Bu sûre 176 âyettir. Medîne döneminde nâzil olmuştur. Genellikle aile hayatından ve özellikle de kadınların haklarından bahsettiği için, kadınlar anlamına gelen ″Nisâ″ ismi verilmiştir.
﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ﴾
Bismillâhirrahmânirrahîm.
﴿ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَث۪يرًا وَنِسَٓاءًۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّذ۪ي تَسَٓاءَلُونَ بِه۪ وَالْاَرْحَامَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَق۪يبًا ﴿١﴾ ﴾
1. Ey insanlar! O Rabbinizden korkun ki, sizi bir nefisten (Hz. Âdem’den) yarattığı gibi zevcesini (Hz. Havva’yı) dahi ondan yarattı. İkisinden birçok erkek ve kadın meydana getirdi. İsmiyle dilekte bulunduğunuz Allah’tan korkun ve sıla-i rahimi kesmekten de sakının. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, sizin üzerinizde devamlı gözetleyicidir.
İzah: Allah’u Teâlâ, Hz. Havva’yı, Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden yaratmıştır. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اسْتَوْصُوا بِالنِّسَاءِ فَإِنَّ الْمَرْأَةَ خُلِقَتْ مِنْ ضِلَعٍ وَإِنَّ أَعْوَجَ شَيْءٍ فِي الضِّلَعِ أَعْلَاهُ فَإِنْ ذَهَبْتَ تُقِيمُهُ كَسَرْتَهُ وَإِنْ تَرَكْتَهُ لَمْ يَزَلْ أَعْوَجَ فَاسْتَوْصُوا بِالنِّسَاءِ (خ م عن ابى هريرة)
″Size kadınlar hakkında hayırlı olmanızı vasiyet ederim. Çünkü kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri kısmı üst tarafıdır. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın, kendi hâline bırakırsan da sürekli olarak eğri kalır. Onun için kadınlar hakkında hayırlı olmanızı vasiyet ederim.″[1]
Allah’u Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’dan ve Havva annemizden diğer insanları meydana getirmiştir. Bundan dolayı cesette babamız Âdem Aleyhisselâm’dır. Fakat ruhta babamız Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’dir. Çünkü ilk olarak onun ruhu yaratılmıştır. Bu hususta Meysere Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَتَى وَجَبَتْ لَكَ النُّبُوَّةُ؟ قَالَ وَآدَمُ بَيْنَ الرُّوحِ وَالْجَسَدِ. (ت عن ابى هريرة طب عن ميسرة الفجر)
″Yâ Resûlallah! Senin Peygamberliğin ne zaman kesinleşti?″ diye sorulduğunda, buyurdu ki: ″Âdem, ruh ile ceset arasında iken ben Peygamberdim.″[2]
İlk olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in nûrunun ve ruhunun yaratılması hakkında geniş bilgi için Sûre-i Nûr, Âyet 35 ve izahına bakınız.
Yine Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ: ″İkisinden birçok erkek ve kadın meydana getirdi″ diye buyurmuştur. Havva annemiz yirmi defada kırk çocuk doğurmuştu. Her doğumda ikiz olarak bir erkek ve bir kız dünyâya gelmiştir. Çocuklar büyüyünce Âdem Aleyhisselâm, Allah’ın emri ile ikizlerden birini, diğer ikizlerden biriyle evlendirirdi. İnsanlar bu şekilde çoğalarak yeryüzüne dağıldı.
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″İsmiyle dilekte bulunduğunuz Allah’tan korkun…″ diye buyrulmaktadır. Yani sizler birbirinizden haber alırken veya verirken yahut isteklerinize vâsıta kıldığınız veya adaklar adayıp adına yeminler ettiğiniz Allah’tan korkun, demektir.
Sıla-i rahim ise, akraba ziyareti anlamına gelmektedir. Bunun önemine dair çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan birinde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ سَرَّهُ أَنْ يُبْسَطَ لَهُ فِي رِزْقِهِ أَوْ يُنْسَأَ لَهُ فِي أَثَرِهِ فَلْيَصِلْ رَحِمَهُ (خ عن انس وعن ابى هريرة)
″Kim rızkının bol olmasını ve ömrünün uzamasını arzu ederse, sıla-i rahim yapsın.″[3]
[1] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 1, Nikâh 80; Sahih-i Müslim, Radâ 18 (60).
[2] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 1; Taberâni, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 12408; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6355; İmam Kastalâni, Mevahib-i Ledünniyye, c. 1, s. 5.
[3] Sahih-i Buhârî, Buyû 13, Edeb 12.
﴿ وَاٰتُوا الْيَتَامٰٓى اَمْوَالَهُمْ وَلَا تَتَبَدَّلُوا الْخَب۪يثَ بِالطَّيِّبِۖ وَلَا تَأْكُلُٓوا اَمْوَالَهُمْ اِلٰٓى اَمْوَالِكُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حُوبًا كَب۪يرًا ﴿٢﴾ ﴾
2. Yetimlere (onlar rüşde eriştiklerinde) mallarını teslim edin. Temizi pis olanla (helâli haramla) değiştirmeyin. Onların mallarını kendi malınıza katarak yemeyin. Şüphesiz bu, büyük bir günahtır.
İzah: Yetimlerde rüşd, olgunluk görüldüğü zaman, mallarının onlara teslim edilmesi gerekir. Bir Hadis-i Şerif’te, ″Yetim malı yemenin büyük günahlardan biri olduğu″ beyan edilmiştir.[1] Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
أَحَبُّ بُيُوتِكُمْ إِلَى اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ بَيْتٌ فِيهِ يَتِيمٌ مُكْرَمٌ (طب عن ابن عمر)
″Allah’u Teâlâ’ya en sevgili ev, içinde ikram gören yetimin bulunduğu evdir.″[2]
﴿ وَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا تُقْسِطُوا فِي الْيَتَامٰى فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَٓاءِ مَثْنٰى وَثُلٰثَ وَرُبَاعَۚ فَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْۜ ذٰلِكَ اَدْنٰٓى اَلَّا تَعُولُواۜ ﴿٣﴾ ﴾
3. Eğer yetim kızlar hakkında (onlarla evlendiğiniz zaman) adâleti yerine getirememekten korkarsanız, size helâl olan kadınlardan iki, üç ve dörde kadar nikahlayın. Eğer zevceleriniz arasında adâleti yerine getirememekten korkarsanız, bir zevce ile veya sahip olduğunuz câriyeler ile yetinin. Bu, adâletten sapmamanız için daha uygundur.
İzah: Rivâyete göre câhiliye zamanında bir şahıs, on kadar kadınla evlenebilirdi. Şâyet kendi idaresi altında mal sahibi olan bir yetim kız bulunursa, onu da malı için nikâhı altına alırdı, onu başkasına vermezdi, hakkında da adalet göstermeye lüzum görmezdi. İşte böyle adâlate aykırı, merhamete muhalif, hukuka tecâvüzü içeren hallerden Müslümanları menetmek için bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuştur.
Bu hususta Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle buyurmuştur:
أَنَّ رَجُلًا كَانَتْ لَهُ يَتِيمَةٌ فَنَكَحَهَا وَكَانَ لَهَا عَذْقٌ وَكَانَ يُمْسِكُهَا عَلَيْهِ وَلَمْ يَكُنْ لَهَا مِنْ نَفْسِهِ شَيْءٌ فَنَزَلَتْ فِيهِ {وَإِنْ خِفْتُمْ أَنْ لَا تُقْسِطُوا فِي الْيَتَامَى} (خ عن عائشة)
Bir kişinin himâyesinde yetim bir kız bulunmaktaydı. Adam o kızla evlendi. Kızın bir de hurmalığı vardı. Adam aslında bu kızla hurmalığı için evlenmişti. Yoksa kızı istediğinden değil. İşte ″Eğer yetim kızlar hakkında (onlarla evlendiğiniz zaman) adâleti yerine getirememek-ten korkarsanız, size helâl olan kadınlardan iki, üç ve dörde kadar nikahlayın…″ diye geçen âyet bu olay üzerine nâzil oldu.[1]
Bu hususta İbrâhim en-Nehâi diyor ki: Hz. Ömer’e, yetim bir kızın velîsi geldiğinde ona, eğer o kız, güzel ve zengin ise, ″Sen bunu başka biriyle evlendir. Bu kız için senden daha hayırlı birini ara. Şâyet kız çirkin ve malı yoksa, ″Sen bununla evlen. Çünkü bununla evlenmeye sen daha lâyıksın″ derdi.
Yine Hz. Zübeyr’in oğlu Urve, Hz. Âişe’den, ″Eğer yetim kızlar hakkında (onlarla evlendiğiniz zaman) adâleti yerine getirememekten korkarsanız″ diye devam eden âyet hakkında sormuş, Hz. Âişe de ona şu cevabı vermiştir:
يَا ابْنَ أُخْتِي هَذِهِ الْيَتِيمَةُ تَكُونُ فِي حَجْرِ وَلِيِّهَا تَشْرَكُهُ فِي مَالِهِ وَيُعْجِبُهُ مَالُهَا وَجَمَالُهَا فَيُرِيدُ وَلِيُّهَا أَنْ يَتَزَوَّجَهَا بِغَيْرِ أَنْ يُقْسِطَ فِي صَدَاقِهَا فَيُعْطِيَهَا مِثْلَ مَا يُعْطِيهَا غَيْرُهُ فَنُهُوا عَنْ أَنْ يَنْكِحُوهُنَّ إِلَّا أَنْ يُقْسِطُوا لَهُنَّ وَيَبْلُغُوا لَهُنَّ أَعْلَى سُنَّتِهِنَّ فِي الصَّدَاقِ فَأُمِرُوا أَنْ يَنْكِحُوا مَا طَابَ لَهُمْ مِنْ النِّسَاءِ سِوَاهُنَّ (خ عن عائشة)
- Ey kız kardeşimin oğlu! Buradaki yetimden maksat, velîsinin himâyesi altında bulunan ve velîsiyle mal ortaklığı olan yetim kızdır. Kendisine nikah düşen velîsi, bu yetimin malı ve güzelliği hoşuna gittiği için adaletsizlik ederek, mehirde layık olduğu kadarını ve başkalarının verebileceği miktarı vermeksizin evlenmek ister. İşte bu Âyet-i Kerîme gelmiş ve bu tür insanların evlenmek istedikleri yetim kızların, lâyık oldukları mehirlerini vermeden, hattâ belli olan mehir bedelinin en fazlasını vermeksizin evlenmelerini yasaklamıştır. Ve onlara bu takdirde yetimlerin dışındaki kadınlarla evlenmeleri emredilmiştir.[2]
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Eğer zevceleriniz arasında adâleti yerine getirememekten korkarsanız, bir zevce ile veya sahip olduğunuz câriyeler ile yetinin″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ كَانَ لَهُ امْرَأَتَانِ يَمِيلُ لِإِحْدَاهُمَا عَلَى الْأُخْرَى جَاءَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَحَدُ شِقَّيْهِ مَائِلٌ (ن د عن ابى هريرة)
″Kimin iki eşi olur da birine fazla meylederse, mahşer günü bir tarafı çarpık olarak gelir.″[3]
[1] Sahih-i Buhâri, Tersir-i Nisâ 1.
[2] Sahih-i Buhâri, Tersir-i Nisâ 1. Yine bu hususta Sûre-i Nisâ, Âyet 127 ve izahına bakınız.
[3] Sünen-i Nesâî, Kadınlarla muâşeret 2; Ebû Dâvud, Nikâh 37-38; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 7595, 8212.
﴿ وَاٰتُوا النِّسَٓاءَ صَدُقَاتِهِنَّ نِحْلَةًۜ فَاِنْ طِبْنَ لَكُمْ عَنْ شَيْءٍ مِنْهُ نَفْسًا فَكُلُوهُ هَن۪ٓيـًٔا مَر۪ٓيـًٔا ﴿٤﴾ ﴾
4. Kadınlara mehirlerini gönül hoşluğuyla verin. Eğer onlar kendi istekleriyle mehirlerinden size bir şey bağışlarlarsa, onu da gönül rahatlığıyla yiyin.
İzah: Rivâyete göre, Arabistan’da önceleri erkekler kızlarını veya kız kardeşlerini evlendirdikleri zaman, ona verilen mehri kendileri alır, evlenen kadına bir şey vermezlerdi. Bâzı kimseler de verdikleri mehri daha sonra eşlerinden geri almak isterlerdi. Allah’u Teâlâ bu şekilde mehri almalarını yasakladı ve bu âyeti indirdi.
Mehir: Nikâhın şartlarından olup, evlenecek olan kadının veya yaşı küçükse ailesinin, nikâh akdinde erkek tarafından talep ettiği maldır. Bu malda, kadının ailesinin hiçbir hakkı yoktur. Bu mal tamamen evlenen kadına aittir. Kadın mehri dilediği kadar isteyebilir ve aldığı mehir de evliliğin tamamen vukû bulduğu andan itibaren kendi malı olur ve dilediği şekilde tasarruf hakkına sahiptir. Mehir nikâh akdi esnasında verilebileceği gibi, sonra da verilebilir.
Bu hususta İbn’ul-Beylamani Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: }وَآتُوا النِّسَاءَ صَدُقَاتِهِنَّ نِحْلَةً} قَالُوا: يَا رَسُولَ اللّٰهِ فَمَا الْعَلائِقُ بَيْنَهُنَّ؟ قَالَ: مَا تَرَاضَى عَلَيْهِ أَهْلُوهُمْ (ابن ابى شيبة عن ابن البيلماني)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Kadınlara mehirlerini gönül hoşluğuyla verin…″ diye geçen Sûre-i Nisâ, Âyet 4’ü okudu. Orada bulunanlar: ″Yâ Resûlallah! Mehir nedir?″ diye sordu. Buyurdu ki: ″Ailelerinin karşılıklı olarak râzı ve hoşnut olduğudur.″[1]
[1] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, Hadis No: 9; Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 4812.
﴿ وَلَا تُؤْتُوا السُّفَهَٓاءَ اَمْوَالَكُمُ الَّت۪ي جَعَلَ اللّٰهُ لَكُمْ قِيَامًا وَارْزُقُوهُمْ ف۪يهَا وَاكْسُوهُمْ وَقُولُوا لَهُمْ قَوْلًا مَعْرُوفًا ﴿٥﴾ ﴾
5. Allah’u Teâlâ’nın, geçim kaynağı olarak yarattığı mallarınızı sefihlere vermeyin. O mallar ile onları besleyin, giydirin ve onlara güzel sözler söyleyin.
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Sefihler″ ifadesi, aklı zayıf olan kimseler, demektir. Âyette geçen bu ifadeden kastedilen de, velîlerinin yanında bulunan yaşları küçük yetimlerdir. Bu yetimlere malları teslim edildiğinde, onlar mallarının değerini bilemeyecekleri için, bu mallar onlara teslim edilmez. Ancak onlarda rüşd, olgunluk görüldüğü zaman teslim edilir.
Yetimlerin velîleri hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
(طس عن عدى بن حاتم) مَنْ ضَمَّ يَتِيمًا لَهُ أَوْ لِغَيْرِهِ حَتَّى يُغْنِيَهُ اللّٰهُ عَنْهُ وَجَبَتْ لَهُ الْجَنَّةُ
″Bir kimse, akrabasından veya başkasından olan bir yetimi, yetim kendisini kurtarana kadar sorumluluğunu üstlenirse, o kimseye Cennet vâcip olur.″[1]
[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 428/8.
﴿ وَابْتَلُوا الْيَتَامٰى حَتّٰٓى اِذَا بَلَغُوا النِّكَاحَۚ فَاِنْ اٰنَسْتُمْ مِنْهُمْ رُشْدًا فَادْفَعُٓوا اِلَيْهِمْ اَمْوَالَهُمْۚ وَلَا تَأْكُلُوهَٓا اِسْرَافًا وَبِدَارًا اَنْ يَكْبَرُواۜ وَمَنْ كَانَ غَنِيًّا فَلْيَسْتَعْفِفْۚ وَمَنْ كَانَ فَق۪يرًا فَلْيَأْكُلْ بِالْمَعْرُوفِۜ فَاِذَا دَفَعْتُمْ اِلَيْهِمْ اَمْوَالَهُمْ فَاَشْهِدُوا عَلَيْهِمْۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ حَس۪يبًا ﴿٦﴾ ﴾
6. Yetimleri, evlilik çağına erinceye kadar deneyin. Eğer kendilerinde rüşd görürseniz, hemen mallarını kendilerine teslim edin. Onların mallarını israf ederek ve büyür de mallarını geri alır düşüncesiyle alelacele yemeyin. Velîlerden zengin olanlar, yetimin mallarına dokunmasınlar. Velîlerden fakir olanlar ise, zaruret ve emeğinin karşılığı kadar yesinler. Yetimlere mallarını teslim edeceğiniz vakit, şâhit huzurunda verin. Hesap görücü olarak Allah yeter.
İzah: Hanefi Mezhebi’ne göre rüşd; kişinin mâli işlerde tasarruf edebilecek güce, olgunluğa gelmesi, demektir. Bu vasfa sahip olan kişiye reşid denir.
Âyet-i Kerîme’de: ″Yetimleri, evlilik çağına erinceye kadar deneyin. Eğer kendilerinde rüşd görürseniz, hemen mallarını kendilerine teslim edin″ diye buyrulmaktadır. Reşit olma, buluğ ile başlar. Eğer kişi, büluğ çağına girmesine rağmen reşit değilse, bunun en son sınırı İmam-ı Âzam’a göre 25’tir. Bu yaşa gelmiş olan bir kimse, reşit değilse bile malı ona teslim edilir. Ancak İmâmeyn’e göre, reşit olmadıkça mal teslim edilmez. Büluğ yaşı ise alt sınırı kızlarda 9, erkeklerde 12 yaştır. Üst sınırı da İmam-ı Âzam’a göre kızlarda 17, erkeklerde 18 yaş; İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e göre ise her iki cins için 15 yaştır.
İşte yetim bir çocuk da rüşde ermeyip olgun bir hâle gelmemişse, malını verdiğin zaman onun kıymetini bilmeyip hebâ edebilir. Onun için rüşd ve olgunluk görülmeden, yetimlere mallarının teslim edilmemesi âyette emredilmiştir.
Amr b. Şuayb Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
أَنَّ رَجُلًا أَتَى النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ إِنِّي فَقِيرٌ لَيْسَ لِي شَيْءٌ وَلِي يَتِيمٌ قَالَ كُلْ مِنْ مَالِ يَتِيمِكَ غَيْرَ مُسْرِفٍ وَلَا مُبَاذِرٍ وَلَا مُتَأَثِّلٍ (د ن عن عمرو بن شعبب عن ابيه عن جده)
Adamın biri, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve dedi ki: ″Ben fakir biriyim ve hiçbir şeyim yok. Ancak malı olan bir yetimim var, onun malından yiyebilir miyim?″ Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″İsraf etmeden, saçıp savurmadan ve onun malını üzerine geçirmeden yiyebilirsin″ buyurdu.[1]
[1] Sünen-i Nesâî, Vesâya 11; Sünen-i Ebû Dâvud, Vesâye 8; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 5072.
﴿ لِلرِّجَالِ نَص۪يبٌ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْاَقْرَبُونَۖ وَلِلنِّسَٓاءِ نَص۪يبٌ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْاَقْرَبُونَ مِمَّا قَلَّ مِنْهُ اَوْ كَثُرَۜ نَص۪يبًا مَفْرُوضًا ﴿٧﴾ ﴾
7. Anne, baba ve akrabaların, mîras olarak bıraktıkları mallarda erkeklerin hissesi olduğu gibi, kadınların da anne, baba ve akrabaların bıraktıkları mallarda hisseleri vardır. Bunlar az olsun çok olsun, farz kılınmış bir hissedir.
İzah: Araplar câhiliye devrinde, mîras malı sâdece savaşarak yurdunu müdâfaa eden kimseye verilir, derler ve bu nedenle kadınlara mîras vermezlerdi. İşte bu Âyet-i Kerîme, mîrasın sâdece erkeklere mahsus olmadığını, kadınların da mîrastan hakkı olduğunu bildirmiş ve ne kadar verileceği de bu sûrenin 11. Âyetinde belirtilmiştir.
﴿ وَاِذَا حَضَرَ الْقِسْمَةَ اُو۬لُوا الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينُ فَارْزُقُوهُمْ مِنْهُ وَقُولُوا لَهُمْ قَوْلًا مَعْرُوفًا ﴿٨﴾ ﴾
8. Mîras taksim edilirken, vâris olmayan akraba, yetim ve miskinler de hazır bulunuyorsa, onlara da maldan bir şeyler verin ve onlara güzel sözler de söyleyin.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin hükmü, bâzı müfessirlere göre miras âyetleriyle neshedilmiştir. Fakat müfessirlerin çoğuna göre neshedilmiş değildir. Belki bu husustaki emir, farz anlamında değildir. Mirasın taksimi esnasında bulunup varislerden olmayan akrabalara veya yetimler ile yoksullara gayrimenkul olmayan mîrastan bir miktar verilmesi sevaptır.
﴿وَلْيَخْشَ الَّذ۪ينَ لَوْ تَرَكُوا مِنْ خَلْفِهِمْ ذُرِّيَّةً ضِعَافًا خَافُوا عَلَيْهِمْۖ فَلْيَتَّقُوا اللّٰهَ وَلْيَقُولُوا قَوْلًا سَد۪يدًا ﴿٩﴾ ﴾
9. Vefât edip de geride küçük çocuklar bırakacak kimseler, kendi yetimleri hakkında nasıl korkarlarsa, himâyesi altına aldığı yetimler hakkında da öyle korksunlar. Allah’tan korksunlar ve doğru söz söylesinler.
İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, bu âyet hakkında şöyle buyurmuştur: ″Yetimlerin velîsi olan kişiler, nasıl ki kendileri ölüp de geride âciz ve mağdur çocuklar bırakmaktan korkuyorlarsa ve onlara güzel davranılmasını, mallarının yenilmemesini istiyorlarsa, başkalarının geride bıraktıkları yetimlere de öyle davransınlar.″
Bu hususta Câbir Radiyallâhu anhu, şu Hadis-i Şerif’i zikreder:
قَالَ رَجُلٌ يَا رَسُول اللّٰه مِمَّا أَضْرِبُ مِنْهُ يَتِيمِي؟ قَالَ مِمَّا كُنْت ضَارِبًا مِنْهُ وَلَدك غَيْر وَاقٍ مَالك بِمَالِهِ وَلَا مُتَأَثِّل مِنْ مَالِهِ مَالًا (حب عن جابر)
Bir adam: ″Yâ Resûlallah! Yetimi hangi durumlarda döveyim?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″Çocuğunu ne sebeple dövüyorsan o nedenle döv, kendi malını onun malıyla korumaksızın ve onun malını temelden yok etmeksizin.″[1]
[1] Sahih-i İbn-i Hibbab, Hadis No: 4317; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 6044.
﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَأْكُلُونَ اَمْوَالَ الْيَتَامٰى ظُلْمًا اِنَّمَا يَأْكُلُونَ ف۪ي بُطُونِهِمْ نَارًاۜ وَسَيَصْلَوْنَ سَع۪يرًا۟ ﴿١٠﴾ ﴾
10. Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş doldururlar ve onlar yakında şiddetli bir ateşe atılacaklardır.
İzah: Yetimin mallarını haksız yere yiyenler hakkında Ebû Berze Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
أَنّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ، قَالَ: يُبْعَثُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ قَوْمٌ مِنْ قُبُورِهِمْ تَأَجَّجُ أَفْوَاهُهُمْ نَارًا، فَقِيلَ: مَنْ هُمْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ؟ قَالَ : أَلَمْ تَرَ اللّٰهَ يَقُولُ {إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْمًا إِنَّمَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ نَارًا} الآية (حب عن أبي برزة)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Mahşer gününde bâzı kimseler ağızlarında şiddetle yanan bir ateşle kabirlerinden çıkarlar″ buyurdu. ″Yâ Resûlallah! Bunlar kimdir?″ diye sorulunca, şöyle buyurdu: Allah’u Teâlâ’nın, ″Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş doldururlar ve onlar yakında şiddetli bir ateşe atılacaklardır″ diye buyurduğunu görmez misin?[1]
Yine bu Âyet-i Kerîme hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şöyle nakledilmiştir:
لَمَّا أَنْزَلَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ {وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَتِيمِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ} وَ {إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْمًا} الْآيَةَ انْطَلَقَ مَنْ كَانَ عِنْدَهُ يَتِيمٌ فَعَزَلَ طَعَامَهُ مِنْ طَعَامِهِ وَشَرَابَهُ مِنْ شَرَابِهِ فَجَعَلَ يَفْضُلُ مِنْ طَعَامِهِ فَيُحْبَسُ لَهُ حَتَّى يَأْكُلَهُ أَوْ يَفْسُدَ فَاشْتَدَّ ذَلِكَ عَلَيْهِمْ فَذَكَرُوا ذَلِكَ لِرَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ {وَيَسْأَلُونَكَ عَنْ الْيَتَامَى قُلْ إِصْلَاحٌ لَهُمْ خَيْرٌ وَإِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ} فَخَلَطُوا طَعَامَهُمْ بِطَعَامِهِ وَشَرَابَهُمْ بِشَرَابِهِ (ن عن ابن عباس)
″Yetimin malına yaklaşmayın. Ancak onlar bâliğ olup rüşde erişinceye kadar en güzel bir sûretle yaklaşırsanız başka…″[2] ve ″Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş doldururlar ve onlar yakında şiddetli bir ateşe atılacaklardır″[3] diye geçen âyetler nâzil olunca, yanında yetim bulunan kişi, yemeğini onun yemeğinden, içeceğini de onun içeceğinden ayırmaya başladı. Yetimin yemeğinden bir şey arttığı zaman da, yetim onu yiyene veya bozulana kadar saklamaya başladı. Ancak bu durum yetimlere ağır geldi ve bunu Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e söylediler. Bu hâdise üzerine Allah’u Teâlâ: ″… Ey Resûlüm! Sana yetimler hakkında sorarlar. De ki: ″Onları ve mallarını ıslah için müdahaleniz, uzak durmanızdan daha hayırlıdır…″[4] diye geçen âyeti indirdi. Bu âyet indikten sonra da, artık yanında yetim bulunanlar onlarla beraber yemeye ve içmeye başladılar.″[5]
[1] Sahih-i İbn-i Hibban, Hadis No: 5657; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 4, s. 250.
[2] Sûre-i En’âm, Âyet 152.
[3] Sûre-i Nisâ, Âyet 10.
[4] Sûre-i Bakara, Âyet 220.
[5] Sünen-i Nesâî, Vesâya 11; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6809.
﴿ يُوص۪يكُمُ اللّٰهُ ف۪ٓي اَوْلَادِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْاُنْثَيَيْنِۚ فَاِنْ كُنَّ نِسَٓاءً فَوْقَ اثْنَتَيْنِ فَلَهُنَّ ثُلُثَا مَا تَرَكَۚ وَاِنْ كَانَتْ وَاحِدَةً فَلَهَا النِّصْفُۜ وَلِاَبَوَيْهِ لِكُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا السُّدُسُ مِمَّا تَرَكَ اِنْ كَانَ لَهُ وَلَدٌۚ فَاِنْ لَمْ يَكُنْ لَهُ وَلَدٌ وَوَرِثَهُٓ اَبَوَاهُ فَلِاُمِّهِ الثُّلُثُۚ فَاِنْ كَانَ لَهُٓ اِخْوَةٌ فَلِاُمِّهِ السُّدُسُ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوص۪ي بِهَٓا اَوْ دَيْنٍۜ اٰبَٓاؤُ۬كُمْ وَاَبْنَٓاؤُ۬كُمْۚ لَا تَدْرُونَ اَيُّهُمْ اَقْرَبُ لَكُمْ نَفْعًاۚ فَر۪يضَةً مِنَ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَل۪يمًا حَك۪يمًا ﴿١١﴾ ﴾
11. Allah’u Teâlâ size, çocuklarınız hakkında mîras taksimini şöyle emreder: ″Çocuklarınızdan bir erkeğin hissesi, iki kızın hissesi kadardır. Çocuklarınız, yalnız kız çocuğu olur ve bunlar ikiden fazla olursa, mîrasınızın üçte ikisi onlarındır. Eğer bir kızdan ibâret olursa, mîrasın yarısı onundur.[1] Ölenin çocuğu varsa, anne ve babasından her birine mîrasın altıda biri verilir. Ölenin hiç çocuğu olmayıp, yalnız anne ve babası olursa, üçte biri annesine verilir,[2] ölenin kardeşleri de var ise, annesine yalnız altıda bir verilir.[3] Bu taksim, ölenin vasiyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra yapılır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin (dünyâda ve âhirette) sizin için hayırlı ve faydalı olduğunu bilmezsiniz. Allah’ın ferâizi (mîras emri) böyledir. Şüphesiz Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.″
İzah: Mîrasın taksimi Allah’u Teâlâ’nın apaçık bir emridir. Âyet-i Kerîme’de geçtiği gibi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem mîras konusundan bahsederken ″Ferâiz″ diye isim vermiştir. Fıkıh kitaplarında da bu konu, ferâiz başlığı adı altında işlenmiştir.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يَا أَبَا هُرَيْرَةَ تَعَلَّمُوا الْفَرَائِضَ وَعَلِّمُوهَا فَإِنَّهُ نِصْفُ الْعِلْمِ وَهُوَ يُنْسَى وَهُوَ أَوَّلُ شَيْءٍ يُنْزَعُ مِنْ أُمَّتِي (ه عن ابى هريرة)
″Ferâizi (mîras hukûkunu) öğrenin ve onu öğretin. Muhakkak o, ilmin yarısıdır. Ümmetimden en evvel kalkacak ve unutulacak olan ilim de odur.″[4]
Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebi, Câbir b. Abdullah Radiyallâhu anhu’dan şöyle anlatılmıştır:
جَاءَتْ امْرَأَةُ سَعْدِ بْنِ الرَّبِيعِ بِابْنَتَيْهَا مِنْ سَعْدٍ إِلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَتْ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ! هَاتَانِ ابْنَتَا سَعْدِ بْنِ الرَّبِيعِ، قُتِلَ أَبُوهُمَا مَعَكَ يَوْمَ أُحُدٍ شَهِيدًا، وَإِنَّ عَمَّهُمَا أَخَذَ مَالَهُمَا فَلَمْ يَدَعْ لَهُمَا مَالًا، وَلَا تُنْكَحَانِ إِلَّا وَلَهُمَا مَالٌ، قَالَ: يَقْضِي اللّٰهُ فِي ذَلِكَ فَنَزَلَتْ آيَةُ الْمِيرَاثِ، فَبَعَثَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِلَى عَمِّهِمَا فَقَالَ: أَعْطِ ابْنَتَيْ سَعْدٍ الثُّلُثَيْنِ، وَأَعْطِ أُمَّهُمَا الثُّمُنَ، وَمَا بَقِيَ فَهُوَ لَكَ (ت ه حم عن جابر بن عبد اللّٰه)
Sa’d b. Rebî’in hanımı, Sa’d’dan olan iki kızıyla beraber Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve ″Yâ Resûlallah! Bu ikisi Sa’d b. Rebî’in kızlarıdır. Babaları Uhud’da sizinle birlikte savaşırken şehit edildi. Amcaları bunların mallarını aldı ve bunlara hiçbir mal bırakmadı. Malları olmadığı için de bu çocuklar evlenemezler″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bu konuda Allah hüküm verecektir″ buyurdu.
Hz. Câbir dedi ki:
- Sonra mîras âyeti nâzil oldu ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kızların amcasına haber gönderip çağırttı ve ona: ″Sa’d’ın iki kızına üçte iki, annelerine sekizde bir ver ve kalanı senindir″ buyurdu.[5]
Kimlerin mîrastan hakları olduğu ve kimlerin de mîrastan mahrum olacakları şöyle beyan edilmiştir.[6]
Vârislerden mîras almaları üzerinde ittifak edilen erkekler ondur: Baba, babanın babası (dede),[7] oğlu, oğlunun oğlu, erkek kardeşi, erkek kardeşinin oğlu, amcası, amcasının oğlu, kocası ve köleyi azat eden efendi.
Kadınlardan vâris olanların hepsi de yedidir: Anne, annesinin annesi (nine), kızı, oğlunun kızı, kız kardeşi, karısı ve kölesini azat eden hanım.[8]
İşte bu erkek ve kadınlar, ashâb-ı ferâiz ve asabe olan kimselerdir. Ashâb-ı ferâiz: Mîrastan hisseleri âyet ile belirlenmiş olan vârislere denir. Asabe: Baba tarafından akraba olanlardır. Bunlar ölen kişiye, baba tarafından hısım olup ashâb-ı ferâiz, hisselerini aldıktan sonra geriye kalan mala hak sahibi olan ve yalnız bulunduklarında malın tamamını alan kimselerdir. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَلْحِقُوا الْفَرَائِضَ بِأَهْلِهَا فَمَا بَقِيَ فَهُوَ لِأَوْلَى رَجُلٍ ذَكَرٍ (خ م ت عن ابن عباس)
″Farz olan hisseleri sahiplerine verin. Artan kısım ise, ön sıradaki erkek asabenindir.″[9]
Mîrasçı olmaya mâni haller ise şunlardır:
Köle olmak: Çünkü kölenin mülkü yoktur. O mülk etmeye ve mülk edinmeye ehil değildir.
Mîras bırakanı öldürmüş olmak: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
الْقَاتِلُ لَا يَرِثُ (ت عن ابى هريرة)
″Kâtil, mîrasçı olamaz.″[10] Fakat çocuk ve deli bunun dışındadır. Çünkü mîrastan mahrum bırakmak, kasıtlı olarak işlenen bir cinâyetin cezâsı olarak sâbit olmuştur. İstemeyerek kaza sonucu ölüme sebebiyet vermek kişiyi mîrastan mahrum bırakmaz.
Mîras bırakanla mîrasçının dinlerinin ayrı olması: İki ayrı dinden olanlar birbirlerine mîrasçı olamazlar. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَا يَرِثُ الْمُسْلِمُ الْكَافِرَ وَلَا الْكَافِرُ الْمُسْلِمَ (خ م عن اسامة بن زيد)
″Müslüman, kâfire; kâfir de Müslümana mîrasçı olamaz.″[11] Küfrün hepsi tek bir millettir. Şeriatleri muhtelif de olsa, onlar birbirlerine mîrasçı olabilirler.
Said b. Cübeyr Radiyallâhu anhu, Hz. Ömer Radiyallâhu anhu’nun şöyle dediğini rivâyet etmiştir: ″Küfrün hepsi tek millettir.″[12] Çünkü küfrün hepsi sapıklıktır ve o İslâmiyet’in zıddıdır. Dolayısıyla bir millet sayılmışlardır.
Mîras bırakanla mîrasçının ülkelerinin ayrı olması: Bir harbî (Müslüman memleketiyle anlaşma yapmamış kâfir devleti vatandaşı), kendi memleketinde ölüp, İslâm memleketinde zımmî (Müslüman memleketinin egemenliğini kabul etmiş ve orada yaşayan gayr-i müslim) bir oğlu bulunsa, yahut İslâm memleketinde bir zımmî ölüp, düşman memleketinde babası bulunsa, memleketlerinin ayrı olması sebebiyle dinleri bir olsa bile birbirlerine vâris olamazlar.
Meselâ: Bir harbî eman (izin) ile İslâm memleketine gelse, o memlekette de bir zımmî kardeşi olsa, o harbî ölse, zımmî olan kardeşi ona bile vâris olamaz. Her ne kadar memleket, hakikatte bir ise de, hükmen ayrıdır. Ancak bu uygulama Müslümanlar için geçerli değildir.
[1] Mîrasın diğer kısmı babaları ve amcaları gibi asabeden bulunuyorsa onlara düşer. Eğer bunlarda bulunmazsa tamamı kızlara verilir.
[2] Gerisi babaya verilir.
[3] Gerisi babaya verilir. Baba yaşamıyor ise, altıda bir anneye, geri kalan da kardeşlerine verilir ki, erkek kardeşe üçte iki ve kız kardeşe de üçte bir hisse verilir.
[4] Sünen-i İbn-i Mâce, Ferâiz 1.
[5] Sünen-i Tirmizî, Ferâiz, 3; Sünen-i İbn-i Mâce, Ferâiz, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 14270.
[6] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 2, s. 292.
[7] Babanın yokluğunda dede de baba mertebesindedir. Baba ile birlikte mîrasçı olanlar, dede ile birlikte de mîrasçı olurlar. Baba sebebiyle mîrastan düşenler, dede sebebiyle de düşerler. Aynı şekilde nineye de mîrasın altıda biri verilir. Bu hüküm sahih dede ve nine için geçerlidir. Sahih dede, ölüye nispetinde araya anne girmeyen kimsedir. Sahih nine de, ölüye nispetin de araya fâsid dede girmeyen kimsedir. (Bakınız: Sünen-i Ebû Dâvud, Ferâiz 5)
[8] Hadis-i Şerif’lerde belirtildiğine göre; azat edilen köle veya cariye ölür de neseben asabesi (mîrasçısı) yoksa onu azat etmiş olan efendisi ona Asabe olur. (Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 5147, 5150)
[9] Sahih-i Buharî, Ferâiz 5; Sahih-i Müslim, Ferâiz 2, 3; Sünen-i Tirmizî, Ferâiz 8.
[10] Sünen-i Tirmizî, Ferâiz 17; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4709.
[11] Sahih-i Buhârî, Ferâiz 26; Sahih-i Müslim, Ferâiz 1, Sünen-i Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Sünen-i Tirmizî, Ferâiz 15.
[12] el-Mevsilî, Kitâb’ul-İhtiyâr, c. 5, s. 140.
﴿ وَلَكُمْ نِصْفُ مَا تَرَكَ اَزْوَاجُكُمْ اِنْ لَمْ يَكُنْ لَهُنَّ وَلَدٌۚ فَاِنْ كَانَ لَهُنَّ وَلَدٌ فَلَكُمُ الرُّبُعُ مِمَّا تَرَكْنَ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوص۪ينَ بِهَٓا اَوْ دَيْنٍۜ وَلَهُنَّ الرُّبُعُ مِمَّا تَرَكْتُمْ اِنْ لَمْ يَكُنْ لَكُمْ وَلَدٌۚ فَاِنْ كَانَ لَكُمْ وَلَدٌ فَلَهُنَّ الثُّمُنُ مِمَّا تَرَكْتُمْ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ تُوصُونَ بِهَٓا اَوْ دَيْنٍۜ وَاِنْ كَانَ رَجُلٌ يُورَثُ كَلَالَةً اَوِ امْرَاَةٌ وَلَهُٓ اَخٌ اَوْ اُخْتٌ فَلِكُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا السُّدُسُۚ فَاِنْ كَانُٓوا اَكْثَرَ مِنْ ذٰلِكَ فَهُمْ شُرَكَٓاءُ فِي الثُّلُثِ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصٰى بِهَٓا اَوْ دَيْنٍۙ غَيْرَ مُضَٓارٍّۚ وَصِيَّةً مِنَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَل۪يمٌۜ ﴿١٢﴾ ﴾
12. Eğer ölen zevcelerinizin çocuğu olmazsa mîrasının yarısı,[1] çocuğu olursa dörtte biri sizindir. Bu taksim, ölenin vasiyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra yapılır. Eğer sizin çocuklarınız olmazsa, mîrasınızın dörtte biri, çocuklarınız olursa, mîrasınızın sekizde biri zevcelerinizindir.[2] Bu taksim, yaptığınız vasiyet yerine getirildikten ve borcunuz ödendikten sonra yapılır. Bir erkek veya kadın vefât eder, çocuğu ve babası olmayıp anneleri bir olan bir erkek veya bir kız kardeşi olursa, bunlardan her birine mîrasın altıda biri verilir. Erkek ve kız kardeş birden fazla olursa da, mîrasın üçte biri aralarında eşit olarak taksim edilir.[3] Bu taksim, zarar kastı olmaksızın yapılmış olan vasiyetin yerine getirilmesinden ve borcun ödenmesinden sonra yapılır. Allah’ın emri böyledir. Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, Halîm’dir (cezâ vermekte acele etmez).
İzah: Bir kimse sağlıklı iken malını istediği gibi tasarruf etme hakkına sahiptir. Ancak kişi ölüm döşeğinde iken artık mîras hukuku uygulanır. O kimse vârisler hâriç, ancak malının üçte birini vasiyet edebilir.[4] İşte âyette geçtiği üzere zarar verici olmayan vasiyet budur.
Sa’d b. Mâlik Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
عَادَنِي رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَأَنَا مَرِيضٌ فَقَالَ أَوْصَيْتَ قُلْتُ نَعَمْ قَالَ بِكَمْ قُلْتُ بِمَالِي كُلِّهِ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ قَالَ فَمَا تَرَكْتَ لِوَلَدِكَ قُلْتُ هُمْ أَغْنِيَاءُ بِخَيْرٍ قَالَ أَوْصِ بِالْعُشْرِ فَمَا زِلْتُ أُنَاقِصُهُ حَتَّى قَالَ أَوْصِ بِالثُّلُثِ وَالثُّلُثُ كَثِيرٌ (ت ن عن سعد بن مالك)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ben hasta iken ziyaretime geldi ve ″Vasiyet ettin mi?″ diye sordu. ″Evet,″ dedim. ″Ne kadar vasiyet ettin?″ dedi. ″Malımın tamamını Allah yolunda vakfettim″ deyince, bana: ″Çocuklarına ne bıraktın?″ dedi. ″Onlar iyidirler, ihtiyaçları yoktur″ dedim. Buyurdu ki: ″Onda birini vasiyet et.″ Ben bunu çok az buldum, devamlı olarak oranı artırmaya çalışıyordum, nihâyet üçte bir deyince: ″Üçte bir de dur. Hattâ üçte bir de çoktur″ buyurdu.[5]
Kişinin, mîras düşen kimselere vasiyet yapamayacağına dâir Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ اللّٰهَ قَدْ أَعْطَى كُلَّ ذِي حَقٍّ حَقَّهُ فَلَا وَصِيَّةَ لِوَارِثٍ (ت ن عن عمرو بن خارجة)
″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, her hak sahibine hakkını verdi. Bu sebeple vârise vasiyet yoktur.″[6]
Oğlu, kızı, oğlunun oğlu veya kızı, annesi, babası, dedesi olmayan ve bu durumda ölenlerin, anne ve babaları bir veya yalnız babaları bir olan kardeşleri varsa, bunlarla ilgili hüküm için de Sûre-i Nisâ, Âyet 176’ya bakınız.
Ayrıca Âyet-i Kerîme’de geçen ″Bu taksim, zarar kastı olmaksızın yapılmış olan vasiyetin yerine getirilmesinden ve borcun ödenmesinden sonra yapılır″ buyruğuna bakıldığında, sıra olarak önce vasiyet sonra borç ibâresi geçmektedir. Bu hususta Hz. Ali’den şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَضَى بِالدَّيْنِ قَبْلَ الْوَصِيَّةِ، وَأَنْتُمْ تُقِرُّونَ الْوَصِيَّةَ قَبْلَ الدَّيْنِ (ه عن على)
″Şüphesiz ki Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, ölen kimsenin borcunun vasiyetten önce ödenmesine hükmetti. Halbuki siz Kur’ân’da sıra olarak vasiyeti borçtan önce okumaktasınız.″[7]
[1] Diğer yarısı da, kadının asabeden olan akrabalarına veya diğer yakın akrabalarına ait olur. Onlardan da hiçbirisi bulunmazsa da, Beyt’ul-Mala kalır. Meselâ: Bir kadının kocasıyla bir de amcası bulunsa, bıraktığı malının yarısı kocasına, diğer yarısı da amcasına verilir.
[2] Ölen kimsenin çocuğu olmaz ve bir kaç tane zevcesi olsa da sâdece dörtte bir alma hakkı vardır. Yâni, bir kadın olsa hakkı dörtte birdir. İki, üç, dört kadın olsa da dörtte bir alır ve onu aralarında taksim ederler.
[3] Yani bir erkeğin veya bir kadının babası, çocuğu olmayıp da; kardeşleri veya amcaları gibi vârisleri tarafından mîrasına konuluyor da o vefât etmiş olanın ana tarafından bir erkek kardeşi veya bir kız kardeşi bulunuyorsa o ana bir erkek veya kız kardeşten her birine de mîrastan altıda bir hisse vardır. Burada oğlan ile kız kardeşler eşittir. Eğer bu ana bir erkek kardeşler ile kız kardeşler birden fazla iseler mîrasın üçte birinde ortaktırlar. Mîrasın kalanı da diğer ashâb-ı ferâiz’den ve asabeden olanlara ait olur.
[4] Yine bir kimse sağlıklı iken, ben öldükten sonra diyerek vasiyette bulunursa, bu kişinin durumu da ölüm döşeğindeki kişinin durumu gibidir.
[5] Sahih-i Buhârî , Vesâya 2; Sünen-i Nesâî, Vesâya 3.
[6] Sünen-i Tirmizî, Vesâya 5, Sünen-i Nesâî, Vesâya 5.
[7] Sünen-i İbn-i Mâce, Vesâyâ 7.
﴿ تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِۜ وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ وَذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ ﴿١٣﴾ وَمَنْ يَعْصِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا خَالِدًا ف۪يهَاۖ وَلَهُ عَذَابٌ مُه۪ينٌ۟ ﴿١٤﴾ ﴾
13-14. İşte (mîras hakkındaki) bu ahkâm, Allah’ın hudûdudur. Her kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse, Allah’u Teâlâ onu altlarından nehirler akan Cennetlere girdirir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. İşte bu, büyük bir kurtuluştur.* Her kim de Allah’a ve Resûlüne isyan edip hudûdu ahkâmını çiğnerse, Allah’u Teâlâ onu Cehenneme girdirir. Onlar da orada ebedî kalacaklardır. Ve onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.
İzah: Vasiyette adâletli olmak gerektiğine dâir Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ الرَّجُلَ لَيَعْمَلُ بِعَمَلِ أَهْلِ الْخَيْرِ سَبْعِينَ سَنَةً فَإِذَا أَوْصَى حَافَ فِي وَصِيَّتِهِ فَيُخْتَمُ لَهُ بِشَرِّ عَمَلِهِ فَيَدْخُلُ النَّارَ وَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَعْمَلُ بِعَمَلِ أَهْلِ الشَّرِّ سَبْعِينَ سَنَةً فَيَعْدِلُ فِي وَصِيَّتِهِ فَيُخْتَمُ لَهُ بِخَيْرِ عَمَلِهِ فَيَدْخُلُ الْجَنَّةَ قَالَ ثُمَّ يَقُولُ أَبُو هُرَيْرَةَ وَاقْرَءُوا إِنْ شِئْتُمْ {تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ إِلَى قَوْلِهِ عَذَابٌ مُهِينٌ} (حم عن ابى هريرة)
″Bir adam yetmiş sene hayır ehlinin işlediği amelleri işler de vasiyette bulunduğunda vasiyetinde adâletten saparsa, amel defteri bu kötü ameli ile kapatılır ve Cehenneme girer. Bir adam da yetmiş sene kötülük ehlinin yaptığı amelleri yapar da vasiyetinde adâletten ayrılmazsa, amel defteri hayırla kapanır ve Cennete girer.″ Sonra Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu: ″Dilerseniz, Sûre-i Nisâ, Âyet 13-14’ü okuyun″ buyurdu.[1]
Bu Hadis-i Şerif’te, vasiyette bulunan kişinin, vasiyette bilerek Allah’ın emrine karşı gelip adâletten ayrılma durumu örnek olarak verilmiştir. Âyet-i Kerîme’de mîras emriyle ilgili olarak Allah’u Teâlâ: ″Her kim de Allah’a ve Resûlüne isyan edip hudûdu ahkâmını çiğnerse, Allah’u Teâlâ onu Cehenneme girdirir…″ diye buyurduğu için bu hüküm, vasiyeti yerine getirme hususunda ve mîras taksiminde, Allah’ın hudûdu ahkâmını çiğneyerek Allah’ın emrine karşı gelen herkes için geçerlidir.
Allah’ın hudûdu ahkâmını aşmadan vasiyeti yerine getiren ve mîras taksimini haksızlık yapmadan paylaşan kişiler için de, günahkâr da olsalar, bunların günahlarının affedilip Cennete girecekleri vaad edilmiştir.
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 23623.
﴿ وَالّٰت۪ي يَأْت۪ينَ الْفَاحِشَةَ مِنْ نِسَٓائِكُمْ فَاسْتَشْهِدُوا عَلَيْهِنَّ اَرْبَعَةً مِنْكُمْۚ فَاِنْ شَهِدُوا فَاَمْسِكُوهُنَّ فِي الْبُيُوتِ حَتّٰى يَتَوَفّٰيهُنَّ الْمَوْتُ اَوْ يَجْعَلَ اللّٰهُ لَهُنَّ سَب۪يلًا ﴿١٥﴾ وَالَّذَانِ يَأْتِيَانِهَا مِنْكُمْ فَاٰذُوهُمَاۚ فَاِنْ تَابَا وَاَصْلَحَا فَاَعْرِضُوا عَنْهُمَاۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ تَوَّابًا رَح۪يمًا ﴿١٦﴾ ﴾
15-16. Zinâ eden kadınlarınız hakkında dört erkek şâhit dinleyin. Onlar şâhitlik ederlerse, zinâ eden kadını ölünceye yahut Allah katından diğer bir emir gelinceye kadar evlerinde hapsedin.* Sizden bir kadın ile erkek zinâ ederse, onlara eziyet edin (azarlayın veya darp edin). Eğer tevbe edip ıslah olurlarsa, eziyetten vazgeçin. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, tevbeleri çok kabul edendir ve çok merhametlidir.
İzah: Sûre-i Nisâ, Âyet 15-16, daha sonra inen Sûre-i Nûr, Âyet 2 ile nesh edilmiş ve hükmü tamamen kaldırılmıştır.[1]
Bu hususta Hasan-ı Basrî Hazretleri de şöyle buyurmuştur:
Zinâ cezâsıyla ilgili olarak nâzil olan ilk âyet, Sûre-i Nisâ, Âyet 16’dır. Bu âyet, zinâ yapanlara sâdece eziyet edilmesini emretmektedir. Bundan önceki Sûre-i Nisâ, Âyet 15 ise, hapis cezâsı verilmesini hükme bağlamaktadır. Nûr Sûresi’nin ikinci âyetinden onuncu âyetine kadar olan âyetler ise, zinâ hakkında inen en son âyetlerdir. Bu itibarla zinâ yapanlar bekar iseler, kendilerine yüz sopa vurulur. Eğer biri evli diğeri bekar ise evliye recm bekara sopa cezâsı tatbik edilir. Bu sebeple bu sûrenin on beşinci ve on altıncı âyetleri mensuhtur (hükmü kaldırılmıştır).
Recm hakkında daha geniş bilgi için de Sûre-i Mâide, Âyet 15-16 ve 41-42’nin izahlarına bakınız.
[1] Bakınız: Kütüb-i Sitte, Hadis No: 1590.
﴿ اِنَّمَا التَّوْبَةُ عَلَى اللّٰهِ لِلَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ السُّٓوءَ بِجَهَالَةٍ ثُمَّ يَتُوبُونَ مِنْ قَر۪يبٍ فَاُو۬لٰٓئِكَ يَتُوبُ اللّٰهُ عَلَيْهِمْۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَل۪يمًا حَك۪يمًا ﴿١٧﴾ وَلَيْسَتِ التَّوْبَةُ لِلَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّـَٔاتِۚ حَتّٰٓى اِذَا حَضَرَ اَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ اِنّ۪ي تُبْتُ الْـٰٔنَ وَلَا الَّذ۪ينَ يَمُوتُونَ وَهُمْ كُفَّارٌۜ اُو۬لٰٓئِكَ اَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا اَل۪يمًا ﴿١٨﴾ ﴾
17-18. Allah’u Teâlâ’nın kabul edeceğini vaad buyurduğu tevbe, o kimseler içindir ki, cehaletle bir günah işlerler de sonra çok geçmeden tevbe ederler. İşte Allah’u Teâlâ, bunların tevbelerini kabul buyurur. Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.* Yoksa günahlar işleyip de kendisine ölüm hâli gelince, ″Ben şimdi tevbe ettim″ diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbeleri kabul olunmaz. İşte Biz, onlar için elim bir azap hazırladık.
İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ اللّٰهَ يَقْبَلُ تَوْبَةَ الْعَبْدِ مَا لَمْ يُغَرْغِرْ (ت عن ابن عمر)
″Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, kulunun tevbesini can gırtlağa gelmedikçe kabul eder.″[1]
[1] Sünen-i Tirmizî, Daavât 52; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 9748.
﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا يَحِلُّ لَكُمْ اَنْ تَرِثُوا النِّسَٓاءَ كَرْهًاۜ وَلَا تَعْضُلُوهُنَّ لِتَذْهَبُوا بِبَعْضِ مَٓا اٰتَيْتُمُوهُنَّ اِلَّٓا اَنْ يَأْت۪ينَ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍۚ وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِۚ فَاِنْ كَرِهْتُمُوهُنَّ فَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْـًٔا وَيَجْعَلَ اللّٰهُ ف۪يهِ خَيْرًا كَث۪يرًا ﴿١٩﴾ ﴾
19. Ey îman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. (Zinâ ve isyankârlık gibi) açık bir hayâsızlık yapmadıkça, onlara verdiğiniz mehrin bir kısmını geri almak için onları sıkıştırmayın. Zevcelerinizle güzel geçinin. Şâyet onların davranışlarından hoşlanma-yacak olursanız; umulur ki sizin hoşunuza gitmeyen bir şeyde, Allah’u Teâlâ birçok hayır takdir eder.
İzah: Câhiliye devrinde bir erkek öldüğü zaman, babası veya kardeşi yahut oğlu gibi en yakın olan vârisi, o ölenin karısını da mîrastan sayarak ona vâris olmak isterdi. Kadına evvelki mehrinden başka mehir vermeksizin onu zorla kendisine alır veya o kadını başkasına vererek mehri kendi alır yahut bu kadını kocasından alacağı mîrastan vazgeçirmek için başkasına varmaktan menederdi. Kadın ancak bir akrabasının yanına giderse, hürriyetine sahip olabilirdi.
İşte bu Âyet-i Kerîme, bu çok çirkin olan âdeti kaldırmakta ve kadının bir mal gibi mîras olarak alınamayacağını beyan etmektedir.[1]
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Şâyet onların davranışlarından hoşlan-mayacak olursanız; umulur ki sizin hoşunuza gitmeyen bir şeyde, Allah’u Teâlâ birçok hayır takdir eder″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta da Dahhâk Hazretleri şöyle buyurmuştur: ″Karı koca arasında bir tartışma çıktığı zaman, erkek acele edip de kadını boşamaya kalkmasın. Bunun yerine ağırdan alıp sabretsin. Belki de Allah’u Teâlâ, o kadın sebebiyle kendisine seveceği pek çok şey gösterecektir.″[2]
[1] Sahih-i Buhâri, Tefsir-i Nisâ 6, İkrah 5; Sünen-i Ebû Dâvud, Nikah 23.
[2] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 4, s. 290.
﴿ وَاِنْ اَرَدْتُمُ اسْتِبْدَالَ زَوْجٍ مَكَانَ زَوْجٍۙ وَاٰتَيْتُمْ اِحْدٰيهُنَّ قِنْطَارًا فَلَا تَأْخُذُوا مِنْهُ شَيْـًٔاۜ اَتَأْخُذُونَهُ بُهْتَانًا وَاِثْمًا مُب۪ينًا ﴿٢٠﴾ وَكَيْفَ تَأْخُذُونَهُ وَقَدْ اَفْضٰى بَعْضُكُمْ اِلٰى بَعْضٍ وَاَخَذْنَ مِنْكُمْ م۪يثَاقًا غَل۪يظًا ﴿٢١﴾ ﴾
20-21. Eğer bir zevceyi boşayıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, evvelkine verdiğiniz mehir ne kadar çok olursa olsun, ondan bir şey almayın. Mehir olarak verdiğiniz şeyi iftira ederek geri almak, zulüm ve vebal olduğu halde yine alır mısınız?* Nasıl alırsınız? Halbuki aranızda ilişki meydana geldi ve onlar sizden muhabbet ve iyi geçim için kuvvetli bir ahid aldılar.
İzah: Câhiliye devrinde mehir vermekten kurtulmak için erkek, karısına zinâ etti diyerek iftirada bulunur ve böylece mehir vermezdi. İşte Allah’u Teâlâ bu çirkin âdeti tamamen ortadan kaldırmıştır.
İbn-i Kesir, tefsirinde bu âyetleri izah ederken Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in örnek hayatından şöyle bahsetmektedir:
Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 228’de: ″Kocaların kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da kocaları üzerinde hakları vardır″ diye buyuruyor. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:
خَيْرُكُمْ خَيْرُكُمْ لِأَهْلِهِ وَأَنَا خَيْرُكُمْ لِأَهْلِي (ه عن ابن عباس)
″Sizin en hayırlınız ailesine en hayırlı olanınızdır. Ben, ailesine en hayırlı olanınızım″[1] buyuruyor. Güzel geçim, devamlı güler yüzlülük, ehli ile oynaşmak, onlarla şakalaşmak, onların nafakasını (geçimini) geniş tutmak ve kadınlarını güldürmek Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huylarındandı. O kadar ki, Mü’minlerin annesi Hz. Âişe ile yarışır ve bu davranışı ile ona olan sevgisini gösterirdi.
Âişe annemiz şöyle diyor:
- Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem benim ile yarıştı ve ben onu geçtim. Bu, benim şişmanlamamdan önce idi. Ben şişmanladıktan sonra, yarıştığımızda ise o beni geçti ve ″İşte bu, seninkine bir karşılıktır″ buyurdu. Peygamberimizin eşleri onun akşamlayacağı evde her akşam toplanırlar, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bâzı kere akşam yemeğini onlarla birlikte yer, sonra her biri kendi evine giderdi. Resûlullah Efendimiz, hanımı ile bir örtü altında uyurlar, omuzundan ridâsını bırakır ve izar ile uyurdu. Yatsı namazını kıldıktan sonra evine girer, uyumazdan önce ehli ile bir miktar sohbet eder ve böylece onlara yakınlık sağlardı. Allah’u Teâlâ: ″Yemin olsun ki Resûlullah’ta, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenler için güzel bir numune vardır″[2] diye buyuruyor.[3]
[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Nikah 50.
[2] Sûre-i Ahzâb, Âyet 21.
[3] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 2, s. 242.
﴿ وَلَا تَنْكِحُوا مَا نَكَحَ اٰبَٓاؤُ۬كُمْ مِنَ النِّسَٓاءِ اِلَّا مَا قَدْ سَلَفَۜ اِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةً وَمَقْتًاۜ وَسَٓاءَ سَب۪يلًا۟ ﴿٢٢﴾ ﴾
22. Babalarınızın evlendiği kadınlar ile evlenmeyin. Câhiliye devrinde geçen geçmiştir. Şüphesiz bu, çok çirkin ve Allah’ın gazabını gerektiren bir iştir ve kötü bir yoldur.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile câhiliye devrinde, babalarının evlendiği kadınlarla evlenmek gibi çirkin ve kötü olan adetler vardı. Artık bunlar, kesin olarak yasaklandı ve İslâmiyet’te böyle kötü ve çirkin olan işlerin yerinin olmadığı açıkça beyan edildi.
Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebi şöyle nakledilmiştir:
Ebû Kays İbn-i el-Eslet Radiyallâhu anhu öldüğünde ki o zât, Ensârın sâlih kişilerindendi. Oğlu Kays, onun karısıyla evlenmek istedi. Kadın:
- Ben seni bir oğul olarak görüyorum, sen kavminin sâlihlerindensin. Ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gidip danışacağım, dedi ve Resûlü Ekrem’e gelerek, ″Ebû Kays öldü″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:
- Hayırdır, buyurdu. Kadın:
- Oğlu Kays, beni istedi. Halbuki o, kavminin sâlihlerindendir. Ben onu sâdece bir oğul olarak görüyorum. Ne emredersin? diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona:
- Evine dön ve bekle, diye buyurdu ve ″Babalarınızın evlendiği kadınlar ile evlenmeyin…″ diye devam eden Sûre-i Nisâ, Âyet 22 nâzil oldu.
Bu hususta Berâ İbn-i Âzib Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
مَرَّ بِي عَمِّي الْحَارِثُ بْنُ عَمْرٍو وَمَعَهُ لِوَاءٌ قَدْ عَقَدَهُ لَهُ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقُلْتُ لَهُ أَيْ عَمِّ أَيْنَ بَعَثَكَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ بَعَثَنِي إِلَى رَجُلٍ تَزَوَّجَ امْرَأَةَ أَبِيهِ فَأَمَرَنِي أَنْ أَضْرِبَ عُنُقَهُ (حم عن البراء بن عازب)
Bana amcam Hâris İbn-i Amr uğradı. Yanında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in, kendisine verdiği bir de sancak vardı. Ben: ″Ey Amca! Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem seni nereye gönderdi?″ diye sordum. Şöyle dedi: ″Beni babasının hanımı ile evlenen bir adama gönderdi ve boynunu vurmamı emretti.″[1]
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 17841.
﴿ حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ اُمَّهَاتُكُمْ وَبَنَاتُكُمْ وَاَخَوَاتُكُمْ وَعَمَّاتُكُمْ وَخَالَاتُكُمْ وَبَنَاتُ الْاَخِ وَبَنَاتُ الْاُخْتِ وَاُمَّهَاتُكُمُ الّٰت۪ٓي اَرْضَعْنَكُمْ وَاَخَوَاتُكُمْ مِنَ الرَّضَاعَةِ وَاُمَّهَاتُ نِسَٓائِكُمْ وَرَبَٓائِبُكُمُ الّٰت۪ي ف۪ي حُجُورِكُمْ مِنْ نِسَٓائِكُمُ الّٰت۪ي دَخَلْتُمْ بِهِنَّۘ فَاِنْ لَمْ تَكُونُوا دَخَلْتُمْ بِهِنَّ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْۘ وَحَلَٓائِلُ اَبْنَٓائِكُمُ الَّذ۪ينَ مِنْ اَصْلَابِكُمْۙ وَاَنْ تَجْمَعُوا بَيْنَ الْاُخْتَيْنِ اِلَّا مَا قَدْ سَلَفَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ غَفُورًا رَح۪يمًاۙ ﴿٢٣﴾ ﴾
23. Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları ve kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren sütanneleriniz, süt kız kardeşleriniz, zevcelerinizin anneleri, kendileriyle zifafa girdiğiniz zevcelerinizin diğer kocasından olan kızları ile evlenmek size haram kılındı. Kendisiyle zifafa girmediğiniz zevcelerin kızlarıyla evlenmekte ise vebal yoktur. Kendi oğullarınızın zevceleriyle evlenmek ve (neseben yahut süt kardeş olan) iki kız kardeşi birlikte almak dahi sizin için haram kılındı. Câhiliye devrinde geçen geçmiştir. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de evlenilmesi yasaklananlar genel olarak şöyledir[1]:
- Yakınlık bakımından haram olanlar: Anneler, kız kardeşler, halalar, teyzeler, erkek kardeşin kızları, kız kardeşin kızları.
İster anne, ister baba tarafından olsun bütün nineler de anne hükmündedir. Çünkü anne deyimi, onlara da şâmildir. Yahut onlarla evlenmenin haram olması icmâ ile sâbittir. Hala, teyze ve kardeş deyimleri de genel olup, anne baba bir, yalnız baba bir veya yalnız anne bir olanların hepsine şâmildir.
- Akrabalık bakımından haram olanlar: Babasının karısı, oğlunun karısı, karısının annesi, karısının kızları.
- Süt emme bakımından haram olanlar. Süt emen erkek veya kız çocuğuna haram olanlar: Sütannesi, sütnineleri, süt kardeşleri, süt kardeş-lerinin çocukları, süt halası ve teyzesi, süt amca ve dayıları vs.[2] Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اِنَّ اللّٰهِ حَرَّمَ مِنَ الرَّضَاعِ مَا حَرَّمَ مِنَ النَّسَبِ (ت عن على)
″Allah’u Teâlâ, nesep ile haram ettiğini, süt ile de haram etti.″[3]
- İki kız kardeşi bir nikahta bulundurmak haramdır. İki süt kız kardeşi aynı nikâhta bulundurmak da haramdır. Yani bir kız kardeş ile evli iken, diğer kız kardeşi de nikahına alamaz.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَلَا يَجْمَعَنَّ مَاءَهُ فِي رَحِمِ أُخْتَيْنِ.
″Kim Allah’a ve âhiret gününe îman etmişse, suyunu iki kız kardeşin rahmine toplamasın.″[4]
- Musâhere (evlenme ile meydana gelen akrabalık) bakımından haram olanlar; karısının önceki kocasından olan kızı ve karısının annesi kocasına haramdır. Kocanın, oğlu ve babası da kadına haramdır.
- Mecûsi ve putperest olan kadınlarla evlenmek haramdır. Ancak Ehl-i Kitap olan iffetli bir kadınla evlenilmesi sahihtir.[5] Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Mâide, Âyet 5’te şöyle buyurmuştur:
″… Ehl-i Kitap’tan olan hür ve iffetli kadınlarla evlenmeniz de size helâldir…″ Fakat aslâ bir Müslüman kız veya kadın, Ehl-i Kitab’a verilemez, haramdır. Ayrıca Müslüman kadınlar, İslâm’ın dışında olan hiç kimseyle evlenemez, haramdır.
- Şeriatın belirlemiş olduğu sayıdan fazlasını almak haramdır.[6] Yani bir kölenin iki kadından fazla ve hür olan kimsenin de dört kadından fazla kadını nikâhı altında bulundurması haramdır. Hanefi Mezhebi’ne göre köle, hür olan kimsenin sahip olduğunun yarısına sahiptir.
- Başkasının nikahlısı olan ve iddet bekleyen kadını nikah etmek de haramdır.
İmam-ı Âzam ve İmam Muhammed’e göre, zinâdan hâmile olan kadının nikâhı câizdir. Çocuğu doğurmadan nikahlanabilir.
Ayrıca bir kimsenin kendisine haram kılınan kadınlarla baş başa kalmasının câiz olmadığına dâir Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أُوصِيكُمْ بِأَصْحَابِي ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ يَفْشُو الْكَذِبُ حَتَّى يَحْلِفَ الرَّجُلُ وَلَا يُسْتَحْلَفُ وَيَشْهَدَ الشَّاهِدُ وَلَا يُسْتَشْهَدُ أَلَا لَا يَخْلُوَنَّ رَجُلٌ بِامْرَأَةٍ إِلَّا كَانَ ثَالِثَهُمَا الشَّيْطَانُ عَلَيْكُمْ بِالْجَمَاعَةِ وَإِيَّاكُمْ وَالْفُرْقَةَ فَإِنَّ الشَّيْطَانَ مَعَ الْوَاحِدِ وَهُوَ مِنَ الِاثْنَيْنِ أَبْعَدُ مَنْ أَرَادَ بُحْبُوحَةَ الْجَنَّةِ فَلْيَلْزَمْ الْجَمَاعَةَ مَنْ سَرَّتْهُ حَسَنَتُهُ وَسَاءَتْهُ سَيِّئَتُهُ فَذَلِكُمْ الْمُؤْمِنُ (ت عن ابن عمر)
″Size Ashâbımı, sonra onların peşinden gelenleri ve sonra bunların peşinden gelenleri vasiyet ederim (sakın aleyhlerinde olmayın). Sonra yalan yaygınlaşır. Öyle ki, kişi kendinden yemin etmesi istenmeden yemin eder. Şâhit de, istenilmeden şâhitlik yapar. Dikkat edin! Bir erkek yabancı bir kadınla aslâ yalnız kalmasın, yoksa üçüncüleri şeytan olur. Size, Ehl-i Sünnet toplumuna devam etmenizi vasiyet ederim, tefrikaya (ayrılığa) düşmeyin. Zîrâ şeytan, tek insanla beraberdir. Halbuki o, iki kişiye daha uzaktır. Cennetin ortasını isteyen kimse, Ehl-i Sünnet toplumuna yapışsın. Kim iyilik yapınca sevinir, günah işleyince de üzülürse, işte o kimse Mü’mindir.″[7]
Yine âyette: ″Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَلّٰهُ أَرْحَمُ بِعِبَادِهِ مِنْ هَذِهِ بِوَلَدِهَا (خ م عن ابى هريرة)
″Bir annenin çocuğuna olan merhametinden, Allah’ın kullarına olan merhameti çok daha fazladır.″[8]
[1] Bu konu, Mülteka Tercümesi , Mevkûfat, c. 1, s. 214-219’dan özetlenerek alınmıştır.
[2] Süt hısımlığı hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 233’ün izahına bakınız.
[3] Sünen-i Tirmizî, Radâ l; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 5669.
[4] Mülteka Tercümesi, Mevkûfat, c. 1, s. 214-219.
[5] Sûre-i Bakara, Âyet 221.
[6] Sûre-i Nisâ, Âyet 3.
[7] Sünen-i Tirmizî, Fiten 7; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 158/1.
[8] Sahih-i Buhârî, Edeb 18, Sahih-i Müslim, Tevbe 4 (22).
﴿ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ النِّسَٓاءِ اِلَّا مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْۚ كِتَابَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْۘ وَاُحِلَّ لَكُمْ مَا وَرَٓاءَ ذٰلِكُمْ اَنْ تَبْتَغُوا بِاَمْوَالِكُمْ مُحْصِن۪ينَ غَيْرَ مُسَافِح۪ينَۜ فَمَا اسْتَمْتَعْتُمْ بِه۪ مِنْهُنَّ فَاٰتُوهُنَّ اُجُورَهُنَّ فَر۪يضَةًۜ وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ ف۪يمَا تَرَاضَيْتُمْ بِه۪ مِنْ بَعْدِ الْفَر۪يضَةِۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَل۪يمًا حَك۪يمًا ﴿٢٤﴾ ﴾
24. Kocası olan kadınlarla evlenmek de size haram kılındı. Ancak elinizin altında bulunan câriyeler müstesnâ. Bu yasaklanan hususlardan sakınmayı Allah’u Teâlâ size farz kıldı. Evlenilmesi yasaklanan bu kadınların hâricindekileri ise, iffetli olmak ve zinâ etmemek şartıyla mallarınızla (mehir ve câriyelerin değerlerini vermek sûretiyle) meşrû olarak istemeniz size helâl kılındı. Zifafa girdiğiniz zevcelerinizin mehirlerini tamamen vermeniz lâzımdır. Ancak iki tarafın da rızâsı ile mehri fazla veya eksik vermekte veya tamamen bağışlamakta bir vebâl yoktur. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
İzah: Allah’u Teâlâ bu âyette, evli olan kadınlarla evlenmenin haram olduğunu bildirmekte, ancak cihat sırasında kâfirlerden esir alınan evli kadınları istisnâ etmektedir. Bunlar câriye olup sahiplerine helâldirler. Bunların ganîmet olarak alınmaları, kocalarıyla evlilik bağını koparır. Bu sebeple bu kadınlarla iddetleri bittikten sonra evlenmek câizdir.
Nitekim bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dâir Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise anlatılmıştır:
أَنَّ نَبِيَّ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَوْم حُنَيْن بَعَثَ جَيْشًا إِلَى أَوْطَاس, فَلَقُوا عَدُوًّا فَأَصَابُوا سَبَايَا لَهُنَّ أَزْوَاج مِنَ الْمُشْرِكِينَ فَكَانَ الْمُسْلِمُونَ يَتَأَثَّمُونَ مِنْ غِشْيَانهنَّ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى هَذِهِ الْآيَة: {وَالْمُحْصَنَات مِنَ النِّسَاء إِلَّا مَا مَلَكَتْ أَيْمَانكُمْ} أَيْ هُنَّ حَلَال لَكُمْ إِذَا مَا اِنْقَضَتْ عِدَدهنَّ (م عن ابى سعيد الخدرى(
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Huneyn Savaşı’ndan sonra Evtas denen yere asker gönderdi. Düşmanla karşılaşıp savaştılar. Neticede gâlip geldiler. Ganîmetler ve cariyeler aldılar. Fakat bu Sahâbîler, aldıkları câriyelerin, müşriklerden kocaları bulunması sebebiyle onlara yaklaşmaktan kaçındılar. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ: ″Kocası olan kadınlarla evlenmek de size haram kılındı. Ancak elinizin altında bulunan câriyeler müstesnâ…″ diye devam eden Sûre-i Nisâ, Âyet 24’ü indirdi. Yani câriyeler, iddetleri bittikten sonra, esir düşmeden önce evli olmalarına bakılmaksızın Mü’minlere helâl kılındı.[1]
Bir erkek harp yurdundan esir olarak getirilmiş olan bir kadın ile evlense veya ona mâlik olsa, o kadın bir hayız görmedikçe ve hayız görmeyen bir kadın ise bir ay geçmedikçe ona yaklaşamaz. Bu bir istibrâ[2] meselesidir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Evtas câriyeleri″ hakkında şöyle buyurmuştur:
لَا تُوطَأُ حَامِلٌ حَتَّى تَضَعَ وَلَا غَيْرُ ذَاتِ حَمْلٍ حَتَّى تَحِيضَ حَيْضَةً (د عن ابى سعيد الخدرى)
″Hâmile olanlar doğum yapmadan, hâmile olmayanlar ise bir defa âdet görmeden onlarla birlikte olmayın.″[3]
[1] Sahih-i Müslim, Radâ, 33; Sünen-i Ebû Dâvud, Nikah 45; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 5.
[2] İstibrâ:Kadının rahminde çocuğun olmadığını tespit etmek anlamına gelir. Bu ise, hâmile kadının çocuğu doğurmasıyla, hâmile olmayan kadının ise bir adet görüp temizlenmesiyle anlaşılır. Bu adet süresinin azami gün sayısı; Hanefilere göre on gündür, Şâfiilere göre ise on beş gündür. Bu sûrenin bitiminden sonra kadın artık temizlenmiş sayılır. Hanefi Mezhebi’ne göre, adet müddetinin en azı üç gündür.
[3] Sünen-i Ebû Dâvud, Nikah 44; Sünen-i Dârimî, Talak 18.
﴿ وَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ مِنْكُمْ طَوْلًا اَنْ يَنْكِحَ الْمُحْصَنَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ فَمِنْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ مِنْ فَتَيَاتِكُمُ الْمُؤْمِنَاتِۜ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِا۪يمَانِكُمْۜ بَعْضُكُمْ مِنْ بَعْضٍۚ فَانْكِحُوهُنَّ بِاِذْنِ اَهْلِهِنَّ وَاٰتُوهُنَّ اُجُورَهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ مُحْصَنَاتٍ غَيْرَ مُسَافِحَاتٍ وَلَا مُتَّخِذَاتِ اَخْدَانٍۚ فَاِذَٓا اُحْصِنَّ فَاِنْ اَتَيْنَ بِفَاحِشَةٍ فَعَلَيْهِنَّ نِصْفُ مَا عَلَى الْمُحْصَنَاتِ مِنَ الْعَذَابِۜ ذٰلِكَ لِمَنْ خَشِيَ الْعَنَتَ مِنْكُمْۜ وَاَنْ تَصْبِرُوا خَيْرٌ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟ ﴿٢٥﴾ ﴾
25. Sizden her kim, hür olan Mü’min kadınlarla evlenmeye gücü yetmezse, sahip olduğunuz Mü’min câriyelerinizden evlensin. Allah’u Teâlâ sizin îmanınızı daha iyi bilir. Siz birbirinizdensiniz (onlarla evlenince, size noksanlık gelmez). Öyle ise iffetli olmaları, zinâ etmemiş yahut gizli dost tutmamış olmaları hâlinde, sahiplerinin izniyle onlarla evlenin ve mehirlerini güzelce verin. Evlendikten sonra zinâ ederlerse, o câriyelere, hür kadınlara verilen cezânın yarısı vardır. Bu câriyelerle evlenmenin câiz olması, sizden zinâdan korkanlar içindir. Sabretmeniz ise, sizin için daha hayırlıdır. Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme, başkalarının mülkiyeti altında bulunan câriyelerle ne şekilde, ne gibi şartlar çerçevesinde evlenmenin câiz olacağını bildirmektedir.
Âyet-i Kerîme’de, ″Câriyeler″ diye tercüme edilen kelimenin asıl mânâsı ″Genç kızlar″ demektir. Ancak burada zikredilen ″Genç kızlar″dan maksat, câriyelerdir.
Yine bu Âyet-i Kerîme’den anlaşıldığı üzere Müslüman bir erkeğin, hür kadınlarla evlenme imkânı varsa, câriyelerle evlenmesi câiz değildir. Bu hususta Hasan-ı Basrî Hazretleri, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
وَمَنْ وَجَدَ طَوْلًا لِحُرَّةٍ فَلَا يَنْكِح أَمَة (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن الحسن(
″Kimin hür kadınla evlenme imkânı varsa, câriye ile nikahlanıp evlenmesin.″[1]
Ebû Hanife ve arkadaşlarına göre, bu âyette zikredilen; ″Mü’min kadınlar″ sıfatı, Mü’min olmayanları haram kılmak için değil, sâdece Mü’min olan câriyelerle nikâhlanarak evlenmenin faziletli olduğunu ifade etmek içindir. Ehl-i Kitap olan câriyelerle nikâh akdi yaparak evlenmek câizdir. Zîrâ Allah’u Teâlâ Sûre-i Mâide, Âyet 5’te: ″… Hür ve iffetli Mü’min kadınlarla, Ehl-i Kitap’tan olan hür ve iffetli kadınlarla evlenmeniz de size helâldir…″ diye geçtiği üzere, Ehl-i Kitab’ın iffetli olan kadınlarıyla evlenmenin helâl olduğunu beyan etmiş, hür ve câriye ayrımı yapmamıştır. Bu görüşte olan âlimlere göre, Ehl-i Kitab’ın dışında olan câriyelerle evlenilemez.
Zinâ ettiği tespit edilen kölelere ve câriyelere recm cezâsı uygulanmaz. Çünkü recm yarıya bölünmez. Bunlar hakkında bu zinâ cezâsı zinâ eden hür kimselere tatbik edilen cezânın yarısı uygulanır ve elli değnek vurulur.[2]
Bu hususta Ebû Abdurrahman es-Sülemî Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:
خَطَبَ عَلِيٌّ فَقَالَ يَا أَيُّهَا النَّاسُ أَقِيمُوا عَلَى أَرِقَّائِكُمْ الْحَدَّ مَنْ أَحْصَنَ مِنْهُمْ وَمَنْ لَمْ يُحْصِنْ فَإِنَّ أَمَةً لِرَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ زَنَتْ فَأَمَرَنِي أَنْ أَجْلِدَهَا فَإِذَا هِيَ حَدِيثُ عَهْدٍ بِنِفَاسٍ فَخَشِيتُ إِنْ أَنَا جَلَدْتُهَا أَنْ أَقْتُلَهَا فَذَكَرْتُ ذَلِكَ لِلنَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ أَحْسَنْتَ اتْرُكْهَا حَتَّى تَمَاثَلَ (م عن أبي عبد الرحمن السلمي(
Hz. Ali hutbede şöyle buyurdu: Ey insanlar! Erkek ve kadın kölelerinizden evlenmiş olanlara da, evlenmemiş olanlara da (zinâ işledikleri takdirde) hadleri (şer’î cezâları) tatbik edin. Nitekim Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bir câriyesi zinâ etmişti de ona celde (değnek) cezâsını uygulamamı bana emretmişti. Kendisine bu görevi yapmak üzere geldiğimde loğusalığının başlangıcında buldum ve şâyet bu cezâyı uygularsam öldürürüm diye korktum. Bu durumu gelip Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e anlattım. O da, ″İyi yapmışsın, iyileşinceye kadar ona dokunma″ buyurdu.[3]
Evlenmenin önemi hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يَا مَعْشَرَ الشَّبَابِ مَنْ اسْتَطَاعَ الْبَاءَةَ فَلْيَتَزَوَّجْ فَإِنَّهُ أَغَضُّ لِلْبَصَرِ وَأَحْصَنُ لِلْفَرْجِ وَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَعَلَيْهِ بِالصَّوْمِ فَإِنَّهُ لَهُ وِجَاءٌ (خ م عن ابن مسعود)
″Ey gençler topluluğu! İçinizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Zîrâ evlenmek gözleri haramdan daha çok korur ve zinâdan daha çok muhafaza eder. Gücü yetmeyen kimse ise (nâfile) oruç tutsun. Çünkü orucun şehveti kıran bir özelliği vardır.″[4]
Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i Nûr, Âyet 32 ve izahına bakınız.
[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 8, s. 187.
[2] Bu hususta bakınız: Sûre-i Nûr, Âyet 2.
[3] Sahih-i Müslim, Hudûd 7 (34 Sünen-i Tirmizî, Hudûd 13; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 1593. Bu hususta yine bakınız: Hadislerle Hanefi Fıkhı, c. 10, s. 113-116.
[4] Sahih-i Buhârî, Nikah 2; Sahih-i Müslim, Nikah 1 (3).
﴿ يُر۪يدُ اللّٰهُ لِيُبَيِّنَ لَكُمْ وَيَهْدِيَكُمْ سُنَنَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَيَتُوبَ عَلَيْكُمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ ﴿٢٦﴾ ﴾
26. Allah’u Teâlâ, size (helâl ve haramı) açıkça bildirmek ve sizden öncekilerin (hidâyet ehli olanların) gittikleri yolu size göstermek ve tevbelerinizi kabul etmek ister. Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
﴿ وَاللّٰهُ يُر۪يدُ اَنْ يَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَيُر۪يدُ الَّذ۪ينَ يَتَّبِعُونَ الشَّهَوَاتِ اَنْ تَم۪يلُوا مَيْلًا عَظ۪يمًا ﴿٢٧﴾ ﴾
27. Allah’u Teâlâ, sizin tevbe ederek affına nâil olmanızı ister. Şehvetlerine tâbi olanlar ise, sizin haktan uzaklaşıp kendilerine uymanızı isterler.
İzah: Siz sürekli günah işleyen kimselerle beraber olduğunuz zaman, onlar sizin doğru ve hak üzere olmanızı istemezler. Kendilerinin yaptığı günahları sizin de yapmanızı ister ve sizi kötü yola teşvik ederler. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اَلْمَرْءُ عَلَى دِينِ خَلِيلِهِ فَلْيَنْظُرْ أَحَدُكُمْ مَنْ يُخَالِلْ (حم هب ك عن ابى هريرة)
″Kişi dostunun dîni üzeredir. Bu nedenle kişi kiminle dost olacağına dikkat etsin.″[1]
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8065; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7868.
﴿ يُر۪يدُ اللّٰهُ اَنْ يُخَفِّفَ عَنْكُمْۚ وَخُلِقَ الْاِنْسَانُ ضَع۪يفًا ﴿٢٨﴾ ﴾
28. Allah’u Teâlâ, sizden (yükümlülükleri) hafifletmek ister. Zîrâ insan, zayıf olarak yaratılmıştır.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, Allah’u Teâlâ sizin için dînî hükümleri kolaylaştırmak ister. Siz insanlar, âciz varlıklar olarak yaratıldınız. Özellikle kadınlar hususunda sabrınız çok azdır. Bu sebeple hür kadınlarla evlenmeye gücünüz yetmediği takdirde, câriyelerle evlenmenize izin verilmiştir, diye buyrulmuştur.
﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَأْكُلُٓوا اَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ اِلَّٓا اَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ وَلَا تَقْتُلُٓوا اَنْفُسَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِكُمْ رَح۪يمًا ﴿٢٩﴾ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ عُدْوَانًا وَظُلْمًا فَسَوْفَ نُصْل۪يهِ نَارًاۜ وَكَانَ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يرًا ﴿٣٠﴾ ﴾
29-30. Ey îman edenler! Birbirinizin mallarını aranızda haksız yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rızâ ile yapılan ticaret sûretiyle olursa müstesnâ. Birbirinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, size karşı çok merhametlidir.* Kim bunu bir düşmanlık ve zulüm olarak yaparsa, onu Cehenneme atacağız. Bu da Allah’u Teâlâ’ya göre çok kolaydır.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Ey îman edenler! Birbirinizin mallarını aranızda haksız yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rızâ ile yapılan ticaret sûretiyle olursa müstesnâ…″ diye buyrulmaktadır. Katâde Hazretleri, bu Âyet-i Kerîme‘yi açıklarken şöyle buyurmuştur: Ticaret, Allah’u Teâlâ’nın ihsan ettiği rızık kapılarından biridir.
Dürüst ve güvenilir tüccarlar hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ أَطْيَبَ الْكَسْبِ كَسْبُ التُّجَّارِ الَّذِينَ إِذَا حَدَّثُوا لَمْ يَكْذِبُوا، وَإِذَا وَعَدُوا لَمْ يُخْلِفُوا، وَإِذَا ائْتُمِنُوا لَمْ يَخُونُوا، وَإِذَا اشْتَرُوا لَمْ يَذِمُّوا، وَإِذَا بَاعُوا لَمْ يَمْدَحُوا، وَإِذَا كَانَ عَلَيْهِمْ لَمْ يَمْطُلُوا، وَإِذَا كَانَ لَهُمْ لَمْ يُعْسِرُوا (الأصبهاني عن معاذ بن جبل)
″En temiz ve helâl kazanç, konuşurken yalan söylemeyen, verdiği sözde duran, emânete hıyânet etmeyen, satın alırken malı kötülemeyen, satarken de övmeyen, aldıkları borcun ödemesini geciktirmeyen, alacakları konusunda da karşı tarafı sıkıştırmayan tüccarların kazancıdır.″[1]
Yine Âyet-i Kerîme’nin metninde geçen ve ″Birbirinizi öldürmeyin″ diye tercüme ettiğimiz ifade, ″İntihar etmek sûretiyle nefsinizi de bilerek öldürmeyin″ anlamına da gelmektedir. Bu itibarla Mü’minlerin birbirlerini haksız yere öldürmeleri ve kişinin kendi canına bilerek kıyması kesin olarak haram kılınmıştır.
Haksız yere Mü’min olan birini öldüren hakkında Allah’u Teâlâ yine Sûre-i Nisâ, Âyet 93’te şöyle buyurmuştur:
″Her kim de bir Mü’mini kasten öldürürse, onun cezâsı Cehennemdir. Orada ebedî olarak kalır. Allah’u Teâlâ ona gazap etmiş ve ona lânette bulunmuş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.″
İntihar eden hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
مَنْ قَتَلَ نَفْسَهُ بِشَيْءٍ فِي الدُّنْيَا عُذِّبَ بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ (طب عن ثابت بن الضحاك)
″Kim kendisini dünyâda bir şeyle katlederse, âhiret günü o şeyle ona azap edilir.″[2]
İntihar ederek kendisini öldüren bir Müslümanın, cenâze namazı kılınıp kılınmayacağında ihtilaf edilmiş ise de, İmam-ı Âzam ve İmam-ı Muhammed’e göre intihar edenin ölüsü yıkanır ve namazı kılınır. Sahih olan görüş budur. Çünkü intihar etmek her ne kadar büyük günah ise de, intihar eden yine de günahkar bir Müslümandır. Dünyâya kahretmiştir. Yeryüzünde fitne fesat çıkarmaya sây-i gayret edenlerden değildir.
[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 4, s. 343; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 9340.
[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 1313.
﴿ اِنْ تَجْتَنِبُوا كَبَٓائِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّـَٔاتِكُمْ وَنُدْخِلْكُمْ مُدْخَلًا كَر۪يمًا ﴿٣١﴾ ﴾
31. Eğer nehyedildiğiniz büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi çok güzel bir yere (Cennete) girdiririz.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Ebû Said Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ جَلَسَ عَلَى الْمِنْبَرِ ثُمَّ قَالَ :وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ مَا مِنْ عَبْدٍ يُصَلِّي الصَّلَوَاتِ الْخَمْسَ وَيَصُومُ رَمَضَانَ وَيُؤَدِّي الزَّكَاةَ وَيَجْتَنِبُ الْكَبَائِرَ السَّبْعَ إِلَّا فُتِّحَتْ لَهُ أَبْوَابُ الْجَنَّةِ ثَمَانِيَة يَوْم الْقِيَامَةِ، حَتَّى أَنَّهَا لَتَصْطَفِقُ، ثُمَّ تَلَا {إِنْ تَجْتَنِبُوا كَبَائِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ. . .} الآية (حب عن ابى سعيد الخدرى)
″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem minbere oturdu ve ″Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, beş vakit namazını kılan, Ramazan orucunu tutan, zekâtını veren ve yedi büyük günahtan kaçınan kişiye mahşer gününde Cennetin sekiz kapısı da açılır ve kapı kanatları birbirine çarpmaya başlar″ buyurdu. Sonra ″Eğer nehyedildiğiniz büyük günahlardan sakınırsanız, sizin (küçük) günahlarınızı örteriz ve sizi çok güzel bir yere (Cennete) girdiririz″ âyetini okudu.[1]
Büyük günahların neler olduğuna dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اجْتَنِبُوا السَّبْعَ الْمُوبِقَاتِ قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَمَا هُنَّ قَالَ الشِّرْكُ بِاللّٰهِ وَالسِّحْرُ وَقَتْلُ النَّفْسِ الَّتِي حَرَّمَ اللّٰهُ إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَكْلُ الرِّبَا وَأَكْلُ مَالِ الْيَتِيمِ وَالتَّوَلِّي يَوْمَ الزَّحْفِ وَقَذْفُ الْمُحْصَنَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ الْغَافِلَاتِ (خ م عن ابى هريرة)
″Helâke sürükleyen yedi şeyden kaçının.″ Sahâbe-i Kirâm: ″Yâ Resûlallah! Onlar nedir?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″Allah’a ortak koşmak, sihir yapmak, Allah’u Teâlâ’nın öldürülmesini haram kıldığı insanı haksız yere öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak ve iffetli olan Mü’min kadınlara zinâ iftirasında bulunmaktır.″[2]
Bu günahlardan nasıl korunulacağı da Sûre-i Ankebût, Âyet 45’te şöyle geçmektedir:
″Ey Resûlüm! Kitaptan sana vahyolunanı oku. Namaza devam et. Çünkü namaz, büyük ve küçük günahlardan alıkoyar ve (bu hususta) elbette zikrullah daha büyüktür. Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızı bilir.″
[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 4, s. 348; Sahih-i İbn-i Hibban, Hadis No: 1778; Sünen-i Nesâî, Zekât 1.
[2] Sahih-i Buhârî, Vasâya 23, Sahih-i Müslim , Îman 38 (145).
﴿ وَلَا تَتَمَنَّوْا مَا فَضَّلَ اللّٰهُ بِه۪ بَعْضَكُمْ عَلٰى بَعْضٍۜ لِلرِّجَالِ نَص۪يبٌ مِمَّا اكْتَسَبُوا وَلِلنِّسَٓاءِ نَص۪يبٌ مِمَّا اكْتَسَبْنَۜ وَسْـَٔلُوا اللّٰهَ مِنْ فَضْلِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمًا ﴿٣٢﴾ ﴾
32. Ve Allah’u Teâlâ’nın, bâzınıza diğerlerinden fazla verdiği şeylere tamah etmeyin. Erkeklere kazançlarından bir nasip vardır. Kadınlara da kazançlarından bir nasip vardır. Allah’u Teâlâ’dan, O’nun lütfunu isteyin. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, her şeyi hakkıyla bilendir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Ümmü Seleme Radiyallâhu anhâ hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Mücâhit Hazretleri şöyle anlatmaktadır:
Ümmü Seleme Radiyallâhu anhâ şöyle dedi: ″Erkekler cihat ediyor, biz etmiyoruz. Mîrastan da erkeğin payının yarısını alıyoruz.″ Bunun üzerine: ″Ve Allah’u Teâlâ’nın, bâzınıza diğerlerinden fazla verdiği şeylere tamah etmeyin...″ diye geçen Sûre-i Nisâ, Âyet 32 nâzil oldu.[1]
[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 5.
﴿ وَلِكُلٍّ جَعَلْنَا مَوَالِيَ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْاَقْرَبُونَۜ وَالَّذ۪ينَ عَقَدَتْ اَيْمَانُكُمْ فَاٰتُوهُمْ نَص۪يبَهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدًا۟ ﴿٣٣﴾ ﴾
33. Anne, baba ve akrabaların bıraktıkları her şey için mîrasçılar tayin ettik. Yemin akdiyle mîrasçı kıldıklarınızın paylarını da verin. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ her şeye şahittir.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Yemin akdiyle mîrasçı kıldıklarınızın paylarını da verin″ diye buyrulmaktadır. Burada, yemin akdiyle hak sahibi olanlar Mevle’l-Müvâlât’tır. Mevle’l-Müvâlât da, İmam-ı Âzam Ebû Hanife’ye göre şöyledir: Bir kâfir bir Müslümanın eliyle İslâm’a girerse, işledikleri hatâlardan dolayı diyetini ödeme ve mîrasçı olma hususunda aralarında anlaşarak bir sözleşme meydana gelirse, Müslüman olmasına vesîle olan kişi, onun aracılığıyla Müslüman olan kişiye mîrasçı olur. Eğer Sûre-i Nisâ, Âyet 11, 12 ve 176’da belirtilen mîrasçılardan farz olan hisse sahipleri, asabe yani baba tarafından akraba olanlar ve bunların dışındaki diğer bütün akrabalardan Müslüman olan hiçbir mîrasçısı yoksa, bunlardan her biri diğerine mîrasçı olur. Eğer bu şekilde ölen kişinin mîrasçısı varsa, bu sözleşmenin hükmü geçersizdir; mîrasçı olamazlar. Bunlar ancak hiçbir mîrasçısı olmadığı zaman, mîrasa hak sahibi olurlar.[1]
Bir adamın elinden Müslüman olup, o adamla müvâlât akdi yapan bir kimsenin durumu hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e sorulunca, buyurmuş ki:
هُوَ أَحَقُّ النَّاسِ بِهِ مَحْيَاهُ وَمَمَاتَهُ (عن تميم الداري)
″Hayatında da ölümünde de o adam, insanlar arasında onun üzerinde daha fazla hak sahibidir.″[2]
Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ أَسْلَمَ عَلَى يَدَيْ رَجُلٍ فَلَهُ وَلَائَهُ (ض طب عد قط ق كر عن ابى عمامة)
″Bir kimse bir adamın elinde Müslüman olursa, o adamın velâyet hakkı vardır (o adam ölse, vârisi de olmasa, bu adam ona vâris olur).″[3]
[1] Bakınız: Nûr’ul-Beyan, c. 1, s. 159.
[2] el-Mevsilî, Kitab’ul-İhtiyâr, c. 5, s. 135.
[3] Râmûz’ul-Ehâdîs. 403/11; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 7683.
﴿ اَلرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَٓاءِ بِمَا فَضَّلَ اللّٰهُ بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍ وَبِمَٓا اَنْفَقُوا مِنْ اَمْوَالِهِمْۜ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللّٰهُۜ وَالّٰت۪ي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّۚ فَاِنْ اَطَعْنَكُمْ فَلَا تَبْغُوا عَلَيْهِنَّ سَب۪يلًاۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلِيًّا كَب۪يرًا ﴿٣٤﴾ ﴾
34. Erkekler, kadınların idârecisi ve koruyucusudurlar. Bunun sebebi, Allah’u Teâlâ’nın onlardan bâzısını bâzısından üstün kılması ve bir de erkeklerin, harcamaları kendi mallarından yapmalarıdır. Sâliha kadınlar, itaatkâr olanlardır ve Allah’u Teâlâ’nın, korunmasını emrettiği şeyleri (kocalarının hukuk ve malları ile kendi namus ve iffetlerini) koca-larının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. İsyan edeceklerinden korktuğunuz zevcelere nasihat edin. Kabul etmemeleri durumunda onları yataklarında yalnız bırakın. Yine kabul etmezlerse (hafifçe) dövün. Eğer size itaat ederlerse, artık onları incitmeye bir bahane aramayın. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ çok yücedir, çok büyüktür.
İzah: Âyet-i Kerîme’de de geçtiği üzere erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece üstünlüğü vardır. Bu husus Sûre-i Bakara, Âyet 228’de de: ″Kocaların kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da kocaları üzerinde hakları vardır. Fakat kocanın hakkı bir derece daha üstündür″ diye geçmektedir.
Bu hususta Abdullah İbn-i Ebi Evfa Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
لَمَّا قَدِمَ مُعَاذٌ مِنَ الشَّامِ سَجَدَ لِلنَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ مَا هَذَا يَا مُعَاذُ قَالَ أَتَيْتُ الشَّامَ فَوَافَقْتُهُمْ يَسْجُدُونَ لِأَسَاقِفَتِهِمْ وَبَطَارِقَتِهِمْ فَوَدِدْتُ فِي نَفْسِي أَنْ نَفْعَلَ ذَلِكَ بِكَ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَلَا تَفْعَلُوا فَإِنِّي لَوْ كُنْتُ آمِرًا أَحَدًا أَنْ يَسْجُدَ لِغَيْرِ اللّٰهِ لَأَمَرْتُ الْمَرْأَةَ أَنْ تَسْجُدَ لِزَوْجِهَا ... (ه عن عبد اللّٰه بن ابى اوفى)
Hz. Muaz, Şam’dan dönünce Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e secde etti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona: ″Ey Muaz! Bu da ne?″ diye sordu. Hz. Muaz: ″Ben, Şam’a gittim orada Şamlıların, Piskoposlarına ve Patriklerine secde ettiklerini gördüm. Ben de içimden sana böyle yapmamızı arzuladım″ diye cevap verince, buyurdu ki: ″Sakın böyle birşey yapmayın. Şâyet ben, herhangi bir kimsenin, Allah’tan başkasına secde etmesini emredecek olsaydım, kadının, kocasına secde etmesini emrederdim.″[1]
Kadın ve erkeklerin birbirlerine karşı olan sorumlulukları hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَلَا وَاسْتَوْصُوا بِالنِّسَاءِ خَيْرًا فَإِنَّمَا هُنَّ عَوَانٌ عِنْدَكُمْ لَيْسَ تَمْلِكُونَ مِنْهُنَّ شَيْئًا غَيْرَ ذَلِكَ إِلَّا أَنْ يَأْتِينَ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍ فَإِنْ فَعَلْنَ فَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ ضَرْبًا غَيْرَ مُبَرِّحٍ فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ فَلَا تَبْغُوا عَلَيْهِنَّ سَبِيلًا أَلَا إِنَّ لَكُمْ عَلَى نِسَائِكُمْ حَقًّا وَلِنِسَائِكُمْ عَلَيْكُمْ حَقًّا فَأَمَّا حَقُّكُمْ عَلَى نِسَائِكُمْ فَلَا يُوطِئْنَ فُرُشَكُمْ مَنْ تَكْرَهُونَ وَلَا يَأْذَنَّ فِي بُيُوتِكُمْ لِمَنْ تَكْرَهُونَ أَلَا وَحَقُّهُنَّ عَلَيْكُمْ أَنْ تُحْسِنُوا إِلَيْهِنَّ فِي كِسْوَتِهِنَّ وَطَعَامِهِنَّ (ت عن عمرو بن الاحوص)
″Haberiniz olsun! Kadınlara karşı hayırlı olun. Çünkü onlar sizin yanınızda esir gibidirler. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yoktur; yeter ki onlar (başkaldırmak, geçimsizlik ve iffetsizlik gibi) açık bir çirkinlik işlemesinler. Eğer işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve yine devam ederlerse hafif bir şekilde dövün. Size itaat ederlerse, haklarında aşırı gitmeye bahane aramayın. Haberiniz olsun! Kadınlarınız üzerinde haklarınız var. Kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakkı var. Onların üzerindeki hakkınız; döşeğinizi istemediğinize çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır. Haberiniz olsun! Onların sizin üzerinizdeki hakları da, onların giyecek ve yiyeceklerini temin etmenizdir.″[2]
Hadis-i Şerif’te geçen ve kadınların dövülmesini gerektiren açık bir çirkinlikten maksat, kocasına isyan etmek, geçimsizlik ve iffetsizlik gibi açıktan işlenen çirkin fiillerdir. Bu şekilde çirkin bir fiilde bulunmadıkları müddetçe erkek, dövme hakkına sahip değildir.
Yine bu hususta İyâs b. Abdullah b. Ebî Zübâb Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا تَضْرِبُوا إِمَاءَ اللّٰهِ فَجَاءَ عُمَرُ إِلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ ذَئِرْنَ النِّسَاءُ عَلَى أَزْوَاجِهِنَّ فَرَخَّصَ فِي ضَرْبِهِنَّ فَأَطَافَ بِآلِ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ نِسَاءٌ كَثِيرٌ يَشْكُونَ أَزْوَاجَهُنَّ فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَقَدْ طَافَ بِآلِ مُحَمَّدٍ نِسَاءٌ كَثِيرٌ يَشْكُونَ أَزْوَاجَهُنَّ لَيْسَ أُولَئِكَ بِخِيَارِكُمْ (د عن إياس بن عبد اللّٰه بن أبي ذباب)
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Allah’ın câriyelerini dövmeyin″ buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelip, Yâ Resûlallah! Kadınlar kocalarına karşı kafa tutmaya başladılar″ diye şikâyet etti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de kadınları (hafifçe) dövmeye izin verdi. Bu izinden sonra Resûlullah Efendimizin hanımlarının yanına kocalarından şikâyetçi olarak birçok kadınlar geldi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, bunların hâlini görünce şöyle buyurdu: ″Gerçekten bu gece Muhammed ailesine kocalarından şikâyetçi olarak birçok kadın geldi. Şunu iyi bilin ki, hanımlarını döven bu kimseler, sizin hayırlılarınız değillerdir.″[3]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in de hanımlarını dövdüğüne dair hiçbir hadis nakledilmemiştir. Nitekim Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
خَيْرُكُمْ خَيْرُكُمْ لِأَهْلِهِ وَأَنَا خَيْرُكُمْ لِأَهْلِي (ه عن ابن عباس)
″Sizin en hayırlınız ailesine en hayırlı olanınızdır. Ben, ailesine en hayırlı olanınızım.″[4]
Hadis-i Şerif’lerde kadınlarla iyi geçinilmesi gerektiği bildirilmiştir. Ancak işlerin de büsbütün kadınların eline verilmemesi gerektiğine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِذَا كَانَتْ أُمَرَاؤُكُمْ خِيَارَكُمْ وَأَغْنِيَاؤُكُمْ سُمَحَاءَكُمْ وَأَمْرُكُمْ شُورَى بَيْنَكُمْ فَظَهَرَ الأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ بَطْنِهَا وَإِذَا كَانَتْ أُمَرَاؤُكُمْ شِرَارَكُمْ وَأَغْنِيَاؤُكُمْ بُخَلَاءَكُمْ وَأُمُورُكُمْ إِلَى نِسَائِكُمْ فَبَطْنُ الأَرْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ ظَهْرِهَا (ت عن ابى هريرة)
″İdârecileriniz hayırlı olanlarınızdan iseler, zenginleriniz cömert kimselerse, işlerinizi aranızda müşâvere ile hallediyorsanız, bu durumda yerin üstü sizin için yerin altından daha hayırlıdır. Eğer idârecileriniz şerlilerinizden, zenginleriniz cimri ve işleriniz kadınların elinde ise, yerin altı sizin için yerin üstünden daha hayırlıdır.″[5]
Kadınların en hayırlı olanları hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَيُّمَا امْرَأَةٍ مَاتَتْ وَزَوْجُهَا عَنْهَا رَاضٍ دَخَلَتْ الْجَنَّةَ (ت عن ام سلمة)
″Herhangi bir kadın, kocası kendisinden râzı olduğu halde ölürse, Cennete girer.″[6]
Yine bu hususta Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan, şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
خَيْرُ النِّسَاءِ امْرَأَةٌ إِنْ نَظَرْتَ إِلَيْهَا سَرَّتْكَ وَإِنْ أَمَرْتَهَا أَطَاعَتْكَ، وَإِذَا غِبْتَ عَنْهَا حَفِظَتْكَ فِي مَالِهَا وَنَفْسِهَا ثُمَّ تَلا: الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاءِ إلى آخر الآية (ابن ابى حاتم عن ابى هريرة)
″Kadınların en hayırlısı odur ki, ona baktığın zaman seni sevindirir, ona bir şey emrettiğinde sana itaat eder. Yanında olmadığın zaman senin için nefsini ve malını korur.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Erkekler, kadınların idârecisi ve koruyucusudurlar…″ diye devam eden Sûre-i Nisâ, Âyet 34’ü okudu.[7]
Yine kadının, kocasına karşı mutluluk vesîlesi olduğuna dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
ثَلَاثٌ مِنَ السَّعَادَةِ: الْمَرْأَةُ َرَاهَا تُعْجِبُك، وَتَغِيبُ فَتَأْمَنُهَا عَلَى نَفْسِهَا وَمَالِك، وَالدَّابَّةُ تَكُونُ وَطِيئَةً فَتُلْحِقُك بِأَصْحَابِك، وَالدَّارُ تَكُونُ وَاسِعَةً كَثِيرَةَ الْمَرَافِقِ. وَثَلَاثٌ مِنْ الشَّقَاءِ: الْمَرْأَةُ تَرَاهَا فَتَسُوءك وَتَحْمِلُ لِسَانَهَا عَلَيْك، وَإِنْ غِبْت لَمْ تَأْمَنْهَا عَلَى نَفْسِهَا وَمَالِك، وَالدَّابَّةُ تَكُونُ قَطُوفًا فَإِنْ ضَرَبْتهَا أَتْعَبَتْك وَإِنْ تَرَكْتهَا لَمْ تُلْحِقْك بِأَصْحَابِك، وَالدَّارُ تَكُونُ ضَيِّقَةً قَلِيلَةَ الْمَرَافِقِ (ك عن سعد)
″Üç şey, kişiye mutluluk sebebidir. Birincisi, gördüğünde hoşuna giden, uzak kaldığında ise malını ve namusunu muhafaza eden hanımdır. Diğeri, uysal ama hızlı bir şekilde seni arkadaşlarına ulaştıracak binektir. Bir diğeri de çok odalı geniş evdir. Üç şey de kişinin mutsuzluğuna sebep olur. Birincisi, gördüğünde sana eziyet veren, sana dil uzatan, kendisinden uzak kaldığında malın ve namusun konusunda güvenemeyeceğin bir hanımdır. Bir diğeri yavaş olan binektir ki, döverek yol almak istersen seni yorar ve seni arkadaşlarından geri bırakır. Bir diğeri de odaları az olan küçük dar bir evdir.″[8]
[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Nikah 4.
[2] Sünen-i Tirmizî, Radâ 11; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 3303.
[3] Sünen-i Ebû Dâvud, Nikah 42.
[4] Sünen-i İbn-i Mâce, Nikah 50.
[5] Sünen-i Tirmizî Fiten 63.
[6] Sünen-i Tirmizî, Radâ 10; Riyâz’üs-Sâlihin, Hadis No: 284.
[7] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 5283.
[8] Hâkim, Müstetrek, Hadis No: 2634; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 4, s. 378.
﴿ وَاِنْ خِفْتُمْ شِقَاقَ بَيْنِهِمَا فَابْعَثُوا حَكَمًا مِنْ اَهْلِه۪ وَحَكَمًا مِنْ اَهْلِهَاۚ اِنْ يُر۪يدَٓا اِصْلَاحًا يُوَفِّقِ اللّٰهُ بَيْنَهُمَاۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَل۪يمًا خَب۪يرًا ﴿٣٥﴾ ﴾
35. Eğer koca ile zevcenin arasında ayrılık meydana gelmesinden korkarsanız, biri kocanın akrabasından, diğeri zevcenin akrabasından iki hakem gönderin. Onlar ikisinin arasını ıslah etmek isterlerse, Allah’u Teâlâ da o hakemleri muvaffak eder. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Ubeyde Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:
جَاءَ رَجُلٌ وَامْرَأَةٌ إِلَى عَلِيٍّ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ وَمَعَ كُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا جَمْعٌ مِنَ النَّاسِ فَأَمَرَهُمْ عَلِيٌّ بِأَنْ يَبْعَثُوا حَكَمًا مِنْ أَهْلِهِ وَحَكَمًا مِنْ أَهْلِهَا ثُمَّ قَالَ لِلْحَكَمَيْنِ تَعْرِفَانِ مَا عَلَيْكُمَا عَلَيْكُمَا إِنْ رَأَيْتُمَا أَنْ تَجْمَعَا فَاجْمَعَا وَإِنْ رَأَيْتُمَا أَنْ تُفَرِّقَا فَفَرِّقَا فَقَالَتِ الْمَرْأَةُ رَضِيتُ بِكِتَابِ اللّٰهِ تَعَالَى فِيمَا عَلَيَّ وَلِيَ فِيهِ فَقَالَ الرَّجُلُ أَمَّا الْفُرْقَةُ فَلَا فَقَالَ عَلِيٌّ كَذَبْتَ وَاللّٰهِ حَتَّى تُقِرَّ بِمِثْلِ الَّذِي أَقَرَّتْ بِهِ (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن والرازى، التفسير الكبير عن عبيدة)
Her birinin yanında bâzı kimseler bulunduğu halde, bir erkek ve bir kadın Hz. Ali’nin yanına gelmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ali onlara, biri erkeğin bir de kadının akrabasından olmak üzere birer hakem göndermelerini emretti. Sonra da hakemlere: ″Vazifenizin ne olduğunu biliyorsunuz, değil mi?″ dedi ve sözünü şöyle sürdürdü: ″Eğer birlikte yaşayabilecekleri kanaatine varırsanız, o zaman onları birleştirin. Ama sizde ayrılacakları kanaati hâsıl olursa, o takdirde onları ayırın!″ Bunun üzerine kadın: ″Lehime ve aleyhime olan şeyler hususunda Allah’ın kitabına râzıyım″ dedi. Erkek de: ″Ayrılma hususunda hayır″ deyince, Hz. Ali: ″Kadının râzı olduğu şeye sen de râzı olmadıkça, buradan ayrılamazsın″ dedi.[1]
[1] Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebîr, c. 4, s. 35.
﴿ وَاعْبُدُوا اللّٰهَ وَلَا تُشْرِكُوا بِه۪ شَيْـًٔا وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَانًا وَبِذِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينِ وَالْجَارِ ذِي الْقُرْبٰى وَالْجَارِ الْجُنُبِ وَالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ وَابْنِ السَّب۪يلِۙ وَمَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ مُخْتَالًا فَخُورًاۙ ﴿٣٦﴾ ﴾
36. Allah’a ibâdet edin. Hiçbir şeyi O’na ortak koşmayın. Anne ve babaya, akrabaya, yetimlere, miskinlere, yakın komşuya ve uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmış gariplere, elinizin altında bulunan köle ve câriyelere iyilik edin. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, kibirlileri ve övünenleri sevmez.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere, ibâdet yalnız Allah’u Teâlâ’ya yapılır. Ancak duâ yapılırken Peygamberleri ve Allah dostlarını vesîle yapmakta bir sakınca yoktur. Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Fâtiha, Âyet 5’in izahına bakınız.
Bu hususta Muaz Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:
كُنْتُ رَدِيفَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ لِي يَا مُعَاذُ أَتَدْرِي مَا حَقُّ اللّٰهِ عَلَى الْنَّاسِ قُلْتُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ حَقَّهُ عَلَيْهِمْ اَنْ يَعْبُدُوهُ وَلَا يُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا أَتَدْرِي يَا مُعَاذُ مَا حَقُّ الْنَّاسِ عَلَى اللّٰهِ إِذَا فَعَلُوا ذَلِكَ قُلْتُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ حَقُّ الْنَّاسِ عَلَى اللّٰهِ أَنْ لَا يُعَذِّبَهُمْ (طب عن معاذ بن جبل)
Peygamberimiz Sallallâhu Teâlâ aleyhi ve sellem, bineğinin üzerindeydi ve ben de onun arkasında idim. Bana: ″Yâ Muaz! Allah’ın insanlar üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?″ diye sordu. Ben: ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dedim. Buyurdu ki: ″Allah’u Teâlâ’yı bir bilip, yalnız O’na ibâdet etmeleri ve ibâdetlerinde hiçbir şeyi O’na ortak koşmamalarıdır. ″Yâ Muaz! Bu görevlerini yerine getiren insanların Allah üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?″ ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ deyince, buyurdu ki: ″Onlara azap etmemesidir.″[1]
Anne ve babaya iyilik etmenin mükâfatı hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
بِرُّ الْوَالِدَيْنِ يَزِيدُ فِي الْعُمُرِ وَالدُّعَاءُ يَرُدُّ الْقَضَاءَ وَالْكَذِبُ يَنْقُصُ الرِّزْقَ (عد والديلمي عن أبي هريرة)
″Anne ve babaya yapılan iyilik ömrü uzatır. Duâ kazâyı önler. Yalan da rızkı eksiltir.″[2]
Miskinlere yapılan iyilik hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ الصَّدَقَةَ عَلَى الْمِسْكِينِ صَدَقَةٌ وَعَلَى ذِي الرَّحِمِ اثْنَتَانِ صَدَقَةٌ وَصِلَةٌ (ن عن سلمان بن عامر)
″Miskine verilen sadakanın sevabı bir mertebedir. Fakat akraba-sından fakir olan birine verilen sadakanın sevabı iki mertebedir.″[3]
Yetime yardım etmeye dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ مَسَحَ رَأْسَ يَتِيمٍ أَوْ يَتِيمَةٍ لَمْ يَمْسَحْهُ إِلَّا لِلَّهِ كَانَ لَهُ بِكُلِّ شَعْرَةٍ مَرَّتْ عَلَيْهَا يَدُهُ حَسَنَاتٌ وَمَنْ أَحْسَنَ إِلَى يَتِيمَةٍ أَوْ يَتِيمٍ عِنْدَهُ كُنْتُ أَنَا وَهُوَ فِي الْجَنَّةِ كَهَاتَيْنِ وَقَرَنَ بَيْنَ أُصْبُعَيْهِ (حم طب عن ابى امامة)
″Bir kimse Allah rızâsı için merhametle bir yetimin başını sığasa, eline değen kılların sayısınca onun için sevap yazılır. Oğlan veya kız bir yetimi terbiyesine alıp ona iyilik edenle Cennette şöylece oluruz, buyurup iki parmağını birbirlerine yaklaştırdı.″[4]
Komşu hakkına dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَا زَالَ يُوصِينِي جِبْرِيلُ بِالْجَارِ حَتَّى ظَنَنْتُ أَنَّهُ سَيُوَرِّثُهُ (خ م عن عائشة)
″Cebrâil, bana komşu hakkına riâyet emrini, o kadar çok söyledi ki, hattâ komşuyu komşuya vâris kılacak zannettim.″[5]
Kişinin arkadaş ve dostlarına iyi davranması gerektiğine dair de şu hâdise nakledilmiştir:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bir arkadaşıyla giderken, bineğinden inip bir ağaçlığa girmiş, oradan iki dal kesip getirdiğinde eğrisini kendisi alıp düzgünü arkadaşına vermiş ve arkadaşı da:
يَا رَسُول اللّٰه بِأَبِي أَنْتَ وَأُمِّي أَنْتَ أَحَقّ بِالْمُعْتَدِلِ مِنِّي! فَقَالَ: كَلَّا يَا فُلَان إِنَّ كُلّ صَاحِب يَصْحَب صَاحِبًا مَسْئُول عَنْ صَحَابَته وَلَوْ سَاعَة مِنْ نَهَار (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن فلان بن عبد اللّٰه(
″Yâ Resûlallah! Annem babam sana fedâ olsun. Düzgün olan dal sana daha lâyıktır″ deyince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurmuş ki: ″Hayır, Ey filan! Muhakkak ki, her arkadaş kendisine arkadaşlık yapanın arkadaşlığından sorumludur; bu arkadaşlık bir an için olsa bile.″[6]
Yolda kalmış garipleri misafir etmek hakkında ise Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَلْيُكْرِمْ ضَيْفَهُ جَائِزَتُهُ يَوْمٌ وَلَيْلَةٌ وَالضِّيَافَةُ ثَلَاثَةُ أَيَّامٍ فَمَا بَعْدَ ذَلِكَ فَهُوَ صَدَقَةٌ وَلَا يَحِلُّ لَهُ أَنْ يَثْوِيَ عِنْدَهُ حَتَّى يُحْرِجَهُ (خ ابى شريح الكعبى)
″Allah’a ve âhiret gününe îman eden kimse, misafirine ikram etsin. Farz olan ikram bir gün ve bir gecedir. Ziyafet ise üç gündür. Üç günden fazla yapılırsa, bu da sadakadır. Misafirin üç günden fazla kalarak ev sahibine meşakkatte bulunması ise helâl değildir.″[7]
Hz. Ömer, bir konuk geldiğinde, ona kendi hizmet eder ve şöyle dermiş:
″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den işittim ki, misafir olan evde melekler ayakta olurlar. Öyle olunca ben oturup onlar ayakta olunca utanırım.″[8]
Kişinin elinin altında bulunan köle ve câriyelere iyi davranması gerektiğine dair de Ma’rur İbn-i Süveyd Radiyallâhu anhu, şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
Rebzel denilen yerde Ebû Zerr Radiyallâhu anhu ile görüştüm. Kendisi de kölesi de aynı elbiseden giymişlerdi. Ona bunun sebebini sordum, bana şu cevabı verdi:
″Ben bir adamla tartışmış ve onu, anasından dolayı ayıplamıştım.″ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de bu sebeple bana şöyle buyurmuştu:
يَا أَبَا ذَرٍّ أَعَيَّرْتَهُ بِأُمِّهِ إِنَّكَ امْرُؤٌ فِيكَ جَاهِلِيَّةٌ إِخْوَانُكُمْ خَوَلُكُمْ جَعَلَهُمْ اللّٰهُ تَحْتَ أَيْدِيكُمْ فَمَنْ كَانَ أَخُوهُ تَحْتَ يَدِهِ فَلْيُطْعِمْهُ مِمَّا يَأْكُلُ وَلْيُلْبِسْهُ مِمَّا يَلْبَسُ وَلَا تُكَلِّفُوهُمْ مَا يَغْلِبُهُمْ فَإِنْ كَلَّفْتُمُوهُمْ فَأَعِينُوهُمْ (خ م عن المعرور بن سويد)
″Ey Ebû Zerr! Sen onu, anasından dolayı nasıl ayıplıyorsun? Demek ki sen hâlâ üzerinde câhiliyet kalıntıları taşıyan bir kimsesin. Sahip olduğunuz kardeşleriniz (köleleriniz) sizin yardımcılarınızdır. Allah onları sizin elinizin altında bulundurmuştur. Kimin elinin altında bir kardeşi bulunursa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara, güçlerinin yetmeyeceği bir iş yüklemeyin. Şâyet yükleyecek olursanız onlara yardım edin.″[9]
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, kibirlileri ve övünenleri sevmez″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَا يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مَنْ كَانَ فِي قَلْبِهِ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ مِنْ كِبْرٍ قَالَ رَجُلٌ إِنَّ الرَّجُلَ يُحِبُّ أَنْ يَكُونَ ثَوْبُهُ حَسَنًا وَنَعْلُهُ حَسَنَةً قَالَ إِنَّ اللّٰهَ جَمِيلٌ يُحِبُّ الْجَمَالَ الْكِبْرُ بَطَرُ الْحَقِّ وَغَمْطُ النَّاسِ (م عن ابن مسعود)
″Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete giremez.″ Orada bulunan adamın biri: ″Fakat kişi, elbisesinin ve ayakkabılarının güzel olmasını ister″ deyince, buyurdu ki: ″Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir, Hakk’a karşı gururlanmak ve insanlara üstten bakmaktır.″[10]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
تَعَوَّذُوا بِاللّٰهِ مِنْ فَخْرِ الْقُرّٰاءِ فَهُمْ أَشَدُّ فَخْرًا مِنَ الْجَبَابِرَةِ وَلَا شَيْئَ أَبْغَضُ اِلَى اللّٰهِ مِنْ قَارِئٍ فَخُورٍ (الديلمى عن انس)
″Okuduğuna mağrur olan Kur’ân okuyucularının şerrinden Allah’a sığının. Çünkü onlar cebbârlardan daha kibirlidirler. Allah’ın en fazla buğzettiği kimseler, mağrur (kibirli ve kendini beğenen) âlimlerdir.″[11]
[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 16508; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21029
[2] Kenz’ul-Ummal 45520; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 244/3.
[3] Sünen-i Nesâî, Zekât 81.
[4] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 7726; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21253
[5] Sahih-i Buhârî, Edeb 28; Sahih-i Müslim, Birr 42 (140).
[6] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 8, s. 345.
[7] Sahih-i Buhârî, Edeb 87.
[8] Tercüme-i Tefsir-i Tibyan, c. 1, s. 352; Mecmâ’ul-Âdâb, s. 209.
[9] Sahih-i Buhârî, Îman 20; Sahih-i Müslim, Eymen 10 (40).
[10] Sahih-i Müslim, Îman 39 (147).
[11] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 255/7.
﴿ اَلَّذ۪ينَ يَبْخَلُونَ وَيَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِ وَيَكْتُمُونَ مَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ۜ وَاَعْتَدْنَا لِلْكَافِر۪ينَ عَذَابًا مُه۪ينًاۚ ﴿٣٧﴾ ﴾
37. Onlar ki, cimrilikte bulunurlar, halka da cimriliği emrederler ve Allah’u Teâlâ’nın kendilerine lütfundan verdiği nîmeti gizlerler. Kâfirler için aşağılayıcı bir azap hazırladık.
İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, bu Âyet-i Kerîme’nin Yahudiler hakkında indiğini ve burada zikredilen cimrilikten maksadın, mallarını harcamada cimrilik etmeleri, gizlediklerinden maksadın da, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Tevrat’ta geçen vasıflarını gizlemeleri olduğunu söylemiştir.
Yine İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:
- Bu Âyet-i Kerîme, bir Yahudi cemaati hakkında nâzil olmuştur. Bunlar, Ensârdan bâzı kişilere gelip içlerine katılır ve nasihatte bulunup: ″Mallarınızı Allah yolunda harcamayın. Zîrâ fakir düşeceğinizden korkuyoruz″ derlerdi. İşte bunun üzerine Allah’u Teâlâ Sûre-i Nisâ, Âyet 37’yi indirdi.
Cimrilik hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
وَاتَّقُوا الشُّحَّ فَإِنَّ الشُّحَّ أَهْلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ حَمَلَهُمْ عَلَى أَنْ سَفَكُوا دِمَاءَهُمْ وَاسْتَحَلُّوا مَحَارِمَهُمْ (م جابر بن عبد اللّٰه)
″Cimrilikten kaçının. Zîrâ cimrilik, sizden öncekileri helâk etmiştir. O cimrilik, onların kanlarını akıtmaya ve kendilerine haram kılınanları helâl saymaya sevk etmiştir.″[1]
[1] Sahih-i Müslim, Birr 15 (56).
﴿ وَالَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ رِئَٓاءَ النَّاسِ وَلَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ وَمَنْ يَكُنِ الشَّيْطَانُ لَهُ قَر۪ينًا فَسَٓاءَ قَر۪ينًا ﴿٣٨﴾ وَمَاذَا عَلَيْهِمْ لَوْ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَاَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقَهُمُ اللّٰهُۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِهِمْ عَل۪يمًا ﴿٣٩﴾ ﴾
38-39. Onlar ki, mallarını halka gösteriş için sarfederler. Allah’a ve âhiret gününe îman etmezler. Şeytan kimin arkadaşı olursa, o ne kötü arkadaştır.* Onlar, Allah’a ve âhiret gününe îman etselerdi ve Allah’u Teâlâ’nın kendilerine rızık olarak verdiklerinden infak etselerdi, ne zarar görürlerdi? Allah’u Teâlâ onları hakkıyla bilendir.
﴿ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍۚ وَاِنْ تَكُ حَسَنَةً يُضَاعِفْهَا وَيُؤْتِ مِنْ لَدُنْهُ اَجْرًا عَظ۪يمًا ﴿٤٠﴾ ﴾
40. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, hiç kimseye zerre kadar haksızlık yapmaz. Zerre kadar bir iyilik de olsa, onun sevabını kat kat artırır. Ayrıca kendi katından büyük bir mükâfat verir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ لَا يَظْلِمُ الْمُؤْمِنَ حَسَنَةً يُثَابُ عَلَيْهَا الرِّزْقَ فِي الدُّنْيَا وَيُجْزَى بِهَا فِي الْآخِرَةِ وَأَمَّا الْكَافِرُ فَيُعْطَى بِحَسَنَاتِهِ فِي الدُّنْيَا فَإِذَا لَقِيَ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لَمْ تَكُنْ لَهُ حَسَنَةٌ يُعْطَى بِهَا خَيْرًا (حم عن انس)
″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, hiç kimseye haksızlık etmez. Mü’min, yaptığı bir iyilik sebebiyle dünyâda rızıklanır ve bununla beraber âhirette de bunun karşılığını alır. Kâfir ise, yaptığı bir iyilik sebebiyle dünyâda rızıklanır, âhirete vardığında ise bir sevap bulunmaz ki, karşılığında ona hayır verilsin.″[1]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
فَوَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ مَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ بِأَشَدَّ مُنَاشَدَةً لِلّٰهِ فِي اسْتِقْصَاءِ الْحَقِّ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ لِلَّهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لِإِخْوَانِهِمْ الَّذِينَ فِي النَّارِ يَقُولُونَ رَبَّنَا كَانُوا يَصُومُونَ مَعَنَا وَيُصَلُّونَ وَيَحُجُّونَ فَيُقَالُ لَهُمْ أَخْرِجُوا مَنْ عَرَفْتُمْ فَتُحَرَّمُ صُوَرُهُمْ عَلَى النَّارِ فَيُخْرِجُونَ خَلْقًا كَثِيرًا قَدْ أَخَذَتْ النَّارُ إِلَى نِصْفِ سَاقَيْهِ وَإِلَى رُكْبَتَيْهِ ثُمَّ يَقُولُونَ رَبَّنَا مَا بَقِيَ فِيهَا أَحَدٌ مِمَّنْ أَمَرْتَنَا بِهِ فَيَقُولُ ارْجِعُوا فَمَنْ وَجَدْتُمْ فِي قَلْبِهِ مِثْقَالَ دِينَارٍ مِنْ خَيْرٍ فَأَخْرِجُوهُ فَيُخْرِجُونَ خَلْقًا كَثِيرًا ثُمَّ يَقُولُونَ رَبَّنَا لَمْ نَذَرْ فِيهَا أَحَدًا مِمَّنْ أَمَرْتَنَا ثُمَّ يَقُولُ ارْجِعُوا فَمَنْ وَجَدْتُمْ فِي قَلْبِهِ مِثْقَالَ نِصْفِ دِينَارٍ مِنْ خَيْرٍ فَأَخْرِجُوهُ فَيُخْرِجُونَ خَلْقًا كَثِيرًا ثُمَّ يَقُولُونَ رَبَّنَا لَمْ نَذَرْ فِيهَا مِمَّنْ أَمَرْتَنَا أَحَدًا ثُمَّ يَقُولُ ارْجِعُوا فَمَنْ وَجَدْتُمْ فِي قَلْبِهِ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ مِنْ خَيْرٍ فَأَخْرِجُوهُ فَيُخْرِجُونَ خَلْقًا كَثِيرًا ثُمَّ يَقُولُونَ رَبَّنَا لَمْ نَذَرْ فِيهَا خَيْرًا وَكَانَ أَبُو سَعِيدٍ الْخُدْرِيُّ يَقُولُ إِنْ لَمْ تُصَدِّقُونِي بِهَذَا الْحَدِيثِ فَاقْرَؤُا إِنْ شِئْتُمْ {إِنَّ اللّٰهَ لَا يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ وَإِنْ تَكُ حَسَنَةً يُضَاعِفْهَا وَيُؤْتِ مِنْ لَدُنْهُ أَجْرًا عَظِيمًا} (م عن ابى سعيد الخدرى)
″Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, hiçbir kimse hak talep etme hususunda, âhiret gününde Allah’u Teâlâ’ya, Cehennem ateşine düşen kardeşinin haklarını arayan Mü’minlerden daha fazla yalvarmaz ve ondan daha fazla yardım istemez. O Mü’minler diyecekler ki: ″Ey Rabbimiz! Ateşe atılan bu kardeşlerimiz, bizimle beraber oruç tutuyor, namaz kılıyor ve hac yapıyorlardı.″ Onlara denilecek ki: ″Onlardan tanıdıklarınızı Cehennemden çıkarın. Mü’minlerin yüzleri Cehennem ateşine haram kılınmıştır (yüzleri yanmadığı için onlar yüzlerinden tanınacaklardır). O Mü’minler, Cehennem ateşi bacağının yarısına kadar ve dizlerine kadar ulaşan birçok kişiyi o ateşten çıkaracaklardır.″ Sonra diyecekler ki: ″Ey Rabbimiz! O ateşte bize çıkarmamızı emrettiğin kişilerden kimse kalmadı.″ Allah onlara: ″Tekrar dönün, kimin kalbinde bir dinar kadar hayır bulacak olursanız onu da çıkarın″ diyecek. Onlar da birçok insanı çıkaracaklar sonra: ″Ey Rabbimiz! Biz orada, bize emrettiklerinden hiçbir kimseyi bırakmadık″ diyecekler. Sonra Allah’u Teâlâ onlara: ″Geri dönün, kalbinde yarım dinar kadar hayır bulduğunuz kimseyi oradan çıkarın″ diyecek. Onlar da, birçok insan çıkaracaklar. Sonra diyecekler ki: ″Ey Rabbimiz! Biz orada bize emrettiklerinden kimseyi bırakmadık.″ Allah’u Teâlâ da diyecek ki: ″Geri dönün, kalbinde zerre kadar hayır bulduğunuz kimseyi çıkarın.″ Bunun üzerine onlar birçok insanı çıkaracaklar ve sonra diyecekler ki: ″Ey Rabbimiz! Biz orada hayır sahibi olan hiçbir kimseyi bırakmadık.″
Râvi Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu diyor ki: Eğer sizler bu hâdiseye inanmıyorsanız, ″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, hiç kimseye zerre kadar haksızlık yapmaz. Zerre kadar bir iyilik de olsa, onun sevabını kat kat artırır. Ayrıca kendi katından büyük bir mükâfat verir″ diye geçen Sûre-i Nisâ, Âyet 40’ı okuyun.[2]
Âyet-i Kerîme’de: ″Zerre kadar bir iyilik de olsa, onun sevabını kat kat artırır″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta Ebû Osman en-Nehâî’den şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
لَقِيتُ أَبَا هُرَيْرَةَ فَقُلْتُ لَهُ: بَلَغَنِي أَنَّكَ تَقُولُ: إِنَّ الْحَسَنَةَ لَتُضَاعَفُ أَلْفَ أَلْفِ حَسَنَةٍ؟ قَالَ: وَمَا أَعْجَبَكَ مِنْ ذَلِكَ؟ فَوَاللّٰهَ لَقَدْ سَمِعْتُ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ: إِنَّ اللّٰهَ لَيُضَاعِفُ الْحَسَنَةَ أَلْفَيْ أَلْفِ حَسَنَةٍ (حم ابن جرير عن أبي عثمان النهدي)
Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu ile karşılaştığımda ona, ″Allah’u Teâlâ Mü’minin yaptığı bir iyiliği bin kere bin kat artırır (bir milyon iyilik sevabı verir)″ dediğin bana ulaştı, dediğimde, şu karşılığı verdi. Bunun nesine şaşırıyorsun ki, vallâhi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in: ″Allah’u Teâlâ Mü’minin yaptığı bir iyiliği iki bin kere bin kat artırır (iki milyon iyilik sevabı verir)″ buyurduğunu işittim.[3]
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11816.
[2] Sahih-i Müslim, Îman 81 (302).
[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 7604; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 4, s. 422.
﴿ فَكَيْفَ اِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ اُمَّةٍ بِشَه۪يدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلٰى هٰٓؤُ۬لَٓاءِ شَه۪يدًاۜ ﴿٤١﴾ ﴾
41. Ey Habîbim! Her ümmetten (Peygamberlerini) bir şâhit getireceğimiz, seni de onların üzerine bir şâhit getireceğimiz zaman, onların hâli nasıl olacaktır?
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçen şâhitlikle ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يَجِيءُ النَّبِيُّ وَمَعَهُ الرَّجُلَانِ وَيَجِيءُ النَّبِيُّ وَمَعَهُ الثَّلَاثَةُ وَأَكْثَرُ مِنْ ذَلِكَ وَأَقَلُّ فَيُقَالُ لَهُ هَلْ بَلَّغْتَ قَوْمَكَ فَيَقُولُ نَعَمْ فَيُدْعَى قَوْمُهُ فَيُقَالُ هَلْ بَلَّغَكُمْ فَيَقُولُونَ لَا فَيُقَالُ مَنْ يَشْهَدُ لَكَ فَيَقُولُ مُحَمَّدٌ وَأُمَّتُهُ فَتُدْعَى أُمَّةُ مُحَمَّدٍ فَيُقَالُ هَلْ بَلَّغَ هَذَا فَيَقُولُونَ نَعَمْ فَيَقُولُ وَمَا عِلْمُكُمْ بِذَلِكَ فَيَقُولُونَ أَخْبَرَنَا نَبِيُّنَا بِذَلِكَ أَنَّ الرُّسُلَ قَدْ بَلَّغُوا فَصَدَّقْنَاهُ قَالَ فَذَلِكُمْ قَوْلُهُ تَعَالَى {وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا} (ه عن ابى سعيد(
Mahşer günü, bir Peygamber beraberinde ümmeti olarak iki adam olduğu halde gelir. Bir başka Peygamber, beraberinde ümmeti olarak üç kişi bulunduğu halde gelir. Bundan fazla ve az ümmetle gelen Peygamber de olur. Sonra o gelen her Peygambere: ″Sen kendi kavmine dîni tebliğ ettin mi?″ diye sorulur. O da, ″Evet″ der. Sonra onun kavmi huzura çağrılarak, ″Peygamberiniz size dîni tebliğ etti mi?″ denilir. Onlar: ″Hayır″ derler. Bunun üzerine onların Peygamberlerine: ″Kavmine, senin dîni tebliğ ettiğine dair şâhidin kimdir?″ denilir. O da, ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem ve ümmeti″ der. Bunun üzerine Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmeti çağrılır ve onlara: ″Bu Peygamberler, kavmine dîni tebliğ etti mi?″ diye sorulur. Onlar da, ″Evet″ derler. Sonra Allah’u Teâlâ Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmetine: ″Bu Peygamberlerin, kendi kavmine dîni tebliğ ettiğine dair bilginiz nedir?″ der. Onlar da, ″Peygamberlerin, kendi kavimlerine dîni tebliğ ettiklerini bize Peygamberimiz haber verdi, biz de onu tasdik ettik″ derler. İşte bu açıklama Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Bakara, Âyet 143’te: ″Ey Mü’minler! Böylece, sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık ki, mahşerde insanlara şâhit olasınız ve Resûl de size şâhit olsun…″ diye geçen buyruğunun muhtevâsıdır.[1]
Yine bu Âyet-i Kerîme hakkında Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu, şu hâdiseyi anlatmıştır:
قَالَ لِي رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اقْرَأْ عَلَيَّ الْقُرْآنَ قَالَ فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَقْرَأُ عَلَيْكَ وَعَلَيْكَ أُنْزِلَ قَالَ إِنِّي أَشْتَهِي أَنْ أَسْمَعَهُ مِنْ غَيْرِي فَقَرَأْتُ النِّسَاءَ حَتَّى إِذَا بَلَغْتُ {فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلَاءِ شَهِيدًا} رَفَعْتُ رَأْسِي أَوْ غَمَزَنِي رَجُلٌ إِلَى جَنْبِي فَرَفَعْتُ رَأْسِي فَرَأَيْتُ دُمُوعَهُ تَسِيلُ (م عن عبد اللّٰه)
Bir defasında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bana: ″Kur’ân oku″ diye buyurdu. Ben de: ″Yâ Resûlallah! Kur’ân, sana indirildiği halde, ben onu sana nasıl okurum?″ deyince, buyurdu ki: ″Ben, Kur’ân’ı başkasından işitmeyi çok severim.″ Bunun üzerine ben de Nisâ Sûresi’ni okumaya başladım. Nihâyet: ″Ey Habîbim! Her ümmetten (Peygam-berlerini) bir şâhit getireceğimiz, seni de onların üzerine bir şâhit getireceğimiz zaman, onların hâli nasıl olacaktır?″ mealindeki Sûre-i Nisâ, Âyet 41’e ulaşınca, başımı kaldırdım yahut birisi yanımı dürttü de başımı kaldırdım. Gördüm ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gözyaşları akıyordu.[2]
[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 34.
[2] Sahih-i Müslim, Salât’ul-Musâfirîn 40 (247 Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1693.
﴿ يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَعَصَوُا الرَّسُولَ لَوْ تُسَوّٰى بِهِمُ الْاَرْضُۜ وَلَا يَكْتُمُونَ اللّٰهَ حَد۪يثًا۟ ﴿٤٢﴾ ﴾
42. O gün kâfirler ve Peygambere isyan edenler, yok olup toprak olmayı dilerler ve Allah’u Teâlâ’dan hiçbir sözü gizleyemezler.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″O gün kâfirler ve Peygambere isyan edenler, yok olup toprak olmayı dilerler″ diye geçen husus, Sûre-i Nebe, Âyet 40’ta da şöyle geçmektedir: … O gün kişi, elleriyle yaptığı amellerine bakar ve kâfir: ″Keşke toprak olsaydım!″ der.
Bu Âyet-i Kerîme hakkında Said b. Cübeyr Radiyallâhu anhu şu hâdiseyi anlatmaktadır:
Bir adam gelerek, ″Ey İbn-i Abbas! Ben, Allah’u Teâlâ’nın bir âyette, müşriklerin mahşer günü, içinde bulundukları zor durumdan dolayı, ″Vallâhi, Ey Rabbimiz! Biz müşriklerden değildik″[1] diye söyleyeceklerini zikrettiğini gördüm. Bu kişi sözüne devamla, ″Allah’u Teâlâ’dan hiçbir sözü gizleyemezler″[2] diye geçen âyeti okudu ve bu nasıldır?″ diye sordu. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki:
- Müşriklerin, ″Vallâhi, Ey Rabbimiz! Biz müşriklerden değildik″ şeklindeki sözlerini; onların, Cennete Müslüman olanlar dışında kimsenin girmediğini gördükleri ve ″Gelin, biz de müşrik olduğumuzu inkâr edelim″ dedikleri zaman söyleyeceklerdir. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ onların ağızlarını mühürleyecek, onların müşrik olduklarını elleri ve ayakları söyleyecektir. İşte o anda Allah’tan hiçbir sözü gizleyemeyeceklerdir.
﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْتُمْ سُكَارٰى حَتّٰى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُبًا اِلَّا عَابِر۪ي سَب۪يلٍ حَتّٰى تَغْتَسِلُواۜ وَاِنْ كُنْتُمْ مَرْضٰٓى اَوْ عَلٰى سَفَرٍ اَوْ جَٓاءَ اَحَدٌ مِنْكُمْ مِنَ الْغَٓائِطِ اَوْ لٰمَسْتُمُ النِّسَٓاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَٓاءً فَتَيَمَّمُوا صَع۪يدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَاَيْد۪يكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَفُوًّا غَفُورًا ﴿٤٣﴾ ﴾
43. Ey îman edenler! Sarhoş olduğunuz halde ne dediğinizi bilinceye kadar namaz kılmayın. Cünüp olduğunuzda da gusül etmedikçe namaz kılmayın. Fakat yolcu olup da su bulamayanlar müstesnâ (onlar teyemmüm ederler). Hasta olur yahut yolculuk hâlinde bulunur yahut abdest bozmaktan gelmişseniz yahut kadına dokunur (cimâ eder) ve su bulamazsanız, yerin temiz olan bir toprağı ile (niyet edip) yüzlerinizi ve dirseklerinize kadar ellerinizi meshederek teyemmüm edin. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ çok affedendir, çok bağışlayandır.
İzah: Ashâb-ı Kirâm’ın bir kısmı Müslüman olmadan önce içkiye alışmışlardı. Bunun terkedilmesi lâzımdı. Allah’u Teâlâ bu âyetle, içkiyi daha rahat bırakabilmeleri için, bir basamak yaparak kolaylık sağlamıştır. İlk olarak ″İçki haramdır″ diye âyet nâzil olsaydı, içkiye bağımlı olanlar terk edemeyip, Kur’ân-ı Kerîm’e muhalefet edebilirlerdi. Bu nedenle: ″Ey îman edenler! Sarhoş olduğunuz halde ne dediğinizi bilinceye kadar namaz kılmayın…″ diye geçen Sûre-i Nisâ, Âyet 43 nâzil oldu. Bunun üzerine Ashâbdan bâzıları sarhoş olmayacak kadar içer, namazlarını kılarlardı. Sonra: ″Ey îman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın amelinden olan murdar bir şeydir. Bunlardan sakının ki, felah bulasınız.* Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza buğuz ve düşmanlık sokmak ve sizi zikrullahtan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz bunlardan vazgeçtiniz değil mi?″ diye geçen Sûre-i Mâide, Âyet 90-91 nâzil olunca, Sûre-i Nisâ, Âyet 43’ün içki hakkındaki bu kısmı ve içki hakkındaki diğer âyetler nesh edilmiş oldu. Böylece içki hakkındaki önceki âyetlerin hükmü tamamen kaldırıldı.
Bu hususta şu hâdise nakledilmiştir:
اللّٰهُمَّ بَيِّنْ لَنَا فِي الْخَمْرِ بَيَانًا شَافِيًا فَنَزَلَتْ الْآيَةُ الَّتِي فِي الْبَقَرَةِ فَدُعِيَ عُمَرُ فَقُرِئَتْ عَلَيْهِ فَقَالَ عُمَرُ اللّٰهُمَّ بَيِّنْ لَنَا فِي الْخَمْرِ بَيَانًا شَافِيًا فَنَزَلَتْ الْآيَةُ الَّتِي فِي النِّسَاءِ {يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَقْرَبُوا الصَّلَاةَ وَأَنْتُمْ سُكَارَى} فَكَانَ مُنَادِي رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا أَقَامَ الصَّلَاةَ نَادَى لَا تَقْرَبُوا الصَّلَاةَ وَأَنْتُمْ سُكَارَى فَدُعِيَ عُمَرُ فَقُرِئَتْ عَلَيْهِ فَقَالَ اللّٰهُمَّ بَيِّنْ لَنَا فِي الْخَمْرِ بَيَانًا شَافِيًا فَنَزَلَتْ الْآيَةُ الَّتِي فِي الْمَائِدَةِ فَدُعِيَ عُمَرُ فَقُرِئَتْ عَلَيْهِ فَلَمَّا بَلَغَ فَهَلْ أَنْتُمْ مُنْتَهُونَ قَالَ عُمَرُ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ انْتَهَيْنَا انْتَهَيْنَا (د ن ت عن عمر)
Hz. Ömer: ″Ey Allah’ım! İçki hakkında bize faydalı bir delil indir″ diye duâ etti. Bunun üzerine, ″Ey Resûlüm! Senden içki ve kumar hakkında sorarlar. De ki: ″Onların her birinde büyük günah vardır ve insanlar için onlarda bâzı menfaatler de vardır. Halbuki onların günahları, menfaatlerinden daha büyüktür…″ diye geçen Sûre-i Bakara, Âyet 219 nâzil oldu. Hz. Ömer çağırılıp kendisine bu âyet okununca yine, ″Ey Allah’ım! İçki hakkında bize faydalı bir delil indir″ diye duâ etti. Bunun üzerine, ″Ey îman edenler! Sarhoş olduğunuz halde ne dediğinizi bilinceye kadar namaz kılmayın…″ diye geçen Sûre-i Nisâ, Âyet 43 nâzil oldu. Bu âyetin nüzulünden sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in müezzini namaz için kamet edince, ″Sarhoş iken namaza yaklaşmayın″ diye ilan etti. Hz. Ömer çağırılıp bu âyet kendisine okununca yine, ″Ey Allah’ım! İçki hakkında bize faydalı bir delil indir″ diye duâ etti. Bunun üzerine de, ″Ey îman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın amelinden olan murdar bir şeydir. Bunlardan sakının ki, felah bulasınız.* Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza buğuz ve düşmanlık sokmak ve sizi zikrullahtan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz bunlardan vazgeçtiniz değil mi?″ diye geçen Sûre-i Mâide, Âyet 90-91 nâzil oldu. Hz. Ömer çağrılıp bu inen âyetler sonuna kadar okununca, Hz. Ömer: ″Vazgeçtik, vazgeçtik″ dedi.[1]
Yine Sûre-i Nisâ, Âyet 43’te, kadına dokunmak olarak tercüme edilen ″Lemese″ kelimesi lügatta, dokunmak ve yapışmak anlamına gelmektedir. Hanefi Mezhebi’ne göre, burada dokunmaktan maksat, kinâye ile cimâdır. Şafii Mezhebi’ne göre ise, bu kelime lügat anlamıyladır. Onun içindir ki Şafii Mezhebi’nde, bir erkeğin, büluğa ermiş bir kız veya kadına dokunmasıyla abdesti bozulur. Ancak Hanefi Mezhebi’nde bozulmaz.
Teyemmüm hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اِنَّ الصَّع۪يدَ الطَّيِّبَ وَضُوءُ المُسْلِمِ وَاِنْ لَمْ يَجِدِ الْمَاءَ عَشْرَ سِنِينَ فَاِذَا وَجَدَ الْمَاءَ فَلْيُمِسَّهُ بَشَرَتَهُ فَاِنَّ ذَلِكَ خَيْرٌ (د ن ت عن ابى ذر)
″On yıl su bulamasa da, temiz toprak Müslümanın abdest suyudur. Suyu bulunca bedenini onunla yıkasın (gusül etsin, abdest alsın demektir). Zîrâ bu daha hayırlıdır.″[2]
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, şöyle bir hâdise nakletmektedir:
أَصَابَ رَجُلًا جُرْحٌ فِي عَهْدِ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ثُمَّ احْتَلَمَ فَأُمِرَ بِالِاغْتِسَالِ فَاغْتَسَلَ فَمَاتَ فَبَلَغَ ذَلِكَ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ قَتَلُوهُ قَتَلَهُمْ اللّٰهُ أَلَا سَأَلُوا إِذْ لَمْ يَعْلَمُوا فَإِنَّمَا شِفَاءُ الْعِيِّ السُّؤَالُ إِنَّمَا كَانَ يَكْفِيهِ أَنْ يَتَيَمَّمَ وَأَنْ يَعْصِبَ عَلَى جُرْحِهِ خِرْقَةً ثُمَّ يَمْسَحَ عَلَيْهَا وَيَغْسِلَ سَائِرَ جَسَدِهِ (د عن ابن عباس)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında bir adam yaralanmış, sonra da ihtilam olmuştu. Kendisinin yıkanması emredildi. Adam yıkandı ve öldü. Onun haberi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ulaştı, öfke ile şöyle buyurdu: ″Onu öldürmüşler, Allah’u Teâlâ da onların canını alsın! Madem bilmiyorlardı niye sormadılar? Bilgisizliğin şifâsı sormaktır. Ona teyemmüm yeterliydi. Yarasına bir bez sarılmalı ve üzerinden mesh edilmeli, sonra da bedeninin geri kalan kısmı yıkanmalı idi.″[3]
Ayrıca hem abdest, hem de teyemmüm ile ilgili geniş bilgi için Sûre-i Mâide, Âyet 6 ve izahına bakınız.
[1] Sünen-i Nesâî, Eşribe 1; Sünen-i Ebû Dâvud, Eşribe 1; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ül-Kur’ân 6.
[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Tahâre 125; Sünen-i Nesâî, Taharet 204.
[3] Sünen-i Ebû Dâvud, Tahâre 127; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 3728.
﴿ اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا نَص۪يبًا مِنَ الْكِتَابِ يَشْتَرُونَ الضَّلَالَةَ وَيُر۪يدُونَ اَنْ تَضِلُّوا السَّب۪يلَۜ ﴿٤٤﴾ ﴾
44. Ey Resûlüm! Kendilerine kitaptan (Tevrat’tan) bir nasip verilenleri görmedin mi? Onlar, (hidâyeti bırakıp) dalâleti satın alıyorlar ve sizin de doğru yoldan sapmanızı istiyorlar.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Ey Resûlüm! Kendilerine ilahi kitaptan bir pay verilen şu Yahudilerin hâline bir bakmaz mısın? Onlar îmanı bırakıp, senin Peygamberliğini yalanlayarak doğru yolu terkediyor ve sapıklığı satın alıyorlar. Sizin de doğru yoldan sapıp kendileri gibi olmanızı istiyorlar, anlamındadır.
Müslümanların Ehl-i Kitap’tan sakınmaları gerektiğine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَا تَسْأَلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ عَنْ شَيْءٍ فَإِنَّهُمْ لَنْ يَهْدُوكُمْ وَقَدْ ضَلُّوا فَإِنَّكُمْ إِمَّا أَنْ تُصَدِّقُوا بِبَاطِلٍ أَوْ تُكَذِّبُوا بِحَقٍّ فَإِنَّهُ لَوْ كَانَ مُوسَى حَيًّا بَيْنَ أَظْهُرِكُمْ مَا حَلَّ لَهُ إِلَّا أَنْ يَتَّبِعَنِي (حم ع عن جابر بن عبد اللّٰه(
″Ehl-i Kitab’a herhangi bir şeye dair soru sormayın. Yemin ederim ki, kendileri sapmışken aslâ sizi hidâyete iletemezler. Onları dinlemeniz hâlinde, ya bâtıl olan bir şeyi tasdik etmiş olursunuz veya hak olan bir şeyi yalanlamış olursunuz. Eğer Mûsâ sizin aranızda hayatta olsaydı, bana tâbi olmaktan başkası ona helâl olmazdı.″[1]
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 14104; Ebû Ya’lâ el-Mevsilî, Müsned, Hadis No: 2081.
﴿ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِاَعْدَٓائِكُمْۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَلِيًّاۗ وَكَفٰى بِاللّٰهِ نَص۪يرًا ﴿٤٥﴾ ﴾
45. Allah’u Teâlâ, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Dost olarak Allah yeter. Yardımcı olarak da Allah yeter.
﴿ مِنَ الَّذ۪ينَ هَادُوا يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِه۪ وَيَقُولُونَ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ وَرَاعِنَا لَيًّا بِاَلْسِنَتِهِمْ وَطَعْنًا فِي الدّ۪ينِۜ وَلَوْ اَنَّهُمْ قَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا وَاسْمَعْ وَانْظُرْنَا لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ وَاَقْوَمَۙ وَلٰكِنْ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ بِكُفْرِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُونَ اِلَّا قَل۪يلًا ﴿٤٦﴾ ﴾
46. Yahudilerden öyleleri var ki, Tevrat’ın mânâsını değiştirirler ve dillerini eğip bükerek ve dîne saldırarak: ″Sözünü işittik, emrine isyan ettik″, ″İşit, işitmez olası″ ve hakâret için ″Râinâ″ derler. Onlar, bu sözler yerine: ″Emrini işittik, sana itaat ettik. Bizi dinle ve bize söz söylemek için müsaade et!″ deselerdi, elbette onlar için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah’u Teâlâ, küfürleri sebebiyle onlara lânet etti. Artık onların çok azından başkası îman etmezler.
İzah: Ashâb-ı Kirâm, ″Râinâ Yâ Resûlallah!″ derlerdi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ bu ifadenin, ″Yâ Resûlallah! Sen bizi dinle, biz de seni dinleyelim″ anlamında olduğunu söylemiştir. ″Râinâ″ lafzı ise İbrânice’de, ″Ey sözü dinlenmez adam, bizi dinle″ gibi hakaret anlamına gelmekteydi. Müslümanların böyle söylemelerini fırsat bilen Yahudiler de hakaret olsun diye Resûlü Ekrem’e böyle demeye başlamışlardı. İşte Âyet-i Kerîme, bu olayı anlatmaktadır.[1]
[1] Yine bu hususta Sûre-i Bakara, Âyet 104 ve izahına bakınız.
﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اٰمِنُوا بِمَا نَزَّلْنَا مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَطْمِسَ وُجُوهًا فَنَرُدَّهَا عَلٰٓى اَدْبَارِهَٓا اَوْ نَلْعَنَهُمْ كَمَا لَعَنَّٓا اَصْحَابَ السَّبْتِۜ وَكَانَ اَمْرُ اللّٰهِ مَفْعُولًا ﴿٤٧﴾ ﴾
47. Ey kendilerine kitap verilenler! Biz, bir kısım yüzleri silip arkalarına çevirmeden veya cumartesi yasağına uymayan Yahudilere lânet ettiğimiz gibi lânet etmeden önce, yanınızda bulunan Tevrat’ı tasdik edici olarak indirdiğimiz Kur’ân’a îman edin. Allah’ın emri yerini bulur.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Yahudi hahamlarından Abdullah b. Suriya ve Ka’b b. Eşref gibi ileri gelenlere konuştu ve onlara dedi ki: ″Ey Yahudi topluluğu! Allah’tan korkun. Müslüman olun. Allah’a yemin olsun ki, sizler benim size getirdiğim şeyin hak olduğunu biliyorsunuz.″ Onlar da: ″Biz bunu bilmiyoruz″ dediler. Böylece bildikleri şeyi inkâr ettiler, küfürlerinde ısrar ve inat ettiler. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’yi indirmiştir.
Yine Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ, Ehl-i Kitab’a hitâben: ″Biz, bir kısım yüzleri silip arkalarına çevirmeden…″ diye bir ifade kullanmıştır. Bu ifadeyi, İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle açıklamıştır:
- Yüzlerin silinmesinden maksat, âhirette kâfirlerin gözlerinin silinip kör edilmesi veya gözlerinin ense tarafına geçmesidir. Böyle olan kimseler, gerisin geri yürümek zorunda kalacaklardır.
﴿ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرٰٓى اِثْمًا عَظ۪يمًا ﴿٤٨﴾ ﴾
48. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları ise, dilediği kimse için bağışlar. Her kim Allah’a ortak koşarsa, şüphesiz büyük bir günah işleyerek Allah’a iftira etmiş olur.
İzah: İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ, bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebini şöyle anlatmıştır:
Ey Resûlüm! De ki: ″Ey nefisleri üzerine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ günahların hepsini bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir″ diye geçen Sûre-i Zümer, Âyet 53 nâzil olunca, bir kişi ayağa kalktı ve ″Yâ Resûlallah! Allah’a şirk koşmayı da mı?″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bundan hoşlanmadı ve ″Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz…″ diye devam eden Sûre-i Nisâ, Âyet 48’i okudu.
Allah’u Teâlâ, hakkıyla tevbe edildiğinde her türlü günahı affeder. Ashâbın bir çoğu, İslâm’a girmezden önce hem Allah’u Teâlâ’ya şirk koşmuşlar, hem de her türlü büyük günahları işlemişler, hattâ daha da ileri giderek, kendi kız çocuklarını diri diri toprağa gömmüşlerdir. İşte bu âyette Allah’u Teâlâ mahşerde olacak durumu haber vermektedir. Allah’u Teâlâ, kendisine şirk koşarak ölen kimselerin affedilmeyeceğini beyan etmektedir. Diğer günahlardan ise, Allah’u Teâlâ dilediğini affeder.
Yine bu Âyet-i Kerîme hakkında İbn-i Husayn Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
أُخْبِركُمْ بِأَكْبَر الْكَبَائِر الْإِشْرَاك بِاللّٰهِ ثُمَّ قَرَأَ: {وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرَى إِثْمًا عَظِيمًا} وَعُقُوق الْوَالِدَيْنِ ثُمَّ قَرَأَ: {أَنِ اشْكُرْ لِي وَلِوَالِدَيْكَ إِلَيَّ الْمَصِيرُ} (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن عمران بن حصين)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: Size büyük günahların en büyüğünü haber veriyorum: ″O, Allah’a ortak koşmaktır″ buyurarak, ″… Her kim Allah’a ortak koşarsa, şüphesiz büyük bir günah işleyerek Allah’a iftira etmiş olur″ diye geçen Sûre-i Nisâ, Âyet 48’i ve ″Anne ve babaya âsi olmaktır″ buyurarak da Sûre-i Lokmân, Âyet 14’te geçen, ″… Bana, anne ve babana şükret. Dönüşün Banadır″ buyruğunu okudu.[1]
Allah’u Teâlâ bütün Peygamberlere, ümmetlerini Allah’a şirk koşmaktan nehyetmelerini emretmiştir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
″Allah’u Teâlâ, Zekeriyya Aleyhisselâm’ın oğlu Yahyâ Aleyhisselâm’a beş kelime ile amel etmesini ve İsrailoğullarına da bunlarla amel etmelerini emretmişti. Yahyâ Aleyhisselâm bu konuda yavaş davra-nıyordu. Îsâ Aleyhisselâm ona dedi ki: ″Sen kendin amel etmen ve İsrailoğullarına da amel etmelerini söylemek üzere beş kelime ile emrolundun, ya onu sen tebliğ et veya ben onlara tebliğ edeyim.″ Yahyâ Aleyhiselâm dedi ki: ″Kardeşim, sen benden önce davranırsan, azâba uğramamdan veya helâk olmamdan korkarım.″ Sonra Yahyâ Aleyhisselâm, İsrailoğullarını Beyt’ül-Mukâddes’te topladı, mâbed dolmuştu. Yüksek bir yere oturdu. Allah’a hamd ve senâ etti ve sonra şöyle buyurdu:
- Doğrusu Allah’u Teâlâ bana onlarla amel etmem ve size de amel etmenizi emretmem üzere beş kelime buyurmuştur, bunlar şöyledir:
أَنْ تَعْبُدُوا اللّٰهَ لَا تُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا فَإِنَّ مَثَلَ ذَلِكَ مَثَلُ رَجُلٍ اشْتَرَى عَبْدًا مِنْ خَالِصِ مَالِهِ بِوَرِقٍ أَوْ ذَهَبٍ فَجَعَلَ يَعْمَلُ وَيُؤَدِّي غَلَّتَهُ إِلَى غَيْرِ سَيِّدِهِ فَأَيُّكُمْ سَرَّهُ أَنْ يَكُونَ عَبْدُهُ كَذَلِكَ وَإِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ خَلَقَكُمْ وَرَزَقَكُمْ فَاعْبُدُوهُ وَلَا تُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا وَآمُرُكُمْ بِالصَّلَاةِ فَإِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يَنْصِبُ وَجْهَهُ لِوَجْهِ عَبْدِهِ مَا لَمْ يَلْتَفِتْ فَإِذَا صَلَّيْتُمْ فَلَا تَلْتَفِتُوا وَآمُرُكُمْ بِالصِّيَامِ فَإِنَّ مَثَلَ ذَلِكَ كَمَثَلِ رَجُلٍ مَعَهُ صُرَّةٌ مِنْ مِسْكٍ فِي عِصَابَةٍ كُلُّهُمْ يَجِدُ رِيحَ الْمِسْكِ وَإِنَّ خُلُوفَ فَمِ الصَّائِمِ عِنْدَ اللّٰهِ أَطْيَبُ مِنْ رِيحِ الْمِسْكِ وَآمُرُكُمْ بِالصَّدَقَةِ فَإِنَّ مَثَلَ ذَلِكَ كَمَثَلِ رَجُلٍ أَسَرَهُ الْعَدُوُّ فَشَدُّوا يَدَيْهِ إِلَى عُنُقِهِ وَقَدَّمُوهُ لِيَضْرِبُوا عُنُقَهُ فَقَالَ هَلْ لَكُمْ أَنْ أَفْتَدِيَ نَفْسِي مِنْكُمْ فَجَعَلَ يَفْتَدِي نَفْسَهُ مِنْهُمْ بِالْقَلِيلِ وَالْكَثِيرِ حَتَّى فَكَّ نَفْسَهُ وَآمُرُكُمْ بِذِكْرِ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ كَثِيرًا وَإِنَّ مَثَلَ ذَلِكَ كَمَثَلِ رَجُلٍ طَلَبَهُ الْعَدُوُّ سِرَاعًا فِي أَثَرِهِ فَأَتَى حِصْنًا حَصِينًا فَتَحَصَّنَ فِيهِ وَإِنَّ الْعَبْدَ أَحْصَنُ مَا يَكُونُ مِنَ الشَّيْطَانِ إِذَا كَانَ فِي ذِكْرِ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ … (ت حم عن الحارث الاشعرى)
Birincisi: Allah’a ibâdet edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamanızdır. Bunun misâli; bir adamın misâli gibidir ki, altın veya gümüşten kendi husûsî mülküyle bir köle satın almıştır. Köle çalışıp gelirini efendisinden başkasına vermektedir. Sizden hanginiz kölenizin böyle olmasından hoşlanırsınız? Doğrusu Allah, sizi yaratmış ve rızkınızı vermiştir. Öyleyse O’na ibâdet edin ve kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayın.
İkincisi: Size namazı emretmiştir. Allah’u Teâlâ yüzünü kulunun yüzüne doğru çevirir, kul namaz kılarken yüzünü dönmedikçe O’da dönmez. Bu sebeple namaz kılarken yüzünüzü kıbleden başka tarafa döndürmeyin.
Üçüncüsü: Size orucu emretmiştir. Bunun misâli de şu adamın misâli gibidir ki; beraberinde süzme bir misk torbası vardır, hepsi o miskin güzel râyihasından istifâde ederler. İşte oruç tutan kimsenin ağzının kokusu, Allah’u Teâlâ katında misk kokusundan daha güzeldir.
Dördüncüsü: Size sadakayı emretmiştir. Bunun misâli de şu adamın misâli gibidir ki; onu düşmanlar esir etmişlerdir. Ellerini boyunlarına bağlamışlar ve boynunu vurmak üzere önlerine getirmişlerdir. Adam onlara, ″Ben az veya çok bütün malımı vererek kendimi fidye mukâbilinde kurtarmak istiyorum″ der ve nefsini, fidye ödeyerek kurtarır.
Beşincisi: Allah’u Teâlâ size çok zikrullah etmenizi emretmiştir. Bunun misâli bir adamın misâli gibidir ki; düşmanlar onun izinden hızlıca koşarak kendisini aramaktadırlar, adam sağlam bir kaleye girmiş ve korunmuştur. Kul da zikrullah üzerinde bulunursa, en iyi kalede korunmuş olur. İşte kul ancak zikrullah ile kendini şeytana karşı emniyete almış olur.
Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
″Ben de size Allah’ın bana emrettiği beş hususu emrediyorum: Dinlemek, itaat, cihat, hicret ve cemaattir. Zîrâ her kim bu cemaatten (Ehl-i Sünnet toplumundan) bir karış miktarı ayrılırsa, İslâm’ın bağını boynundan çıkarmış olur;[2] ancak tekrar bu cemaate dönerse, müstesnâ. Kim câhiliye dâvâsı iddia ederse, o kimse Cehennem ehlindendir.″ Bunun üzerine bir adam: ″Yâ Resûlallah! Namaz kılsa da, oruç tutsa da mı?″ deyince, buyurdu ki: ″Evet, namaz kılsa da oruç tutsa da! Sonra siz; Müslümanlar, Mü’minler ve Allah’ın kulları olarak sizi adlandıran Allah’ın dâvetiyle dâvet edin.″[3]
[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 2, s. 331.
[2] Buradaki cemaatten maksat, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in ve Ashâbının itikâdı üzere olan Ehl-i Sünnet toplumudur. Bunlar da itikâdda bir olup amelde dörttür. Hanefi, Şafii, Mâliki ve Hanbeli Mezhebleridir. Nitekim Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan bir fırka hâriç hepsi Cehennemde olacaktır.″ ″O kurtulan fırka kimdir Yâ Resûlallah?″ dediler. Buyurdu ki: ″Ben ve Ashâbımın yolu üzere olanlardır.″ (Sünen-i Tirmizî, Îman 18)
[3] Sünen-i Tirmizî, Misâl 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 16542, 17132.
﴿ اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ يُزَكُّونَ اَنْفُسَهُمْۜ بَلِ اللّٰهُ يُزَكّ۪ي مَنْ يَشَٓاءُ وَلَا يُظْلَمُونَ فَت۪يلًا ﴿٤٩﴾ اُنْظُرْ كَيْفَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَۜ وَكَفٰى بِه۪ٓ اِثْمًا مُب۪ينًا۟ ﴿٥٠﴾ ﴾
49-50. Ey Habîbim! Kendi nefislerini temize çıkaranları (Yahudi ve Hristiyanları) görmedin mi? Bilakis Allah’u Teâlâ, dilediğini temize çıkarır. Kimseye kıl kadar bile haksızlık edilmez.* Ey Resûlüm! Bak, Allah’a karşı nasıl yalan söylüyor ve iftira ediyorlar? Bu büyük günah, onların azap görmesi için yeterlidir.
İzah: Yahudi ve Hristiyanlar: ″Biz, Allah’ın oğulları ve dostlarıyız″[1] ve Yahudiler: ″Cennete bizden başka kimse girmez″ dedikleri gibi Hristiyanlar da: ″Cennete bizden başka kimse girmez″[2] diyen ve böylece kendi nefislerini temize çıkaran Yahudiler ve Hristiyanlar hakkında Sûre-i Nisâ, Âyet 49 nâzil olmuştur.
﴿ اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا نَص۪يبًا مِنَ الْكِتَابِ يُؤْمِنُونَ بِالْجِبْتِ وَالطَّاغُوتِ وَيَقُولُونَ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اَهْدٰى مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا سَب۪يلًا ﴿٥١﴾ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ لَعَنَهُمُ اللّٰهُۜ وَمَنْ يَلْعَنِ اللّٰهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ نَص۪يرًاۜ ﴿٥٢﴾ ﴾
51-52. Ey Resûlüm! Kendilerine kitaptan (Tevrat’tan) bir nasip verilenleri görmedin mi? Onlar, putlara ve şeytana îman ediyorlar ve kâfirler için, ″Bunların tuttukları yol, Müslümanların tuttukları yoldan daha doğrudur″ diyorlar.* Onlar, Allah’ın lânet ettiği kimselerdir. Allah’u Teâlâ kime lânet ederse, artık onun için hiçbir yardımcı bulamazsın.
İzah: Bu âyetlerde geçen Ehl-i Kitap’tan maksat, Yahudilerden bir topluluktur. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan da nakledildiğine göre, bu âyetlerin nüzul sebebine dair şu hâdise anlatılmıştır:
Yahudilerin ileri gelenlerinden Hüyey İbn-i Ahtab, Kâ’b İbn-i Eşref ve beraberindeki yetmiş süvâri, Uhud Harbi’nden sonra Mekke’ye müşriklere gitmişler ve Müslümanlarla yaptıkları anlaşmayı bozarak kendileriyle Müslümanların aleyhine olacak bir anlaşma yapmayı teklif etmişlerdi. Kureyşliler: ″Siz, kitap ehlisiniz. Muhammed’e bizden daha yakınsınız. Bu sebeple size güvenemeyiz. Putlarımıza secde etmelisiniz ki, mutmain olalım″ demişlerdi. Onlar da: ″Tereddütsüz secde etmişlerdi.″ Bunun üzerine Ebû Süfyan, Yahudi âlimi olan Kâ’b’a: ″Sen, kitabı okuyan âlim bir adamsın. Biz ise ümmiyiz, bilmeyiz. Bizim yolumuz mu doğru, yoksa Muhammed’in tuttuğu yol mu doğru?″ diye sorması üzerine Kâ’b, dedi ki: ″Muhammed ne diyor?″ Ebû Süfyan: ″Yalnız Allah’a ibâdeti emrediyor ve bizi şirkten menediyor″ dedi. Bunun üzerine Kâ’b dedi ki: ″Ya sizin dîniniz neyi emrediyor?″ diye sorunca, Ebû Süfyan: ″Biz, Kâbe’nin velîsiyiz. Hacılara su veririz, misafirlere yemek yedirir ve esirleri kurtarırız″ diye cevap verince, Kâ’b: ″Sizin yolunuz daha doğrudur″ demiş ve putperestleri, Mü’minlere tercih etmişti. İşte bu âyetler bu hâdise üzerine nâzil olmuştur.
﴿ اَمْ لَهُمْ نَص۪يبٌ مِنَ الْمُلْكِ فَاِذًا لَا يُؤْتُونَ النَّاسَ نَق۪يرًاۙ ﴿٥٣﴾ اَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلٰى مَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ۚ فَقَدْ اٰتَيْنَٓا اٰلَ اِبْرٰه۪يمَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَاٰتَيْنَاهُمْ مُلْكًا عَظ۪يمًا ﴿٥٤﴾ ﴾
53-54. Yoksa onlar için mülkten bir nasip mi var? Eğer öyle olsaydı, insanlara bir zerre bile vermezlerdi.* Ey Resûlüm! Yoksa onlar Allah’u Teâlâ’nın, kendi lütfundan insanlara verdiği nîmetlere haset mi ediyorlar? Halbuki Âl-i İbrâhim’e de (Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman‘a) kitap ve hikmet vermiş ve onlara büyük saltanat vermiş idik.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Yoksa onlar için mülkten bir nasip mi var? Eğer öyle olsaydı, insanlara bir zerre bile vermezlerdi″ diye buyrulmak-tadır. Yani, o kâfirlere dünyâ mülkünün yetkisi mi verildi? Eğer verilmiş olsaydı, insanlara bunlardan bir zerre dahi vermezlerdi, demektir.
﴿ فَمِنْهُمْ مَنْ اٰمَنَ بِه۪ وَمِنْهُمْ مَنْ صَدَّ عَنْهُۜ وَكَفٰى بِجَهَنَّمَ سَع۪يرًا ﴿٥٥﴾ ﴾
55. Böylece Yahudilerden bir kısmı, ona (Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e) îman etti. Bir kısmı da ondan yüz çevirdi. Îmandan yüz çevirenler için Cehennemin şiddetli ateşi kâfidir.
﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِنَا سَوْفَ نُصْل۪يهِمْ نَارًاۜ كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا لِيَذُوقُوا الْعَذَابَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَز۪يزًا حَك۪يمًا ﴿٥٦﴾ ﴾
56. Şüphesiz ki, âyetlerimizi inkâr edenleri Cehennem ateşine atacağız. Onların derileri yandıkça, yanan derilerini azaplarının devamı için yeni derilerle değiştireceğiz. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin izahı hakkında İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ, şu hâdiseyi anlatmıştır:
قَرَأَ رَجُل عِنْد عُمَر هَذِهِ الْآيَة كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودهمْ بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرهَا فَقَالَ عُمَر: أَعِدْهَا عَلَيَّ فَأَعَادَهَا فَقَالَ مُعَاذ بْن جَبَل: عِنْدِي تَفْسِيرهَا تُبَدَّل فِي سَاعَة مِائَة مَرَّة. فَقَالَ عُمَر: هَكَذَا سَمِعْت رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ. (تفسير ابن ابى حاتم عن ابن عمر)
Bir adam Hz. Ömer’in yanında: ″Onların derileri yandıkça, yanan derilerini azaplarının devamı için yeni derilerle değiştiririz″ diye geçen Sûre-i Nisâ, Âyet 56’yı okudu. Hz. Ömer: ″Bu âyeti bana tekrar oku″ dedi. Adam tekrar okuduğunda, Hz. Muaz İbn-i Cebel: ″Ben bu âyetin tefsirini biliyorum; bir saatte yüz kere değiştirilecek″ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer de: ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den böylece işittim″ dedi.[1]
[1] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 5532.
﴿ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَدًاۜ لَهُمْ ف۪يهَٓا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌۘ وَنُدْخِلُهُمْ ظِلًّا ظَل۪يلًا ﴿٥٧﴾ ﴾
57. Îman edip sâlih amellerde bulunanları da altlarından nehirler akan Cennetlere girdireceğiz. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Onlar için orada temiz zevceler vardır. Ve onları koyu bir gölgeliğe koyacağız.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Ve onları koyu bir gölgeliğe koyacağız″ diye geçen ifadeden maksat, onlar emniyet ve güven içinde dâimî bir rahatlık ve nîmet içinde olurlar, anlamındadır. Arap ülkeleri çok sıcaktır. Onlar için gölge, en büyük rahatlık sebebidir. Bu ifadeyi sıcak iklimde olan kişiler, rahatlığı ifade etmek için mecâzi olarak kullanırlar.
Aynı şekilde bu anlamda Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:
إِنَّ السُّلْطَانَ ظِلُّ اللّٰهِ فِي الأَرْضِ يَأْوِي إِلَيْهِ كُلُّ مَظْلُومٍ مِنْ عِبَادِهِ … (هب ابن النجار عن أبي هريرة)
″Devlet başkanı, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir. Kullarından her mazlum ona sığınır...″[1] diye buyurmuştur. Gölge, rahatlığı ifade eden bir kelime olduğuna göre, koyu gölge de rahatlığın çok büyük boyutlara varmış olduğunu ifade etmektedir.
[1] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 14581; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 7117.
﴿ اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلٰٓى اَهْلِهَاۙ وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِۜ اِنَّ اللّٰهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ سَم۪يعًا بَصِيرًا ﴿٥٨﴾ ﴾
58. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit, adâletle hükmetmenizi emreder. Şüphesiz Allah’u Teâlâ size bununla ne güzel öğüt veriyor. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, her şeyi işiten ve görendir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebi hakkında şu hâdise nakledilmiştir:
Mekke’nin fetih günü, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mekke’ye girdiği zaman, Kâbe’nin kapısının kilitli olduğunu gördü. Eskiden beri Kâbe’nin anahtarları Ebû Talhâ oğullarında dururdu. O tarihte de Osman b. Talhâ’nın elindeydi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, anahtarın kendisine teslim edilmesini istedi. Fakat Osman, vermekten çekindi ve Allah’ın Resûlü olduğunu bilseydim verirdim, dedi. Bunun üzerine Hz. Ali, Osman’ın elini bükerek anahtarları zorla ondan aldı ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e verdi. Peygamberimiz, bizzat Kâbe’nin kapısını açarak içeri girdi ve iki rek’ât namaz kıldı. Halbuki Ebû Talhâ oğulları, kendilerinden başka kimsenin Kâbe’yi açamayacağını zannederlerdi. Bu sırada hacılara Zemzem dağıtma hizmeti kendisinde bulunan Hz. Abbas, bu hizmetin de Abdulmuttalib oğullarına tahsis edilmesini ricâ etti. Hz. Ali de aynı fikri ileri sürdü.
Cebrâil Aleyhisselâm Hâcibliğin (Kâbe’yi açma görevinin) yine Ebû Talhâ oğullarında bırakılması emrini getirdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem hemen anahtarları Hz. Ali’ye verdi. Anahtarları Osman’a teslim etmesini ve kendisinden de özür dilemesini emretti. Hz. Ali, verilen emri hemen yerine getirdi.
Bunun üzerine Osman: ″Anahtarları zorla elimden aldın, eziyet ettin. Şimdi ise hem anahtarları geri getirdin, hem de özür diliyorsun″ dedi. Hz. Ali: ″Hakkında Allah’u Teâlâ Âyet-i Kerîme indirdi″ diye cevap verdi ve Sûre-i Nisâ, Âyet 58’i okudu. Bunun üzerine Osman, şehâdet getirerek Müslüman oldu. Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ey Ebû Talhâ! Allah’ın emânetini ebediyyen sizde kalmak üzere alın″ buyurdu.
Bu Âyet-i Kerîme Osman b. Talhâ hakkında nâzil olsa da, bununla birlikte hükmü geneldir. Kendisine herhangi bir şey emânet edilecek kişinin, o işin ehli olması gerektiği beyan edilmiştir.
Kıyâmet alâmetleriyle ilgili Hadis-i Şerif’lerde; ″Ehil olmayanların iş başına getirilecekleri″ açık bir şekilde anlatılmaktadır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِذَا ضُيِّعَتْ الْأَمَانَةُ فَانْتَظِرْ السَّاعَةَ قَالَ كَيْفَ إِضَاعَتُهَا يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ إِذَا أُسْنِدَ الْأَمْرُ إِلَى غَيْرِ أَهْلِهِ فَانْتَظِرْ السَّاعَةَ (خ عن ابى هريرة)
″Emânet kaybedildiği vakit, kıyâmeti bekleyin. Emânet nasıl kaybedilir?″ diye sordular. Buyurdu ki: ″İşler, ehil olmayanlara teslim edildiği zaman kıyâmeti bekleyin.″[1]
İş başına geçen kişilerin, bu âyette geçtiği gibi, muhakkak sûrette insanlar arasında adâletle hükmetmeleri gerektiği de emredilmiştir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
إِنَّ أَحَبَّ النَّاسِ إِلَى اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَأَقْرَبَهُمْ مِنْهُ مَجْلِسًا إِمَامٌ عَادِلٌ وَإِنَّ أَبْغَضَ النَّاسِ إِلَى اللّٰهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَأَشَدَّهُ عَذَابًا إِمَامٌ جَائِرٌ (حم هب عن ابى سعيد)
″Mahşer günü insanların Allah’a en sevgili ve rahmetine en yakın olanı, adâletli emir sahipleridir. İnsanların Allah’a en sevimsiz ve azâbın en şiddetlisini görecek olanı da, zulmeden emir sahipleridir.″[2]
[1] Sahih-i Buhârî, Rikâk 35, İlim 2; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 2.
[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10745; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 7114.
﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَاُو۬لِي الْاَمْرِ مِنْكُمْۚ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ ف۪ي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّٰهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ ذٰلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَأْو۪يلًا۟ ﴿٥٩﴾ ﴾
59. Ey îman edenler! Allah’a itaat edin ve Resûle itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız, ihtilaf ettiğiniz herhangi bir meselede Allah’ın kitabına ve Resûlün sünnetine mürâcaat edin. Bu, sizin için hayırlı ve netice itibariyle daha güzeldir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
نَحْنُ الْآخِرُونَ السَّابِقُونَ مَنْ أَطَاعَنِي فَقَدْ أَطَاعَ اللّٰهَ وَمَنْ عَصَانِي فَقَدْ عَصَى اللّٰهَ وَمَنْ يُطِعْ الْأَمِيرَ فَقَدْ أَطَاعَنِي وَمَنْ يَعْصِ الْأَمِيرَ فَقَدْ عَصَانِي وَإِنَّمَا الْإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ فَإِنْ أَمَرَ بِتَقْوَى اللّٰهِ وَعَدَلَ فَإِنَّ لَهُ بِذَلِكَ أَجْرًا وَإِنْ قَالَ بِغَيْرِهِ فَإِنَّ عَلَيْهِ مِنْهُ (خ عن ابى هريرة)
″Biz Müslümanlar, (Ehl-i Kitab’a nazaran) sonra gelmiş bulunuyoruz. Fakat mahşer gününde faziletçe en ileride bulunacağız. Her kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Her kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Her kim emîre itaat ederse bana itaat etmiş olur. Her kim emîre isyan ederse, bana isyan etmiş olur. İyi bilinmelidir ki devlet reisi, millet için bir siperdir. Onun önünde ve kumandasında harp olunur. Onunla düşmandan korunulur. Eğer o, millete takvâ ile emreder ve adâletle hükmederse, bu uygulamasıyla sevap kazanır. Eğer takvâ ve adâlet ile hükmetmez ise, bundan hâsıl olan günah ona döner.″[1]
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Eğer Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız, ihtilaf ettiğiniz herhangi bir meselede Allah’ın kitabına ve Resûlün sünnetine mürâcaat edin″ diye buyrulmaktadır. Yani, eğer siz, Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız, ihtilaf ettiğiniz herhangi bir meselede Allah’ın kitabına ve onun açıklaması olan Resûlünün sünnetine mürâcaat edin, demektir. Bu sebeple bir Müslüman, dînî bir konuda ihtilafa düşerse, öncelikle Allah’ın kitâbı olan Kur’ân’da ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetinde onu aramalıdır. Bizim dînimizin en temel kaynağı bunlardır. Bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Eğer bu iki kaynakta da bulunamazsa, ancak o zaman İcmâ-i Ümmete ve Kıyas-ı Fukaha’ya bakılır.
Sünnetin önemi hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَلَا هَلْ عَسَى رَجُلٌ يَبْلُغُهُ الْحَدِيثُ عَنِّى وَهُوَ مُتَّكِئٌ عَلَى أَرِيكَتِهِ فَيَقُولُ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ كِتَابُ اللّٰهِ فَمَا وَجَدْنَا فِيهِ حَلَالًا اسْتَحْلَلْنَاهُ وَمَا وَجَدْنَا فِيهِ حَرَامًا حَرَّمْنَاهُ وَاِنَّ مَا حَرَّمَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيِهِ وَسَلَّمَ كَمَا حَرَّمَ اللّٰهُ (د ت ه عن المقدام بن معديكرب)
″Haberiniz olsun! Bana Kur’ân ile birlikte, onun bir benzeri sünnet de verilmiştir. Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bâzı kimselerin: ″Bize Kur’ân yeter! Onda helâl olarak ne görmüşseniz, onu helâl; neyi de haram görmüşseniz, onu da haram kabul edin″ diyeceği zamanlar yakındır. Şüphesiz ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in haram kıldığı da Allah’u Teâlâ’nın haram kıldığı gibidir.″[2]
Yine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Vedâ Hutbesi’nde şöyle buyurmuştur:
تَرَكْتُ فِيكُمْ أَمْرَيْنِ لَنْ تَضِلُّوا مَا تَمَسَّكْتُمْ بِهِمَا كِتَابَ اللّٰهِ وَسُنَّةَ نَبِيِّهِ (موطأ عن ابى هريرة)
″Size iki şey bırakıyorum ki, bunlara sarıldığınız sürece, aslâ dalâlete düşmezsiniz. Bunlar, Allah’ın kitabı ve O’nun Peygamberinin sünnetidir.″[3]
[1] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1240.
[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 6; Sünen-i Tirmizî, İlim 10; Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 2.
[3] İmam Mâlik, Muvatta, Kitab’ul-Kader 3.
﴿ اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ يَزْعُمُونَ اَنَّهُمْ اٰمَنُوا بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ يُر۪يدُونَ اَنْ يَتَحَاكَمُٓوا اِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ اُمِرُٓوا اَنْ يَكْفُرُوا بِه۪ۜ وَيُر۪يدُ الشَّيْطَانُ اَنْ يُضِلَّهُمْ ضَلَالًا بَع۪يدًا ﴿٦٠﴾ وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ تَعَالَوْا اِلٰى مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ وَاِلَى الرَّسُولِ رَاَيْتَ الْمُنَافِق۪ينَ يَصُدُّونَ عَنْكَ صُدُودًاۚ ﴿٦١﴾ ﴾
60-61. Ey Habîbim! ″Sana indirilen Kur’ân’a ve senden evvel gönderilen kitaplara îman ettik″ diye iddiada bulunan kimseleri görmüyor musun? Onlar, bir işten dolayı şeytana tâbi olanın huzurunda mahkeme olmak isterler. Halbuki onlar, şeytana muhalefet etmekle emrolundular. O şeytan ise, onları hidâyet yolundan çok uzak olan dalâlete düşürmek ister.* Onlara: ″Allah’ın indirdiği Kur’ân’a ve Resûlün hükmüne gelin″ denildiği vakit, münâfıkların senden şiddetle yüz çevirdiklerini görürsün.
İzah: Bu iki Âyet-i Kerîme, Yahudilerin alimlerinden olan Kâ’b b. Eşref’in hakemliğine başvuran bir münâfık ile Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hakemliğini isteyen bir Yahudi hakkında nâzil olmuştur.
Bu hâdiseyi İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle anlatmaktadır:
Münâfıklardan biri ile bir Yahudi, aralarında meydana gelen bir çekişmeden dolayı mahkeme olmak istediler. Yahudi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzurunda; münâfık ise Peygamberimize şiddetli düşmanlıkta bulunan ve Yahudi âlimlerinden Ka’b b. Eşref’in huzurunda mahkeme olunmak istedi. Yahudi dâvâsında haklı olduğunu düşündüğü için Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in de adâlet üzere hüküm vereceğini, Ka’b b. Eşref’in ise rüşvet alan biri olduğundan ve adâlet üzere hüküm vermeyeceğini bildiğinden, Peygamberimizin huzurunda mahkeme olmakta ısrar etti. Nihâyet Peygamberimizin huzurunda mahkeme oldular. Yahudi haklı çıktı.
Münâfık, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in verdiği hükmü kabul etmeyerek, Hz. Ömer’in huzurunda tekrar mahkeme olmak talebinde bulundu. Yahudi de bu talebi kabul etti. Hz. Ömer’in huzuruna vardıkları zaman, Yahudi daha önce Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kendi lehinde hüküm verdiğini fakat hasmının bu hükme rızâ göstermediğini anlattı. Münâfık da bu söylenenleri tasdik edince, Hz. Ömer Radiyallâhu anhu: ″Biraz bekleyin″ deyip içeri girdi ve kılıcını alıp çıktı. Münafığın boynunu vurdu ve ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hükmüne râzı olmayanın cezâsı budur″ dedi.
Münafığın ailesi, Hz. Ömer Radiyallâhu anhu’yu Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e şikâyet ettiler. Bunun üzerine Resûlü Ekrem, Hz. Ömer’i çağırttı ve hâdiseyi sordu. Hz. Ömer: ″Yâ Resûlallah! Hükmünüzü reddetti″ cevabını verdi. O anda Cebrâil Aleyhisselâm geldi ve dedi ki: ″Ömer, Fâruk’tur (hak ile bâtılı ayırt etti)″. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Ömer’e:
اَنْتَ الْفَارُوق.
″Sen Fâruk’sun″ buyurdu.[1]
İşte bu iki âyet ve bunu tâkip eden dört âyet münâfıklar hakkında nâzil olmuştur. Bu âyette ″Şeytana tâbi olandan″ maksat, Ka’b b. Eşref’tir.
[1] Tercüme-i Tefsir-i Tibyan, c.1, s. 367.
﴿ فَكَيْفَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يهِمْ ثُمَّ جَٓاؤُ۫كَ يَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ اِنْ اَرَدْنَٓا اِلَّٓا اِحْسَانًا وَتَوْف۪يقًا ﴿٦٢﴾ ﴾
62. Elleriyle yaptıklarının karşılığı olarak o münâfıklara bir musîbet isâbet ettiği vakit, halleri nasıl olur? Onlar (musîbete uğradıktan) sonra sana gelip Allah’a yemin ederek, ″Başkasının huzurunda mahkemeyi kabul etmemiz, ancak meselenin güzellikle hallolması ve iki tarafın da barıştırılması içindi″ derler.
﴿ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ يَعْلَمُ اللّٰهُ مَا ف۪ي قُلُوبِهِمْ فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ وَعِظْهُمْ وَقُلْ لَهُمْ ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ قَوْلًا بَل۪يغًا ﴿٦٣﴾ ﴾
63. Allah’u Teâlâ, onların kalplerindeki nifâkı bilir. Onlardan yüz çevir. Nifâkı terk etmeleri için kendilerine öğüt ver ve onlara tesirli sözler söyle!
﴿ وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا لِيُطَاعَ بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَلَوْ اَنَّهُمْ اِذْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ جَٓاؤُ۫كَ فَاسْتَغْفَرُوا اللّٰهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللّٰهَ تَوَّابًا رَح۪يمًا ﴿٦٤﴾ ﴾
64. Biz gönderdiğimiz Peygamberleri, Allah’ın izniyle emirlerine ve hükümlerine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelip, Allah’tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Resûl de onlar için Allah’tan bağışlanma dileseydi, elbette Allah’u Teâlâ’yı, tevbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulurlardı.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında bir grup âlim, Utbe Radiyallâhu anhu’dan şu meşhur hâdiseyi naklederler:
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabri yanında oturuyordum. Bir bedevî gelerek: ″Selâm sana Yâ Resûlallah! Allah’u Teâlâ’nın: ″… Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelip, Allah’tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Resûl de onlar için Allah’tan bağışlanma dileseydi, elbette Allah’u Teâlâ’yı, tevbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulurlardı″[1] diye buyurduğunu işittim. İşte günahlarımın bağışlanmasını dileyerek ve Rabbime benim hakkımda şefaatte bulunmanı isteyerek sana geldim″ dedi ve şu kasideyi söyledi:
يَا خَيْرَ مَنْ دُفِنَتْ بِالْقَاعِ أَعْظُمُهُ ... فَطَابَ مِنْ طَيْبِهِنَّ الْقَاعُ وَالْأكَمُ
نَفْسِي الْفِدَاءُ لِقَبْرٍ أَنْتَ سَاكِنُهُ ... فِيهِ الْعَفَافُ وَفِيهِ الْجُودُ وَالْكَرَمُ
- Ey yeryüzündeki efendilerin en hayırlısı ve en büyüğü! Onların güzel kokularıyla yeryüzünün alçak ve yüksek yerleri hep güzelleşmiştir. Senin bulunduğun kabre benim nefsim fedâ olsun. Orada iffet, orada cömertlik ve şeref vardır.
Sonra bedevî ayrılıp gitti ve bana bir uyku hâli geldi. Rüyâmda Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm. Şöyle buyurdu: ″Ey Utbe! Bedevîye var ve Allah’u Teâlâ’nın kendisini bağışladığını ona müjdele.″[2]
Yine bu hususta Enes Radiyallâhu anhu‘dan nakledilmiştir ki:
Hz. İmam Ali‘nin annesi Hz. Fâtıma Bint-i Esed vefât ettiğinde, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bu Muşâr‘un İleyhâ‘nın naaşını bizzat kabre indirip buyurdu ki:
اغْفِرْ لأُمِّى فَاطِمَةَ بنتِ أَسَدٍ ولَقِّنْهَا حُجَّتَها وَوَسِّعْ عَلَيْهَا مُدْخَلَهَا بِحَقِّ نَبِيِّكَ وَالأَنْبِيَاءِ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِى فَاِنَّكَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ. (طب عن انس بن مالك)
″Ey Allah’ım! Senin Nebîn ve önceki Peygamberlerin hakkı için annem Fâtıma Bint-i Esed’i bağışla ve girdiği yeri kendine genişlet. Muhakkak ki Sen, merhamet edenlerin en merhametlisisin.″[3]
[1] Sûre-i Nisâ, Âyet 64.
[2] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim c. 2, s. 348.
[3] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 20324.
﴿ فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتّٰى يُحَكِّمُوكَ ف۪يمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْۙ ثُمَّ لَا يَجِدُوا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْل۪يمًا ﴿٦٥﴾ ﴾
65. Ey Resûlüm! Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında olan çekişmeden dolayı huzurunda mahkeme olup, verdiğin hükmü şüphesiz kabul etmedikçe, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe, sana îman etmiş olmazlar.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanından bahsetmiş olsa da hükmü her zaman için geçerlidir. Müslümanlar fırkalara ayrılıp farklı inançlara yöneldiği zaman, Müslümanların içerisinde birliği sağlayacak olan Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Hadis-i Şerif’leridir.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
وَتَفْتَرِقُ أُمَّتِي عَلَى ثَلَاثٍ وَسَبْعِينَ مِلَّةً كُلُّهُمْ فِي النَّارِ إِلَّا مِلَّةً وَاحِدَةً قَالُوا وَمَنْ هِيَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ مَا أَنَا عَلَيْهِ وَأَصْحَابِي (ت عبد اللّٰه بن عمرو)
″Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan bir fırka hâriç hepsi Cehennemde olacaktır.″ ″O kurtulan fırka kimdir Yâ Resûlallah?″ dediler. Buyurdu ki: ″Ben ve Ashâbımın yolu üzere olanlardır.″[1]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
كُلُّ أُمَّتِى يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ اِلَّا مَنْ أَبَى قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَمَنْ يَأْبَى قَالَ مَنْ أَطَاعَنِى دَخَلَ الْجَنَّةَ وَمَنْ عَصَانِى فَقَدْ أَبَى (خ عن ابى هريرة)
″İstemeyenler dışında, ümmetimin tamamı Cennete girer.″ ″Yâ Resûlallah! Cennete girmeyi kim istemez ki?″ denilince, buyurdu ki: ″Bana itaat edenler Cennete girer, bana karşı gelenler Cenneti istememiş demektir.″[2]
[1] Sünen-i Tirmizî, Îman 18; Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 17. Bu Hadis-i Şerif’in metni, bir diğer rivâyette de şöyle geçmektedir: سَتَفْتَرِقُ أُمَّتِى ثَلَاثٌ وَسَبْعِينَ فِرْقَةً كُلُّهُمْ فِى النَّارِ اِلَّا وَاحِدَةً مَنْ وَاحِدَةَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ:مَا أَنَا عَلَيْهِ وَأَصْحَابِى(İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 6, s. 118).
[2] Sahih-i Buhârî, İ’tisâm 2. Riyaz’üs-Sâlihîn, Hadis No: 158.
﴿ وَلَوْ اَنَّا كَتَبْنَا عَلَيْهِمْ اَنِ اقْتُلُٓوا اَنْفُسَكُمْ اَوِ اخْرُجُوا مِنْ دِيَارِكُمْ مَا فَعَلُوهُ اِلَّا قَل۪يلٌ مِنْهُمْۜ وَلَوْ اَنَّهُمْ فَعَلُوا مَا يُوعَظُونَ بِه۪ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ وَاَشَدَّ تَثْب۪يتًاۙ ﴿٦٦﴾ وَاِذًا لَاٰتَيْنَاهُمْ مِنْ لَدُنَّٓا اَجْرًا عَظ۪يمًاۙ ﴿٦٧﴾ وَلَهَدَيْنَاهُمْ صِرَاطًا مُسْتَق۪يمًا ﴿٦٨﴾ ﴾
66-68. Eğer o münâfıklara, ″Kendinizi öldürün veya diyârınızdan çıkın!″ diye emretmiş olsaydık, bu emrimizi onlardan ancak az bir grup yerine getirirdi. Halbuki onlar, kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı ve (îmanları) daha sağlam olurdu.* O zaman kendilerine elbette tarafımızdan büyük bir mükâfat da verirdik* ve onları elbette doğru yola hidâyet ederdik.
İzah: Eğer o münâfıklara, ″Kendinizi öldürün veya diyârınızdan çıkın!″ diye emretmiş olsaydık, bu emrimizi onlardan ancak az bir grup yerine getirirdi… diye geçen âyet nâzil olunca, Sahâbîden bir adam: ″Şâyet bize emredilmiş olsaydı, biz mutlaka yapardık. Bizi bundan affeden Allah’a hamd olsun″ dedi. Bu söz, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ulaşınca, şöyle buyurdu:
إِنَّ مِنْ أُمَّتِي لَرِجَالًا الْإِيمَان أَثْبَت فِي قُلُوبهمْ مِنَ الْجِبَال الرَّوَاسِي (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن أبي إسحاق السبيعي)
″Ümmetimden öyle insanlar vardır ki, îman, onların kalplerinde muhkem dağlardan daha sağlamdır.″[1]
[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 8, s. 526.
﴿ وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَعَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ وَالصِّدّ۪يق۪ينَ وَالشُّهَدَٓاءِ وَالصَّالِح۪ينَۚ وَحَسُنَ اُو۬لٰٓئِكَ رَف۪يقًاۜ ﴿٦٩﴾ ذٰلِكَ الْفَضْلُ مِنَ اللّٰهِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ عَل۪يمًا۟ ﴿٧٠﴾ ﴾
69-70. Her kim Allah’a ve Resûle itaat ederse, işte onlar Allah’u Teâlâ’nın, kendilerine nîmet verdiği Peygamberler, sıddîkler, şehitler ve sâlihler ile beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar.* Bu, Allah’u Teâlâ’dan bir lütuftur. Her şeyi bilen olarak Allah yeter.
İzah: Sûre-i Nisâ, Âyet 69’un nüzul sebebine dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
Ashâb-ı Kirâm’dan bir adam, (bir rivâyete göre de Resûlü Ekrem’in kölelikten azat ettiği Sevban Radiyallâhu anhu) Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i çok sever ve ondan bir an bile ayrı kalmaya tahammül edemezdi. Bir gün o, yüzü kül gibi olduğu halde Resûlü Ekrem’e geldi. Peygamber Efendimiz: ″Hasta mısın?″ diye sorunca, o zât: ″Hayır″ dedi ve konuşmasına şöyle devam etti:
يَا رَسُولَ اللّٰهِ اِنِّى لأُحِبُّكَ حَتَّى اِنِّى لأَذْكُرُكَ فَلَوْلا أَنِّى أَجِيءُ فَأَنْظُرُ اِلَيْكَ ظَنَنْتُ أَنَّ نَفْسِى تَخْرُجُ فَأَذْكُرُ أَنِّى اِنْ دَخَلْتُ الْجَنَّةَ صِرْتُ دُونَكَ فِى الْمَنْزِلَةِ فَشَقَّ ذَلِكَ عَلَيَّ وَأُحِبُّ أَنْ أَكُونَ مَعَكَ فِى الدَّرَجَةِ فَلَمْ يَرُدَّ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ شَيْئًا فَأَنْزَلَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ: "وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ [النساء آية 69] فَدَعَاهُ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَتَلاهَا عَلَيْهِ. (طب عن ابن عباس)
″Yâ Resûlallah! Şüphesiz ki sen bana, elbette canımdan daha sevgilisin. Şüphesiz ki sen bana, elbette çocuklarımdan daha sevgilisin. Şüphesiz ki ben, elbette evde seni düşünüyorum da sabredemiyorum. Tâ ki geliyorum da sana bakıyorum. Ölümümü ve ölümünü hatırladığımda anladım ki, sen Cennete girdiğinde Peygamberlerle beraber yüksek makamlarda olacaksın. Ben de Cennete girmem hâlinde seni göremeyeceğimden korktum. Resûlulah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir cevap vermedi. Nihâyet Cebrâil Aleyhisselâm ona şu âyeti indirdi: ″Her kim Allah’a ve Resûle itaat ederse, işte onlar Allah’u Teâlâ’nın, kendilerine nîmet verdiği Peygamberler, sıddîkler, şehitler ve sâlihler ile beraber-dirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar.″[1] Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, o zâtı çağırdı ve inen bu Âyet-i Kerîme’yi ona okudu.[2]
Hadis-i Şerif’te geçen sevgi, tek taraflı olan bir sevgi değildir. Sevgi her iki taraflı olursa, işte o zaman Hadis-i Şerif’teki müjdeye nâil olunur. Ashâb-ı Kirâm, Allah’u Teâlâ’nın ve Resûlünün emirlerine itaat ederlerdi. Peygamber Efendimiz de bu sebeple onlara karşı sevgi ve muhabbet duyardı. Bu nedenle onlara Ashab denilmiştir. Ashab ifadesi de, dost ve arkadaş anlamına gelmektedir.
Yine bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak şu hâdise de anlatılmuştır:
أَنَّ أَصْحَابَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالُوا: قَدْ عَلِمْنَا أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَهُ فَضْلٌ عَلَى مَنْ آمَنَ بِهِ فِي دَرَجَاتِ الْجَنَّةِ مِمَّنْ تَبِعَهُ وَصَدَّقَهُ، فَكَيْفَ لَهُمْ إِذَا اجْتَمَعُوا فِي الْجَنَّةِ أَنْ يَرَى بَعْضُهُمْ بَعْضًا؟ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ هَذِهِ الْآيَةَ فِي ذَلِكَ. فَقَالَ لَهُ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِنَّ الْأَعْلَيْنَ يَنْحَدِرُونَ إِلَى مَنْ هُوَ أَسْفَلَ مِنْهُمْ، فَيَجْتَمِعُونَ فِي رِيَاضِهَا، فَيَذْكُرُونَ مَا أَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ وَيُثْنُونَ عَلَيْهِ (ابن جرير عن الربيع)
″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbı: ″Resûlulah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kendisine îman ve tasdik edenlerden derece bakımından daha üstün olduğunu biliyoruz. Cennette farklı derecelerde bulunanlar birbirlerini nasıl görecekler?″ dediler. Allah’u Teâlâ da bu konuda ″Her kim Allah’a ve Resûle itaat ederse, işte onlar Allah’u Teâlâ’nın, kendilerine nîmet verdiği Peygamberler, sıddîkler, şehitler ve sâlihler ile beraberdirler…″[3] diye geçen âyeti indirdi. Sonrasında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Cennette yüksek derecede bulunanlar, kendilerinden daha alt derecede bulunanların yanına inip Cennet bahçelerinde biraraya gelirler. Burada Allah’u Teâlâ’nın kendilerine verdiği nîmetleri zikredip onu överler″ buyurdu.[4]
Abdullah b. Hişam Radiyallâhu anhu da, şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
Biz, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındaydık. Hz. Ömer’in elini tutmuştu. Hz. Ömer: ″Yâ Resûlallah! Yemin ederim ki, ben seni kendi canım hâriç, her şeyden daha çok seviyorum″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
لَا وَالَّذِي نَفْسِى بِيَدِهِ حَتَّى أَكُونَ أَحَبَّ اِلَيْكَ مِنْ نَفْسِكَ فَقَالَ لَهُ عُمَرُ فَاِنَّهُ الْآنَ وَاللّٰهِ لَأَنْتَ أَحَبُّ اِلَيَّ مِنْ نَفْسِى فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الْآنَ يَا عُمَرُ. (خ عن عبد اللّٰه بن هشام)
″Hayır! Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, beni nefsinden daha çok sevmedikçe hakkıyla îman etmiş olmazsın.″ Bunun üzerine Hz. Ömer: ″Vallâhi! Şu andan itibaren seni kendi canımdan daha çok seviyorum″ deyince, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″İşte şimdi oldu Yâ Ömer!″ buyurdu.[5]
Enes Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:
Bir adam, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek, ″Yâ Resûlallah! Kıyâmet ne zaman kopacaktır?″ diye sordu. Peygamberimiz, namaza kalktı ve namazını bitirince: ″Kıyâmetin kopmasını soran kimse nerededir?″ buyurdu. Adam: ″Benim Yâ Resûlallah!″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Kıyâmet için ne hazırladın?″ buyurdu. Adam: ″Kıyâmet için (nâfile olarak) fazla namaz ve oruç hazırlayamadım. Fakat ben, Allah’ı ve Resûlünü seviyorum″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
الْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ وَأَنْتَ مَعَ مَنْ أَحْبَبْتَ فَمَا رَأَيْتُ فَرِحَ الْمُسْلِمُونَ بَعْدَ الْإِسْلَامِ فَرَحَهُمْ بِهَذَا. (م د ت عن انس)
″Kişi sevdiğiyle beraberdir, sen de sevdiğinle beraber olacaksın.″ Enes Radiyallâhu anhu der ki: ″Müslümanların, Müslüman olmaları dışında bu söze sevindikleri kadar, başka bir şeye sevindiklerini görmedim.″[6]
Kaynakların ittifakla belirttiğine göre, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetlerine tam olarak uyma konusunda, Ashâb-ı Kirâm içinde İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’nın ayrı bir yeri vardır.
″İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ; Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i canından daha çok severdi. Onu zikrettiğinde gözlerinden yaşlar boşanırdı. Hac için Mekke’ye gittiğinde, Resûlü Ekrem’in bulunduğu yerlere uğradıkça, ona ait hatıralarını düşünür, Resûlullah Efendimizin bulunduğu yerlere ellerini sürer, gözleri yaşla dolardı. Mescid-i Nebevî’ye gider, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in minberinin yanına yaklaşır, ayak bastığı ve oturduğu yere dokunarak ellerine, yüzüne sürerdi.″[7]
أَنَّ ابْنَ عُمَرَ ، كَانَ يَأْتِي شَجَرَةً بَيْنَ مَكَّةَ وَالْمَدِينَةِ فَيَنْزِلُ تَحْتَهَا وَيَزْعُمُ أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَأْتِيهَا (طب عن نافع)
″İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ, Mekke ile Medîne arasında bulunan bir ağacın yanına gelerek altında dinlenir ve Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in de böyle yaptığını söylerdi.″[8]
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مِنْ أَشَدِّ أُمَّتِي لِي حُبًّا نَاسٌ يَكُونُونَ بَعْدِي يَوَدُّ أَحَدُهُمْ لَوْ رَآنِي بِأَهْلِهِ وَمَالِهِ (م عن ابى هريرة)
″Ümmetim içinde beni en çok sevenlerin bir kısmı da, benden sonra gelenler arasından çıkacaktır. Onlar beni görebilmek için ehlini ve malını fedâ etmek isteyeceklerdir.″[9]
[1] Sûre-i Nisâ, Âyet 69.
[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 12394; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 4, s. 510.
[3] Sûre-i Nisâ, Âyet 69.
[4] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 4, s. 512.
[5] Sahih-i Buhârî, Eymen 3; Rudânî, Cem’ul Fevâid, Hadis No: 8363.
[6] Sünen-i Tirmizî, Zühd 36; Sünen-i Ebû Dâvûd, Edeb 113; Sahih-i Müslim, Birr 50 (161-165).
[7] İbn-i Hacer el-Askalanî, el-İsâbe Fî Temyiz’is-Sahâbe, c. 6, s. 290-302 (4856).
[8] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 489; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 157.
[9] Sahih-i Müslim, Cennet 4 (12).
﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا خُذُوا حِذْرَكُمْ فَانْفِرُوا ثُبَاتٍ اَوِ انْفِرُوا جَم۪يعًا ﴿٧١﴾ ﴾
71. Ey îman edenler! Düşmanlarınıza karşı teyakkuz hâlinde olun. Gerek kısım kısım, gerek topluca düşmanlarınıza karşı savaşa çıkın.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme, kâfirlere karşı her türlü tedbirin eksiksiz olarak alınması gerektiğini bildirmekte ve Mü’minlere, kâfirler tarafından bir tehdit söz konusu olduğunda, onlarla savaşmayı ihmal etmemelerini emretmektedir.
Yine bu hususta Sûre-i Enfâl, Âyet 60’ta şöyle buyrulmaktadır:
″Ey Mü’minler! Onlara karşı gücünüzün yettiği her kuvvetten ve atlardan hazırlayın. Bununla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz, fakat Allah’u Teâlâ’nın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız, karşılığı size eksiksiz ödenir ve siz aslâ haksızlığa uğratılmazsınız.″
﴿ وَاِنَّ مِنْكُمْ لَمَنْ لَيُبَطِّئَنَّۚ فَاِنْ اَصَابَتْكُمْ مُص۪يبَةٌ قَالَ قَدْ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيَّ اِذْ لَمْ اَكُنْ مَعَهُمْ شَه۪يدًا ﴿٧٢﴾ وَلَئِنْ اَصَابَكُمْ فَضْلٌ مِنَ اللّٰهِ لَيَقُولَنَّ كَاَنْ لَمْ تَكُنْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُ مَوَدَّةٌ يَا لَيْتَن۪ي كُنْتُ مَعَهُمْ فَاَفُوزَ فَوْزًا عَظ۪يمًا ﴿٧٣﴾ ﴾
72-73. Şüphesiz ki, sizden bâzınız da savaştan geri durur. Siz (öldürülme ve hezimet gibi) bir musîbete uğrarsanız, ″Allah’u Teâlâ bana nîmet ihsan etti de onlarla beraber bulunmadım″ der.* Eğer size Allah’u Teâlâ’dan bir ihsan nasip olursa, sanki kendisi ile aranızda hiçbir tanışıklık olmamış gibi, muhakkak şöyle der: ″Keşke ben de onlarla beraber bulunsaydım ve ganîmete nâil olsaydım.″
﴿ فَلْيُقَاتِلْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ الَّذ۪ينَ يَشْرُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا بِالْاٰخِرَةِۜ وَمَنْ يُقَاتِلْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَيُقْتَلْ اَوْ يَغْلِبْ فَسَوْفَ نُؤْت۪يهِ اَجْرًا عَظ۪يمًا ﴿٧٤﴾ ﴾
74. Artık dünyâ hayatını âhiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Her kim Allah yolunda savaşır da o uğurda öldürülür yahut gâlip gelirse, ona büyük bir mükâfat vereceğiz.
İzah: Allah yolunda cihat etmenin mükâfatı hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ قَاتَلَ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ فُوَاقَ نَاقَةٍ فَقَدْ وَجَبَتْ لَهُ الْجَنَّةُ وَمَنْ سَأَلَ اللّٰهَ الْقَتْلَ مِنْ نَفْسِهِ صَادِقًا ثُمَّ مَاتَ أَوْ قُتِلَ فَإِنَّ لَهُ أَجْرَ شَهِيدٍ زَادَ ابْنُ الْمُصَفَّى مِنْ هُنَا وَمَنْ جُرِحَ جُرْحًا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ أَوْ نُكِبَ نَكْبَةً فَإِنَّهَا تَجِيءُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَأَغْزَرِ مَا كَانَتْ لَوْنُهَا لَوْنُ الزَّعْفَرَانِ وَرِيحُهَا رِيحُ الْمِسْكِ وَمَنْ خَرَجَ بِهِ خُرَاجٌ فِي سَبِيلِ اللّٰهَ فَإِنَّ عَلَيْهِ طَابَعَ الشُّهَدَاءِ (د ن عن معاذ بن جبل)
″İçinden samimi şekilde Allah yolunda cihat yapmayı temenni eden bir kimse, daha sonra ölse de, öldürülse de şehit sevabı kazanır. Kim de Allah yolunda yara alsa veya Allah yolunda düşmanın sebep olmadığı bir musîbetle bile yaralansa, bu yara mahşer günü, olduğundan daha ağır, rengi zaferân renginde, kokusu da misk kokusunda olarak gelir. Kimin vücudunda, Allah yolunda iken çıkan iltihablı bir yara açılacak olsa, bu da onun için şehitlik mührü olur.″[1]
Nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
اَلْمُجَاهِدُ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ هُوَ عَلَيَّ ضَامِنٌ إِنْ قَبَضْتُهُ أَوْرَثْتُهُ الْجَنَّةَ وَإِنْ رَجَعْتُهُ رَجَعْتُهُ بِأَجْرٍ أَوْ غَنِيمَةٍ (ت عن انس)
″Benim uğrumda cihat eden kişi Benim teminatım altındadır. Şâyet ruhunu kabzedersem, kendisini Cennetin vârisi kılarım. Şâyet geri çevirirsem, sevap ve ganîmetle geri çeviririm.″[2]
﴿ وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اَخْرِجْنَا مِنْ هٰذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ اَهْلُهَاۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّاۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَص۪يرًاۜ ﴿٧٥﴾ ﴾
75. Ey Mü’minler! Size ne oldu ki, esâret altında olup da, ″Ey Rabbimiz! Bizi bu zulüm beldesinden ve zâlimlerden kurtar ve bize tarafından velî ve yardımcı gönder″ diye Allah’u Teâlâ’ya yalvaran çâresiz erkek, kadın ve çocukları kurtarmak için Allah yolunda savaşmıyorsunuz?
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, zulüm beldesi diye geçen yer, Mekke’dir. Müslümanlardan fırsatını bulanlar Mekke’den hicret etmişti. Fakat onlardan çâresiz olanlar, Medîne’ye hicret edememişlerdi. Bunlar, Mekke müşrikleri tarafından her türlü eziyete uğramaktaydı. Bu zulme yalnız erkekler değil, kadınlar ve çocuklar da uğruyordu. Bunlar, âyette geçtiği gibi sürekli duâ ediyorlardı. Allah’u Teâlâ, bu çâresiz durumda kalan Müslümanların duâlarını kabul buyurmuş ve Peygamberinin eliyle Mekke’nin fethini nasip ederek, mazlumları, zâlimlerin zulmünden kurtarmıştır.
﴿ اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۚ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ الطَّاغُوتِ فَقَاتِلُٓوا اَوْلِيَٓاءَ الشَّيْطَانِۚ اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَع۪يفًا۟ ﴿٧٦﴾ ﴾
76. Îman edenler, Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da şeytanın yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın dostları ile savaşın. Muhakkak ki, şeytanın hilesi zayıftır.
﴿ اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ ق۪يلَ لَهُمْ كُفُّٓوا اَيْدِيَكُمْ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۚ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ اِذَا فَر۪يقٌ مِنْهُمْ يَخْشَوْنَ النَّاسَ كَخَشْيَةِ اللّٰهِ اَوْ اَشَدَّ خَشْيَةًۚ وَقَالُوا رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَۚ لَوْلَٓا اَخَّرْتَنَٓا اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۜ قُلْ مَتَاعُ الدُّنْيَا قَل۪يلٌۚ وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِمَنِ اتَّقٰى وَلَا تُظْلَمُونَ فَت۪يلًا ﴿٧٧﴾ ﴾
77. Ey Resûlüm! O kimseleri görmez misin ki, onlara: ″Ellerinizi savaştan çekin, namaz kılın ve zekât verin″ denilmişti. Sonra üzerlerine savaş farz olunca, onlardan bir taife, Allah’tan ne kadar korkarlar ise, kâfirlerden o kadar, belki de daha fazla korkmaya başladılar ve ″Ey Rabbimiz! Niçin savaşı bizim üzerimize farz kıldın? Ne olurdu bizi yakın olan ecelimiz gelinceye kadar geciktirseydin″ dediler. Onlara de ki: ″Dünyâ menfaati, çok azdır (geçicidir). Âhiret ise, Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Siz, kıl kadar bile haksızlığa uğratılmazsınız.″
İzah: Mü’minler, Mekke’de iken kâfirlerden gördükleri eziyetlerden dolayı onlarla savaşmak istemişlerdi. Fakat o zaman savaşmaktan menolunmuşlardı. Medîne’ye hicretten sonra ise cihat farz olunca, bir kısmı kâfirlerden korkup, ″Keşke cihat farz olmasaydı″ diye temennide bulununca, bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuştur.
﴿ اَيْنَ مَا تَكُونُوا يُدْرِكْكُمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنْتُمْ ف۪ي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍۜ وَاِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هٰذِه۪ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۚ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هٰذِه۪ مِنْ عِنْدِكَۜ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ فَمَا لِهٰٓؤُ۬لَٓاءِ الْقَوْمِ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَد۪يثًا ﴿٧٨﴾ ﴾
78. Her nerede bulunursanız bulunun, isterseniz yüksek burçlar içinde olun, ölüm sizi bulur. Eğer onlara (Yahudilere) bir nîmet gelirse, ″Bu, Allah katındandır″ derler. Onlara bir musîbet gelirse, ″Bu, senin yüzündendir″ derler. Ey Resûlüm! Sen onlara, ″Hepsi Allah katındandır″ de. Onlara ne oluyor da söz anlamaya yanaşmıyorlar?
İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Medîne-i Münevvere’yi şereflendirdikleri vakit, şehirde bolluk olmuştu. Fakat Yahudileri dîne dâvet edince, onların inanmamakta inat etmeleri üzerine, cezâ olarak, o sene kıtlık hüküm sürmeye başladı. O zaman Yahudiler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem için, ″Biz böyle uğursuz adam görmedik, mahsullerimizde bereket kalmadı″ demeye başlamışlardı. Onların bolluğu Allah’a, kıtlığı iseResûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e isnat etmeleri üzerine, bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuştur.
Nitekim Yahudiler vaktiyle Sûre-i A’râf, Âyet 131’de geçtiği üzere Mûsâ Aleyhisselâm’ı da aynı şekilde böyle uğursuzlukla itham etmişlerdi.
﴿ مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِۘ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَۜ وَاَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولًاۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يدًا ﴿٧٩﴾ ﴾
79. Sana ne iyilik gelirse, Allah’u Teâlâ’dandır. Sana ne kötülük gelirse kendi nefsindendir. Ey Habîbim! Biz seni insanlara Resûl olarak gönderdik. Şâhit olarak Allah yeter.
İzah: Âyette: ″Sana ne iyilik gelirse, Allah’u Teâlâ’dandır. Sana ne kötülük gelirse kendi nefsindendir″ diye buyrulmaktadır. Yani, Ey Resûlüm! Sen de ki: ″Ey insanlar! Nâil olduğunuz her hayır, Allah’ın lütfundandır. Başınıza gelen musîbet ise, kendi hatâlarınızdan dolayıdır″ demektir.
Katâde Hazretleri, Âyet-i Kerîme’de geçen, ″Sana ne kötülük gelirse kendi nefsindendir″ buyruğunu açıklarken şöyle demiştir:
عُقُوبَةٌ يَا ابْنَ آدَمَ بِذَنْبِكَ. قَالَ: وَذُكِرَ لَنَا أَنَّ نَبِيَّ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَقُولُ: لَا يُصِيبُ رَجُلًا خَدْشُ عُودٍ، وَلَا عَثْرَةُ قَدَمٍ، وَلَا اخْتِلَاجُ عِرْقٍ إِلَّا بِذَنْبٍ، وَمَا يَعْفُو اللّٰهُ عَنْهُ أَكْثَرُ (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن قتادة)
″Ey Âdemoğlu! Başına gelen kötülük ve sıkıntılar, kendi işlediğin günahlar yüzündendir. Bize bildirilene göre, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Kişiye kıymık batması, ayağının kayması ve damar seğirtmesi ancak işlediği bir günah dolayısıyla olur. Allah’ın affettiği günahlar ise, cezâsını verdiklerinden daha çoktur″ buyurmuştur.[1]
Sûre-i Şûrâ, Âyet 30’da da şöyle buyrulmaktadır:
″Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Allah’u Teâlâ, (günahlarınızın) çoğunu da affeder.″
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
عَجَبًا لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ وَلَيْسَ ذَاكَ لِأَحَدٍ إِلَّا لِلْمُؤْمِنِ إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ (م عن صهيب)
″Mü’minin işi acâyiptir. Doğrusu onun her işi hayırdır. Bu husus Mü’minden başkası için böyle değildir. Ona iyilik ve genişlik isabet ederse, şükreder ve bu kendisi için hayır olur. Bir sıkıntı ve darlığa uğrarsa da, sabreder, bu da kendisi için hayır olur.″[2]
Ayrıca Allah’u Teâlâ, sevdiği kullara, daha büyük dereceler alabilme-leri için lütfundan ibtilâlar verir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَشَدُّ النَّاسِ بَلَاءً الْأَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْعُلَمَاءُ ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ (طب ك عن سعد بن أبي وقاص)
″İnsanlardan belânın en şiddetlisi Peygamberlere, sonra âlimlere (velî kullara), sonra onlara en çok benzeyenlere ve çok benzeyenlere gelir.″[3]
İbtilâ konusunda daha geniş bilgi için de Sûre-i Bakara, Âyet 155 ve izahına bakınız.
[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 8, s. 558.
[2] Sahih-i Müslim, Zühd 13 (64).
[3] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 5472; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 20096.
﴿ مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَۚ وَمَنْ تَوَلّٰى فَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَف۪يظًاۜ ﴿٨٠﴾ ﴾
80. Her kim Resûle itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Her kim de itaatten yüz çevirirse, Ey Resûlüm! Biz seni onların üzerine koruyucu olarak göndermedik.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e itaat etmeyenin, Allah’u Teâlâ’ya da itaat etmemiş olacağı ve bu sebeple de küfre gireceği beyan edilmiştir.
Bu Âyet-i Kerîme nâzil olunca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ أَحَبَّنِى فَقَدْ أَحَبَّ اللّٰهَ وَمَنْ أَطَاعَنِى فَقَدْ أَطَاعَ اللّٰهَ.
″Her kim beni severse, şüphesiz Allah’ı sevmiş olur. Her kim de bana itaat ederse, şüphesiz Allah’a itaat etmiş olur.″[1]
Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
نَحْنُ الْآخِرُونَ السَّابِقُونَ مَنْ أَطَاعَنِي فَقَدْ أَطَاعَ اللّٰهَ وَمَنْ عَصَانِي فَقَدْ عَصَى اللّٰهَ … (خ عن ابى هريرة)
″Biz Müslümanlar, (Ehl-i Kitab’a nazaran) sonra gelmiş bulunuyoruz. Fakat mahşer gününde faziletçe en ileride bulunacağız. Her kim bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiştir. Her kim de bana isyan ederse, Allah’a isyan etmiştir...″[2]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
كُلُّ أُمَّتِى يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ اِلَّا مَنْ أَبَى قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَمَنْ يَأْبَى قَالَ مَنْ أَطَاعَنِى دَخَلَ الْجَنَّةَ وَمَنْ عَصَانِى فَقَدْ أَبَى (خ عن ابى هريرة)
″İstemeyenler dışında, ümmetimin tamamı Cennete girer.″ ″Yâ Resûlallah! Cennete girmeyi kim istemez ki?″ denilince, buyurdu ki: ″Bana itaat edenler Cennete girer, bana karşı gelenler Cenneti istememiş demektir.″[3]
[1] Tercüme-i Tefsir-i Tibyan, c.1 s. 375.
[2] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1240.
[3] Sahih-i Buhârî, İ’tisâm 2. Riyaz’üs-Sâlihîn, Hadis No: 158.
﴿ وَيَقُولُونَ طَاعَةٌۘ فَاِذَا بَرَزُوا مِنْ عِنْدِكَ بَيَّتَ طَٓائِفَةٌ مِنْهُمْ غَيْرَ الَّذ۪ي تَقُولُۜ وَاللّٰهُ يَكْتُبُ مَا يُبَيِّتُونَۚ فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلًا ﴿٨١﴾ ﴾
81. Ey Resûlüm! Münâfıklara bir şey emredersen, ″İtaat ettik″ derler. Senden ayrıldıkları vakit, onlardan bir topluluk, geceleyin (gizlice) senin söylediklerinin tersine planlar kurarlar. Allah’u Teâlâ onların o gizli planlarını yazıyor. Sen onlardan yüz çevir ve Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.
İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir şey söylediğinde, Münâfıklar: ″Biz sana itaat ettik″ derlerdi. Ancak Resûlü Ekrem övüldüğü zaman zorlarına giderdi. Kendileri bir araya geldiklerinde aleyhinde atarlar ve sürekli olarak Peygamber Efendimizde açık arayıp onu mahcup etmeye çalışırlardı. Hattâ aralarında fedâi tutarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i öldürmeye çalışacak kadar nefret ederlerdi.
Münâfıklar hakkında İbn-i İshâk’tan şu hâdise nakledilmiştir:
Yolda Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bir devesi kayboldu. Münâfıklardan biri dedi ki:
أَلَيْسَ مُحَمّدٌ يَزْعُمُ أَنّهُ نَبِيّ وَيُخْبِرُكُمْ عَنْ خَبَرِ السّمَاءِ وَهُوَ لَا يَدْرِي أَيْنَ نَاقَتُهُ؟… وَإِنّي وَاللّٰهِ مَا أَعْلَمُ إلّا مَا عَلّمَنِي اللّٰهُ وَقَدْ دَلّنِي اللّٰهُ عَلَيْهَا وَهِيَ فِي هَذَا الْوَادِي فِي شِعْبِ كَذَا وَكَذَا قَدْ حَبَسَتْهَا شَجَرَةٌ بِزِمَامِهَا فَانْطَلِقُوا حَتّى تَأْتُونِي بِهَا فَذَهَبُوا فَجَاءُوا بِهَا (ٍسيرة ابن هشام عن ابن اسحاق)
″Muhammed, Peygamberim diyor. Göklerden haber verdiğini söylüyor. Halbuki devesinin nerede olduğunu bilmiyor.″ Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bir kişi hakkımda şunları söylüyor″ diye münâfığın sözlerini Ashâbına anlattı. Sonra: ″Vallâhi! Ben bir şey bilmem, ancak Allah’ın bildirdiğini bilirim. Şimdi Allah bana bildirdi ki, deve falan vâdide ve falan yerdedir. Yuları bir ağacın dalına takılıp kalmış, gidin getirin″ buyurdu. Hakikaten, Ashâbdan birkaç kişi hemen oraya koştu ve deveyi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in söylediği halde bulup getirdi.[1]
Yine bir gün Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem hutbede, münâfıklar hakkındaki âyetlerden okuyunca, onlar:
- Muhammed, bizim aleyhimizde konuşuyor. Bu Cuma yine aleyhimize konuşursa, minberden iner inmez onu öldürelim, dediler. İçlerinden fedâi seçtiler ve onlar zehirli hançerlerle minberin etrafında oturdular. Kimse, münâfıkların böyle bir niyette olduklarını bilmiyordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem hutbede, münâfıklar hakkındaki âyetlerden okuyup, ineceği zaman bir basamak aşağı adım atınca, Cebrâil Aleyhisselâm geldi. O gelince, Peygamberimiz ayakta ise otururdu. Cebrâil Aleyhisselâm, münâfıkların durumunu haber vererek:
- Ashâbdan güvendiğin kişileri minberin yanına çağır, dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, ayağa kalkarak Ashâbdan güvendiği kişilere; minberin yanına gelmelerini söyledi. Böylece münâfıkların bu hâin düşüncesi başarısız oldu.
İşte imamların iki hutbe arasında oturmaları, bu olaydan dolayı sünnet olarak kalmıştır.
[1] İbn-i Hişam, es-Sîret’ün-Nebeviyye, c. 4, s. 522-523; Mir’at-ı Kâinat, c. 1, s. 469.
﴿ اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَۜ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللّٰهِ لَوَجَدُوا ف۪يهِ اخْتِلَافًا كَث۪يرًا ﴿٨٢﴾ ﴾
82. Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer Kur’an, Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, elbette onda birçok ihtilaf bulurlardı.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Amr İbn-i Şuayb Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmaktadır:
سَمِعَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَوْمًا يَتَدَارَءُونَ فَقَالَ إِنَّمَا هَلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ بِهَذَا ضَرَبُوا كِتَابَ اللّٰهِ بَعْضَهُ بِبَعْضٍ وَإِنَّمَا نَزَلَ كِتَابُ اللّٰهِ يُصَدِّقُ بَعْضُهُ بَعْضًا فَلَا تُكَذِّبُوا بَعْضَهُ بِبَعْضٍ فَمَا عَلِمْتُمْ مِنْهُ فَقُولُوا وَمَا جَهِلْتُمْ فَكِلُوهُ إِلَى عَالِمِهِ (حم عمرو بن شعيب)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem münâkaşa eden bir grup gördü ve buyurdu ki: ″Sizden öncekiler bu yüzden helâk oldu. Allah’ın kitabının bir bölümünü diğer bir bölümüyle çatışır gördüler. Halbuki Allah’ın kitabının bir bölümü diğer bir bölümünü doğrular mâhiyette indirilmiştir. Bir kısmını diğer bir kısmına dayanarak yalanlamayın. Ondan bildiğinizi söyleyin, bilmediğinizi de onu bilenlere bırakın.″[1]
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 6453.
﴿ وَاِذَا جَٓاءَهُمْ اَمْرٌ مِنَ الْاَمْنِ اَوِ الْخَوْفِ اَذَاعُوا بِه۪ۜ وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلٰٓى اُو۬لِي الْاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذ۪ينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْۜ وَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَاتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ اِلَّا قَل۪يلًا ﴿٨٣﴾ ﴾
83. Onlar, güven veya korkuya (kâfirlerle savaşması için gönderilen süvârilerin, zafer veya yenilmiş olduklarına) dair haber aldıkları vakit, herkese yayarlar. Halbuki o haberi, Resûle ve Ashâbın büyüklerine bırakarak sükût etseler, elbette onun yayılıp yayılmaması gerektiğini onlardan öğrenirlerdi. Allah’u Teâlâ’nın size lütfu ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hâriç, elbette şeytana tâbi olurdunuz.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ, Mü’minlerin savaşları hakkında gelen haberleri acele yayanları uyarmaktadır. Bu gibi ciddi haberleri Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ve haberi inceleyip doğruluğunu veya yalan oluşunu tespit edebilecek güçteki Sahâbenin büyüklerine bırakmalarını emretmektedir. Buradan anlaşılıyor ki; bir kimsenin, bir mecliste bulunduğunda, hâl ve hareketlerine, konuşmalarına dikkat etmesi gerekmektedir.
﴿ فَقَاتِلْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۚ لَا تُكَلَّفُ اِلَّا نَفْسَكَ وَحَرِّضِ الْمُؤْمِن۪ينَۚ عَسَى اللّٰهُ اَنْ يَكُفَّ بَأْسَ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ وَاللّٰهُ اَشَدُّ بَأْسًا وَاَشَدُّ تَنْك۪يلًا ﴿٨٤﴾ ﴾
84. Ey Resûlüm! O halde Allah yolunda savaş. Sen nefsinden başkası ile mükellef olmazsın. Mü’minleri de savaşa teşvik et. Umulur ki Allah’u Teâlâ, kâfirlerin saldırılarını sizden defeder. Allah’ın gücü daha şiddetlidir ve cezâsı da daha şiddetlidir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Bedir-i Suğra diye bilinen sefer hakkında nâzil olmuştur. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Uhud Savaşı’ndan hemen sonra, Bedir-i Suğra denilen yerde Zilkâde ayında Mekkeli müşrikler ile tekrar savaşacağına dair söz vermişti. İşte bu savaş için dâvette bulundu, ancak bâzı kimseler bundan çekindi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Âyet-i Kerîme’de, ″Sen nefsinden başkası ile mükellef olmazsın″ diye geçtiği üzere, ″Ben tek başıma da kalsam yine Allah yolunda savaşırım″ diye buyurdu ve kendisine yetmiş süvâri katıldı. Nihâyet bu süvâriler ile Bedir-i Suğra’ya kadar ilerledi. Düşman ise, Allah’u Teâlâ’nın verdiği bir korku ile savaş meydanına gelemedi ve savaştan korkup kaçtı.[1]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şecaati, cesareti hakkında da Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu’dan, şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَحْسَنَ النَّاسِ وَكَانَ أَجْوَدَ النَّاسِ وَكَانَ أَشْجَعَ النَّاسِ وَلَقَدْ فَزِعَ أَهْلُ الْمَدِينَةِ ذَاتَ لَيْلَةٍ فَانْطَلَقَ نَاسٌ قِبَلَ الصَّوْتِ فَتَلَقَّاهُمْ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَاجِعًا وَقَدْ سَبَقَهُمْ إِلَى الصَّوْتِ وَهُوَ عَلَى فَرَسٍ لِأَبِي طَلْحَةَ عُرْيٍ فِي عُنُقِهِ السَّيْفُ وَهُوَ يَقُولُ لَمْ تُرَاعُوا لَمْ تُرَاعُوا قَالَ وَجَدْنَاهُ بَحْرًا أَوْ إِنَّهُ لَبَحْرٌ قَالَ وَكَانَ فَرَسًا يُبَطَّأُ (م عن انس بن مالك)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem; insanların en güzeli, en cömerti ve en cesuru idi. Bir gece Medîne halkı gerçekten korktu da, birtakım insanlar sesin geldiği tarafa gittiler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ise, dönerken onlara rastladı. Sesin geldiği tarafa doğru onlardan önce gitmişti. Ebû Talhâ’nın çıplak bir atına binmiş; kılıç boynunda: ″Korkulacak bir şey yok! Korkulacak bir şey yok!″ diyordu.[2]
Hz. Ali Kerremallâhu veche de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in savaşlardaki cesareti hakkında şöyle buyurmaktadır:
″Savaşlarda Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kadar düşmana yaklaşan bir kimse bulunmazdı. Birçok defalar savaş kızışıp başımız sıkıntıya girince, Peygamberimize sığınırdık.″[3]
İmam Taberî der ki, bu Âyet-i Kerîme’de Allah tarafından beyan edilen ″Umulur ki″ ifadesi, ″Şüphesiz ki″ anlamındadır. Yani ″Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kâfirlerin saldırılarını sizden defeder″ demektir.
[1] Ayrıca bu sefer hakkında Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 173-174’e bakınız.
[2] Sahih-i Müslim, Fedâil 11 (48).
[3] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 552.
﴿ مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَص۪يبٌ مِنْهَاۚ وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَاۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ مُق۪يتًا ﴿٨٥﴾ ﴾
85. Her kim güzel bir işe yardımcı olursa, onun sevabından ona da bir hisse vardır. Her kim de kötü bir işe yardımcı olursa, onun günahından ona da bir hisse vardır. Allah’u Teâlâ, her şeyi gözetip karşılığını verendir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, hayra yardım edenin onun sevabından bir hisse alacağı ve şerre yardımcı olanın da onun günahından bir hisse alacağı ifade edilmektedir.
Bu hususta Ebû Mes’ud el-Ensâri Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
جَاءَ رَجُلٌ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ إِنِّي أُبْدِعَ بِي فَاحْمِلْنِي فَقَالَ مَا عِنْدِي فَقَالَ رَجُلٌ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَنَا أَدُلُّهُ عَلَى مَنْ يَحْمِلُهُ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَنْ دَلَّ عَلَى خَيْرٍ فَلَهُ مِثْلُ أَجْرِ فَاعِلِهِ (م عن ابى مسعود الانصارى)
Bir adam, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve dedi ki: ″Benim bineğim öldü, bineksiz kaldım. Beni savaşa götürecek başka bir bineğe bindir″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bende seni bindirecek binek yoktur″ buyurdu. Oradan birisi: ″Yâ Resûlallah! Ben ona, bineceği bir binek verecek olanı göstereyim mi?″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Kim, bir hayır işleme yolunu gösterecek olursa, ona hayrı işleyenin sevabı kadar sevap vardır″ buyurdu.[1]
Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ دَعَا إِلَى هُدًى كَانَ لَهُ مِنْ الْأَجْرِ مِثْلُ أُجُورِ مَنْ تَبِعَهُ لَا يَنْقُصُ ذَلِكَ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْئًا وَمَنْ دَعَا إِلَى ضَلَالَةٍ كَانَ عَلَيْهِ مِنَ الْإِثْمِ مِثْلُ آثَامِ مَنْ تَبِعَهُ لَا يَنْقُصُ ذَلِكَ مِنْ آثَامِهِمْ شَيْئًا (م عن ابى هريرة(
″Her kim bir hidâyete dâvet ederse, kendisine uyanların sevaplarından hiçbir şey eksiltilmeksizin ona da aynısı verilir. Her kim de bir dalâlete dâvet ederse, kendisine uyanların günahlarından hiçbir şey eksiltilmeksizin ona da aynısı verilir.″[2]
[1] Sahih-i Müslim, İmâre 37 (133 Sünen-i Tirmizî, İlim 14.
[2] Sahih-i Müslim, İlim 6 (15 Sünen-i Tirmizî, İlim 15; Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 14.
﴿ وَاِذَا حُيّ۪يتُمْ بِتَحِيَّةٍ فَحَيُّوا بِاَحْسَنَ مِنْهَٓا اَوْ رُدُّوهَاۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ حَس۪يبًا ﴿٨٦﴾ ﴾
86. Size selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynısıyla karşılık verin. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, her şeyin hesabını hakkıyla görendir.
İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Peygamberliğinden önce, Araplar birbirleriyle karşılaştıkları zaman, selâm anlamına gelen ″Tahiyye″ ile selâm verirler ve ″Hayyâkellah″ yani ″Allah ömürler versin″ diye hitap ederlerdi.
Her namazda okuduğumuz ″Ettahiyyâtu″ duâsı, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Mîraçta Allah’u Teâlâ ile konuşmasıdır.
Mîraçta ilk defa Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’u Teâlâ’nın huzuruna çıktığında: ″Ettahiyyâtü lillâhi ves-selavâtü vettayyibât″ (Selâmım Allah’adır, salâvatım da Allah’adır) dedi. Allah’u Teâlâ’da: ″es-Selâmü aleyke eyyühennebiyyü″ (Selâmım senin üzerine olsun, Ey Benim Nebîm!) ″Ve rahmetullâhi ve berekâtuh″ (Rahmetim ve bereketim de senin üzerine olsun) diye karşılık verdi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâh’is-sâlihîn″ (Selâm üzerimize ve ibâdet edip amel-i sâlih işleyenlerin üzerine olsun) dedi. Bunları Cebrâil Aleyhisselâm Sidret’ul-Müntehâ’da dinliyordu. O da: ″Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammed’en abduhû ve Resûluh″ (Ben şahâdet ederim ki; Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur. Yine şahâdet ederim ki; Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’ın kulu ve hak Resûlüdür) dedi.[1]
Mîraçta Allah’u Teâlâ ″es-selâmü aleyke″ (Selâmım senin üzerine olsun) dediği için ondan sonra tahiyye ile selâm verme yerine bu selâm şekli uygulandı.
Âyet-i Kerîme’de geçen selâmı aynı şekilde almak; selâmı veren kimse ne derse onu aynen iade etmektir. Yani biri ″Esselâmu aleyküm″ derse, ″Aleyküm selâm″ demektir. Daha güzeliyle almak ise, ″Esselâmu aleyküm″ diyene, ″Aleyküm selâm ve rahmetullâh″ veya ″Aleyküm selâm ve rahmetullâhi ve berakâtüh″ demektir.
Selmân Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
جَاءَ رَجُلٌ فَسَلَّمَ عَلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَقَالَ: السَّلامُ عَلَيْكُمْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ، قَالَ: وَعَلَيْكَ السَّلامُ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ، ثُمَّ جَاءَ آخَرُ، فَقَالَ: السَّلامُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ، قَالَ: وَعَلَيْكَ السَّلامُ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ، ثُمَّ جَاءَ آخَرُ، فَقَالَ: السَّلامُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ، فَقَالَ لَهُ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: وَعَلَيْكَ، فَقَالَ الرَّجُلُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ، أَتَاكَ فُلانٌ وَفُلانٌ فَحَيَيْتَهُمَا بِأَفْضَلَ مِمَّا حَيَّيْتَنِي؟ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِنَّكَ لَنْ أَوْ لَمْ تَدَعْ شَيْئًا، قَالَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ: {وَإِذَا حُيِّيتُمْ بِتَحِيَّةٍ، فَحَيُّوا بِأَحْسَنَ مِنْهَا أَوْ رُدُّوهَا} فَرَدَدْتُ عَلَيْكَ التَّحِيَّةَ (طب عن سلمان الفارسي)
Bir adam Peygamber Efendimize gelerek: ″Esselâmu aleyke Yâ Resûlallah!″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Aleyküm selâm ve rahmetullâh″ buyurdu. Sonra bir diğeri gelerek: ″Esselâmu aleyke ve rahmetullâh Yâ Resûlallah!″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona: ″Aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berakâtüh″ diye karşılık verdi. Sonra bir diğeri gelerek: ″Esselûmu aleyke ve rahmetullâhi ve berakâtüh Yâ Resûlallah!″ dedi. Efendimiz de kendisine: ″Aleyküm selâm ve rahmetullâhi ve berakâtüh″ diye karşılık verince adam, kendisine: ″Yâ Resûlallah! Sana falan falan kişiler gelerek selâm verdiler. Sen de onlara bana verdiğin cevaptan daha fazlasıyla cevap verdin″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Sen bize bir şey bırakmadın ki! Allah’u Teâlâ: ″Size selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynısıyla karşılık verin…″[2] buyuruyor. Biz de sana aynı ile karşılık verdik″ buyurdular.[3]
Selâm vermek sünnet, almak ise farz-ı kifâyedir. Yani toplumdan bâzı kimselerin verilen selâmı mutlaka alması gerekir. Aksi halde o toplumdaki herkes mes’ul olur. Bir kısmının almasıyla, diğerlerinin üzerinden sorumluluk kalkmış olur. Lâkin selâm vermek, almaktan daha sevaptır.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’inde şöyle buyurmuştur:
اِنَّ السَّلامَ اسْمٌ مِنْ أَسْمَاءِ اللّٰهِ وَضَعَهُ فِى الْأَرْضِ فَأَفْشُوهُ فِيكُمْ فَاِنَّ الرَّجُلَ اِذَا سَلَّمَ عَلَى الْقَوْمِ فَرَدُّوا عَلَيْهِ كَانَ لَهُ عَلَيْهِمْ فَضْلُ دَرَجَةٍ لِأَنَّهُ ذَكَّرَهُمْ فَاِنْ لَمْ يَرُدُّوا عَلَيْهِ رَدَّ عَلَيْهِ مَنْ هُوَ خَيْرٌ مِنْهُمْ وَأَطْيَبُ (طب عن ابن مسعود)
″Selâm, Allah’ın yeryüzüne koyduğu isimlerinden biridir. Bu nedenle onu aranızda yaygın hâle getirin! Müslüman bir adam bir kavme uğrayıp da selâm verirse ve onlar da onun selâmını alırlarsa, onlara selâmı hatırlattığı için bir derece onlardan fazla sevap alır. Eğer selâmını almazlarsa, onun selâmını onlardan her bakımdan daha üstün ve güzel olan varlıklar alır.″[4]
Yine selâm hakkında İmran b. Huseyn Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
جَاءَ رَجُلٌ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ السَّلامُ عَلَيْكُمْ فَرَدَّ عَلَيْهِ السَّلَامَ ثُمَّ جَلَسَ فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَشْرٌ ثُمَّ جَاءَ آخَرُ فَقَالَ السَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ فَرَدَّ عَلَيْهِ فَجَلَسَ فَقَالَ عِشْرُونَ ثُمَّ جَاءَ آخَرُ فَقَالَ السَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ فَرَدَّ عَلَيْهِ فَجَلَسَ فَقَالَ ثَلَاثُونَ (د عن عمران بن حصين)
Biz, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındaydık. Bir adam gelip, ″Esselâmü aleyküm″ dedi. Nebiyyi Ekrem selâmını alarak, ″On sevap aldı″ buyurdu. Sonra başka biri geldi, ″Esselâmü aleyküm ve rahmetullâh″ dedi. Nebiyyi Ekrem selâmını alarak, ″Yirmi sevap aldı″ buyurdu. Derken başka biri geldi, ″Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh″ dedi. Nebiyyi Ekrem selâmını alarak, ″Otuz sevap aldı″ buyurdu.[5]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mü’minleri, aralarında selâmı yaymaya teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur:
لَا تَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتَّى تُؤْمِنُوا وَلَا تُؤْمِنُوا حَتَّى تَحَابُّوا أَوَلَا أَدُلُّكُمْ عَلَى شَيْءٍ إِذَا فَعَلْتُمُوهُ تَحَابَبْتُمْ أَفْشُوا السَّلَامَ بَيْنَكُمْ (م ت عن ابى هريرة)
″Siz îman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de îman etmiş olmazsınız. Size yaptığınız takdirde birbirinizi sevmiş olacağınız bir şeyi göstereyim mi? Aranızda selâmı yayın.″[6]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
اِذَا الْتَقَى الْمُسْلِمَانِ فَسَلَّمَ كُلُّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا عَلَى صَاحِبِهِ وَ تَصَافَحَا نَزَلَتْ بَيْنَهُمَا مِأَةُ رَحْمَةٍ لِلبَادِئِ تِسْعُونَ وَ لِلمُصَافِحِ عَشَرَةٌ (هب الحكيم وأبو الشيخ عن عمر)
″İki Müslüman karşılaştıklarında, birbirine selâm vererek musâfahalaşırsa aralarına yüz rahmet iner. Bunun doksanı önce selâm verip musâfahalaşana, onu ise musâfaha eden ikinci şahsadır.″[7]
Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
اِنَّ الْمُؤْمِنَ اِذَا لَقِىَ الْمُؤْمِنَ فَسَلَّمَ عَلَيْهِ وَأَخَذَ بِيَدِهِ فَصَافَحَهُ تَنَاثَرَتْ خَطَايَاهُمَا كَمَا يَتَنَاثَرُ وَرَقُ الشَّجَرِ (طس عن حذيفة بن اليمان)
″Mü’min Mü’min ile karşılaştığında ona selâm vererek musâfaha yaptığı zaman, her ikisinin günahları hazan olmuş ağaç yapraklarının döküldüğü gibi dökülür.″[8] Bu Hadis-i Şerif açıklanırken ″Musâfaha″ şöyle tanımlanmıştır: ″Musâfaha, el tutuşmaktır ki, bu da hakkında ihtilaf edilmeyen bir sünnet-i kadîmedir.″[9]
Musâfaha’nın da bir ibâdet olduğuna dair çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Ashâbın mescitte musâfaha yaptıklarına ve Kâ’b Radiyallâhu anhu’nun affedildiğine dair Sûre-i Tevbe, Âyet 118 nâzil olunca, o der ki:
حَتَّى دَخَلْتُ الْمَسْجِدَ فَاِذَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ جَالِسٌ حَوْلَهُ النَّاسُ فَقَامَ اِلَىَّ طَلْحَةُ بْنُ عُبَيْدِ اللّٰهِ يُهَرْوِلُ حَتَّى صَافَحَنِى وَهَنَّأَنِى (خ م حم عن كعب)
″Nihâyet mescide girdiğimde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem oturmuş ve etrafını da Ashâb çevrelemişti. Hemen Talha b. Ubeydullah kalktı, koşarak geldi. Benimle musâfaha etti ve beni kutladı.″[10]
Hüccet’ül-İslâm adlı eserde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in, mescitte Hızır Aleyhisselâm ile musâfaha yaptığı ve bunun Peygamber Efendimizin sünneti olduğu ve yapana Hızır Aleyhisselâm sevabı verildiği şöyle nakledilmiştir:
Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Ebû Süfyan’ın evinden çıktım, ikindi vaktinde mescide girdim. Boyu ve boynu uzun, kaşı çatık bir kişi mescide gelip dört rek’ât namaz kıldı. Mihraba yakın vardım. O kişiye nazar ettim. Namazdan sonra iki elini kaldırdı, ağlayarak duâ etmeye başladı. Ben de elimi kaldırıp âmin dedim. Duâdan sonra sağ elini bana uzattı, elimi hafifçe tutup selâm verdi. Elimi üç kere salladı, sonra mescitten çıkıp gitti. Ben o kişinin bu hareketine taaccüb ettim, dedi. Sonra Resulü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Ali Radiyallâhu anhu’nun hâne-i saadetlerine gitti: ″Yâ Ali! Mescitte bir kişi gördüm, namaz kıldı. Sonra elimi tuttu ve üç kerre salladı. Daha sonra mescitten çıkıp gitti″ dedi. O anda Cebrâil Aleyhisselâm gelip:
- Yâ Muhammed! Hakk Teâlâ sana selâm edip buyurdu ki: ″Mescid-i Saadette elini tutan yiğidi tanıdın mı?″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Hayır, bilemedim″ dedi. Cebrâil Aleyhisselâm: ″O gördüğün kişi Hızır idi. Seni ziyaret etmeye gelmişti″ dedi.
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Yâ Ali! Hızır Aleyhisselâm’ın sünneti sana vasiyet olsun. Her kim bu minval üzere musâfaha eylese Hakk Teâlâ, o kişiye Hızır sevabı misli kadar sevap verir. Her bir parmağına bir yıllık ibâdet sevabı verilir. Bu kişiler birbirinden ayrılana kadar Hakk Teâlâ ikisinin de günahlarını af ve mağfiret edip her günahına bedel bir sevap yazılır.″[11]
Ayrıca Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bir Hadis-i Şerif’inde Hristiyanlara ve Yahudilere selâm verilmemesi gerektiğini şöyle beyan etmiştir:
لَا تَبْدَءُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى بِالسَّلَامِ وَاِذَا لَقِيتُمْ أَحَدَهُمْ فِى الطَّرِيقِ فَاضْطَرُّوهُمْ اِلَى أَضْيَقِهِ (ت عن ابى هريرة)
″Yahudi ve Hristiyanlara ilk selâmı siz vermeyin! Onlardan birine yolda rastlarsanız, onu yolun en dar yerine zorlayın.″[12]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِذَا سَلَّمَ عَلَيْكُمْ أَهْلُ الْكِتَابِ فَقُولُوا وَعَلَيْكُمْ (خ عن انس(
Kitap ehli size selâm verdikleri vakit siz de, ″Ve aleyküm (aynısı sizin üzerinize olsun)″ deyin.[13]
Selâmın adâbı da genel olarak şöyledir: Selâmı ilk veren ile ona karşılık veren selâmı birbirlerine işittirmelidir. Hasım taraflar, duruşma sırasında hâkime, ilim müzâkere eden âlimlere, sohbet eden bir âlime, Kur’ân okuyana, mescitte oturup huzurla namazı bekleyenlere, abdest alana, yemek yiyene, yaşlı olmayan ve akraba olmayan kadınlara selâm verilmemelidir. Bir meclisten ayrılırken de orda kalanlara selâm verip ayrılmalıdır. Tanıyıp tanımadığı her Müslümana selâm verilmelidir. Zîrâ tanımadığı kimseye selâm vermemek, kıyâmet alâmetlerindendir, diye rivâyet olunmuştur. Binekli olan yaya olana, yürüyen kişi duran kişiye, az olan çok olana selâm vermelidir. Bir kimse ile selâm gönderilirse, bu emânet mutlaka yerine getirilmelidir. Bir kimse, mektupta bir kimseye selâm yazsa; o kimsenin yine yazılı olarak o selâmı iade etmesi lâzımdır. Evine girerken ev halkına selâm vermelidir. İçinde kimse bulunmayan bir eve girilirse, ″Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâh’is-sâlihîn″ demelidir. Böyle selâm verenlerin selâmlarını melekler iade ederler.
Ayrıca Süfyan b. Uyeyne Hazretleri, ″Size selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynısıyla karşılık verin″ âyetini açıklarken şöyle buyurmuştur:
تَرَوْنَ هَذَا فِي السَّلَامِ وَحْدَهُ؟ هَذَا فِي كُلِّ شَيْءٍ مَنْ أَحْسَنَ إِلَيْكَ فَأَحْسِنْ إِلَيْهِ وَكَافِئْهُ فَإِنْ لَمْ تَجِدْ فَادْعُ لَهُ وَأَثْنِ عَلَيْهِ عِنْدَ إِخْوَانِهِ (ابن ابى حاتم عن سفيان بن عيينة)
″Bu âyetin sâdece selâm konusunda olduğunu mu sanıyorsunuz? Böylesi bir karşılık her şey için geçerlidir. Biri sana iyilik yaptığı zaman, sen de ona bir iyilikle karşılık ver. Şayet iyilik yapma imkânın yoksa, o adama duâ et veya din kardeşlerinin yanında onun hakkında iyi şeyler söyle.″[14]
[1] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 71.
[2] Sûre-i Nisâ, Âyet 86.
[3] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 5991.
[4] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 10238; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7714.
[5] Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 143; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7695.
[6] Sahih-i Müslim, Îman 22 (93 Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 56.
[7] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 7823; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 25245.
[8] Rudânî, Câm’ul-Fevâid, Hadis No: 7723; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 442/5.
[9] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, c. 4, s. 435-436.
[10] Sahih-i Buhârî, Vesâye 16, Cihat 103, Menâkib 23; Sahih-i Müslim, Tevbe 9, (53).
[11] İmam Gazâli, Hüccet’ul-İslâm, s. 19-20.
[12] Sünen-i Tirmizî, Siyer 39; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7711.
[13] Sahih-i Buhârî, İsti’zân 22.
[14] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 4, s. 547.
﴿ اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللّٰهِ حَد۪يثًا۟ ﴿٨٧﴾ ﴾
87. Allah’u Teâlâ ki, O’ndan başka ilah yoktur. Yemin olsun ki, meydana gelmesinde şüphe olmayan mahşer günü sizi toplar. Allah’u Teâlâ’dan daha doğru sözlü kim vardır?
﴿ فَمَا لَكُمْ فِي الْمُنَافِق۪ينَ فِئَتَيْنِ وَاللّٰهُ اَرْكَسَهُمْ بِمَا كَسَبُواۜ اَتُر۪يدُونَ اَنْ تَهْدُوا مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَب۪يلًا ﴿٨٨﴾ ﴾
88. Ey Mü’minler! Size ne oluyor ki, münâfıklar hakkında iki fırkaya ayrılıyorsunuz? Halbuki Allah’u Teâlâ, işledikleri kötülükler sebebiyle onları (müşriklerin hükmüne tâbi tutarak) baş aşağı çevirmiştir. Allah’u Teâlâ’nın dalâlette bıraktığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah’u Teâlâ kimi dalâlette bırakırsa, artık onun için kurtuluş yolu bulamazsın!
İzah: Bu Âyet-i Kerîme, İslâmiyeti kabul ederek, bir müddet Medîne’de kaldıktan sonra, Medîne’den ayrılan ve daha sonra dinden dönerek müşriklere katılan münâfık bir zümre hakkında nâzil olmuştur. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّهَا طَيْبَةُ تَنْفِي الْخَبَثَ كَمَا تَنْفِي النَّارُ خَبَثَ الْفِضَّةِ (خ عن زيد بن ثابت)
″Medîne pak ve temiz bir yerdir. Ateş gümüşün posasını attığı gibi Medîne de murdar olanı dışarı atar.″[1]
Bunlar, Mü’minlere karşı Müslüman olduklarını iddia ediyorlardı. Fakat kalben müşrikler ile beraber olup fırsat ellerine geçince, Müslümanların aleyhinde bulunmak isterlerdi. İşte Mü’minlerin bir kısmı, bunların Müslüman, diğer bir kısmı da münâfık olduklarını söyleyerek ikiliğe düşmüşlerdi. Bu sebeple Allah, bu Âyet-i Kerîme ile bunların münâfıklık yaptıklarını açık bir şekilde bildirmiştir.
[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Nisâ 13.
﴿ وَدُّوا لَوْ تَكْفُرُونَ كَمَا كَفَرُوا فَتَكُونُونَ سَوَٓاءً فَلَا تَتَّخِذُوا مِنْهُمْ اَوْلِيَٓاءَ حَتّٰى يُهَاجِرُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَخُذُوهُمْ وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ وَجَدْتُمُوهُمْۖ وَلَا تَتَّخِذُوا مِنْهُمْ وَلِيًّا وَلَا نَص۪يرًاۙ ﴿٨٩﴾ اِلَّا الَّذ۪ينَ يَصِلُونَ اِلٰى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ م۪يثَاقٌ اَوْ جَٓاؤُ۫كُمْ حَصِرَتْ صُدُورُهُمْ اَنْ يُقَاتِلُوكُمْ اَوْ يُقَاتِلُوا قَوْمَهُمْۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَسَلَّطَهُمْ عَلَيْكُمْ فَلَقَاتَلُوكُمْۚ فَاِنِ اعْتَزَلُوكُمْ فَلَمْ يُقَاتِلُوكُمْ وَاَلْقَوْا اِلَيْكُمُ السَّلَمَۙ فَمَا جَعَلَ اللّٰهُ لَكُمْ عَلَيْهِمْ سَب۪يلًا ﴿٩٠﴾ ﴾
89-90. Kâfirler sizin de kendileri gibi kâfir olup, kendileriyle eşit olmanızı isterler. O halde onlar, Allah yolunda hicret edinceye kadar (îman etmedikleri sürece) onları dost edinmeyin. Îmandan yüz çevirirlerse, onları her nerede bulursanız, tutun ve öldürün. Onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinin.* Eğer o kâfirler, harp etmemek için sizinle anlaşma yapanlara sığınırlarsa yahut ne size karşı harp etmeyi, ne de kendi kavimlerine karşı savaşmayı içlerine sığdıramayıp tarafsız olarak size gelirlerse, o halde onlara dokunmayın. Allah’u Teâlâ dileseydi, onları sizin üzerinize musallat eder ve onlar da sizinle savaşırlardı. Sizinle savaşmaktan uzak durdukları ve sulh hâlinde oldukları takdirde de Allah’u Teâlâ onlara zarar vermenize müsaade etmemiştir.
İzah: Allah’u Teâlâ, Müslümanlarla antlaşması bulunan bir kavme sığınanların veya ne Müslümanlara karşı, ne de Müslümanlarla bir olup kendi kavmine karşı savaşmayı istemeyip tarafsız olanların esir edilmelerini ve öldürülmelerini yasaklamıştır.
﴿ سَتَجِدُونَ اٰخَر۪ينَ يُر۪يدُونَ اَنْ يَأْمَنُوكُمْ وَيَأْمَنُوا قَوْمَهُمْۜ كُلَّمَا رُدُّٓوا اِلَى الْفِتْنَةِ اُرْكِسُوا ف۪يهَاۚ فَاِنْ لَمْ يَعْتَزِلُوكُمْ وَيُلْقُٓوا اِلَيْكُمُ السَّلَمَ وَيَكُفُّٓوا اَيْدِيَهُمْ فَخُذُوهُمْ وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْۜ وَاُو۬لٰٓئِكُمْ جَعَلْنَا لَكُمْ عَلَيْهِمْ سُلْطَانًا مُب۪ينًا۟ ﴿٩١﴾ ﴾
91. Onlardan diğer bir topluluk da göreceksiniz ki, onlar hem sizden emin olmayı, hem de kavimlerinden emin bulunmayı dilerler. Onlar her ne zaman, fitneye (küfre) dâvet olunsalar, hemen o tarafa dönerler. Eğer onlar, sizinle savaşmaktan çekinmez ve sulh ile savaştan el çekmezlerse, onları her nerede ele geçirirseniz, tutun ve öldürün. İşte bunlar aleyhinde size açık bir salâhiyet verdik.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Onlardan diğer bir topluluk da göreceksiniz ki, onlar hem sizden emin olmayı, hem de kavimlerinden emin bulunmayı dilerler″ diye buyrulmaktadır. Bu ifade, şüphesiz yakında münâfıklardan diğer bir taife de göreceksiniz ki, onlar sizin yanınızda yalan yere îman ettiklerini açıklayarak, hem sizden emin olmayı ve hem de kavimleri arasına dönünce küfürlerini açığa vurarak, kavimlerinden emin bulunmayı dilerler, anlamındadır.
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, bu âyet, Mekke ehlinden bir grup münâfık hakkında nâzil olmuştur. Bunlar Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelmişler ve Müslüman olmadıkları halde, Müslüman olduklarını söyleyerek Kureyş’e dönmüşler ve tekrar putlara tapmışlardı. Böyle yaparak hem orada, hem burada emniyet içinde olmak istemişlerdi. Allah’u Teâlâ da Müslümanlarla barış yapmazlarsa, onlarla savaşmayı emretmiştir. Bu sebeple ki Allah’u Teâlâ: ″Eğer onlar, sizinle savaşmaktan çekinmez ve sulh ile savaştan el çekmezlerse, onları her nerede ele geçirirseniz, tutun ve öldürün″ diye buyurmuştur.
﴿ وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ اَنْ يَقْتُلَ مُؤْمِنًا اِلَّا خَطَـًٔاۚ وَمَنْ قَتَلَ مُؤْمِنًا خَطَـًٔا فَتَحْر۪يرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍ وَدِيَةٌ مُسَلَّمَةٌ اِلٰٓى اَهْلِه۪ٓ اِلَّٓا اَنْ يَصَّدَّقُواۜ فَاِنْ كَانَ مِنْ قَوْمٍ عَدُوٍّ لَكُمْ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَتَحْر۪يرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍۜ وَاِنْ كَانَ مِنْ قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ م۪يثَاقٌ فَدِيَةٌ مُسَلَّمَةٌ اِلٰٓى اَهْلِه۪ وَتَحْر۪يرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍۚ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِۘ تَوْبَةً مِنَ اللّٰهِۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَل۪يمًا حَك۪يمًا ﴿٩٢﴾ ﴾
92. Bir Mü’minin diğer bir Mü’mini haksız yere öldürmesi câiz değildir. Eğer hatâ ile olursa hâriç. Bir Mü’min diğer Mü’mini hatâ ile öldürürse, keffâret olarak bir Mü’min köleyi azat etmesi ve ölenin diyetini vârislerine vermesi gerekir. Eğer vârisler diyeti bağışlarsa başka. Eğer öldürülen kimse, Mü’min olduğu halde size düşman olan bir kavimden ise, o zaman Mü’min bir köle azad etmek gerekir (diyet gerekmez). Ve eğer öldürülen kimse, sizinle sulh anlaşması yapmış bir kavimden ise, o zaman vârislerine hem diyet ödemek, hem de Mü’min bir köle azad etmek gerekir. Fakat her kim (azat edecek Mü’min bir köle) bulamazsa, onun keffâreti, Allah katında tevbesinin kabulü için birbiri ardınca iki ay oruç tutmaktır. Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
İzah: Diyet: Öldürmek veya âzâ kesmek gibi bir cinâyet sebebiyle o cinâyeti yapandan veya onunla beraber âkılesi[1] denilen aşiretinden vesâireden alınıp hakkında cinâyet yapılan şahsa veya onun vârislerine verilen maldır ki, bu bir nevî tazminat demektir.
Hür bir erkeğin diyeti bin dinar veya on bin şer’î dirhem gümüş veya yüz deve veya iki yüz sığır veya iki bin koyun veya her biri iki parçadan ibâret olmak üzere iki yüz kat elbisedir. Hür bir kadının diyeti ise bunların yarısıdır.
Hatâ ile adam öldüren kimsenin diyeti, deve ile ödemek istemesi hâlinde, beş cins deveden yirmişer tane olmak üzere toplam yüz devedir. Bu yüz devenin özellikleri hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
فِي دِيَةِ الْخَطَإِ عِشْرُونَ حِقَّةً وَعِشْرُونَ جَذَعَةً وَعِشْرُونَ بِنْتَ مَخَاضٍ وَعِشْرُونَ بِنْتَ لَبُونٍ وَعِشْرُونَ بَنِي مَخَاضٍ ذُكُرٍ (د عن ابن مسعود)
″Hatâ ile öldürmeden dolayı lâzım gelen diyet, dört yaşına girmiş dişi deveden yirmi, beş yaşına girmiş dişi deveden yirmi, iki yaşına girmiş dişi deveden yirmi, üç yaşına girmiş dişi deveden yirmi, iki yaşına girmiş erkek deveden yirmi olmak üzere toplam yüz devedir.″[2]
Haksız yere bir Müslümanı öldüren hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
قَتْلُ الْمُؤْمِنِ أَعْظَمُ عِنْدَ اللّٰهِ مِنْ زَوَالِ الدُّنْيَا (ن عن عبد اللّٰه بن عمرو)
″Bir Mü’mini haksız yere öldürmek, Allah katında dünyânın yıkılmasından daha büyük günahtır.″[3]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَا يَقِفَنَّ أَحَدُكُمْ مَوْقِفًا يُقْتَلُ فِيهِ رَجُلٌ ظُلْمًا، فَإِنَّ اللَّعْنَةَ تَنْزِلُ عَلَى مَنْ حَضَرَ حِينَ لَمْ يَدْفَعُوا عَنْهُ، وَلَا يَقِفَنَّ أَحَدٌ مِنْكُمْ مَوْقِفًا يُضْرَبُ فِيهِ أَحَدٌ ظُلْمًا، فَإِنَّ اللَّعْنَةَ تَنْزِلُ عَلَى مَنْ حَضَرَهُ حِينَ لَمْ يَدْفَعُوا عَنْهُ (طب عن ابن عباس)
″Haksız yere bir adam öldürülürken, hiçbiriniz orada durmasın. Çünkü lânet, orada durup da öldürülen kimseyi savunmayan kişinin üstüne iner. Haksız yere bir adam dövülürken, biriniz orada durmasın. Çünkü lânet, orada durup da dövülen kimseyi savunmayan kişinin üstüne iner.″[4]
[1] Âkile, Baba tarafından akraba demektir.
[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Diyet 18; Sünen-i Tirmizî, Diyet 1; Sünen-i Nesâî, Kasâme 32.
[3] Sünen-i Nesâî, Tahrim’üd-Dem 1.
[4] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 11509; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 5200.
﴿ وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُتَعَمِّدًا فَجَزَٓاؤُ۬هُ جَهَنَّمُ خَالِدًا ف۪يهَا وَغَضِبَ اللّٰهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَاَعَدَّ لَهُ عَذَابًا عَظ۪يمًا ﴿٩٣﴾ ﴾
93. Her kim de bir Mü’mini kasten öldürürse, onun cezâsı Cehennemdir. Orada ebedî olarak kalır. Allah’u Teâlâ ona gazap etmiş ve ona lânette bulunmuş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair şu hâdise nakledilmiştir:
Mikyes ile Hişâm adında iki şahıs Müslüman olmuşlardı. Daha sonra Mikyes, Hişam’ı Benî Neccar kabilesi arasında öldürülmüş olarak buldu ve durumu Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e anlattı. O da, Bedir Ashâbı’ndan İbn-i Fihri adındaki bir zâtı, Benî Neccar’a gönderdi. Eğer kâtili biliyorlarsa kısâs için Mikyas’a teslim etmelerini, bilmiyorlarsa diyetini vermelerini emretti. Benî Neccar da, ″Kâtili bilmiyoruz″ diyerek diyet olarak Mikyas’a yüz deve teslim ettiler. İki arkadaş yolda devam ederken şeytanın Mikyas’a vesvese vermesiyle, yanındaki Bedir Ashâbı’ndan olan İbn-i Fihri’nin gâfil olduğu bir zamanını yakaladı ve bir taş ile başına vurarak öldürdü. Dinden dönerek Mekke’ye geri döndü. İşte Âyet-i Kerîme, bu kişi hakkında nâzil olmuştur.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Mekke’yi fethedince, Hz. Hamza’nın kâtili Vahşi dahil olmak üzere birçok kişiyi affettiği halde, bu mürtet olan Mikyas’ı affetmedi ve o, Kâbe’nin örtüsüne yapıştığı halde, eman verilmeyerek öldürüldü.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَا يَحِلُّ دَمُ امْرِئٍ مُسْلِمٍ إِلَّا بِإِحْدَى ثَلَاثِ خِصَالٍ: زَانٍ مِحْصَنٌ يُرْجَمُ أَوْ رَجُلٌ قَتَلَ مُتَعَمِّدًا فَيُقْتَلُ أَوْ رَجُلٌ خَرَجَ مِنَ الْإِسْلَامِ فَحَارَبَ فَيُقْتَلُ أَوْ يُصْلَبُ أَوْ يُنْفَى مِنَ الأَرْضِ (د ن والنحاس والبيهقى عن عائشة)
″Müslüman kişinin kanı, şu üç şeyden biri olmaması durumunda helal değildir. Evli olup da zinâ eden kişi recmedilir. Kasten öldüren kişi (kısasla) öldürülür ve İslâm’dan çıkıp Müslümanlara karşı savaşan kişi ya öldürülür, ya asılır, ya da İslâm topraklarından sürgün edilir.″[1]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ صَلَّى صَلَاتَنَا وَاسْتَقْبَلَ قِبْلَتَنَا وَأَكَلَ ذَبِيحَتَنَا فَذَلِكَ الْمُسْلِمُ الَّذِي لَهُ ذِمَّةُ اللَّهِ وَذِمَّةُ رَسُولِهِ فَلَا تُخْفِرُوا اللّٰهَ فِي ذِمَّتِهِ (خ عن انس بن مالك)
″Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, bizim kestiklerimizden yerse, bilin ki, o bir Müslümandır. Böylesi bir kişi Allah’ın zimmeti (koruması) ile Resûlünün himâyesi altındadır. Onun için Allah’ın vermiş olduğu böyle bir zimmete ihânet etmeyin.″[2]
Allah’ın zimmeti ve Resûlünün himâyesi altındaki böylesi bir Müslüman’a haksız yere eziyet eden veya öldüren kimselerin durumu hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
سِبَابُ الْمُسْلِمِ فُسُوقٌ وَقِتَالُهُ كُفْرٌ (خ م عن ابن مسعود)
″Müslümana sövmek fâsıklık, onu (kanının helâl olduğuna inanarak) öldürmek ise kâfirliktir.″[3]
مَنْ سَلَّ السَّيْفِ عَلَى اُمَّتِى فَاِنَّ لِجَهَنَّمَ سَبْعَةَ اَبْوَابٍ بَابٌ مِنْهَا لِمَنْ سَلَّ السَّيْفَ (الامام الاعظم المسند عن ابن عمر)
″Ümmetime kılıç çeken bilsin ki, Cehennem’in yedi kapısı vardır ve bunlardan bir tanesi de kılıç çekene âittir.″[4]
لَزَوَالُ الدُّنْيَا أَهْوَنُ عَلَى اللّٰهِ مِنْ قَتْلِ رَجُلٍ مُسْلِمٍ (ت عن عبد اللّٰه بن عمرو)
″Allah katında dünyânın yıkılıp gitmesi, Müslüman bir kişinin öldürülmesinden daha hafiftir.″[5]
[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül Mensûr, c. 5, s. 262; Sünen-i Nesâî, Tahrim’ud-Dem 12; Sünen-i Ebû Dâvud, Hudûd 1.
[2] Sahih-i Buhârî, Salat 28.
[3] Sahih-i Buhârî, Îman 36; Sahih-i Müslim, Îman, 28 (116).
[4] İmam-ı Azam Ebû Hanife, Müsned, Hadis No: 495/1.
[5] Sünen-i Tirmizî, Diyet 7.
﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا ضَرَبْتُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَتَبَيَّنُوا وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ اَلْقٰٓى اِلَيْكُمُ السَّلَامَ لَسْتَ مُؤْمِنًاۚ تَبْتَغُونَ عَرَضَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۘ فَعِنْدَ اللّٰهِ مَغَانِمُ كَث۪يرَةٌۜ كَذٰلِكَ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلُ فَمَنَّ اللّٰهُ عَلَيْكُمْ فَتَبَيَّنُواۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرًا ﴿٩٤﴾ ﴾
94. Ey îman edenler! Allah yolunda cihat için sefere çıktığınız zaman, (Mü’mini kâfirden ayırt etmek için) iyice araştırın. Size selâm verene, dünyâ hayatının menfaatini gözeterek, ″Sen Mü’min değilsin″ demeyin. Allah katında çok ganîmetler vardır. Daha önce siz de öyleydiniz. Allah’u Teâlâ size lütufta bulundu (Müslüman oldunuz). O halde iyice araştırın. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızdan haberdardır.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebi İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şöyle nakledilmiştir:
Fedekli Yahudi olan Mirdas İbn-i Nehiyk, Müslüman olmuştu. Fakat kavminde ondan başka Müslüman olan kimse yoktu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Gâlib İbn-i Fudâle komutasında gönderdiği bir seriyye, Mirdâs’ın kavmine gitmişti. Bütün kavim kaçmış ama Mirdas, Müslüman oluşuna güvenerek yerinde kalmıştı. O, Müslüman atlıları görünce, koyunlarını dağın bir kenarına çekti. Müslüman atlılar oraya ulaşıp tekbir getirince, o da tekbir getirip onların yanına geldi ve ″Lâ ilâhe illallâh Muhammed’un Resûlullâh, Esselâmu aleykum″ dedi. Fakat Üsâme İbn-i Zeyd Radiyallâhu anhu onu öldürdü ve koyunlarını alarak Medîne’ye getirdi. Bunu Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e haber verdikleri zaman çok kızdı ve ″Siz onu, yanındaki mala göz diktiğiniz için öldürdünüz″ dedi. Sonra bu âyeti okudu. Hz. Üsâme: ″Yâ Resûlallah! Onun şehâdet getirmesi ölüm korkusundandı″ diyerek kendisini müdâfaa etmek istedi. Peygamberimiz: ″Sen O’nun kalbini yarıp baktın mı ki, onun ölüm korkusuyla söyleyip söylemediğini biliyorsun?″ buyurdu. Bunun üzerine Hz. Üsâme: ″Yâ Resûlallah! Benim için Allah’a istiğfar et″ dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″O, -Lâ ilâhe illallâh- demişken, bu nasıl olur?″ dedi. Hz. Üsâme der ki:
فَمَا زَالَ يُكَرِّرُهَا حَتَّى تَمَنَّيْتُ أَنِّي أَسْلَمْتُ يَوْمَئِذٍ.
″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, bu sözü tekrar edip durdu. Hattâ keşke daha önce Müslüman olmamış olsaydım da, o gün Müslüman olmuş olsaydım″ diye arzu ettim.[1] Hz. Üsâme dedi ki: ″Daha sonra Peygamberimiz, benim için istiğfar etti ve ″Bir köle azâd et″ diye buyurdu.[2]
﴿ لَا يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ غَيْرُ اُو۬لِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۜ فَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ دَرَجَةًۜ وَكُلًّا وَعَدَ اللّٰهُ الْحُسْنٰىۜ وَفَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ اَجْرًا عَظ۪يمًاۙ ﴿٩٥﴾ دَرَجَاتٍ مِنْهُ وَمَغْفِرَةً وَرَحْمَةًۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُورًا رَح۪يمًا۟ ﴿٩٦﴾ ﴾
95-96. Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın (cihattan geri kalıp) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat eden Mü’minler eşit değildir. Allah’u Teâlâ, malları ve canları ile cihat edenleri, oturanlar üzerine yüksek derece ile üstün kıldı. Allah’u Teâlâ, hepsine de Cenneti vaad etmiştir. Ve Allah’u Teâlâ, cihat edenleri, oturanlar üzerine büyük bir mükâfat ile üstün kıldı.* Bu, Allah tarafından verilmiş derecelerdir, bir bağışlama ve rahmettir. Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair Zeyd b. Sâbit Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:
أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَمْلَى عَلَيْهِ {لَا يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ} {وَالْمُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ} قَالَ فَجَاءَهُ ابْنُ أُمِّ مَكْتُومٍ وَهُوَ يُمِلُّهَا عَلَيَّ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ لَوْ أَسْتَطِيعُ الْجِهَادَ لَجَاهَدْتُ وَكَانَ رَجُلًا أَعْمَى فَأَنْزَلَ اللّٰهُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى عَلَى رَسُولِهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَفَخِذُهُ عَلَى فَخِذِي فَثَقُلَتْ عَلَيَّ حَتَّى خِفْتُ أَنَّ تَرُضَّ فَخِذِي ثُمَّ سُرِّيَ عَنْهُ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ {غَيْرُ أُولِي الضَّرَرِ} (خ عن زيد بن ثابت)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bana: ″(Cihattan geri kalıp) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat eden Mü’minler eşit değildir″ diye geçen buyruğu yazdırırken, İbn-i Ümmi Mektum çıkageldi ve ″Yâ Resûlallah! Allah’a yemin ederim ki, cihada gücüm yetseydi mutlaka cihat ederdim″ dedi. İbn-i Ümmi Mektum âmâ biriydi.
Zeyd Radiyallâhu anhu diyor ki:
Bunun üzerine Allah’u Teâlâ, Peygamberine vahiy indirdi. Onun dizi benim dizimin üzerindeydi. Dizi ağırlaştı. Öyle ki ben, dizimin ezileceğinden korktum. Sonra vahiy bitince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem açıldı ve Allah’u Teâlâ, özründen dolayı cihada gidemeyenleri istisnâ eden Sûre-i Nisâ, Âyet 95’in, ″Özür sahibi olmaksızın″ diye geçen kısmını indirdi.[1]
Tebuk’ten dönerken Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ أَقْوَامًا بِالْمَدِينَةِ خَلْفَنَا مَا سَلَكْنَا شِعْبًا وَلَا وَادِيًا إِلَّا وَهُمْ مَعَنَا فِيهِ حَبَسَهُمْ الْعُذْرُ (خ عن انس بن مالك)
″Şüphesiz, özürlerinden dolayı Medîne’de bıraktığımız insanların içinde öyleleri var ki, geçtiğimiz her dağ yolunda ve vâdide onlar bizimle beraberdirler.″[2]
Bu Âyet-i Kerîme’ye göre cihat, farz-ı kifâyedir. Çünkü Allah, Mü’minlerin hepsine Cenneti vaad etmiştir. Yani Müslümanlardan bir kısmının kâfirlere karşı yaptığı cihat, diğer Müslümanların üzerindeki sorumluluğu kaldırır. Cihada katılanlar, mükâfatını alır. Özrü olmadan katılmayanlar ise mükâfatından mahrum olur.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يَا أَبَا سَعِيدٍ مَنْ رَضِيَ بِاللّٰهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ نَبِيًّا وَجَبَتْ لَهُ الْجَنَّةُ فَعَجِبَ لَهَا أَبُو سَعِيدٍ فَقَالَ أَعِدْهَا عَلَيَّ يَا رَسُولَ اللّٰهِ فَفَعَلَ ثُمَّ قَالَ وَأُخْرَى يُرْفَعُ بِهَا الْعَبْدُ مِائَةَ دَرَجَةٍ فِي الْجَنَّةِ مَا بَيْنَ كُلِّ دَرَجَتَيْنِ كَمَا بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ قَالَ وَمَا هِيَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ الْجِهَادُ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ الْجِهَادُ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ (م عن ابى سعيد الخدرى)
″Yâ Ebâ Said! Rabb olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, Peygamber olarak da Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i kabul ve tasdik edene Cennet vâcip olmuştur.″ Ebû Saîd bundan hayret ederek: ″Yâ Resûlallah! Bu sözü bana tekrarlar mısınız?″ dedi. Peygamber Efendimiz de sözünü tekrarladı; sonra şöyle buyurdu: ″Bir başka haslet daha vardır ki, onun sâyesinde Allah’u Teâlâ kulunu Cennette yüz derece yükseltir. Her bir derecenin arası da gök ile yer arası kadardır.″ Ebû Said Radiyâllâhu anhu: ″O haslet nedir, Yâ Resûlallah?″ diye sorunca da buyurdu ki: ″Allah yolunda cihattır, Allah yolunda cihattır.″[3]
Cihat iki kısımdır. Birincisi, kâfirlerle yapılan cihat. Diğeri de nefisle yapılan mücâhededir. Âyette geçen birinci cihat edenlerden maksat, kâfirlerle cihat edenlerdir. İkincisiyle kastedilen de, nefisleriyle cihat edenlerdir, diye buyrulmuştur.[4]
Kâfirle yapılan cihat hakkında çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bu hususta Ebû Said Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
قِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَيُّ النَّاسِ أَفْضَلُ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مُؤْمِنٌ يُجَاهِدُ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ بِنَفْسِهِ وَمَالِهِ قَالُوا ثُمَّ مَنْ قَالَ مُؤْمِنٌ فِي شِعْبٍ مِنَ الشِّعَابِ يَتَّقِي اللّٰهَ وَيَدَعُ النَّاسَ مِنْ شَرِّهِ (خ عن ابى سعيد الخدرى)
″Yâ Resûllah! İnsanların hangisi daha üstündür?″ diye soruldu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah yolunda malıyla, canıyla cihat eden kişidir″ cevabını verdi. ″Sonra kim?″ diye tekrar soruldu. ″Tenhâlardan bir tenhaya Allah korkusuyla çekilen Mü’mindir ki, insanları şerrinden rahat bırakır″ diye cevap verdi.[5]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَيُّهَا النَّاسُ لَا تَتَمَنَّوْا لِقَاءَ الْعَدُوِّ وَاسْأَلُوا اللّٰهَ الْعَافِيَةَ فَإِذَا لَقِيتُمُوهُمْ فَاصْبِرُوا وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّةَ تَحْتَ ظِلَالِ السُّيُوفِ … (خ م عن بن ابى اوفى)
″Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin! Allah’tan afiyet (rahatlık, huzur, saadet) isteyin. Fakat düşman da karşınıza çıkarsa, o zaman da sebât-ı kadem edin (sağlam durup düşmandan kaçmayın)[6] ve bilin ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır…″[7]
Bir Hadis-i Kudsî’de de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
اَلْمُجَاهِدُ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ هُوَ عَلَيَّ ضَامِنٌ إِنْ قَبَضْتُهُ أَوْرَثْتُهُ الْجَنَّةَ وَإِنْ رَجَعْتُهُ رَجَعْتُهُ بِأَجْرٍ أَوْ غَنِيمَةٍ (ت عن انس)
″Benim uğrumda cihat eden kişi, Benim teminatım altındadır. Şâyet ruhunu kabzedersem, kendisini Cennetin vârisi kılarım. Şâyet geri çevirirsem, sevap ve ganîmetle geri çeviririm.″[8]
Kişinin nefsiyle yaptığı cihat hakkında nakledilen Hadis-i Şerif’lerden bâzıları da şöyledir:
Bu hususta Ebû Zerr Radiyallâhu anhu, şöyle anlatmaktadır:
قَالَ أَبُو بَكْرٍ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ هَلْ مِنْ جِهَادِ غَيْرِ قِتَالِ الْمُشْرِكِينَ؟ قَالَ: نَعَمْ يَا أَبَا بَكْرٍ اِنَّ لِلَّهِ تَعَالَى مُجَاهِدِينَ فِى الْأَرْضِ أَفْضَلُ مِنَ الشُّهَدَاءِ اَحَيَاءٌ مَرْزُوقِينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ يُبَاهِيَ اللّٰهُ بِهِمْ عَلَى مَلَائِكَةَ السَّمَاءِ وَتُزَيَّنُ لَهُم الْجَنَّةُ كَمَا تَزَيَّنَتْ اُمُّ السَّلَمَةَ لِرَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ أَبُو بَكْرٍ الصِّدِّيقِ رَضِىَ اللّٰهِ عَنْهُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَمَنْ هُمْ؟ فَقَالَ: هُمْ اَلْآمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَالْمُحِبُّونَ فِى اللّٰهِ وَالْمُبْغِضُونَ فِى اللّٰهِ (احياء عن ابى ذر)
Hz. Ebû Bekir: ″Yâ Resûlallah! Müşriklerle savaştan başka cihat var mı?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″Evet, Yâ Ebû Bekir! Muhakkak Allah’ın yeryüzünde öyle mücâhitleri vardır ki, bunlar şehitlerden üstündürler. Bunlar diridirler, rızıklanırlar, yeryüzünde gezerler. Allah onlar ile gökteki meleklere iftihar eder. Resûlü Ekrem’in zevcesi Ümmü Seleme’nin, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem için ziynetlendiği gibi, Cennet de onlar için ziynetlenir. Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk: ″Yâ Resûlallah! Bunlar kimdir?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″Bunlar, iyiliği emredip kötülüğü nehyeden, Allah için seven ve Allah için buğzedenlerdir.″[9]
Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmaktadır:
قَدِمَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ غَزَاةٍ فَقَالَ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ: قَدِمْتُمْ خَيْرَ مُقَدَّمٍ وَقَدِمْتُمْ مِنَ الْجِهَادِ الْأَصْغَرِ اِلَى الْجِهَادِ الْأَكْبَرِ قَالُوا: وَمَا الْجِهَادُ الْأَكْبَرُ؟ قَالَ: مُجَاهَدَةُ الْعَبْدِ هَوَاهُ (الديلمي الخطيب في تاريخه عن جابر)
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bir harpten[10] dönerken: ″Daha hayırlı olana dönüş yapıyorsunuz. Küçük cihattan büyük cihada dönüyorsunuz″ buyurdu. Sahâbîler: ″O büyük cihat nedir?″ dediler. ″Kulun nefsiyle edeceği cihattır″ buyurdu.[11]
Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
تَرْكُ الدُّنْيَا أَمَرٌّ مِنَ الصَّبْرِ وَأَشَدُّ مِنْ حَطْمِ السُّيُوفِ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ وَلَا يَتْرُكْهَا لِلّٰهِ أَحَدٌ إِلَّا أَعْطَاهُ اللّٰهُ مِثْلَ مَا يُعْطِي الشُّهَدَاءَ وَتَرْكُهَا قِلَّةُ الأَكْلِ وَالشَّبَعِ وَبُغْضُ الثَّنَاءِ مِنَ النَّاسِ فَإِنَّهُ مَنْ أَحَبَّ الثَّنَاءَ مِنَ النَّاسِ أَحَبَّ الدُّنْيَا وَنَعِيمِهَا وَمَنْ سَرَّهُ النَّعِيمُ فَلْيَدَعِ الدُّنْيَا وَالثَّنَاءَ مِنَ النَّاسِ (الديلمي عن ابن مسعود)
″Dünyâyı terketmek; sabırdan daha acıdır. Allah yolunda kılıç sallamaktan da şiddetlidir. Bir adam bunu yaparsa, Allah’u Teâlâ şehitlere verdiğinin mislini ona da verir. Dünyâyı terketmek; az yemek, doymadan sofradan kalkmak ve insanların övmesinden hoşlanmamaktır. Zîrâ kim insanların övmesinden hoşlanırsa, dünyâyı ve nîmetlerini sevmiş olur. Kimin de Cennetin ebedî nîmetleri hoşuna giderse, dünyâyı ve insanların kendini övmesinden hoşlanmayı terk etsin.″[12]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
الْمُجَاهِدُ مَنْ جَاهَدَ نَفْسَهُ (ت حم عن فضالة)
″Asıl mücâhit, nefsi ile cihat eden kimsedir.″[13]
İşte Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif‘lerde geçtiği üzere, cihadın iki yönünün olduğu haber verilmektedir. Birincisi kâfirlerle yapılan savaş, diğeri de kişinin kendi nefsiyle yaptığı savaştır. Nasıl ki, kâfirlerle yapılan savaşta ölen bir Mü‘min şehit oluyorsa, nefsiyle mücâhede eden ve bu hal üzere ölen kimse de şehittir.
Nitekim Allah katında şehit olanlarla ilgili Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
كَمْ مِمَّنْ أَصَابَهُ السِّلَاحُ وَلَيْسَ بِشَهِيدٍ وَلَا حَمِيدَ وَكَمْ مِمَّنْ قَدْ مَاتَ عَلَى فِرَاشِهِ حَتْفَ أَنْفِهِ عِنْدَ اللّٰهِ صَدِّيقٌ وَشَهِيدٌ (ابو الشيخ حل عن ابى ذر(
″Nice silahla vurulup öldürülenler var ki, şehit değildir. Övülmüş de değildir. Yemin ederim ki, nice kendi döşeğinde eceli ile ölen var ki, hem sıddîktir, hem de şehit.″[14]
[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Nisâ 16.
[2] Sahih-i Buhârî, Cihat 35; Abdurrezzâk es-San’ânî, Musannef, Hadis No: 9547.
[3] Sahih-i Müslim, İmâre 31 (116).
[4] Tercüme-i Tefsir-i Tibyan, c. 1, s. 387.
[5] Sahih-i Buhârî, Cihat 2; Sahih-i Müslim, İmâre 34 (122).
[6] Harpte sebat ile ilgili olarak Sûre-i Enfâl, Âyet 45’e bakınız.
[7] Sahih-i Buhârî, Cihat 114; Sahih-i Müslim, Cihat 6 (19-21).
[8] Sünen-i Tirmizî, Fedâil’ul-Cihat 1.
[9] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulumi’d-Din, c. 4, s. 771.
[10] Bu Hadis-i Şerif’te geçen harp, Tebuk Gazvesi’dir (Gunyet’üt-Tâlibîn, c. 1, s. 155).
[11] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 11719, 11260; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 334/6; İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 3, Hadis No: 117.
[12] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 250/9.
[13] Sünen-i Tirmizî, Fedâil’ul-Cihat 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 22840.
[14] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 344/3.
﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ تَوَفّٰيهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ ظَالِم۪ٓي اَنْفُسِهِمْ قَالُوا ف۪يمَ كُنْتُمْۜ قَالُوا كُنَّا مُسْتَضْعَف۪ينَ فِي الْاَرْضِۜ قَالُٓوا اَلَمْ تَكُنْ اَرْضُ اللّٰهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُوا ف۪يهَاۜ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ وَسَٓاءَتْ مَص۪يرًاۙ ﴿٩٧﴾ اِلَّا الْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ لَا يَسْتَط۪يعُونَ ح۪يلَةً وَلَا يَهْتَدُونَ سَب۪يلًا ﴿٩٨﴾ فَاُو۬لٰٓئِكَ عَسَى اللّٰهُ اَنْ يَعْفُوَ عَنْهُمْۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَفُوًّا غَفُورًا ﴿٩٩﴾ ﴾
97-99. (Hicret etmeyip) kendi nefislerine zulmedenlere, canlarını alırken melekler: ″Ne işle meşgul idiniz?″ derler. Onlar: ″Biz, Mekke’de zayıf ve âciz idik″ cevabını verirler. Melekler de: ″ Allah’ın arzı geniş değil miydi, niçin hicret etmediniz?″ derler. İşte onların varacağı yer Cehennemdir. Orası, ne kötü bir dönüş yeridir.* Ancak hakikaten zayıf olup, hicret etmeye gücü yetmeyen ve gideceği yolu bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar müstesnâ.* Umulur ki Allah’u Teâlâ bunları affeder. Allah’u Teâlâ çok affedendir, çok bağışlayandır.
İzah: Bu âyetler, hicret etmesine bir engel olmadığı halde, Mekke’den Medîne’ye hicret etmeyen Müslümanların durumu hakkında nâzil olmuş ve gerçek mâzereti olanlar ise istisnâ edilmiştir. İşte bu da geçerli mazereti olmayanların Mekke’den Medîne’ye hicret etmelerinin farz olduğunu göstermektedir.
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ: ″Ancak hakikaten zayıf olup, hicret etmeye gücü yetmeyen ve hicret için yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar müstesnâ″ diye geçen âyeti okuduktan sonra, şöyle buyurmuştur:
كَانَتْ أُمِّي مِمَّنْ عَذَرَ اللّٰهُ (خ عن ابن عباس)
″Benim annem de, Allah’ın burada mâzur kıldığını bildirdiği kimselerdendi.″[1]
Bir kimsenin dînini muhafaza etmek için başka yere hicret etmesinin mükâfatı hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ فَرَّ بِدِينِهِ مِنْ أَرْض إِلَى أَرْض وَإِنْ كَانَ شِبْرًا اِسْتَوْجَبَ الْجَنَّة وَكَانَ رَفِيق إِبْرَاهِيم وَمُحَمَّد عَلَيْهِمَا السَّلَام (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن الحسن)
″Bir kimse dînini muhafaza etmek için bir yerden bir yere hicret ederse, eğer hicreti bir karış mesafe olsa bile, o kimsenin Cennete girmesi vâcip olur ve Cennette arkadaşı İbrâhim Aleyhisselâm ve Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem olur.″[2]
Yine bu âyetlerin sonunda, ″Umulur ki″ diye tercüme edilen kelime, Allah’u Teâlâ için kullanıldığında, ″Muhakkak ki″ mânâsını ifade eder. Yani ″Muhakkak ki Allah’u Teâlâ bunları affeder″ demektir.
[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Nisâ 20.
[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 4, s. 97; Tercüme-i Tefsir-i Tibyan, c. 1, s. 388; Nûr’ul-Beyan, c. 2, s. 774.
﴿ وَمَنْ يُهَاجِرْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ يَجِدْ فِي الْاَرْضِ مُرَاغَمًا كَث۪يرًا وَسَعَةًۜ وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِه۪ مُهَاجِرًا اِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ اَجْرُهُ عَلَى اللّٰهِۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُورًا رَح۪يمًا۟ ﴿١٠٠﴾ ﴾
100. Her kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde birçok hayırlı barınacak yer ve genişlik (dînini daha rahat yaşama imkânı) bulur. Her kim evinden, Allah ve Resûlü için hicret etmek gayesiyle çıkar da sonra ona ölüm gelirse, şüphesiz ki onun mükâfatı Allah’a aittir. Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Cündüb b. Zamre adındaki bir Müslüman hakkında nâzil olmuştur. O zât, hicret hakkındaki Sûre-i Nisâ, Âyet 97-99’u duyunca, ″Ben istisnâ edilen sınıflardan değilim. Zîrâ ben yolculuk yapabilirim ve Medîne yolunu bilirim. Vallâhi! Ben bu gece Mekke’de yatmam, yola çıkarım″ dedi. Halbuki, hasta ve yaşlı idi. Oğullarına emretti. Hattâ onu bir taht üzerine koydular ve Medîne’ye doğru yola çıktılar. Tenim denilen yerde iyice rahatsızlandı. Orada, sağ elini sol elinin üzerine koydu ve ″Allah’ım! Bu Senin ve Resûlün için olsun. Resûlün Sallallâhu aleyhi ve sellem’in biat ettiği şey üzere Sana biat ederim″ deyip ruhunu teslim etti.
Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ خَرَجَ مِنْ بَيْتِهِ مُجَاهِدًا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ ثُمَّ قَالَ بِأَصَابِعِهِ هَؤُلَاءِ الثَّلَاثِ الْوُسْطَى وَالسَّبَّابَةِ
وَالْإِبْهَامِ فَجَمَعَهُنَّ وَقَالَ وَأَيْنَ الْمُجَاهِدُونَ فَخَرَّ عَنْ دَابَّتِهِ فَمَاتَ فَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلَى اللّٰهِ وَمَنْ قُتِلَ قَعْصًا فَقَدِ اسْتَوَجْبَ الْمَآبَ (حم عن عبد اللّٰه بن عتيك)
″Her kim evinden Allah yolunda hicret etmek üzere çıkarsa, bu sırada Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem orta, işâret ve baş parmaklarını birleştirerek, ″Nerede mücâhitler?″ buyurdu ve sözlerine devamla; hayvanından düşer de ölürse, onun mükâfatı Allah’a aittir. Kendisini bir hayvan sokar da ölürse, onun mükâfatı yine Allah’a aittir. Ya da yatağında ölürse onun mükâfatı yine Allah’a aittir. Her kim de yediği bir darbe ile bulunduğu yerde ölürse, o da güzel bir şekilde Allah’a dönüşü hak eder.″[1]
Âyet-i Kerîme’de geçen, Allah ve Resûlü için hicret etmekten maksat şöyledir: Bir Müslümanın dînini daha iyi yaşayabilmesi için nefsin hoşuna giden vatan, yurt, aile, can, mal ve dünyâ nîmetlerinden, Allah ve Resûlünün rızâsını gözeterek vazgeçmesidir.
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15818.
﴿ وَاِذَا ضَرَبْتُمْ فِي الْاَرْضِ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَقْصُرُوا مِنَ الصَّلٰوةِۗ اِنْ خِفْتُمْ اَنْ يَفْتِنَكُمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ اِنَّ الْكَافِر۪ينَ كَانُوا لَكُمْ عَدُوًّا مُب۪ينًا ﴿١٠١﴾ ﴾
101. Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit, kâfirlerin size saldır-masından korkarsanız, namazı kısaltmanızda (dört re’kat farzları ikişer kılmakta) size bir vebâl yoktur. Muhakkak ki kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Ya’la b. Ümeyye Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle anlatılmaktadır:
سَأَلْتُ عُمَرَ بْنَ الْخَطَّابِ قُلْتُ لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَنْ تَقْصُرُوا مِنَ الصَّلَاةِ إِنْ خِفْتُمْ أَنْ يَفْتِنَكُمْ الَّذِينَ كَفَرُوا وَقَدْ أَمِنَ النَّاسُ فَقَالَ عَجِبْتُ مِمَّا عَجِبْتَ مِنْهُ فَسَأَلْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ ذَلِكَ فَقَالَ صَدَقَةٌ تَصَدَّقَ اللّٰهُ بِهَا عَلَيْكُمْ فَاقْبَلُوا صَدَقَتَهُ (ه ت عن يعلى بن امية)
Hz. Ömer’e: ″Allah’u Teâlâ âyette, ″Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit, kâfirlerin size saldırmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızda (dört re’kat farzları ikişer kılmakta) size bir vebal yoktur″ diye buyuruyor. Halbuki şimdi halk emniyet içindedir. Bu duruma halkın sefer hâlinde iken namazı kısaltmalarına sen ne dersin?″ diye sordum. Hz. Ömer: ″Senin şaştığın bu işe ben de şaşmıştım ve bunu Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e sormuştum. Buyurdu ki: ″Bu, Allah’ın size bir sadakasıdır, onun için siz Allah’ın sadakasını kabul edin, reddetmeyin.″[1]
Hanefi Mezhebi’nde; korku olsun olmasın, dört rek’at olan farzları seferde kısaltarak iki rek’at kılmak azîmettir. Yani namazın kısaltılması yolculuk meşakkatinden veya korkudan değil Allah’ın emrinden dolayıdır.
Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:
افْتَرَضَ اللّٰهُ الصَّلَاةَ عَلَى لِسَانِ نَبِيِّكُمْ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِى الْحَضَرِ أَرْبَعًا وَفِى السَّفَرِ رَكْعَتَيْنِ (ه عن ابن عباس)
″Allah’u Teâlâ, Peygamberinizin lisânıyla farz namazı, mukim iken dört rek’at, seferde iken iki rek’at olarak farz kıldı.″[2]
İmam-ı Âzam Efendimize göre, en az üç günlük yaya olarak yürüme mesafesi olan (ki bu da 90 km.’dir) bir yere yolculuğa çıkıldığında, dört rek’at olan farz namazlar iki rek’at olarak kılınmalıdır. Kısaltmayıp dört rek’at olarak kılmak mekruhtur. Korku hâli de, sâdece kâfirlerin saldırmasıyla sınırlı olmayıp mutlaktır. Harp zamanında veya harp gibi her an tehlikeli bir durum varsa, o zaman yalnız iki rek’at farz kılınır. Sünnetler kılınmaz. Seferî iken sünnetlerin kılınmasının sebebi; harp veya harp korkusu olmadığındandır. Bu şekilde normal zamanlarda seferî olarak gidip gelirken bir tehlike yoksa dört rek’atlık farz namazlar, iki rek’ât olarak kılınır; bu namazların sünnetleri ise tam olarak kılınır.
Bâzı kimseler, ″Ben seferiye niyet etmedim″ derler. Bu yanlıştır. Seferîlik, Allah’ın emridir.
Hz. Ömer ile Hz. Ali’den nakledildiğine göre, bu Âyet-i Kerîme’de kısaltılabileceği beyan edilen namaz, kişinin yolculuk hâlindeyken kılacağı farz namazdır. Kısaltılacak miktar ise, sâdece dört rek’atlı farz namazların iki re’kat olarak kılınmasıdır.
Bir kimse köyde oturuyorsa, köyün yerleşim sınırlarını, şehirde oturuyorsa da oranın yerleşim sınırlarını çıktıktan sonra, en az 90 km. uzağa gitmek kaydıyla seferî olur. Tekrar oturduğu yerin yerleşim sınırlarına girene kadar seferî sayılır. Gideceği yerde, on beş günden fazla kalacaksa, o kimse gideceği yere ulaştığında mukim olur, seferî olmaz. Ancak yolda giderken ve gelirken yine seferîdir.
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ‘dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَقَامَ بِمَكَّةَ عَامَ الْفَتْحِ خَمْسَ عَشْرَةَ لَيْلَةً يَقْصُرُ الصَّلَاةَ (د ه عن ابن عباس)
″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, fetih yılında Mekke’de on beş gün kaldı ve namazlarını kısaltarak (dört rek’atlık farzları iki re’kat olarak) kıldı.″[3]
Bir kimse seferî olacağı yere gitse, yarın veya öbür gün çıkarım diye o niyetle beklese, bu belirsizlik hâli yıllarca da sürse, bu kimse mukim sayılmaz; seferîlik hâli devam eder. Bu kimse dört rek’at farz namazını iki rek’at olarak kılar.
Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbının Ramhürmüz denilen yerde yedi ay kaldıkları halde seferî kıldıklarını bildirmiştir. Yine İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’nın Azerbaycan’da altı ay kalıp dört rek’atlı namazları iki rek’at kıldığı rivâyet edilmiştir.[4]
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Muhakkak ki kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır″ diye buyrulmaktadır. Bu sebeple kâfirler dost edinilmez. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ جَامَعَ الْمُشْرِكَ وَسَكَنَ مَعَهُ فَإِنَّهُ مِثْلُهُ (د عن سمرة بن جندب)
″Her kim müşrikle birlikte olur ve onunla beraber oturursa, şüphesiz o da onun gibidir.″[5]
[1] Sünen-i İbn-i Mâce, İkamet’üs-Salat 73; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 5.
[2] Sünen-i İbn-i Mâce, İkamet’üs-Salat 73.
[3] Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’üs-Salat 76; Sünen-i Ebû Dâvud, Salat 280.
[4] Gunyet’üt-Tâlibîn, c. 2, s. 187.
[5] Sünen-i Ebû Dâvud, Cihad 170.
﴿ وَاِذَا كُنْتَ ف۪يهِمْ فَاَقَمْتَ لَهُمُ الصَّلٰوةَ فَلْتَقُمْ طَٓائِفَةٌ مِنْهُمْ مَعَكَ وَلْيَأْخُذُٓوا اَسْلِحَتَهُمْ۠ فَاِذَا سَجَدُوا فَلْيَكُونُوا مِنْ وَرَٓائِكُمْۖ وَلْتَأْتِ طَٓائِفَةٌ اُخْرٰى لَمْ يُصَلُّوا فَلْيُصَلُّوا مَعَكَ وَلْيَأْخُذُوا حِذْرَهُمْ وَاَسْلِحَتَهُمْۚ وَدَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَوْ تَغْفُلُونَ عَنْ اَسْلِحَتِكُمْ وَاَمْتِعَتِكُمْ فَيَم۪يلُونَ عَلَيْكُمْ مَيْلَةً وَاحِدَةًۜ وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِنْ كَانَ بِكُمْ اَذًى مِنْ مَطَرٍ اَوْ كُنْتُمْ مَرْضٰٓى اَنْ تَضَعُٓوا اَسْلِحَتَكُمْۚ وَخُذُوا حِذْرَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ اَعَدَّ لِلْكَافِر۪ينَ عَذَابًا مُه۪ينًا ﴿١٠٢﴾ ﴾
102. Ey Resûlüm! Sen, Mü’minler içinde bulunup da onlara namaz kıldıracağın zaman, (kâfirlerin size saldırmasından korkarsanız) onlardan bir taife silahlı olarak seninle beraber namaza dursun. Diğer taife de arkanızda sizi beklesinler. Seninle namaza duranlar secde ettikten sonra (birinci rek’atı kılınca), namaz kılanlar çekilip arkanızda bekleme göreviyle meşgul olsunlar. Namaz kılmayıp bekleme göreviyle meşgul olan diğer taife de gelsinler, silahlı olarak seninle beraber namazlarını kılsınlar. Kâfirler, silahlarınızdan ve eşyalarınızdan gaflet etmenizi ve cümlesi birlikte üzerinize ansızın hücum etmeyi temenni ederler. Yağmur yahut hastalık sebebiyle silahlarınızı bırakmanızda size bir vebal yoktur. O halde kâfirlerin hücumuna karşı uyanık olun. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, kâfirler için aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen korku namazı, düşman veya yırtıcı hayvandan korkulduğunda âyette târif edildiği gibi kılınır.
Düşman hazır olmaksızın korku namazı câiz değildir. Uzak yerden bir alay atlı görüp düşman zannetseler veya toz görseler, düşman zannederek korku namazı kılsalar, sonra düşman olmadığı anlaşılsa, kılınan namaz câiz olmaz. Bu hususta İmam-ı Azam ve İmam Muhammed şöyle buyurmuşlardır: ″Sahâbe-i Güzîn korku namazını Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den sonra da kılmışlardır.″
Bu hususta İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ şu hâdiseyi anlatır:
غَزَوْتُ مَعَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قِبَلَ نَجْدٍ فَوَازَيْنَا الْعَدُوَّ فَصَافَفْنَا لَهُمْ فَقَامَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُصَلِّى لَنَا فَقَامَتْ طَائِفَةٌ مَعَهُ وَأَقْبَلَتْ طَائِفَةٌ عَلَى الْعَدُوِّ، وَرَكَعَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِمَنْ مَعَهُ وَسَجَدَ سَجْدَتَيْنِ ثُمَّ انْصَرَفُوا مَكَانَ الطَّائِفَةِ الَّتِى لَمْ تُصَلِّى فَجَاؤُا فَرَكَعَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِهِمْ رَكْعَةً وَسَجَدَ سَجْدَتَيْنِ ثُمَّ سَلَّمَ فَقَامَ كُلُّ وَاحِدٍ مِنْهُمْ فَرَكَعَ لِنَفْسِهِ رَكْعَةً وَسَجَدَ سَجْدَتَيْنِ (خ عن ابن عمر)
″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte, Necid tarafına yönelerek gazâya gitmiştim. Düşmanın hizâsına geldik. Onlara karşı saflarımızı düzdük. Namaz vakti gelince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bize, kıldırmak üzere namaza durdu. Bir taife de onunla beraber durdular, diğer taife ise, yönünü düşmana çevirdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kendisiyle birlikte olanlarla beraber rükûa vardı ve iki secde etti. Derken namaz kılanlar, kılmamış olan taifenin yerlerine gittiler. Diğer taife de gelip Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in arkasında durdular. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onlarla beraber rükûa varıp iki secde etti. Sonra selâm verdi. Sonra o iki taifenin her biri nöbetleşe namaza durup kendi hesaplarına birer kere rükûa varıp ikişer secde ettiler.″[1]
Yani ikinci rek’atte imama uyanlar selâm vermez, ayağa kalkar, ikinci rek’âtı kendi kendilerine kılarlar ve sonra selâm vererek namazı tamamlarlar ve silahları ile düşman önüne geçerler. Birinci rek’âtı imamla kılan evvelki askerler gelir, ikinci rek’âtı da kendi kendilerine kılarak iki rek’âtı tamamlamış olurlar. Bu şekilde her iki grupta imama uyarak birer rek’at namaz kılar ve ikinci rek’atları da kendi kendilerine tamamlayarak namazlarını imam ile kılmış olurlar.
Yine bu Âyet-i Kerîme’de geçen ″O halde kâfirlerin hücumuna karşı uyanık olun″ bölümüyle ilgili olarak, Ebû Sâlih’ten şu hâdise rivâyet edilmiştir:
Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem, Benî Enmâr’a harp için gazâya çıkmıştı. Bir yerde konakladılar. Düşmandan hiçbir kimse göremedikleri için Ashâb silâhlarını bıraktılar. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de silâhlarını çıkarmıştı. Hava yağmurlu idi. Bir ara defi hacet için kafileden uzaklaştı ve dereyi geçti. Aniden bir sel geldi ve dere taştı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile Ashâb arasında bir sel meydana geldi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir ağacın altına oturdu. Gavres b. el-Hâris’il-Muhâribî adında bir kâfir, Peygamber Efendimizi yalnız görünce, O‘nu öldürmek için kılıcını havaya kaldırdı ve ″Seni benim elimden kim alır?″ dedi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah!″ dedi. Kâfirin elindeki kılıcı yere düştü. Bütün eklemleri, vücudu dondu. Peygamberimiz kılıcı eline aldı ve ″Şimdi seni, benim elimden kim alır?″ dedi. O kâfir, bu olaydan sonra kaskatı donmuş, nutku tutulmuş ve şaşırmıştı. Gavres: ″Hiç kimse!″ diye cevap verdi. Peygamber Efendimiz: ″Allah’ın birliğine ve benim Peygamberliğime şehâdet edersen kılıcını sana veririm″ buyurdu. Gavres: ″Hayır! Fakat ebedî olarak seninle savaşmayacağıma ve aleyhinde hiçbir düşmana yardım etmeyeceğime söz veririm″ deyince Peygamberimiz, kılıcını ona iade etti. Gavres: ″Vallâhi! Sen benden çok hayırlısın!″ dedi. Sonra Gavres dönüp arkadaşlarının yanına gitti. Arkadaşları: ″Sana ne oldu ki, Muhammed’i öldürmedin?″ dediler. Gavres, durumu anlattı. Bunun üzerine bâzıları imân ettiler. Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem bir müddet daha suyun çekilmesini bekledikten sonra Ashâbının yanına döndü. Hâdiseyi anlattı ve Sûre-i Nisâ, Âyet 102’deki: ″O halde kâfirlerin hücumuna karşı uyanık olun″ bölümünü okudu. İşte Allah’ın bu emri, böyle ansızın bir baskına uğramaktan korunmak içindir.
[1] Sahih-i Buhâri, Cuma 40; Sünen-i Nesâî, Havf 1.
﴿ فَاِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلٰوةَ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِكُمْۚ فَاِذَا اطْمَأْنَنْتُمْ فَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَۚ اِنَّ الصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا ﴿١٠٣﴾ ﴾
103. Namazı kıldıktan sonra da ayaktayken, otururken ve yanüstü yatarken Allah’u Teâlâ’yı zikredin. Güvene kavuştuğunuz zaman da namazı tam olarak kılın. Şüphesiz ki namaz, Mü’minler üzerine vakitleri belirlenmiş farzdır.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de namazı kıldıktan sonra ayakta, otururken ve yan üstü yatarken Allah’u Teâlâ’nın isminin zikredilmesi gerektiği emredilmiştir.
Tibyan Tefsiri’nde, bu Âyet-i Kerîme izah edilirken; ″Namaz kıldıktan sonra düşmana hücum ederken, oturduğunuz yerde ok atarken ve yaralandı-ğınızda yan üstü yatarken zikrullah edin″ diye açıklanmış, yani zikrullahtan geri durmayın diye ifade edilmiştir.
Sûre-i Enfâl, Âyet 45’te: ″Ey îman edenler! Siz bir kâfir topluluğu ile karşılaşırsanız, sebat edin (harpten kaçmayın) ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin ki, felah bulasınız″ diye emredildiğinden, İslâm orduları, savaşlarda ″Allah, Allah″ nidâları ile yüksek sesle Allah’u Teâlâ’yı zikrederek düşmana hücum edip nice zaferlere ulaşmışlardır.
Savaşın hâricinde diğer zamanlarda da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in namazdan sonra âşikâre sesle zikrullah ettiği, bir Hadis-i Şerif’te şöyle nakledilmiştir:
أَنَّ ابْنَ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا أَخْبَرَهُ أَنَّ رَفْعَ الصَّوْتِ بِالذِّكْرِ حِينَ يَنْصَرِفُ النَّاسُ مِنَ الْمَكْتُوبَةِ كَانَ عَلَى عَهْدِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ كُنْتُ أَعْلَمُ إِذَا انْصَرَفُوا بِذَلِكَ إِذَا سَمِعْتُهُ. (خ م عن ابن عباس)
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ haber verdi ki: ″Halkın farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikretmesi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında var idi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: ″Ben bu sesi işitir işitmez, zikir seslerinin yükselmesi ile namazdan çıktıklarını anlardım.″[1]
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ zikrullah hakkında şöyle buyurmuştur:
لَا يَفْرِضُ اللّٰهُ عَلَى عِبَادِهِ فَرِيضَةً إِلَّا جَعَلَ لَهَا حَدًّا مَعْلُومًا ثُمَّ عَذَرَ أَهْلَهَا فِي حَالِ عُذْرٍ غَيْرَ الذِّكْرِ فَإِنَّ اللّٰهَ لَمْ يَجْعَلْ لَهُ حَدًّا يَنْتَهِي إِلَيْهِ وَلَمْ يَعْذُرْ أَحَدًا فِي تَرْكِهِ إِلَّا مَغْلُوبًا عَلَى عَقْلِهِ فَقَالَ (فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ) بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَفِي السَّفَرِ وَالْحَضَرِ وَالْغِنَى وَالْفَقْرِ وَالسُّقْمِ وَالصِّحَّةِ وَالسِّرِّ وَالْعَلَانِيَةِ وَعَلَى كُلِّ حَالٍ وَقَالَ: (وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلا) فَإِذَا فَعَلْتُمْ ذَلِكَ صَلَّى عَلَيْكُمْ هُوَ وَمَلَائِكَته قَالَ اللّٰه عَزَّ وَجَلَّ: (هُوَ الَّذِي يُصَلِّي عَلَيْكُمْ وَمَلائِكَتُهُ). (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن ابن عباس(
″Allah’u Teâlâ kullarına farz kıldığı her ibâdete belli bir sınır koymuştur. Kulların özürlerine göre de onları bu ibâdetlerden muaf kılmıştır. Ancak zikrullahı bunların dışında tutmuştur. Zîrâ zikrullaha bir sınır koymamış ve zikrullah hususunda delilerden başka hiçbir kimsenin özrünü kabul etmemiştir. Allah’u Teâlâ kulların; ayakta iken, otururken, yatarken,[2] gece ve gündüz, karada ve denizde, yolcu iken, mukim iken kendisini zikretmelerini istemiş; zengin olanın, fakir olanın, hasta olanın, sağlıklı olanın da, hâfî (gizli) veya cehrî (açıktan) zikrullah etmesini emretmiştir. Sûre-i Ahzâb, Âyet 42’de geçtiği üzere sabah akşam kendisinin tesbih edilmesini istemiş, bunu yapan kullarına ise, bu âyetlerin devamında gelen Sûre-i Ahzâb, Âyet 43’te de kendisinin, onlara merhametli davranacağını ve meleklerin de onlar için bağışlanma dileyeceğini ve onları, zulumâttan nûra çıkaracağını beyan etmiştir. Zîrâ Allah’u Teâlâ, Mü’minlere karşı çok merhametlidir.″[3]
Yine bu Âyet-i Kerîme’de: ″Şüphesiz ki namaz, Mü’minler üzerine vakitleri belirlenmiş farzdır″ diye buyrulmaktadır. Allah’u Teâlâ âyetlerde namazı hangi vakitte, nasıl ve kaç rek’at kılacağımızı açıklamamıştır. Fakat Allah’u Teâlâ, namazın nasıl kılınacağını Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtasıyla Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e öğretmiş ve bizim de ondan öğrenmemizi emretmiştir.
Bu hususta Mâlik b. Huveyris Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
Bizler yaşça birbirine yakın gençler topluluğu olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldik ve yanında yirmi gece kaldık. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, ailelerimizi özlediğimizi anladı ve bize geride kimleri bıraktığımızı sordu. Biz de kendisine söyledik. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem gâyet ince yürekli, hassas ve çok merhametli idi. Bize buyurdu ki:
ارْجِعُوا إِلَى أَهْلِيكُمْ فَعَلِّمُوهُمْ وَمُرُوهُمْ وَصَلُّوا كَمَا رَأَيْتُمُونِي أُصَلِّي وَإِذَا حَضَرَتْ الصَّلَاةُ فَلْيُؤَذِّنْ
لَكُمْ أَحَدُكُمْ ثُمَّ لِيَؤُمَّكُمْ أَكْبَرُكُمْ (خ حم عن مالك بن حويرث)
″Haydi, ailelerinizin yanına dönün ve onlara dîni öğretin. Söyleyecek şeyleri onlara söyleyip emredin. Siz, ben nasıl kılıyorsam namazı öyle kılın. Namaz vakti geldiğinde içinizden biri size ezan okusun ve en büyüğünüz de size imam olsun.″[4]
Namazın vakitleri ile ilgili de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: أمَّنِى جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلَامُ عَنْدَ البَيْتِ مَرَّتَيْنِ، فَصَلَّى الظُّهْرَ فِى الْأُولَى مِنْهُمَا ح۪ينَ كَانَ الْفَىْءُ مِثْلَ الشِّرَاكِ، ثُمَّ صَلَّى الْعَصْرَ ح۪ينَ كانَ كُلُّ شَىْءٍ مَثْلَ ظِلِّهِ، ثُمَّ صَلَّى المَغْرِبَ حِينَ وَجَبَتِ الشّمْسُ، وَأَفْطَرَ الصَّائِمُ، ثُمَّ صَلَّى العِشَاءَ حِينَ غَابَ الشّفَقُ، ثُمَّ صَلَّى الْفَجْرَ حِينَ بَزَقَ الْفَجْرُ، وَحَرُمَ الطَّعَامُ عَلَى الصَّائِمِ، وَصَلَّى الْمَرَّةَ الثَّانِيَةَ الظُّهْرَ حِينَ كانَ ظِلُّ كُلِّ شَىْءٍ مَثْلَهُ لِوَقْتِ الْعَصْرِ بِاْلأَمْسِ، ثُمَّ صَلَّى الْعَصْرَ ح۪ينَ كانَ ظِلُّ كُلِّ شَىْءٍ مِثْلَيْهِ، ثُمَّ صَلّى الْمَغْرِبَ لِوَقْتِهِ اْلأَوَّلِ، ثُمَّ صَلَّى الْعِشَاءَ الْاٰخِرَ حِينَ ذَهَبَ ثُلُثُ الَّيْلِ، ثُمَّ صَلَّى الصُّبْحَ حِينَ أَسْفَرَتِ اْلأَرْضُ، ثُمَّ الْتَفَتَ اِلَىَّ جِبْرِيلُ، فَقَالَ يَا مُحَمَّدُ: هَذَا وَقْتُ اْلأَنْبِيَاءِ عَلَيْهِمُ الصَّلَاةُ والسَّلَامُ مِنْ قَبْلِكَ، وَالْوَقْتُ ف۪يمَا بَيْنَ هَذَيْنِ الْوَقْتَيْنِ (د ت عن ابن عباس)
″Cebrâil Aleyhisselâm bana, Beytullah’ın yanında iki kere imamlık yaptı. Bunlardan birincide öğleyi, gölge ayakkabı bağı kadarken kıldı. Sonra, ikindiyi her şey gölgesi kadarken kıldı. Sonra akşamı güneş battığı ve oruçlunun orucunu açtığı zaman kıldı. Sonra yatsıyı, ufuktaki aydınlık (şafak) kaybolunca kıldı. Sonra sabahı şafak sökünce ve oruçluya yemek haram olunca kıldı. İkinci sefer öğleyi, dünkü ikindinin vaktinde her şeyin gölgesi kendisi kadar olunca kıldı. Sonra ikindiyi her şeyin gölgesi kendisinin iki misli olunca kıldı. Sonra akşamı önceki vaktinde kıldı. Sonra yatsıyı gecenin üçte biri gidince kıldı. Sonra sabahı yeryüzü ağarınca kıldı.″
Sonra Cebrâil Aleyhisselâm bana yönelip, ″Yâ Muhammed! Bunlar senden önceki Peygamberlerin namaz vaktidir. Namaz vakti de bu iki vakit arasında kalan zamandır″ dedi.[5]
Bu Hadis-i Şerif’te namazın kılınma vakitleri iki farklı şekilde belirtilmiştir. Beş vakit farz olan namazın vakitleri şöyledir:
Sabah namazının vakti: İkinci fecirden yani imsak vaktinden başlar, güneş doğmaya başladığında sona erer. Şâfiiler için efdal olan vakit imsak vaktidir. Hanefiler için ise ortalığın ilk ağarmaya başladığı vakittir.
Öğle namazının vakti: Güneşin zevâlinden (tepe noktasından batıya meyletmesiyle) başlar, her şeyin gölgesi iki boy olana kadar devam eder. Bu zamana ″Asrı sâni (ikinci vakit)″ denir. Bu, İmam-ı Âzam’a göredir. İmameyne ve üç büyük imama göre ise, her şeyin gölgesi zeval gölgesinden başka her şeyin gölgesi bir misline ulaşınca öğle namazının vakti çıkmış, ikindi namazının vakti girmiş olur. Bu zamana da ″Asrı evvel (birinci vakit) denir.
Bu ihtilaftan kurtulmak için efdal olan; öğlen namazını her şeyin gölgesi bir misli olacak zamana kadar kılmaktır. İkindi namazını da her şeyin gölgesi iki misli olunca kılmaktır.
Cuma namazının vakti de öğle namazının vaktidir.
İkindi namazının vakti: İmam-ı Âzam’a göre her şeyin gölgesi kendisinin iki misline ulaştığında başlar, diğer imamlara göre ise bir misline ulaştığında başlar, güneş batmaya başladığında sona erer. Güneşin batmasına yarım saat kalıncaya kadar sünneti ile birlikte kılmalıdır. Fakat yarım saatten az bir süre kalmışsa, sâdece farzı kılınır.
Akşam namazının vakti: Güneşin batmasından itibaren şafağın kaybolacağı zamana kadardır. Şafak, İmam-ı Âzam’a göre, akşamleyin ufuktaki kızartıdan sonra meydana gelen beyazlıktır. İmâmeyn ile üç büyük imama göre ise, ufukta meydana gelen kızartıdan ibarettir. Vakit girdiğinde, akşam namazını hemen kılmak efdaldir.
Yatsı namazının vakti: Şafağın kaybolmasından başlar, ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder. Vitir namazının vakti de yatsı namazının vaktidir.
Bir kimse, ikindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk sünnetini, geçirmiş kazâsı varsa, kazâ yerine kılabilir. Fakat müekket on iki rek’at olan sünnetler kazâya kılınmaz. Bunlar da; iki rek‘at sabah namazının sünneti, dört rekat öğle amazının ilk sünneti ile iki rek’at son sünneti, iki rek’at akşam namazının sünneti ve iki rek’at yatsı namazının son sünnetidir.
Beş vakit namazlardaki müekked olan sünnetler hakkında Hz. Âişe annemizden şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
مَنْ ثَابَرَ عَلَى ثِنْتَيْ عَشْرَةَ رَكْعَةً مِنْ السُّنَّةِ بَنَى اللّٰهُ لَهُ بَيْتًا فِي الْجَنَّةِ أَرْبَعِ رَكَعَاتٍ قَبْلَ الظُّهْرِ وَرَكْعَتَيْنِ بَعْدَهَا وَرَكْعَتَيْنِ بَعْدَ الْمَغْرِبِ وَرَكْعَتَيْنِ بَعْدَ الْعِشَاءِ وَرَكْعَتَيْنِ قَبْلَ الْفَجْرِ. (ت ه عن عائشة)
″Her kim bir gün ve gecede on iki rek’at namaz kılarsa, onun için Cennette bir ev bina edilir. Bunlar: Öğle namazından önce dört rek’at, Öğle namazından sonra iki rek’at, akşam namazından sonra iki rek’at, yatsı namazından sonra iki rek’at, sabah namazından önce iki rek’at.″[6]
[1] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 465; Sahih-i Müslim, Kitab’ül-Mesâcid 23 (122).
[2] Sûre-i Al-i İmran, Âyet 191; Sûre-i Nisâ, Âyet 103.
[3] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 20, s. 280.
[4] Sahih-i Buhârî, Ezan 18, Edeb 27; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15045.
[5] Sünen-i Tirmizî, Salât 1; Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 2; Sünen-i Nesâî, Namazın vakitleri 6; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 2364.
[6] Sünen-i Tirmizî, Salât 304; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmeti’üs-Salât 100.
﴿ وَلَا تَهِنُوا فِي ابْتِغَٓاءِ الْقَوْمِۜ اِنْ تَكُونُوا تَأْلَمُونَ فَاِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمُونَۚ وَتَرْجُونَ مِنَ اللّٰهِ مَا لَا يَرْجُونَۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَل۪يمًا حَك۪يمًا۟ ﴿١٠٤﴾ ﴾
104. Kâfirleri tâkip etmekte zaaf göstermeyin. Çünkü siz nasıl (yaralarınızdan) muzdarip iseniz, onlar da (yaralarından) muzdariptirler. Halbuki siz, Allah’u Teâlâ’dan onların beklemediklerini (nusrat ve sevabı) bekliyorsunuz. Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
İzah: Ebû Süfyan ve arkadaşları, Uhud’dan ayrıldıklarında, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, onların tekrar Müslümanlara saldırmamaları için, Müslümanlardan bir taifenin onları tâkip etmesini istedi. Göndermek istediği bu tâife, yaralarından şikâyet edince, Allah’u Teâlâ bu âyeti indirmiştir.
Bu hâdise Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 172’de de şöyle geçmektedir:
″O Mü’minler ki, Uhud’da yaralandıktan sonra, Allah’ın ve Resûlün dâvetine tekrar icâbet ettiler. Onlardan, dâvete icâbet edenler ve muhalefetten sakınanlar için büyük bir mükâfat vardır.″
Ebû Süfyan ve arkadaşları, Uhud’dan çekilip Revha denilen yere geldikleri vakit, pişmanlık duymuşlardı: ″Müslümanlara ağır zâyiat verdik, onların köklerini kesmeliydik″ diyerek, dönüp tekrar hücum etmek istemişlerdi. Bunu haber alan Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem müşrikleri yıldırmak ve kendisinin ve Ashâbının kuvvetini göstermek için Ebû Süfyan’ın tâkibine karar vermişti. Ashâbını buna teşvik ederek, hemen ertesi gün Medîne’nin sekiz mil uzağında bulunan Hamre-i Esed denilen yere kadar ilerlemişlerdi. Ashâbın çoğu yaralı ve bitkindi. Yürümekte dahi zorlanıyorlardı. İçlerinde öyle yaralılar vardı ki, sırası ile birbirlerini sırtlarında taşıyor, birbirlerine dayanarak yürümeye çalışıyorlardı.
﴿ اِنَّٓا اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَٓا اَرٰيكَ اللّٰهُۜ وَلَا تَكُنْ لِلْخَٓائِن۪ينَ خَص۪يمًاۙ ﴿١٠٥﴾ وَاسْتَغْفِرِ اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ غَفُورًا رَح۪يمًاۚ ﴿١٠٦﴾ وَلَا تُجَادِلْ عَنِ الَّذ۪ينَ يَخْتَانُونَ اَنْفُسَهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ خَوَّانًا اَث۪يمًاۚ ﴿١٠٧﴾ ﴾
105-107. Ey Resûlüm! Şüphesiz ki, Allah’ın bildirdiği şekilde insanlar arasında hükmetmen için Biz sana kitabı (Kur’ân’ı) hak olarak indirdik. Hâinler için müdâfaacı olma.* Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.* Kendi nefislerine hâinlik edenlerden yana mücâdele etme. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, hiçbir hâini ve günahkârı sevmez.
İzah: Benî Zafer kabilesinden, Tağme İbn-i Ubeyrik, komşusu Katâde b. Nu’man’ın zırhı ile bir dağarcıkta (deriden bir torbada) bulunan ununu çaldı. Zırhı o dağarcığın içine koydu. Dağarcık delik idi. Götürürken delikten un akmaya başladı. Zırh ile dağarcığı, Zeyd İbn-i Sem’in adında bir Yahudiye verdi. Ashâb, hırsızı bulmak için yerdeki un izlerini tâkip ederek, Yahudinin evine kadar vardılar. Yahudiden zırhı istediler. Yahudi, zırhı kendisine Tağme’nin verdiğini söyledi ve oradaki birçok Yahudi de buna şâhitlik etti. Bunun üzerine Benî Zafer kabilesi mahkeme olmak için Yahudiyi Peygamberimizin huzuruna dâvet ettiler ve gelip, ″Yâ Resûlallah! Sen, Tağme’ye sahip çıkmazsan rezil olur. Bu Yahudiler Tağme’ye iftira ederek, yalancı şâhitler gösterir ve Yahudilerin beraati sâbit olur″ dediler. Peygamberimiz de bunların sözlerinin doğru olacağını düşünerek, Tağme’nin suçsuz olacağına meyletmişti. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ Resûlullah (Sallallâllahu aleyhi vesellem)’in böyle bir hatâya düşmemesi için onu uyarmış ve bu olay üzerine Sûre-i Nisâ, Âyet 105’ten, 115’e kadar olan âyetler nâzil olmuştur.
﴿ يَسْتَخْفُونَ مِنَ النَّاسِ وَلَا يَسْتَخْفُونَ مِنَ اللّٰهِ وَهُوَ مَعَهُمْ اِذْ يُبَيِّتُونَ مَا لَا يَرْضٰى مِنَ الْقَوْلِۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُح۪يطًا ﴿١٠٨﴾ ﴾
108. Onlar, insanlardan hayâ ederek hâinliklerini örtmeye çalışırlar da, bütün hallerine vâkıf olan Allah’tan hayâ etmez ve korkmazlar. Halbuki Allah’u Teâlâ, râzı olmayacağı sözü onlar geceleyin (gizlice) konuştukları zaman onlar ile beraberdir. Allah’u Teâlâ, onların yaptıklarını (ilmi ve kudreti ile) kuşatmıştır.
﴿ هَٓا اَنْتُمْ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ جَادَلْتُمْ عَنْهُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا فَمَنْ يُجَادِلُ اللّٰهَ عَنْهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَمْ مَنْ يَكُونُ عَلَيْهِمْ وَك۪يلًا ﴿١٠٩﴾ ﴾
109. (Ey Benî Zafer!) Haydi siz, dünyâ hayâtında onlar (hırsızlar) için mücâdele ettiniz, ya mahşer gününde onlar için Allah’u Teâlâ’ya karşı kim mücâdele edecek? Veya onların üzerine kim vekil olacaktır?
﴿ وَمَنْ يَعْمَلْ سُٓوءًا اَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ اللّٰهَ يَجِدِ اللّٰهَ غَفُورًا رَح۪يمًا ﴿١١٠﴾ ﴾
110. Her kim bir fenâlık yapar yahut (bir günah işleyerek) nefsine zulmeder ve sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, Allah’u Teâlâ’yı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَا مِنْ مُسْلِمٍ يُذْنِبُ ذَنْبًا ثُمَّ يَتَوَضَّأُ فَيُصَلِّي رَكْعَتَيْنِ ثُمَّ يَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ
تَعَالَى لِذَلِكَ الذَّنْبِ إِلَّا غَفَرَ لَهُ وَقَرَأَ هَاتَيْنِ الْآيَتَيْنِ {وَمَنْ يَعْمَلْ سُوءًا أَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرْ اَللّٰهَ يَجِدْ اللّٰهَ غَفُورًا رَحِيمًا وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً أَوْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ الْآيَةَ (حم عن ابو بكر الصديق)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Günah işleyen, sonra abdest alıp iki rekât namaz kılarak bu günahı için Allah’tan af dileyen hiçbir Müslüman yoktur ki bağışlanmış olmasın″ buyurarak, ″Her kim bir fenâlık yapar yahut (bir günah işleyerek) nefsine zulmeder ve sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, Allah’u Teâlâ’yı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur″ mealindeki Sûre-i Nisâ, Âyet 110 ile ″Ve onlar, büyük bir günah yaptıkları yahut (herhangi bir mâsiyeti yüklenmekle) nefislerine zulmettikleri vakit, Allah’u Teâlâ’yı hatırlayarak hemen günahlarına istiğfar ederler. Allah’u Teâlâ’dan başka günahları kim bağışlar? Onlar günahlarında bile bile ısrar etmezler″ mealindeki Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 135’i okudu.[1]
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 46.
﴿ وَمَنْ يَكْسِبْ اِثْمًا فَاِنَّمَا يَكْسِبُهُ عَلٰى نَفْسِه۪ۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَل۪يمًا حَك۪يمًا ﴿١١١﴾ وَمَنْ يَكْسِبْ خَط۪ٓيـَٔةً اَوْ اِثْمًا ثُمَّ يَرْمِ بِه۪ بَر۪ٓيـًٔا فَقَدِ احْتَمَلَ بُهْتَانًا وَاِثْمًا مُب۪ينًا۟ ﴿١١٢﴾ ﴾
111-112. Her kim bir günah işlerse, zararı sâdece kendi nefsinedir. Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.* Her kim bir hatâ veya günah işler de sonra onu suçsuz olan birinin üzerine atarsa, şüphesiz o, iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.
﴿ وَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكَ وَرَحْمَتُهُ لَهَمَّتْ طَٓائِفَةٌ مِنْهُمْ اَنْ يُضِلُّوكَۜ وَمَا يُضِلُّونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَضُرُّونَكَ مِنْ شَيْءٍۜ وَاَنْزَلَ اللّٰهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُۜ وَكَانَ فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكَ عَظ۪يمًا ﴿١١٣﴾ ﴾
113. Ey Resûlüm! Eğer Allah’u Teâlâ’nın sana lütfu ve rahmeti olmasaydı, elbette onlardan bir taife (Benî Zafer), seni haktan şaşırtmaya kastetmiş idi. Halbuki onlar, kendi nefislerinden başkasını şaşırtmazlar ve sana hiçbir zarar veremezler. Allah’u Teâlâ sana kitabı ve hikmeti indirdi ve bilmediğin şeyleri bildirdi. Allah’u Teâlâ’nın senin üzerindeki lütfu çok büyüktür.
İzah: Kitap ve hikmet ilmi hakkında geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 151 ve izahlarına bakınız.
﴿ لَا خَيْرَ ف۪ي كَث۪يرٍ مِنْ نَجْوٰيهُمْ اِلَّا مَنْ اَمَرَ بِصَدَقَةٍ اَوْ مَعْرُوفٍ اَوْ اِصْلَاحٍ بَيْنَ النَّاسِۜ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِ فَسَوْفَ نُؤْت۪يهِ اَجْرًا عَظ۪يمًا ﴿١١٤﴾ ﴾
114. Onların (insanların), gizlice konuşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka verenler yahut hayırlı bir amelde bulunanlar ya da insanların arasını düzeltmeyi isteyenler müstesnâ. Her kim Allah’ın rızâsını gözeterek bunları yaparsa, ona büyük bir mükâfat vereceğiz.
İzah: İnsanların arasını düzeltme hakkında nakledilen bir Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:
أَلَا أُخْبِرُكُمْ بِأَفْضَلَ مِنْ دَرَجَةِ الصِّيَامِ وَالصَّلَاةِ وَالصَّدَقَةِ قَالُوا بَلَى يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ إِصْلَاحُ ذَاتِ الْبَيْنِ وَفَسَادُ ذَاتِ الْبَيْنِ الْحَالِقَةُ (د عن ابى الدرداء)
″Size oruç, sadaka ve namazın derecesinden daha efdal olan bir ameli haber vereyim mi?″ deyince, Ashâb-ı Kirâm: ″Evet! Yâ Resûlallah!″ dediler. Buyurdu ki: ″İki kişi arasındaki düşmanlığı gidererek aralarını düzeltmektir. Çünkü aralarında olan fesatlık, dîni tıraş edicidir.″[1]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
لَيْسَ بِالْكَذَّابِ مَنْ أَصْلَحَ بَيْنَ النَّاسِ فَقَالَ خَيْرًا أَوْ نَمَى خَيْرًا وَقَالَ مَرَّةً وَنَمَى خَيْرً (حم كلثم بنت عقبة)
″Bir kimse insanların arasındaki bir düşmanlığı gidererek aralarını düzeltmek için hayırlı sözler söylesin veya hayırlı sözlerine ilave yapsın. Bunu yaparken yalan konuşsa bile, o kimse yalancılık yapmış olmaz.″[2]
﴿ وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدٰى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَب۪يلِ الْمُؤْمِن۪ينَ نُوَلِّه۪ مَا تَوَلّٰى وَنُصْلِه۪ جَهَنَّمَۜ وَسَٓاءَتْ مَص۪يرًا۟ ﴿١١٥﴾ ﴾
115. Hakkın ortaya çıkmasından sonra, her kim Peygamberin emirlerine muhalefet eder ve Mü’minlerin tuttuğu yoldan başkasına tâbi olursa, onu dost olduğu dalâlet yolunda bırakırız. Âhirette de kendisini Cehenneme atarız. Orası, ne kötü bir dönüş yeridir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
وَتَفْتَرِقُ أُمَّتِي عَلَى ثَلَاثٍ وَسَبْعِينَ مِلَّةً كُلُّهُمْ فِي النَّارِ إِلَّا مِلَّةً وَاحِدَةً قَالُوا وَمَنْ هِيَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ مَا أَنَا عَلَيْهِ وَأَصْحَابِي (ت عبد اللّٰه بن عمرو)
″Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan bir fırka hâriç hepsi Cehennemde olacaktır.″ ″O kurtulan fırka kimdir Yâ Resûlallah?″ dediler. Buyurdu ki: ″Ben ve Ashâbımın yolu üzere olanlardır.″[1]
Bu Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’te, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünneti üzere olanların dalâlete düşmeyeceği belirtilmektedir.
Bu husus İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:
إِنَّ اللّٰهَ لَا يَجْمَعُ أُمَّتِي أَوْ قَالَ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلَى ضَلَالَةٍ وَيَدُ اللّٰهِ مَعَ الْجَمَاعَةِ وَمَنْ شَذَّ شَذَّ إِلَى النَّارِ (ت عن ابن عمر)
″Allah’u Teâlâ, ümmetimi veya Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmetini ebedî dalâlet üzere bir araya getirmez. Allah’ın eli, cemaatle (Ehl-i Sünnet toplumuyla) beraberdir. Her kim cemaatten ayrılırsa, Cehenneme gitmiş olur.″[2]
[1] Sünen-i Tirmizî, Îman 18; Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 17. Bu Hadis-i Şerif’in metni, bir diğer rivâyette de şöyle geçmektedir: سَتَفْتَرِقُ أُمَّتِى ثَلَاثٌ وَسَبْعِينَ فِرْقَةً كُلُّهُمْ فِى النَّارِ اِلَّا وَاحِدَةً مَنْ وَاحِدَةَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ:مَا أَنَا عَلَيْهِ وَأَصْحَابِى(İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 6, s. 118).
[2] Sünen-i Tirmizî, Fiten 7.
﴿ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۜ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَع۪يدًا ﴿١١٦﴾ ﴾
116. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları ise dilediği kimse için bağışlar. Her kim Allah’a ortak koşarsa, hidâyet yolundan çok uzak olan dalâlete düşmüştür.
﴿ اِنْ يَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ٓ اِلَّٓا اِنَاثًاۚ وَاِنْ يَدْعُونَ اِلَّا شَيْطَانًا مَر۪يدًاۙ ﴿١١٧﴾ ﴾
117. O müşrikler! Allah’ı bırakarak, ancak putlara ibâdet ederler. Böylece de ancak Allah’ın dergâhından kovulmuş olan inatçı şeytana tapmış olurlar.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de putlar diye tercüme ettiğimiz ″İnâs″ lafzı, müşriklerin taptığı Lat, Uzza ve Menat putlarına işâret etmektedir. Bu putların isimleri lafız olarak Arapça’da müennes (dişi) isim olduğu için, Allah’u Teâlâ da bunları ″İnâs″ lafzıyla yani dişi diye beyan etmiştir. Nitekim müşrikler, putlarını dişi sayarlardı. Onlara dişi adlar koyarlar ve meleklerin de dişi olduğuna inanırlardı.
﴿ لَعَنَهُ اللّٰهُۢ وَقَالَ لَاَتَّخِذَنَّ مِنْ عِبَادِكَ نَص۪يبًا مَفْرُوضًاۙ ﴿١١٨﴾ وَلَاُضِلَّنَّهُمْ وَلَاُمَنِّيَنَّهُمْ وَلَاٰمُرَنَّهُمْ فَلَيُبَتِّكُنَّ اٰذَانَ الْاَنْعَامِ وَلَاٰمُرَنَّهُمْ فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللّٰهِۜ وَمَنْ يَتَّخِذِ الشَّيْطَانَ وَلِيًّا مِنْ دُونِ اللّٰهِ فَقَدْ خَسِرَ خُسْرَانًا مُب۪ينًاۜ ﴿١١٩﴾ ﴾
118-119. Allah’u Teâlâ, şeytanı lânetledi. Şeytan dedi ki: ″Elbette kullarından bir kısmını kendime tahsis ederim.* Elbette kendime tahsis ettiğim kullarını vesvese ile dalâlete düşürürüm ve elbette onları boş ümitlerle doldururum. Muhakkak onlara emrederim de hayvanların kulaklarını yararlar. Ve onlara emrederim de Allah’ın yaratışını değiştirirler. Her kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost tutarsa, şüphesiz ki çok açık bir zarar ve ziyâna uğramıştır.
İzah: Şeytanın, Allah’u Teâlâ’ya: ″Elbette kendime tahsis ettiğim kullarını vesvese ile dalâlete düşürürüm ve elbette onları boş ümitlerle doldururum″ diye söylemesi; her türlü hile ve vesvese ile onları hak yoldan saptırırım. Dünyâ hayatlarını hırs, aç gözlülük ve uzun yaşama arzusu gibi nefse hoş gelen şeylerle doldururum, demektir.
Yine Âyet-i Kerîme’de; şeytanın, câhiliye dönemindeki müşriklere vesvese vererek hayvanların kulaklarını yardırdığı ve bu hayvanlardan maksat da, bu şekilde işâretlenerek putlara tahsis edilen ″Bahire″ ve ″Saibe″ gibi isimlerle adlandırılan hayvanlardır. Putlara adanacak hayvanların kulaklarını kesmek, müşriklerin âdetlerindendi.
Bu hususta nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, İyâd b. Himâr Radiyallâhu anhu şöyle anlatmaktadır:
أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ ذَاتَ يَوْمٍ فِي خُطْبَتِهِ أَلَا إِنَّ رَبِّي أَمَرَنِي أَنْ أُعَلِّمَكُمْ مَا جَهِلْتُمْ مِمَّا عَلَّمَنِي يَوْمِي هَذَا كُلُّ مَالٍ نَحَلْتُهُ عَبْدًا حَلَالٌ وَإِنِّي خَلَقْتُ عِبَادِي حُنَفَاءَ كُلَّهُمْ وَإِنَّهُمْ أَتَتْهُمْ الشَّيَاطِينُ فَاجْتَالَتْهُمْ عَنْ دِينِهِمْ وَحَرَّمَتْ عَلَيْهِمْ مَا أَحْلَلْتُ لَهُمْ وَأَمَرَتْهُمْ أَنْ يُشْرِكُوا بِي مَا لَمْ أُنْزِلْ بِهِ سُلْطَانًا (م عن عياض بن حمار)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün hutbesinde şöyle buyurdu: Haberiniz olsun ki, işte bu günümde Rabbim Teâlâ, bana öğrettiklerinden, sizin bilmediğiniz şeyleri size öğretmemi bana emredip buyurdu ki: ″Kullarımdan herhangi bir kula verdiğim her mal, o kul için helâldir. Ben, kullarımı Hanifler olarak (İslâm üzere) yarattım. Şeytanlar onlara geldi de, onları dinlerinden çevirdi. Benim onlara helâl kıldığım şeyleri onlara haram kıldı. Hakkında hiçbir delil indirmediğim şeyleri Bana ortak koşmalarını da onlara yine şeytanlar emretti (onlar da, nefislerine hoş geldiği için hemen şeytana tâbi oldular)…″[1]
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Ve onlara emrederim de Allah’ın yaratışını değiştirirler″ diye buyrulmaktadır. Burada geçen Allah’ın yaratışından maksat, Allah’ın dînidir. Zîrâ diğer bir âyet, bu âyetteki; ″Allah’ın yaratışından maksadın, Allah’ın dîni olduğunu ifade etmektedir ki, o âyet de şudur: ″Ey Resûlüm! Hakka yönelerek yüzünü dosdoğru bir şekilde dîne çevir. Bu, Allah’u Teâlâ’nın insanlara verdiği bir fıtrattır…″[2]
Allah’u Teâlâ bu âyetlerde, şeytanın emirlerini tutup onu kendine dost edinenlerin çok büyük zarara uğrayacaklarını, beyan ediyor. Çünkü Cennetteki nasibini elden kaçırmak, şeytanla beraber Cehenneme girmek, çok büyük zarar ve ziyandır. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا لَهُ مَنْزِلَانِ مَنْزِلٌ فِي الْجَنَّةِ وَمَنْزِلٌ فِي النَّارِ فَإِذَا مَاتَ فَدَخَلَ النَّارَ وَرِثَ أَهْلُ الْجَنَّةِ مَنْزِلَهُ فَذَلِكَ قَوْلُهُ تَعَالَى {أُولَئِكَ هُمْ الْوَارِثُونَ} (ه عن ابى هريرة)
″Her bir kimse için, biri Cennette biri de Cehennemde olmak üzere iki makam vardır. Bir adam ölüp de Cehenneme girdiği zaman, Cennet halkı o kimsenin Cennetteki makamına vâris olur. İşte Cennet ehlinin, Cehennemlik olanların Cennetteki makamlarına vâris olmaları, Allah’u Teâlâ’nın: ″İşte vâris olanlar bunlardır″[3] diye geçen buyruğunun vurguladığı bir hükümdür.″[4]
[1] Sahih-i Müslim, Cennet 16 (63).
[2] Sûre-i Rûm, Âyet 30.
[3] Sûre-i Mü’minûn, Âyet 10.
[4] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 39.
﴿ يَعِدُهُمْ وَيُمَنّ۪يهِمْۜ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ اِلَّا غُرُورًا ﴿١٢٠﴾ اُو۬لٰٓئِكَ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُ وَلَا يَجِدُونَ عَنْهَا مَح۪يصًا ﴿١٢١﴾ ﴾
120-121. Şeytan onlara vaadlerde bulunur ve onları kuruntulara düşürür. Halbuki şeytan onlara, aldatıcı şeylerden başkasını vaad etmez.* İşte onların varacakları yer Cehennemdir ve oradan kaçıp sığınacak bir yer de bulamayacaklardır.
﴿ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَدًاۜ وَعْدَ اللّٰهِ حَقًّاۜ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللّٰهِ ق۪يلًا ﴿١٢٢﴾ ﴾
122. Îman edip sâlih amellerde bulunanları da, altlarından nehirler akan Cennetlere girdireceğiz. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Allah’ın vaadi haktır. Allah’u Teâlâ‘dan daha doğru söz söyleyen kim vardır?
﴿ لَيْسَ بِاَمَانِيِّكُمْ وَلَٓا اَمَانِيِّ اَهْلِ الْكِتَابِۜ مَنْ يَعْمَلْ سُٓوءًا يُجْزَ بِه۪ۙ وَلَا يَجِدْ لَهُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِيًّا وَلَا نَص۪يرًا ﴿١٢٣﴾ ﴾
123. Allah’ın vaad ettiği mükâfat, ne sizin kuruntunuz iledir, ne de Ehl-i Kitab‘ın kuruntusu iledir (bilakis îman ve sâlih ameller iledir). Her kim bir kötülük işlerse, onun cezâsını görür ve o, kendisi için Allah’tan başka bir dost ve yardımcı bulamaz.
İzah: Âyet-i Kerîme’nin metninde geçen ″Sizin″ ifadesinden maksat, Mesruk, Süddî, Dehhak, İbn-i Abbas ve Ebû Sâlih Hazretlerine göre Müslümanlardır. ″Ehl-i Kitap″ ifadesinden maksat da Yahudi ve Hristiyanlardır.
Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair Katâde Hazretleri şu hâdiseyi anlatmıştır:
Müslümanlar ile Ehl-i Kitap münâkaşa ettiler de Ehl-i Kitap: ″Biz, sizden daha doğru yoldayız, Peygamberimiz sizin Peygamberinizden öncedir, kitabımız sizin kitabınızdan öncedir ve Allah katında, biz Allah’a sizlerden daha lâyığız″ dediler. Müslümanlar da: ″Bizler, sizlerden daha doğru yoldayız; bizim Peygamberimiz Peygamberlerin hâtemidir. Bizim kitabımız kendinden önceki bütün kitaplar hakkında hüküm veren kitaptır″ dediler. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’yi ve devâmında gelen Sûre-i Nisâ, Âyet 124 ve 125’i indirdi.
Âyet-i Kerîme’de geçen ″Allah’ın vaad ettiği mükâfat, ne sizin kuruntunuz iledir, ne de Ehl-i Kitab‘ın kuruntusu iledir…″ ifadesinden maksat, bu sizin arzunuz ile değildir. Ancak hakiki îman ve sâlih ameller iledir. Allah yolunda ibâdet ve say‘i gayretledir, anlamındadır. Allah’ın vaadi, iyilik yapana Cennet, kötülük yapana Cehennemdir.
Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu şöyle anlatmaktadır:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındayken, ″Her kim bir kötülük işlerse, onun cezâsını görür″ diye geçen âyet nâzil oldu. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Yâ Ebû Bekir! Bana şu anda inen âyeti sana okuyayım mı?″ dedi. ″Evet, Yâ Resûlallah! Oku″ dedim. Bu âyeti bana okuyunca, sanki belim kırılacakmış gibi oldu, o yüzden eğildim. Peygamberimiz: ″Yâ Ebû Bekir! Neyin var?″ deyince, ″Yâ Resûlallah! Annem babam sana fedâ olsun, hangimiz kötülük yapmıyoruz ki? Demek ki, biz yaptıklarımızın cezâsını mutlaka göreceğiz″ diye söyledim. Bunun üzerine buyurdu ki:
أَمَّا أَنْتَ يَا أَبَا بَكْرٍ وَالْمُؤْمِنُونَ فَتُجْزَوْنَ بِذَلِكَ فِي الدُّنْيَا حَتَّى تَلْقَوْا اللّٰهَ وَلَيْسَ لَكُمْ ذُنُوبٌ وَأَمَّا الْآخَرُونَ فَيُجْمَعُ ذَلِكَ لَهُمْ حَتَّى يُجْزَوْا بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ (ت عن ابى بكر الصديق)
″Yâ Ebû Bekir! Sen ve Mü’minler, yaptıklarınızın karşılığını bu dünyâda (hastalık ve musîbet olarak) görmektesiniz. Nihâyet Allah’a günahsız olarak kavuşacaksınız. Bunların dışında kalan kâfirler ve münâfıklar ise, yaptıkları bir araya getirilecek ve âhirette yaptıkları kötülüklerin cezâsı toptan olarak mutlaka verilecektir.″[1]
Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:
لَمَّا نَزَلَتْ {مَنْ يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ} بَلَغَتْ مِنَ الْمُسْلِمِينَ مَبْلَغًا شَدِيدًا فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَارِبُوا وَسَدِّدُوا فَفِي كُلِّ مَا يُصَابُ بِهِ الْمُسْلِمُ كَفَّارَةٌ حَتَّى النَّكْبَةِ يُنْكَبُهَا أَوْ الشَّوْكَةِ يُشَاكُهَا (م عن ابى هريرة)
″Her kim bir kötülük işlerse, onun cezâsını görür″ diye geçen âyet nâzil olunca bu, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″Îmanınızda sağlam olun ve sâlih ameller ile kendinizi Allah’a yakınlaştırın; başınıza gelen bir meşakkat ve sıkıntıya hattâ kendisine batan bir dikene varıncaya kadar, Müslümanın başına gelen her şey de onun için bir keffâret vardır.″[2]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَا يَزَالُ الْبَلَاءُ بِالْمُؤْمِنِ أَوْ الْمُؤْمِنَةِ فِي جَسَدِهِ وَفِي مَالِهِ وَفِي وَلَدِهِ حَتَّى يَلْقَى اللّٰهَ وَمَا عَلَيْهِ مِنْ خَطِيئَةٍ (حم عن أبي هريرة)
″Mü’minler günahsız bir şekilde Allah’ın huzuruna çıkıncaya kadar nefislerinde, çocuklarında ve mallarında musîbetler eksik olmaz.″[3]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
اَلضَّمَةُ فِى الْقَبْرِ كَفَّارَةٌ لِكُلِّ مُؤْمِنٍ لِكُلِّ ذَنْبٍ بَقِىَ عَلَيْهِ لَمْ يُغْفَرْ لَهُ وَذَلِكَ أَنَّ يَحْيَى بْنَ زَكَرِيَّا ضَمَّهُ الْقَبْرُ ضَمَّةً فِى أَكْلَةِ شَعِيرٍ (الرافعي عن معاذ)
″Kabrin sıkması, affedilmeyip üzerinde kalan günahları sebebiyle her Mü’min için keffârettir. Zekeriyya oğlu Yahyâ’yı kabrin sıkması, yediği bir arpa sebebiyle olmuştur.″[4]
Bu Âyet-i Kerîme hakkında Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan da şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
″Yâ Resûlallah! Ben Kur’ân’da en şiddetli olan âyeti biliyorum″ dedim. ″Yâ Âişe! O hangi âyettir?″ diye sordu. Ben de: ″Her kim bir kötülük işlerse, onun cezâsını görür″ diye geçen âyet olduğunu söyledim. Bunun üzerine buyurdu ki: ″Yâ Âişe! Bir Mü’mine bir musîbet hattâ bir diken dahi isâbet eder ve o da buna sabrederse, onun amellerinin en çirkinlerine karşılık keffâret olur (o günahlardan hesaba çekilmez). Mahşer günü günahlarından dolayı hesaba çekilen kimse ise mutlaka azap görür.″
قَالَتْ أَلَيْسَ اللّٰهُ يَقُولُ {فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَابًا يَسِيرًا} قَالَ ذَاكُمْ الْعَرْضُ يَا عَائِشَةُ مَنْ نُوقِشَ الْحِسَابَ عُذِّبَ (د عن عائشة)
Bunun üzerine Hz. Âişe annemiz: Allah’u Teâlâ, Sûre-i İnşikâk, Âyet 7-8’de: ″O zaman amel defteri sağ eline verilen kimsenin,* hesabı kolayca görülür″ diye buyurmuyor mu? diye sordu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de: ″O, amellerin Allah’ın huzurunda arzedilmesidir. Kulun günahlarından dolayı hesaba çekilmesi değildir. Yâ Âişe! İnceden inceye hesaba çekilen kimse azâba uğratılır″ buyurdu.[5]
[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 5; Rudânî, Cem’ul Fevâid, Hadis No: 6912.
[2] Sahih-i Müslim, Birr 14 (52).
[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 7521, 9435; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 6846.
[4] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 220/4.
[5] Sünen-i Ebû Dâvud, Cenâiz 1.
﴿ وَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ مِنْ ذَكَرٍ اَوْ اُنْثٰى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَاُو۬لٰٓئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ نَق۪يرًا ﴿١٢٤﴾ ﴾
124. Erkek olsun kadın olsun, her kim Mü’min olarak sâlih amellerde bulunursa, işte onlar Cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.
﴿ وَمَنْ اَحْسَنُ د۪ينًا مِمَّنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ وَاتَّبَعَ مِلَّةَ اِبْرٰه۪يمَ حَن۪يفًاۜ وَاتَّخَذَ اللّٰهُ اِبْرٰه۪يمَ خَل۪يلًا ﴿١٢٥﴾ ﴾
125. Muhsin olduğu halde, kendini tam bir ihlasla Allah’a teslim eden ve Hanif (İslâm üzere) olan İbrâhim’in dînine tabi olandan daha güzel din sahibi kim olabilir? Allah’u Teâlâ, İbrâhim’i dost edindi.
İzah: Allah’u Teâlâ, İbrâhim Aleyhisselâm’a Halîlim yani dostum, diye hitap etmiştir. Bundan dolayı İbrâhim Aleyhisselâm’a ″Halîlullah″ diye söylenir ki, Allah&