NEBE SÛRESİ

Bu sûre 40 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Nebe-i Azîm diye de bilinen; büyük haberi (kıyâmet gününe ait sual ve cevabı) içerdiği için, bu anlama gelen ″Nebe″ ismi verilmiştir.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

قَالَ أَبُو بَكْر رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَدْ شِبْتَ قالَ شَيّبَتْنِي هُودٌ، وَالْوَاقِعَةُ، وَالمُرْسَلاَتُ، وَعَمّ يَتَسَاءَلُونَ، وَإِذَا الشّمْسُ كُوّرَتْ (ت عن ابن عباس)

Ebû Bekir Radiyallâhu anhu: ″Yâ Resûlallah! Saçların ağardı″ deyince, buyurdu ki: ″Hûd, Vâkıa, Mürselât, Nebe ve Tekvîr Sûreleri benim saçımı ağarttı.″[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 56.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ عَمَّ يَتَسَٓاءَلُونَۚ ﴿١﴾ عَنِ النَّبَأِ۬الْعَظ۪يمِۙ ﴿٢﴾ اَلَّذ۪ي هُمْ ف۪يهِ مُخْتَلِفُونَۜ ﴿٣﴾ كَلَّا سَيَعْلَمُونَۙ ﴿٤﴾ ثُمَّ كَلَّا سَيَعْلَمُونَ ﴿٥﴾

1-5. Onlar (müşrikler), neyi sorup duruyorlar?* O büyük haberi (kıyâmeti) mi?* O haber ki, onlar onda ihtilafa düşmüşlerdir.* Hayır! Yakında bileceklerdir.* Sonra hayır! Yakında bileceklerdir.


﴿ اَلَمْ نَجْعَلِ الْاَرْضَ مِهَادًاۙ ﴿٦﴾ وَالْجِبَالَ اَوْتَادًاۖ ﴿٧﴾ وَخَلَقْنَاكُمْ اَزْوَاجًاۙ ﴿٨﴾ وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًاۙ ﴿٩﴾ وَجَعَلْنَا الَّيْلَ لِبَاسًاۙ ﴿١٠﴾ وَجَعَلْنَا النَّهَارَ مَعَاشًاۖ ﴿١١﴾ وَبَنَيْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعًا شِدَادًاۙ ﴿١٢﴾ وَجَعَلْنَا سِرَاجًا وَهَّاجًاۖ ﴿١٣﴾

6-13. Biz, yeryüzünü döşek yapmadık mı?* Dağları da kazık yapmadık mı?* Ve sizleri çiftler olarak yarattık.* Uykunuzu da sizin için bir istirahat zamanı kıldık.* Ve geceleri örtü kıldık.* Gündüzü de maişet vakti kıldık.* Ve üstünüzde muhkem yedi gök bina ettik* ve çok parıldayan bir kandil (güneş) yarattık.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Dağları da kazık yapmadık mı?″ diye buyrulmaktadır. Bu husus Sûre-i Lokmân, Âyet 10’da: ″… Yeryüzünde de, sizi sarsmasın diye sâbit dağlar koydu…″ ve Sûre-i Enbiyâ, Âyet 31’de:İnsanları sarsmasın diye yeryüzüne sâbit dağlar koyduk…diye geçmektedir. Allah’u Teâlâ bu âyetlerde, dünyânın yaratılışından bahsederken, yer yüzeyinin hareket etmemesi için, dağları yaratarak sâbit kıldığından bahsetmektedir. İşte Allah’u Teâlâ Âyet-i Kerîme’de: ″Dağları da kazık yapmadık mı?″ diye buyurarak, bu olayı haber vermekte ve dağlarla yer yüzeyini kazık gibi sâbitlediğinden bahsetmektedir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَمَّا خَلَقَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ الْأَرْضَ جَعَلَتْ تَمِيدُ فَخَلَقَ الْجِبَالَ فَأَلْقَاهَا عَلَيْهَا فَاسْتَقَرَّتْ… (حم عن انس بن مالك)

Allah’u Teâlâ, yeryüzünü yarattığında yeryüzü sallanıyordu. Bunun üzerine dağları yaratıp onun üstüne kondurdu da yeryüzü durgunlaştı…[1]

Kur’ân’ın indirildiği dönemde, hiçbir insan tarafından bilinmeyen bu hâdise, günümüzde jeolojik bulgular sonucunda ortaya çıkarılmıştır. Dağların sâdece yüzey yükseltilerinin olmadığı, dağ kökü adı verilen kısımları ile kimi zaman kendi boylarının on, on beş katı kadar yerin altına doğru uzandığı tespit edilmiştir. Dağlar bu yapısıyla, hareket hâlindeki büyük tabakaların birleştikleri noktalarda, yukarı doğru yükselerek ve aşağı doğru inerek hareket hâlindeki yer yüzeyini, tıpkı bir kazık gibi birbirine sâbitlemektedir.

İşte bu hâdise de, Kur’ân’daki mûcizelerdendir.


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11805.


﴿ وَاَنْزَلْنَا مِنَ الْمُعْصِرَاتِ مَٓاءً ثَجَّاجًاۙ ﴿١٤﴾ لِنُخْرِجَ بِه۪ حَبًّا وَنَبَاتًاۙ ﴿١٥﴾ وَجَنَّاتٍ اَلْفَافًاۜ ﴿١٦﴾

14-16. Ve bulutlardan şarıl şarıl dökülen su indirdik.* Onunla taneler ve bitkiler çıkaralım* ve sık ağaçlı bahçeler çıkaralım diye.


﴿ اِنَّ يَوْمَ الْفَصْلِ كَانَ م۪يقَاتًاۙ ﴿١٧﴾ يَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِ فَتَأْتُونَ اَفْوَاجًاۙ ﴿١٨﴾ وَفُتِحَتِ السَّمَٓاءُ فَكَانَتْ اَبْوَابًاۙ ﴿١٩﴾ وَسُيِّرَتِ الْجِبَالُ فَكَانَتْ سَرَابًاۜ ﴿٢٠﴾

17-20. Şüphesiz ki, hakkı bâtıldan ayırma günü, belirlenmiş bir vakittir.* O gün, Sûr’a üflenir de (kabirlerinizden kalkıp mahşere) bölük bölük gelirsiniz.* Gök açılıp birçok kapılar hâsıl olur* ve dağlar, yürüyüp serap gibi olur.

İzah: Berâ İbn-i Âzib Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

إِنَّ مُعَاذَ بْنَ جَبَلٍ قَالَ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ مَا قَوْلُ اللّٰهِ يَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِ فَتَأْتُونَ أَفْوَاجًا فَقَالَ: يَا مُعَاذُ سَأَلْتَ عَنْ عَظِيمٍ مِنَ الْأَمْرٍ ثُمَّ أَرْسَلَ عَيْنَيْهِ ثُمَّ قَالَ: عَشَرَةُ أَصْنَافٍ قَدْ مَيَّزَهُمُ اللّٰهُ مِنْ جَمَاعَةِ الْمُسْلِمِينَ فَبَدَّلَ صُوَرَهُمْ فَبَعْضُهُمْ عَلَى صُورَةِ الْقِرَدَةِ وَبَعْضُهُمْ عَلَى صُورَةِ الْخَنَازِيرِ وَبَعْضُهُمْ مَنْكُوسُونَ، أَرْجُلُهُمْ فَوْقَ وَوُجُوهُهُمْ أَسْفَلُ يُسْحَبُونَ عَلَيْهَا وَبَعْضُهُمْ عُمْيٌ يَتَرَدَّدُونَ وَبَعْضُهُمْ صُمٌّ بُكْمٌ لَا يَعْقِلُونَ وَبَعْضُهُمْ يَمْضُغُونَ أَلْسِنَتَهُمْ وَهِيَ مُدَلَّاةٌ عَلَى صُدُورِهِمْ يَسِيلُ الْقَيْحُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ لُعَابًا يُقَذِّرُهُمْ أَهْلُ الْجَمْعِ وَبَعْضُهُمْ مُقَطَّعَةٌ أَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلُهُمْ وَبَعْضُهُمْ مُصَلَّبُونَ عَلَى جُذُوعٍ مِنْ نَارٍ وَبَعْضُهُمْ أَشَدُّ نَتِنًا مِنَ الْجِيَفِ وَبَعْضُهُمْ يَلْبَسُونَ جِبَابًا سَابِغَاتٍ مِنْ قَطِرَانٍ لَازِقَةٍ بِجُلُودِهِمْ، فَأَمَّا الَّذِينَ عَلَى صُورَةِ الْقِرَدَةِ فَالْقَتَّاتُ مِنَ النَّاسِ وَأَمَّا الَّذِينَ عَلَى صُورَةِ الْخَنَازِيرِ فَأَكَلَةُ السُّحْتِ وَالْمُنَكَّسُونَ عَلَى وُجُوهِهِمْ فَأَكَلَةُ الرِّبَا وَالْعُمْيُ مَنْ يَجُورُ فِي الْحُكْمِ وَالصُّمُّ الْبُكْمُ فَالْمُعْجَبُونَ بِأَعْمَالِهِمْ وَالَّذِينَ يَمْضُغُونَ أَلْسِنَتَهُمْ فَالْعُلَمَاءُ وَالْقُصَّاصُ الَّذِينَ يُخَالِفُ قَوْلُهُمْ أَعْمَالَهُمْ وَالْمُقَطَّعَةُ أَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلِهِمُ الَّذِينَ يُؤْذُونَ الْجِيرَانَ وَالْمُصَلَّبُونَ عَلَى جُذُوعٍ مِنْ نَارٍ فَالسُّعَاةُ بِالنَّاسِ إِلَى السُّلْطَانِ وَالَّذِينَ هُمْ أَشَدُّ نَتِنًا مِنَ الْجِيَفِ فَالَّذِينَ يَتَمَتَّعُونَ بِالشَّهَوَاتِ وَاللَّذَّاتِ وَيَمْنَعُونَ حَقَّ اللّٰهِ وَحَقَّ الْفُقَرَاءِ مِنْ أَمْوَالِهِمْ وَالَّذِينَ يَلْبَسُونَ الْجِبَابَ فَأَهْلُ الْكِبْرِ وَالْخُيَلَاءِ وَالْفَخْرِ (ابن مردويه عن البراء بن عازب)

″Muaz b. Cebel: Yâ Resûlallah! Allah’u Teâlâ’nın, ″O gün Sûr’a üflenir de (kabirlerinizden kalkıp mahşere) bölük bölük gelirsiniz″ buyruğu ne anlama gelmektedir? diye sorunca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ey Muaz! Çok büyük bir şey sordun″ karşılığını verdi. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ağlamaya başladı ve şöyle buyurdu:

Allah’u Teâlâ mahşer gününde, on sınıf insanı Müslümanlardan ayırıp, bunların sûretlerini değiştirir. Bu on sınıftan bâzıları maymun sûretindedir. Bâzıları domuz sûretindedir. Bâzıları ters yüz edilmiştir, ayakları yukarıda ve yüzleri aşağıda olur ve yüzleri üzerinde sürüklenerek yürürler. Bâzıları kördür ve nereye gideceklerini bilmezler. Bâzıları hiçbir şey anlamayacak şekilde sağır ve dilsizdir. Bâzılarının dilleri göğüslerine kadar uzanmıştır. Bu dillerini çiğnerken, irin salya gibi ağızlarından akar. Orada bulunanların hepsi de onlardan tiksinirler. Bâzılarının elleri ve ayakları kesik olur. Bâzıları ateşten kütükler üzerinde çarmıha gerilirler. Bâzıları leşten daha pis kokar. Bâzıları da derilerine yapışacak bir şekilde katrandan giysiler giymiş olurlar.

Bunlardan maymun sûretinde olanlar, insanlar arasında koğuculuk yapanlardır. Domuz sûretinde olanlar, haram mal yiyenlerdir. Baş ve ayakları ters yüz edilmiş olanlar, fâiz yiyenlerdir. Kör olanlar, zâlim idârecilerdir. Sağır ve dilsiz olanlar, amellerini beğenenlerdir. Dillerini çiğneyenler, sözleri amellerini tutmayan âlimlerdir. El ve ayakları kesilmiş olanlar, komşularına eziyet verenlerdir. Ateşten kütüklere gerilenler, mâsum insanları yöneticilere şikâyet edenlerdir. Leşten daha pis kokanlar, şehvet ve lezzetlerinin peşine düşenler ve mallarında bulunan Allah’ın hakları ile fakirlerin haklarını yerine getirmeyenlerdir. Katrandan giysiler giyenler de, övünen ve kibirlenenlerdir.[1]


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 15, s. 194-195; İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 19, s. 175-176.


﴿ اِنَّ جَهَنَّمَ كَانَتْ مِرْصَادًاۙ ﴿٢١﴾ لِلطَّاغ۪ينَ مَاٰبًاۙ ﴿٢٢﴾ لَابِث۪ينَ ف۪يهَٓا اَحْقَابًاۚ ﴿٢٣﴾ لَا يَذُوقُونَ ف۪يهَا بَرْدًا وَلَا شَرَابًاۙ ﴿٢٤﴾ اِلَّا حَم۪يمًا وَغَسَّاقًاۙ ﴿٢٥﴾ جَزَٓاءً وِفَاقًا ﴿٢٦﴾

21-26. Şüphesiz Cehennem, zebânilerin gözetleme yeridir.* Kâfirler için de bir dönüş yeridir.* Onlar, orada yetmiş binlerce sene yanarlar.* Orada bir serinlik ve lezzetle içecek bir şey tatmazlar.* Lâkin kaynar su ve Cehennem ehlinin vücutlarından akan sıvıyı içerler.* Onlar, amellerine uygun olan bu cezâ ile cezâlanırlar.

İzah: Sûre-i Nebe, Âyet 23‘ün metninde, ″Ahkâba″ diye bir ifade geçmektedir. ″Hukb″, yetmiş bin sene anlamına gelmektedir. ″Ahkâba″ da, hukb’un çoğuludur. Yani yetmiş binlerce sene yanarlar, demektir. Ben kulumu Cehenneme attım mı, yetmiş binlerce sene yanar. İşte bu şiddette, bu azapta! Bunun arkası mı gelir, ebedî tükenmez. Allah muhafaza etsin!

Bu sebeple ″Ahkâba″ ifadesine, ″Yetmiş binlerce yıl″ diye mânâ verilmiş ve bu ifadenin ebedîlik anlamına geldiği ifade edilmiştir.[1] Bu hususta Hasan-ı Basrî Hazretleri: ″Ahkâba’nın ne demek olduğunu kimse bilemez. Ne var ki, tek bir hukb, yetmiş bin yıl; bu yılın tek bir günü de, sizin saydığınız bin yıl gibidir″ demiştir.[2]

Cehennem öyle bir yer ki, nakledildiğine göre; Zekeriyya Aleyhisselâm’ın oğlu Yahyâ Aleyhisselâm daha çocukken, Cehennem korkusundan ağlaya ağlaya gözünün yaşları yüzüne yol etmişti. Cehennemden bahsedildiğinde onun korkusundan ağlar ağlar, avunmazmış. Bir gün, Zekeriyya Aleyhisselâm vaaz ederken etrafa bakmış ki, Yahyâ Aleyhis-selâm yok. Öyleyse millete biraz Cehennemden anlatayım, demiş.

- Ey millet! Allah’u Teâlâ Cehennemin içinde sâfî ateşten yetmiş bin dağ, bu dağın her birinin etrafında yetmiş bin şehir ve her şehirde yetmiş bin ateşten muazzam yapılar yarattı. Her yapının içinde yetmiş bin türlü azap var. Bir kimse Cehenneme girdiğinde, bunların hepsine uğratılıp, ″Gel bakalım bu ateşin de tadına bak, şunun da tadına bak″ denilecek. Her birinin azâbı bir başkadır.

Yine bir kimseyi Cehenneme atınca, Allah’ın emriyle onun sırtına beş yüz arşın kalınlığında bir demir geçirilir, aynı kaplumbağa kabuğu gibi. Ateşin içinde demirin dışı ısındıkça, iç tarafı soğumaya başlar. O kişi ″Üşüdüm″ diye bağırır. Cehennemde görevli olan melekler kendisiyle alay ederek; ″Sen, Cehennem ateşinin içindesin, ″Üşüyorum″ diye bağırıyorsun. Halbuki sen, ″Cehennem var″ denilince alay ederdin″ derler. Bu şekilde onun içinde yetmiş bin yıl yanar. Yetmiş bin yıl yandıktan sonra, artık ateş içine geçer, orada ölüm yoktur. Bu şekilde yanarken yanarken artık Cehennem ateşine alışır. Cehennemde buz dağları da vardır. Bu sefer Allah’u Teâlâ, Cehennemdeki görevli meleklere der ki:

- O kızgın demirle beraber, onu götürün buz dağlarına atın. Götürürler buz dağlarına atarlar. Demirin dışı soğudukça da içi ısınmaya başlar. Bu sefer o, ″Yandım″ diye bağırmaya başlar. Melekler gelir alay ederler ve ″Sen, buz dağlarının içindesin, ″Yandım″ diye bağırıyorsun″ derler. Böylece yetmiş bin yıl da orada kalır.

Allah’u Teâlâ’nın hâlis kulları, ″Bizi Cehennem azâbından koru″ derler. Bu zâtlar, Cehennemin ne olduğunu bilirler. Câhiller ise, bunu bilmezler de, ″Varsın beni yaksın″ derler.


[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 24, s. 162.

[2] Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebîr, c. 16, s. 295.


﴿ اِنَّهُمْ كَانُوا لَا يَرْجُونَ حِسَابًاۙ ﴿٢٧﴾ وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا كِذَّابًاۜ ﴿٢٨﴾ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ كِتَابًا ﴿٢٩﴾ فَذُوقُوا فَلَنْ نَز۪يدَكُمْ اِلَّا عَذَابًا۟ ﴿٣٠﴾

27-30. Çünkü onlar, hesaba çekileceklerini hiç ummuyorlardı.* Âyetlerimizi de yalanladıkça yalanlamışlardı.* Biz ise her şeyi bir kitapta (amel defterinde) kaydedip koruduk.* Kâfirlere: ″Azâbı tadın. Artık size azaptan başkasını artırmayacağız″ denir.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: Biz ise her şeyi bir kitapta (amel defterinde) kaydedip koruduk diye buyrulmaktadır. İşte burada geçen ″Kitap″tan maksat, kirâmen kâtibîn melekleri tarafından, her kulun yaptığı hayır ve şer işlerin kayıtlı olduğu amel defteridir.

Bu husus Sûre-i İnfitâr, Âyet 10-12’de de şöyle geçmektedir:

″Halbuki yaptığınız işleri yazmakla görevli;* kirâmen kâtibîn (değerli ve güvenilir kâtip melekler) vardır.* Onlar, sizin yaptıklarınızı bilir ve kaydederler.″

Yine Sûre-i Nebe, Âyet 30 hakkında Hasan-ı Basrî Hazretlerinden şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

سَأَلْتُأَبَا بَرْزَةَ الْأَسْلَمِيَّعَنْأَشَدِّ آيَةٍ فِي كِتَابِ اللّٰهِ عَلَى أَهْلِ النَّارِ.قَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَرَأَ فَذُوقُوا فَلَنْ نَزِيدَكُمْ إِلَّا عَذَابًافَقَالَ: هَلَكَ الْقَوْمُ بِمَعَاصِيهِمُ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن الحسن)

Ebû Berze el-Eslemî’ye, ″Allah’ın kitabında Cehennem ehli için en ağır gelen âyet hangisidir?″ diye sordum. O dedi ki: Ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in, ″Kâfirlere: ″Azâbı tadın. Artık size azaptan başkasını artırmayacağız″ denir″ diye geçen Sûre-i Nebe, Âyet 30’u okuyup, o topluluk Aziz ve Celil olan Allah’a isyan etmeleri nedeniyle helâk oldu, dediğini işittim.[1]


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 8, s. 308.


﴿ اِنَّ لِلْمُتَّق۪ينَ مَفَازًاۙ ﴿٣١﴾ حَدَٓائِقَ وَاَعْنَابًاۙ ﴿٣٢﴾ وَكَوَاعِبَ اَتْرَابًاۙ ﴿٣٣﴾ وَكَأْسًا دِهَاقًاۜ ﴿٣٤﴾ لَا يَسْمَعُونَ ف۪يهَا لَغْوًا وَلَا كِذَّابًاۚ ﴿٣٥﴾ جَزَٓاءً مِنْ رَبِّكَ عَطَٓاءً حِسَابًاۙ ﴿٣٦﴾ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۙ الرَّحْمٰنِ لَا يَمْلِكُونَ مِنْهُ خِطَابًاۙ ﴿٣٧﴾ يَوْمَ يَقُومُ الرُّوحُ وَالْمَلٰٓئِكَةُ صَفًّاۜ لَا يَتَكَلَّمُونَ اِلَّا مَنْ اَذِنَ لَهُ الرَّحْمٰنُ وَقَالَ صَوَابًا ﴿٣٨﴾

31-38. Şüphesiz ki, takvâ sahipleri için kurtuluşa erecek bir yer vardır.* Bahçeler, üzümler* göğüsleri yeni çıkmış aynı yaşta kızlar* ve şarap dolu kadehler vardır.* Onlar orada ne boş bir söz, ne de bir yalan işitirler.* Bunlar, Rabbinden bir mükâfat ve yeterli bir ihsandır.* O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir, Rahmandır. O gün insanlar, O’na karşı konuşmaya muktedir değillerdir.* Ruh ve melekler saf saf dizildikleri gün, Rahmân’ın izin verdiği kimselerden başkası konuşamaz; konuşan da yalnız hakikati söyler.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Ruh″ ifadesi ile ilgili olarak Abdullah İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir hadiste, şöyle buyrulmuştur:

الرُّوحُ فِي هَذِهِ الْآيَةِ جُنْدٌ مِنْ جُنُودِ اللّٰهِ تَعَالَى لَيْسُوا مَلَائِكَةً لَهُمْ رُؤُوسٌ وَأَيْدٍ وَأَرْجُلٌ يَأْكُلُونَ الطَّعَامَ.ثُمَّ قَرَأَيَوْمَ يَقُومُ الرُّوحُ وَالْمَلَائِكَةُ صَفًّافَإِنَّ هَؤُلَاءِ جُنْدٌ وَهَؤُلَاءِ جُنْدٌ. (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن ابن عباس)

Sûre-i Nebe, Âyet 38’de geçen ″Ruh″, Allah’ın ordularından bir ordudur. Bun­lar melek değildirler; başları, elleri ve ayakları vardır, yerler ve içerler. Da­ha sonra, ″Ruh ve melekler saf saf dizildikleri gün…″ diye devam eden âyeti okudu.[1]


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 19, s. 187.


﴿ ذٰلِكَ الْيَوْمُ الْحَقُّۚ فَمَنْ شَٓاءَ اتَّخَذَ اِلٰى رَبِّه۪ مَاٰبًا ﴿٣٩﴾ اِنَّٓا اَنْذَرْنَاكُمْ عَذَابًا قَر۪يبًاۚ يَوْمَ يَنْظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَن۪ي كُنْتُ تُرَابًا ﴿٤٠﴾

39-40. İşte bu, hak olan gündür. Artık dileyen, Rabbine giden bir yol tutar.* Şüphesiz Biz sizi, yakın azap ile uyardık. O gün kişi, elleriyle yaptığı amellerine bakar ve kâfir: ″Keşke toprak olsaydım!″ der.

İzah: Âyet-i Kerîme’de kâfirlerin mahşer günü, ″Keşke toprak olsaydım!″ diye söyleyeceği ifade edilmektedir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuş­tur:

يُحْشَرُ الْخَلْقُ كُلُّهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ الْبَهَائِمُ وَالدَّوَابُّ وَالطَّيْرُ وَكُلُّ شَيْءٍ فَيَبْلُغُ مِنْ عَدْلِ اللّٰهِ أَنْ يَأْخُذَ لِلْجَمَّاءِ مِنَ الْقَرْنَاءِ ثُمَّ يَقُولُ: كُونِي تُرَابًا فَذَلِكَ حِينَ يَقُولُ الْكَافِرُ: يَا لَيْتَنِي كُنْتُ تُرَابًا (ك عن ابى هربرة)

Allah’u Teâlâ, mahşer gününde hayvanları, kuşları ve bütün yarattıklarını bir araya toplayacaktır. O gün Allah’ın adâleti, öyle bir dereceye ulaşacaktır ki, boynuzsuz hayvanların hakkını boynuzlu olanlardan alacak ve sonra, ″Hepiniz toprak olun″ buyuracak. Bu nedenle kâfir, ″Keşke toprak olsaydım!″ diyecektir.[1]


[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3188.