HADÎD SÛRESİ

Bu sûre 29 âyettir. Medîne döneminde nâzil olmuştur. İsmini, 25. âyetinde geçen ve ″Demir″ anlamına gelen ″Hadîd″ kelimesinden almıştır.

Bu sûre hakkında İrbad b. Sâriye Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ لَا يَنَامُ حَتَّى يَقْرَأَ الْمُسَبِّحَاتِ وَيَقُولُ فِيهَا آيَةٌ خَيْرٌ مِنْ أَلْفِ آيَةٍ (ت عن العرباض بن سارية)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem uyumadan önce Müsebbihât Sûrelerini okur ve ″Şüphesiz bunlarda bin âyetten daha fazilet­li bir âyet vardır″ diye buyururdu.[1]

Bu Hadis-i Şerif’te geçen ″Müsebbihât″ ifadesi ile; Hadid, Haşr, Saf, Cuma ve Teğâbun Sû­releri kastedilmiştir.


[1] Sünen-i Tirmizî, Daavât 16.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿١﴾

1. Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih eder. O, her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

İzah: Allah’u Teâlâ’nın göklerde ve yerde yarattığı bütün varlıklar, O’na tâzimde bulun­mak, O’nun Rablığını dil ile ikrar etmek ve O’na boyun eğdiklerini ifade etmek için O’nu tesbih ve tenzih ederler. O’nu, kendisine yakışmayan sıfatlardan arındırırlar. Allah’u Teâlâ, göklerde ve yerde bulunan yarattıklarından, kendisine isyan edenleri ce­zâlandırmada her şeye gâliptir, onları dilediği gibi sevk ve idâre etmede hikmet sahibidir, demektir.

Bu husus Sûre-i İsrâ, Âyet 44’te şöyle geçmektedir:

Yedi gök, yer ve onlarda bulunanlar, Allah’ı tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz O, Halîm’dir (cezâ vermekte acele etmez), çok bağışlayandır.″


﴿ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ يُحْي۪ وَيُم۪يتُۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٢﴾ هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُۚ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ ﴿٣﴾

2-3. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Hayat veren ve öldüren O’dur. O, her şeye kâdirdir.* O, evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır. O, her şeyi bilir.

İzah: Sûre-i Hadîd Âyet 3 ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اللّٰهُمَّ أَنْتَ الْأَوَّلُ فَلَيْسَ قَبْلَكَ شَيْءٌ وَأَنْتَ الْآخِرُ فَلَيْسَ بَعْدَكَ شَيْءٌ وَأَنْتَ الظَّاهِرُ فَلَيْسَ فَوْقَكَ شَيْءٌ وَأَنْتَ الْبَاطِنُ فَلَيْسَ دُونَكَ شَيْءٌ اقْضِ عَنَّا الدَّيْنَ وَأَغْنِنَا مِنَ الْفَقْرِ (م عن ابى هريرة)

″Allah’ım! Sen evvelsin, Sen­den önce hiçbir şey yoktur. Sen âhirsin, Senden sonra hiçbir şey yoktur. Sen zâhirsin, Senden üstün hiçbir şey yoktur. Sen bâtınsın, Senden öte hiçbir şey yoktur. Borcumuzu öde ve bizi fakirlikten kurtar.″[1]

Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu, şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâbıyla birlikte oturmakta iken üzerlerine bir bulut geldi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?″ diye sordu. Ashâb: ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dediler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Bu buluttur! Bu bulutlar toprağın sulayıcılarıdır. Allah onları kendisine şükretmeyen, kulluk yapmayan kimselere bile gönderiyor.″ ″Sonra üzerinizde ne var biliyor musunuz?″ diye sordu. Ashâb: ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: ″O dünyâmızın semâsıdır, korunmuş bir tavan ve önüne geçilmiş bir dalgadır.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bu gökle sizin aranızdaki mesâfe ne kadardır?″ diye sordu. Ashâb: ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dediler. Şöyle buyurdu: ″Sizinle onun arasında beş yüz yıllık mesâfe vardır.″ Sonra konuşmasına şöyle devam etti: ″Onun üstünde ne var biliyor musunuz?″ Ashâb: ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dediler. Şöyle buyurdu: ″Onun üzerinde iki gök daha vardır ki aralarındaki mesâfe beş yüz senelik yoldur.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, yedi göğün hepsini saydı her iki göğün arası dünyâ ile dünyâ göğünün arası kadardır. Sonra şöyle buyurdu: ″Onun da üzerinde ne var biliyor musunuz?″ Ashâb: ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dediler. Şöyle buyurdu: ″Onun da üzerinde Arş vardır, Arş ile yedinci gök arasındaki mesâfe iki gök arasındaki mesâfe kadardır.″

ثُمَّ قَالَ هَلْ تَدْرُونَ مَا الَّذِي تَحْتَكُمْ قَالُوا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ فَإِنَّهَا الْأَرْضُ ثُمَّ قَالَ هَلْ تَدْرُونَ مَا الَّذِي تَحْتَ ذَلِكَ قَالُوا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ فَإِنَّ تَحْتَهَا أَرْضًا أُخْرَى بَيْنَهُمَا مَسِيرَةُ خَمْسِ مِائَةِ سَنَةٍ حَتَّى عَدَّ سَبْعَ أَرَضِينَ بَيْنَ كُلِّ أَرْضَيْنِ مَسِيرَةُ خَمْسِ مِائَةِ سَنَةٍ ثُمَّ قَالَ وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَوْ أَنَّكُمْ دَلَّيْتُمْ رَجُلًا بِحَبْلٍ إِلَى الْأَرْضِ السُّفْلَى لَهَبَطَ عَلَى اللّٰهِ ثُمَّ قَرَأَ {هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ} (ت حم عن ابى هريرة)

Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, altınızda ne var biliyor musunuz? buyurdu. Ashâb: ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dediler. Şöyle buyurdu: ″Altınızdaki yeryüzüdür.″ Sonra ″Onunda altında ne var biliyor musunuz?″ buyurdu. ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dediler. Şöyle buyurdu: ″Onun altında başka bir arz vardır ki ikisinin arasındaki mesâfe beş yüz senelik yoldur.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, yedi arza kadar saydı ve her arzın arasında beş yüz yıllık mesâfe olduğunu söyledi. Sonra şöyle buyurdu: ″Muhammed’in canı, kudret elinde bulunan Allah’a yemin olsun ki siz, en alttaki arza bir ip sarkıtmış olsaydınız, o ip Allah’a kadar ulaşırdı″ dedi ve ″O, evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır. O, her şeyi bilir″ diye geçen Sûre-i Hadîd, Âyet 3’ü okudu.[2]

İşte Allah’u Teâlâ’nın ilmine akıl erdirilemez. O, her şeye kâdirdir.


[1] Sahih-i Müslim, Zikir ve Duâ 17 (61).

[2] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 57; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8472.


﴿ هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۜ يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا يَعْرُجُ ف۪يهَاۜ وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ ﴿٤﴾

4. Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ eden O’dur. Yere gireni ve ondan çıkanı, semâdan ineni ve ona çıkanı bilir. Her nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah’u Teâlâ, bütün yaptıklarınızı görür.

İzah: Gökleri ve yeri, Allah’u Teâlâ’nın altı günde yarattığına dair çok sayıda Âyet-i Kerîme vardır. Allah’ın Arş’a istivâ etmesi de, Ehl-i Sünnet itikadına göre, müteşabih olan âyetlerdendir. Bu hususta Sûre-i A’râf, Âyet 54’ün izahına bakınız.

Allah’u Teâlâ’nın her şeyi gördüğüne dair de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

ثَلَاث مَنْ فَعَلَهُنَّ فَقَدْ طَعِمَ الْإِيمَان إِنْ عَبَدَ اللّٰه وَحْده وَأَعْطَى زَكَاة مَاله طَيِّبَة بِهَا نَفْسه فِي كُلّ عَام وَلَمْ يُعْطِ الْهَرِمَة وَلَا الرَّذِيَّة وَلَا الشَّرِطَة اللَّئِيمَة وَلَا الْمَرِيضَة وَلَكِنْ مِنْ أَوْسَط أَمْوَالكُمْ وَزَكَّى نَفْسه" وَقَالَ رَجُل يَا رَسُول اللّٰه مَا تَزْكِيَة الْمَرْء نَفْسه فَقَالَ يَعْلَم أَنَّ اللّٰه مَعَهُ حَيْثُ كَانَ. (سنن الكبرى للبيهقى عبد اللّٰه بن معاوية)

″Üç şeyi yapan îmanın tadını tatmış olur: Yalnız Allah’a ibâdet eden ve her yıl gönül hoşnutluğu ile malının zekâtını veren, yaşlı, cılız, küçük, kötü ve hasta hayvanı zekât olarak vermeyen. Mallarının orta kısmından zekât veren ve nefsini arındıran.″ Adamın birisi dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Kişinin nefsini arındırması da ne demektir? Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Nerede olursa olsun, Allah’u Teâlâ’nın kendisiyle beraber olduğunu bilmesidir.″[1]


[1] Beyhakî, Sünen’ul-Kübra, c. 4, s. 96; İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 8, s. 9; yine bakınız: Sünen-i Ebû Dâvud, Zekât 5.


﴿ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ ﴿٥﴾ يُولِجُ الَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِي الَّيْلِۜ وَهُوَ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ ﴿٦﴾

5-6. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. İşlerin hepsi O’na döndürülür.* O, geceyi gündüze girdirir, gündüzü de geceye girdirir. O, kalplerde olanı hakkıyla bilir.


﴿ اٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَاَنْفِقُوا مِمَّا جَعَلَكُمْ مُسْتَخْلَف۪ينَ ف۪يهِۜ فَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَاَنْفَقُوا لَهُمْ اَجْرٌ كَب۪يرٌ ﴿٧﴾

7. Allah’a ve Resûlüne îman edin ve tasarrufta sizi halifeler kıldığı mallardan infak edin. Sizden îman edip infak edenler var ya, onlar için büyük bir mükâfat vardır.

İzah: Âyet-i Kerîme’de, insanların ellerinde bulunan malların, kendile­rinden önce ölen insanlardan mîras kalan mallar olduğu beyan edilmiş ve bu mallara sahip olanların da bunları bir gün başkalarına bırakacağına işâret edilmiştir. Böylece kişiler, hayatta iken mallarını Allah yolunda harcamaya teşvik edilmiştir.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, insanların, mallarını çok sevdiklerini fakat sonun­da hepsini bırakıp gitmeye mecbur olacaklarını şu hadisinde beyan etmektedir.

Abdullah b. Şıhhîr Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in meclisine vardığımda o, ″Çoklukla övünmek, sizi oyaladı[1] diye geçen âyeti okumakta idi. Şöyle buyurdu:

يَقُولُ ابْنُ آدَمَ مَالِي مَالِي وَهَلْ لَكَ مِنْ مَالِكَ إِلَّا مَا تَصَدَّقْتَ فَأَمْضَيْتَ أَوْ أَكَلْتَ فَأَفْنَيْتَ أَوْ لَبِسْتَ فَأَبْلَيْتَ (ت عبد اللّٰه بن الشخير)

- Âdemoğlu, ″Malım malım″ der. Oysa senin malından yiyip de tükettiğin, giyinip de çürüttüğün yahut tasadduk edip de önden gönderdiğinden başka ne vardır?[2]


[1] Sûre-i Tekâsür, Âyet 1.

[2] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 89; Sahih-i Müslim, Zühd 1 (3 Sünen-i Nesâî, Vesâye 1.


﴿ وَمَا لَكُمْ لَا تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِۚ وَالرَّسُولُ يَدْعُوكُمْ لِتُؤْمِنُوا بِرَبِّكُمْ وَقَدْ اَخَذَ م۪يثَاقَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿٨﴾

8. Resûl sizi, Rabbinize îman etmeye dâvet edip dururken, size ne oluyor da Allah’a îman etmiyorsunuz? Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, sizden mîsâk da (sağlam ahid de) almıştı. Eğer Mü’min olmak istiyorsanız (bu dâvete uyun).

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçen ″Mîsâk″ ifadesi, insanların ruhlar âleminde iken Allah’u Teâlâ’ya verdiği sözdür.

Bu husus Sûre-i A’râf, Âyet 172’de şöyle geçmektedir:

Hani, senin Rabbin, Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkardı ve onları kendi nefislerine karşı şâhit tutarak, ″Ben sizin Rabbiniz değil miyim?″ buyurdu. Onlar da, ″Evet Rabbimizsin, şâhit olduk″ dediler. Böyle yaptık ki mahşer günü, ″Biz bundan habersizdik″ demeyesiniz.


﴿ هُوَ الَّذ۪ي يُنَزِّلُ عَلٰى عَبْدِه۪ٓ اٰيَاتٍ بَيِّنَاتٍ لِيُخْرِجَكُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِۜ وَاِنَّ اللّٰهَ بِكُمْ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ ﴿٩﴾

9. Sizi zulumâttan nûra çıkarmak için, kuluna (Muhammed Aleyhisselâm’a) apaçık âyetler indiren O’dur. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, size karşı elbette çok şefkatli, çok merhametlidir.


﴿ وَمَا لَكُمْ اَلَّا تُنْفِقُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلِلّٰهِ م۪يرَاثُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ لَا يَسْتَو۪ي مِنْكُمْ مَنْ اَنْفَقَ مِنْ قَبْلِ الْفَتْحِ وَقَاتَلَۜ اُو۬لٰٓئِكَ اَعْظَمُ دَرَجَةً مِنَ الَّذ۪ينَ اَنْفَقُوا مِنْ بَعْدُ وَقَاتَلُواۜ وَكُلًّا وَعَدَ اللّٰهُ الْحُسْنٰىۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ۟ ﴿١٠﴾

10. Size ne oluyor ki, Allah yolunda infak etmiyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mîrası Allah’ındır. Fetihten önce infak edip savaşan, fetihten sonra infak edip savaşanlarla eşit değildir. Evvelkilerin derecesi, sonradan infak edip savaşan kimselerden yüksektir. Allah’u Teâlâ, hepsine de Cenneti vaad etmiştir. Allah’u Teâlâ, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قَالَ لَنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَامَالْحُدَيْبِيَةِ:يُوشِكُ أَنْ يَأْتِيَ قَوْمٌ تَحْقِرُونَأَعْمَالَكُمْ مَعَ أَعْمَالِهِمْ قُلْنَا: مَنْ هُمْ يَا رَسُولَ اللّٰهِأَقُرَيْشٌهُمْ؟ قَالَ لَا وَلَكِنْ أَهْلُالْيَمَنِأَرَقُّ أَفْئِدَةً وَأَلْيَنُ قُلُوبًا. فَقُلْنَا: هُمْ خَيْرٌ مِنَّا يَا رَسُولَ اللّٰهِ؟ فَقَالَ: لَوْ كَانَ لِأَحَدِهِمْ جَبَلٌ مِنْ ذَهَبٍ فَأَنْفَقَهُ مَاأَدْرَكَ مُدَّ أَحَدِكُمْ وَلَا نَصِيفَهُ أَلَا إِنَّ هَذَا فَصْلُ مَا بَيْنَنَا وَبَيْنَ النَّاسِ (لَا يَسْتَوِي مِنْكُمْ مَنْ أَنْفَقَ مِنْ قَبْلِ الْفَتْحِ...)(ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن أبي سعيد الخدري)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bize, Hudey­biye antlaşmasının yapıldığı yılda şöyle buyurdu: ″Yakında bir kavim gelecek. Siz onların amellerine karşılık, yaptığınız amelleri küçümseyeceksiniz.″ Dedik ki: ″Yâ Resûlallah! Onlar kimlerdir, onlar Kureyşliler midir?″ Bunun üzerine buyurdu ki: ″Hayır değildir. Onlar, gönülleri daha hassas, kalpleri daha yumu­şak olan Yemen halkıdır.″ Dedik ki: ″Yâ Resûlallah! Onlar bizden daha mı hayırlıdır?″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

- Onlardan herhangi birinin altından bir dağı olacak olsa ve onu da Allah yolunda infak etse, sizden birinizin infak ettiği ne bir müd[1] miktarına, ne de onun yarısına ulaşabilir. Dikkat edin, insanlarla bizi birbirimizden ayıran sınır; ″Fetihten önce infak edip savaşan, fetihten sonra infak edip savaşanlarla eşit değildir″ diye geçen âyettir.[2]

Âyet-i Kerîme’de zikredilen fetihten maksat, Mekke’nin fethidir.

İslâm’ın ilk yıllarında Ashâbın çok büyük fedâkârlıkları olmuştur. Müşriklerin baskı ve zulümlerine karşılık İslâm’dan aslâ tâviz vermemişlerdir. Ashâb-ı Kirâm, hayatını dahi Allah yoluna fedâ edip her türlü sıkıntıyı göğüsleyerek, malını mülkünü ve vatanını terk edip, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte hicret etmişlerdir. Ensâr da o Muhâcirlere her türlü fedâkarlıkta bulunarak kendi mallarının yarısını vermişler ve böylece onlarla âhiret kardeşi olmuşlardır. Mekke’nin fethinden önce İslâm’ın zayıf olduğu yokluk yıllarında Ashâbın yaptığı bu fedâkârlıklar, Allah’u Teâlâ’nın çok hoşuna gitmiştir. Yukarıdaki Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in belirttiği gibi, İslâm’ın güçlenip kuvvet bulduğu ve küfre gâlip geldiği yıllarda, Allah yolunda yaptığı savaşlar ve infak ile, fetihten önceki o zor yıllarda Ashâbın yaptığı savaşlar ile infakın derecesi eşit değildir. İşte bu nedenle Ashâbın derecesine hiç kimse yetişemez.

Ayrıca savaşlarda Ashâbdan herkes, az veya çok gücünün yettiği miktarda Allah için yardımda bulunduklarına dair çok sayıda hâdise nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

Bu hususta İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanın­da idim. Üzerinde göğsüne iliştirdiği bir abası bulunduğu halde Hz. Ebû Bekir de vardı. Cebrâil Aleyhisselâm inerek dedi ki: ″Ey Allah’ın Peygamberi! Bana ne oluyor da Hz. Ebû Bekir’i üzerinde göğsünde iliklediği bir aba ile görüyorum?″ Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″O fetihten önce malını bana infak etti″ deyince, Cebrâil Aleyhisselâm şöyle de­di:

- Allah’u Teâlâ sana buyuruyor ki: ″Ebû Bekir’e selâm söyle ve ona bu fakir hâlinden hoş­nut musun, yoksa kızgın mısın?″ diye sor. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″Yâ Ebû Bekir! Allah’u Teâlâ sana selâm ediyor ve sen bu fakir hâlinden hoşnut mu­sun, yoksa kızgın mısın?″ diye soruyor. Hz. Ebû Bekir: ″Ben, Rabbime mi kızayım? Rabbimden râzıyım, Rabbimden râzıyım, Rabbimden râzıyım″ dedi.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

فَإِنَّ اللّٰهَ يَقُولُ لَكَ: قَدْ رَضِيتُ عَنْكَ كَمَا أَنْتَ عَنِّي رَاضٍ فَبَكَى أَبُو بَكْرٍ فَقَالَ جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلَامُ: وَالَّذِي بَعَثَكَ يَا مُحَمَّدُ بِالْحَقِّ لَقَدْ تَخَلَّلَتْ حَمَلَةُ الْعَرْشِ بِالْعُبِيِّ مُنْذُ تَخَلَّلَ صَاحِبُكَ هَذَا بِالْعَبَاءَةِ (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن ابن مسعود)

- Allah’u Teâlâ da sana diyor ki: ″Sen, Benden râzı olduğun gibi, Ben de senden râzı oldum.″ Hz. Ebû Bekir ağladı. Cebrâil Aleyhisselâm da dedi ki: ″Yâ Muhammed! Seni hak ile Peygamber olarak gönderene yemin olsun ki, Arş’ı taşıyanlar da, senin arkadaşın bu aba­yı giydi-ğinden bu yana aba giyindiler.″[3]

Abdurrahman İbn-i Habbab Radiyallâhu anhu da şöyle anlatmıştır:

شَهِدْتُ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَهُوَ يَحُثُّ عَلَى جَيْشِ الْعُسْرَةِ فَقَامَ عُثْمَانُ بْنُ عَفَّانَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ عَلَيَّ مِائَةُ بَعِيرٍ بِأَحْلَاسِهَا وَأَقْتَابِهَا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ ثُمَّ حَضَّ عَلَى الْجَيْشِ فَقَامَ عُثْمَانُ بْنُ عَفَّانَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ عَلَيَّ مِائَتَا بَعِيرٍ بِأَحْلَاسِهَا وَأَقْتَابِهَا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ ثُمَّ حَضَّ عَلَى الْجَيْشِ فَقَامَ عُثْمَانُ بْنُ عَفَّانَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ عَلَيَّ ثَلَاثُ مِائَةِ بَعِيرٍ بِأَحْلَاسِهَا وَأَقْتَابِهَا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ فَأَنَا رَأَيْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَنْزِلُ عَنْ الْمِنْبَرِ وَهُوَ يَقُولُ مَا عَلَى عُثْمَانَ مَا عَمِلَ بَعْدَ هَذِهِ مَا عَلَى عُثْمَانَ مَا عَمِلَ بَعْدَ هَذِهِ (ت عن عبد الرحمن بن خباب)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Tebuk Ordusu’nu techiz ederken şâhit oldum. Osman İbn-i Affan Radiyallâhu anhu kalktı ve ″Yâ Resûlallah! Yüz deve çuluyla, semeriyle Allah rızâsı için bendendir!″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ordu için bağış yapmaya tekrar teşvikte bulundu. Osman Radiyallâhu anhu yine kalkıp, ″Yâ Resûlallah! Çuluyla semeriyle iki yüz deve, Allah rızâsı için bendendir!″ dedi. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ordu için bağışta bulunmaya yine teşvikte bulundu. Osman Radiyallâhu anhu tekrar kalktı ve ″Yâ Resûlallah! Üç yüz deve çuluyla, semeriyle Allah rızâsı için bendendir!″ dedi.

Abdurrahman Radiyallâhu anhu der ki: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i minberden inerken gördüm, hem iniyor, hem de, ″Bu hayırdan sonra Osman’ın yapacağı hiçbir amel artık onun aleyhine olmaz!″ diyordu.[4]

Hz. Ömer Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

أَمَرَنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَوْمًا أَنْ نَتَصَدَّقَ فَوَافَقَ ذَلِكَ مَالًا عِنْدِي فَقُلْتُ الْيَوْمَ أَسْبِقُ أَبَا بَكْرٍ إِنْ سَبَقْتُهُ يَوْمًا فَجِئْتُ بِنِصْفِ مَالِي فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَا أَبْقَيْتَ لِأَهْلِكَ قُلْتُ مِثْلَهُ قَالَ وَأَتَى أَبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ بِكُلِّ مَا عِنْدَهُ فَقَالَ لَهُ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَا أَبْقَيْتَ لِأَهْلِكَ قَالَ أَبْقَيْتُ لَهُمْ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ قُلْتُ لَا أُسَابِقُكَ إِلَى شَيْءٍ أَبَدًا (د عن عمر)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün bize sadaka vermemizi emretti. Bu emir, bende mal bulunan bir zamana rastladı. Kendi kendime: ″Bir gün Ebû Bekir’i geçersem, işte bugün geçerim″ dedim ve malımın yarısını getirdim. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ailene ne bıraktın?″ dedi. Ben de: ″Bu kadarını, dedim. Ebû Bekir de malının hepsini getirdi, sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona: ″Ailene ne bıraktın?″ dedi. O da: Onlara Allah ve Resûlünü bıraktım″ dedi. Bunun üzerine ona: ″Bundan sonra seninle hiçbir şeyde aslâ yarışmam″ dedim.[5]


[1] Müd; genel olarak bir kimsenin iki avucunu buğday yığınına daldırdığında ele gelen buğday miktarına denk gelen bir ölçü birimidir. Yaklaşık 832 gr.’dır. Su olarak ise yaklaşık bir litreye denk gelmektedir

[2] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 23, s. 175-176.

[3] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 17, s. 240.

[4] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 57; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4402.

[5] Sünen-i Ebû Dâvud, Zekât 40.


﴿ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يُقْرِضُ اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ وَلَهُٓ اَجْرٌ كَر۪يمٌۚ ﴿١١﴾

11. Her kim ki, Allah için güzel bir ödünç ile ödünçte bulunur, Allah’u Teâlâ mükâfatını kat kat verir ve onun için çok güzel bir mükâfat da vardır.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Allah için güzel bir ödünç ile ödünçte bulunur″ diye buyrulmaktadır. Burada geçen ″Ödünç″ ifadesi, Allah için yapılan ve karşılığı sâdece Allah’tan beklenen infak ve Allah için bir kimseye ödünç vermek anlamına gelmektedir. Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 245 ve izahına bakınız.


﴿ يَوْمَ تَرَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ يَسْعٰى نُورُهُمْ بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَبِاَيْمَانِهِمْ بُشْرٰيكُمُ الْيَوْمَ جَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُۚ ﴿١٢﴾

12. O gün Mü’min erkekleri ve Mü’min kadınları görürsün ki, nûrları önleri ve sağ tarafları arasında koşar. Onlara: ″Bugün sizin müjdeniz, altlarından nehirler akan Cennettir. Orada ebedî olarak kalacaksınız″ denir. İşte büyük kurtuluş budur.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ مَنْ يُضِيء نُوره كَمَا بَيْن الْمَدِينَة وَعَدَن أَوْ مَا بَيْن الْمَدِينَة وَصَنْعَاء وَدُون ذَلِكَ حَتَّى يَكُون مِنْهُمْ مَنْ لَا يُضِيء نُوره إِلَّا مَوْضِع قَدَمَيْهِ (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن قتادة)

″Mü’minlerden kimisinin nûru, Medîne ile Aden ya da Medî­ne ile San’a arasındaki bir bölge gibi bir yeri aydınlatacaktır. Kimisi daha aşa­ğı bir bölgeyi aydınlatacak; tâ ki aralarında, nûru ancak ayaklarının bastığı ye­ri aydınlatacak olan kimseler de olacaktır.″[1]


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 17, s. 244.


﴿ يَوْمَ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا انْظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِنْ نُورِكُمْ ق۪يلَ ارْجِعُوا وَرَٓاءَكُمْ فَالْتَمِسُوا نُورًاۜ فَضُرِبَ بَيْنَهُمْ بِسُورٍ لَهُ بَابٌۜ بَاطِنُهُ ف۪يهِ الرَّحْمَةُ وَظَاهِرُهُ مِنْ قِبَلِهِ الْعَذَابُۜ ﴿١٣﴾

13. O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar, Mü’minlere: ″Bizi bekleyin; nûrunuzdan biz de istifâde edelim!″ derler. Mü’minler de onlara: ″Arkanıza (dünyâya) dönün de oradan nûru arayın!″ derler. Artık aralarına kapısı bulunan bir sur çekilir ki, onun iç tarafında rahmet, dış tarafında da azap vardır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ تَعَالَى يَدْعُو النَّاسَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ بِأَسْمَائِهِمْ سِتْرًا مِنْهُ عَلَى عِبَادِهِ، وَأَمَّا عِنْدَ الصِّرَاطِ، فَإِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يُعْطِي كُلَّ مُؤْمِنٍ نُورًا، وَكُلَّ مُؤْمِنَةٍ نُورًا، وَكُلَّ مُنَافِقٍ نُورًا، فَإِذَا اسْتَوَوْا عَلَى الصِّرَاطِ سَلَبَ اللّٰهُ نُورَ الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ، فَقَالَ الْمُنَافِقُونَ: انْظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِنْ نُورِكُمْ [الحديد آية 13] وَقَالَ الْمُؤْمِنُونَ: رَبَّنَا أَتْمِمْ لَنَا نُورَنا [التحريم آية 8] فَلا يَذْكُرُ عِنْدَ ذَلِكَ أَحَدٌ أَحَدًا. (طب عن ابن عباس)

Allah’u Teâlâ, mahşer günü insanları isimleriyle çağırır. Bu O’nun kullarını korumasıdır. Allah’u Teâlâ sırat köprüsünün yanında her Mü’mine ve her münâfığa bir nûr verir. Sırat’a vardıklarında da münafık erkek ve münâfık kadınların nûrları geri alınır. Sûre-i Hadîd, Âyet 13’te geçtiği üzere, ″O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar, Mü’minlere: ″Bizi bekleyin; nûrunuzdan biz de istifâde edelim!″ derler. Mü’minler de onlara: ″Arkanıza (dünyâya) dönün de oradan nûru arayın!″ derler. Artık aralarına kapısı bulunan bir sur çekilir ki, onun iç tarafında rahmet, dış tarafında da azap vardır.″ Yine o zaman Mü’minler, Sûre-i Tahrîm, Âyet 8’de geçtiği üzere, ″Ey Rabbimiz! Bizim nûrumuzu tamamla…″ derler. Bu sırada kimse kimseyi zikretmez.[1]


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 11079.


﴿ يُنَادُونَهُمْ اَلَمْ نَكُنْ مَعَكُمْۜ قَالُوا بَلٰى وَلٰكِنَّكُمْ فَتَنْتُمْ اَنْفُسَكُمْ وَتَرَبَّصْتُمْ وَارْتَبْتُمْ وَغَرَّتْكُمُ الْاَمَانِيُّ حَتّٰى جَٓاءَ اَمْرُ اللّٰهِ وَغَرَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ ﴿١٤﴾ فَالْيَوْمَ لَا يُؤْخَذُ مِنْكُمْ فِدْيَةٌ وَلَا مِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ مَأْوٰيكُمُ النَّارُۜ هِيَ مَوْلٰيكُمْۜ وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ ﴿١٥﴾

14-15. Dışarıda kalan münâfıklar, Mü’minlere: ″Dünyâda sizinle beraber değil miydik?″ diye nidâ ederler. Mü’minler de derler ki: ″Evet, lâkin siz nefislerinizi nifak fitnesine düşürdünüz, Mü’minler için musîbet beklediniz ve dinde şüphe ettiniz; Allah’ın emri gelinceye (ölünceye) kadar (nefsinizin size hoş gösterdiği) boş ameller sizi aldattı. Ve şeytan sizi Allah ile (O’nun affına güvendirerek) aldattı.* Ey münâfıklar! Bugün sizden ve kâfir olanlardan fidye kabul olunmaz. Varacağınız yer ateştir, dostunuz da o ateştir. Orası, ne kötü bir dönüş yeridir.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de münâfıklara hitâben: ″Ve şeytan sizi Allah ile aldattı″ diye buyrulmaktadır. Yani şeytan, ″Sizin münâfıkça hareketleriniz, Allah’ın rızâsına uygundur″ dedi ve ″Allah, bağışlayıcıdır, esirgeyicidir, sizi affeder, istediğiniz kadar zevkinize bakın, sizi günahlarınızdan dolayı azâba çarptırmaz″ diyerek sizi öyle kâfirce bir hâlde yaşamaya sevk etmiş oldu, demektir.


﴿ اَلَمْ يَأْنِ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْ تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللّٰهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّۙ وَلَا يَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلُ فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْاَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْۜ وَكَث۪يرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ ﴿١٦﴾

16. Îman edenlerin, Allah’ın zikrine ve Hak’tan inene (Kur’ân’a) karşı kalplerinin huşû içinde olması zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerlerinden uzun zaman geçince, kalpleri katılaşan kimseler gibi olmasınlar. Onların birçoğu (yoldan çıkmış) fâsık kimselerdir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’yle, gaflet içinde yaşayan Müslümanların, huşû ile ibâdetlerini yapmaları emredilmiştir. Huşû, itaatkâr olmak, boyun eğmek, Allah’a tam teslim olmak, alçak gönüllü olmak, Allah korkusundan titremek, ürpermek gibi anlamlara gelmektedir.

Bu âyet hakkında İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

مَا كَانَ بَيْنَ إِسْلَامِنَا وَبَيْنَ أَنْ عَاتَبَنَا اللّٰهُ بِهَذِهِ الْآيَةِ {أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ آمَنُوا أَنْ تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللّٰهِ} إِلَّا أَرْبَعُ سِنِينَ (م عن ابم مسعود)

Bizim Müslüman olmamız ile Allah’u Teâlâ’nın: ″Îman edenlerin, Allah’ın zikrine ve Hak’tan inene (Kur’ân’a) karşı kalplerinin huşû içinde olması zamanı gelmedi mi?″ diye geçen âyet ile bize sitemde bulunması arasında sâdece dört yıllık bir za­man geçmiştir.[1]

Nakledildiğine göre; Müslümanlar, Medîne-i Münevvere’ye hicret edince, bol rızka, nîmete ve rahata nâil olmuşlardı. Bu nedenle de bâzıları ibâdet ve taat hususunda rehâvete kapılarak gaflete düşmüşlerdi. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ bu âyeti indirerek Müslümanları uyarmıştır.

Âyet-i Kerîme’de, kendilerine benzememeleri emredilen zümre hakkında da Abdullah b. Mes’ud Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

- İsrailoğullarına, Hz. Mûsâ’dan sonra uzun bir zaman geçince, onların kalpleri katılaştı. Onlar, nefislerine hoş gelen bir kitap uydurdular. ″Biz bunu İsrailoğullarına teklif edelim, kim buna îman ederse onu serbest bırakırız, kim de inkâr ederse öldürürüz″ dediler ve dediklerini yapmaya başladılar.


[1] Sahih-i Müslim, Tefsir 1 (24 Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7257.


﴿ اِعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۜ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ ﴿١٧﴾

17. Bilin ki, yeri ölümünden (bitkiler kuruduktan) sonra dirilten Allah’tır. Şüphesiz ki Biz, akletmeniz için âyetleri size açıkça bildirdik.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

فى قوله اِعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۜ قال بِلَيِّنِ الْقُلُوبِ بَعْدَ قَسْوَتِهَا فَيَجْعَلُهَا مُخْبَتِةً مُنِيْبَةً يَحْيَى الْقُلُوبَ المَيِّتَةِ بِالْعِلْمِ وَالْحِكْمَةِ وِاِلَّا فَقَدْ علم اِحْيَاء الاَرْضِ بِالْمَطَرِ مُشَاهِدَةٌ. (رزين ابن عباس)

″Bilin ki, yeri ölümünden (bitkiler kuruduktan) sonra dirilten Allah’tır…″ diye devam eden Sûre-i Hadîd, Âyet 17’den kasıt, Allah’u Teâlâ’nın, katılaştıktan sonra kalpleri yumuşatması, şefkatli ve güzel kılmasıdır. Allah’u Teâlâ ölü kalpleri ilim ve hikmetle canlandırır. Yoksa yerin canlandırılması yağmurla olur ve bu görünen bir şeydir.[1]

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ لُقْمَانَ، قَالَ لابْنِهِ: يَا بنيَّ عَلَيْكَ بِمَجَالِسِ الْعُلَمَاءِ، وَاسْتَمِعْ كَلَامَ الْحُكَمَاءِ، فَإِنَّ اللّٰهَ يُحْيِي الْقَلْبَ الْمَيِّتَ بِنُورِ الْحِكْمَةِ، كَمَا يُحْيِي الأَرْضَ الْمَيْتَةَ بِوَابِلِ الْمَطَرِ (طب عن أبي أمامة)

Lokman Aleyhisselâm, oğluna dedi ki: ″Oğulcuğum! Ulemânın meclisine devam et. Ve Hükemânın kelâmını dinle. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, ölü kalbi hikmet nûruyla diriltir, şiddetli yağmurun ölü toprağı dirilttiği gibi.″[2]


[1] Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7258.

[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 7716.


﴿ اِنَّ الْمُصَّدِّق۪ينَ وَالْمُصَّدِّقَاتِ وَاَقْرَضُوا اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًا يُضَاعَفُ لَهُمْ وَلَهُمْ اَجْرٌ كَر۪يمٌ ﴿١٨﴾

18. Muhakkak ki, tasadduk eden erkeklerin ve tasadduk eden kadınların ve Allah için güzel bir ödünç ile ödünçte bulunanların mükâfatları kat kat verilir. Onlar için çok güzel bir mükâfat da vardır.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Allah için güzel bir ödünç ile ödünçte bulunanların″ diye buyrulmaktadır. Burada geçen ″Ödünç″ ifadesi, Allah için yapılan ve karşılığı sâdece Allah’tan beklenen infak ve Allah için bir kimseye ödünç vermek anlamına gelmektedir. Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 245 ve izahına bakınız.


﴿ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ٓ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الصِّدّ۪يقُونَۗ وَالشُّهَدَٓاءُ عِنْدَ رَبِّهِمْۜ لَهُمْ اَجْرُهُمْ وَنُورُهُمْۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَح۪يمِ۟ ﴿١٩﴾

19. Allah’a ve Resullerine îman edenler var ya, işte onlar Rableri katında sıddîk ve şehitler mertebesindedirler. Onların mükâfatları ve nûrları vardır. Kâfir olup âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar Cehennem ehlidirler.

İzah: Allah katında sıddîk ve şehitler mertebesinde olanlarla ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

كَمْ مِمَّنْ أَصَابَهُ السِّلَاحُ وَلَيْسَ بِشَهِيدٍ وَلَا حَمِيدَ وَكَمْ مِمَّنْ قَدْ مَاتَ عَلَى فِرَاشِهِ حَتْفَ أَنْفِهِ عِنْدَ اللّٰهِ صَدِّيقٌ وَشَهِيدٌ (ابو الشيخ حل عن ابى ذر)

″Nice silahla vurulup öldürülenler var ki, şehit değildir. Övülmüş de değildir. Yemin ederim ki, nice kendi döşeğinde eceli ile ölen var ki, hem sıddîktir, hem de şehit.″[1]

اَلقَائِمُ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادَ اُمَّتِى لَهُ اَجْرُ مِأَتِ شَهِيدٍ (ك فى تاريخه طب عن محمد ابن عجلان)

″Ümmetim fesâda gittiği zamanda sünnetimle amel edenlere yüz şehit sevabı vardır.″[2]

إِنَّ أَهْلَ الْجَنَّةِ لَيَتَرَاءَوْنَ أَهْلَ الْغُرَفِ مِنْ فَوْقِهِمْ كَمَا تَتَرَاءَوْنَ الْكَوْكَبَ الدُّرِّيَّ الْغَابِرَ مِنَ الْأُفُقِ مِنَ الْمَشْرِقِ أَوْ الْمَغْرِبِ لِتَفَاضُلِ مَا بَيْنَهُمْ قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ تِلْكَ مَنَازِلُ الْأَنْبِيَاءِ لَا يَبْلُغُهَا غَيْرُهُمْ قَالَ بَلَى وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ رِجَالٌ آمَنُوا بِاللّٰهِ وَصَدَّقُوا الْمُرْسَلِينَ (م ابى سعيد الخدرى)

″Şüphesiz Cennet ehli, üstlerinde bulunan köşklerdeki kimselerin makâmını, sizin doğu veya batı tarafında ufukta bulunan ve inci gibi parıldayan yıldızı gördüğünüz gibi göreceklerdir. Buna sebep ise aralarındaki fazilet farkıdır.″ ″Yâ Resûlallah! O dedikleriniz Peygam-berlerin makâmıdır, zâten onlardan başka kimse oraya ulaşamaz″ dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: ″Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, hayır! Bunlar, Allah’a îman eden ve Resûlleri tasdik eden birtakım kimselerdir.″[3]

إِنَّ أَهْلَ الدَّرَجَاتِ الْعُلَى لَيَرَوْنَ مَنْ فَوْقَهُمْ كَمَا تَرَوْنَ الْكَوْكَبَ الدُّرِّيَّ فِي أُفُقِ السَّمَاءِ وَإِنَّ أَبَا بَكْرٍ وَعُمَرَ مِنْهُمْ وَأَنْعَمَا (حم عن ابى سعيد)

″Şüphesiz yüksek Cennetlerde bulunan kimseleri, onlardan daha aşağı derecelerde bulunanlar, sizden her­hangi birinizin semânın ufkundaki bir yıldızı gördüğü gibi görür ve elbette ki Ebû Bekir ve Ömer Radiyallâhu anhumâ onlardandır. Onlar çok büyük nîmetlere ulaşmış olacaklardır.″[4]


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 344/3.

[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 1320; Kanz’ul-Ummal, Hadis No: 884.

[3] Sahih-i Müslim, Cennet 4 (11).

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10774.


﴿ اِعْلَمُٓوا اَنَّمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَز۪ينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِي الْاَمْوَالِ وَالْاَوْلَادِۜ كَمَثَلِ غَيْثٍ اَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ ثُمَّ يَه۪يجُ فَتَرٰيهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَكُونُ حُطَامًاۜ وَفِي الْاٰخِرَةِ عَذَابٌ شَد۪يدٌۙ وَمَغْفِرَةٌ مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانٌۜ وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ ﴿٢٠﴾

20. Bilin ki, dünyâ hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme, mal ve evlatların çoğalmasından ibârettir. Dünyâ hayatı şuna benzer ki; yağmur yağar ve onunla hâsıl olan bitkiyi çiftçiler beğenirler. Lâkin çok geçmeden kurur, sararır, sonra da çerçöp hâline gelir. İşte (dünyâyı üstün görenler için) âhirette şiddetli bir azap vardır. Ve (Mü’minler için) Allah’ın bağışlaması ve rızâsı vardır. Dünyâ hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir.

İzah: Allah’u Teâlâ birçok Âyet-i Kerîme’de buna benzer misaller vererek dünyâ hayatının geçici olduğunu, biz kullarına bildirip, kendimizi dünyâya kaptırmamamızı, emir ve yasaklarına uymamızı emretmektedir.

Bu husus Sûre-i En’âm, Âyet 32’de de şöyle geçmektedir:

″Dünyâ hayatı, bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Takvâ sahipleri için âhiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Hâlâ akletmiyor musunuz?″

Allah katında dünyânın önemsiz olduğuna dair Sehl b. Sa’d Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كُنَّا مَعَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِذِي الْحُلَيْفَةِ فَإِذَا هُوَ بِشَاةٍ مَيِّتَةٍ شَائِلَةٍ بِرِجْلِهَا فَقَالَ أَتُرَوْنَ هَذِهِ هَيِّنَةً عَلَى صَاحِبِهَا فَوَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَلدُّنْيَا أَهْوَنُ عَلَى اللّٰهِ مِنْ هَذِهِ عَلَى صَاحِبِهَا وَلَوْ كَانَتْ الدُّنْيَا تَزِنُ عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا سَقَى كَافِرًا مِنْهَا قَطْرَةً أَبَدًا (ه عن سهل بن سعد)

Biz, Zuاhüleyfe’de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraberdik. Peygamberimiz, şişkinlikten ayakları havaya kalkmış murdar bir koyunla karşılaştı. Bunun üzerine buyurdu ki: ″Şu murdar koyunun sahibinin yanında ne kadar kıymetsiz olduğunu görüyor musunuz? Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah katında dünyâ, sahibi yanında şu koyundan daha kıymetsizdir. Eğer dünyâ, Allah katında bir sivrisinek kanadı kadar kıymetli olsaydı, Allah’u Teâlâ, bir kâfire dünyâ sularından bir damla bile içirmezdi.″[1]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 3.


﴿ سَابِقُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا كَعَرْضِ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِۙ اُعِدَّتْ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ۜ ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ ﴿٢١﴾

21. Siz, Rabbinizin affı ve genişliği gökle yerin genişliği kadar olan Cenneti kazandıracak ameller hususunda yarışın. Bu Cennet, Allah’a ve Resullerine îman edenler için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah’ın lütfudur, bunu dilediğine verir. Allah’u Teâlâ, büyük lütuf sahibidir.


﴿ مَٓا اَصَابَ مِنْ مُص۪يبَةٍ فِي الْاَرْضِ وَلَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَبْرَاَهَاۜ اِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يرٌۚ ﴿٢٢﴾ لِكَيْلَا تَأْسَوْا عَلٰى مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَٓا اٰتٰيكُمْۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍۙ ﴿٢٣﴾ اَلَّذ۪ينَ يَبْخَلُونَ وَيَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِۜ وَمَنْ يَتَوَلَّ فَاِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَم۪يدُ ﴿٢٤﴾

22-24. Size yerde ve nefislerinizde bir musîbet isâbet etmez ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır.* Bu da (dünyâ nîmetlerinden) elinizden çıkana üzülmemeniz ve size verdiği ile de sevinip mağrur olmamanız içindir. Allah’u Teâlâ, kibirlenen ve övünenlerin hiçbirini sevmez.* Onlar, cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği emrederler. Her kim (Allah’ın emrinden) yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, hiçbir şeye muhtaç değil­dir, hamde lâyık olandır.

İzah: Levh-i Mahfuz hakkında Allah’u Teâlâ Sûre-i Ra’d, Âyet 39’da da şöyle buyurmuştur:

Allah’u Teâlâ, dilediği hükmü siler ve dilediğini sâbit bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ لَوْحًا مَحْفُوظًا مِنْ دُرَّةٍ بَيْضَاءَ صَفَحَاتُهَا مِنْ يَاقُوتَةٍ حَمْرَاءَ قَلَمُهُ نُورٌ لِلّٰهِ فِيهِ فِي كُلِّ يَوْمٍ سِتُّونَ وَثَلاثُمائَةِ لَحْظَةٍ يَخْلُقُ وَيَرْزُقُ وَيُمِيتُ وَيُحْيِي وَيُعِزُّ وَيُذِلُّ وَيَفْعَلُ مَا يَشَاءُ. (طب عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ beyaz inciden bir Levh-i Mahfuz yarattı ki, onun sayfaları kırmızı yakuttan olup kalemi de nurdur. Allah’u Teâlâ için her gün üç yüz altmış lâhza vardır (her gün üç yüz altmış defa nazar eder). Yaratır, rızık verir, öldürür, yaşatır, aziz kılar, zelil eder ve dilediğini yapar.″[1]

İnsanın başına gelecek olan her türlü hâdisenin Levh-i Mahfuz’da kayıtlı olduğu ve bunların da değişebileceğine dair daha geniş bilgi için Sûre-i Ra’d, Âyet 39 ve izahına bakınız.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ: ″Bu da, dünyâ nîmetlerinden elinizden çıkana üzülmemeniz ve size verdiği ile de sevinip mağrur olmamanız içindir…″ diye geçen âyet hakkında da şöyle buyurmuştur:

- Hayatında üzülmeyen ve sevinmeyen hiçbir kimse yoktur. Ancak Müslümana belâ geldiğinde ona sabreder, nîmetler veril­diğinde de ona şükrederse, bu âyetin emrine uymuş olur.

Bu Âyet-i Kerîme, kaderin insanlar için büyük bir teselli kaynağı ve aynı zamanda şımarmasına da engel olduğunu beyan etmektedir. Zîrâ bir Müslüman, başına gelen felâketleri kendi nefsine yükleyip, Allah’ın takdiri ile olduğuna inanarak sabreder, Allah’ın lütfundan vermiş olduğu nîmetler karşısında da şımarmaz ve başkalarına karşı böbürlenmez.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Nisâ, Âyet 79’da şöyle buyurmuştur:

Sana ne iyilik gelirse Allah’u Teâlâ’dandır. Sana ne kötülük gelirse kendi nefsindendir...″

Yine Âyet-i Kerîme’de geçen kibir ve övünme, Allah’ın sevmediği kötü ahlâklardandır. Bu kötü ahlâklar yedidir.

Birincisi: Kibirdir. Başkalarını küçük görüp kendini büyük bilmektir.

İkincisi: Ucuptur. Ameline, ilmine güvenerek mağrurlanmak; gaflete düşüp kendi noksanlarını unutarak, halkın noksanını aramak; meclislerde kendini överek, başkalarına kıymet vermeyip gururlanmaktır.

Üçüncüsü: Riyâdır. Kişinin yaptığı ibâdetini halkın görmesinden zevk almasıdır. Bu kimse yaptığı ibâdeti halka göstermeyi sever. Halka dâimâ kendinin iyi tarafını göstermeye çalışır.

Dördüncüsü: Bahildir, cimriliktir. Kimseye yedirmez, içirmez, infakta bulunmaz.

Beşincisi: Hasettir. Kişinin kendi gibi olan arkadaşını kıskanmasıdır. Nitekim şeytan da kibirlenerek Âdem (Aleyhisselam)’ı haset ettiğinden lânet tokunu[2] giymiştir.

Altıncısı: Gazaptır, öfkelenmektir. Böylece kişi Allah’ı unutup, nefsin hevâsına ve şeytana tâbi olur. Kişi aczini bilse gazaplanmaz. Gazap, Allah’ı unutmaktan ileri gelir. Ancak gazap bir tek din için olursa, zarar vermez.

Yedincisi: Hubbu Dünyâdır. Dünyâyı sevmek, dünyâ malına aldanıp Allah’ı unutmaktır. Yani dünyâ hırsı ile âhireti terk etmektir.

Yine Âyet-i Kerîme’de: Onlar, cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği emrederler″ diye geçen ifade; Allah’ın sevmediği bu kibirli ve övünen insanlar, Allah’u Teâlâ’nın kendilerine ihsan ettiği mallarda cimrilik ederler. Allah’ın farz kıldığı mâlî yükümlülüklerini yerine getirmezler. Hem zekât vermezler, hem de ihtiyaç sahiplerine infakta bulunmazlar. Bu kimseler ayrıca başkalarına da bu şekilde cimri olmaları­nı emrederler, anlâmındadır. Bir kimsenin cimrilikten kurtulabilmesi için zekâtını tam olarak vermesi gerekir. Cömertliğin en azı budur. Bir kimse zekât verse dahi, eğer malının kötüsünden veya eksik veriyorsa, o kimse cimri sayılır.

Cömertlik hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلسَّخَاءُ شَجَرَةٌ مِنْ أَشْجَارِ الْجَنَّةِ أَغْصَانُهَا مُتَدَلِّيَاتٌ فِي الدُّنْيَا فَمَنْ اَخَذَ بِغُصْنٍ مِنْهَا قَادَهُ ذَلِكَ الْغُصْنُ إِلَى الْجَنَّةِ وَالْبُخْلُ شَجَرَةٌ مِنْ أَشْجَارِ النَّارِ أَغْصَانُهَا مُتَدَلِّيَاتٌ فِي الدُّنْيَا فَمَنْ اَخَذَ بِغُصْنٍ مِنْ أَغْصَانِهَا قَادَهُ ذَلِكَ الْغُصْنُ إِلَى النَّارِ (قط فى الافراد هب خط عد حل هب كر عن على وانس وابى هريرة وجابر)

″Cömertlik, öyle bir ağaçtır ki, kökü Cennettedir. Dalları dünyâya sarkmıştır. Kim ki o ağacın bir dalına tutunursa, bu dal onu Cennete götürür. Cimrilik de öyle bir ağaçtır ki, kökü Cehennemdedir. Onun da dalları dünyâya sarkmıştır. Kim ki onun dallarından birine tutunursa, bu dal da onu Cehenneme götürür.″[3]


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 12348.

[2] Burada geçen ″Tok″ ifadesi, boğaza takılan metalden veya ahşaptan bir cisimdir ki, düşmanlarını aşağılamak için mahkûmlara veya esirlere takılır. İşte lânet toku diye söylenmesi de, Allah’ın lânetinin onun boynuna geçirilmesi, demektir.

[3] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 10449; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 213/3.


﴿ لَقَدْ اَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَاَنْزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْم۪يزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِۚ وَاَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ ف۪يهِ بَأْسٌ شَد۪يدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ مَنْ يَنْصُرُهُ وَرُسُلَهُ بِالْغَيْبِۜ اِنَّ اللّٰهَ قَوِيٌّ عَز۪يزٌ۟ ﴿٢٥﴾

25. Yemin olsun ki Biz, Peygamberlerimizi apaçık mûcizelerle gönderdik. İnsanların adâletle kâim olmaları için, o Peygamberlerle beraber kitabı ve mizanı (ölçüyü, adâleti) indirdik. Ayrıca kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için birçok menfaatler bulunan demiri de indirdik. Bu da Allah’u Teâlâ’nın, kendi dînine ve Peygamberlerine görmediği halde yardım edecek olanları ortaya çıkarması içindir. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, çok kuvvetlidir ve her şeye gâliptir.

İzah: Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ demirden bahsetmektedir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَنَّ اللّٰهَ أَنْزَلَ أَرْبَعَ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَاءِ إلَى الْأَرْضِ فَأَنْزَلَ الْحَدِيدَ وَالْمَاءَ وَالنَّارَ وَالْمِلْحَ (فر عن ابن عمر)

″Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, semâdan yeryüzüne dört bereket indirmiştir: Demir, ateş, su ve tuz.″[1]


[1] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 41651.


﴿ وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحًا وَاِبْرٰه۪يمَ وَجَعَلْنَا ف۪ي ذُرِّيَّتِهِمَا النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ فَمِنْهُمْ مُهْتَدٍۚ وَكَث۪يرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ ﴿٢٦﴾

26. Yemin olsun ki Biz, Nûh’u ve İbrâhim’i Peygamber olarak gönderdik. Peygamberliği ve kitabı onların zürriyetlerinde yerleştirdik. Onlardan bir kısmı hidâyete nâil oldular, onlardan birçoğu da (yoldan çıkmış) fâsık kimselerdir.


﴿ ثُمَّ قَفَّيْنَا عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ بِرُسُلِنَا وَقَفَّيْنَا بِع۪يسَى ابْنِ مَرْيَمَ وَاٰتَيْنَاهُ الْاِنْج۪يلَ وَجَعَلْنَا ف۪ي قُلُوبِ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُ رَأْفَةً وَرَحْمَةًۜ وَرَهْبَانِيَّةًۨ ابْتَدَعُوهَا مَا كَتَبْنَاهَا عَلَيْهِمْ اِلَّا ابْتِغَٓاءَ رِضْوَانِ اللّٰهِ فَمَا رَعَوْهَا حَقَّ رِعَايَتِهَاۚ فَاٰتَيْنَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْهُمْ اَجْرَهُمْۚ وَكَث۪يرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ ﴿٢٧﴾

27. Sonra onları tâkiben diğer Peygamberlerimizi gönderdik. Müteakiben de Meryem oğlu Îsâ’yı gönderdik, ona İncil’i verdik ve kendisine tâbi olanların kalplerine şefkat ve merhamet koyduk. Kendilerinin icat ettiği ruhbanlığa gelince, Biz onu onlar üzerine farz kılmamıştık, ancak Allah’ın rızâsını elde etmek için onu yaptılar. Fakat ona da hakkıyla riâyet etmediler. Biz de onlardan îman edenlere mükâfatlarını verdik. Onlardan birçoğu da (yoldan çıkmış) fâsık kimselerdir.

İzah: Bu Ayet-i Kerîme’de, Hristiyanlardan bâzılarının yaptığı Ruhbanlıktan bahsedilmektedir. Ruhbanlık; dünyâdan el çekerek halktan uzaklaşarak mağara gibi ıssız yerlere girip inzivaya çekilerek yapılan ibâdet şeklidir. Hristiyanlar, önceleri bu ibâdetleri hakkıyla yapıyorlardı, bunu onlara Allah’u Teâlâ farz kılmadı, kendi istekleriyle yaptılar. Fakat daha sonra bunu da lâyıkı ile yapamadılar ve onlardan birçokları, ″Allah’u Teâlâ’nın helâl kıldığı evlenmeyi, dünyâdan uzaklaşacağız″ diye kendilerine haram kılarak dalâlete düştüler.

Bu hususta Semure Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ نَهَى عَنْ التَّبَتُّلِ (ن ت عن سمرة)

″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, evlenmemek şeklindeki ruhbanlığı yasakladı.″[1]

Ayrıca Hristiyanlar daha da ileri gidip, çokları; ″Allah üçtür″ diyerek şirke düşüp kâfir oldular. Ancak bunlardan hak üzere olanlar ise, Necâşi Hazretleri gibi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i duyar duymaz hemen îman ettiler. Bunlar, ecirlerini kat kat aldılar.

Bu hususta da İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

كَانَتْ مُلُوكٌ بَعْدَ عِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ عَلَيْهِ الصَّلَاة وَالسَّلَامُ بَدَّلُوا التَّوْرَاةَ وَالْإِنْجِيلَ وَكَانَ فِيهِمْ مُؤْمِنُونَ يَقْرَءُونَ التَّوْرَاةَ قِيلَ لِمُلُوكِهِمْ مَا نَجِدُ شَتْمًا أَشَدَّ مِنْ شَتْمٍ يَشْتِمُونَّا هَؤُلَاءِ إِنَّهُمْ يَقْرَءُونَ {وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللّٰهُ فَأُولَئِكَ هُمْ الْكَافِرُونَ} وَهَؤُلَاءِ الْآيَاتِ مَعَ مَا يَعِيبُونَّا بِهِ فِي أَعْمَالِنَا فِي قِرَاءَتِهِمْ فَادْعُهُمْ فَلْيَقْرَءُوا كَمَا نَقْرَأُ وَلْيُؤْمِنُوا كَمَا آمَنَّا فَدَعَاهُمْ فَجَمَعَهُمْ وَعَرَضَ عَلَيْهِمْ الْقَتْلَ أَوْ يَتْرُكُوا قِرَاءَةَ التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ إِلَّا مَا بَدَّلُوا مِنْهَا فَقَالُوا مَا تُرِيدُونَ إِلَى ذَلِكَ دَعُونَا... (ن عن ابن عباس)

Meryem oğlu İsâ Aleyhisselâm’dan sonra krallar hem Tevrat’ı, hem de İncil’i değiştirdiler. Aralarında bunların bozulmamış hâlini oku­yan Mü’minler de vardı. Krallarına denildi ki: ″Bunların bize hakaretinden daha şiddetli bir hakaret ve sataşma görmedik. Zîrâ Onlar: ″Her kim Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse, işte onlar kâfirdirler[2] âyetini okuyorlar, üstelik bizim yaptıklarımızı kötüleyen birtakım âyetler de okuyorlar. Onları çağır ve bizim okuduğumuz gibi okusunlar. Bizim îman ettiğimiz gibi îman etsinler″ dediler. Bunun üzerine Kral onları çağırıp bir araya topladı ve onlara: ″Ya sizi öldüreceğim ya da Tevrat’la İncil’i tahrif edildiği şekilde okuyacaksınız″ dedi. Onlar: ″Neden bizden bunu istiyorsunuz? Bırakın yakamızı!″ dediler. Daha sonra içle­rinden bir taife: ″Bize yüksek bir bina yapın oraya çıkalım, yiyecek ve içeceğimizi de yukarıya çekebileceğimiz bir şey verin. Ondan sonra sizinle bizim bir alakamız kalmaz″ dediler. Bir taife de: ″Bırakın yakamızı, buradan gidelim, yabani hayvan­lar gibi doğadan yiyip içelim. Eğer sizin topraklarınızda bizi görüp yakalar­sanız öldürün!″ dediler. Diğer bir grup ise: ″Issız top­raklarda bize evler yapın, oraya gidelim, ku­yular açalım, ziraat yapalım, geçinip gidelim, ne siz bizim yüzümüzü görün, ne de biz sizin yüzünüzü görelim″ dediler.

Kabilelerden herkesin bunlar arasında yakınları vardı. Bu sebeple Kral da o Mü’minleri öldürmekten vazgeçti ve on­ların bu muhtelif tekliflerini kabul etti. Allah’u Teâlâ bunlar hakkında: ″… Kendilerinin icat ettiği ruhbanlığa gelince, Biz onu onlar üzerine farz kılmamıştık, ancak Allah’ın rızâsını elde etmek için onu yaptılar. Fakat ona da hakkıyla riâyet etmediler…″ diye geçen Sûre-i Hadîd, Âyet 27’i indirdi. Geri kalan kısmı da: ″Filancaların taptıkları gibi tapalım, filancaların seyahat ettiği gi­bi seyahat edelim″ dediler. Bunlar uydukları kimselerin îmanı hakkında bile herhangi bir bilgileri olmadan şirke saplandılar.

Peygam­berimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Peygamber olarak gönderilince, o Mü’minlerden pek azı kal­mıştı. Mabedinde olanlar aşağı indi, seyahata çıkmış olanlar geri geldi, manastırda olanlar da dışarıya çıktılar. Geldiler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e îman edip onu tasdik ettiler. Allah’u Teâlâ bunlar hakkında: ″Ey (önceki Peygamberlere) îman edenler! Allah’tan korkun ve Resûlüne (Muhammed Aleyhis-selâm’a) îman edin ki, Allah’u Teâlâ rahmetini size iki kat versin…″ diye geçen Sûre-i Hadîd, Âyet 28’i indirdi. Hz. Îsâ’ya, Tevrat ve İn­cil’e îman etmeleri, bir de Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e îman edip tasdik etmeleri sebebiyle iki kat ecri hak etmişlerdir. Bu âyetin devamında Allah’u Teâlâ: ″Size aydınlığında yürüyeceğiniz bir nûr ihsan etsin″ diye buyurdu. Yani bu nûr, Kur’ân’a ve Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e tâbi olmalarıdır. Allah’u Teâlâ Sûre-i Hadîd, Âyet 29’da da şöyle buyurur: ″Böylece (Muhammed Aleyhisselâm’a îman etmeyen) Ehl-i Kitap, Allah’ın lütfundan hiçbir şeye nâil olamayacak-larını ve bütün lütfun Allah’ın elinde olduğunu, onu dilediğine vereceğini bilsinler. Allah’u Teâlâ, büyük lütuf sahibidir.″[3]

Müslümanların ruhbanlığının nasıl olması gerektiğine dair de Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

جَاءَ رَجُلٌ اِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَوْصِنِى قَالَ عَلَيْهِ السَّلَامُ عَلَيْكَ بِتَقْوَى اللّٰهِ تَعَالَى! فَاِنَّهَا جِمَاعِ كُلُّ خَيْرٍ وَعَلَيْكَ بِالْجِهَادِ ف۪ى سَبِيلِ اللّٰهِ تَعَالَى! فَاِنَّهُ رُهْبَانِيَّةُ الْمُسْلِم۪ينَ وَعَلَيْكَ بِذِكْرِ اللّٰهِ تَعَالَى وَتِلَاوَةِ الْقُرْآنِ ! فَاِنَّهُ نُورٌ لَكَ فِى الْاَرْضِ وَذِكْرٌ لَكَ فِى السَّمَاءِ وَاَخْزِنْ لِسَانِكَ اِلَّا مِنْ خَيْرٍ فَأِنَّكَ بِذَلِكَ تَغْلِبُ الشَّيْطَانَ (ع خط عق صف طح غ عن أبى سعيد الخدرى)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bir adam gelerek: ″Yâ Resûlallah! Bana vasiyet eyle″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Takvâ ile amel edesin. Çünkü hayrın hepsi ondadır. Ve senin üzerine Allah yolunda (nefsin ile) mücâhede etmek olsun ki bu, Müslümanların ruhbanlığıdır. Ve senin üzerine zikrullah etmek olsun ve Kur’ân okumak olsun. Çünkü bunlar, sana yeryüzünde nûr ve gökyüzünde de senin için zikirdir. Ve senin üzerine dilini tutmak olsun. Yalnız hayırda tutmalı değil, hayrı söylemelisin. İşte sen bunların hepsini yaparsan, şeytana gâlip gelirsin.[4]


[1] Sünen-i Tirmizî, Nikah 2; Sünen-i Nesâî, Nikah 4.

[2] Sûre-i Mâide, Âyet 44’te de bu ifade geçmektedir.

[3] Sünen-i Nesâî, Âdab 12; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7259.

[4] Râmûz’ul-Ehâdîs, 317/8.


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَاٰمِنُوا بِرَسُولِه۪ يُؤْتِكُمْ كِفْلَيْنِ مِنْ رَحْمَتِه۪ وَيَجْعَلْ لَكُمْ نُورًا تَمْشُونَ بِه۪ وَيَغْفِرْ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌۙ ﴿٢٨﴾ لِئَلَّا يَعْلَمَ اَهْلُ الْكِتَابِ اَلَّا يَقْدِرُونَ عَلٰى شَيْءٍ مِنْ فَضْلِ اللّٰهِ وَاَنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ ﴿٢٩﴾

28-29. Ey (önceki Peygamberlere) îman edenler! Allah’tan korkun ve Resûlüne (Muhammed Aleyhisselâm’a) îman edin ki, Allah’u Teâlâ rahmetini size iki kat versin, size aydınlığında yürüyeceğiniz bir nûr ihsan etsin ve sizi bağışlasın. Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.* Böylece (Muhammed Aleyhisselâm’a îman etmeyen) Ehl-i Kitap, Allah’ın lütfundan hiçbir şeye nâil olamayacaklarını ve bütün lütfun Allah’ın elinde olduğunu, onu dilediğine vereceğini bilsinler. Allah’u Teâlâ, büyük lütuf sahibidir.

İzah: Ehl-i Kitab’ın durumu ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَا يَسْمَعُ بِى أَحَدٌ مِنْ هَذِهِ الْأُمَّةِ يَهُودِيٌّ وَلَا نَصْرَانِيٌّ ثُمَّ يَمُوتُ وَلَمْ يُؤْمِنْ بِالَّذِى أُرْسِلْتُ بِهِ اِلَّا كَانَ مِنْ أَصْحَابِ النَّارِ (حم م عن ابى هريرة)

″Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan Allah’a yemin ederim ki, her kim Yahudi olsun, Hristiyan olsun beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa, mutlaka Cehennem ehlinden olacaktır.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

ثَلَاثَةٌ يُؤْتَوْنَ أَجْرَهُمْ مَرَّتَيْنِ رَجُلٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ آمَنَ بِنَبِيِّهِ وَأَدْرَكَ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَآمَنَ بِهِ وَاتَّبَعَهُ وَصَدَّقَهُ فَلَهُ أَجْرَانِ وَعَبْدٌ مَمْلُوكٌ أَدَّى حَقَّ اللّٰهِ تَعَالَى وَحَقَّ سَيِّدِهِ فَلَهُ أَجْرَانِ وَرَجُلٌ كَانَتْ لَهُ أَمَةٌ فَغَذَّاهَا فَأَحْسَنَ غِذَاءَهَا ثُمَّ أَدَّبَهَا فَأَحْسَنَ أَدَبَهَا ثُمَّ أَعْتَقَهَا وَتَزَوَّجَهَا فَلَهُ أَجْرَانِ (خ م عن ابى موسى)

″Üç kişinin mükâfatı iki kere verilecektir: Birincisi Ehl-i Kitap’tan kendi Peygamberine îman eden ve Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i idrak edip îman edip tasdik eden kişiye mükâfatı iki kere verilecektir. İkincisi Allah’ın hakkını ve efendisinin hakkını yerine getiren köleye iki mükâfat vardır. Üçüncüsü câriyesini iyi edeblendirip edebini güzelleştirdikten sonra da onu azat edip evlendiren efendiye iki mükâfat vardır.″[2]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَثَلُ الْمُسْلِمِينَ وَالْيَهُودِ وَالنَّصَارَى كَمَثَلِ رَجُلٍ اسْتَأْجَرَ قَوْمًا يَعْمَلُونَ لَهُ عَمَلًا يَوْمًا إِلَى اللَّيْلِ عَلَى أَجْرٍ مَعْلُومٍ فَعَمِلُوا لَهُ إِلَى نِصْفِ النَّهَارِ فَقَالُوا لَا حَاجَةَ لَنَا إِلَى أَجْرِكَ الَّذِي شَرَطْتَ لَنَا وَمَا عَمِلْنَا بَاطِلٌ فَقَالَ لَهُمْ لَا تَفْعَلُوا أَكْمِلُوا بَقِيَّةَ عَمَلِكُمْ وَخُذُوا أَجْرَكُمْ كَامِلًا فَأَبَوْا وَتَرَكُوا وَاسْتَأْجَرَ أَجِيرَيْنِ بَعْدَهُمْ فَقَالَ لَهُمَا أَكْمِلَا بَقِيَّةَ يَوْمِكُمَا هَذَا وَلَكُمَا الَّذِي شَرَطْتُ لَهُمْ مِنَ الْأَجْرِ فَعَمِلُوا حَتَّى إِذَا كَانَ حِينُ صَلَاةِ الْعَصْرِ قَالَا لَكَ مَا عَمِلْنَا بَاطِلٌ وَلَكَ الْأَجْرُ الَّذِي جَعَلْتَ لَنَا فِيهِ فَقَالَ لَهُمَا أَكْمِلَا بَقِيَّةَ عَمَلِكُمَا مَا بَقِيَ مِنَ النَّهَارِ شَيْءٌ يَسِيرٌ فَأَبَيَا وَاسْتَأْجَرَ قَوْمًا أَنْ يَعْمَلُوا لَهُ بَقِيَّةَ يَوْمِهِمْ فَعَمِلُوا بَقِيَّةَ يَوْمِهِمْ حَتَّى غَابَتْ الشَّمْسُ وَاسْتَكْمَلُوا أَجْرَ الْفَرِيقَيْنِ كِلَيْهِمَا فَذَلِكَ مَثَلُهُمْ وَمَثَلُ مَا قَبِلُوا مِنْ هَذَا النُّورِ (خ عن ابى موسى)

Müslümanlarla Yahudi ve Hristiyanların misâli, bir topluluğu sürekli olarak tutan iş sahibinin misâlidir. Onlar sabahtan akşama kadar o kişi için belirli bir ücret mukabilinde çalışmak üzere tutulmuştur. Ama bunlar gün ortasına kadar çalışıp, ″Bizim için şart koştuğun ücrete ihtiyacımız yok, bizim işimiz boş değil″ demişlerdir. Adam onlara: ″Yapmayın, işinizin geriye kalanını da bitirin ve ücretinizi tam olarak alın″ demişti. Onlar ise işi bırakıp gitmişlerdir. Adam onlardan sonra başka işçiler tutmuş ve ″Bugünün şu kadar kısmını tamamlayın size öncekilere şart koştuğum ücreti vereceğim″ demiştir. Onlar da çalışmışlar, ikindi namazı vakti gelince, ″Bizim işimiz boş değil. Senin bizim için tayin ettiğin ücret de senin olsun″ demişlerdir. Adam: ″İşinizin kalan kısmını tamamlayın, gündüzden çok az bir süre kaldı″ demişse de onlar dönüp gitmişlerdir. Adam bir başka topluluğu günün kalan kısmında çalışmak üzere kiralamış ve onlar da gün batıncaya kadar kalan kısmı çalışıp tamamlamışlardır. Böylece onlar, her iki grubun ücretini de hak etmişlerdir, İşte bu nûru kabul edenlerle onların misâli böyledir.[3]


[1] Sahih-i Müslim, Îman 70 (240 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8255.

[2] Sahih-i Müslim, Îman 70 (241 Sahih-i Buhârî, Cihat ve Siyer 144.

[3] Sahih-i Buhârî, İcâre 11.