﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ﴾
Bismillâhirrahmânirrahîm.
﴿ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْۚ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظ۪يمٌ ﴿١﴾ يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّٓا اَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارٰى وَمَا هُمْ بِسُكَارٰى وَلٰكِنَّ عَذَابَ اللّٰهِ شَد۪يدٌ ﴿٢﴾ ﴾
1-2. Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Şüphesiz ki kıyâmetin sarsıntısı korkunç bir olaydır.* Onu gördüğünüz vakit, dehşetinden her emzikli kadın emzirdiği çocuğunu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür. O gün, sarhoş olmadıkları halde, herkesi sarhoş görürsün. Çünkü Allah’ın azâbı çok şiddetlidir.
İzah: Bu âyetler ile ilgili olarak Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Ashâbından bir grubun arasında bulunduğu sırada şöyle buyurmuştur:
إِنَّ اللّٰه لَمَّا فَرَغَ مِنْ خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ خَلَقَ الصُّورَ فَأَعْطَاهُ إسْرَافِيلَ فَهُوَ وَاضِعُهُ عَلَى فِيهِ شَاخِصٌ بِبَصَرِهِ يَنْتَظِرُ مَتَى يُؤْمَرُ قَالَ أَبُو هُرَيْرَةَ: قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّٰه وَمَا الصُّورُ؟ قَالَ: هُوَ قَرْنٌ قُلْتُ: وَكَيْفَ هُوَ؟ قَالَ: عَظِيمٌ قَالَ: وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ إِنَّ عِظَمَ دَارَةٍ فِيهِ لَعَرْضُ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ يَنْفُخُ فِيهِ ثَلَاثَ نَفَخَاتٍ فَالنَّفْخَةُ الْأُولَى لِلْفَزَعِ وَالنَّفْخَةُ الثَّانِيَةُ نَفْخَةُ الصَّعْقِ وَالنَّفْخَةُ الثَّالِثَةُ نَفْخَةُ الْقِيَامِ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ. يَأْمُرُ اللّٰه إسْرَافِيلَ بالنَّفْخَةِ الْأُولَى فَيَقُولُ: انْفُخْ نَفْخَةَ الفَزَعِ فَيَفْزَعُ أهْلُ السَّمَاوَاتِ وَأهْلُ الْأَرْضِ إلَّا مَنْ شَاءَ اللّٰه وَيَأْمُرُهُ اللّٰه فَيُدِيمُهَا وَيُطَوِّلُهَا فَلا يَفْتُرُ وَهِيَ كَقَوْلُ اللّٰه: {وَمَا يَنْظُرُ هَؤُلَاءِ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً مَا لَهَا مِنْ فَوَاقٍ} ... (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابى هريرة)
Allah’u Teâlâ, göklerin ve yerin yaratılmasını bitirince, Sûr’u yaratıp onu İsrâfil’e verdi. O, ″Sûr’a üfleme emri ne zaman verilecek″ diye beklemek üzere gözünü Arş’a dikerek o Sûr’u ağzına aldı. ″Yâ Resûlallah! Sûr nedir?″ diye sordum. ″Boynuzdur″ buyurdu. ″O nasıldır?″ diye sordum. ″Büyüktür″ buyurdu. Beni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, onun bir halkasının büyüklüğü göklerle yerin genişliği gibidir. Ona üç defa üflenecektir:
- Birinci üfleme, korku üflemesidir. İkincisi, yıkılma üflemesidir. Üçüncüsü ise, kalkıp âlemlerin Rabbinin huzuruna dikilme üflemesidir. Allah’u Teâlâ İsrâfil’e birinci üflemeyi emredip, ″Üfle″ diye buyuracak. O da, üfleyecek. Allah’ın diledikleri dışında bütün gökler ve yer halkı korkacak. Allah ona emredecek de uzatacak ve kesinti yapmayacak. Bu durum, Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Sâd, Âyet 15’te: ″Müşrikler de, bir an gecikmesi dâhi olmayan korkunç bir sesten (Sûr’un üflenmesinden) başka bir şeyi beklemiyorlar″ diye geçen buyruğu gibidir. Allah’u Teâlâ dağları yürütecek. Onlar bir bulut gibi geçecek ve serap olacaklar. Sonra yeryüzü halkını öyle bir sarsacak ki, dalgaların çarptığı denize atılmış bir gemi gibi olacak. Yeryüzündeki halkı ters çevirip rüzgârların salladığı, Arş’ta asılı bir kandil gibi yapacak. Bu durum, Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Nâziât, Âyet 6-9’daki: ″O gün (Sûr’un üflenmesiyle) yerin şiddetle sarsıldığı* ve o sarsıntının ardından bir başkasının geldiği gündür.* O gün, kalpler çok muzdariptir* ve onların gözleri de korkudan zillet içindedir″ buyruğunda haber verdiği durumdur. İnsanlar, onun üzerinde sarsılıp çalkalanacak. Süt veren kadınlar çocuklarını unutacak, hâmileler karınlarındakini bırakacak, çocuklar ihtiyarlayacak, şeytânlar korkudan uçar gibi kaçacaklar. Yeryüzünün kenarlarına varınca, melekler onlara gelip yüzlerine vuracaklar ve onlar da dönecek. İnsanlar arkalarına dönüp kaçacak. Allah’ın emrinden onları koruyacak hiçbir şey olmayacak. Birbirlerini çağıracaklar. İşte bu, Allah’u Teâlâ’nın çağrışma günü! Onlar bu halde iken, yeryüzü bir baştan diğer bir başa kadar yarılıp çatlayacak. Bir benzerini görmedikleri büyük bir durumu görecekler. Bundan dolayı en iyisini Allah’ın bildiği üzüntü ve korku onları kaplayacak. Sonra gökyüzüne bakacaklar ki o; erimiş bir maden gibi olmuş. Sonra gökyüzü yarılıp yıldızlar saçılacak, güneş ve ay batacak.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla buyurdu ki:
″Ölüler bundan hiçbir şey bilmeyecekler.″ Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu: ″Yâ Resûlallah! Sûre-i Neml, Âyet 87’deki: ″Sûr’a üflendiği gün, göklerde ve yerde bulunan kimselerin hepsi, şiddetli bir korkuya tutulur. Ancak Allah’u Teâlâ’nın diledikleri müstesnâ…″ buyruğunda istisnâ ettikleri kimlerdir?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″Bunlar şehitlerdir. Korku, dirilere ulaşacaktır. Şehitler, Allah katında diriler olup rızık-lanmaktadırlar. Allah’u Teâlâ, o günün korkusundan onları koruyup emîn kılacaktır. Kıyâmet, Allah’u Teâlâ’nın yarattıklarının kötüleri üzerine göndereceği bir azaptır.″ Allah’u Teâlâ bu hususta Sûre-i Hacc, Âyet 1-2’de şöyle buyurmaktadır:
″Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Şüphesiz ki kıyâmetin sarsıntısı korkunç bir olaydır.* Onu gördüğünüz vakit, dehşetinden her emzikli kadın emzirdiği çocuğunu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür. O gün, sarhoş olmadıkları halde, herkesi sarhoş görürsün. Çünkü Allah’ın azâbı çok şiddetlidir.″ Onlar, Allah’ın dilediği kadar bu azap içinde kalacaklardır. Bu süre uzun olacaktır. Sonra Allah’u Teâlâ İsrâfil’e yıkılma üflemesini emredecek. O da üfleyecek. Allah’ın diledikleri dışında gökler ve yer halkı yıkılacak…[1]
[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 3, s. 283. Bu Hadis-i Şerif’in devamında kıyâmetten sonra mahşerde meydana gelecek hâdiseleri uzun uzadıya anlatmaktadır. Bu Hadis-i Şerif için Sure-i En’âm, Âyet 71-73’ün izahına bakınız.
Bu sûre 78 âyettir. Bâzı âyetleri Medîne döneminde nâzil olmuştur. Çoğu ise Mekke döneminde nâzil olmuştur. Bu sûrede İbrâhim Aleyhisselâm’ın, hac ibâdeti için insanları Kâbe’ye dâvet ettiği beyan edildiği için ″Hacc Sûresi″ ismi verilmiştir.
﴿ وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُجَادِلُ فِي اللّٰهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّبِعُ كُلَّ شَيْطَانٍ مَر۪يدٍۙ ﴿٣﴾ كُتِبَ عَلَيْهِ اَنَّهُ مَنْ تَوَلَّاهُ فَاَنَّهُ يُضِلُّهُ وَيَهْد۪يهِ اِلٰى عَذَابِ السَّع۪يرِ ﴿٤﴾ ﴾
3-4. İnsanlardan öylesi vardır ki, bilmedikleri halde Allah hakkında mücâdele eder ve her inatçı şeytana tâbi olur.* Şeytan hakkında: ″Her kim onu dost edinirse, mutlaka onu dalâlete düşürür ve onu Cehennem azâbına ulaştırır″ diye yazılmıştır.
﴿ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِنَ الْبَعْثِ فَاِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ نُطْفَةٍ ثُمَّ مِنْ عَلَقَةٍ ثُمَّ مِنْ مُضْغَةٍ مُخَلَّقَةٍ وَغَيْرِ مُخَلَّقَةٍ لِنُبَيِّنَ لَكُمْۜ وَنُقِرُّ فِي الْاَرْحَامِ مَا نَشَٓاءُ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى ثُمَّ نُخْرِجُكُمْ طِفْلًا ثُمَّ لِتَبْلُغُٓوا اَشُدَّكُمْۚ وَمِنْكُمْ مَنْ يُتَوَفّٰى وَمِنْكُمْ مَنْ يُرَدُّ اِلٰٓى اَرْذَلِ الْعُمُرِ لِكَيْلَا يَعْلَمَ مِنْ بَعْدِ عِلْمٍ شَيْـًٔاۜ وَتَرَى الْاَرْضَ هَامِدَةً فَاِذَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَٓاءَ اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ وَاَنْبَتَتْ مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَه۪يجٍ ﴿٥﴾ ﴾
5. Ey insanlar! Öldükten sonra dirilme hususunda şüphe ediyorsanız, ilk yaratılışınıza bakın. Biz kudret ve hikmetimizi size bildirmek için sizi ilk olarak topraktan, sonra nutfe’den (sperm’den), sonra alaka’dan (embriyo’dan), sonra şekli belli belirsiz olan bir et parçasından yarattık. Dilediğimizi belirli bir vakte kadar rahimlerde durdururuz. Sonra sizi bir bebek olarak çıkarırız. Sonra güç ve kuvvet kazanıncaya kadar sizi büyütürüz. Sizden bâzınız vefat ettirilir. Bâzınız da ömrünün bunaklık devresine kadar ulaştırılır ki, bilirken hiçbir şey bilmez hâle gelsin. Ve yeryüzünü kuru olarak görürsün. Biz ona su indirdiğimiz zaman, yeryüzü harekete geçer, kabarır ve her sınıftan güzel çift çift bitkiler bitirir.
İzah: Bu âyette insanın yaratılma safhâları anlatılmaktadır. İlk olarak Âdem Aleyhisselâm’ın topraktan, onun neslinden gelenlerin ise önce nutfe’den, sonra alaka’ya dönüşmek sûretiyle yaratılmasından bahsedil-mektedir. Alaka; yapışan ve tutunan anlamına gelmektedir. Yani bu da çıplak gözle görülemeyen spermin ana rahmine yapışarak embriyo şeklini almasıdır. Ana rahmindeki çocuk büyüdükçe o rahime yapıştığı noktadan doğuncaya kadar beslenir, buna da göbek bağı denir. Sonra şekli belli belirsiz olan bir et parçasına dönüşür ve daha sonra da insan şeklini alarak dünyâya gelir.
İşte alaka kelimesiyle ifade edilen yapışma ve tutunma hâdisesi, bilimsel olarak da ispatlanmış bir olaydır. Kur’ân âyetlerinin indiği yıllarda, spermin ana rahmine nasıl tutunduğunu kimsenin bilmesine imkan yoktu. İşte bu da Kur’ân’daki mûcizelerden biridir.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِذَا مَرَّ بِالنُّطْفَةِ ثِنْتَانِ وَأَرْبَعُونَ لَيْلَةً بَعَثَ اللّٰهُ إِلَيْهَا مَلَكًا فَصَوَّرَهَا وَخَلَقَ سَمْعَهَا وَبَصَرَهَا وَجِلْدَهَا وَلَحْمَهَا وَعِظَامَهَا ثُمَّ قَالَ يَا رَبِّ أَذَكَرٌ أَمْ أُنْثَى فَيَقْضِي رَبُّكَ مَا شَاءَ وَيَكْتُبُ الْمَلَكُ ثُمَّ يَقُولُ يَا رَبِّ أَجَلُهُ فَيَقُولُ رَبُّكَ مَا شَاءَ وَيَكْتُبُ الْمَلَكُ ثُمَّ يَقُولُ يَا رَبِّ رِزْقُهُ فَيَقْضِي رَبُّكَ مَا شَاءَ وَيَكْتُبُ الْمَلَكُ ثُمَّ يَخْرُجُ الْمَلَكُ بِالصَّحِيفَةِ فِي يَدِهِ فَلَا يَزِيدُ عَلَى مَا أُمِرَ وَلَا يَنْقُصُ (م عن حذيفة بن أسيد الغفاري)
Nutfe, rahimde kırk gün kaldıktan sonra Allah’u Teâlâ bir melek göndererek bu nutfeye bir şekil verir. Kulaklarını, gözlerini, tenini, etini ve kemiklerini yaratır. Daha sonra melek: ″Rabbim! Bu erkek mi, dişi mi olacak?″ diye sorar. Rabbin dilediğini hükmeder. Melek de bunu yazar. Sonra: ″Rabbim! Ömrü ne kadar olacak?″ diye sorar. Rabbin dilediğini söyler. Melek de bunu yazar. Sonra: ″Rabbim! Rızkı ne kadar olacak?″ diye sorar. Rabbin dilediğini hükmeder. Melek de bunu yazar. Daha sonra melek, bu yazdıklarıyla çıkar ki, Allah’u Teâlâ’nın kendisine söylediklerine ne ekleme yapar, ne de onlardan bir şey çıkarır.[1]
[1] Sahih-i Müslim, Kader 1 (3 Tahavî, Müşkil’ül-Âsâr, Hadis No: 2237.
﴿ ذٰلِكَ بِاَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْحَقُّ وَاَنَّهُ يُحْيِ الْمَوْتٰى وَاَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۙ ﴿٦﴾ وَاَنَّ السَّاعَةَ اٰتِيَةٌ لَا رَيْبَ ف۪يهَاۙ وَاَنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ مَنْ فِي الْقُبُورِ ﴿٧﴾ ﴾
6-7. İşte hakkın kendisi olan Allah’u Teâlâ, ölüleri de böyle diriltir. Şüphesiz O, her şeye kâdirdir.* Kıyâmet yakındır, kopacağında şüphe yoktur. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, kabirlerdeki ölüleri diriltecektir.
İzah: Allah’u Teâlâ’nn, ölüleri diriltmesi hakkında Ebû Razîn el-Ukaylî Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَكُلُّنَا يَرَى رَبَّهُ عَزَّ وَجَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَمَا آيَةُ ذَلِكَ فِي خَلْقِهِ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَلَيْسَ كُلُّكُمْ يَنْظُرُ إِلَى الْقَمَرِ مُخْلِيًا بِهِ قَالَ بَلَى قَالَ فَاللّٰهُ أَعْظَمُ قَالَ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِي اللّٰهُ الْمَوْتَى وَمَا آيَةُ ذَلِكَ فِي خَلْقِهِ قَالَ أَمَا مَرَرْتَ بِوَادِي أَهْلِكَ مَحْلًا قَالَ بَلَى قَالَ أَمَا مَرَرْتَ بِهِ يَهْتَزُّ خَضِرًا قَالَ قُلْتُ بَلَى قَالَ ثُمَّ مَرَرْتَ بِهِ مَحْلًا قَالَ بَلَى قَالَ فَكَذَلِكَ يُحْيِي اللّٰهُ الْمَوْتَى وَذَلِكَ آيَتُهُ فِي خَلْقِهِ (حم عن عمه ابى رزين العقيلى)
″Yâ Resûlallah! Mahşer günü herkes Rabbini görecek mi? Bunun Allah’ın yarattıkları içinde alâmeti nedir?″ diye sordum. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″Hepiniz aya ayrı ayrı bakmaz mısınız?″ ″Evet bakarız″ dedik. ″Allah en büyüktür″ buyurdu. ″Yâ Resûlallah! Allah’u Teâlâ ölüleri nasıl diriltir? Bunun Allah’ın yarattıkları içinde alâmeti nedir?″ dedim. ″Kuraklıktan helâk olmuş bir vâdiye hiç rastlamadın mı?″ buyurdu. ″Evet rastladım″ dedim. ″Sonra yeşillikler içinde dalgalanırken de ona uğradın mı?″ buyurdu. ″Evet uğradım″ dedim. ″İşte böylece Allah’u Teâlâ ölüleri diriltir ve yarattıkları içinde bunun alâmeti budur″ dedi.[1]
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15603.
﴿ وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُجَادِلُ فِي اللّٰهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلَا هُدًى وَلَا كِتَابٍ مُن۪يرٍۙ ﴿٨﴾ ثَانِيَ عِطْفِه۪ لِيُضِلَّ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ لَهُ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَنُذ۪يقُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ عَذَابَ الْحَر۪يقِ ﴿٩﴾ ذٰلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ يَدَاكَ وَاَنَّ اللّٰهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِ۟ ﴿١٠﴾ ﴾
8-10. İnsanlardan öylesi de vardır ki, bir ilme, hidâyete ulaştıran bir rehbere ve nurlandıran bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında mücâdele eder.* Onların kibirlenerek yaptıkları mücâdele, insanları Allah yolundan saptırmak içindir. Onlar için dünyâda zillet, mahşer gününde de yakıcı bir azap vardır.* Onlara: ″Bu zillet ve azap, senin kendi ellerinle önceden yaptığından dolayıdır″ denilir. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kullarına aslâ haksızlık yapmaz.
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″İlim″, aklî ve naklî olan delillerdir. ″Hidâyete ulaştıran bir rehber″, Peygamberler ve âlimlerdir. ″Nûrlandıran bir kitap″ ise, Kur’ân-ı Kerîm’dir.
Bu âyetlerde azâba uğrayacak olan kişilerin, nefislerine uyarak kendi elleriyle yaptıkları günahlar sebebiyle bu azâba uğrayacakları beyan edilmiş ve devamında da Allah’u Teâlâ’nın kimseye haksızlık yapmayacağı vurgulanmıştır.
Allah’u Teâlâ Sûre-i Necm, Âyet 39’da şöyle buyurmuştur:
″Şüphesiz ki, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur.″
Bu husus Sûre-i Enfâl, Âyet 51’de de şöyle geçmektedir:
″İşte bu, sizin kendi ellerinizle önceden yaptıklarınızın karşılığıdır. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kullarına aslâ haksızlık yapmaz.″
Bir kimse, kendi kazandığının karşılığını mahşerde görecektir. Allah’u Teâlâ irâde-i cüz’iyye’yi kulun kendi eline vermiştir. Kul, îmanı seçip amel-i sâlihte bulunursa, bu kimsenin yeri Cennettir. Kul, şeytana ve nefsinin hevâsına uyup küfrü seçerse yahut kötü amellerde bulunursa, bu sebepten Cehenneme girer.
Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i Enfâl, Âyet 51’in izahına bakınız.
﴿ وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللّٰهَ عَلٰى حَرْفٍۚ فَاِنْ اَصَابَهُ خَيْرٌۨ اطْمَاَنَّ بِه۪ۚ وَاِنْ اَصَابَتْهُ فِتْنَةٌۨ انْقَلَبَ عَلٰى وَجْهِه۪۠ خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةَۜ ذٰلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُب۪ينُ ﴿١١﴾ يَدْعُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَضُرُّهُ وَمَا لَا يَنْفَعُهُۜ ذٰلِكَ هُوَ الضَّلَالُ الْبَع۪يدُ ﴿١٢﴾ يَدْعُوا لَمَنْ ضَرُّهُٓ اَقْرَبُ مِنْ نَفْعِه۪ۜ لَبِئْسَ الْمَوْلٰى وَلَبِئْسَ الْعَش۪يرُ ﴿١٣﴾ ﴾
11-13. Ve insanlardan öylesi de vardır ki, Allah’a şüphe ile ibâdet eder. Kendine bir hayır isâbet ederse, emin olup hâlinde sebat eder. Bir musîbet isâbet ederse, küfre döner de dünyâda ve âhirette hüsrâna uğrar. İşte apaçık hüsran budur.* Çünkü bu kimse, Allah’ı bırakıp kendine zarar ve faydası olmayan şeylere ibâdet eder. Bu ise, haktan çok uzak bir sapıklıktır.* O kimse, zararı faydasından daha yakın olan şeye ibâdet eder. İbâdet ettiği şey, ne kötü dosttur ve ne kötü arkadaştır!
İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ: ″Ve insanlardan öylesi de vardır ki, Allah’a şüphe ile ibâdet eder…″ diye devam eden Sûre-i Hacc, Âyet 11 hakkında şöyle buyurmuştur:
{وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللّٰهَ عَلَى حَرْفٍ} قَالَ كَانَ الرَّجُلُ يَقْدَمُ الْمَدِينَةَ فَإِنْ وَلَدَتْ امْرَأَتُهُ غُلَامًا وَنُتِجَتْ خَيْلُهُ قَالَ هَذَا دِينٌ صَالِحٌ وَإِنْ لَمْ تَلِدْ امْرَأَتُهُ وَلَمْ تُنْتَجْ خَيْلُهُ قَالَ هَذَا دِينُ سُوءٍ (خ عن ابن عباس)
Bir kişi Medîne’ye gelirdi. Şâyet hanımı erkek çocuk doğurur ve atları da yavrulayacak olursa, ″Bu, iyi bir dindir″ derdi. Hanımı doğurmaz ve atları da yavrulamazsa bu sefer, ″Bu, kötü bir dindir″ derdi.[1]
[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Hacc 2; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7093.
﴿ اِنَّ اللّٰهَ يُدْخِلُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۜ اِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يُر۪يدُ ﴿١٤﴾ ﴾
14. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, îman edip sâlih amellerde bulunanları altlarından nehirler akan Cennetlere girdirir. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, dilediğini yapar.
﴿ مَنْ كَانَ يَظُنُّ اَنْ لَنْ يَنْصُرَهُ اللّٰهُ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ فَلْيَمْدُدْ بِسَبَبٍ اِلَى السَّمَٓاءِ ثُمَّ لْيَقْطَعْ فَلْيَنْظُرْ هَلْ يُذْهِبَنَّ كَيْدُهُ مَا يَغ۪يظُ ﴿١٥﴾ ﴾
15. Allah’u Teâlâ’nın, Resûlüne dünyâda ve âhirette yardım etmeyeceği zannında bulunan kimse, öfkesinin yok olması için her türlü sebeplere müracaat etsin; hattâ evinin tavanına bir ip takıp onunla kendini assın. Baksın bu fiili öfkesini giderir mi?
﴿ وَكَذٰلِكَ اَنْزَلْنَاهُ اٰيَاتٍ بَيِّنَاتٍۙ وَاَنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ي مَنْ يُر۪يدُ ﴿١٦﴾ ﴾
16. Kur’ân’ı da apaçık âyetler olarak işte böyle indirdik. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, dilediğine hidâyet eder.
﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَالَّذ۪ينَ هَادُوا وَالصَّابِـ۪ٔينَ وَالنَّصَارٰى وَالْمَجُوسَ وَالَّذ۪ينَ اَشْرَكُواۗ اِنَّ اللّٰهَ يَفْصِلُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ ﴿١٧﴾ ﴾
17. Şüphesiz ki Îman edenlerle, Yahudiler, Sâbiiler, Hristiyanlar, Mecûsiler ve müşrikler arasında mahşer gününde hüküm verecek olan ancak Allah’tır. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, her şeye şâhittir.
İzah: Allah’u Teâlâ, mahşer günü hükmünü verecek ve şeytana uyup hak yoldan sapan kâfirleri Cehenneme, Mü’minleri ise Cennete koyacaktır. Allah’u Teâlâ, kullarının her yaptığını görüp bilmektedir. Kimin hak üzere, kimin de dalâlet üzere olduğunu bilir ve mahşerde herkese hak ettiği karşılığı verir.
Bu Âyet-i Kerîme’de, ″Îman edenler″ diye geçen zümre, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmeti ve önceki ümmetlerin içerisinde İslâm üzere olan hak topluluklardır. Bu âyette sayılan bâtıl olan dinlere gelince; Yahudiler, ″Üzeyr, Allah’ın oğludur″ diyerek Allah’a ortak koşup kâfir oldular. Hristiyanlar, ″Îsâ Mesih, Allah’ın oğludur″ diyerek Allah’a ortak koşup kâfir oldular. Sâbiiler, yıldızlara taparak Allah’a ortak koşup kâfir oldular. Mecûsiler, ateşe taparak Allah’a ortak koşup kâfir oldular. Müşrikler de, putlara taparak ve ″Melekler, Allah’ın kızlarıdır″ diyerek Allah’a ortak koşup kâfir oldular. Allah’u Teâlâ, mahşer günü bunların arasında hükmünü verecektir. Hak üzere olan Mü’minler, Allah’u Teâlâ tarafından ödüllendirilecek, bâtıl olan zümreler ise, şirke girmelerinden dolayı cezâlandırılacaktır.
İslâm’ın dışında olan zümrelerin hepsi bâtıldır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ قَالَ عِنْدَ مَجْمَعِ الْيَهُودِ وَالنَّصَارَى وَالْمَجُوسِ وَالصَّابِئِينَ: أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَنَّ مَا دُونَ اللّٰهِ مَرْبُوبٌ مَقْهُورٌ أَعْطَاهُ اللّٰهُ مِثْلَ عَدَدِهِمْ )ابن شاهين عن ابن عباس(
Bir kimse Yahudi, Hristiyan, Mecûsi (ateşe tapan) ve Sâbiiler (yıldıza tapanlar)’in toplantılarında: ″Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve Allah’tan başka Rabb da yoktur, her şeye gâlip olacak da yoktur″ derse Allah’u Teâlâ o kimseye onların sayısınca sevap verir.[1]
Allah’u Teâlâ Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 19’da şöyle buyurmuştur:
″Şüphesiz ki, Allah katında tek din İslâm’dır. Bu hakikati bilen Ehl-i Kitab’ın ihtilaf etmeleri ise, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki hasetten dolayıdır. Allah’ın âyetlerini kim inkâr ederse, şüphesiz Allah’u Teâlâ, hesabı çabuk görendir.″
Buradan anlaşılan, Yahudiler, Hristiyanlar, Mecûsiler, Sâbiiler[2] ve bunlar gibi olan zümrelerin hepsi dalâlettedirler.
[1] Râmûz’ul Ehâdîs, s 434/9.
[2] Sâbiiler hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 62 ve izahına bakınız.
﴿ اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِي الْاَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَٓابُّ وَكَث۪يرٌ مِنَ النَّاسِۜ وَكَث۪يرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُۜ وَمَنْ يُهِنِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍۜ اِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يَشَٓاءُ (سَجْدَه) ﴿١٨﴾ ﴾
18. Ey Resûlüm! Görmez misin ki, göklerde ve yerde olan kimseler, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ederler. İnsanların birçoğu da azâba müstehak olmuştur. Allah’u Teâlâ’nın zillette bıraktığını, kimse aziz edemez. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, dilediğini yapar. (Secde âyetidir)
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’yi açıklarken Mücâhid Hazretleri şöyle buyurmuştur: ″Bütün bunlar gölgeleriyle Allah’a secde ederler. İnsanların çoğundan kasıt Mü’minlerdir. Azâbı hak eden insanların çoğundan kasıt kâfirlerdir, bunlar da kendileri istemese de gölgeleri Allah’a secde eder.″[1]
[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 10, s. 432.
﴿ هٰذَانِ خَصْمَانِ اخْتَصَمُوا ف۪ي رَبِّهِمْۘ فَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا قُطِّعَتْ لَهُمْ ثِيَابٌ مِنْ نَارٍۜ يُصَبُّ مِنْ فَوْقِ رُؤُ۫سِهِمُ الْحَم۪يمُۚ ﴿١٩﴾ يُصْهَرُ بِه۪ مَا ف۪ي بُطُونِهِمْ وَالْجُلُودُۜ ﴿٢٠﴾ وَلَهُمْ مَقَامِعُ مِنْ حَد۪يدٍ ﴿٢١﴾ كُلَّمَٓا اَرَادُٓوا اَنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا مِنْ غَمٍّ اُع۪يدُوا ف۪يهَا وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَر۪يقِ۟ ﴿٢٢﴾﴾
19-22. Şu (Mü’min ve kâfir) iki hasım fırka, Rableri hakkında mücâdele ettiler. İşte kâfir olanlara ateşten elbiseler biçilmiştir. Başlarının üstünden de kaynar su dökülür.* Bununla karınlarındakiler ve derileri eritilir * Onlar için demirden topuzlar da vardır.* Onlar, her ne zaman ateşten, o şiddetli gamdan çıkmak isteseler, oraya iâde edilirler. Ve onlara: ″Yakıcı azâbı tadın″ denilir.
İzah: Sûre-i Hacc, Âyet 19 hakkında Hz. Ali Kerremallâhu veche şöyle buyurmuştur:
أَنَا أَوَّلُ مَنْ يَجْثُو بَيْنَ يَدَيْ الرَّحْمَنِ لِلْخُصُومَةِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَقَالَ قَيْسُ بْنُ عُبَادٍ وَفِيهِمْ أُنْزِلَتْ {هَذَانِ خَصْمَانِ اخْتَصَمُوا فِي رَبِّهِمْ} قَالَ هُمْ الَّذِينَ تَبَارَزُوا يَوْمَ بَدْرٍ حَمْزَةُ وَعَلِيٌّ وَعُبَيْدَةُ أَوْ أَبُو عُبَيْدَةَ بْنُ الْحَارِثِ وَشَيْبَةُ بْنُ رَبِيعَةَ وَعُتْبَةُ بْنُ رَبِيعَةَ وَالْوَلِيدُ بْنُ عُتْبَةَ (خ عن قيس بن عباد)
″Mahşer gününde müşriklerle dâvâlaşmak için Rahmân’ın huzurunda ilk diz çöken kişi ben olacağım.″ Râvi Kays Radiyallâhu anhu der ki: ″Şu (Mü’min ve kâfir) iki hasım fırka, Rableri hakkında mücâdele ettiler…″ diye devam eden âyeti, Bedir Savaşı’nda karşılıklı cenkleşen iki grup hakkında nâzil olmuştur. Bir tarafta Hz. Ali, Hz. Hamza ve Hz. Ubeyde; karşı tarafta ise Şeybe b. Rabîa, Utbe b. Rabîa ve Velid b. Utbe vardı.[1]
Sûre-i Hacc, Âyet 20 ile ilgili olarak da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ الْحَمِيمَ لَيُصَبُّ عَلَى رُءُوسِهِمْ فَيَنْفُذُ الْحَمِيمُ حَتَّى يَخْلُصَ إِلَى جَوْفِهِ فَيَسْلِتُ مَا فِي جَوْفِهِ حَتَّى يَمْرُقَ مِنْ قَدَمَيْهِ وَهُوَ الصَّهْرُ ثُمَّ يُعَادُ كَمَا كَانَ (ت عن ابى هريرة)
Başlarına sıcak su dökülür, o sıcak su içe işleyerek karın boşluğuna varır, karnında ne varsa hepsini silip süpürür ve neticede ayaklarından çıkar. İşte Sûre-i Hacc, Âyet 20’de, ″Eritilir″ diye söylediği budur. Sonra eski hâline iâde edilecektir.[2]
Yine Sûre-i Hacc, Âyet 21’de: ″Onlar için demirden topuzlar da vardır″ diye buyrulmuştur. Bu hususta da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَوْ أَنَّ مِقْمَعًا مِنْ حَدِيدٍ وُضِعَ فِي الْأَرْضِ فَاجْتَمَعَ لَهُ الثَّقَلَانِ مَا أَقَلُّوهُ مِنَ الْأَرْضِ (حم عن ابى سعيد)
″Şâyet demirden bir topuz yeryüzüne konulmuş olsa, insan ve cinler onu yerden kaldırmak için toplansalar, onu yerden kaldıramazlardı.″[3]
[1] Sahih-i Buhârî, Megâzi 7; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No:7094.
[2] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cehennem 4.
[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10803.
﴿ اِنَّ اللّٰهَ يُدْخِلُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ ف۪يهَا مِنْ اَسَاوِرَ مِنْ ذَهَبٍ وَلُؤْلُؤً۬اۜ وَلِبَاسُهُمْ ف۪يهَا حَر۪يرٌ ﴿٢٣﴾ ﴾
23. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, îman edip sâlih amellerde bulunanları da altlarından nehirler akan Cennetlere girdirir. Orada altın bileziklerle ve incilerle ziynetlenirler. Onların oradaki elbiseleri de ipektir.
İzah: Bu âyette, Mü’minlerin Cennette altın takılar takacakları ve ipek elbise giyecekleri anlatılmaktadır. Ancak bu ziynetler, Mü’min erkekler için dünyâda haramdır. Bu hususta nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, İbn-i Ebî Leylâ Radiyallâhu anhu şöyle anlatmaktadır:
Huzeyfe Radiyallâhu anhu su istemiş. Bir Mecûsi, gümüş bir bardakla su getirmiş. Bardağı onun elinin içine koyunca, Huzeyfe Radiyallâhu anhu bardağı içindeki su ile fırlatıp atmış ve ″Ben seni bu bardakla su getirmekten birkaç defa sözle nehyetmiş olmasaydım, şimdi sana bu fiili muâmeleyi yapmazdım″ diyerek sözüne şöyle devam etmiştir: Lâkin ben Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim:
لَا تَلْبَسُوا الْحَرِيرَ وَلَا الدِّيبَاجَ وَلَا تَشْرَبُوا فِي آنِيَةِ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَلَا تَأْكُلُوا فِي صِحَافِهَا فَإِنَّهَا لَهُمْ فِي الدُّنْيَا وَلَنَا فِي الْآخِرَةِ (خ عن عبد الرحمن بن ابى ليلى)
″Sizler harîr ve dibâc denilen ipekli kumaşlardan elbise giymeyin, altın ve gümüş kaplardan da su içmeyin, bunların çanak ve tabakları içine konulan yemekleri de yemeyin. Çünkü bunlar dünyâda kâfirlere ait süs eşyalarıdır, âhirette de bizim ziynetlenme vâsıtalarımız olacaktır.″[1]
İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:
رَأَى عُمَرُ عُطَارِدًا التَّمِيمِيَّ يُقِيمُ بِالسُّوقِ حُلَّةً سِيَرَاءَ وَكَانَ رَجُلًا يَغْشَى الْمُلُوكَ وَيُصِيبُ مِنْهُمْ فَقَالَ عُمَرُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنِّي رَأَيْتُ عُطَارِدًا يُقِيمُ فِي السُّوقِ حُلَّةً سِيَرَاءَ فَلَوْ اشْتَرَيْتَهَا فَلَبِسْتَهَا لِوُفُودِ الْعَرَبِ إِذَا قَدِمُوا عَلَيْكَ وَأَظُنُّهُ قَالَ وَلَبِسْتَهَا يَوْمَ الْجُمُعَةِ فَقَالَ لَهُ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّمَا يَلْبَسُ الْحَرِيرَ فِي الدُّنْيَا مَنْ لَا خَلَاقَ لَهُ فِي الْآخِرَةِ... (م عن ابن عمر)
Hz. Ömer, Utârıt et-Temimi’yi çarşıda satış için elbiseler arz ederken gördü. Bu Utârit, hükümdarların yanlarına girip onlardan hediyelere nâil olan bir kimse idi. Hz. Ömer: ″ Yâ Resûlallah! Ben Utârit’i çarşıda ipekten bir hulleyi satış için arz ederken gördüm. Keşke bunu satın alsan da huzuruna geldikleri zaman Arap heyetleri için giysen ve bir de Cuma günü giysen″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″İpekli kumaşı dünyâda ancak, âhirette nasibi olmayan kimseler giyer″ diye buyurdu.
Bunun ardından bir zaman sonra Resûlü Ekrem’e birtakım ipek elbiseler getirildi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bunlardan bir elbise Hz. Ömer’e, bir elbise Hz. Usâme İbn-i Zeyd’e gönderdi ve bir elbise de Hz. Ali’ye verdi ve ″Bu ipek kumaşı, evdeki kadın ve kızların arasında başörtüleri olarak taksim et″ dedi. Müteakiben Hz. Ömer elbisesini alıp getirdi ve ″Yâ Resûlallah! Bu elbiseyi bana gönderdin, halbuki geçen gün Utârit’in ipekli elbisesi hakkında, o söylediğini yani ipekli kumaşı dünyâda ancak, âhirette nasibi olmayan kimseler giyer, demiştin″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Ben bu ipekli elbiseyi sana giyesin diye yollamadım. Lâkin ben bunu sana bununla başka türlü faydalanasın (satar bir ihtiyacını görürsün) diye gönderdim.″ Hz. Usâme de kendisine gönderilen o ipekli elbiseyi giymiş olarak gelmişti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, kendisine öyle bir bakış baktı ki, Hz. Usâme bu bakıştan yapmış olduğu işi Resûlü Ekrem’in beğenmediğini anladı ve ″Yâ Resûlallah! Bana niye bakıyorsun? Bunu bana sen gönderdin″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Ben bunu sana giyesin diye göndermedim. Lâkin ben bunu sana kadınların arasında başörtüleri olarak taksim edesin diye gönderdim.″[2]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
حُرِّمَ لِبَاسُ الْحَرِيرِ وَالذَّهَبِ عَلَى ذُكُورِ أُمَّتِي وَأُحِلَّ لِإِنَاثِهِمْ (ت عن ابى موسى الاشعرى)
″Ümmetimin erkeklerine, ipek elbise ve altın haram kılındı. Kadınlarına ise, helâl kılındı.″[3]
[1] Sahih-i Buhârî, Et’ime 29; Sahih-i Müslim, Libas 2 (5).
[2] Sahih-i Müslim, Libas 2 (7).
[3] Sünen-i Tirmizî, Libas 1; Sünen-i Nesâî, Ziynet 40; Sünen-i Ebû Dâvud, Libas 14.
﴿ وَهُدُٓوا اِلَى الطَّيِّبِ مِنَ الْقَوْلِۗ وَهُدُٓوا اِلٰى صِرَاطِ الْحَم۪يدِ ﴿٢٤﴾ ﴾
24. O îman edenler, sözün en güzeline hidâyet edilmişler, hem de hamde lâyık olan Allah’ın yoluna iletilmişlerdir.
﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ الَّذ۪ي جَعَلْنَاهُ لِلنَّاسِ سَوَٓاءًۨ الْعَاكِفُ ف۪يهِ وَالْبَادِۜ وَمَنْ يُرِدْ ف۪يهِ بِاِلْحَادٍ بِظُلْمٍ نُذِقْهُ مِنْ عَذَابٍ اَل۪يمٍ۟ ﴿٢٥﴾ ﴾
25. Muhakkak ki, küfrü yüklenip insanları Allah yolundan ve mukim olanlarla dışarıdan gelenler için eşit olarak (ibadetgâh) kıldığımız Mescid-i Haram’dan alıkoyanlara ve orada haktan sapıp zulmetmek isteyenlere elim bir azap tattıracağız.
İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, sıfatlarını belirttiği bir kısım kâfirlere elim bir azap tattıracağını beyan etmektedir. Bu kâfirler, Allah’ı inkâr edenler, insanları Allah yolundan alıkoyanlar, Beytullah’ı namaz ve hac gibi ibâdetleri yapmak için ziyârete gelen insanları oradan alıkoyanlar ve Beytullah’ta haktan ayrılarak insanlara zulmetmeye kalkışanlardır.
Bu Âyet-i Kerîme hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَوْ أَنَّ رَجُلًا هَمَّ فِيهِ بِإِلْحَادٍ وَهُوَ بِعَدَنِ أَبْيَنَ لَأَذَاقَهُ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ عَذَابًا أَلِيمًا (حم عن ابن مسعود)
″Mescid-i Haram’da, biri mâsiyete kalkışsa, daha sonra Yemen’de bir adada olsa dahi Allah’u Teâlâ ona elim bir azap tattırır.″[1]
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 3864; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7095.
﴿ وَاِذْ بَوَّأْنَا لِاِبْرٰه۪يمَ مَكَانَ الْبَيْتِ اَنْ لَا تُشْرِكْ ب۪ي شَيْـًٔا وَطَهِّرْ بَيْتِيَ لِلطَّٓائِف۪ينَ وَالْقَٓائِم۪ينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ ﴿٢٦﴾ وَاَذِّنْ فِي النَّاسِ بِالْحَجِّ يَأْتُوكَ رِجَالًا وَعَلٰى كُلِّ ضَامِرٍ يَأْت۪ينَ مِنْ كُلِّ فَجٍّ عَم۪يقٍۙ ﴿٢٧﴾ ﴾
26-27. Ey Habîbim! Hatırlat o vakti ki, İbrâhim’e Kâbe’nin yerini gösterip şöyle vahyettik: ″Bana bir şeyi ortak koşma ve Benim evimi, tavaf edenler, kıyam, rükû ve secde edenler için temiz tut.″* Ve insanları hac için dâvet et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan binekler üzerinde sana gelsinler.
İzah: Kâbe’nin yapılması ile ilgili olarak şu hâdise nakledilmiştir:
Allah’u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ı yaratacağını meleklere haber verdiği zaman, onlar Sûre-i Bakara, Âyet 30’da geçtiği üzere, ″Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa bizler Seni hamd, tesbih ve takdis ediyoruz″ dediler. Allah’u Teâlâ da: ″Ben sizin bilmediklerinizi bilirim″ diye buyurdu. Melekler bu cevapta bir azarlama sezerek, söylediklerine pişman olup af dilediler. Bunun üzerine Allah onlara keffâret olmak üzere bir iş yükledi ve Arş’ta Beyt’ül-Mâmur’u yapıp orada tavaf etmelerini emretti.
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, Âdem Aleyhisselâm yeryüzüne indirildiği vakit, daha evvel işittiği meleklerin tesbih ve zikirlerini işitemez oldu. Bunun üzerine mahzun oldu. Allah’u Teâlâ: ″Yâ Âdem! İşlediğin kabahat meleklerin sesini işitmene mânidir. Ancak Benim yeryüzünde bir evim vardır. Onun üzerine bir bina yap, temellerini yükselt, sonra da tavaf et″ diye buyurdu.
Âdem Aleyhisselâm, Allah’u Teâlâ’nın kendisine arkadaş kıldığı melekler vâsıtasıyla Kâbe’nin yerini tespit etti. Sonra yine meleklerin taşıdığı taşlarla Kâbe temelleri üzerinde bir bina vücuda getirdi. Rivâyete göre; Kâbe, Arş’ta bulunan ve meleklerce tavaf edilen Beyt’ül-Mâmur’un tam altına denk gelmektedir.[1]
Bu hususta Enes Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir hadiste şöyle buyrulmuştur:
أَوْحَى اللّٰهُ إِلَى آدَمَ فَقَالَ: يَا آدَمُ حُجَّ هَذَا الْبَيْتَ قَبْلَ أَنْ يَحْدُثَ عَلَيْكَ حَدَثٌ، قَالَ: وَمَا يَحْدُثُ عَلَيَّ يَا رَبِّ؟ قَالَ: مَا لَا تَدْرِى وَهُوَ الْمَوْتُ، قَالَ: وَمَا الْمَوْتُ؟ قَالَ: سَوْفَ تَذُوقُهُ. (الديلمي عن أنس)
Allah’u Teâlâ Âdem’e vahyedip buyurdu ki: ″Ey Âdem! Başına bir iş gelmeden önce şu beyti (Kâbe’yi) haccet.″ Âdem: ″Yâ Rabbi! Başıma gelecek iş nedir?″ diye sordu. Buyurdu ki: ″Sorduğun o şey ölümdür.″ Âdem: ″Ölüm nedir?″ deyince de buyurdu ki: ″Sen onu tadacaksın.″[2]
İbrâhim Aleyhisselâm zamanında, önceden yapılmış olan Kâbe’den Nûh Tufanı sebebiyle bir eser kalmamıştı. Allah’u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’a inşaa ettirdiği Kâbe’nin temel yerlerini Cebrâil vâsıtasıyla İbrâhim Aleyhisselâm’a göstererek buldurdu ve aynı temeller üzerine Kâbe’yi tekrar inşaa ettirdi.[3]
Daha sonra Allah’u Teâlâ bu âyette, İbrâhim Aleyhisselâm’a: ″Ve insanları hac için dâvet et″ diye emretti. İşte bu emirden dolayı hac vazifesi, İbrâhim Aleyhisselâm’dan beri hâli vakti yerinde olan bütün Müslümanlar için farz kılınmıştır. Bu sebeple İbrâhim Aleyhisselâm’dan sonra gelen bütün Peygamberler ve ümmetleri de bu emri yerine getirmişlerdir.
Kâbe’nin inşaatı bittikten sonra, İbrâhim Aleyhisselâm’a: ″Ve insanları hac için dâvet et″ emri gelince, rivâyete göre o: ″Yâ Rabbi! Dünyâdaki bütün insanlara sesimi nasıl duyururum″ dedi. Allah’u Teâlâ da: ″Sen çağır, dâvetini onlara duyuracak olan benim″ dedi. Bunun üzerine İbrâhim Aleyhisselâm Safâ Tepesi’ne çıkarak: ″Ey insanlar! Allah’u Teâlâ size hac vazifesini, bu mukaddes beyti ziyaret etmeyi farz kılmıştır″ diye nidâ etti.
Allah’u Teâlâ’nın, dünyâda da en uygun gördüğü yer burasıdır. Burası insanların hac için çağrıldığı mekândır. Allah’u Teâlâ, bütün kâinatı, var olan her şeyi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hürmetine yaratmıştır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de burada dünyâya gelmiştir. Bu nedenle bu belde Allah yanında çok önemli ve değerlidir.
Nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
لَوْلَكَ لَوْلَكَ مَا خَلَقْتُ الْأَفْلَاكَ.
″Ey Habîbim! Eğer sen olmasa idin Ben, eflâkı (gökleri, yeri ve bütün mükevvenâtı) yaratmazdım.″[4]
[1] Râmûz’ul-Ehâdis, s. 196/3.
[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 156/2; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 11852.
[3] Mir’at-ı Mekke, c. 1, s. 136-155.
[4] Envâr’ul-Âşıkîn, s. 170.
﴿ لِيَشْهَدُوا مَنَافِعَ لَهُمْ وَيَذْكُرُوا اسْمَ اللّٰهِ ف۪ٓي اَيَّامٍ مَعْلُومَاتٍ عَلٰى مَا رَزَقَهُمْ مِنْ بَه۪يمَةِ الْاَنْعَامِۚ فَكُلُوا مِنْهَا وَاَطْعِمُوا الْبَٓائِسَ الْفَق۪يرَۘ ﴿٢٨﴾ ﴾
28. Böylece onlar, kendileri için mevcut olan (dînî ve dünyevî) menfaatleri görsünler ve kurban kesme günlerinde, Allah’u Teâlâ’nın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları kurban ederken Allah’ın ismini zikretsinler. Artık bunlardan yiyin, yoksula ve fakire de yedirin.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme, hacda kurban kesmek hakkındadır. Bu hususta nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmaktadır:
أَنَّ جِبْر۪يلَ عَلَيْهِ السَّلَام أَتَى النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: يَا مُحَمَّدُ كُنْ عَجَّاجًا ثَجَّاجًا وَالْعَجُّ التَّلْبِيَةُ وَالثَّجُّ نَحْرُ الْبُدْنِ. (حم طب عن السائب بن خلاد)
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem‘e Cebrâil Aleyhisselâm gelerek dedi ki: ″Yâ Muhammed! Accâcen ve seccâcen″ (inleyici ve çağlayıcı ol). Ac, Beytullah’ta telbiyedir (cehrî zikrullahtır). Sec de, Kurbanın kanını çağlatıp akıtmaktır.[1]
Kurban kesmenin mükâfatına dair de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
مَا مِنْ مُحْرِمٍ يَضْحَى لِلَّهِ يَوْمَهُ يُلَبِّي حَتَّى تَغِيبَ الشَّمْسُ اِلَّا غَابَتْ بِذُنُوبِهِ فَعَادَ كَمَا وَلَدَتْهُ أُمُّهُ (ه عن جابر)
″İhramlı olan kişi, gününde Allah için kurban keser ve güneş batana kadar telbiye getirirse, güneşin batması ile günahları bağışlanır ve annesinden doğduğu gün gibi günahsız olur.″[2]
Câbir b. Abdullah Radiyallâhu anhu’dan nakledildiği üzere Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, vedâ haccında yüz deve kesmiştir. Bu develerin altmış üçünü bizzat kendi eliyle, diğerlerini de Hz. Ali’yi vekil ederek onun eliyle kesmiştir.
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15971, 989; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir, Hadis No: 989, 6500.
[2] Sünen-i İbn-i Mâce, Menâsik 17; Rudânî, Cem’ul-Fevaid, Hadis No: 3126.
﴿ ثُمَّ لْيَقْضُوا تَفَثَهُمْ وَلْيُوفُوا نُذُورَهُمْ وَلْيَطَّوَّفُوا بِالْبَيْتِ الْعَت۪يقِ ﴿٢٩﴾ ﴾
29. Sonra temizlensinler, adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler.
İzah: Allah’u Teâlâ’nın, bu âyette geçen ″Sonra temizlensinler″ buyruğu; kurbanlarını kestikten sonra saçlarını tıraş edip ihramdan çıkarak temizlenmektir. Bu temizlik, aynı zamanda kişinin mânevi olarak günahlarından temizlendiği anlamına da gelir.
″Adaklarını yerine getirsinler″ buyruğu; Kâbe’ye gelerek İbrâhim Aleyhisselâm’ın Allah’ın emri üzere, bütün herkese haccı ilan ettiğinde, bütün ruhlar bu emri duydu ve ″Lebbeyk, Allâhumme lebbeyk″ yani ″Buyur Allah’ım buyur″ diyerek bu haccetme emrine söz vererek adakta bulunmuş oldular. İşte Allah’u Teâlâ’nın ″adaklarını yerine getirsinler″ diye buyurması, ″Hac vazifelerini tam olarak yerine getirsinler″ demektir.
″Beyt-i Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler″ buyruğu da; hac vazifelerini tamamladıktan sonra en son yapılan ziyaret tavafını yapsınlar, demektir ki, bu ziyaret tavafı haccın farzlarındandır.
Ebû Hamza Hazretleri şöyle anlatmaktadır:
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ bana dedi ki: ″Hac Sûresi’ni okuyor musun? Allah’u Teâlâ, ″Beyt-i Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler″ diye buyuruyor. Hac farzlarının sonuncusu, Beyt’i tavaf etmektir.″ Ben de dedim ki:
وَهَكَذَا صَنَعَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَإِنَّهُ لَمَّا رَجَعَ إِلَى مِنًى يَوْم النَّحْر بَدَأَ بِرَمْيِ الْجَمْرَة فَرَمَاهَا بِسَبْعِ حَصَيَات ثُمَّ نَحَرَ هَدْيه وَحَلَقَ رَأْسه ثُمَّ أَفَاضَ فَطَافَ بِالْبَيْتِ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابى حمزة)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de böyle yapmıştır. Nahr (Kurban Bayramı) günü Mina’dan dönüşünde cemreyi taşlamayla başlamış, cemreyi yedi taşla taşlamış, sonra kurbanını kesmiş ve başını tıraş etmiş, sonra da Mekke’ye inerek Kâbe’yi tavaf etmiştir.[1]
Haccın farz ve vâciplerinin neler olduğuna dair geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 196 ve izahına bakınız.
Yine Âyet-i Kerîme’de Kâbe için, ″Beyt-i Atîk″ diye bir tabir geçmektedir. Beyt, ev anlamındadır. Atîk de kadim, eski anlamına gelir. Yani ″Eski ev″ demektir. ″Korunmuş ev″ anlamına da gelmektedir. Bu hususta Ebû Zerr Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَيُّ مَسْجِدٍ وُضِعَ فِي الْأَرْضِ أَوَّلُ قَالَ الْمَسْجِدُ الْحَرَامُ قُلْتُ ثُمَّ أَيٌّ قَالَ الْمَسْجِدُ الْأَقْصَى قُلْتُ كَمْ بَيْنَهُمَا قَالَ أَرْبَعُونَ سَنَةً وَأَيْنَمَا أَدْرَكَتْكَ الصَّلَاةُ فَصَلِّ فَهُوَ مَسْجِدٌ (م عن ابى ذر)
″Yâ Resûlallah! Yeryüzünde ilk kurulan mescit hangisidir?″ diye sordum. ″Mescid-i Haram (Kâbe)″ buyurdu. ″Sonra hangisi?″ dedim. ″Mescid-i Aksâ″ buyurdu. ″Bu ikisinin kuruluşu arasında ne kadar zaman var?″ dedim. ″Kırk sene″ dedi. ″Ondan sonra hangisi?″ deyince de, buyurdu ki: ″Namaz sana nerede yetişirse, namazı orada kıl. İşte orası bir mescittir.″[2]
Bu Hadis-i Şerif’te, yeryüzünde ilk yapılan mescidin Kâbe ve kırk yıl sonra yapılan mescidin de Mescid-i Aksâ olduğu beyan edilmektedir. Sûre-i Hacc, Âyet 26-27’nin izahında geniş olarak açıklandığı üzere Kâbe, ilk olarak Âdem Aleyhisselâm zamanında yapılmıştır. Bu sebeple Mescid-i Aksâ’yı ilk olarak yapan da yine Âdem Aleyhisselâm’dır. Daha sonra Nûh Tufanı sebebiyle veya buna benzer sebeplerle bu mescitler tamamen yıkılıp yok olmuştur. Allah’ın emriyle İbrâhim Aleyhisselâm zamanında Kâbe, Süleyman Aleyhisselâm zamanında da Mescid-i Aksâ aynı yerlerine tekrar inşaa edilmiştir.
Bu mescitlerin önemi hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَا تُشَدُّ الرِّحَالُ إِلَّا إِلَى ثَلَاثَةِ مَسَاجِدَ مَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَسْجِدِي هَذَا وَمَسْجِدِ الْأَقْصَى (خ م د ن ت عن ابى هريرة)
″Şu üç mescit için yolculuk yapılır: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ.″[3] Bu mescitleri ziyaret etmek ibâdet hükmündedir. Yoksa bu, diğer mescitlere gidilmeyeceği anlamına gelmez.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
صَلَاةُ الرَّجُلِ فِي بَيْتِهِ بِصَلَاةٍ وَصَلَاتُهُ فِي مَسْجِدِ الْقَبَائِلِ بِخَمْسٍ وَعِشْرِينَ صَلَاةً وَصَلَاتُهُ فِي الْمَسْجِدِ الَّذِي يُجَمَّعُ فِيهِ بِخَمْسِ مِائَةِ صَلَاةٍ وَصَلَاتُهُ فِي الْمَسْجِدِ الْأَقْصَى بِخَمْسِينَ أَلْفِ صَلَاةٍ وَصَلَاتُهُ فِي مَسْجِدِي بِخَمْسِينَ أَلْفِ صَلَاةٍ وَصَلَاةٌ فِي الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ بِمِائَةِ أَلْفِ صَلَاةٍ (ه عن انس)
″Bir adamın kendi evinde kıldığı namaza bir namaz sevabı verilir. Oturduğu beldenin sakinlerinin devam ettikleri camide kıldığı namaza yirmi beş kat sevap verilir. Cuma namazının kılındığı camide kıldığı namaza beş yüz kat sevap verilir. Mescid-i Aksâ’da kıldığı namaza elli bin kat sevap verilir. Benim camimde kıldığı namaza da elli bin kat sevap verilir. Mescid-i Haram’da kıldığı namaza ise yüz bin kat sevap verilir.″[4]
[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 418.
[2] Sahih-i Müslim, Mesâcid 1; Sahih-i Buhârî, Ehâdis’ul-Enbiyâ 10.
[3] Sahih-i Buhârî, Mescid-i Mekke 1, 6; Sahih-i Müslim, Hac 95 (511, 512 Sünen-i Ebû Dâvud, Menâsik 94; Sünen-i Tirmizî, Salât 126; Sünen-i Nesâî, Mesâcid 10.
[4] Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’us-Salat 198.
﴿ ذٰلِكَۗ وَمَنْ يُعَظِّمْ حُرُمَاتِ اللّٰهِ فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ عِنْدَ رَبِّه۪ۜ وَاُحِلَّتْ لَكُمُ الْاَنْعَامُ اِلَّا مَا يُتْلٰى عَلَيْكُمْ فَاجْتَنِبُوا الرِّجْسَ مِنَ الْاَوْثَانِ وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِۙ ﴿٣٠﴾ حُنَفَٓاءَ لِلّٰهِ غَيْرَ مُشْرِك۪ينَ بِه۪ۜ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَكَاَنَّمَا خَرَّ مِنَ السَّمَٓاءِ فَتَخْطَفُهُ الطَّيْرُ اَوْ تَهْو۪ي بِهِ الرّ۪يحُ ف۪ي مَكَانٍ سَح۪يقٍ ﴿٣١﴾ ﴾
30-31. Emir böyledir. Her kim Allah’ın hükümlerine tâzim ederse bu, Rabbi katında kendisi için hayırdır. Yenilmesi haram olunan hayvanlar hâriç, boğazlanan En’âm’ın (deve, sığır, koyun ve keçinin) yenilmesi sizin için helâl oldu. Pis olan putlardan, yalan ve iftiradan kaçının.* Allah’a ihlasla yönelin. O’na ortak koşanlardan olmayın. Her kim Allah’a ortak koşarsa, sanki o, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışmış veya rüzgâr onu uzak bir yere atmış gibidir.
İzah: Yenilmesi haram olanlar, Sûre-i Bakara, Âyet 173, Sûre-i Mâide, Âyet 3 ve Sûre-i En’âm, Âyet 121 ve 145’te beyan edilmiştir.
Âyette yalan söylemenin büyük günahlardan olduğu vurgulanmıştır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَلَا أُنَبِّئُكُمْ بِأَكْبَرِ الْكَبَائِرِ ثَلَاثًا قَالُوا بَلَى يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ الْإِشْرَاكُ بِاللّٰهِ وَعُقُوقُ الْوَالِدَيْنِ وَجَلَسَ وَكَانَ مُتَّكِئًا فَقَالَ أَلَا وَقَوْلُ الزُّورِ قَالَ فَمَا زَالَ يُكَرِّرُهَا حَتَّى قُلْنَا لَيْتَهُ سَكَتَ (خ م عن ابى بكرة)
″Haberiniz olsun! Ben size büyük günahların en büyüğünden üçünü haber vereyim mi?″ diye sordu. ″Evet, Yâ Resûlallah!″ denilince, buyurdu ki: ″Allah’a ortak koşmak ve anne ve babaya kötü davranmak.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yaslandığı yerden iki dizinin üzerine kalkarak sözlerine şöyle devam etti: ″Haberiniz olsun! Bir de yalan söylemektir.″ Ebû Bekre Radiyallâhu anhu dedi ki: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bu son sözü durmadan tekrar ediyordu. Öyle ki bizler: ″Artık sükût etse″ diyorduk.[1]
[1] Sahih-i Buhârî, Şehâdet 10; Sahih-i Müslim, Îman 38 (143).
﴿ ذٰلِكَۗ وَمَنْ يُعَظِّمْ شَعَٓائِرَ اللّٰهِ فَاِنَّهَا مِنْ تَقْوَى الْقُلُوبِ ﴿٣٢﴾ لَكُمْ ف۪يهَا مَنَافِعُ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى ثُمَّ مَحِلُّهَٓا اِلَى الْبَيْتِ الْعَت۪يقِ۟ ﴿٣٣﴾ ﴾
32-33. Emir böyledir. Her kim Allah’ın nişânelerine (kurbanlıklara) tâzim ederse, şüphesiz ki bu, kalplerin takvâsındandır.* Sizin için o kurbanlıklarda, belli bir zamana (boğazlanma vaktine) kadar menfaatler vardır. Sonra da onların varacakları yer, Beyt-i Atîk’e kadardır.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçen ″Allah’ın nişâneleri″, Mekke’ye gönderilecek kurbanlıklardır. Buna tâzim etmek de kurban edilecek hayvanların, en değerlilerini alarak hak yolunda fedakârlık göstermektir. Ayrıca kurban edilene kadar o hayvanlara güzel muâmelede bulunmaktır. Bu hususa takvâ sahibi olan kimseler itina gösterirler, demektir.
Hacda kurban edeceğiniz hayvanlarda, kurban edilecekleri zamana kadar sizin için menfaatler vardır. Yani onların sütlerini içer, sırtlarına biner, yün ve tüylerinden istifâde edersiniz, demektir.
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Sonra da onların varacakları yer, Beyt-i Atîk’e kadardır″ diye buyrulmaktadır. Yani, boğazlanmalarının vakti Beyt-i Atîk’e; Kâbe-i Muazzama’nın haremine kadardır. O mübarek kurbanlar, orada belirli günlerde kesilirler.
Hacda bayramın birinci günü şeytanı taşladıktan sonra hacıların kestikleri kurbanlara da ″Hedy″ denir. Bu kurbanlar, harem bölgesinin sınırları içerisinde kesilir. Hacca gitmeyen ve kurban kesmekle mükellef olan kimselerin, Kurban Bayramı’nda kendi memleketinde kestikleri kurbanlara ise ″Uhdiyye″ denir. Bu hedy ve uhdiyye kurbanlarının kesilme günleri, bu kurbanların özellikleri ve etlerinin sarf edilme şekli[1] aynıdır. Yaş ve kusur bakımından uhdiyye kurbanı olmayacak hayvanlardan hedy kurbanı da olmaz. Bu sebeple hacca giden bir kimsenin, uhdiyye olarak kendi evinde kurban kesme zorunluluğu yoktur.[2]
[1] Kurbanın etinin nasıl sarf edileceği ile ilgili Sûre-i Hacc, Âyet 36 ve izahına bakınız.
[2] Bu hususta bakınız: Abdurrezzâk es-San’ânî, Musannef, Hadis No: 8142
﴿ وَلِكُلِّ اُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنْسَكًا لِيَذْكُرُوا اسْمَ اللّٰهِ عَلٰى مَا رَزَقَهُمْ مِنْ بَه۪يمَةِ الْاَنْعَامِۜ فَاِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌ فَلَهُٓ اَسْلِمُواۜ وَبَشِّرِ الْمُخْبِت۪ينَۙ ﴿٣٤﴾ اَلَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَالصَّابِر۪ينَ عَلٰى مَٓا اَصَابَهُمْ وَالْمُق۪يمِي الصَّلٰوةِۙ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ ﴿٣٥﴾ ﴾
34-35. Ve her ümmete, Allah’u Teâlâ’nın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanları Allah’ın ismini zikrederek boğazlasınlar diye kurban kesecek bir yer tahsis ettik. İlahınız bir tek ilahtır. O halde sâdece O’na teslim olun. Ey Resûlüm! Muhbitîn kullarımı (itaatkâr ve ihlaslı olanları) müjdele.* O kullarım ki, Allah’u Teâlâ zikrolunduğu vakit kalpleri titrer, her ne musîbet gelse ona sabrederler, namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklarından infak ederler.
İzah: Âyet-i Kerîme’de kesilecek olan hayvanların; Allah’ın ismi zikredilerek boğazlanması gerektiği beyan edilmektedir. Bu zikir de, ″Bismillâhi Allah’u Ekber″dir. Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i En’âm, Âyet 118’in izahına bakınız.
Hac yapan kimse için, kurban kesme yeri Mina’dır. Mina, Müzdelife ile Mekke arasında bir bölgedir. Müzdelife’de, sabah namazı vakfesinden sonra hacılar, Mina bölgesine gelerek önce şeytanı taşlarlar ve sonra da kurbanlarını keserler. Buraya Mina denmesi, kurban kesilerek kan akıtılmasından dolayıdır. Allah’u Teâlâ’nın, İsmâil Aleyhisselâm’a bedel olarak gönderdiği koçun burada kesildiği kabul edilir. Zîrâ Mina, kelime olarak, kan akıtmak mânâsına gelmektedir.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mina’da şöyle buyurmuştur:
نَحَرْتُ هَاهُنَا وَمِنىً كُلُّهَا منْحَرٌ فَانْحَرُوا في رِحَالِكُمْ (د عن على)
″Ben kurbanı şurada kestim. Mina’nın her tarafı kesim yeridir. Bu sebeple kurbanlarınızı konak yerlerinizde kesin.″[1]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
عَرَفَةُ كُلُّهَا مَوْقِفٌ وَارْتَفِعُوا عَنْ بَطْنِ عُرَنَةَ وَالْمُزْدَلِفَةُ كُلُّهَا مَوْقِفٌ وَارْتَفِعُوا عَنْ بَطْنِ مُحَسِّرٍ وَمِنَى كُلُّهَا مَنْحَرٌ (طب عن ابن عباس)
″Arafat’ın her tarafında vakfe yapılabilir. Yalnız Batn-ı Urena’dan çekinin. Müzdelifenin de her tarafında vakfe yapılabilir. Ancak orada da Muhassır Vâdisi’nden çekinin. Mina’nın ise her tarafı kurban kesme yeridir.″[2]
Yine Allah’u Teâlâ Âyet-i Kerîme’de: ″Muhbitîn kullarımı (itaatkâr ve ihlaslı olanları) müjdele″ diye buyurarak, bu kullarının alâmetlerini şöyle beyan etmiştir:
Bunlar, Allah‘u Teâlâ‘yı çok zikrederler, hattâ zikrullah ederken kalpleri onun tesiri ile kamaşır, hoplar. Bunlar kendinde olmayarak çırpınır, haykırır; ″Hayy, Hakk, Allah″ diye bağırırlar. Sonunda bunlar, Mutmainne ehli olurlar. Allah’u Teâlâ Sûre-i R’ad, Âyet 28’de şöyle buyurmuştur:
″Onlar, îman edenlerdir ve kalpleri zikrullah ile mutmain olanlardır. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak zikrullah ile mutmain olur.″
Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
سَبَقَ الْمُفْرِدُونَ قَالُوا وَمَا الْمُفْرِدُونَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ الْمُسْتَهْتَرُونَ فِي ذِكْرِ اللّٰهِ يَضَعُ الذِّكْرُ عَنْهُمْ أَثْقَالَهُمْ فَيَأْتُونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ خِفَافًا (ت عن ابى هريرة)
″Çalışanlar ileri geçtiler.″ Ashâb-ı Kirâm: ″Yâ Resûlallah! Bu ileri geçenler kimlerdir?″ deyince, buyurdu ki: ″Zikrullahta kendilerinden geçenlerdir. Zikir onların ağırlıklarını indirir (günahlarını yok eder) ve onlar mahşer gününe hafiflemiş (günahsız) olarak gelirler.″[3]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
اِذَا اَقْشَعِرُّ جِلْدُ الرَّجُلِ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ تَعَالَى تَحَاتَتْ عَنْهُ خَطَايَاهُ كَمَا يَتَحَاتُ عَنِ الشَّجَرَةِ الْبَالِيَةِ وَرَقَهَا (هب طب والشافعى والحكيم عن العباس)
″Bir adamın Allah korkusundan vücudu titreyip cezbelense, ağaçların yaprağını döktüğü gibi günahları dökülür.″[4]
İşte Mevlid-i Şerif’te geçen ″Bir kez Allah dese aşk ile lisân, dökülür cümle günah misli hazan″ dediği de bu cezbe hâlidir.
Yine bu zâtlar, zikrullah yolunda hakka kavuşmak için çalışırlarken, her ne musîbet gelse ona sabrederler. Yani tahammüllü olurlar ve kimseye hallerinden şikâyet etmezler. Kimseye kötülük düşünmezler. Her şeyi Allah‘u Teâlâ‘ya havâle ederler.
Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ يُرِدِ اللّٰهُ بِهِ خَيْرًا يُصِبْ مِنْهُ )خ عن ابى هريرة(
“Allah’u Teâlâ kime hayır dilerse, ona musîbet verir.”[5]
Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:
أَنَّ رَجُلًا قَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ ذَهَبَ مَالِي وسَقِمَ جَسَدِي فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا خَيْرَ فِي عَبْدٍ لَا يَذْهَبُ مَالُهُ وَلَا يَسْقَمُ جِسْمُهُ إِنَّ اللّٰهَ إِذَا أَحَبَّ عَبْدًا ابْتَلَاهُ وَإِذَا ابْتَلَاهُ صَبَّرَهُ (ابن أبي الدنيا في كتاب المرض والكفارات عن أبي سعيد الخدري)
Adamın biri: ″Yâ Resûlallah! Hem servetim gitti, hem de vücudum hastalandı″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Serveti kaybolmayan ve vücudu hastalanmayan kulda hayır yoktur. Allah’u Teâlâ bir kulu sevdiği vakit ona ibtilâ verir. İbtilâ verdiği zaman da ona sabretmesini öğretir.″[6]
Yine bu zâtlar, Allah’u Teâlâ’ya olan inançları kuvvetli olduğu için namazı devamlı ve çok kılarlar. Farzları, sünnetleri ve yapabildikleri kadar da gece ve gündüz nâfile namazlara devam ederler. Böyle olunca da Allah’u Teâlâ onları sever.
Nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de, Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
مَنْ عَادَى لِى وَلِيًّا فَقَدْ آذَنْتُهُ بِالْحَرْبِ وَمَا تَقَرَّبَ اِلَيَّ عَبْدِى بِشَيْءٍ أَحَبَّ اِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُهُ وَمَا يَزَالُ عَبْدِى يَتَقَرَّبُ اِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى اُحِبَّهُ فَاِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ لَهُ سَمْعُهُ الَّذِى يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِى يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِى يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِى يَمْشِى بِهَا وَاِنْ سَأَلَنِى أَعْطَيْتُهُ وَلَوِ اسْتَعَاذَنِى لَأُعِيذُنِيهِ (خ حب ق عن ابى هريرة)
Her kim Benim evliyâmdan birine düşmanlık ederse, Bana karşı harp ilan eyledi. Kulum Bana farz namazı kılarken yakın olduğu gibi başka bir şey ile yakın olamaz. O kulum, nâfilelere devam ettiği sürece, bu yakınlığı devam eder. Hattâ o kulumu severim. Bir kulumu seversem; onun işiten kulağı Ben olurum, Benim ile işitir. Gören gözü Ben olurum, Benim ile görür. Tutan eli Ben olurum, Benim ile tutar ve yürüyen ayağı Ben olurum, Benim ile yürür. Benden ne isterse istediğini veririm. Bana sığınır ise Ben de onu muhafazama alırım.[7]
Yine bu zâtlar, gâyet cömert olurlar. Allah‘ın verdiği rızıktan Allah yoluna sarf ederler. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
ثَلَاثٌ أَعْلَمُ أَنَّهُنَّ حَقٌّ مَا عَفَا امْرُؤٌ عَنْ مَظْلَمَةٍ اِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ بِهَا عِزًّا وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ عَلَى نَفْسِهِ بَابَ مَسْأَلَةٍ يَبْتَغِي بِهَا كَثْرَةً إِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ بِهَا فَقْرًا وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ عَلَى نَفْسِهِ بَابَ صَدَقَةٍ يَبْتَغِي بِهَا وَجْهُ اللّٰهِ تَعَالَى اِلَّا زَادَهُ اللّٰهِ بِهَا كَثْرَةً (هب عن ابى هريرة)
″Üç haslet var ki onlar haktır: Haksızlığa uğrayan bir kimse (eline fırsat geçtiği halde sabredip) affederse, şüphesiz Allah’u Teâlâ, o kulun şerefini artırır. Çok dünyâlık bulmak kastıyla kendisine dilencilik kapısını açan bir kula da, Allah’u Teâlâ yokluk kapısı açar. Bir kimse de Allah’ın rızâsını dileyerek Allah yoluna malını sarf ederse, Allah’u Teâlâ da onun malını kat kat artırır.″[8]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
لَا يَزَالُ أَرْبَعُونَ رَجُلًا مِنْ أُمَّتِى قُلُوبُهُمْ عَلَى قَلْبِ اِبْرَاهِيمَ عَلَيْهِ السَّلَامُ يَدْفَعُ اللّٰهُ بِهِمْ عَنْ أَهْلِ الْأَرْضِ يُقَالُ لَهُمُ الْاَبْدَالُ اِنَّهُمْ لَمْ يُدْرَكُوهَا بِصَلَوةٍ وَلَا بِصَوْمٍ وَلَا بِصَدَقَةٍ، فَبِمَ أَدْرَكُوهَا يَا رَسُولَ اللّٰهِ؟ قَالَ بِالسَّخَاءِ وَالنَّصِيحَةِ لِلْمُسْلِمِينَ (حل طب عن بن مسعود)
Ümmetimin içinde kırk kişi hiç eksik olmaz. Kalpleri İbrâhim Aleyhisselâm‘ın kalbi gibidir. Yeryüzünü Allah’u Teâlâ onlarla korur. Onlara, ″Ebdallar″ derler. Onlar o mertebeye namazla, oruçla, zekât ile ermediler. ″Ne ile erdiler Yâ Resûlallah?″ dediler. Şöyle buyurdu: ″Cömertlikle ve Müslümanlara bol nasihatla.″[9]
Her kimde bu dört vasıf tamam ise, o büyük zâttır. Yani Allah‘u Teâlâ’nın: ″Muhbitîn kullarımı (itaatkâr ve ihlaslı olanları) müjdele″ dediği bunlardır. Dünyâda ilim, irfan, ilm-i ledün, füyuzât-ı ilâhi ve vuslat-ı ilâhi bunlaradır.
Allah’u Teâlâ bu vasıflara sahip olan kullarını, ″Hakkıyla Mü’minler bunlardır″ diyerek Sûre-i Enfâl, Âyet 2-4’te şöyle övmektedir:
″Mü’minler şu kimselerdir ki, Allah’u Teâlâ zikrolunduğu vakit kalpleri titrer. Kendilerine Allah’ın âyetleri okunursa, îmanları artar ve Rablerine tevekkül ederler.* Onlar, namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.* İşte onlar, hakkıyla Mü’minlerdir. Onlar için Rableri katında yüksek dereceler, bağışlanma ve bol rızık vardır.″
[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Menâsik 64.
[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 11068; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 315/9.
[3] Sünen-i Tirmizî, Daavât 12.
[4] Ma’rifet’üs-Sahâbeti li Ebî Naim İsbehâni, Hadis No: 7379; Râmûz’ul Ehâdîs, s. 33/12; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 5879.
[5] Sahih-i Buhârî, Merdâ 1.
[6] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 4, Hadis No: 139.
[7] Sahih-i Buhârî, Rikâk 38; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 330/3.
[8] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 7846; Muhtâr’ul-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 492.
[9] Ebû Nuaym İsbehânî, Ma’rifet’üs-Sahâbe, Hadis No: 4013.
﴿ وَالْبُدْنَ جَعَلْنَاهَا لَكُمْ مِنْ شَعَٓائِرِ اللّٰهِ لَكُمْ ف۪يهَا خَيْرٌۗ فَاذْكُرُوا اسْمَ اللّٰهِ عَلَيْهَا صَوَٓافَّۚ فَاِذَا وَجَبَتْ جُنُوبُهَا فَكُلُوا مِنْهَا وَاَطْعِمُوا الْقَانِعَ وَالْمُعْتَرَّۜ كَذٰلِكَ سَخَّرْنَاهَا لَكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ ﴿٣٦﴾ ﴾
36. Ve devenin boğazlanmasını da Allah’ın nişânelerinden kıldık. Onlarda sizin için dünyevî menfaatler vardır. Onları bir ayakları bağlı, üç ayak üzerinde dururken, Allah’ın ismini zikrederek boğazlayın. Yan üstü düşüp canları çıkınca da etlerinden yiyin. Hem kanaatkâr olan, hem de hâlini arz eden yoksullara yedirin. Şükredesiniz diye, o develeri işte böyle sizin hizmetinize verdik.
İzah: Kurban olarak kesilen deve de, Allah’ın nişânelerindendir. Kurban kesilirken de, ″Bismillâhi Allah’u Ekber″ denilerek Allah’ın ismi zikredilir.
Deve, yerde kesildiği gibi, âyette geçtiği üzere bir ayağı bağlı ve üç ayak üzerinde olduğu halde ayakta da kesilir. Bu hususta İbn-i Sâbit Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te:
أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَأَصْحَابَهُ كَانُوا يَنْحَرُونَ الْبَدَنَةَ مَعْقُولَةَ الْيُسْرَى قَائِمَةً عَلَى مَا بَقِيَ مِنْ قَوَائِمِهَا (د عن عبد الرحمن ابن سابط)
″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile Ashâbı, deveyi sol ayağı bağlı ve diğer ayakları üzerinde ayakta dikili olduğu halde keserlerdi″[1] diye buyrulmuştur.
Bir kimse hac görevlerinden biri olan kurban kesme ibâdetini yerine getirince, o kurbanın etini nasıl taksim ediyorsa, hacca gidemeyip evinde kurbanını kesen bir kimse de, kestiği kurbanının etini aynı şekilde taksim etmelidir. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
يُطْعِمُ أَهْلَ بَيْتِهِ الثُّلُثَ، وَيُطْعِمُ فُقَرَاءَ جِيرَانِهِ الثُّلُثَ، وَيَتَصَدَّقُ عَلَى السُّؤَّالِ بِالثُّلُثِ (الْحَافِظُ أَبُو مُوسَى الْأَصْفَهَانِيُّ، فِي الْوَظَائِفِ عن ابن عباس)
″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, kurban etlerinin üçte birini ev halkına yedirirdi. Üçte birini komşularına, kalan üçte birini de kurban eti istemek için gelenlere dağıtırdı.″[2]
Yine kurban ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
مَنْ كَانَ لَهُ سَعَةٌ وَلَمْ يُضَحِّ فَلَا يَقْرَبَنَّ مُصَّلَّانَا (حم ه ك عن ابى هريرة)
″Maddi imkânı olup da kurban kesmeyen kimse namazgâhımıza sakın yaklaşmasın.″[3]
مَا أُنْفِقَتُ الْوَرِقُ فِي شَيْءٍ أَحَبَّ إِلَى اللّٰهِ مِنْ نَحيرٍ يُنْحَرُ فِي يَوْمِ عِيدٍ (طب هب عد ق عن ابن عباس)
″Kurban Bayramında kurbana harcanan paradan Allah’a daha sevgili gelen bir para yoktur.″[4]
[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Menâsik 20.
[2] Sünen-i Ebû Dâvud Tercüme ve Şerhi, Edâha 10, c. 10, s. 500.
[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Edâha 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 7924; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 7672; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 6926.
[4] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 10735; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 7084; Râmûz’ul-Ehâdîs, s 372/11.
﴿ لَنْ يَنَالَ اللّٰهَ لُحُومُهَا وَلَا دِمَٓاؤُ۬هَا وَلٰكِنْ يَنَالُهُ التَّقْوٰى مِنْكُمْۜ كَذٰلِكَ سَخَّرَهَا لَكُمْ لِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْۜ وَبَشِّرِ الْمُحْسِن۪ينَ ﴿٣٧﴾ ﴾
37. Kurbanların etleri ve kanları Allah’a ulaşmaz. Lâkin takvânız Allah’a ulaşır. Doğru yolunu size gösterdiğinden dolayı Allah’u Teâlâ’yı tekbir ve tâzim etmeniz için, onları işte böyle sizin hizmetinize verdi. Ey Resûlüm! Muhsin kullarımı müjdele.
İzah: Kurban hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
مَا عَمِلَ آدَمِيٌّ مِنْ عَمَلٍ يَوْمَ النَّحْرِ أَحَبَّ إِلَى اللّٰهِ مِنْ إِهْرَاقِ الدَّمِ إِنَّهَا لَتَأْتِي يَوْمَ الْقِيَامَةِ بِقُرُونِهَا وَأَشْعَارِهَا وَأَظْلَافِهَا وَأَنَّ الدَّمَ لَيَقَعُ مِنَ اللّٰهِ بِمَكَانٍ قَبْلَ أَنْ يَقَعَ مِنَ الْأَرْضِ فَطِيبُوا بِهَا نَفْسًا (ت ه عن عائشة)
″Âdemoğlu, kurban kesme günü Allah katında kan akıtmaktan daha sevimli bir amel işlememiştir. O kurban, mahşer günü boynuzları kılları ve tırnaklarıyla gelecektir. Kurbanın kanı yere düşmeden önce Allah katında yüce bir mevkiiye kavuşur. Öyleyse kurbanları gönül hoşnutluğu ile kesin.″[1]
Yine Âyet-i Kerîme’de, takvânın önemine vurgu yapılmaktadır. Takvâ sahibi, dâimâ Allah korkusunu üzerinde taşıyan kimse demektir.
Takvâ ehli hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
آلُ مُحَمَّدٍ كُلُّ تَقِىٍّ (طس عق ك فى تاريخه عن انس)
″Takvâ olanın hepsi, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in ailesidir.″[2]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
لَا يَبْلُغُ الْعَبْدُ أَنْ يَكُونَ مِنْ الْمُتَّقِينَ حَتَّى يَدَعَ مَا لَا بَأْسَ بِهِ حَذَرًا لِمَا بِهِ الْبَأْسُ (ت ه عن عطية السعدى)
″Kul, sakıncalı şeyden korktuğundan dolayı sakıncalı olmayan şeyi de bırakmadıkça takvâlı kişilerden olamaz.″[3]
Bu sebeple Hz. Ömer Efendimiz, ″Allah korkusundan yetmiş helâli terk ettim″ diye buyurmuştur.
[1] Sünen-i Tirmizî, Edâha 1; Sünen-i İbn-i Mâce, Edâha 3.
[2] Râmûz’ul Ehâdîs, s. 4/10.
[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 24; Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 19.
﴿ اِنَّ اللّٰهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ خَوَّانٍ كَفُورٍ۟ ﴿٣٨﴾ ﴾
38. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, îman edenleri müdafaa eder. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, hiçbir hâini ve nankörü sevmez.
﴿ اُذِنَ لِلَّذ۪ينَ يُقَاتَلُونَ بِاَنَّهُمْ ظُلِمُواۜ وَاِنَّ اللّٰهَ عَلٰى نَصْرِهِمْ لَقَد۪يرٌۙ ﴿٣٩﴾ ﴾
39. Kendilerine savaş açılan Mü’minlere, gördükleri zulümden dolayı kâfirlere karşı savaşmaları için izin verildi. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, onlara yardım etmeye elbette kâdirdir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:
لَمَّا أُخْرِجَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ مَكَّةَ قَالَ أَبُو بَكْرٍ أَخْرَجُوا نَبِيَّهُمْ إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ لَيَهْلِكُنَّ فَنَزَلَتْ {أُذِنَ لِلَّذِينَ يُقَاتَلُونَ بِأَنَّهُمْ ظُلِمُوا وَإِنَّ اللّٰهَ عَلَى نَصْرِهِمْ لَقَدِيرٌ} فَعَرَفْتُ أَنَّهُ سَيَكُونُ قِتَالٌ قَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ فَهِيَ أَوَّلُ آيَةٍ نَزَلَتْ فِي الْقِتَالِ (ن ت عن ابن عباس)
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Mekke’den çıkartılınca Hz. Ebû Bekir: ″Peygamberlerini çıkarttılar. İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn. Mutlaka helâk edileceklerdir″ dedi. Bunun üzerine: ″Kendilerine savaş açılan Mü’minlere, gördükleri zulümden dolayı kâfirlere karşı savaşmaları için izin verildi. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, onlara yardım etmeye elbette kâdirdir″ mealindeki Sûre-i Hacc, Âyet 39 nâzil oldu. Hz. Ebû Bekir dedi ki: ″Bunun üzerine anladım ki, artık savaş olacaktır.″ İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ dedi ki: ″Bu âyet, savaş hakkında inen ilk âyettir.″[1]
[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul Kur’ân 23. Sünen-i Nesâî, Cihat 1; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7097.
﴿ اَلَّذ۪ينَ اُخْرِجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ بِغَيْرِ حَقٍّ اِلَّٓا اَنْ يَقُولُوا رَبُّنَا اللّٰهُۜ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَهُدِّمَتْ صَوَامِعُ وَبِيَعٌ وَصَلَوَاتٌ وَمَسَاجِدُ يُذْكَرُ ف۪يهَا اسْمُ اللّٰهِ كَث۪يرًاۜ وَلَيَنْصُرَنَّ اللّٰهُ مَنْ يَنْصُرُهُۜ اِنَّ اللّٰهَ لَقَوِيٌّ عَز۪يزٌ ﴿٤٠﴾ ﴾
40. Onlar ki, diyarları olan Mekke’den, ″Bizim Rabbimiz Allah’tır″ demelerinden dolayı haksız yere çıkarıldılar. Allah’u Teâlâ, insanları birbiriyle defetmemiş olsaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın ismi çok zikredilen mescitler elbette harap olurdu. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, dînine yardım edenlere yardım eder. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, çok kuvvetlidir ve her şeye gâliptir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Allah’u Teâlâ, insanları birbiriyle defetmemiş olsaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın ismi çok zikredilen mescitler elbette harap olurdu″ diye buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat, Allah’u Teâlâ, Müslümanlara ve öncesinde İslâm üzere olan topluluklara, kâfirlerle savaşmaları için izin vermiş olmasaydı, o kâfirler îman edenlerin ibâdethânelerini yok edip ibâdetlerine engel olurlardı, demektir.
﴿ اَلَّذ۪ينَ اِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ اَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ وَاَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَلِلّٰهِ عَاقِبَةُ الْاُمُورِ ﴿٤١﴾ ﴾
41. Onlar (Mekke’den haksız yere çıkarılanlar) öyle kimselerdir ki, onları yeryüzünde yerleştirirsek (iktidar ve mevkii verirsek), namaz kılarlar, zekât verirler ve iyiliği emredip kötülükten nehyederler. Bütün işlerin âkibeti ise Allah’a aittir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Osman İbn-i Affân Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:
″Onlar (Mekke’den haksız yere çıkarılanlar) öyle kimselerdir ki, onları yeryüzünde yerleştirirsek (iktidar ve mevkii verirsek), namaz kılarlar…″ diye devam eden Âyet-i Kerîme, bizim hakkımızda nâzil oldu. Biz beldemizden suçsuz yere çıkarıldık. Biz sâdece, ″Rabbimiz Allah’tır″ demiştik. Sonra biz yeryüzünde yerleştirildik, bize imkân verildi. Namazı hakkıyla kıldık, zekâtı verdik, iyiliği emrettik ve kötülükten nehyettik. Bütün işlerin âkıbeti Allah’a aittir.
Muhavvel es-Sülemi Radiyallâhu anhu, şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَوْصِنِي، قَالَ: اتَّقِ اللّٰهَ، وَأَقِمِ الصَّلَاةَ، وَائْتِ الزَّكَاةَ، وَحُجَّ الْبَيْتَ وَاعْتَمِرْ، وَبِرَّ وَالِدَيْكَ، وَصِلْ رَحِمَكَ، وَأَقْرِ الضَّيْفَ، وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ، وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ، وَزُلْ مَعَ الْحَقِّ حَيْثُ زَالَ (طب عن مخول السلمى)
″Yâ Resûlallah! Bana nasihat et″ dedim. Şöyle buyurdu: ″Allah’tan kork, namaz kıl, zekât ver, Beyt’i (Kâbe’yi) haccet, umre yap, akrabanı ziyaret et, misafire ikramda bulun, iyiliği emret, kötülükten nehyet, haktan ayrılma!″[1]
[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 17152; Râmûz’ul-Ehâdîs, s 13/6.
﴿ وَاِنْ يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَعَادٌ وَثَمُودُۙ ﴿٤٢﴾ وَقَوْمُ اِبْرٰه۪يمَ وَقَوْمُ لُوطٍۙ ﴿٤٣﴾ وَاَصْحَابُ مَدْيَنَۚ وَكُذِّبَ مُوسٰى فَاَمْلَيْتُ لِلْكَافِر۪ينَ ثُمَّ اَخَذْتُهُمْۚ فَكَيْفَ كَانَ نَك۪يرِ ﴿٤٤﴾ فَكَاَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا وَبِئْرٍ مُعَطَّلَةٍ وَقَصْرٍ مَش۪يدٍ ﴿٤٥﴾ ﴾
42-45. Ey Resûlüm! Eğer seni yalanlıyorlarsa, şüphesiz ki onlardan önce Nûh, Âd ve Semud kavimleri de Peygamberlerini yalanlamışlardı.* İbrâhim’in kavmi ile Lût’un kavmi* ve (Şuayb’in kavmi) Medyen ahâlisi de Peygamberlerini yalanlamışlardı. Mûsâ da yalanlandı. Nihâyet o kâfirlere mühlet verdim, sonra da onları azâbımla yakaladım. Benim onları cezâlandırmam nasıl oldu bir görseydin!* Ahâlisi zâlim oldukları halde nice beldeleri helâk ettik ki, damları çökmüş, duvarları üzerlerine yıkılarak ıssız harabeye dönmüştür. Nice kuyuları da kullanılmaz bir halde bıraktık ve nice muhteşem köşkleri de boş bıraktık.
İzah: Peygamberlerini yalanlayan toplulukları, Allah’u Teâlâ’nın cezâlandırması hakkında Ebû Mûsâ el-Eş’arî Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّ اللّٰهَ لَيُمْلِي لِلظَّالِمِ حَتَّى إِذَا أَخَذَهُ لَمْ يُفْلِتْهُ قَالَ ثُمَّ قَرَأَ {وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ الْقُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ} (خ عن ابى موسى)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, zâlime mühlet verir. Nihâyet (mühleti dolup) onu yakaladığında aslâ kurtulamaz″ buyurdu ve sonra da, ″Senin Rabbin, zulmeden beldeleri yakaladığı zaman, işte böyle yakalar. O’nun yakalaması (cezâlandırması), elim ve şiddetlidir″[1] diye geçen âyeti okudu.[2]
﴿ اَفَلَمْ يَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَٓا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۚ فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ ﴿٤٦﴾ ﴾
46. Onlar, hiç yeryüzünde dolaşmazlar mı? Bâri bu yolla düşünecek kalplere ve işitecek kulaklara sahip olsalar. Çünkü gözler kör olmaz. Lâkin göğüslerdeki kalpler kör olur.
İzah: Allah’u Teâlâ’nın âyetlerini inkâr eden kâfirler, hiç yeryüzünde dolaşıp, daha önceki kâfirlerin nasıl helak olduklarını görmezler mi? Böylece kendilerinin düşünecek kalpleri, işiten kulakları olsun. İnat ve inkârlarından vazgeçip hakka yönelsinler. Zîrâ asıl körlük, gözlerin maddi olarak görmemesi değil, kalplerin mânen hakikatleri görmez hâle gelmesidir.
﴿ وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِ وَلَنْ يُخْلِفَ اللّٰهُ وَعْدَهُۜ وَاِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ ﴿٤٧﴾ ﴾
47. Onlar, vaad edilen azâbın gelmesinde acele ederler. Allah’u Teâlâ, vaadinden aslâ dönmez. Şüphesiz Rabbinin katında bir gün, sizin saydığınız senelerden bin sene kadardır.
İzah: Bu dünyâda bin yılımızın, Allah katında bir gün olduğu açık bir şekilde beyan edilmektedir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:
يَدْخُلُ فُقَرَاءُ الْمُؤْمِنِينَ الْجَنَّةَ قَبْلَ أَغْنِيَائِهِمْ بِنِصْفِ يَوْمٍ خَمْسِ مِائَةِ عَامٍ (ه عن ابى هريرة)
″Mü’minlerin fakirleri, Cennete, zengin olanlardan yarım gün yani beş yüz yıl evvel girerler.″[1]
[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 6.
﴿ وَكَاَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ اَمْلَيْتُ لَهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ ثُمَّ اَخَذْتُهَاۚ وَاِلَيَّ الْمَص۪يرُ۟ ﴿٤٨﴾ ﴾
48. Nice beldelere, ahâlisi zâlim olduğu halde mühlet verdim. Sonra da azâbımla yakaladım. Dönüş ancak Banadır.
﴿ قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّمَٓا اَنَا۬ لَكُمْ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌۚ ﴿٤٩﴾ فَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَر۪يمٌ ﴿٥٠﴾ وَالَّذ۪ينَ سَعَوْا ف۪ٓي اٰيَاتِنَا مُعَاجِز۪ينَ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَح۪يمِ ﴿٥١﴾ ﴾
49-51. Ey Resûlüm! De ki: ″Ey insanlar! Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıcıyım.″* Îman edip sâlih amellerde bulunanlar var ya, işte onlar için bağışlama ve bol rızık vardır.* Âyetlerimiz hakkında (Peygamberi ve Mü’minleri) âciz bırakmak için koşuşanlara gelince, işte onlar da Cehennem ehlidirler.
İzah: Bu âyetlerde Allah’u Teâlâ, Resûlüne hitap ederek, şöyle söylemesini beyan etmiştir: ″Ey insanlar! Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıcıyım. Allah’ın azâbına uğramamanız için sizi uyarırım. Sizden, Allah’a ve Peygamberine îman eden ve sâlih ameller işleyenlere, dünyâda iken günahlarının affedilmesi, âhirette de güzel rızıklar vardır. Âyetlerimizi yalanlamaya, onları hükümsüz hâle getirmek için ellerinden geleni yapmaya koşuşan, Peygamberi ve Mü’minleri âciz bırakacaklarını zanneden kimselere gelince, işte onlar ebedî Cehennemliktirler.″
﴿ وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ وَلَا نَبِيٍّ اِلَّٓا اِذَا تَمَنّٰٓى اَلْقَى الشَّيْطَانُ ف۪ٓي اُمْنِيَّتِه۪ۚ فَيَنْسَخُ اللّٰهُ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ ثُمَّ يُحْكِمُ اللّٰهُ اٰيَاتِه۪ۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌۙ ﴿٥٢﴾ لِيَجْعَلَ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ فِتْنَةً لِلَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ وَالْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْۜ وَاِنَّ الظَّالِم۪ينَ لَف۪ي شِقَاقٍ بَع۪يدٍۙ ﴿٥٣﴾ وَلِيَعْلَمَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَيُؤْمِنُوا بِه۪ فَتُخْبِتَ لَهُ قُلُوبُهُمْۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَهَادِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ ﴿٥٤﴾ ﴾
52-54. Ey Habîbim! Senden önce hiçbir Resûl ve Nebî göndermedik ki, onlardan biri bir şey temenni ettiği vakit, şeytan onun temennisine bir şey atmış olmasın. Allah’u Teâlâ, şeytanın attığı şeyi iptal eder. Sonra Allah’u Teâlâ, âyetlerini muhkem kılar. Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.* Allah’u Teâlâ’nın böyle yapması, şeytanın attığı şeyle, kalbinde şüphe ve nifak olan ve kalpleri şirk ile katılaşmış bulunan kimseleri imtihan etmek içindir. Şüphesiz ki o zâlimler, haktan uzak olan bir ayrılık içindedirler.* Allah’u Teâlâ’nın böyle yapması, ilim ehlinin, Kur’ân’ı Allah tarafından nâzil olmuş hak kitap olarak bilmeleri, ona îman etmeleri ve gönülden bağlanmaları içindir. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, îman edenleri doğru yola iletir.
İzah: Bu âyetlerin nüzul sebebine dair şu hâdise nakledilmiştir:
Bir gün Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Kureyş müşriklerinin çok olduğu bir toplantı yerinde bulunuyordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onlara Necm Sûresi’ni okudu ve ″Şimdi siz, ilah olarak Lat’ı, Uzza’yı mı görüyorsunuz?* ve diğer üçüncüleri olan Menat’ı mı görüyorsunuz?″[1] buyruğunu okuyunca, şeytan:
تلك الغرانيق العلى وان شفاعتهن لترتجى
- İşte bu adı geçen putlar, yüce kuşlardır ve bunların şefaatleri umulur, anlamındaki bu sözleri araya kattı. Oradaki insanlar da, şeytanın araya kattığı bu sözü, Resûlü Kirâm’ın söylediğini zannettiler. Böylece Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Necm Sûresi’ni bitirdi ve secdeye gitti. Onunla birlikte orada bulunan Müslüman, müşrik herkes secde etti. Bütün müşrikler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu sözlerine memnun olup sevinerek meclisten dağıldılar. Bunun üzerine Sahâbe-i Kirâm:
- Yâ Resûlallah! Sen: ″İşte bu adı geçen putlar yüce kuşlardır ve bunların şefaatleri umulur″ diye söyledin; bu söz doğru mu? Yoksa biz mi yanlış anladık, deyince Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:
- Ben böyle bir şey söylemedim, dedi. Orada bulunan herkes bu sözü doğrulayınca, çok üzüldü. Bunun üzerine Cebrâil Aleyhisselâm, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve ″Ey Habîbim! Senden önce hiçbir Resûl ve Nebî göndermedik ki, onlardan biri bir şey temenni ettiği vakit, şeytan onun temennisine bir şey atmış olmasın…″ diye devam eden Sûre-i Hacc, Âyet 52’yi indirdi.
Cebrâil Aleyhisselâm dedi ki:
- Şeytan, insanlarla senin arana girerek senin sözünmüş gibi bâtıl olan bir şeyi onlara söyledi.
Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme ile, Resûlünü şeytanın fitnesinden kurtarınca, müşrikler yine dalâletlerine ve düşmanlıklarına döndüler. Bundan sonra Allah’u Teâlâ Resûlüne istiâze ile emredip, ″Ey Resûlüm! Kur’ân okumak istediğin vakit, Allah’ın dergâhından kovulmuş olan şeytandan Allah’a sığın″[2] Âyet-i Celîlesini indirdi.[3]
Bu olay hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
سَجَدَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالنَّجْمِ وَسَجَدَ مَعَهُ الْمُسْلِمُونَ وَالْمُشْرِكُونَ وَالْجِنُّ وَالْإِنْسُ (خ عن ابن عباس)
″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Necm Sûresi’ni okuyunca secde etti ve onunla birlikte Müslümanlar, müşrikler, cinler ve bütün insanlar da secde ettiler.″[4]
[1] Sûre-i Necm, Âyet 19-20.
[2] Sûre-i Nahl, Âyet 98.
[3] Günyet’üt-Tâlibîn, c. 1, s. 145.
[4] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Necm 5.
﴿ وَلَا يَزَالُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ف۪ي مِرْيَةٍ مِنْهُ حَتّٰى تَأْتِيَهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً اَوْ يَأْتِيَهُمْ عَذَابُ يَوْمٍ عَق۪يمٍ ﴿٥٥﴾ اَلْمُلْكُ يَوْمَئِذٍ لِلّٰهِۜ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْۜ فَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ف۪ي جَنَّاتِ النَّع۪يمِ ﴿٥٦﴾ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا فَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مُه۪ينٌ ﴿٥٧﴾ ﴾
55-57. Kâfirler, kendilerine ansızın kıyâmet gelinceye veya kendilerine kısır bir günün azâbı gelinceye kadar Kur’ân hakkında şüpheye devam ederler.* Mülk o günde Allah’a mahsustur. O, Mü’minlerle kâfirler arasında hükmünü verir. Artık îman edip sâlih amellerde bulunanlar, Nâim Cennetlerindedir.* Âyetlerimizi inkâr edip yalanlayanlara gelince, onlar için de aşağılayıcı bir azap vardır.
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Kısır bir gün″ ifadesinden maksat, Said b. Cübeyr, , Ubey b. Kâ’b, Katâde ve Mücâhid Hazretlerine göre, Bedir Savaşı’nın yapıldığı gündür. Bu güne ″Kısır bir gün″ denmesinin sebebi, kâfirlerin ileri gelenlerinin akşamı göremeden öldürülmeleridir. Böylece Bedir Günü onlar için gecesi olmayan kısır bir gün olmuştur.
﴿ وَالَّذ۪ينَ هَاجَرُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ ثُمَّ قُتِلُٓوا اَوْ مَاتُوا لَيَرْزُقَنَّهُمُ اللّٰهُ رِزْقًا حَسَنًاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَهُوَ خَيْرُ الرَّازِق۪ينَ ﴿٥٨﴾ لَيُدْخِلَنَّهُمْ مُدْخَلًا يَرْضَوْنَهُۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَعَل۪يمٌ حَل۪يمٌ ﴿٥٩﴾ ﴾
58-59. Allah yolunda hicret edip sonra öldürülenlere yahut ölenlere gelince, elbette onları Allah’u Teâlâ güzel bir rızık ile rızıklandırır. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, rızık verenlerin en hayırlısıdır.* Elbette onları râzı oldukları mekâna (Cennete) girdirir. Şüphesiz Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, Halîm’dir (cezâ vermekte acele etmez).
İzah: Âlimler, ″Allah yolunda öldürülen de, ölen de şehittir; bunlar arasında fark yoktur″ diye buyurmuşlar ve ″Allah yolunda hicret edip sonra öldürülenlere yahut ölenlere gelince, elbette onları Allah’u Teâlâ güzel bir rızık ile rızıklandırır…″ diye devam eden Sûre-i Hacc, Âyet 58’i ve ″Her kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde birçok hayırlı barınacak yer ve genişlik (dînini daha rahat yaşama imkânı) bulur. Her kim evinden, Allah ve Resûlü için hicret etmek gayesiyle çıkar da sonra ona ölüm gelirse, şüphesiz ki onun mükâfatı Allah’a aittir…″ diye devam eden Sûre-i Nisâ, Âyet 100’ü delil olarak göstermişler ve ayrıca bu konudaki şu Hadis-i Şerif’leri de delil olarak zikretmişlerdir.
Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَدْخُلُ عَلَى أُمِّ حَرَامٍ بِنْتِ مِلْحَانَ فَتُطْعِمُهُ وَكَانَتْ أُمُّ حَرَامٍ تَحْتَ عُبَادَةَ بْنِ الصَّامِتِ فَدَخَلَ عَلَيْهَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَطْعَمَتْهُ وَجَعَلَتْ تَفْلِي رَأْسَهُ فَنَامَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ثُمَّ اسْتَيْقَظَ وَهُوَ يَضْحَكُ قَالَتْ فَقُلْتُ وَمَا يُضْحِكُكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ نَاسٌ مِنْ أُمَّتِي عُرِضُوا عَلَيَّ غُزَاةً فِي سَبِيلِ اللّٰهِ يَرْكَبُونَ ثَبَجَ هَذَا الْبَحْرِ مُلُوكًا عَلَى الْأَسِرَّةِ… (خ م عن انس بن مالك)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Milhan kızı Ümmü Harâm’ın ziyaretine gelirdi. Ümmü Harâm,[1] Ubâde İbn-i Sâmit’in nikâhında idi. Bir gün Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yine ziyaretine geldi. Ümmü Harâm, Resûlü Ekrem’e yemek ikram etti ve onun başını taradı. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir müddet uyudu. Sonra gülümseyerek uyandı. Ümmü Haram der ki:
″Yâ Resûlallah! Seni güldüren nedir?″ diye sordum. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ümmetimden bir kısım mücâhitlerin deniz ortasında, tahtları üzerine kurulmuş hükümdarlar gibi gemilere ihtişamla binerek Allah yolunda deniz harbine gittikleri gösterildi de ona gülüyorum″ buyurdu. (Bir diğer Hadis-i Şerif’te de: ″Ümmetimden denizde gazâ eden ilk ordu Cennete girmeyi hak etmişlerdir″[2] diye buyurdu) Bunun üzerine Ümmü Harâm der ki:
″Yâ Resûlallah! Beni de onlardan kılması için Allah’a duâ et!″ dedim. Peygamberimiz de duâ etti. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem tekrar başını yastığa koyarak bir müddet daha uyudu. Sonra yine gülümseyerek uyandı. Bunun üzerine yine ben: ″Yâ Resûlallah! Seni güldüren nedir?″ diye sordum. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Bu defa da ümmetimden bir kısım mücâhitlerin tahtları üzerine kurulmuş hükümdarlar gibi, kara nakliyeleri üzerinde ihtişamlı bir halde Allah yolunda (Kostantiniyye’ye) gazâya gittikleri gösterildi de ona gülüyorum″ buyurdu. Bunun üzerine Ümmü Harâm der ki:
″Yâ Resûlallah! Beni de o gazilerden kılması için Allah’a duâ et!″ dedim. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:″ Hayır! Sen öncekiler-densin (deniz harbine katılacaklardansın)″ diye buyurdu.
Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu der ki: ″Ümmü Harâm, Hz. Muâviye İbn-i Ebî Süfyan’ın (Şam vâliliği) zamanında deniz gazâsında gemiye binerek Hz. Muâviye kumandasındaki bu gazâya iştirak etmişti. Fakat Kıbrıs adasına denizden çıkarıldığı sırada Ümmü Harâm, bindiği katırdan düşerek şehit olmuştur.″[3]
İşte burada anlatıldığı gibi Ümmü Harâm, kâfirler tarafından öldürülmemesine rağmen, bineğinin sırtından düşerek şehit olmuştur.
Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَنْ خَرَجَ مِنْ بَيْتِهِ مُجَاهِدًا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ ثُمَّ قَالَ بِأَصَابِعِهِ هَؤُلَاءِ الثَّلَاثِ الْوُسْطَى وَالسَّبَّابَةِ وَالْإِبْهَامِ فَجَمَعَهُنَّ وَقَالَ وَأَيْنَ الْمُجَاهِدُونَ فَخَرَّ عَنْ دَابَّتِهِ فَمَاتَ فَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلَى اللّٰهِ وَمَنْ قُتِلَ قَعْصًا فَقَدِ اسْتَوَجْبَ الْمَآبَ (حم عن عبد اللّٰه بن عتيك)
″Kim evinden, Allah yolunda hicret etmek üzere çıkarsa; bu sırada Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem orta, işâret ve baş parmaklarını birleştirerek: ″Nerede cihat edenler?″ buyurdular ve sözlerine devamla, hayvanından düşer de ölürse, onun ecri Allah’a aittir. Kendisini bir hayvan sokar da ölürse, onun ecri yine Allah’a aittir. Ya da yatağında ölürse yine ecri Allah’a aittir. Her kim de yediği bir darbe ile bulunduğu yerde ölürse, o da güzel bir şekilde Allah’a dönüşü hak eder.″[4]
Yine bu âyetlerle ilgili olarak Selmân-ı Fârisi Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
مَنْ مَاتَ مُرَابِطًا أَجْرَى اللّٰهُ عَلَيْهِ مِثْلَ ذَلِكَ الْأَجْرِ وَأَجْرَى عَلَيْهِ الرِّزْقَ وَأُومِنَ الْفَتَّانِينَ. وَاقْرَأُوا إِنْ شِئْتُمْ {وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ ثُمَّ قُتِلُوا أَوْ مَاتُوا} إِلَى قَوْلِهِ: {حَلِيمٌ} (ابن أبي حاتم وابن مردويه عن سلمان الفارسي)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in: ″Allah’u Teâlâ nöbette iken ölen kişinin sevabını kıyâmet gününe kadar devam ettirir. Kabrinde rızkını verir ve sorgu meleklerinden yana kendisini emin kılar″ buyurduğunu işittim. İsterseniz bu konuda Sûre-i Hacc, Âyet 58-59’u okuyun.[5]
[1] Ümmü Harâm, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in süt halasıdır. Aynı zamanda Resûlü Ekrem’in teyze tarafından akrabası olup Sahâbeden Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu’nun teyzesidir. Günümüzde ″Hala Sultan″ diye bilinmekte ve türbesi Kıbrıs’ta bulunmaktadır.
[2] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1230.
[3] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 2106; Sahih-i Müslim, İmâre 49 (160, 161).
[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15818.
[5] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 10, s. 527.
﴿ ذٰلِكَۚ وَمَنْ عَاقَبَ بِمِثْلِ مَا عُوقِبَ بِه۪ ثُمَّ بُغِيَ عَلَيْهِ لَيَنْصُرَنَّهُ اللّٰهُۜ اِنَّ اللّٰهَ لَعَفُوٌّ غَفُورٌ ﴿٦٠﴾ ذٰلِكَ بِاَنَّ اللّٰهَ يُولِجُ الَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِي الَّيْلِ وَاَنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ بَص۪يرٌ ﴿٦١﴾ ﴾
60-61. Bu böyledir. Her kim gördüğü eziyetin misliyle karşılık verir de sonra hasmı tarafından yine zulme uğrarsa, elbette Allah’u Teâlâ ona yardım eder. Şüphesiz Allah’u Teâlâ çok affedendir, çok bağışlayandır.* Bu böyledir (O, her şeye kâdirdir). Allah’u Teâlâ, geceyi gündüze girdirir, gündüzü de geceye girdirir. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, her şeyi işiten ve görendir.
﴿ ذٰلِكَ بِاَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْحَقُّ وَاَنَّ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ هُوَ الْبَاطِلُ وَاَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْعَلِيُّ الْكَب۪يرُ ﴿٦٢﴾ ﴾
62. Bu böyledir. Çünkü hak olan ancak Allah’tır. Müşriklerin O’ndan başka ibâdet ettikleri ise bâtıldır. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, çok yücedir ve çok büyüktür.
﴿ اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۘ فَتُصْبِحُ الْاَرْضُ مُخْضَرَّةًۜ اِنَّ اللّٰهَ لَط۪يفٌ خَب۪يرٌۚ ﴿٦٣﴾ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَهُوَ الْغَنِيُّ الْحَم۪يدُ۟ ﴿٦٤﴾ ﴾
63-64. Görmez misin ki şüphesiz Allah’u Teâlâ, semâdan bir su indirdi de, yeryüzü yeşeriyor. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, çok lütufkârdır ve her şeyden haberdardır.* Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nundur. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, hamde lâyık olandır.
﴿ اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ وَالْفُلْكَ تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِاَمْرِه۪ۜ وَيُمْسِكُ السَّمَٓاءَ اَنْ تَقَعَ عَلَى الْاَرْضِ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ ﴿٦٥﴾ ﴾
65. Allah’u Teâlâ’nın, yerde olanları ve emriyle denizlerde yüzen gemileri hizmetinize verdiğini, emri olmadan, yere düşmesin diye göğü tuttuğunu görmez misin? Şüphesiz Allah’u Teâlâ, insanlara karşı elbette çok şefkatli, çok merhametlidir.
﴿ وَهُوَ الَّذ۪ٓي اَحْيَاكُمْۘ ثُمَّ يُم۪يتُكُمْ ثُمَّ يُحْي۪يكُمْۜ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَكَفُورٌ ﴿٦٦﴾ ﴾
66. O, sizi yoktan var edip can verdi. Sonra öldürür. Sonra tekrar diriltir. Muhakkak ki insan, elbette çok nankördür.
İzah: Sizleri hiç yoktan yaratıp can veren, sonra eceliniz geldiğinde öldürüp yok eden, mahşer günü hesap vermeniz için tekrar var edip diriltecek olan yalnız Allah’tır. Ne yazık ki insanlar, bütün bu nîmetler karşısında çok nankördürler. Rablerinin nîmetlerine karşı şükredecekleri yerde O’nu inkâr ederler veya emirlerini yerine getirmezler yahut sâdece bir kısmını yerine getirirler, demektir.
﴿ لِكُلِّ اُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنْسَكًا هُمْ نَاسِكُوهُ فَلَا يُنَازِعُنَّكَ فِي الْاَمْرِ وَادْعُ اِلٰى رَبِّكَۜ اِنَّكَ لَعَلٰى هُدًى مُسْتَق۪يمٍ ﴿٦٧﴾ وَاِنْ جَادَلُوكَ فَقُلِ اللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا تَعْمَلُونَ ﴿٦٨﴾ اَللّٰهُ يَحْكُمُ بَيْنَكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ ف۪يمَا كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ ﴿٦٩﴾ ﴾
67-69. Her ümmet için bir şeriat kıldık ki onlar onunla amel ederlerdi. Ey Resûlüm! Artık dînin emrinde seninle münâkaşa etmesinler. Ve halkı Rabbine dâvet et. Şüphesiz ki sen, elbette hidâyete götüren doğru bir yol üzerindesin.* Eğer onlar seninle mücâdele ederlerse, de ki: ″Yaptıklarınızı Allah’u Teâlâ çok iyi bilir.″* Allah’u Teâlâ, ihtilaf ettiğiniz şeylerden dolayı mahşer günü aranızda hükmeder (Mü’minleri mükâfatlandırır, kâfirlere azap eder).
﴿ اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِۜ اِنَّ ذٰلِكَ ف۪ي كِتَابٍۜ اِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يرٌ ﴿٧٠﴾ ﴾
70. Ey Resûlüm! Bilmez misin ki, şüphesiz Allah’u Teâlâ, gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir. Muhakkak ki bunların hepsi bir kitaptadır (Levh-i Mahfuz’dadır). Şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır.
İzah: Âyette geçen Levhi Mahfuz hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ لَوْحًا مَحْفُوظًا مِنْ دُرَّةٍ بَيْضَاءَ صَفَحَاتُهَا مِنْ يَاقُوتَةٍ حَمْرَاءَ قَلَمُهُ نُورٌ لِلّٰهِ فِيهِ فِي كُلِّ يَوْمٍ سِتُّونَ وَثَلاثُمائَةِ لَحْظَةٍ يَخْلُقُ وَيَرْزُقُ وَيُمِيتُ وَيُحْيِي وَيُعِزُّ وَيُذِلُّ وَيَفْعَلُ مَا يَشَاءُ. (طب عن ابن عباس)
″Allah’u Teâlâ beyaz inciden bir Levh-i Mahfuz yarattı ki, onun sayfaları kırmızı yakuttan olup kalemi de nûrdur. Allah’u Teâlâ için her gün üç yüz altmış lâhza vardır (her gün üç yüz altmış defa nazar eder). Yaratır, rızık verir, öldürür, yaşatır, aziz kılar, zelil eder ve dilediğini yapar.″[1]
Allah’u Teâlâ, Levh-i Mahfuz hakkında Sûre-i Ra’d, Âyet 39’da da şöyle buyurmaktadır:
″Allah’u Teâlâ, dilediği hükmü siler ve dilediğini sâbit bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.″
[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 12348.
﴿ وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِه۪ سُلْطَانًا وَمَا لَيْسَ لَهُمْ بِه۪ عِلْمٌۜ وَمَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ نَص۪يرٍ ﴿٧١﴾ ﴾
71. Müşrikler, Allah’tan başka öyle şeylere taparlar ki, Allah’u Teâlâ, bunların ilah olduklarına dair hiçbir delil indirmemiştir. Kendilerinin de bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Zâlimlerin aslâ yardımcısı olmaz.
﴿ وَاِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ تَعْرِفُ ف۪ي وُجُوهِ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا الْمُنْكَرَۜ يَكَادُونَ يَسْطُونَ بِالَّذ۪ينَ يَتْلُونَ عَلَيْهِمْ اٰيَاتِنَاۜ قُلْ اَفَاُنَبِّئُكُمْ بِشَرٍّ مِنْ ذٰلِكُمْۜ اَلنَّارُۜ وَعَدَهَا اللّٰهُ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ۟ ﴿٧٢﴾ ﴾
72. Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğu vakit, kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını anlarsın. Neredeyse kendilerine âyetlerimizi okuyanlara saldıracaklar. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Size bundan (inkâr ve öfkenizden) daha fenâsını haber vereyim mi? O, Cehennem ateşidir. Allah’u Teâlâ onu kâfirlere vaad etmiştir. Orası, ne kötü bir dönüş yeridir.″
﴿ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُۜ وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْـًٔا لَا يَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُۜ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ ﴿٧٣﴾ مَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ لَقَوِيٌّ عَز۪يزٌ ﴿٧٤﴾ ﴾
73-74. Ey insanlar! Size bir misal verildi, dinleyin: Allah’ı bırakıp da taptığınız putlar, bir sineği bile yaratamazlar. Hattâ hepsi bir araya gelseler bile. Eğer sinek o putlardan bir şey kapacak olsa, onu ondan geri de alamazlar. Putlara tapanlar da zayıf, putlar da!* Müşrikler, Allah’ı hakkıyla bilmediler. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, çok kuvvetlidir ve her şeye gâliptir.
﴿ اَللّٰهُ يَصْطَف۪ي مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ رُسُلًا وَمِنَ النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ بَص۪يرٌۚ ﴿٧٥﴾ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۜ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ ﴿٧٦﴾ ﴾
75-76. Allah’u Teâlâ, meleklerden ve insanlardan resuller seçer. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, her şeyi işiten ve görendir.* Allah’u Teâlâ, onların önlerinde olanı da, arkalarında olanı da bilir. İşlerin hepsi Allah’a döndürülür.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Allah’u Teâlâ, onların önlerinde olanı da, arkalarında olanı da bilir″ diye buyrulmaktadır. Yani Allah’u Teâlâ, Peygamberlerinin önlerinde olanı bilir; geçmiş zamanlara ait hiçbir şey kendisine gizli kalmaz. Allah’u Teâlâ, Peygamberlerin arkalarında olanı da bilir; kendilerinden sonra ümmetleri arasında ortaya çıkacak hâdiseleri de tamamen bilmektedir, ilâhi ilmi bütün bunları kuşatmıştır, demektir.
﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ارْكَعُوا وَاسْجُدُوا وَاعْبُدُوا رَبَّكُمْ وَافْعَلُوا الْخَيْرَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَۚ ﴿٧٧﴾ وَجَاهِدُوا فِي اللّٰهِ حَقَّ جِهَادِه۪ۜ هُوَ اجْتَبٰيكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدّ۪ينِ مِنْ حَرَجٍۜ مِلَّةَ اَب۪يكُمْ اِبْرٰه۪يمَۜ هُوَ سَمّٰيكُمُ الْمُسْلِم۪ينَ مِنْ قَبْلُ وَف۪ي هٰذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَه۪يدًا عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِۚ فَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَاعْتَصِمُوا بِاللّٰهِۜ هُوَ مَوْلٰيكُمْۚ فَنِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّص۪يرُ ﴿٧٨﴾ ﴾
77-78. Ey îman edenler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibâdette bulunun ve hayır işleyin ki, kurtuluşa eresiniz.* Allah yolunda hakkıyla cihat ile mücâhedede bulunun. O, sizi seçti ve dinde size güçlük vermedi. Dîninizi, babanız İbrâhim’in dîni gibi genişletti. Mahşer gününde Resûl’ün, sizin üzerinize şâhit olması ve sizin de (Peygamber-lerin, tebliğ görevlerini yerine getirdiklerine dair) insanlar üzerine şâhitlikte bulunmanız için sizi önceki kitaplarda ve Kur’ân’da ″Müslüman″ diye isimlendirdi. Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sığının. O, sizin mevlânızdır (velînizdir). O, ne güzel mevlâdır ve ne güzel yardımcıdır.
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen cihat iki kısımdır. Biri Allah için kâfirlerle yapılan cihattır. Diğeri de kişinin Allah için kendi nefsiyle yaptığı cihattır. Kâfirle yapılan cihat hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَيُّهَا النَّاسُ لَا تَتَمَنَّوْا لِقَاءَ الْعَدُوِّ وَاسْأَلُوا اللّٰهَ الْعَافِيَةَ فَإِذَا لَقِيتُمُوهُمْ فَاصْبِرُوا وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّةَ تَحْتَ ظِلَالِ السُّيُوفِ … (خ م عن بن ابى اوفى)
″Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin! Allah’tan afiyet (rahatlık, huzur, saadet) isteyin. Fakat düşman da karşınıza çıkarsa, o zaman da sebat-ı kadem edin (sağlam durup düşmandan kaçmayın) ve bilin ki Cennet kılıçların gölgesi altındadır…″[1]
Kişinin nefsiyle yaptığı cihat hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
الْمُجَاهِدُ مَنْ جَاهَدَ نَفْسَهُ (ت حم عن فضالة)
″Asıl mücâhit, nefsi ile cihat eden kimsedir.″[2]
Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmaktadır:
قَدِمَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ غَزَاةٍ فَقَالَ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ: قَدِمْتُمْ خَيْرَ مُقَدَّمٍ وَقَدِمْتُمْ مِنَ الْجِهَادِ الْأَصْغَرِ اِلَى الْجِهَادِ الْأَكْبَرِ قَالُوا: وَمَا الْجِهَادُ الْأَكْبَرُ؟ قَالَ: مُجَاهَدَةُ الْعَبْدِ هَوَاهُ (الديلمي الخطيب في تاريخه عن جابر)
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bir harpten[3] dönerken: ″Daha hayırlı olana dönüş yapıyorsunuz. Küçük cihattan büyük cihada dönüyorsunuz″ buyurdu. Sahâbîler: ″O büyük cihat nedir?″ dediler. ″Kulun nefsiyle edeceği cihattır″ buyurdu.[4]
Cihadın iki kısım olduğuna dair daha geniş bilgi için Sûre-i Nisâ, Âyet 95-96’nın izahına bakınız.
Yine Allah’u Teâlâ Sûre-i Hacc, Âyet 78’de: ″Dinde size güçlük vermedi″ diye buyurmaktadır. Bu husus Sûre-i Bakara, Âyet 185’te de: ″Allah’u Teâlâ sizin için kolaylık ister, güçlük istemez″ diye geçmektedir. Bu hususta çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِنَّ الدِّينَ يُسْرٌ وَلَنْ يُشَادَّ الدِّينَ أَحَدٌ إِلَّا غَلَبَهُ (خ عن ابى هريرة)
″Bu din, kolaylık dînidir. Kimse dîni geçmeye çalışmasın. Üstünlük dinde kalır.″[5]
Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
مَا خُيِّرَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بَيْنَ أَمْرَيْنِ إِلَّا أَخَذَ أَيْسَرَهُمَا مَا لَمْ يَكُنْ إِثْمًا فَإِنْ كَانَ إِثْمًا كَانَ أَبْعَدَ النَّاسِ مِنْهُ وَمَا انْتَقَمَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لِنَفْسِهِ إِلَّا أَنْ تُنْتَهَكَ حُرْمَةُ اللّٰهِ فَيَنْتَقِمَ لِلّٰهِ بِهَا (خ م عن عائشة)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem iki şey arasında serbest bırakıldığında, günah olmadığı sürece mutlaka en kolayını seçerdi. Günah olursa da, bundan en uzak insan da, O olurdu. Allah’u Teâlâ’nın hürmeti çiğnenmediği sürece nefsi için intikam almamış ve eğer Allah’u Teâlâ’nın hürmeti çiğnenmiş ise, onun cezâsını mutlaka vermiştir.[6]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يَسِّرُوا وَلَا تُعَسِّرُوا وَبَشِّرُوا وَلَا تُنَفِّرُوا (خ عن انس بن مالك)
″Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.″[7]
Yine Âyet-i Kerîme’de, ″Babanız İbrâhim″ diye bir ifade geçmek-tedir. İbrâhim Aleyhisselâm, Peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallâhu aleyhi ve sellem’in atasıdır. Bu sebeple Ümmet-i Muhammed’in de babası durumundadır. Çünkü bir Peygamberin ümmeti, onun evlâdı hükmündedir.
Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Ahzâb, Âyet 6’da: ″Peygamber, Mü’minlere kendi canlarından daha evlâdır. Onun zevceleri de Mü’minlerin anneleridir″ diye geçen buyruğundan dolayı, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de Mü’minlerin babasıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
آلُ مُحَمَّدٍ كُلُّ تَقِىٍّ (طس عق ك فى تاريخه عن انس)
″Takvâ olanın hepsi, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in ailesidir.″[8]
Nûh Aleyhisselâm’ın oğlullarından Kenan gemiye binmemişti. Suda boğulurken Kenan, babasına: ″Baba beni kurtar″ dedi. Nûh Aleyhisselâm da onu kurtarmak için gemiyi oğlundan tarafa çevirince, Sûre-i Hûd, Âyet 46’da geçtiği üzere Allah’u Teâlâ, ″Ey Nûh! O senin ehlinden değildir.″ Yani, ″Kim senin gemine bindi ise, senin evlâdın odur″ diye buyurdu. Öz evlâdı olmasına rağmen, babasına itaat etmeyerek gemiye binmediği için, Allah katında Nûh Aleyhisselâm’ın evlâdı olmadığı beyan edilmiş ve Nûh Aleyhisselâm’a itaat ederek gemiye binenlerin onun evlâdı olduğu söylenmiştir. Yani her kim Peygamberlere îman ve itaat edip onun yolundan giderse, Allah katında onun evlâdı olur.
Yine Sûre-i Hacc, Âyet 78’de Allah’u Teâlâ, Resûlünün Ashâbını ve ümmetini önceki kitaplarda övdüğünü ve diğer ümmetlere üstün kılıp mahşerde diğer Peygamberlerin görevlerini yaptıklarına dair şâhitlik edeceklerini, açık bir şekilde beyan etmektedir.
Ümmet-i Muhammed’in mahşerde Peygamberlere nasıl şâhitlik ettiklerine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يَجِيءُ النَّبِيُّ وَمَعَهُ الرَّجُلَانِ وَيَجِيءُ النَّبِيُّ وَمَعَهُ الثَّلَاثَةُ وَأَكْثَرُ مِنْ ذَلِكَ وَأَقَلُّ فَيُقَالُ لَهُ هَلْ بَلَّغْتَ قَوْمَكَ فَيَقُولُ نَعَمْ فَيُدْعَى قَوْمُهُ فَيُقَالُ هَلْ بَلَّغَكُمْ فَيَقُولُونَ لَا فَيُقَالُ مَنْ يَشْهَدُ لَكَ فَيَقُولُ مُحَمَّدٌ وَأُمَّتُهُ فَتُدْعَى أُمَّةُ مُحَمَّدٍ فَيُقَالُ هَلْ بَلَّغَ هَذَا فَيَقُولُونَ نَعَمْ فَيَقُولُ وَمَا عِلْمُكُمْ بِذَلِكَ فَيَقُولُونَ أَخْبَرَنَا نَبِيُّنَا بِذَلِكَ أَنَّ الرُّسُلَ قَدْ بَلَّغُوا فَصَدَّقْنَاهُ قَالَ فَذَلِكُمْ قَوْلُهُ تَعَالَى {وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا} (ه عن ابى سعيد)
Mahşer günü, bir Peygamber beraberinde ümmeti olarak iki adam olduğu halde gelir. Bir başka Peygamber, beraberinde ümmeti olarak üç kişi bulunduğu halde gelir. Bundan fazla ve az ümmetle gelen Peygamberde olur. Sonra o gelen her Peygambere: ″Sen kendi kavmine dîni tebliğ ettin mi?″ diye sorulur. O da, ″Evet″ der. Sonra onun kavmi huzura çağrılarak, ″Peygamberiniz size dîni tebliğ etti mi?″ denilir. Onlar: ″Hayır″ derler. Bunun üzerine onların Peygamberlerine: ″Kavmine, senin dîni tebliğ ettiğine dair şâhidin kimdir?″ denilir. O da, ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem ve ümmeti″ der. Bunun üzerine Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmeti çağrılır ve onlara: ″Bu Peygamberler, kavmine dîni tebliğ etti mi?″ diye sorulur. Onlar da, ″Evet″ derler. Sonra Allah’u Teâlâ Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmetine: ″Bu Peygamberlerin, kendi kavmine dîni tebliğ ettiğine dair bilginiz nedir?″ der. Onlar da, ″Peygamberlerin, kendi kavimlerine dîni tebliğ ettiklerini bize Peygamberimiz haber verdi, biz de onu tasdik ettik″ derler. İşte bu açıklama Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Bakara, Âyet 143’te: ″Ey Mü’minler! Böylece, sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık ki, mahşerde insanlara şâhit olasınız ve Resûl de size şâhit olsun…″ diye geçen buyruğunun muhtevâsıdır.[9]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
أَنَا وَأُمَّتِى يَوْم الْقِيَامَة عَلَى كَوْم مُشْرِفِينَ عَلَى الْخَلَائِق مَا مِنَ النَّاس أَحَد إِلَّا وَدَّ أَنَّهُ مِنَّا وَمَا مِنْ نَبِيّ كَذَّبَهُ قَوْمه إِلَّا وَنَحْنُ نَشْهَد أَنَّهُ قَدْ بَلَّغَ رِسَالَة رَبّه عَزَّ وَجَلَّ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن جابر بن عبد اللّٰه)
″Ben ve ümmetim mahşer gününde yüksekçe bir yerden halkı gözetleriz. Herkes ister ki, kendisi de bizden olsun. Hangi Peygamberi kavmi yalanlarsa biz, o Peygambere şâhitlik eder ve o Peygamberin Rabbi Azze ve Celle’nin emirlerini tebliğ ettiğine şâhitlik ederiz.″[10]
Yine Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmeti için, ″Sizi önceki kitaplarda ve Kur’ân’da ″Müslüman″ diye isimlendirdi″ diye buyurmaktadır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
تَسَمَّى اللّٰهُ بِاسْمَيْنِ، سَمَّى بِهِمَا أُمَّتِي؛ هُوَ السَّلَامُ وَسَمَّى أُمَّتِي الْمُسْلِمِينَ، وَهُوَ الْمُؤْمِنُ وَسَمَّى أُمَّتِي الْمُؤْمِنِينَ. (ابن أبي شيبة في المصنف وإسحق بن راهويه في مسنده ، عن مكحول)
″Allah’u Teâlâ kendini iki isimle isimlendirmiş ve bu iki ismi ümmetime de koymuştur: Allah’u Teâlâ, Selâm’dır ve ümmetimi Müslümanlar olarak isimlendirmiştir. Yine Allah’u Teâlâ, Mü’min’dir ve ümmetimi Mü’minler olarak isimlendirmiştir.″[11]
[1] Sahih-i Buhârî, Cihat 114; Sahih-i Müslim, Cihat 6 (19-21).
[2] Sünen-i Tirmizî, Fedâil’ul-Cihat 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 22840.
[3] Bu Hadis-i Şerif’te geçen harp, Tebuk Gazvesi’dir (Gunyet’üt-Tâlibîn, c. 1, s. 155).
[4] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 11719, 11260; Râmûz’ul-Ehâdîs, 334/6; İmam Gazâli, İhyâ-u-Ulûmi’d-Din, c. 3, Hadis No: 117.
[5] Sahih-i Buhârî, Îman 29; Sünen-i Nesâî, Îman 28.
[6] Sahih-i Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80, Hudûd 10; Sahih-i Müslim, Fedâil, 20 (77).
[7] Sahih-i Buhârî, İlim 11, Cihat 164.
[8] Râmûz’ul Ehâdîs, s. 4/10.
[9] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 34.
[10] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 1, s. 455.
[11] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 10, s. 546.