancak ehlinden, geride kalanlar içinde yalnız yaşlı zevcesi kaldı.* Sonra geride kalanların hepsini helâk ettik.* Üzerlerine yağmur gibi taş yağdırdık. Uyarılıp da îman etmeyenlerin yağmuru ne kötüdür!

İzah: Lût Aleyhisselâm’ın zevcesi, evindeki misafirleri, azgın kavme haber verdiği için, o da azâba müstehak olmuştur.[1]

Bu husus Sûre-i Hûd, Âyet 81’de de şöyle geçmektedir:

Melekler dediler ki: ″Ey Lût! Biz Rabbinin görevlendirdiği resulleriz. Onların sana aslâ bir zararları dokunamaz. Sen, zevcen hâriç ehlin ile gecenin bir kısmında çık git. Sizden hiçbir kimse arkasına dönüp bakmasın. Kavmine gelecek azap, zevcene de gelecektir. Onların helâk olma vakti sabah vaktidir, sabah yakın değil mi?″

Lût Aleyhisselâm, meleklere azâbın ne zaman olacağını sormuş, âyette geçtiği üzere, melekler de sabah vakti deyince, sabah vaktinin yakın olmasından dolayı Lût Aleyhisselâm telaşlanmış ve acele ederek ehliyle birlikte evden çıkmıştır. Hanımı hâriç, onların attıkları her adım bir mûcize olarak bir mil (1600 metre) uzunluğunda oldu. Hanımı peşlerinden ne kadar koştuysa da ulaşamadı. Birkaç adım atarak onlar şehirden çıktılar ve o azgın kavim de, hanımı da hepsi şehirle birlikte helâk edildi.

Yine Lût kavmi hakkında Sûre-i A’râf, Âyet 83-84 ve izahına bakınız.


[1] Lût Aleyhisselâm’ın evindeki misafirler hakkında Sûre-i Hûd, Âyet 77-83 ve izahlarına bakınız.


﴿ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿١٧٤﴾ وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ ﴿١٧٥﴾

174-175. Şüphesiz bunda, elbette bir ibret vardır. Fakat insanların çoğu îman etmezler.* Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, her şeye gâliptir, çok merhametlidir.


﴿ كَذَّبَ اَصْحَابُ لْـَٔيْكَةِ الْمُرْسَل۪ينَۚ ﴿١٧٦﴾ اِذْ قَالَ لَهُمْ شُعَيْبٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ ﴿١٧٧﴾ اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ ﴿١٧٨﴾ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ ﴿١٧٩﴾ وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ ﴿١٨٠﴾ اَوْفُوا الْكَيْلَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُخْسِر۪ينَۚ ﴿١٨١﴾ وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَق۪يمِۚ ﴿١٨٢﴾ وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ اَشْيَٓاءَهُمْ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْاَرْضِ مُفْسِد۪ينَۚ ﴿١٨٣﴾ وَاتَّقُوا الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ وَالْجِبِلَّةَ الْاَوَّل۪ينَۜ ﴿١٨٤﴾

176-184. Ashâb-ı Eyke de Resulleri yalanladı.* O vakit, Şuayb, onlara dedi ki: ″Allah’tan korkmaz mısınız?* Şüphesiz ki ben, size gönderilen emin bir Peygamberim.* O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin.* Ben, tebliğden dolayı sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatımı âlemlerin Rabbi verir.* Ölçeği tam ölçün ve noksan ölçenlerden olmayın.* Tartılacak şeyleri doğru terazi ile tartın.* İnsanların haklarını noksan etmeyin ve yeryüzünde fesat yaparak haddi aşmayın.* Sizi ve sizden önceki nesilleri yaratan Allah’tan korkun.″


﴿ قَالُٓوا اِنَّمَٓا اَنْتَ مِنَ الْمُسَحَّر۪ينَۙ ﴿١٨٥﴾ وَمَٓا اَنْتَ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَا وَاِنْ نَظُنُّكَ لَمِنَ الْكَاذِب۪ينَۚ ﴿١٨٦﴾ فَاَسْقِطْ عَلَيْنَا كِسَفًا مِنَ السَّمَٓاءِ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَۜ ﴿١٨٧﴾ قَالَ رَبّ۪ٓي اَعْلَمُ بِمَا تَعْمَلُونَ ﴿١٨٨﴾ فَكَذَّبُوهُ فَاَخَذَهُمْ عَذَابُ يَوْمِ الظُّلَّةِۜ اِنَّهُ كَانَ عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ ﴿١٨٩﴾

185-189. Onlar, dediler ki: ″Sen ancak büyülenmişlerden birisin!* Sen bizim gibi beşerden başka bir şey değilsin. Biz seni muhakkak yalancılardan zannediyoruz.* Eğer dâvanda doğru isen, bize semâdan bir parça düşür.″* Şuayb de onlara: ″Rabbim, yaptıklarınızı çok iyi bilir″ dedi.* Onlar, Şuayb’i yalanlamada ısrar ettiler. Bunun üzerine gölge gününün azâbı onları helâk etti. Şüphesiz o, büyük bir günün azâbı idi.

İzah: Bu âyetlerde Eyke ahâlisinden ve Şuayb Aleyhisselâm’ı yalanlamaları sebebiyle, onlara gelen gölge azâbından bahsedilmektedir. Kavmi, Şuayb Aleyhisselâm’ın göstermiş olduğu mûcizeler karşısında, âciz kalarak, ″Sen büyülenmişsin, sen de bizim gibi bir beşersin, sen yalancısın″ gibi bahaneler uydurarak, küfürlerinde ısrar etmişlerdir. Bu sebeple Allah’u Teâlâ’da onların üzerine azap indirerek helâk etmiştir.

Bu azap ise, buluttan yağan bir ateş ile helâk edilmeleridir ki, bu hâdise birçok Sahâbîden şöyle nakledilmiştir:

Allah’u Teâlâ’nın onlara musallat ettiği şiddetli sıcağın yedi gün ve yedi gece devam etmesinden nefesleri daraldı. Su ve gölgeden faydalanamadılar. Hattâ derelerden akan sular sıcağın şiddetinden kaynadı. Sonunda hepsi bir düzlüğe çıktılar ve meydana gelen bir bulut gölgesinde serinlemek için toplandılar. Buluttan üzerlerine ateş yağıp cümlesini yakıp helâk etti.

Sûre-i A’râf, Âyet 85-93’de de, Medyen ahâlisinden bahsedilmekte ve onların da aynı şekilde Şuayb Aleyhisselâm’ı yalanlamaları sebebiyle, deprem ve korkunç bir sesle birlikte helâk oldukları haber verilmektedir.

Medyen ve Eyke, iki ayrı şehir halkı olup Şuayb Aleyhisselâm bu iki şehir halkına da Peygamber olarak gönderilmiştir.


﴿ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿١٩٠﴾ وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ ﴿١٩١﴾

190-191. Şüphesiz bunda, elbette bir ibret vardır. Fakat insanların çoğu îman etmezler.* Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, her şeye gâliptir, çok merhametlidir.


﴿ وَاِنَّهُ لَتَنْز۪يلُ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ ﴿١٩٢﴾ نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْاَم۪ينُۙ ﴿١٩٣﴾ عَلٰى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِر۪ينَۙ ﴿١٩٤﴾ بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُب۪ينٍۜ ﴿١٩٥﴾ وَاِنَّهُ لَف۪ي زُبُرِ الْاَوَّل۪ينَ ﴿١٩٦﴾ اَوَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ اٰيَةً اَنْ يَعْلَمَهُ عُلَمٰٓؤُ۬ا بَن۪ٓي اِسْرَٓا ئ۪لَۜ ﴿١٩٧﴾ وَلَوْ نَزَّلْنَاهُ عَلٰى بَعْضِ الْاَعْجَم۪ينَۙ ﴿١٩٨﴾ فَقَرَاَهُ عَلَيْهِمْ مَا كَانُوا بِه۪ مُؤْمِن۪ينَۜ ﴿١٩٩﴾

192-199. Şüphesiz bu Kur’ân, âlemlerin Rabbi tarafından indirildi.* Onu, Rûh’ul-Emîn (Cebrâil) indirdi.* Ey Resûlüm! Uyarıcılardan olasın diye kalbine yerleştirdi.* Açık Arapça bir lisân ile indirdi.* Şüphesiz bu (Kur’ân), öncekilerin kitaplarında da zikredilmiştir.* Benî İsrail âlimlerinin bunu bilmesi, onlar (Mekke kâfirleri) için (âlemlerin Rabbi tarafından nâzil olduğuna) yeterli bir delil değil midir?* Biz, Kur’ân’ı Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik,* o da onlara okusaydı, yine ona îman etmezlerdi.

İzah: Kur’ân-ı Kerîm Arapça bir lisân ile indirilmiştir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

حِبُّوا الْعَرَبَ لِثَلاثٍ لأَنِّي عَرَبِيٌّ وَالْقُرْآنُ عَرَبِيٌّ وَكَلامُ أَهْلِ الْجَنَّةِ عَرَبِيٌّ (هب ك عن ابن عباس)

″Şu üç şeyden dolayı Arabı sevin. Çünkü ben Arabım, Kur’ân Arapçadır ve Cennetliklerin dili de Arapçadır.″[1]

Âyet-i Kerîme’de: ″Şüphesiz bu (Kur’ân), öncekilerin kitaplarında da zikredilmiştir″ diye buyrulmuştur. Yani, önceki Peygamberlerin kitaplarında, Kur’ân-ı Kerîm’in indirileceğinden söz edilmiştir veya Kur’ân-ı Kerîm’in içerdiği itikâd usulleri, ibret verici bâzı kıssalar ve bir kısım şer’î hükümler, önceki Peygamberlerin kitaplarında da zikredilmiştir, demektir.


[1] Hâkim,Müstedrek, Hadis No: 7099; Beyhakî,Şuab’ul-Îman, Hadis No: 1415.


﴿ كَذٰلِكَ سَلَكْنَاهُ ف۪ي قُلُوبِ الْمُجْرِم۪ينَۜ ﴿٢٠٠﴾ لَا يُؤْمِنُونَ بِه۪ حَتّٰى يَرَوُا الْعَذَابَ الْاَل۪يمَۙ ﴿٢٠١﴾ فَيَأْتِيَهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَۙ ﴿٢٠٢﴾ فَيَقُولُوا هَلْ نَحْنُ مُنْظَرُونَۜ ﴿٢٠٣﴾ اَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ ﴿٢٠٤﴾ اَفَرَاَيْتَ اِنْ مَتَّعْنَاهُمْ سِن۪ينَۙ ﴿٢٠٥﴾ ثُمَّ جَٓاءَهُمْ مَا كَانُوا يُوعَدُونَۙ ﴿٢٠٦﴾ مَٓا اَغْنٰى عَنْهُمْ مَا كَانُوا يُمَتَّعُونَۜ ﴿٢٠٧﴾

200-207. Biz, küfrü mücrimlerin kalbine işte böyle girdirdik.* Bunlar elim azâbı görünceye kadar Kur’ân’a îman etmezler.* O azap onlara, hiç farkında değillerken ansızın gelir.* Azap gelince, ″Telafisi için bize mühlet verilmez mi?″ derler.* Onlar hâlâ, azâbımızın bir an önce gelmesini mi istiyorlar?* Ey Resûlüm! Söylesene, Biz onları birçok seneler dünyâ nîmetleri ile faydalandırsak,* sonra vaad olundukları azap başlarına gelse,* o faydalanmaları, azâbı onlardan defeder mi?

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Biz, küfrü mücrimlerin kalbine işte böyle girdirdik″ diye geçen ifadeden maksat, bu Âyet-i Kerîme’nin öncesinde de anlatıldığı üzere bunlar, nefislerine uyduklarından küfürde ısrar edip kibirlenerek îman etmedikleri için, Allah’u Teâlâ’nın onların kalplerini mühürlemesidir. İşte Âyet-i Kerîme bu anlamdadır. Hâşâ! Allah’u Teâlâ kullarına haksızlık yapmaz.

Bu husus Sûre-i Enfal, Âyet 51’de şöyle geçmektedir:

″İşte bu, sizin kendi ellerinizle önceden yaptıklarınızın karşı-lığıdır. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kullarına aslâ haksızlık yapmaz.″


﴿ وَمَٓا اَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍ اِلَّا لَهَا مُنْذِرُونَۗ ۛ ﴿٢٠٨﴾ ذِكْرٰى۠ ۛ وَمَا كُنَّا ظَالِم۪ينَ ﴿٢٠٩﴾

208-209. Biz, hiçbir memleketi uyarıcılar göndermeden helâk etmedik.* Onlara nasihat edilmiştir. Biz, hiçbir zaman zulmetmeyiz.


﴿ وَمَا تَنَزَّلَتْ بِهِ الشَّيَاط۪ينُ ﴿٢١٠﴾ وَمَا يَنْبَغ۪ي لَهُمْ وَمَا يَسْتَط۪يعُونَۜ ﴿٢١١﴾ اِنَّهُمْ عَنِ السَّمْعِ لَمَعْزُولُونَۜ ﴿٢١٢﴾

210-212. Kur’ân’ı şeytanlar indirmedi.* Bu onlara lâyık olmaz, buna güçleri de yetmez.* Şüphesiz ki onlar, (meleklerin sözlerini) işitmekten elbette uzak tutulmuşlardır.

İzah: Bu âyetler, kâfirlerin: ″Kur’ân, şeytanların kâhinlere söylediği şeyler kabilindendir″ demeleri üzerine nâzil olmuştur.


﴿ فَلَا تَدْعُ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَ فَتَكُونَ مِنَ الْمُعَذَّب۪ينَۚ ﴿٢١٣﴾

213. Sakın, Allah ile beraber başka ilah edinme. Yoksa azâba uğrayanlardan olursun.


﴿ وَاَنْذِرْ عَش۪يرَتَكَ الْاَقْرَب۪ينَۙ ﴿٢١٤﴾ وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَۚ ﴿٢١٥﴾

214-215. Ey Resûlüm! Uyarmaya aşiretinden en yakın akrabaların ile başla.* Sana tâbi olan Mü’minlere, merhamet kanatlarını indir.

İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in önce kendi kabilesini uyarması hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

لَمَّا نَزَلَتْ {وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ} صَعِدَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلَى الصَّفَا فَجَعَلَ يُنَادِي يَا بَنِي فِهْرٍ يَا بَنِي عَدِيٍّ لِبُطُونِ قُرَيْشٍ حَتَّى اجْتَمَعُوا فَجَعَلَ الرَّجُلُ إِذَا لَمْ يَسْتَطِعْ أَنْ يَخْرُجَ أَرْسَلَ رَسُولًا لِيَنْظُرَ مَا هُوَ فَجَاءَ أَبُو لَهَبٍ وَقُرَيْشٌ فَقَالَ أَرَأَيْتَكُمْ لَوْ أَخْبَرْتُكُمْ أَنَّ خَيْلًا بِالْوَادِي تُرِيدُ أَنْ تُغِيرَ عَلَيْكُمْ أَكُنْتُمْ مُصَدِّقِيَّ قَالُوا نَعَمْ مَا جَرَّبْنَا عَلَيْكَ إِلَّا صِدْقًا قَالَ فَإِنِّي نَذِيرٌ لَكُمْ بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَدِيدٍ فَقَالَ أَبُو لَهَبٍ تَبًّا لَكَ سَائِرَ الْيَوْمِ أَلِهَذَا جَمَعْتَنَا فَنَزَلَتْ {تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ} (خ عن ابن عباس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Ey Resûlüm! Uyarmaya aşiretinden en yakın akrabaların ile başla″ mealindeki Sûre-i Şuarâ, Âyet 214 nâzil olduğu zaman, Safa Tepesi’ne çıktı ve Kureyş’in boylarına: ″Ey Fihroğulları! Ey Adiyoğulları!″ diye seslenmeye başladı. Herkes orada toplandı. Gelemeyenler de, ne olduğuna bakmak için yerlerine birini gönderdiler. Kureyşliler geldi. Ebû Leheb de gelmişti. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Şu vâdide size baskın yapacak olan bir süvâri birliği bulunuyor, diye size haber versem, bana inanır mısınız?″ diye sordu. Onlar: ″İnanırız, zîrâ senin yalan söylediğini hiç görmedik″ dediler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″O halde gelecek ağır bir azaptan dolayı sizi uyarıyorum″ diye buyurdu. Bunun üzerine Ebû Leheb: ″Bundan sonraki günlerinde hüsrâna uğrayasın emi! Bizi bunun için mi buraya topladın″ deyince, ″Ebû Leheb’in elleri kurusun! Zâten de kurudu.* Ona malının ve kazancının bir faydası olmadı″ diye devam eden Tebbet Sûresi nâzil oldu.[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Menâkib 13; Tefsir-i Şuarâ 2; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7126.


﴿ فَاِنْ عَصَوْكَ فَقُلْ اِنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تَعْمَلُونَۚ ﴿٢١٦﴾ وَتَوَكَّلْ عَلَى الْعَز۪يزِ الرَّح۪يمِۙ ﴿٢١٧﴾ اَلَّذ۪ي يَرٰيكَ ح۪ينَ تَقُومُۙ ﴿٢١٨﴾ وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِد۪ينَ ﴿٢١٩﴾ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ﴿٢٢٠﴾

216-220. Ey Habîbim! Eğer sana isyan ederlerse, ″Şüphesiz ben, sizin yaptığınız şeylerden uzağım″ de.* Her şeye gâlip ve merhametli olan Allah’a tevekkül et.* O ki, namaza kalktığında, seni görüyor.* Senin secde edenler içinde dönüşünü de görüyor.* Şüphesiz ki O, her şeyi işiten ve bilendir.

İzah: Âyet-i Kerîme’de ″Senin secde edenler içinde dönüşünü de görüyor″ diye geçen ifade, Abdullah İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan naklettiklerine göre:

تَقَلُّبه مِنْ صُلْب نَبِيّ إِلَى صُلْب نَبِيّ حَتَّى أَخْرَجَهُ نَبِيًّا (البزار عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ, senin bir Peygamberin sülbünden, diğer Peygamberin sülbüne intikal ede ede nihâyet nasıl bir Peygamber olarak çıktığını görendir″ demektir.[1]

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَمْ يَلْتَقِ أَبَوَاىَ قَطُّ عَلَى سَفَاحٍ لَمْ يَزَلِ اللّٰهُ يَنْقُلُنِى مِنَ الْاَصْلَابِ الطَّيِّبَةِ اِلَى الْاَرْحَامِ الطَّاهِرَةِ لَا يَتَشَعَّبُ شُعْبَتَانِ اِلَّا كُنْتُ فِى خَيْرِهِمَا. (ابن عساكر عن ابن عباس)

″Benim nesebimde aslâ zinâ vâki olmadı. Allah’u Teâlâ, dâimâ beni temiz babalar belinden temiz analar rahmine naklederdi. Her ne zaman nesebimde iki şûbe hâsıl olsa, ben onların daha üstün olanında bulunurdum.″[2]

Buradan da Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Âdem Aleyhisselâm’dan kendi zamanına kadar, dâimâ hak din üzere olan, secde eden kişilerin neslinden geldiği anlaşılmaktadır.


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 6, s. 171; İmam Kastalâni, Mevâhib-i Ledünniyye s. 14.

[2] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 35489.


﴿ هَلْ اُنَبِّئُكُمْ عَلٰى مَنْ تَنَزَّلُ الشَّيَاط۪ينُۜ ﴿٢٢١﴾ تَنَزَّلُ عَلٰى كُلِّ اَفَّاكٍ اَث۪يمٍۙ ﴿٢٢٢﴾ يُلْقُونَ السَّمْعَ وَاَكْثَرُهُمْ كَاذِبُونَۜ ﴿٢٢٣﴾

221-223. Şeytanların kimin üzerine indiklerini size bildireyim mi?* Onlar, her yalancı ve günahkâr üzerine iner.* Bunlar da, şeytanların sözlerine kulak verirler. Halbuki bunların çoğu yalancıdır.

İzah: Müşriklerin:Kur’ân, şeytanların kâhinlere söylediği şeyler kabilindendir″ diye söylemeleri üzerine, bu âyetler ile onlara cevap verilmiş, şeytanların ancak iftiracı günahkâr kişilere vesvese verebilecekleri bildirilmiştir. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem ise yalandan, iftiradan uzak tertemiz bir zattır. Ona inen va­hiy de, şüphesiz ki, bir melek aracılığı ile Allah tarafından gönderilmiş hakkı açıklayan Kur’ân’dır.

Âyet-i Kerîme’de, ″Her yalancı ve günahkâr″ diye geçen kimseler, kâhinlerdir. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الْمَلَائِكَةَ تَنْزِلُ فِي الْعَنَانِ وَهُوَ السَّحَابُ فَتَذْكُرُ الْأَمْرَ قُضِيَ فِي السَّمَاءِ فَتَسْتَرِقُ الشَّيَاطِينُ السَّمْعَ فَتَسْمَعُهُ فَتُوحِيهِ إِلَى الْكُهَّانِ فَيَكْذِبُونَ مَعَهَا مِائَةَ كَذْبَةٍ مِنْ عِنْدِ أَنْفُسِهِمْ (خ عن عائشة)

″Melekler anân denilen buluta inerler, gökte geleceğe yönelik verilmiş kararları birbirlerine aktarırlar. Bu esnada şeytan, kulak hırsızlığı yaparak edindiği bilgiyi kâhinlere fısıldar. Onlar da bu habere kendiliklerinden yüz yalan katarlar.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

مَنْ أَتَى عَرَّافًا فَصَدَّقَهُ بِمَا يَقُولُ لَمْ تُقْبَلْ لَهُ صَلَاةٌ أَرْبَعِينَ يَوْمًا (م حم عن بعض أز واج النبي صلى اللّٰه عليه وسلم)

″Her kim bir kâhine gider ve söylediğini de tasdik ederse, o kişinin kırk gün hiçbir namazı kabul olunmaz.″[2]

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâbından birkaç kişiyle birlikte otururken bir yıldız kayması oldu ve gökyüzü aydınlanıverdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Câhiliyye döneminde böyle bir şey gördüğünüzde ne derdiniz?″ diye sordu. Ashâb: ″Büyük bir adam doğacak veya büyük bir adam ölecek derdik″ diye cevap verince, şöyle buyurdu:

فَإِنَّهُ لَا يُرْمَى بِهِ لِمَوْتِ أَحَدٍ وَلَا لِحَيَاتِهِ وَلَكِنَّ رَبَّنَا عَزَّ وَجَلَّ إِذَا قَضَى أَمْرًا سَبَّحَ لَهُ حَمَلَةُ الْعَرْشِ ثُمَّ سَبَّحَ أَهْلُ السَّمَاءِ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ حَتَّى يَبْلُغَ التَّسْبِيحُ إِلَى هَذِهِ السَّمَاءِ ثُمَّ سَأَلَ أَهْلُ السَّمَاءِ السَّادِسَةِ أَهْلَ السَّمَاءِ السَّابِعَةِ مَاذَا قَالَ رَبُّكُمْ قَالَ فَيُخْبِرُونَهُمْ ثُمَّ يَسْتَخْبِرُ أَهْلُ كُلِّ سَمَاءٍ حَتَّى يَبْلُغَ الْخَبَرُ أَهْلَ السَّمَاءِ الدُّنْيَا وَتَخْتَطِفُ الشَّيَاطِينُ السَّمْعَ فَيُرْمَوْنَ فَيَقْذِفُونَهُ إِلَى أَوْلِيَائِهِمْ فَمَا جَاءُوا بِهِ عَلَى وَجْهِهِ فَهُوَ حَقٌّ وَلَكِنَّهُمْ يُحَرِّفُونَهُ وَيَزِيدُونَ (ت عن ابن عباس)

″Bu yıldız, hiç kimsenin doğumu ve ölümü için atılmaz. Ne var ki, Aziz ve Celil olan Rabbimiz, bir işe hüküm verdiği zaman, Arş’ı taşıyan melekler Allah’u Teâlâ’yı tesbih ederler sonra da, onlardan sonra gelenler gök halkı Allah’u Teâlâ’yı tesbih ederler. Sonra tesbih şu göğe kadar varır sonra altıncı göğün halkı yedinci göğün halkına sorar, onlarda bunlara bildirirler sonra her göğün halkı birbirine haber sorar ve nihâyet haber dünyâ semâsının halkına ulaşır. Bu arada şeytanlar da kulak hırsızlığı yapmak için birbirlerinin üzerine çıkarak semâya yükselir de bunun üzerine Allah’u Teâlâ onların üzerine bu akan yıldızları atıverir, o şeytanlar bu kulak hırsızlığıyla elde edebildikleri bâzı haberleri dünyâdaki dostları olan şâir ve kâhin gibi kimselere aktarırlar; bu bilgiler geldiği şekilde aktarılmış olsa doğru ve gerçektir. Fakat bu haberi değiştirip bâzı ilavelerde bulunurlar.″[3]

İşte şeytanlar, gök ehline yaklaşarak meleklerin birbirleriyle konuştukları sözleri dinleyip, o sözleri yeryüzündeki küfürde ileri gidip şeytanla dostluk kuran kâhinlere; meleklerden duydukları doğru sözlerin üzerine çok sayıda yalan katarak söylerlerdi. Kâhinlerin sözlerinin biri doğruysa dokuzu yalandır.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gelmesiyle, şeytanların bu kulak hırsızlığı da son bulmuştur. Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Hicr, Âyet 16-18 ve izahına bakınız.


[1] Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Halk 6

[2] Sahih-i Müslim,Selâm35 (125 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 22138.

[3] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 35.


﴿ وَالشُّعَرَٓاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُ۫نَۜ ﴿٢٢٤﴾ اَلَمْ تَرَ اَنَّهُمْ ف۪ي كُلِّ وَادٍ يَه۪يمُونَۙ ﴿٢٢٥﴾ وَاَنَّهُمْ يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَۙ ﴿٢٢٦﴾ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَذَكَرُوا اللّٰهَ كَث۪يرًا وَانْتَصَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُواۜ وَسَيَعْلَمُ الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اَيَّ مُنْقَلَبٍ يَنْقَلِبُونَ ﴿٢٢٧﴾

224-227. Şâirlere de, hak yoldan sapmış olanlar tâbi olur.* Ey Resûlüm! Şâirlerin dalâlet vâdilerinde gezdiklerini görmez misin?* Onlar yapmadıkları şeyi söylerler.* Ancak (şâirlerden) îman edip sâlih amel işleyenler, Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenler ve haksızlığa uğratıldıktan sonra haklarını alanlar böyle değildir. O zâlimler, âkıbetlerinin ne olacağını yakında bileceklerdir.

İzah: Bu âyetlerde, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in aleyhinde olan kâfir şâirler kötülenmiştir. Ancak Müslüman şâirler methedilmiştir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in altı şâiri vardı. Bunlar, gittikleri her yerde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i, kâfirlere karşı kasideler söyleyerek methederlerdi. ″Hassan İbn-i Sâbit,Ka’b İbn-i Mâlik ve Abdullah İbn-i Revâha″[1] bunlardandır.

Ebu’l-Hasan Sâlim el-Berrâd Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

لَمَّا نَزَلَتْ وَالشُّعَرَاء يَتَّبِعهُمْ الْغَاوُونَجَاءَ حَسَّان بْن ثَابِت وَعَبْد اللّٰه بْن رَوَاحَة وَكَعْب بْن مَالِك إِلَى رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَهُمْ يَبْكُونَ قَالُوا: قَدْ عَلِمَ اللّٰه حِين أَنْزَلَ هَذِهِ الْآيَة أَنَّا شُعَرَاء فَتَلَا النَّبِيّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَات قَالَ أَنْتُمْ وَذَكَرُوا اللّٰه كَثِيرًا قَالَ أَنْتُمْ وَانْتَصَرُوا مِنْ بَعْدِمَا ظُلِمُوا قَالَ أَنْتُمْ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن أبي الحسن سالم البَرّاد)

″Şâirlere de, hak yoldan şaşmış olanlar tâbi olurlar″ mealindeki Sûre-i Şuarâ, Âyet 224 nâzil olduğunda, Hassan İbn-i Sâbit, Abdullah İbn-i Revâha ve Kâ’b İbn-i Mâlik, ağlayarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldiler ve ″Bu âyeti indirdiği sırada şüphesiz Allah’u Teâlâ bizim şâir olduğumuzu biliyordu″ dediler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: Sûre-i Şuarâ, Âyet 227’de geçen; ″Ancak (şâirlerden) îman edip sâlih amel işleyenler…″ buyruğunu okuyup, işte bunlar sizlersiniz. ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenler…″ buyruğunu okuyup, İşte onlar sizlersiniz. ″Ve haksızlığa uğratıldıktan sonra haklarını alanlar böyle değildir″ buyruğunu okuyup, işte onlar sizlersiniz″ buyurdu.[2]

Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَضَعُ لِحَسَّانَ مِنْبَرًا فِى الْمَسْجِدِ يَقُومُ عَلَيْهِ قَائِمًا يُفَاخِرُ عَنْ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَوْ قَالَ يُنَافِحُ عَنْ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَيَقُولُ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اِنَّ اللّٰهَ يُؤَيِّدُ حَسَّانَ بِرُوحِ الْقُدُسِ مَا يُفَاخِرُ أَوْ يُنَافِحُ عَنْ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ. (خ ت عن عائشة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şair olan Hassan’a Mescitte bir minber koyar, Hassan’da onun üzerinde durarak, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i öven veya müdâfaa eden kasideler söylerdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de: ″Allah’ın Resûlünü övdüğü veya müdâfaa ettiği sürece Allah’u Teâlâ Hassan’ı, Rûh’ül-Kudüs (Cebrâil) ile destekler″ derdi.[3]

Nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu şöyle anlatır:

أَنَّ عُمَرَ مَرَّ بِحَسَّانَ وَهُوَ يُنْشِدُ الشِّعْرَ فِى الْمَسْجِدِ فَلَحَظَ اِلَيْهِ فَقَالَ قَدْ كُنْتُ أُنْشِدُ وَفِيهِ مَنْ هُوَ خَيْرٌ مِنْكَ ثُمَّ الْتَفَتَ اِلَى أَبِى هُرَيْرَةَ فَقَالَ أَنْشُدُكَ اللّٰهَ أَسَمِعْتَ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ أَجِبْ عَنِّى اللّٰهُمَّ أَيِّدْهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ قَالَ اللّٰهُمَّ نَعَمْ. (خ م د عن ابى هريرة)

Hz. Ömer, mescitte kaside okuyan Hassan ile karşılaştı. Hz. Ömer ona ters ters bakınca, Hassan: ″Ben mescitte senden daha hayırlı olan zâtın huzurunda kaside okudum″ dedi. Sonra Hassan bana dönerek dedi ki: ″Allah için söyle! Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in benim hakkımda: ″Benim adıma (müşriklere) cevap ver. Allah’ım! Onu Ruh’ul Kudüs (Cebrâil) ile destekle″ diye buyurduğunu işitmedin mi?″ Ben de: ″Allah için doğru″ dedim.[4]

Ka’b bin Züheyr Radiyallâhu anhu, Müslüman olmak için Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizin yanına geldiğinde, bizzat huzurunda onu meth eden ve ″Kaside-i Bürde″ diye meşhur olan uzun bir kaside okumuştur. Bu kasideden birkaç beyit şöyledir:

إن الرسول لنور يستضاء به مهند من سيوف اللّٰه مسلول

فى عصبة من قريش قال قائلهم ببطن مكة لما أسلموا زولوا

زالوا فما زال أنكاس ولا كشف عند اللقاء ولا ميل معازيل

Resûlullah bizi, sonsuz bir kurtuluşa, Nûra ve hidâyete götüren,

Allah’ın kılıçlarından keskin bir kılıçtır.

Onun Ashâbları, Mekke vâdisinde İslâm’ı kabul eden,

Kureyş’in en ileri gelenleri.

Cömertlikte ve yiğitlikte hiçbirinin yok dengi.

İlk günler, göçmek gerekliydi, hemen göçtüler,

Zerre tereddüt etmeden.[5]

Ka’b bin Züheyr Radiyallâhu anhu‘nun ″Sevgili uzaklaştı″ sözleriyle başlayan bu kasidesini, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz çok beğendi. Hırkasını çıkarıp ona verdi. Bundan dolayı bu kasideye, ″Kaside-i Bürde (hırka kasidesi) dendi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ka’b b. Züheyr Radiyallâhu anhu’ya hediye ettiği bu hırka, Muâviye Radiyallâhu anhu tarafından Ka’b b. Züheyr Radiyallâhu anhu’nun vârislerinden satın alınıp muhafaza edilmiştir. Bu hırka, daha sonra Abbâsiler’e sonra da Mısır’ın fethinde Mekke şerifi tarafından Yavuz Sultan Selim Han Hazretlerine teslim edilmiştir. Bu hırka, günümüze kadar korunmuş olup, İstanbul’da Topkapı müzesinde ″Hırka-i Saadet″ odasında muhafaza edilmektedir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in vefâtından sonra da, Ashâb-ı Kirâm’ın, Resûlü Kirâm Efendimizin ahlâkını, şemailini, mûcizelerini kendi aralarında söyleyerek methettikleri nakledilmiştir. Bu da, Peygamberimizin vefâtından hemen sonra, onu yâd eden kasideler ve mevlidler okunduğunu göstermektedir. İşte Allah’u Teâlâ bu âyetlerde, îman edip sâlih amellerde bulunan ve Allah’ı çok zikreden kimselerin Dîn-i İslâm’ı, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i metheden kasideler söylemelerini övmektedir.


[1] Sahih-i Buhârî, Magâzi 30, Edeb 91; Sahih-i Müslim, Fedâil’üs-Sahâbe 34 (153, 157 Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 8190, 8191, 8192.

[2] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 6, s. 175. Benzer rivâyet için bakınız: Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 15004; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 6105.

[3] Sahih-i Buhârî, Edeb 91; Sünen-i Tirmizî, Edeb 103.

[4] Sahih-i Buhârî, Salât 68, Edeb 91; Sahih-i Müslim, Fedâil’üs-Sahâbe 34 (151 Rudânî, Cem’ul-Fevaid, Hadis No: 8184.

[5] Bu kasidenin tamamı için bakınız: İbn-i Hişam, es-Sîret’ün-Nebeviyye, c. 4, 503-513.