VÂKIA SÛRESİ

Bu sûre 96 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. İsmini, ilk âyetinde geçen ″Büyük hâdise (kıyâmet)″ anlamına gelen ″Vâkıa″ kelimesinden almıştır.

Bu sûre hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْقَرَأَ سُورَة الْوَاقِعَة كُلّ لَيْلَة لَمْ تُصِبْهُ فَاقَة أَبَدًا. (هب عن ابن مسعود)

″Kim her gece Vâkıa Sûresi’ni okuyacak olursa, fakirlik ve ihtiyaç musîbeti onu ebediyyen gelip bulmaz.″[1]


[1] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 2397.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ اِذَا وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُۙ ﴿١﴾ لَيْسَ لِوَقْعَتِهَا كَاذِبَةٌۢ ﴿٢﴾ خَافِضَةٌ رَافِعَةٌۙ ﴿٣﴾

1-3. Muhakkak meydana gelecek olan kıyâmet kopunca,* onun meydana gelmesini yalanlayan kimse bulunmaz.* O kıyâmet, insanların bir kısmını (Cehenneme girdirmek ile) zelil eder, diğer bir kısmını da (Cennete girdirmek ile) yükseltir.


﴿ اِذَا رُجَّتِ الْاَرْضُ رَجًّاۙ ﴿٤﴾ وَبُسَّتِ الْجِبَالُ بَسًّاۙ ﴿٥﴾ فَكَانَتْ هَبَٓاءً مُنْبَثًّاۙ ﴿٦﴾ وَكُنْتُمْ اَزْوَاجًا ثَلٰثَةًۜ ﴿٧﴾ فَاَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ مَٓا اَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِۜ ﴿٨﴾ وَاَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِ مَٓا اَصْحَابُ الْمَشْـَٔمَةِۜ ﴿٩﴾ وَالسَّابِقُونَ السَّابِقُونَۙ ﴿١٠﴾ اُو۬لٰٓئِكَ الْمُقَرَّبُونَۚ ﴿١١﴾ ف۪ي جَنَّاتِ النَّع۪يمِ ﴿١٢﴾

4-12. Yer şiddetle sarsıldığı* ve dağlar paramparça olup ufalandığı,* dağılıp toz hâline geldiği zaman,* işte o gün siz üç sınıf olarak mahşere gelirsiniz.* O üç sınıfın biri Ashâb-ı Meymene’dir. Ne mutlu kimselerdir o Ashâb-ı Meymene!* Diğeri Ashâb-ı Meş’eme’dir. Ne mutsuz kimse-lerdir o Ashâb-ı Meş’eme!* Biri de Sâbikûndur (sebat edip ibâdette ileri geçenlerdir).* İşte onlar, Allah’u Teâlâ’ya en yakın olanlardır;* Naîm Cennetlerindedirler.

İzah: Bu âyetlerde beyan edildiği üzere mahşer yerine insanlar üç sınıf olarak gelirler:

Birincisi: Ashâb-ı Meymene’dir. Sağcılar anlamına gelen bu ifade, amel defterleri sağ tarafından verilen, Cenneti kazanarak neşeli ve sevinç içerisinde olan kimselerdir. Bunlar, Allah’ın emrini kabul edip güzel amellerde bulunanlardır.

İkincisi: Ashâb-ı Meş’eme’dir. Solcular anlamına gelen bu ifade de, amel defterleri sol tarafından verilen, Cehenneme müstehak olan sefil ve perişanlık içerisinde olacak kimselerdir. Bunlar, Allah’ın emrine uymayıp kötü amellerde bulunanlardır.

Amel defteri sağından ve solundan verilenler hakkında Sûre-i İnşikâk, Âyet 7-12’de de şöyle geçmektedir:

″O zaman amel defteri sağ eline verilen kimsenin,* hesabı kolayca görülür* ve ehline sevinçli olarak döner.* Amel defteri arkasından verilen kimse ise,* artık ölmek ister* ve alevli ateşe atılır.″

Üçüncüsü: Sâbikunlardır. İleri geçenler anlamına gelen bu zümre de, sebat ederek taatte ileri geçip Allah’ın en yakınında olan yüksek dereceler elde eden kimselerdir. Bunlar, Allah’a sevilmek için farz ibâdetleri yerine getirdikten sonra, nâfile namaz, oruç, cömertlik ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikretmek gibi ibâdetler hususunda yarışanlardır.

Fazladan ibâdet edenler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

سِيرُوا سَبَقَ الْمُفَرِّدُونَ قَالُوا وَمَا الْمُفَرِّدُونَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ الذَّاكِرُونَ اللّٰهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتُ (م عن ابى هريرة)

″Durmayın çalışın, çalışanlar ileri geçtiler ve ilerlediler.″ Dediler ki: ″Yâ Resûlallah! Bu ileri geçenler kimlerdir?″ Buyurdu ki: ″Allah’ı çok zikreden erkekler ve kadınlardır.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

أَلَا أُنَبِّئُكُمْ بِخَيْرِ أَعْمَالِكُمْ وَأَزْكَاهَا عِنْدَ مَلِيكِكُمْ وَأَرْفَعِهَا فِى دَرَجَاتِكُمْ وَخَيْرٌ لَكُمْ مِنْ اِنْفَاقِ الذَّهَبِ وَالْوَرِقِ وَخَيْرٌ لَكُمْ مِنْ أَنْ تَلْقَوْا عَدُوَّكُمْ فَتَضْرِبُوا أَعْنَاقَهُمْ وَيَضْرِبُوا أَعْنَاقَكُمْ قَالُوا بَلَى قَالَ ذِكْرُ اللّٰهِ تَعَالَى (حم ت عن ابى الدرداء)

″Haberiniz olsun! Rabbinizin katında dere­cenizi en yüksek ve sizi en temiz kılan, altın ve gümüş tasadduk etmekten daha hayırlı olan, Allah yolunda savaşa çıkıp da düşmanlarla kıyası­ya savaşmaktan bile daha üstün olan hayırlı amelinizi size bildireyim mi?″ ″Evet″ dediler. Buyurdu ki: ″İşte o, zikrullahtır.″[2]

Sonuç olarak insanlar, mahşer yerine üç sınıf olarak gelirler. Biri Cehennemlik, biri Cennetlik ve biri de Sâbikunlardır. Böylece Cehennem-likler Cehenneme ve Cennet ehlinin tamamı Cennete girerler. Çok uzun yıllar geçtikten sonra, Allah tarafından Cennet ehline: ″Sâbikunlar ayrılsın!″ diye nidâ olunur. Böylelikle Cennet ehlinin içerisinden Sâbikunlar ayrılır ve girdikleri Cennetten çıkartılarak Cennet-i Naîm’e yükseltilirler. İşte Allah’u Teâlâ’ya yakın olarak, en yüksek makam ve dereceye bu şekilde nâil olurlar. Sûre-i Hûd, Âyet 108’de, ″Said (Cennetlik) olanlar ise, gökler ve yer durdukça ebedî olarak Cennette kalacaklardır. Ancak Rabbinin (daha yüce derecelere nâil olmalarını) diledikleri müstesnâ…″ diye istisnâ edilenler de Cennet-i Naîm’e yükseltilen Sâbikunlardır.

Cennet-i Naîm’in Cennetler içerisinde en yüksek makam olduğuna dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ جِبْرِيل قَالَ لِي اُخْرُجْ فَأَخْبِرْ بِنِعَمِ اللّٰه الَّتِي أَنْعَمَ بِهَا عَلَيْك وَفَضِيلَته الَّتِي فُضِّلْت بِهَا فَبَشَّرَنِي أَنِّي بُعِثْت إِلَى الْأَحْمَر وَالْأَسْوَد وَأَمَرَنِي أَنْ أُنْذِر الْجِنّ وَآتَانِي كِتَابه وَأَنَا أُمِّيٌّ وَغَفَرَ ذَنْبِي مَا تَقَدَّمَ وَمَا تَأَخَّرَ وَذَكَرَ اِسْمِي فِي الْأَذَان وَأَمَدَّنِي بِالْمَلَائِكَةِ وَآتَانِي النَّصْر وَجَعَلَ الرُّعْب أَمَامِي وَآتَانِي الْكَوْثَر وَجَعَلَ حَوْضِي مِنْ أَكْثَر الْحِيَاض يَوْم الْقِيَامَة وَوَعَدَنِي الْمَقَام الْمَحْمُود وَالنَّاس مُهْطِعُونَ مُقْنِعُو رُءُوسهمْ وَجَعَلَنِي فِي أَوَّل زُمْرَة تَخْرُج مِنَ النَّاس وَأَدْخَلَ فِي شَفَاعَتِي سَبْعِينَ أَلْفًا مِنْ أُمَّتِي الْجَنَّة بِغَيْرِ حِسَاب وَآتَانِي السُّلْطَان وَالْمُلْك وَجَعَلَنِي فِي أَعْلَى غُرْفَة فِي الْجَنَّة فِي جَنَّات النَّعِيم فَلَيْسَ فَوْقِي أَحَد إِلَّا الْمَلَائِكَة الَّذِينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْش وَأَحَلَّ لِي وَلِأُمَّتِي الْغَنَائِم وَلَمْ تَحِلّ لِأَحَدٍ كَانَ قَبْلنَا (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن عبادة بن الصامت)

Cebrâil bana dedi ki: ″Çık ve Allah’u Teâlâ’nın sana bahşettiği nîmetleri, senin üstün kılındığın faziletini haber ver.″ Allah’u Teâlâ bana müjdeledi ki; şüphesiz beni kırmızı ve siyah tenli insanlara gönderdi. Cinleri uyarmamı bana emretti. Ümmî olduğum halde bana kitabını verdi. Geçmiş ve gelecek günahlarımı bağışladı. Adımı ezanda zikretti. Beni meleklerle kuvvetlendirdi. Bana zaferi bahşetti ve korkuyu önümde kıldı (korku benden kaçar). Bana Kevser’i verdi; mahşer günü benim havuzumu havuzların en büyüğü kıldı. İnsanlar başlarını eğip koşuşturdukları zamanda bana Makâm-ı Mahmûd’u vaad etti. Beni insanlardan haşrolunacak ilk zümre içinde kıldı. Benim şefaatimle ümmetimden yetmiş bin kişiyi hesapsız olarak Cennete koydu. Bana hükümranlık ve mülk verdi. Beni Naîm Cennetlerinde içinde Cennetin en yüce köşkünde kıldı. Benim üzerimde Arş’ı taşıyan meleklerden başka hiç kimse yoktur. Bana bizden öncekilerden hiç kimseye helâl kılmadığı halde ganîmetleri helâl kıldı.″[3]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَدْنَى أَهْلِ الْجَنَّةِ مَنْزِلَةً لَيَنْظُرُ فِي مُلْكِ أَلْفَيْ سَنَةٍ يَرَى أَقْصَاهُ كَمَا يَرَى أَدْنَاهُ يَنْظُرُ فِي أَزْوَاجِهِ وَخَدَمِهِ وَإِنَّ أَفْضَلَهُمْ مَنْزِلَةً لَيَنْظُرُ فِي وَجْهِ اللّٰهِ تَعَالَى كُلَّ يَوْمٍ مَرَّتَيْنِ (حم ابو الشيخ فى العظمة ك عن ابن عمر)

″Cennet ehlinin derece bakımından en düşük olanları bile, oturduğu köşkünden bin senelik mesâfeye kadar etrafı seyrederler. En yakın yeri gördükleri gibi, en uzak yeri de görebilirler. Hanımlarına, hizmetçilerine ve yataklarına bakıp seyrederler. En üstün dereceye sahip olanları da; günde iki kere Allah’ın Cemâlini seyrederler.″[4]


[1] Sahih-i Müslim, Zikir 1 (4).

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 20713; Sünen-i Tirmizî, Daavât 5.

[3] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 333.

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 4395.


﴿ ثُلَّةٌ مِنَ الْاَوَّل۪ينَۙ ﴿١٣﴾ وَقَل۪يلٌ مِنَ الْاٰخِر۪ينَۜ ﴿١٤﴾

13-14. Bu sâbikûnun birçok kısmı öncekilerden,* az bir kısmı da sonrakilerdendir.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen öncekilerden maksat, geçmiş üm­metler; sonrakilerden maksat ise, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmetidir. Buna göre ibâdet hususunda yarışan ve bu sebeple Alla­h’u Teâlâ’ya yaklaştırılıp Cennet-i Naîm’e konacak insanların çoğu geçmiş ümmetlerden, azı ise Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmetinden olacaktır.

Bu hususta Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

″Bu sâbikunun birçok kısmı öncekilerden,* az bir kısmı da sonrakilerdendir″ diye geçen Sûre-i Vâkıa, Âyet 13-14 nâzil olunca, bu Peygamber Efendimizin Ashâbına ağır geldi. Bunun üzerine daha sonra Ashâb-ı Yemin’in bir kısmı öncekilerden* ve bir kısmı sonrakilerdendir″ diye geçen Sûre-i Vâkıa, Âyet 39-40 nâzil oldu. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

إِنِّي لَأَرْجُو أَنْ تَكُونُوا رُبُعَ أَهْلِ الْجَنَّةِ،ثُلُثَ أَهْلِ الْجَنَّةِ،بَلْ أَنْتُمْ نِصْفُ أَهْلِ الْجَنَّةِأَوْ شَطْرُأَهْلِ الْجَنَّةِ وَتُقَاسِمُونَهُمُ النِّصْفَ الثَّانِي (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابى هريرة)

″Ben, sizin Cennet ehlinin dörtte biri veya üçte biri olmanızı umarım. Bilakis siz, Cennet ehlinin yarısısınız ve ikinci yarıdan da pay alırsınız.″[1]


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 7, s. 518.


﴿ عَلٰى سُرُرٍ مَوْضُونَةٍۙ ﴿١٥﴾ مُتَّكِـ۪ٔينَ عَلَيْهَا مُتَقَابِل۪ينَ ﴿١٦﴾ يَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَۙ ﴿١٧﴾ بِاَكْوَابٍ وَاَبَار۪يقَ وَكَأْسٍ مِنْ مَع۪ينٍۙ ﴿١٨﴾ لَا يُصَدَّعُونَ عَنْهَا وَلَا يُنْزِفُونَۙ ﴿١٩﴾ وَفَاكِهَةٍ مِمَّا يَتَخَيَّرُونَۙ ﴿٢٠﴾ وَلَحْمِ طَيْرٍ مِمَّا يَشْتَهُونَۜ ﴿٢١﴾

15-21. Onlar, altın ve kıymetli taşlar ile işlenmiş tahtlar üzerindedirler.* Üzerinde karşı karşıya ve yaslanmış olarak bulunurlar.* Onların etrafında, Cennette ebedî olan vildan (genç hizmetçiler);* pınardan akan şarapla dolu kaplar, ibrikler ve kâseler ile dönerler.* O şaraptan dolayı başları ağrımaz ve sarhoşluk da görmezler.* Ve o hizmetçiler, onların seçtikleri meyveler* ve arzu ettikleri kuş etleri ile etrafında dönerler.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Arzu ettikleri kuş etleri″ buyruğu ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ فِي الْجَنَّة طَيْرًا مِثْل أَعْنَاق الْبُخْت تَصْطَفّ عَلَى يَد وَلِيّ اللّٰه فَيَقُول أَحَدهَا يَا وَلِيّ اللّٰه رَعَيْت فِي مُرُوج تَحْت الْعَرْش وَشَرِبْت مِنْ عُيُون التَّسْنِيم فَكُلْ مِنِّي فَلَا يَزَلْنَ يَفْتَخِرْنَ بَيْن يَدَيْهِ حَتَّى يَخْطِر عَلَى قَلْبه أَكْل أَحَدهَا فَتَخِرّ بَيْن يَدَيْهِ عَلَى أَلْوَان مُخْتَلِفَة فَيَأْكُل مِنْهَا مَا أَرَادَ فَإِذَا شَبِعَ تَجَمَّعَ عِظَام الطَّائِر فَطَارَ يَرْعَى فِي الْجَنَّة حَيْثُ شَاءَ فَقَالَ عُمَر: يَا نَبِيّ اللّٰه إِنَّهَا لَنَاعِمَة. فَقَالَ: آكِلهَا أَنْعَم مِنْهَا (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن ابى الدرداء)

″Şüphesiz ki Cennette deve boyun­larını andıran kuşlar vardır. Bunlar Allah dostunun eli üzerinde sıra sıra di­zilirler.″ Birisi: ″Ey Allah dostu! Ben, Arş’ın altındaki yeşillik alanlarda yayıldım. Tesnîm pınarlarından su içtim. Sen de benden ye″ der. Onlar Allah dostunun huzurunda bu şekilde övünüp durmaya devam ederler. Nihâyet o da içinden, onlardan birisini yemeyi geçirir. Çeşitli şekillerde önüne düşüverir. O da ondan dilediği şekilde yer. Doyduğu zaman da o kuşun kemikleri bir araya getirilir ve uçar, yine Cennette dilediği gibi yayılmaya devam eder. Hz. Ömer dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Şüphesiz ki bunlar şişman kuşlar olacaktır.″ Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onları yemek onlardan daha büyük bir nîmettir″ diye buyur­muştur.[1]


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 17, s. 204.


﴿ وَحُورٌ ع۪ينٌۙ ﴿٢٢﴾ كَاَمْثَالِ اللُّؤْلُؤِ۬ الْمَكْنُونِۚ ﴿٢٣﴾ جَزَٓاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٢٤﴾ لَا يَسْمَعُونَ ف۪يهَا لَغْوًا وَلَا تَأْث۪يمًاۙ ﴿٢٥﴾ اِلَّا ق۪يلًا سَلَامًا سَلَامًا ﴿٢٦﴾

22-26. Onlar için orada hûruliyn vardır.* O hûriler, sedefte saklı inciler gibidir.* Onlar, yaptıkları amellerine mükâfat olarak bu nîmetlere nâil olurlar.* Onlar orada ne bir boş laf, ne de günaha sokacak bir şey işitirler.* Ancak ″Selâm, selâm″ sözünü işitirler.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Hûruliyn″ hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

خَلَقَ اللّٰهُ الْحُورَ الْعِينَ مِنَ الزَّعْفَرَانِ (طب عن ابى امامة)

″Allah’u Teâlâ, hûruliyn’i zâferandan yaratmıştır.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الرَّجُلَ مِنْ أَهْلِ الْجَنَّةِ لَيَمْسِكُ التُّفَّاحَةَ مِنْ تُفَّاحِ الْجَنَّةِ فَتَنْفَلِقُ فِي يَدِهِ فَتَخْرُجُ مِنْهَا حَوْرَاءُ لَوْ نَظَرَتْ لِلشَّمْسِ لَأَخْجَلَتِ الشَّمْسَ مِنْ حُسْنِهَا مِنْ غَيْرِ أَنْ يَنْقُصَ مِنَ التُّفَّاحَةِ فَقَالَ لَهُ رَجُلٌ: يَاأَبَا سُلَيْمَانَإِنَّ هَذَا لَعَجَبٌ وَلَا يَنْقُصُ مِنَ التُّفَّاحَةِ؟ قَالَ: نَعَمْ كَالسِّرَاجِ الَّذِي يُوقَدُ مِنْهُ سِرَاجٌ آخَرُ وَسُرُجٌ وَلَا يَنْقُصُ وَاللّٰهُ عَلَى مَا يَشَاءُ قَدِيرٌ (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن خالد بن الوليد)

″Cennet ehlinden bir kişi, Cennet elmalarından bir tanesini eline alır. Elinde parçalanır. Ondan bir huri çıkar, eğer güneşe bakacak olursa, güzelliğinden dolayı güneş utanır ve elmadan da bir şey eksilmez.″ Bir adam Râvi’ye: ″Ey Sü­leyman’ın babası! Muhakkak ki bu hayret edilecek bir şeydir. Üstelik elmadan bir şey eksilmez öyle mi?″ dedi. Halid b. Velid Radiyallâhu anhu dedi ki: ″Evet, bu, bir başka kandil­den yakılan bir kandil ve hattâ kandiller yakıldığı halde ondan bir şey eksilmeme-sine benzer. Allah dilediği her şeye kâdirdir.″[2]

Yine Âyet-i Kerîme’de, Cennet ehlinden bahsedilirken, Ancak ″Selâm, selâm″ sözünü işitirler, diye buyrulmaktadır. Yani, ancak birbirlerine hayırlı hoş ve güzel sözler söylerler, demektir. Onları melekler selamlar yahut da Aziz ve Celil olan Rableri selam­lar, diye açıklanmıştır.


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 7719.

[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 17, s. 206.


﴿ وَاَصْحَابُ الْيَم۪ينِ مَٓا اَصْحَابُ الْيَم۪ينِۜ ﴿٢٧﴾ ف۪ي سِدْرٍ مَخْضُودٍۙ ﴿٢٨﴾ وَطَلْحٍ مَنْضُودٍۙ ﴿٢٩﴾ وَظِلٍّ مَمْدُودٍۙ ﴿٣٠﴾ وَمَٓاءٍ مَسْكُوبٍۙ ﴿٣١﴾ وَفَاكِهَةٍ كَث۪يرَةٍۙ ﴿٣٢﴾ لَا مَقْطُوعَةٍ وَلَا مَمْنُوعَةٍۙ ﴿٣٣﴾ وَفُرُشٍ مَرْفُوعَةٍۜ ﴿٣٤﴾

27-34. Ashâb-ı Yemîn’e (amel defteri sağından verilenlere) gelince, ne mutlu kimselerdir o Ashâb-ı Yemîn!* Onlar, içinde dikenleri yok edilmiş Arabistan kirazı* ve meyvesi aşağıdan yukarıya güzel dizilmiş muz ağacı* ve dâimî gölge,* çağlayan bir su* ve birçok meyve olan yerdedirler* ki, o meyvelerin arkası kesilmez ve alınıp yenilmesi yasaklanmaz.* Ve yüksek yataklar üzerindedirler.

İzah: Arabistan kirazı ile ilgili olarak Ebû Umâme Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbı şöyle diyorlar­dı: Şüphesiz ki bedevîlerin soru sormaları bize çok faydalı oluyordu. Bir gün bir bedevî gelip dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Allah’u Teâlâ Kur’ân’da eziyet verici bir ağaçtan söz etmektedir. Halbuki ben Cennette sahibine ezi­yet verecek bir ağacın olacağı kanaatinde değildim.″ Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Sözü­nü ettiğin ağaç hangisidir?″ diye sorunca, bedevî: ″Bu Arabistan kirazı ağacıdır, onun rahatsız edici dikenleri vardır″ dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

فِي سِدْرٍ مَخْضُودٍ يَخْضِدُ اللّٰهُ شَوْكَهُ فَيُجْعَلُ مَكَانَ كُلِّ شَوْكَةٍ ثَمَرَةٌ، فَإِنَّهَا تُنْبِتُ ثَمَرًا تُفْتَقُ الثَّمَرَةُ مَعَهَا عَنِ اثْنَيْنِ وَسَبْعِينَ لَوْنًا مَا مِنْهَا لَوْنٌ يُشْبِهُ الْآخَرَ (ك عن ابى امامة)

Allah’u Teâlâ Sûre-i Vâkıa, Âyet 28’de: ″Dikenleri yok edilmiş Arabistan kirazı″ diye söylüyor. Allah’u Teâlâ onun dikenlerini almış ve her bir diken yerine bir meyve koymuş ola­caktır. O ağaç öyle bir mahsul verir ki, bundan biri diğerine hiçbir şekilde benzemeyen yetmiş iki çeşit meyve çıkacaktır.″[1]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ فِي الْجَنَّةِ لَشَجَرَةً يَسِيرُ الرَّاكِبُ فِي ظِلِّهَا مِائَةَ سَنَةٍ وَاقْرَءُوا إِنْ شِئْتُمْ {وَظِلٍّ مَمْدُودٍ} (خ م عن ابى هريرة)

″Cennette öyle bir ağaç vardır ki; binitli birisi onun gölgesinde yüz sene gider de yine bitiremez. Dilerseniz ″Ve dâimî gölge″ olan yerdedirler, diye geçen Sûre-i Vâkıa, Âyet 30’u okuyun.″[2]

Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ve yüksek yataklar üzerindedirler″ diye geçen Sûre-i Vakıa, Âyet 34 hakkında buyurdu ki:

ارْتِفَاعُهَا لَكَمَا بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ مَسِيرَةَ خَمْسِ مِائَةِ سَنَةٍ (ت عن ابى سعيد)

″Bu yatakların yüksekliği yerle gök arası kadardır. Bu ikisi arasındaki mesafe de beş yüz yıllık bir yolculuk kadardır.″[3]


[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3737; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 3053.

[2] Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Halk 7; Sahih-i Müslim, Cennet 1.

[3] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 56; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7253.


﴿ اِنَّٓا اَنْشَأْنَاهُنَّ اِنْشَٓاءًۙ ﴿٣٥﴾ فَجَعَلْنَاهُنَّ اَبْكَارًاۙ ﴿٣٦﴾ عُرُبًا اَتْرَابًاۙ ﴿٣٧﴾ لِاَصْحَابِ الْيَم۪ينِ۟ۜ ﴿٣٨﴾ ثُلَّةٌ مِنَ الْاَوَّل۪ينَۙ ﴿٣٩﴾ وَثُلَّةٌ مِنَ الْاٰخِر۪ينَۜ ﴿٤٠﴾

35-40. Şüphesiz ki Biz, Cennetteki kadınları, yeni bir yaratılış ile yarattık.* İşte onları bâkireler kıldık,* kocalarına düşkün ve hepsini aynı yaşta yaptık.* Bunlar, Ashâb-ı Yemîn içindir.* Ashâb-ı Yemîn’in bir kısmı öncekilerden* ve bir kısmı sonrakilerdendir.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Ashâb-ı Yemîn″, amel defteri sağından verilerek Cennetlik olan kimselerdir.

Enes Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Şüphesiz ki Biz, Cennetteki kadınları, yeni bir yaratılış ile yarattık″ diye geçen Sûre-i Vâkıa, Âyet 35 hakkında şöyle buyurdu:

إِنَّ مِنَ الْمُنْشَآتِ اللَّائِي كُنَّ فِي الدُّنْيَا عَجَائِزَ عُمْشًا رُمْصًا (ت عن انس)

″Orada yeniden yaratılacaklar arasında, dünyâda iken gözleri çapaklanıp zayıflamış yaşlılar da olacaktır.″[1]

Yine bu hususta Ümmü Seleme Radiyallâhu anhâ şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Yâ Resûlallah! Bana, Sûre-i Vâkıa, Âyet 22’de: ″Onlar için orada, hûruliyn vardır″ diye geçen Allah’ın kavli hakkında bilgi verir misin? dedim, buyurdu ki: ″Hûri″ kelimesi, beyaz demektir. ″İyn″ kelimesi de, gözü büyük, kaşları şahin kanadı gibi siyah demektir.

Sûre-i Vâkıa, Âyet 23’te: ″O hûriler, sedefte saklı inciler gibidir″ diye geçen Allah’ın kavli hakkında bana bilgi verir misin?″ dedim, buyurdu ki: ″Onların parlaklıkları hiçbir elin değmediği, sedef içindeki inci parlaklığındadır.″

Sûre-i Rahmân, Âyet 70’de: ″O Cennetlerde, güzel huylu ve yaratılışı güzel kadınlar vardır″ diye geçen Allah’ın kavli hakkında bana bilgi verir misin? dedim, buyurdu ki: ″Ahlâkı iyi, yüzleri güzeldir.″

Sûre-i Sâffât, Âyet 49’da: ″O hûriler, saklı yumurtalara benzerler″ diye geçen Allah’ın kavlini bana bildirir misin? dediğim de, buyurdu ki: ″Yumurtanın içinde kabuktan sonra gördüğün zar inceliğinde bir inceliğe sahiptirler.″

Yâ Resûlallah! Bana, Sûre-i Vâkıa, Âyet 37’de: ″Kocalarına düşkün ve hepsini aynı yaşta yaptık″ diye geçen Allah’ın kavli hakkında haber verir misin? dedim, buyurdu ki: ″Onlar dünyâ hayatında iken yaşlı, çapaklı ve saçı kırlaşmış olarak ruhları alınmış olan kadınlardır. Allah’u Teâlâ bu yaşlılıktan sonra onları yeniden yaratır ve sevimli, alımlı bâkireler hâline getirir. Hepsi aynı yaştadırlar.″ Ben dedim ki: ″Yâ Resûlallah! Dünyâ kadınları mı değerlidir, yoksa şâhin gözlü hûriler mi?″ Buyurdu ki:

بَلْ نِسَاءُ الدُّنْيَا أَفْضَلُ مِنَ الْحُورِ الْعِينِ كَفَضْلِ الظِّهَارَةِ عَلَى الْبِطَانَةِ، قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ، وَبِمَا ذَاكَ؟، قَالَ:بِصَلاتِهِنَّ وَصِيَامِهِنَّ وَعِبَادَتِهِنَّ اللّٰهَ أَلْبَسَ اللّٰهُ وُجُوهَهُنَّ النُّورَ، وَأَجْسَادَهُنَّ الْحَرِيرَ بِيضَ الأَلْوَانِ خُضْرَ الثِّيَابِ صَفْرَاءَ الْحُلِيِّ مَجَامِرُهُنَّ الدُّرُّ وَأَمْشَاطُهُنَّ الذَّهَبُ، يَقُلْنَ: أَلا نَحْنُ الْخَالِدَاتُ فَلا نَمُوتُ أَبَدًا، أَلا وَنَحْنُ النَّاعِمَاتُ فَلا نَبْؤُسُ أَبَدًا، أَلا وَنَحْنُ الْمُقِيمَاتُ فَلا نَظْعَنُ أَبَدًا، أَلا وَنَحْنُ الرَّاضِيَاتُ فَلا نَسْخَطُ أَبَدًا طُوبَى لِمَنْ كُنَّا لَهُ وَكَانَ لَنَا، قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ، الْمَرْأَةُ مِنَّا تَتَزَوَّجُ زَّوْجَيْنِ وَالثَّلاثَةَ وَالأَرْبَعَةَ، ثُمَّ تَمُوتُ فَتَدْخُلُ الْجَنَّةَ وَيَدْخُلُونَ مَعَهَا، مَنْ يَكُونُ زَوْجُهَا؟، قَالَ: يَا أُمَّ سَلَمَةَ،إِنَّهَا تُخَيَّرُ فَتَخْتَارُ أَحْسَنَهُمْ خُلُقًا، فَتَقُولُ: أَيْ رَبِّ إِنَّ هَذَا كَانَ أَحْسَنَهُمْ مَعِي خُلُقًا فِي دَارِ الدُّنْيَا، فَزَوِّجْنِيهِ، يَا أُمَّ سَلَمَةَذَهَبَ حُسْنُ الْخُلُقِ بِخَيْرِ الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ. (طب عن ام سلمة)

- Bilakis dünyâ kadınları hûrilerden daha değerlidir. Tıpkı elbisenin dış yüzünün iç yüzünden değerli oluşu gibi. ″Yâ Resûlallah! Bu neden dolayıdır?″ dedim, buyurdu ki: ″Namazlarından, oruçlarından, Allah’a ibâdet etmelerinden dolayıdır. Allah’u Teâlâ onların yüzlerine nûr, bedenlerine ipek giydirmiştir. Renkleri bembeyazdır, elbiseleri yemyeşildir, süsleri sapsarıdır. Buhurdanlıkları inciden, tarakları altındandır. Onlar derler ki: Biz ölümsüzleriz, ebediyyen ölmeyeceğiz. Biz zarifleriz, aslâ yıpranmayacağız. Biz ayakta duranlarız, aslâ eğilmeyeceğiz. Dikkat edin! Biz, hoşnut olanlarız aslâ gazaba uğratılmayacağız. Müjdeler olsun bizim kendilerine, onların da bize ait olduğu kişilere.″ ″Yâ Resûlallah! Bizden bir kadın iki, üç ve dört erkekle evleniyor. Sonra ölüp Cennete gider ve eşleri de onunla birlikte Cennete girerlerse, hangileri onların eşleri olacaktır?″ dedim, buyurdu ki:

- Ey Ümmü Seleme! Onlar kendileri muhayyer bırakılırlar ve kocalarından ahlâkı en güzel olanı seçerler ve derler ki: ″Ey Rabbimiz! Bunun ahlâkı çok güzeldir. Onu benimle evlendir.″ Ey Ümmü Seleme! Güzel ahlâk dünyâ ve âhiretin hayrıdır.[2]

Yine, ″Ashâb-ı Yemin’in bir kısmı öncekilerden* ve bir kısmı sonrakilerdendir″ diye geçen Sûre-i Vâkıa, Âyet 39-40 hakkında Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أُكْرِبْنَا ذَات لَيْلَة عِنْد رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ثُمَّ غَدَوْنَا عَلَيْهِ فَقَالَ عُرِضَتْ عَلَيَّ الْأَنْبِيَاء وَأَتْبَاعهَا بِأُمَمِهَا فَيَمُرّ عَلَيَّ النَّبِيّ وَالنَّبِيّ فِي الْعِصَابَة وَالنَّبِيّ فِي الثَّلَاثَة وَالنَّبِيّ وَلَيْسَ مَعَهُ أَحَد وَتَلَا قَتَادَة هَذِهِ الْآيَة أَلَيْسَ مِنْكُمْ رَجُل رَشِيد قَالَ حَتَّى مَرَّ عَلَيَّ مُوسَى بْن عِمْرَان فِي كَبْكَبَة مِنْ بَنِي إِسْرَائِيل قَالَ: قُلْت رَبِّي مَنْ هَذَا؟ قَالَ هَذَا أَخُوك مُوسَى بْن عِمْرَان وَمَنْ تَبِعَهُ مِنْ بَنِي إِسْرَائِيل قَالَ: قُلْت رَبّ فَأَيْنَ أُمَّتِي؟ قَالَ اُنْظُرْ عَنْ يَمِينك فِي الضِّرَاب قَالَ فَإِذَا وُجُوه الرِّجَال قَالَ: قَالَ أَرَضِيت؟ قُلْت قَدْ رَضِيت رَبّ قَالَ اُنْظُرْ إِلَى الْأُفُق عَنْ يَسَارك فَإِذَا وُجُوه الرِّجَال قَالَ أَرَضِيت قُلْت قَدْ رَضِيت رَبّ قَالَ فَإِنَّ مَعَ هَؤُلَاءِ سَبْعِينَ أَلْفًا يَدْخُلُونَ الْجَنَّة بِغَيْرِ حِسَاب قَالَ وَأَنْشَأَ عُكَّاشَة بْن مُحْصَن مِنْ بَنِي أَسَد قَالَ سَعِيد وَكَانَ بَدْرِيًّا قَالَ يَا نَبِيّ اللّٰه اُدْعُ اللّٰه أَنْ يَجْعَلنِي مِنْهُمْ فَقَالَ اللّٰهُمَّ اِجْعَلْهُ مِنْهُمْ ... (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن عبد اللّٰه بن مسعود)

Bir gece Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında geç vakte kadar kaldık. Sonra onun yanında sabah yemeğini yedik. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Peygamberler ve onlara tâbi olan ümmetleriyle birlikte bana gösterildi. Peygamberler geçiyordu. Bir Peygamberin arkasında bir topluluk, bir Peygamberle birlikte üç kişi ve bir Peygamberle hiç kimse yoktu.″ Sonra Katâde, Sûre-i Hûd, Âyet 78’deki: ″… İçinizde aklı başında bir adam yok mu?...″ diye geçen buyruğu okudu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Nihâyet İsrailoğullarından birbirine bağlı bir topluluk arasında İmran oğlu Mûsâ geçti.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Ey Rabbim! Bu kimdir?″ dedim. Buyurdu ki: ″Bu kardeşin İmran oğlu Mûsâ’dır, beraberindekiler de İsrailoğullarından bir topluluktur.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Ey Rabbim! Benim ümmetim nerede?″ dedim. Buyurdu ki: ″Sağındaki tepelere bak.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Bir de baktım ki, insan yüzleri.″ Buyurdu ki: ″Hoşnut oldun mu?″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Evet, Ey Rabbim! Hoşnut oldum″ dedim. Buyurdu ki: ″Solundaki ufka doğru bak.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Bir de baktım ki, insan yüzleri.″ Buyurdu ki: ″Hoşnut oldun mu?″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Evet, Ey Rabbim! Hoşnut oldum.″ Buyurdu ki: ″Bunlarla beraber (ümmetimden) yetmiş bin kişi daha hesapsız olarak Cennete girerler.″ Bu sırada Esedoğulları kabilesinden Ukkâşe b. Mahsen Radiyallâhu anhu ki o, Bedir Savaşı’na katılanlardan idi. Dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Allah’a duâ et de, beni onlardan kılsın.″ Said Radiyallâhu anhu der ki: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’ım! Bunu da onlardan kıl″ dedi.

Said Radiyallâhu anhu der ki:

Sonra bir başka adam daha çıkıp, ″Yâ Resûlallah! Duâ et de beni de Allah onlardan kılsın″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ukkâşe bu konuda seni geçti″ dedi.

Said Radiyallâhu anhu der ki:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Anam babam size fedâ olsun, eğer yetmişliklerden olmaya gücünüz yeterse olun. Yoksa tepede bulunanlardan olun, yoksa ufukta bulunanlardan olun. Çünkü ben, onun etrafında dönüp dolaşan pek çok insan gördüm.″ Sonra buyurdu ki: ″Ben sizin, Cennet ehlinin dörtte biri olmanızı umarım.″ Said Radiyallâhu anhu dedi ki: ″Bunun üzerine biz tekbir getirdik.″ Sonra buyurdu ki: ″Ben sizin, Cennet ehlinin üçte biri olmanızı umarım.″ Said Radiyallâhu anhu dedi ki: ″Biz bunun üzerine tekbir getirdik.″ Sonra buyurdu ki: ″Ben sizin Cennet ehlinin yarısı olmanızı umarım.″ Said Radiyallâhu anhu dedi ki: ″Biz bunun üzerine tekbir getirdik.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ashâb-ı Yemîn’in bir kısmı öncekilerden* ve bir kısmı sonrakilerdendir″ diye geçen Sûre-i Vâkıa, Âyet 39-40’ı okudu.[3]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 56; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7254.

[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 19313.

[3] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 7, s. 536.


﴿ وَاَصْحَابُ الشِّمَالِۙ مَٓا اَصْحَابُ الشِّمَالِۜ ﴿٤١﴾ ف۪ي سَمُومٍ وَحَم۪يمٍۙ ﴿٤٢﴾ وَظِلٍّ مِنْ يَحْمُومٍۙ ﴿٤٣﴾ لَا بَارِدٍ وَلَا كَر۪يمٍ ﴿٤٤﴾ اِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذٰلِكَ مُتْرَف۪ينَۚ ﴿٤٥﴾ وَكَانُوا يُصِرُّونَ عَلَى الْحِنْثِ الْعَظ۪يمِۚ ﴿٤٦﴾ وَكَانُوا يَقُولُونَ اَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا ءَاِنَّا لَمَبْعُوثُونَۙ ﴿٤٧﴾ اَوَاٰبَٓاؤُ۬نَا الْاَوَّلُونَ ﴿٤٨﴾

41-48. Ashâb-ı Şimâl’e (amel defteri solundan verilenlere) gelince, ne mutsuz kimselerdir o Ashâb-ı Şimâl?* Onlar, harareti derilerin üzerindeki küçük deliklere nüfuz eden ateş ve kaynar su içindedirler.* Ve simsiyah bir dumandan bir gölge içindedirler.* O gölge, ne serindir, ne de faydalıdır.* Onlar, bundan önce (dünyâda iken) rahatlarına düşkündüler* ve en büyük günahta (Allah’a ortak koşmakta) ısrarcı idiler.* Onlar derlerdi ki: ″Biz, ölüp toprak ve kemik olduğumuz halde tekrar dirilir miyiz?* Evvelki babalarımız da tekrar dirilir mi?″


﴿ قُلْ اِنَّ الْاَوَّل۪ينَ وَالْاٰخِر۪ينَۙ ﴿٤٩﴾ لَمَجْمُوعُونَ اِلٰى م۪يقَاتِ يَوْمٍ مَعْلُومٍ ﴿٥٠﴾ ثُمَّ اِنَّكُمْ اَيُّهَا الضَّٓالُّونَ الْمُكَذِّبُونَۙ ﴿٥١﴾ لَاٰكِلُونَ مِنْ شَجَرٍ مِنْ زَقُّومٍۙ ﴿٥٢﴾ فَمَالِؤُ۫نَ مِنْهَا الْبُطُونَۚ ﴿٥٣﴾ فَشَارِبُونَ عَلَيْهِ مِنَ الْحَم۪يمِۚ ﴿٥٤﴾ فَشَارِبُونَ شُرْبَ الْه۪يمِۜ ﴿٥٥﴾ هٰذَا نُزُلُهُمْ يَوْمَ الدّ۪ينِۜ ﴿٥٦﴾

49-56. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Evvelkiler ve sonrakiler,* hepiniz bilinen bir günün belli bir vaktinde (mahşerde) toplanırsınız.″* Sonra siz, Ey hakkı yalanlayan azgınlar!* Elbette zakkum ağacından yer* ve onunla karınlarınızı doldurur,* üzerine de kaynar su içersiniz,* hem de çok susamış devenin su içmesi gibi içersiniz.* İşte bu azaplar, onlar için cezâ gününde hazırlanmış olanlardır.


﴿ نَحْنُ خَلَقْنَاكُمْ فَلَوْلَا تُصَدِّقُونَ۟ ﴿٥٧﴾ اَفَرَاَيْتُمْ مَا تُمْنُونَۜ ﴿٥٨﴾ ءَاَنْتُمْ تَخْلُقُونَهُٓ اَمْ نَحْنُ الْخَالِقُونَ ﴿٥٩﴾

57-59. Sizi Biz yarattık, o halde (sizi tekrar dirilteceğimizi) tasdik etseniz ya!* Rahimlere indirdiğiniz meniyi görmüyor musunuz?* Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa Biz mi yaratıyoruz?


﴿ نَحْنُ قَدَّرْنَا بَيْنَكُمُ الْمَوْتَ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوق۪ينَۙ ﴿٦٠﴾ عَلٰٓى اَنْ نُبَدِّلَ اَمْثَالَكُمْ وَنُنْشِئَكُمْ ف۪ي مَا لَا تَعْلَمُونَ ﴿٦١﴾ وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ النَّشْاَةَ الْاُو۫لٰى فَلَوْلَا تَذَكَّرُونَ ﴿٦٢﴾

60-62. Sizin aranızda ölümü Biz takdir ettik ve Bizim önümüze hiçbir kuv­vet geçemez.* Sizi benzerinizle değiştirmeye ve bilmediğiniz türlerde yaratmaya kâdiriz.* Yemin olsun ki, ilk yaratılışınızı bildiniz, o halde (buna kâdir olanın, sizi tekrar yaratmaya muktedir olduğunu) düşünseniz ya!


﴿ اَفَرَاَيْتُمْ مَا تَحْرُثُونَۜ ﴿٦٣﴾ ءَاَنْتُمْ تَزْرَعُونَهُٓ اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ ﴿٦٤﴾ لَوْ نَشَٓاءُ لَجَعَلْنَاهُ حُطَامًا فَظَلْتُمْ تَفَكَّهُونَ ﴿٦٥﴾ اِنَّا لَمُغْرَمُونَۙ ﴿٦٦﴾ بَلْ نَحْنُ مَحْرُومُونَ ﴿٦٧﴾

63-67. Ektiğiniz tohumu gördünüz mü?* Onları, siz mi bitiriyorsunuz, yoksa Biz mi bitiriyoruz?* Dileseydik, onları tohumsuz kuru ot yapardık, siz de hayrette kalırdınız:* ″Şüphesiz biz, çok ziyandayız.* Daha doğrusu (ziraattan) mahrum kaldık″ derdiniz.

İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا يَقُولَنَّ أَحَدُكُمْ زَرَعْتُ وَلَكِنْ لِيَقُلْ حَرَثْتُ (طب حل عن أبي هريرة)

″Sizden biri aslâ ben bitirdim, demesin. Lâkin ben ektim, desin.″[1]


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 1157; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 8393.


﴿ اَفَرَاَيْتُمُ الْمَٓاءَ الَّذ۪ي تَشْرَبُونَۜ ﴿٦٨﴾ ءَاَنْتُمْ اَنْزَلْتُمُوهُ مِنَ الْمُزْنِ اَمْ نَحْنُ الْمُنْزِلُونَ ﴿٦٩﴾ لَوْ نَشَٓاءُ جَعَلْنَاهُ اُجَاجًا فَلَوْلَا تَشْكُرُونَ ﴿٧٠﴾

68-70. İçtiğiniz suyu gördünüz mü?* Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa Biz mi indirdik?* Dileseydik, onu tuzlu yapardık. O halde şükretseniz ya!

İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Ebû Câfer Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ إِذَا شَرِبَ الْمَاء قَالَ الْحَمْد لِلّٰهِ الَّذِي سَقَانَا عَذْبًا فُرَاتًا بِرَحْمَتِهِ وَلَمْ يَجْعَلهُ مِلْحًا أُجَاجًا بِذُنُوبِنَا. (حل عن أبي جعفر)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem su içince, ″Rahmetiyle bize içimlik tatlı bir su içiren Allah’a hamd olsun ki O, suyu günahlarımız nedeniyle acı ve tuzlu kılmamıştır″ derdi.[1]


[1] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 18226.


﴿ اَفَرَاَيْتُمُ النَّارَ الَّت۪ي تُورُونَۜ ﴿٧١﴾ ءَاَنْتُمْ اَنْشَأْتُمْ شَجَرَتَهَٓا اَمْ نَحْنُ الْمُنْشِؤُ۫نَ ﴿٧٢﴾ نَحْنُ جَعَلْنَاهَا تَذْكِرَةً وَمَتَاعًا لِلْمُقْو۪ينَۚ ﴿٧٣﴾

71-73. Yaktığınız ateşi görmüyor musunuz?* Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa Biz mi yarattık?* Biz onu, Cehennem ateşini hatırlatması ve çöllerde konup göçenlerin faydalanması için yarattık.

İzah: Bâzı müfessirler, burada adı geçen ağaçtan maksadın ″Merh″ ve ″Afar″ diye adlandırılan, Hicaz topraklarında yetişen iki ağaç olduğunu söyle­mişlerdir. Çöllerde gezip duran Araplar; ″Merh″ ve ″Afar″ denilen ağaçları birbirine sürterek ateş yakarlardı. İşte yaş olan bir ağaçtan, öyle kızgın bir ateşin çıkması, Allah’ın büyük bir kudret eseridir. Artık bu harikaları vücuda getiren Allah’u Teâlâ, insanları da öldürdükten sonra tekrar diriltemez mi? Bunu akletmez misiniz? demektir.

Cehennem ateşi hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

نَارُكُمْ هَذِهِ الَّتِي يُوقِدُ ابْنُ آدَمَ جُزْءٌ مِنْ سَبْعِينَ جُزْءًا مِنْ حَرِّ جَهَنَّمَ قَالُوا وَاللّٰهِ إِنْ كَانَتْ لَكَافِيَةً يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ فَإِنَّهَا فُضِّلَتْ عَلَيْهَا بِتِسْعَةٍ وَسِتِّينَ جُزْءًا كُلُّهَا مِثْلُ حَرِّهَا (م عن ابى هريرة)

″Sizin şu Âdemoğlunun yaktığı ateş, Cehennem sıcağının yetmiş­te biridir.″ ″Yâ Resûlallah! Vallâhi, bu kadarı dahi yeterli idi″ dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: ″O Cehennem ateşi, buna (dünyâ ateşine) altmış dokuz kat daha üstündür. Her bir katı bunun gibidir.″[1]


[1] Sahih-i Müslim, Cennet 13 (29 Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Halk 10; İmam Mâlik, Muvatta, Cehennem 1; Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cehennem 7.


﴿ فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظ۪يمِ۟ ﴿٧٤﴾

74. Ey Resûlüm! O halde çok büyük olan Rabbinin ismiyle tesbih et.

İzah: Allah’ı tesbih etmek hakkında çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan birinde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اتَّقِي اللّٰهَ يَا فَاطِمَةُ وَأَدِّي فَرِيضَةَ رَبِّكِ وَاعْمَلِي عَمَلَ أَهْلِكِ فَإِذَا أَخَذْتِ مَضْجَعَكِ فَسَبِّحِي ثَلَاثًا وَثَلَاثِينَ وَاحْمَدِي ثَلَاثًا وَثَلَاثِينَ وَكَبِّرِي أَرْبَعًا وَثَلَاثِينَ فَتِلْكَ مِائَةٌ فَهِيَ خَيْرٌ لَكِ مِنْ خَادِمٍ (د عن على)

″Ey Fâtıma! Allah’tan kork! Rabbinin farzını yerine getir. Ehlinin ameli gibi bir amel yap. Yatağına geldiğinde otuz üç kere tesbih (Subhânallâh), otuz üç kere tahmid (Elhamdulillâh) ve otuz dört kere tekbir (Allah’u Ekber) getir. Hepsi yüz yapar. Bu senin için bir hizmetçiden daha hayırlıdır.″[1]


[1] Sünen-i Ebû Dâvud, el-Harac ve’l-İmâre 20; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 14/16.


﴿ فَلَٓا اُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِۙ ﴿٧٥﴾ وَاِنَّهُ لَقَسَمٌ لَوْ تَعْلَمُونَ عَظ۪يمٌۙ ﴿٧٦﴾ اِنَّهُ لَقُرْاٰنٌ كَر۪يمٌۙ ﴿٧٧﴾ ف۪ي كِتَابٍ مَكْنُونٍۙ ﴿٧٨﴾ لَا يَمَسُّهُٓ اِلَّا الْمُطَهَّرُونَۜ ﴿٧٩﴾ تَنْز۪يلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٨٠﴾ اَفَبِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَنْتُمْ مُدْهِنُونَۙ ﴿٨١﴾ وَتَجْعَلُونَ رِزْقَكُمْ اَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ ﴿٨٢﴾

75-82. Yıldızların mevkiilerine yemin ederim ki,* eğer bilirseniz, elbette bu, büyük bir yemindir.* Size okunan bu kitap, elbette kerîm (şerefli) bir Kur’ân’dır.* O, Levh-i Mahfuz’da korunmuştur.* Ona, temiz olanlardan başkası dokunamaz.* O, âlemlerin Rabbi tarafından nâzil olmuştur.* Şimdi siz, bu kelâma mı ehemmiyet vermiyorsunuz?* Allah’ın verdiği rızka şükredeceğiniz yerde onu vereni mi yalanlıyor-sunuz?

İzah: Bu âyetler hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem döneminde bir ge­ce insanlara yağmur yağdırıldı. Sabah olduğunda Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle bu­yurdu:

أَصْبَحَ مِنَ النَّاسِ شَاكِرٌ وَمِنْهُمْ كَافِرٌ قَالُوا هَذِهِ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَقَالَ بَعْضُهُمْ لَقَدْ صَدَقَ نَوْءُ كَذَا وَكَذَا قَالَ فَنَزَلَتْ هَذِهِ الْآيَةُ {فَلَا أُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِ حَتَّى بَلَغَ وَتَجْعَلُونَ رِزْقَكُمْ أَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ} (م عن ابن عباس)

″Bu hususta insanlar iki grup olarak sabahı ettiler. Kimisi şükreden Mü’mindir. Kimisi de nankörlük eden kâfirdir. Şükreden kendisine yağmur yağdırılıp su ihtiyacı karşılandığından dolayı Allah’a hamd eder. Kâfir olan nankör de şu şu yıldızın doğuşu dolayısıyla bize yağmur yağdırıldı″ der. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: İşte bunun üzerine Sûre-i Vâkıa, Âyet 75-82 nâzil oldu.[1]

Hz. Ali’den nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ {وَتَجْعَلُونَ رِزْقَكُمْ أَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ} قَالَ شُكْرُكُمْ تَقُولُونَ مُطِرْنَا بِنَوْءِ كَذَا وَكَذَا وَبِنَجْمِ كَذَا وَكَذَا (ت عن على)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’ın verdiği rızka şükredeceğiniz yerde onu vereni mi yalanlıyorsunuz?″ diye geçen Sûre-i Vâkıa, Âyet 82 hakkında şöyle buyurdu: ″Allah’u Teâlâ’ya şükretmeniz gerekirken, falan ve filan yıldız sayesinde bize yağmur yağdı. Falan ve filan yıldızın düşmesiyle falan oldu gibi şeyler söylüyorsunuz″ demektir.[2]

Yine Âyet-i Kerîm’de: ″Ona, temiz olanlardan başkası dokunamaz″ diye buyrulmaktadır. Yani Kur’ân-ı Kerîme, ancak cünüplükten, abdestsizlik gibi mânevi pisliklerden temizlenmiş olanlar el sürebilir, demektir. Bu sebeple Abdestsiz, cünüp, hayızlı ve nifas halinde olanların Kur’ân-ı Kerîm’e dokunmaları câiz değildir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Amr b. Hazm’e yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur:

لَا يَمَسَّ الْقُرْأنَ اِلَّا طَاهِرٌ (موطأ عن عمرو بن حزم)

″Kur’ân’a, temiz olanlardan başkası dokunmasın.″[3]


[1] Sahih-i Müslim, Îman 32 (127).

[2] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 56.

[3] İmam Mâlik, Muvatta, Kitab’ul-Kur’ân 1. Yine bakınız: Sünen-i Tirmizî, Taharet 98.


﴿ فَلَوْلَٓا اِذَا بَلَغَتِ الْحُلْقُومَۙ ﴿٨٣﴾ وَاَنْتُمْ ح۪ينَئِذٍ تَنْظُرُونَۙ ﴿٨٤﴾ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْكُمْ وَلٰكِنْ لَا تُبْصِرُونَ ﴿٨٥﴾ فَلَوْلَٓا اِنْ كُنْتُمْ غَيْرَ مَد۪ين۪ينَۙ ﴿٨٦﴾ تَرْجِعُونَهَٓا اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿٨٧﴾ فَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنَ الْمُقَرَّب۪ينَۙ ﴿٨٨﴾ فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّتُ نَع۪يمٍ ﴿٨٩﴾

83-89. Can boğaza gelip dayandığı vakit,* siz o zaman (can çekişene) bakar durursunuz.* Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz göremezsiniz.* O halde haydi, eğer siz cezâ görmeyecek iseniz* onu (o boğaza gelmiş canı) geri çevirseniz ya!* Fakat o (ölen kişi), Allah’a en yakın olanlardan ise,* işte ona rahatlık, güzel rızık ve Cennet-i Naîm vardır.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Allah’a en yakın olanlardan″ maksat, Sûre-i Vâkıa, Âyet 10-12’de geçen sâbikunlardır. Naîm Cennetleri de onlar içindir.


﴿ وَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنْ اَصْحَابِ الْيَم۪ينِۙ ﴿٩٠﴾ فَسَلَامٌ لَكَ مِنْ اَصْحَابِ الْيَم۪ينِ ﴿٩١﴾ وَاَمَّٓا اِنْ كَانَ مِنَ الْمُكَذِّب۪ينَ الضَّٓالّ۪ينَۙ ﴿٩٢﴾ فَنُزُلٌ مِنْ حَم۪يمٍۙ ﴿٩٣﴾ وَتَصْلِيَةُ جَح۪يمٍ ﴿٩٤﴾

90-94. Eğer o (ölen kişi), Ashâb-ı Yemîn’den ise,* ″Ashâb-ı Yemin’den sana selâm vardır″ diye müjdelenir.* Eğer o (ölen kişi), yalanlayanlardan ve azgınlardan ise,* Ona da kaynar sudan bir ziyâfet vardır* ve Cehenneme bir atılış da vardır.

İzah: Bu âyetler ile ilgili olarak Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِذَا حُضِرَ الْمُؤْمِنُ أَتَتْهُ مَلَائِكَةُ الرَّحْمَةِ بِحَرِيرَةٍ بَيْضَاءَ فَيَقُولُونَ اخْرُجِي رَاضِيَةً مَرْضِيًّا عَنْكِ إِلَى رَوْحِ اللّٰهِ وَرَيْحَانٍ وَرَبٍّ غَيْرِ غَضْبَانَ فَتَخْرُجُ كَأَطْيَبِ رِيحِ الْمِسْكِ حَتَّى أَنَّهُ لَيُنَاوِلُهُ بَعْضُهُمْ بَعْضًا حَتَّى يَأْتُونَ بِهِ بَابَ السَّمَاءِ فَيَقُولُونَ مَا أَطْيَبَ هَذِهِ الرِّيحَ الَّتِي جَاءَتْكُمْ مِنَ الْأَرْضِ فَيَأْتُونَ بِهِ أَرْوَاحَ الْمُؤْمِنِينَ فَلَهُمْ أَشَدُّ فَرَحًا بِهِ مِنْ أَحَدِكُمْ بِغَائِبِهِ يَقْدَمُ عَلَيْهِ فَيَسْأَلُونَهُ مَاذَا فَعَلَ فُلَانٌ مَاذَا فَعَلَ فُلَانٌ فَيَقُولُونَ دَعُوهُ فَإِنَّهُ كَانَ فِي غَمِّ الدُّنْيَا فَإِذَا قَالَ أَمَا أَتَاكُمْ قَالُوا ذُهِبَ بِهِ إِلَى أُمِّهِ الْهَاوِيَةِ وَإِنَّ الْكَافِرَ إِذَا احْتُضِرَ أَتَتْهُ مَلَائِكَةُ الْعَذَابِ بِمِسْحٍ فَيَقُولُونَ اخْرُجِي سَاخِطَةً مَسْخُوطًا عَلَيْكِ إِلَى عَذَابِ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ فَتَخْرُجُ كَأَنْتَنِ رِيحِ جِيفَةٍ حَتَّى يَأْتُونَ بِهِ بَابَ الْأَرْضِ فَيَقُولُونَ مَا أَنْتَنَ هَذِهِ الرِّيحَ حَتَّى يَأْتُونَ بِهِ أَرْوَاحَ الْكُفَّارِ (ن عن ابى هريرة)

Mü’min can verirken rahmet melekleri ona beyaz bir ipekle gelirler ve onun ruhuna, ″Sen râzı olarak senden de râzı olunmuş olarak Allah’ın rahmetine, güzel kokuya ve gazaplı olmayan Rabbinin huzuruna çık″ derler. Bunun üzerine Mü’minin ruhu, miskin en güzel kokusu gibi kokar vaziyette bedenden ayrılır. Öyle ki melekler, onu birbirlerine verirler. Nihâyet onu göğün kapısına getirirler ve orada bulunanlara, ″Yeryüzünden size gelen bu koku ne güzeldir″ derler. Onu, Mü’minlerin ruhlarının arasına götürürler. Mü’minlerin ruhlarının onu karşılama-larından dolayı sevinmeleri; sizden birinizin, kaybettiği bir adamını buldu­ğu zamanki sevincinden daha fazladır. Mü’minlerin ruhları o gelen ruha, ″Falan ne yaptı?″ diye sorarlar. Yine onlar: ″Bırakın bunu. Çünkü bu, dünyânın üzüntüleri içindeydi.″ Eğer gelen ruh, dünyâda kalan ve kendilerinden ahvâli sorulan kişi için, ″O buraya gelmedi mi?″ diyecek olursa, onlar o ruh için, ″O, sığınacağı ana­sı olan Hâviye[1] Cehennemine götürülmüştür″ derler.

Kâfir can verirken, onun yanına, azap melekleri bir paçavra ile gelir­ler ve onun ruhuna, ″Sen, kızgın bir şekilde ve sana da kızılmış olarak Aziz ve Celil olan Allah’ın azâbına çık″ derler. Onun rûhu, en pis kokan leş gibi kokar vaziyette bedenden ayrılır. Azap melekleri o ruhu alır, yerin kapısına kadar götürürler ve ″Bu koku ne kötü bir kokudur″ derler ve onu kâfirlerin ruh­larının içine koyarlar.[2]


[1] Hâviye hakkında geniş bilgi için Kâria Sûresi’ne bakınız.

[2] Sünen-i Nesâî, Cenâiz 9.


﴿ اِنَّ هٰذَا لَهُوَ حَقُّ الْيَق۪ينِۚ ﴿٩٥﴾ فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظ۪يمِ ﴿٩٦﴾

95-96. Şüphesiz bu, elbette bu verilen haberler, kesin bir hakikattır.* O halde çok büyük olan Rabbinin ismiyle tesbih et.

İzah: Âyette geçen tesbih ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَمَّا نَزَلَتْ {فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ} قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اجْعَلُوهَا فِي رُكُوعِكُمْ فَلَمَّا نَزَلَتْ {سَبِّحْ اسْمَ رَبِّكَ الْأَعْلَى} قَالَ اجْعَلُوهَا فِي سُجُودِكُمْ (د عن عقبة بن عامر)

O halde çok büyük olan Rabbinin ismiyle tesbih et″ diye geçen Sûre-i Vâkıa, Âyet 96 nâzil olunca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bunu rükû ettiğiniz vakit söyleyin″ buyurdu. Çok yüce olan Rabbinin ismini tesbih et″ diye geçen Sûre-i A’lâ, Âyet 1 nâzil olunca da, ″Bunu secde ettiğiniz vakit söyleyin″ buyurdu.[1]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِذَا رَكَعَ أَحَدُكُمْ فَلْيَقُلْ ثَلَاثَ مَرَّاتٍ سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ وَذَلِكَ أَدْنَاهُ وَإِذَا سَجَدَ فَلْيَقُلْ سُبْحَانَ رَبِّيَ الْأَعْلَى ثَلَاثًا وَذَلِكَ أَدْنَاهُ (د ت عن ابن مسعود)

″Sizden biri rükû edince üç kere, ″SubhâneRabbiye’l-Azîm″ desin. Bu en az miktardır. Secde yapınca da üç kere, ″Subhâne Rabbiye’l-A’lâ″ desin. Bu da en az miktardır.″[2]

İşteO halde çok büyük olan Rabbinin ismiyle tesbih et″ diye geçen âyetten dolayı namaz kılarken rükû’da, ″SubhâneRabbiye’l-Azîm (çok büyük olan Rabbimi tesbih ederim) denir. ″Çok yüce olan Rabbinin ismini tesbih et″ diye geçen âyetten dolayı da secdede, ″Subhâne Rabbiye’l-A’lâ (çok yüce olan Rabbimi tesbih ederim) denir.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كَلِمَتَانِ خَفِيفَتَانِ عَلَى اللِّسَانِ ثَقِيلَتَانِ فِي الْمِيزَانِ حَبِيبَتَانِ إِلَى الرَّحْمَنِ سُبْحَانَ اللّٰهِ الْعَظِيمِ سُبْحَانَ اللّٰهِ وَبِحَمْدِهِ (خ عن ابى هريرة)

″İki kelime vardır ki; bunlar, dilde hafif, mizanda ağırdırlar ve Rahmân’a sevimlidirler. Bunlar: Çok büyük olan Allah’ı tesbih ederiz ve Allah’ı hamd ile tesbih ederiz, cümleleridir.″[3]


[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 154.

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 154; Sünen-i Tirmizî, Salât 194.

[3] Sahih-i Buhârî, Daavât 67.