CUMA SÛRESİ

Bu sûre 11 âyettir. Medîne döneminde nâzil olmuştur. Cuma Namazı’nın farz oluşunu beyan ettiği için ″Cuma Sûresi″ ismi verilmiştir.

Allah’u Teâlâ, bu günü Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmetine vermiştir. Bu sebeple Cuma günü, Müslümanların bayramıdır.

Cuma gününün önemine dair Evs İbn-i Evs Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّ مِنْ أَفْضَلِ أَيَّامِكُمْ يَوْمَ الْجُمُعَةِ فِيهِ خُلِقَ آدَمُ وَفِيهِ قُبِضَ وَفِيهِ النَّفْخَةُ وَفِيهِ الصَّعْقَةُ فَأَكْثِرُوا عَلَيَّ مِنْ الصَّلَاةِ فِيهِ فَإِنَّ صَلَاتَكُمْ مَعْرُوضَةٌ عَلَيَّ قَالَ قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَكَيْفَ تُعْرَضُ صَلَاتُنَا عَلَيْكَ وَقَدْ أَرِمْتَ يَقُولُونَ بَلِيتَ فَقَالَ إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ حَرَّمَ عَلَى الْأَرْضِ أَجْسَادَ الْأَنْبِيَاءِ (د ن عن اوس بن اوس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Günlerinizin en faziletlisi Cuma günüdür. Âdem o gün yaratıldı ve o gün vefât etti. Sûra o gün üflenecek ve mahlûkat o gün ölecektir. Bu sebeple Cuma günü, bana çokça salât-u selâm getirin. Zîrâ sizin salât-u selâmlarınız bana arz edilir″ diye buyurunca, Ashâb-ı Kirâm: ″Yâ Resûlallah! Vefât ettiğin ve senden hiçbir eser kalmadığı zaman salât-u selâmlarımız sana nasıl arz edilir?″ diye sordular. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:Allah’u Teâlâ, Peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı″ buyurdu.[1]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنِ اغْتَسَلَ يَوْمَ الْجُمُعَةِ وَلَبِسَ مِنْ أَحْسَنِ ثِيَابِهِ وَمَسَّ مِنْ طِيبٍ _ اِنْ كَانَ عِنْدَهُ _ ثُمَّ أَتَى الْجُمُعَةَ فَلَمْ يَتَخَطَّ أَعْنَاقَ النَّاسِ، ثُمَّ صَلَّى مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَهُ، ثُمَّ أَنْصَتَ اِذَا خَرَجَ اِمَامُهُ حَتّٰى يَفرُغَ مِنْ صَلَاتِهِ، كَانَتْ كَفَّارَةً لِمَا بَيْنَهَا وَبَيْنَ جُمُعَتِهِ الَّتِى قَبْلَهَا. قَالَ وَيَقُولُ أَبُو هُرَيْرَةَ: وَزِيَادَةُ ثَلَاثَةِ أَيَّامٍ، وَيَقُولُ: اِنَّ الْحَسَنَةَ بِعَشْرِ أَمْثَالِهَا (د عن ابى هريرة و عن ابى سعيد)

″Kim Cuma günü gusül eder, en güzel elbisesini giyer, yanında varsa güzel koku sürünür, sonra da Cuma’ya gelip insanların omuzlarına basmaz ve Allah’ın kendisine yazdığı ve takdir ettiği (iki rek’at olan) Tahiyyet’ül-Mescid namazını kılar, imam hutbe için çıktığı zaman namazını bitirinceye kadar susarsa, onun bu durumu bu Cuma ile geçmiş Cuma arasındaki günahlar için keffârettir.″[2]


[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 201, Vitir 26; Sünen-i Nesâî, Cuma 5; Sahih-i Müslim, Cuma 5 (18).

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Tahâre 127.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَز۪يزِ الْحَك۪يمِ ﴿١﴾

1. Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün sahibi, noksan sıfatlardan uzak, her şeye gâlip, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ı tesbih eder.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin açıklaması için yine benzer anlamda olan Sûre-i Hadid, Âyet 1 ve izahına bakınız.


﴿ هُوَ الَّذ۪ي بَعَثَ فِي الْاُمِّيّ۪نَ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِه۪ وَيُزَكّ۪يهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۗ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍۙ ﴿٢﴾

2. Ümmîlere (okuma yazma bilmeyenlere), kendi içlerinden onlara Allah’ın âyetlerini okuyan ve onları günahlardan temizleyen ve kendilerine kitabı ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen O‘dur. Halbuki onlar, evvelce apaçık bir sapıklık içindeydiler.

İzah: Bu âyette Ashâb-ı Kirâm’a, okuma yazma bilmeyenler diye hitap edilmesinin sebebi, onların tamamına yakınının okuma yazmayı bilmemesinden dolayıdır. Nitekim Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de ümmî olup okuma yazma bilmemekteydi.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Kitabı ve hikmeti öğreten diye buyrularak, iki ayrı ilimden bahsedilmektedir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلْعِلْمُ عِلْمَانِ فَعِلْمٌ ثَابِتٌ فِى الْقَلْبِ فَذَاكَ الْعِلْمُ النَّافِعُ وَعِلْمٌ فِى اللِّسَانِ فَذَاكَ حُجَّةُ اللّٰهِ عَلَى عِبَادِهِ (ابو نعيم عن انس)

″İlim ikidir: Biri kalpte sâbittir. İşte en faydalı olan ilim (Hikmet ve Ledün ilmi) budur. Bir ilim de lisândaki ilimdir (kitaptır). Bu da Allah’u Teâlâ’nın kullarına hüccetidir (delilidir).[1]

Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 151 ve izahına bakınız.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 223/2; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, Hadis No: 60.


﴿ وَاٰخَر۪ينَ مِنْهُمْ لَمَّا يَلْحَقُوا بِهِمْۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿٣﴾ ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ ﴿٤﴾

3-4. Allah’u Teâlâ, o Peygamberi, onlardan henüz kendilerine erişememiş bulunan başka kimselere de göndermiştir. O, her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.* İşte bu, Allah’ın lütfudur ki, bunu dilediğine verir. Allah’u Teâlâ, büyük lütuf sahibidir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كُنَّا عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حِينَ أُنْزِلَتْ سُورَةُ الْجُمُعَةِ فَتَلَاهَا فَلَمَّا بَلَغَ {وَآخَرِينَ مِنْهُمْ لَمَّا يَلْحَقُوا بِهِمْ} قَالَ لَهُ رَجُلٌ يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَنْ هَؤُلَاءِ الَّذِينَ لَمْ يَلْحَقُوا بِنَا فَلَمْ يُكَلِّمْهُ قَالَ وَسَلْمَانُ الْفَارِسِيُّ فِينَا قَالَ فَوَضَعَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلَى سَلْمَانَ يَدَهُ فَقَالَ وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَوْ كَانَ الْإِيمَانُ بِالثُّرَيَّا لَتَنَاوَلَهُ رِجَالٌ مِنْ هَؤُلَاءِ (ت عن ابى هريرة)

Cuma Sûresi indirildiği zaman Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında idik, bize bu sûreyi okudu ve ″Allah’u Teâlâ, o Peygamberi, onlardan henüz kendilerine erişememiş bulunan başka kimselere de göndermiştir…″ diye geçen Sûre-i Cuma, Âyet 3’e gelince, bir adam: ″Yâ Resûlallah! Bize erişemeyen bu kişiler kimlerdir?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, onunla konuşmadı. Selmân da aramızda idi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, elini Selmân’ın üzerine koydu ve şöyle buyurdu: ″Canım kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, iman Süreyya yıldızında bile olsa, bunlardan bâzı kimseler onu elde edecektir.″[1] Selmân-i Fârisi Radiyallâhu anhu, Arap değildi.

Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den sonra Arap olmayanların da İslâm ile şerefleneceğinden bahsetmektedir. Bu husus Sûre-i Mâide, Âyet 54 ve Sûre-i Muhammed, Âyet 38’de de geçmektedir.


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 63; Sahih-i Müslim, Fedâil’us-Sahâbe 59 (231).


﴿ مَثَلُ الَّذ۪ينَ حُمِّلُوا التَّوْرٰيةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَارًاۜ بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ ﴿٥﴾

5. Kendilerine Tevrat verildikten sonra, onunla amel etmeyenlerin hâli, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin hâli gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan topluluğun hâli ne kötüdür. Allah’u Teâlâ, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, öncelikle ilmiyle amel etmeyen Yahudi âlimlerinden bahsetmekle birlikte mânâ geneldir. Yani halka emir ve nehiyde öğütler verdikleri halde, kendileri amel etmeyen kimselerin durumu anlatılmıştır. Böyle olanlar için, kendisine ancak o ilmin mesuliyeti kalır, demektir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 44’te de şöyle buyurmaktadır:

(Ey Benî İsrail âlimleri!) Kendi nefislerinizi unutup insanlara takvâ ile mi emrediyorsunuz? Halbuki siz Tevrat’ı okursunuz, hiç düşünmez misiniz?″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

مَثَلُ الْعَالِمِ الَّذِى يُعَلِّمُ النَّاسَ الْخَيْرَ ويَنْسَى نَفْسَهُ كَمَثَلِ السِّرَاجِ يُضِيءُ لِلنَّاسِ ويُحْرِقُ نَفْسَهُ (طب عن جندب بن عبد اللّٰه)

″İnsanlara iyiliği öğretip onunla amel etmeyen âlimin misâli, insanları aydınlatıp kendini yakan çıranın misâli gibidir.″[1]

مَرَرْتُ لَيْلَةَ أُسْرِيَ بِى عَلَى قَوْمٍ تُقْرَضُ شِفَاهُهُمْ بِمَقَارِيضَ مِنْ نَارٍ قَالَ قُلْتُ مَنْ هَؤُلَاءِ قَالُوا خُطَبَاءُ مِنْ أَهْلِ الدُّنْيَا كَانُوا يَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَيَنْسَوْنَ أَنْفُسَهُمْ وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلَا يَعْقِلُونَ (حم عن انس)

Mîraca çıkarıldığım gece bir topluluk gördüm ki, ağızları ateşten makaslarla kesiliyordu. ″Bunlar kimdir?″ dedim. ″Bunlar, insanlara iyili­ği emredip kendileri unutan dünyâ ehlinden ümmetinin hatipleridir″ dediler. Onlar kitabı okudukları halde hiç akıl etmiyorlar mı?[2]

يُؤْتَى بِالرَّجُلِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَيُلْقَى فِي النَّارِ فَتَنْدَلِقُ أَقْتَابُ بَطْنِهِ فَيَدُورُ بِهَا كَمَا يَدُورُ الْحِمَارُ بِالرَّحَى فَيَجْتَمِعُ إِلَيْهِ أَهْلُ النَّارِ فَيَقُولُونَ يَا فُلَانُ مَا لَكَ أَلَمْ تَكُنْ تَأْمُرُ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَى عَنْ الْمُنْكَرِ فَيَقُولُ بَلَى قَدْ كُنْتُ آمُرُ بِالْمَعْرُوفِ وَلَا آتِيهِ وَأَنْهَى عَنْ الْمُنْكَرِ وَآتِيهِ (م عن اسامة بن زيد)

″Mahşer günü birisi getirilip ateşe atılır. Karnındaki bağırsakları dışarı fırlar. Bu durumda değirmen eşeği gibi dönmeye başlar. Cehennemdekiler etrafını çevirip, ″Yahu bu hâlin ne böyle? Sen iyiliği emreder, kötülükten alıkoymaz mıydın?″ diye sorarlar. O da, ″Evet, öyle idim. İyiliği emrederdim, ama kendim yapmazdım, milleti münkerden alıkoyar, fakat kendim onu işlemekten çekinmezdim″ der.[3]

مَنْ سُئِلَ عَنْ عِلْمٍ يَعْلَمُهُ فَكَتَمَهُ أُلْجِمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ بِلِجَامٍ مِنْ نَارٍ (حم عن ابى هريرة)

″Kendisine sual sorulup cevap vermeyen ve ilmi ile amel etmeyen âlimin ağzına ateşten gem vurulur.″[4]

العَالِمُ وَالعِلْمُ في الجَنَّةِ فَاِذا لَمْ يَعْمَلِ العَالِمُ بِمَا يَعْلَمُ كانَ العِلْمُ وَالعَمَلُ في الجَنَّةِ وَكَانَ العَالِمُ في النَّارِ. (الديلمى عن ابى هريرة)

″Âlim, ilmi ile amel etmediği takdirde; ilim ve amel Cennette olur, Âlim ise Cehennemde.″[5]

Bu sebeple İmamı Âzam Efendimiz, imamlık yapacak kişilerde aranan ilk şartın; sünneti bilmek olduğunu beyan etmiştir. Bir kimsenin âlimliği, yukarıdaki Hadis-i Şerifler’de geçtiği üzere, ilmiyle ne kadar amel ettiği ile orantılıdır. Dolayısıyla kişinin âlim olması, Sünnet-i Resûlullah’a verdiği önemle ortaya çıkar. Hem kendisi uygular, hem de halka öğretir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

رَحْمَةُ اللّٰهِ عَلَى خُلَفَائِى قِيلَ وَمَا خُلَفَائِكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ تَعَالَى قَالَ الَّذِينَ يُحْيُونَ سُنَّتِى وَيُعَلِّمُونَهَا النَّاسَ (ابى نصر و ابن عساكر عن الحسن)

″Allah‘ın rahmeti benim halifelerime olsun.″ ″Yâ Resûlullah! Senin halifelerin kimlerdir?″ dediler. Buyurdu ki: ″Sünnetimi ihyâ eden ve insanlara da öğretendir.″[6]

Dînin temelinin Sünnet-i Resûlullah olduğuna dair Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

بَلَغَنِى أَنَّ أَوَّلَ الدِّينِ تَرْكاً السُّنَّةُ، يَذْهَبُ الدِّينُ سُنَّةً سُنَّةً كَمَا يَذْهَبُ الْحَبْلُ قُوَّةً قُوَّةً. (الدارمى عن عبد اللّٰه بن الديلمى)

″Dînin kaybolması, Sünnet’i terk etmekle başlar. Halat, nasıl ki lif lif parçalanırsa, din de Sünnet’in birer birer terk edilmesiyle ortadan kalkar.″[7]

Bu hususta İmam Kurtubî Hazretleri der ki: Bilenlerden maksat, dindar ve ilimleri ile amel eden âlimlerdir. O ilim ki, neticesinde amel olmazsa, Allah katında ilim sayılmaz.

Nitekim İblis’in de yüksek bir ilmi vardı. Ancak bu ilmi onu azaptan kurtarmayacaktır. Çünkü ilmiyle amel etmedi, böylece kibirlenip küfre düştü. Bir kimseyi bilgi değil, ancak bildiği ile amel etmesi mesûliyetten kurtarır. İşte hakiki âlim de bildiğiyle amel eden kimsedir.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يَا حَمَلَةَ الْعِلْمِ اعْمَلُوا بِهِ فَإِنَّمَا الْعَالِمُ مَنْ عَمِلَ بِمَا عَلِمَ وَوَافَقَ عِلْمُهُ عَمَلَهُ... (الدارمى عن على)

″Ey âlimler topluluğu! İlimle amel edin, zîrâ âlim bildikleriyle amel eden ve ilmi ameline uyan kişidir…″[8]

Yine bildiği ile amel edenlere, bilmediklerini de Allah’u Teâlâ’nın öğreteceğine dair Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ تَعَلَّمَ عِلْمًا فَعَمِلَ بِهِ كَانَ حَقًّا عَلَى اللّٰهِ أَنْ يُعَلِّمَهُ مَا لَمْ يَكُنْ يَعْلَمُهُ (أبو الشيخ عن ابن عباس)

″Her kim bir ilim öğrenip de onunla amel ederse, Allah’u Teâlâ ona muhakkak bilmediklerini de öğretir.″[9]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

مَنْ عَمِلَ بَمَا عَلِمَ وَرَّثَهُ اللّٰهِ عِلْمَ ما لَمْ يَعْلَمْ وَوَفَّقَهُ فِيما يَعْمَلُ حَتَّى يَسْتَوْجِبَ الجَنَّةَ وَمَنْ لَمْ يَعْمَلْ بِمَا يَعْلَمُ تَاهَ فِيما يَعْلَمُ وَلَمْ يُوَفَّقْ فِيمَا يَعْمَلُ حَتَّى يَسْتَوْجِبَ النَّارَ (أبو نعيم في الحلية عن انس)

″Bildiği ile amel eden kimseye Allah’u Teâlâ bilmediğini öğretir ve amelinde onu muvaffak kılar da Cennetini kazanır. Bildiği ile amel etmeyen kimse bildiğini de şaşar, amelinde muvaffak olmaz ve Cehennemi kazanmış olur.″[10]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تَزُولُ قَدَمُ ابْنِ آدَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنْ عِنْدِ رَبِّهِ حَتَّى يُسْأَلَ عَنْ خَمْسٍ عَنْ عُمُرِهِ فِيمَ أَفْنَاهُ وَعَنْ شَبَابِهِ فِيمَ أَبْلَاهُ وَمَالِهِ مِنْ أَيْنَ اكْتَسَبَهُ وَفِيمَ أَنْفَقَهُ وَمَاذَا عَمِلَ فِيمَا عَلِمَ (ت عن ابن مسعود)

″Âdemoğluna şu beş şeyden hesap sorulmadıkça onun ayakları mahşer gününde Rabbinin huzurundan ayrılmayacaktır: Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede yıprattığından, malını nerede kazanıp nereye harcadığından ve öğrendiği ilimle nasıl amel ettiğinden.″[11]


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 1659.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11766, 12391.

[3] Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Halk 9; Sahih-i Müslim, Zühd 7 (51).

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned Hadis No: 10017.

[5] Muhtar’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 783; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 28664, 29110.

[6] Muhtar’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 250; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 291/1.

[7] Sünen-i Dârimî, Mukaddime 16

[8] Sünen-i Dârimî, Mukaddime 34

[9] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 223/10.

[10] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi’d-Din, c. 3, Hadis No: 31.

[11] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 1.


﴿ قُلْ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ هَادُٓوا اِنْ زَعَمْتُمْ اَنَّكُمْ اَوْلِيَٓاءُ لِلّٰهِ مِنْ دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿٦﴾ وَلَا يَتَمَنَّوْنَهُٓ اَبَدًا بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يهِمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالظَّالِم۪ينَ ﴿٧﴾ قُلْ اِنَّ الْمَوْتَ الَّذ۪ي تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلَاق۪يكُمْ ثُمَّ تُرَدُّونَ اِلٰى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ۟ ﴿٨﴾

6-8. Ey Resûlüm! De ki: ″Ey Yahudiler! Eğer insanlar arasında yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunu zannediyorsanız ve bunda doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin.″* Onlar, evvelce yüklendikleri günahlar sebebiyle ölümü aslâ temenni etmezler. Allah’u Teâlâ, zâlimleri hakkıyla bilendir.* Ey Habîbim! De ki: ″Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, mutlaka sizi bulacaktır. Sonra, gizliyi de âşikârı da bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O da yaptıklarınızı size haber verecektir.″

İzah: Bu âyetlerde Allah’u Teâlâ, Yahudilerin üstünlük taslamalarını reddetmekte, küfür ve isyan üzere olduklarını ve ölümden de çok korktuklarını beyan etmektedir.

Yahudiler hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

قَالَ أَبُو جَهْلٍ لَئِنْ رَأَيْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُصَلِّي عِنْدَ الْكَعْبَةِ لَآتِيَنَّهُ حَتَّى أَطَأَ عَلَى عُنُقِهِ قَالَ فَقَالَ لَوْ فَعَلَ لَأَخَذَتْهُ الْمَلَائِكَةُ عِيَانًا وَلَوْ أَنَّ الْيَهُودَ تَمَنَّوْا الْمَوْتَ لَمَاتُوا وَرَأَوْا مَقَاعِدَهُمْ فِي النَّارِ وَلَوْ خَرَجَ الَّذِينَ يُبَاهِلُونَ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَرَجَعُوا لَا يَجِدُونَ مَالًا وَلَا أَهْلًا (حم عن ابن عباس)

Ebû Cehil melun dedi ki: ″Ben, Muhammed’i Kâbe’nin yanında görürsem muhakkak onun üzerine gider ve onun boynunu çiğnerim.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Eğer öyle yapsaydı, melekler göz göre göre onu alırlardı. Eğer Yahudiler ölümü temenni etselerdi, hepsi ölür ve mutlaka Cehennemdeki yerlerini görürlerdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘e meydan okuyan Hristiyanlar da mübâheleye[1] çıkmış olsalardı, dönüşlerinde ne ailelerini, ne de mallarını bulabilirlerdi.″[2]


[1] Mübâhele âyeti hakkında Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 61 ve izahına bakınız.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 2115.


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا نُودِيَ لِلصَّلٰوةِ مِنْ يَوْمِ الْجُمُعَةِ فَاسْعَوْا اِلٰى ذِكْرِ اللّٰهِ وَذَرُوا الْبَيْعَۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ ﴿٩﴾

9. Ey îman edenler! Cuma günü namaz için nidâ edildiği (ezan okunduğu) vakit, hemen Allah’ın zikrine gidin ve alışverişi terk edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’ye göre, mükellef olan ve mâzereti olmayan her Müslümana Cuma Namazı kılmak farz-ı ayındır.

Bu hususta Câbir b. Abdullah Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

خَطَبَنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ يَا أَيُّهَا النَّاسُ تُوبُوا إِلَى اللّٰهِ قَبْلَ أَنْ تَمُوتُوا وَبَادِرُوا بِالْأَعْمَالِ الصَّالِحَةِ قَبْلَ أَنْ تُشْغَلُوا وَصِلُوا الَّذِي بَيْنَكُمْ وَبَيْنَ رَبِّكُمْ بِكَثْرَةِ ذِكْرِكُمْ لَهُ وَكَثْرَةِ الصَّدَقَةِ فِي السِّرِّ وَالْعَلَانِيَةِ تُرْزَقُوا وَتُنْصَرُوا وَتُجْبَرُوا وَاعْلَمُوا أَنَّ اللّٰهَ قَدْ افْتَرَضَ عَلَيْكُمْ الْجُمُعَةَ فِي مَقَامِي هَذَا فِي يَوْمِي هَذَا فِي شَهْرِي هَذَا مِنْ عَامِي هَذَا إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ فَمَنْ تَرَكَهَا فِي حَيَاتِي أَوْ بَعْدِي وَلَهُ إِمَامٌ عَادِلٌ أَوْ جَائِرٌ اسْتِخْفَافًا بِهَا أَوْ جُحُودًا لَهَا فَلَا جَمَعَ اللّٰهُ لَهُ شَمْلَهُ وَلَا بَارَكَ لَهُ فِي أَمْرِهِ أَلَا وَلَا صَلَاةَ لَهُ وَلَا زَكَاةَ لَهُ وَلَا حَجَّ لَهُ وَلَا صَوْمَ لَهُ وَلَا بِرَّ لَهُ حَتَّى يَتُوبَ فَمَنْ تَابَ تَابَ اللّٰهُ عَلَيْهِ أَلَا لَا تَؤُمَّنَّ امْرَأَةٌ رَجُلًا وَلَا يَؤُمَّ أَعْرَابِيٌّ مُهَاجِرًا وَلَا يَؤُمَّ فَاجِرٌ مُؤْمِنًا إِلَّا أَنْ يَقْهَرَهُ بِسُلْطَانٍ يَخَافُ سَيْفَهُ وَسَوْطَهُ (ه عن جابر)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bize şu hutbeyi irad buyurdu: ″Ey insanlar! Ölmeden önce Allah’a tevbe edin. Meşgul olmadan önce sâlih amellere koşun. Rabbinizi çok zikretmekle ve gizli açık bol sadaka vermek ile O’nun, sizin üzerinizdeki hakkı yerine ulaştırın ki rızıklanasınız, yardım olunasınız ve ıslah olunasınız. Bilmiş olun ki içinde bulunduğum bu yılın bu ayının bu gününde ve burada kıyâmet gününe kadar Allah size Cuma Namazı’nı şüphesiz farz kıldı. Ben hayatta iken veya benden sonra başında âdil veya zâlim bir devlet başkanı varken, kim Cuma Namazı’nı küçümseyerek veya farziyetini inkâr ederek bırakırsa, Allah onun işini düzene sokmasın ve işinde ona bereket vermesin. Bilmiş olun ki, tevbe etmedikçe böylesinin ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu ne de hiçbir hayrı sahihtir. Kim de tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder. Bilmiş olun ki, hiçbir kadın hiçbir erkeğe namaz kıldıramaz. Hiçbir bedevî hiçbir Muhâcire imam olamaz. Hiçbir fâsık, hiçbir Mü’mine namaz kıldıramaz. Ancak fâsık zor kullanır, Mü’min de onun kılıcından ve sopasından korktuğu zaman Mü’min ona uyar.″[1]

Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

مَنْ تَرَكَ ثَلاثَ جُمُعَاتٍ مِنْ غَيْرِ عُذْرٍ كُتِبَ مِنَ الْمُنَافِقِينَ (طب عن أسامة)

″Özürsüz üç Cuma namazını terk edenler, münâfıklar zümresinden yazılır.″[2]

مَنْ تَرَكَ ثَلَاثَ جُمَعٍ تَهَاوُنًا بِهَا طَبَعَ اللّٰهُ عَلَى قَلْبِهِ (د ن عن ابى الجعد الضمرى)

″Kim önemsemeyerek üç Cuma’yı terk ederse, Allah onun kalbini mühürler.″[3]

اِذَا أَذَّنَ الْمُؤَذِنُ يَوْمَ الْجُمُعَةِ حَرُمَ الْعَمَلُ (فر عن أنس)

″Cuma günü müezzin ezan okumaya başladı mı, dünyâ işi yapmak haram olur.″[4]

Bir kimseye Cuma Namazı’nın farz olabilmesi için altı şart gereklidir. Bu şartları taşıyan herkese, Cuma Namazı’nı kılmak farz-ı ayındır (Cuma’yı kılmaları mecburidir). Bu şartlar şöyledir:[5]

Birincisi: Erkek olmaktır. Cuma Namazı erkeklere farzdır, kadınlara ise farz değildir.

İkincisi: Hür olmaktır. Cuma Namazı kölelere farz değildir.

Üçüncüsü: Mukim olmaktır. Şer’an seferî olanlara Cuma Namazı farz değildir. Kılarlarsa da Cuma Namazı’nın sevabına nâil olurlar.

Dördüncüsü: Hasta olmamaktır. Hasta olduğundan dolayı Cuma Namazı’na gittiği takdirde hastalığının artmasından korkan kimseye, Cuma Namazı farz değildir. Yine hastaya bakan kimse ile yürüyemeyecek kadar ihtiyar olan kimse de hasta hükmündedir.

Beşincisi: Gözlerin sıhhatli olmasıdır. Kendisini Cuma’ya götüren bir kimse olsa bile âmâ olanlara Cuma Namazı farz değildir. Bu hüküm İmam-ı Âzam’a göredir. İmameyn’e göre ise, kendilerini Cuma’ya götürecek biri bulunan âmâlara Cuma Namazı farzdır.

Altıncısı: Ayakların sıhhatli olmasıdır. Kendilerini Cuma’ya götürecek kimseleri bulunsa bile, kötürüm ve ayakları kesilmiş kimselere Cuma Namazı farz değildir.

Düşman korkusu, şiddetli doğa olayları da Cuma Namazı’na gidilmemesini mübah kılan mazeretlerdir.

Cuma Namazı’nın sıhhati için de altı şart vardır. Yani Cuma Namazı’nın sahih ve geçerli olabilmesi için de bu şartların tam yerine gelmesi gerekir. Buna, Cuma Namazı’nın sıhhatinin şartları denir. Bu şartlar da şöyledir:[6]

Birincisi: Cuma Namazı’nı, bulunan yerdeki idârecinin yani başkentte Cumhurreisi, vilâyette vâli, kazalarda kaymakamın kıldırması veya bunların, kendi yerlerine vekil tayin ettiği kimselerin kıldırmasıdır.

İkincisi: Vakittir. Yani öğle vaktinin girmiş olmasıdır.

Üçüncüsü: Namazdan önce hutbe okunmasıdır. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Cuma Namazı’nı ömrü boyunca bir kez olsun hutbesiz kıldırmamıştır.

Dördüncüsü: Cemaattir. Hanefilere göre Cuma Namazı’nın kılınabilmesi için imamdan başka en az üç, Şâfii ve Hanbelilere göre kırk erkeğin tamam olması lâzımdır. İmam Mâlik’e göre ise, on iki kişinin bulunması şarttır.

Beşincisi: Berattır. Cuma Namazı kılınabilmesi için idâreci tarafından verilen izindir.

Altıncısı: Cuma Namazı’nın bir şehirde veya şehir hükmünde bir beldede ve bir yerde kılınmasıdır. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında, Cuma Namazı bir şehirde ve bir yerde kılınırdı. Cuma Namazı kılınabilecek yerde emniyet güçleri (polis, jandarma) olmalıdır.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında ve Sahâbe-i Kirâm zamanında, şehrin biraz dışında ″Musallâ″ denilen Cuma ve bayram namazları kılınması için tahsis edilmiş büyük bir meydan vardı. Cuma sâdece orada kılınırdı.[7] Çünkü Cuma Namazı bir yerde kılındığı için çevredeki bütün köylüler geldiğinde mescide sığmazlardı. Bu sebeple de açık ve geniş olan bir yer tahsis edilmiştir. Burası ″el-Mescid’ül-Cuma″ olarak da isimlendirilirdi. Bunun dışındaki namaz kılınan yerler mescit olarak isimlendirilir ve oralarda sâdece vakit namazları kılınırdı.

Cuma Namazı’nın, cami yahut namazgâhta kılınması şart de­ğildir. Şehrin elverişli herhangi geniş bir meydanında da kılınabilir.[8]

Dört mezhep imamı tarafından Cuma’nın sıhhatinin şartları tam olarak yerine gelmediğinden, Zuhr-i Âhir namazının kılınması hakkında fetvâ verilmiştir. İşte bu şartlar günümüzde de yerine gelmediğinden, mezhep imamlarının fetvâlarına göre Zuhr-i Âhir namazı kılınmalıdır.

Görüldüğü üzere Cuma’nın sıhhatinin altı şartı vardır. Bu sıhhatinin şartlarından birisi, emniyet kuvvetlerinin olduğu şehir ve ilçelerde bir yerde kılınmasıdır. Bir diğeri de, şehirde vali, ilçelerde de kaymakam veya kendi yerine vekil tayin ettiği kişiler tarafından kıldırılması gerektiğidir. Bu da Cuma’yı kıldıranın, tam olarak hür olması ve hutbe okurken bildiği doğruları hiç kimseden çekinmeden söyleyebilmesi içindir. Özellikle bu iki husus yerine gelmediğinden, Zuhr-i Âhir namazının kılınması gerektiği hakkında dört mezhep imamı fetvâ vermiştir. Bu fetvâlar genel olarak şöyledir:

Hanefilere göre, şehir hükmünde olmayan yerlerde Cuma’nın kılınması sahih değildir. Cuma Namazı kabul olmaz. Buna delilleri ise; Abdurrezzak’ın mevkuf olarak rivâyet ettiği şu hadistir:

لَا جُمُعَةَ وَلَا تَشْرِيقَ اِلَّا فِى مِصْرٍ جَامِعٍ (المصنف عن على)

″Cuma ile Bayram Namazları, ancak şehirlerde kılınabilir.″[9]

İmam-ı Âzam’a göre; bir şehirde yalnız bir camide veya bir musallada (Cuma için tahsis edilmiş açık ve geniş bir alanda) Cuma namazı kılınır. Birkaç camide kılınmaz. Eğer kılsalardı, ilk kılınan Cuma câiz olurdu. İlk kılınan hangisi olduğu yani ilk tekbiri önce hangisinin aldığı bilinmese ikisi de câiz değildir. İmam Yusuf’a göre ise, iki yerde Cuma Namazı’nı şu şartla kılmak câiz olur ki; şehrin ortasından ulu bir ırmak geçer, Bağdat şehri gibi...[10]

Mâlikiler ise, Cuma’nın şehir hükmünde bir yerde kılınabilmesini, Cuma’nın hem sıhhat hem de vücub şartı olduğunu zikrederler.[11] Ve daha ziyade bu hususta önemle dururlar. Onlara göre; bir şehirde iki yahut daha çok mescitte birkaç yerde Cuma Namazı’nın kılınmasına engel olunur. Bir şehirde ancak bir tek Cuma Namazı kılınabilir. Eğer bir beldede birkaç yerde Cuma Namazı kılınırsa en eski camide kılınan Cuma Namazı sahihtir. Diğer camilerde namaz kılanların öğle namazını (Zuhr-i Âhir’i) kılmaları gerekir. En eski mescitten maksat o beldede ilk olarak Cuma namazının kılındığı mescittir.[12]

Şâfiilere göre de, Cuma Namazı’nı birkaç yerde kılmak câiz değildir.[13] Hattâ İmam Şâfii, bizzat kendi yazmış olduğu ″Kitab’ul-Umm″ adlı eserinde bu konuyu şu şekilde açıkça ifade etmiştir:

Bir şehirde, iki veya daha fazla yerde Cuma Namazı kılınmışsa, önce kılanların Cuma’sı sahihtir, sonra kılanların Cuma’sı bâtıldır ve öğle namazını (Zuhr-i Âhir’i) kılmaları farzdır, diyerek kesin bir şekilde belirtmiştir. O’na göre hangisinin Cuma’yı önce kıldığı belli değilse, hepsinin öğleyi yeniden kılmaları gerekir.[14] Bir rivâyette de hangi mescitte tekbir önce alınmışsa, o mescitte kılınan Cuma Namazı sahihtir. Diğerlerinin ki sahih değildir, diye geçmektedir.[15] Şâfii Mezhebi’ne göre, Zuhr-i Âhir namazı cemaatle kılınır.

İmam Şâfii’nin delili de; Cuma Namazı’nın, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Raşid halifeler ve tâbiin devrinde ayrı ayrı yerlerde kılınmamış olmasıdır. Namaz şehirde sâdece ″el-Mescid’ül-Cuma″ denilen büyük mescitte kılınırken, diğer mescitlerde ise sâdece vakit namazları kılınırdı.

Bu hususta Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كَانَ النَّاسُ يَنْتَابُونَ يَوْمَ الْجُمُعَةِ مِنْ مَنَازِلِهِمْ وَالْعَوَالِيِّ فَيَأْتُونَ فِي الْغُبَارِ يُصِيبُهُمْ الْغُبَارُ وَالْعَرَقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُمْ الْعَرَقُ فَأَتَى رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنْسَانٌ مِنْهُمْ وَهُوَ عِنْدِي فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَوْ أَنَّكُمْ تَطَهَّرْتُمْ لِيَوْمِكُمْ هَذَا (خ م عن عائشة)

İnsanlar, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında Medîne’ye yakın menzillerden ve Medîne etrafındaki köylerden nöbetleşe gelerek Cuma Namazı’nda hazır bulunurlardı. Toz toprak içinde gelirler de, toz ve ter vücutlarına siner ve bedenlerinden ter kokusu çıkardı. Bir defa Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem benim yanımda iken bâzı kişiler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna geldi. Onlara buyurdu ki: ″Keşke bugününüz için iyice temizlenseydiniz.″[16]

Hanbeliler de, yukarıdaki hususlarda, Şafii ve Mâlikiler ile aynı görüşü paylaşmaktadırlar. Onlara göre de; Hâkim’in (bölgenin reisinin) iştirak ettiği camideki Cuma Namazı sahihtir, diğer camilerde Cuma namazı kılanların öğlen namazını (Zuhr-i Âhir’i) kılmaları gerekir.[17]

Cuma kabul olduysa Zuhr-i Âhir ve sünnetler kaza ve nâfile yerine geçer. Cuma kabul olmadıysa, Zuhr-i Âhir ve sünnetler öğle namazı yerine geçer. Eğer kaza namazı da yoksa nâfile yerine geçer.[18]

İşte bu dört mezhep imamı; İmam-ı Âzam Ebû Hanife, İmam Şafii, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri, Zuhr-i Âhir namazının mutlak sûrette kılınması gerektiği hakkında hüküm vermişlerdir. Hattâ İmam Şafii, bu namazın cemaatle kılınması gerektiğini söylemiştir.

Buradan da anlaşıldığı üzere Tâbiinden ve ilk mezhep imamı olan İmam-ı Âzam Ebû Hanife Efendimizin zamanından beri, bu Zuhr-i Âhir namazı hiç terk edilmemiştir.

Hanefi Mezhebi’ne göre, Cuma namazının kılınma şekli şöyledir:

- İlk olarak ezandan sonra kılınan dört rek’at Cuma’nın ilk sünnetidir. Ondan sonra iki rek’at farz namaz hükmünde olan hutbe gelir.[19] Hutbeden sonra imamla beraber iki rek’at Cuma’nın farzı kılınır. Bundan sonra dört rek’at Cuma’nın son sünneti kılınır. Sonra içinden kendi duyacağı şekilde kâmet getirilir, dört rek’at Zuhr–i Âhir namazı kılınır ve bu namaz öğle namazının farzının kılındığı gibi kılınır. Bundan sonra iki rek’at da vaktin son sünneti kılınır ve Cuma Namazı bu şekilde tamamlanır. Cuma hutbesinin iki rek’at farz hükmünde olduğuna dair geniş bilgi için hemen aşağıda Sûre-i Cuma, Âyet 11’in izahına bakınız.

Yine Sûre-i Cuma, Âyet 9’da Cuma Namazı’na giderken, ″Allah’ın zikrine gidin″ diye geçen ifade de, koşar adımlarla değil, bütün işlerinizi bırakarak Cuma’ya gitmeye çaba gösterin ve vakarlı bir şekilde gidin, anlamındadır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِذَا سَمِعْتُمْ الْإِقَامَةَ فَامْشُوا إِلَى الصَّلَاةِ وَعَلَيْكُمْ بِالسَّكِينَةِ وَالْوَقَارِ وَلَا تُسْرِعُوا فَمَا أَدْرَكْتُمْ فَصَلُّوا وَمَا فَاتَكُمْ فَأَتِمُّوا (خ عن ابى هريرة)

″Kamet getirildiği zaman, namaza koşarak değil, sekînet ve vakarlı olarak gelin. Yetişebildiğiniz kadarını imamla birlikte kılın; yetişeme-diğiniz rek’atları da kendiniz tamamlayın.″[20]

Cuma’nın faziletine dair de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ فِي الْجُمُعَةِ سَاعَةً لَا يَسْأَلُ اللّٰهَ الْعَبْدُ فِيهَا شَيْئًا إِلَّا آتَاهُ اللّٰهُ إِيَّاهُ قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَيَّةُ سَاعَةٍ هِيَ قَالَ حِينَ تُقَامُ الصَّلَاةُ إِلَى الِانْصِرَافِ مِنْهَا (ت عن عمرو بن عوف)

″Cuma günü bir saat vardır ki, kul Rabbinden ne isterse Allah’u Teâlâ mutlaka ona o isteğini verir.″ ″Yâ Resûlallah! O saat hangi saattir″ dediler. Buyurdu ki: ″Bu, namaza başlandığı andan, namaz bitinceye kadar olan zaman arasındadır.″[21]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’us-Salat 78.

[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 425; Kenz’ül-İrfan, Hadîs No: 940.

[3] Sünen-i Ebû Dâvûd, Salât 205; Sünen-i Nesâî, Cuma 3.

[4] Muhtar’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 54; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 21101.

[5] Fetavây-ı Hindiye, c. 1, s. 481; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 161.

[6] İbn-i Abidin, c. 3, s. 282, 286, 303, 310, 313; Fetavay-ı Hindiye, c. 1, s. 485-494; Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 121; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 162-163.

[7] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 164.

[8] el-Hidâye Tercümesi, c. 1, s. 185.

[9] Abdurrezzak es-San’ânî, Hadis No: 5175, 5177; İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, c. 2, s. 378.

[10] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 164.

[11] İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, c. 2, s. 378.

[12] İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, c. 2, s. 383.

[13] İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, c. 2, s. 378.

[14] İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, c. 2, s. 382; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 164.

[15] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 164.

[16] Sahih-i Buhârî, Cuma 14; Sahih-i Müslim, Cuma 1 (6).

[17] İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, c. 2, s. 383, 408.

[18] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 165; Yine bakınız: Fetavâyi Hindiyye, c. 1, s. 484.

[19] Hutbe iki rek’at farz namaz hükmünde olduğu için, hutbe okunurken kesinlikle konuşulmaz, koku sürülmez, işâretleşilmez, hattâ konuşana sus da denilmez, imamın hutbede yaptığı duâya iştirak edilmez, âmin denilmez, Çünkü ″Hutbeyi dinlemek farzdır. (Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 123) Aksi halde hutbe bozulmuş olur. Hutbesi kabul olmayanın da Cuma’sı kabul olmaz. Dolayısıyla böyle yapan kimse Cuma’dan nasibini alamaz. Bu hususta geniş bilgi için de Sûre-i Cuma, Âyet 11’in izahına bakınız.

[20] Sahih-i Buhârî, Ezan 20-21.

[21] Sünen-i Tirmizî, Cuma 2.


﴿ فَاِذَا قُضِيَتِ الصَّلٰوةُ فَانْتَشِرُوا فِي الْاَرْضِ وَابْتَغُوا مِنْ فَضْلِ اللّٰهِ وَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَث۪يرًا لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ﴿١٠﴾

10. Cuma Namazı’nı kıldıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin ki, felah bulasınız.

İzah: İslâmiyet, meşrû bir şekilde ticaretle ve diğer işler ile meşguliyeti mubah kılmıştır. Ancak dînî vazifeleri terke sebebiyet verilmesin, tamamen dünyâ işler ile meşgul olup da kalpler, zikir ve fikirden mahrum bırakılmasın. Ey Müslümanlar! Uyanık olun, Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin, yalnız Cuma Namazı’nı kılmakla yetinmeyin, diğer namazlara da devam edin, tevhid ve tesbih ile Alah’u Teâlâ’yı zikredin. Tâ ki, dünyâda da, âhirette de felâha eresiniz demektir.[1]


[1] Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’ân-ı Kerîm Meâli Âlîsi ve Tefsîri, c. 8, s. 3725.


﴿ وَاِذَا رَاَوْا تِجَارَةً اَوْ لَهْوًاۨ انْفَضُّٓوا اِلَيْهَا وَتَرَكُوكَ قَٓائِمًاۜ قُلْ مَا عِنْدَ اللّٰهِ خَيْرٌ مِنَ اللَّهْوِ وَمِنَ التِّجَارَةِۜ وَاللّٰهُ خَيْرُ الرَّازِق۪ينَ ﴿١١﴾

11. Ve onlar, bir ticaret veya bir eğlence gördükleri vakit, seni minberde ayaküstü bırakıp oraya koştular. Ey Resûlüm! De ki: ″Allah’ın yanındaki, eğlenceden de, ticaretten de hayırlıdır ve Allah’u Teâlâ, rızık verenlerin en hayırlısıdır.″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme‘nin nüzul sebebi Câbir b. Abdullah Radiyallâhu anhu‘dan şöyle nakledilmiştir:

بَيْنَمَا نَحْنُ نُصَلِّي مَعَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذْ أَقْبَلَتْ مِنَ الشَّأْمِ عِيرٌ تَحْمِلُ طَعَامًا فَالْتَفَتُوا إِلَيْهَا حَتَّى مَا بَقِيَ مَعَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِلَّا اثْنَا عَشَرَ رَجُلًا فَنَزَلَتْ {وَإِذَا رَأَوْا تِجَارَةً أَوْ لَهْوًا انْفَضُّوا إِلَيْهَا} (خ عن جابر بن عبد اللّٰه)

Biz, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte Cuma Namazı kıldığımız esnada (hutbe dinlerken), Şam tarafından yiyecek yüklü bir kervan geliverdi. İnsanlar o kafileye doğru yönelip gittiler. Nihâyet Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in beraberinde on iki kişiden başka erkek kalmadı. Bunun üzerine: ″Ve onlar, bir ticaret veya bir eğlence gördükleri vakit, seni minberde ayaküstü bırakıp oraya koştular…″ diye devam eden Sûre-i Cuma, Âyet 11 nâzil oldu.[1]

Yine bir rivâyete göre, o an mescitte altı tane kadın da kalmıştı.

Bu hususta Hasan-ı Basrî Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

Medîne’de, açlık ve pahalılık sıkıntısı başlamıştı. Derken bir ticaret kervanı çıkageldi. Tam o sırada, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Cuma hutbesi okuyordu. Müslümanlar, kervanın geldiğini duyunca, bir kısmı oraya doğru gittiler.

Mukatil b. Hayyân Radiyallâhu anhu daha geniş olarak bu olayı şöyle anlatmaktadır:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَيُصَلِّي الْجُمُعَةَ قَبْلَ الْخُطْبَةِ مِثْلَ الْعِيدَيْنِ حَتَّى كَانَ يَوْمُ جُمُعَةٍ وَالنَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَخْطُبُ وَقَدْ صَلَّى الْجُمُعَةَ فَدَخَلَ رَجُلٌ فَقَالَ: إِنَّ دِحْيَةَ بْنَ خَلِيفَةَ قَدِمَ بِتِجَارَتِهِ وَكَانَ دِحْيَةُ إِذَا قَدِمَ تَلَقَّاهُ أَهْلُهُ بِالدِّفَافِ فَخَرَجَ النَّاسُ فَلَمْ يَظُنُّوا إِلا أَنَّهُ لَيْسَ فِي تَرْكِ الْخُطْبَةِ شَيْءٌ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّوَإِذَا رَأَوْا تِجَارَةً أَوْ لَهْوًا انْفَضُّوا إِلَيْهَا... (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن مقاتل بن حيام)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem önce­leri tıpkı bayram namazlarında olduğu gibi hutbeden önce Cuma Namazı’nı kılardı. Nihâyet bir Cuma günü Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Cuma namazını kıldıktan son­ra hutbe irad etmekte iken bir adam mescide girip şöyle dedi:

- Dıhye b. Ha­life el-Kelbî bir ticaret kervanı ile geldi. Dıhye geldiği zaman, akrabaları defler ça­larak onu karşılardı. Mescitte bulunanlar da hutbeyi dinlemeyi terk etmekte bir sakınca olmadığını zannederek çıkıp gittiler. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ: ″Ve onlar, bir ticaret veya bir eğlence gördükleri vakit, seni minberde ayaküstü bırakıp oraya koştular…″ diye devam eden Sûre-i Cuma, Âyet 11’i indirdi.

Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Cuma günü hutbeyi öne al­dı ve namazı sonraya bıraktı. Bu yasaktan sonra herhangi bir kimse burun kanaması ya da herhangi bir sebep dolayısıyla Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e şehâdet parmağı ile işâret ederek ondan izin is­teyip, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de kendisine izin vererek eliyle işâret etmedikçe dı­şarı çıkıp gitmiyordu. Münâfıklar arasında hutbe ve mescitte oturmak ken­dilerine ağır gelen kimseler vardı. Müslümanlardan bir kişi izin istediğinde, münâfıklardan da onun arkasında gizlenerek onun yanında ayakta dikilir ve nihâyet çıkar giderdi. Bu sefer Hakk Teâlâ: ″… Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, içinizden (Resûlullah’ın cemiyetinden) saklanarak çıkıp gidenleri çok iyi bilir…″ diye geçen Sûre-i Nûr, Âyet 63’ü indirdi.[2]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

وَالَّذِي نَفسِي بِيَدِهِ لَو خَرجُوا جَمِيعًا لَأَضْرَمَ اللّٰه عَلَيْهِم الْوَادي نَارا (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن)

″Nefsim kudret elin­de olana yemin ederim ki, eğer hep birlikte çıkmış olsalardı, Allah’u Teâlâ bütün bu vâdiyi onların üzerine ateşle doldururdu.″[3]

Cuma’nın farz olan namazından evvel hutbe okunması Cuma’nın sıhhatinin şartlarındandır. Cuma’nın hutbesiz sahih olmayacağı hususunda fakihler ittifak etmişlerdir.

Vaktin girmesinden sonra bir cemaatin huzurunda bir hutbe okunması lâzımdır. Binaenaleyh hutbe okunurken cemaat bulunmayıp da bilahare namazda bulunacak olsa namazları câiz olmaz. ″Kâfi″ adlı eserde de böyledir. Kişi hutbeyi işitemese dahi, hutbe esnasında hazır bulunması gerekir.[4] Yani hutbesiz Cuma sahih değildir. Dolayısıyla hutbeye yetişemeyen Cuma’ya yetişememiş olur. İmam, hutbeden inmeden gelen kimse Cuma’ya yetişmiş olur. Hutbeye yetişemeyen kimse de ancak günün öğle namazını kılmış olur.

Yine hutbe farz namaz hükmünde olduğu için, İmam hutbeye çıktığında, hiçbir şekilde konuşulmaz. İmamın sözüne iştirak edilmez ve imam duâ yapsa dahi o duâya âmin denilmez.

Hatip minberde iken, cemaatin dünyâ kelâmı söylemesi ittifakla câiz değildir.

Hanefi Mezhebi’nin temel kaynak eseri olan ve İmam-ı Âzam, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşlerini bir araya getiren Kafî″ adlı eserde denilir ki: ″Cuma hutbesini dinlemek farzdır. Evvelki sünnete (Cumanın ilk sünnetine) yetişemeyenin, hatip minberde iken bu sünneti kılması mekruhtur. Minberden indikten sonra da kılması hiç câiz değildir. Ancak farzdan (Cuma’nın iki rek’at farzından) sonra kaza eylemeli. Öğle sünneti (öğle namazının ilk sünnetinin farzından sonra) kaza olduğu gibi.″

Bir kimse Cuma’nın ilk sünnetini kılarken hatip hutbeye başlasa, iki rek’at kıldıktan sonra selâm verir. Eğer bir rek’at kılmışsa bir rek’at daha ilave eder ve selam verir. Bu iki sûrette de Cuma’nın bu ilk sünnetini imamla, Cuma’nın iki rek’at farzını kıldıktan sonra tekrar dört rek’at olarak kılar. Eğer hatip hutbeye başladığı zaman üç rek’at kılmışsa sünneti tamamlar. Çünkü ″Hutbeyi dinlemek farzdır.″[5]

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِذَا دَخَلَ أَحَدُكُمُ الْمَسْجِدَ وَالْاِمَامُ عَلَى الْمِنْبَرِ فَلَا صَلَاةَ وَلَا كَلَامَ حَتَّى يَفْرُغَ الْاِمَامُ (طب عن ابن عمر)

″Sizden biri mescide girdiği zaman, imam minberde ise hutbeyi tamamlayana kadar namaz kılmak da yoktur, konuşmak da yoktur.″[6]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

خُرُوجُ الْاِمَامِ يَوْمَ الْجُمُعَةِ لِلصَّلَاةِ يَقْطَعُ الصَّلَاةَ وَكَلَامُهُ يَقْطَعُ الْكَلَامَ (ق عن ابى هريرة)

″Cuma günü imamın namaz için (namaz hükmünde olan hutbe okumak üzere) minbere çıkması namazı keser ve konuşmaya başlaması da sözü keser.″[7]

Bu Hadis-i Şerif’te Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, hutbe kelimesi yerine ″Namaz″ anlamına gelen ″Salat″ kelimesi kullanmıştır. Bu ifade ile de; hutbenin farz namaz hükmünde olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

Başka bir Hadis-i Şerif’te Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Hutbe, Cuma namazının yarısı gibidir″[8] diye buyurmaktadır. Yine Hz. Ömer’in ve Hz. Âişe’nin: ″Cuma Namazı hutbeden dolayı dört yerine iki rek’at kılınmaktadır″[9] dedikleri de nakledilmiştir. Cuma Namazı’nın farzının dört rek’at değil de iki rek’at olması hutbeden dolayıdır. Dolayısıyla hutbe iki rek’at farz namaz hükmündedir.

Bu hususta verilen fetvâlardan bâzıları ise şöyledir:

Hatip’in dışında birinin Cuma namazının farzını kıldırması yakışmaz. Çünkü ″Hutbe ile namaz tek bir şey gibidir.″[10]

Hatip minbere çıkınca cemaatin konuşmayıp sükût etmesi, selâm alıp vermemesi, namaz kılmaması icap eder.[11] Çünkü ″İmam hutbe okurken ve Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem üzerine Salavat-ı Şerife getirirken, cemaatin uzak olsun, yakın olsun susup dinlemesi farzdır.″[12]

Mü’minlere nasihatten sonra veya önce, hutbenin Arapça olan kısmında dört halifeye, Ashâb-ı Kirâm’a ve bütün Müslümanlara duâ edilmektedir. Hatip burayı okurken, insanların ″Âmin″ diyerek konuşup hutbelerinin bozulmaması için ellerini kaldırmaz. Bu hususta Husayn Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

عَنْ عُمَارَةَ بْنِ رُؤَيْبَةَ قَالَ رَأَى بِشْرَ بْنَ مَرْوَانَ عَلَى الْمِنْبَرِ رَافِعًا يَدَيْهِ فَقَالَ قَبَّحَ اللّٰهُ هَاتَيْنِ الْيَدَيْنِ لَقَدْ رَأَيْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَا يَزِيدُ عَلَى أَنْ يَقُولَ بِيَدِهِ هَكَذَا وَأَشَارَ بِإِصْبَعِهِ الْمُسَبِّحَةِ (م عن حصين)

Umâra b. Rûveybe’den işittim, Bişr b. Mervan hutbe okuyordu. Duâ ederken ellerini kaldırınca Umâra şöyle dedi: ″Allah’u Teâlâ, senin o iki zayıf ve kısa ellerini kurutsun! Yemin ederim ki Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm, hutbe esnasında işâret parmağıyla işâretten başka bir ilavede bulunmazdı.″[13]

İmam-ı Âzam’a göre; bu hususlar, imam minberde olduğu müddetçe geçerlidir. Sâdece hutbenin iradı ile kayıtlı değildir. Bu durum hutbe ve Cuma’nın farzı sona erene kadar devam eder.[14] Bu sebepten imamın kametten sonra safları sık tutun gibi konuşma yapması kesinlikle doğru değildir. Hz. Osman, safları sık tutun nasihatini hutbede iken söylerdi.

Bu hususta Mâlik b. Ebî Âmir Radiyallâhu anhu’dan şöyle nakledilmiştir:

أَنَّ عُثْمَانَ بْنَ عَفَّانَ رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُ كَانَ يَقُولُ فِي خُطْبَتِهِ قَلَّ مَا يَدَعُ ذَلِكَ اِذَا خَطَبَ اِذَا قَامَ الْإِمَامُ يَخْطُبُ يَوْمَ الْجُمُعَةِ فَاسْتَمِعُوا وَأَنْصِتُوا فَاِنَّ لِلْمُنْصِتِ الَّذِي لَا يَسْمَعُ مِنَ الْحَظِّ مِثْلَ مَا لِلْمُنْصِتِ السَّامِعِ فَاِذَا قَامَتْ الصَّلَاةُ فَاعْدِلُوا الصُّفُوفَ وَحَاذُوا بِالْمَنَاكِبِ فَإِنَّ اعْتِدَالَ الصُّفُوفِ مِنْ تَمَامِ الصَّلَاةِ (موطأ عن مالك بن ابى عامر)

Osman İbn-i Affan Radiyallâhu anhu, hutbesinde dâimâ şu sözleri söyler ve bunu söylemediği çok az olurdu: ″Cuma günü imam hutbe okurken, onu dinleyin ve susun! Duyamayıp da susan kişi, duyarak susan kişi gibi sevaptan pay alır. Namaza durulduğu zaman, safları düzeltin, omuzlarınızı birbirinin hizasına getirin! Çünkü safların düzeltilmesi namazın tamamındandır.″[15]

Hutbe dinleme adâbı hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

يَحْضُرُ الْجُمُعَةَ ثَلَاثَةُ نَفَرٍ رَجُلٌ حَضَرَهَا يَلْغُو وَهُوَ حَظُّهُ مِنْهَا وَرَجُلٌ حَضَرَهَا يَدْعُو فَهُوَ رَجُلٌ دَعَا اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ إِنْ شَاءَ أَعْطَاهُ وَإِنْ شَاءَ مَنَعَهُ وَرَجُلٌ حَضَرَهَا بِإِنْصَاتٍ وَسُكُوتٍ وَلَمْ يَتَخَطَّ رَقَبَةَ مُسْلِمٍ وَلَمْ يُؤْذِ أَحَدًا فَهِيَ كَفَّارَةٌ إِلَى الْجُمُعَةِ الَّتِي تَلِيهَا وَزِيَادَةِ ثَلَاثَةِ أَيَّامٍ وَذَلِكَ بِأَنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يَقُولُ {مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا} (د عبد اللّٰه ابن عمرو)

″Cuma’ya üç çeşit insan gider: Biri gider, Cuma’ya katılır. Boş konuşma ve davranışlarda bulunur. Namazdan payı da bu konuşması olur. Biri gider herkesin yaptığı gibi normal olarak ibâdet edip duâda bulunur. Buna Allah’u Teâlâ isterse verir, isterse vermez. Bir adam da vardır ki Cuma’ya gider herhangi bir çirkin ve boş davranışta bulunmadan huşû içinde sükût ederek hutbeyi dinler, herhangi bir Müslümanın omzunu çiğnemez ve kimseye ezâ etmez. İşte onun bu namazı, gelecek Cuma’ya kadar, üç gün de fazlasıyla ona bir keffâret olur. Nitekim Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ″Bir iyilik yapan kimse için on misli mükâfat vardır.″ (Sûre-i En’am, Âyet 160).[16]

Yine bu hususta nakledildiğine göre; Hz. Ali Radiyallâhu anhu, Kûfe’de minberdeyken şöyle hitap etmiştir:

إِذَا كَانَ يَوْمُ الْجُمُعَةِ غَدَتْ الشَّيَاطِينُ بِرَايَاتِهَا إِلَى الْأَسْوَاقِ فَيَرْمُونَ النَّاسَ بِالتَّرَابِيثِ أَوْ الرَّبَائِثِ وَيُثَبِّطُونَهُمْ عَنْ الْجُمُعَةِ وَتَغْدُو الْمَلَائِكَةُ فَيَجْلِسُونَ عَلَى أَبْوَابِ الْمَسْجِدِ فَيَكْتُبُونَ الرَّجُلَ مِنْ سَاعَةٍ وَالرَّجُلَ مِنْ سَاعَتَيْنِ حَتَّى يَخْرُجَ الْإِمَامُ فَإِذَا جَلَسَ الرَّجُلُ مَجْلِسًا يَسْتَمْكِنُ فِيهِ مِنَ الِاسْتِمَاعِ وَالنَّظَرِ فَأَنْصَتَ وَلَمْ يَلْغُ كَانَ لَهُ كِفْلَانِ مِنْ أَجْرٍ فَإِنْ نَأَى وَجَلَسَ حَيْثُ لَا يَسْمَعُ فَأَنْصَتَ وَلَمْ يَلْغُ لَهُ كِفْلٌ مِنْ أَجْرٍ وَإِنْ جَلَسَ مَجْلِسًا يَسْتَمْكِنُ فِيهِ مِنَ الِاسْتِمَاعِ وَالنَّظَرِ فَلَغَا وَلَمْ يُنْصِتْ كَانَ لَهُ كِفْلٌ مِنْ وِزْرٍ وَمَنْ قَالَ يَوْمَ الْجُمُعَةِ لِصَاحِبِهِ صَهٍ فَقَدْ لَغَا وَمَنْ لَغَا فَلَيْسَ لَهُ فِي جُمُعَتِهِ تِلْكَ شَيْءٌ ثُمَّ يَقُولُ فِي آخِرِ ذَلِكَ سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ ذَلِكَ (د عن مولى امراته ام عثمان)

″Cuma günü olduğu zaman, şeytanlar sancaklarıyla çarşılara giderler. İnsanlara türlü engeller çıkararak onları Cuma’ya geciktirirler. Melekler de erkenden gelip mescidin kapıları üstünde otururlar. Gelenleri öncelik sırasıyla yazarlar. İmam hutbeye çıkıncaya kadar bu böyle devam eder. Kişi bir yere ilişip oturur, hiçbir söz ve harekette bulunmadan, kemâl-i edep ve dikkatle hutbeyi dinlerse, iki kat mükâfat alır. Eğer hutbeyi duyamadığı uzak bir yere oturup da susarsa ve hiçbir söz ve davranışta bulunmazsa bir mükâfat alır. Duyabileceği ve dinleyebileceği bir yerde oturup da hutbeyi dinlemeden ve sükût etmeden konuşur veya bir şeyle meşgul olursa iki kat günaha girer. Duyamadığı bir yerde oturup, hutbeyi dinlemeden ve sükût etmeden konuşur ve bir şeyle meşgul olursa tek günah alır. Cuma günü imam hutbede iken konuşan arkadaşına, ″Sus!″ diyen de boş konuşmuş olur. Kim de böyle bir söz ve davranışta bulunursa, o gün Cuma’sından hiçbir sevap ve pay alamaz. Bunu bizzat Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den duydum.″[17]

Yukarıda geçen Hadis-i Şerif’lere ve Ehl-i Sünnet ulemâsının verdiği fetvâlara göre; Cuma hutbesi, farz namaz hükmünde olduğundan hiçbir şekilde konuşulmaz. Namazda yapılmayan davranışlar hutbede de yapılmaz. Hutbenin vucûbu (farziyeti) susup dinlemek olduğu için namazdaki gibi oturup hiçbir şekilde konuşmadan hatibi dinlemelidir.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ تَكَلَّمَ يَوْمَ الْجُمُعَةِ وَالْإِمَامُ يَخْطُبُ فَهُوَ كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا وَالَّذِي يَقُولُ لَهُ أَنْصِتْ لَيْسَ لَهُ جُمُعَةٌ (حم عن ابن عباس)

″Cuma günü imam hutbede hitap ederken konuşan kimse, kitap taşıyan eşşek gibidir. Ona, ″Sus!″ diyenin de Cuma’sı yoktur.″[18]


[1] Sahih-i Buhârî, Cuma 17, Buyû 6; Sahih-i Müslim, Cuma 11 (36 Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 63.

[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 18, s. 110.

[3] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 18, s. 110.

[4] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 163.

[5] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 123.

[6] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 44/11; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 21212.

[7] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 277/5.

[8] İbn-i Âbidin, c. 3, s. 310-311.

[9] Hadislerle Hanefi Fıkhı, c. 5, s. 519; İslâm fıkhı Ansiklopedisi, c. 2, s. 385. Ayrıca bakınız: Abdurrezzâk es-San’ânî, Musannef, Hadis No: 5485.

[10] İslâm fıkhı Ansiklopedisi, c. 2, s. 387.

[11] Fetavâyi Hindiyye, c. 1, s. 490; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm ilmihâli, s. 166.

[12] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 75; Fetavâyi Hindiyye, c. 1, s. 491.

[13] Sahih-i Müslim, Cuma 13 (53 Sünen-i Tirmizî, Cuma 19.

[14] Sünen-i Ebû Dâvud, Tercüme ve Şerhi, c. 4, s. 221.

[15] İmam Mâlik, Cuma 8; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 1894.

[16] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 240.

[17] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 222; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 1844.

[18] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1929.