SÂD SÛRESİ

Bu sûre 88 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. ″Sâd″ harfiyle başladığı için bu ismi almıştır.[1]


[1] Sâd ifadesi Hurûf’ul-Mukattaa’dandır. Bu hususta Sûre-i Bakara, Âyet 1’in izahına bakınız.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ صٓ وَالْقُرْاٰنِ ذِي الذِّكْرِۜ ﴿١﴾ بَلِ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ف۪ي عِزَّةٍ وَشِقَاقٍ ﴿٢﴾ كَمْ اَهْلَكْنَا مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ قَرْنٍ فَنَادَوْا وَلَاتَ ح۪ينَ مَنَاصٍ ﴿٣﴾

1-3. Sâd, öğüt dolu Kur’ân’a yemin olsun ki,* fakat o kâfirler bir gurur ve (Allah’ın ve Resûlünün emrine karşı) muhalefet içindedirler.* Biz, onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. O zaman onlar, kurtulmak için feryad ediyorlardı. Halbuki o zaman kurtulma zamanı değildi.


﴿ وَعَجِبُٓوا اَنْ جَٓاءَهُمْ مُنْذِرٌ مِنْهُمْۘ وَقَالَ الْكَافِرُونَ هٰذَا سَاحِرٌ كَذَّابٌۚ ﴿٤﴾ اَجَعَلَ الْاٰلِهَةَ اِلٰهًا وَاحِدًاۚ اِنَّ هٰذَا لَشَيْءٌ عُجَابٌ ﴿٥﴾

4-5. Onlar, kendilerinden bir uyarıcı (Peygamber) gelmesine hayret ettiler ve o kâfirler dediler ki: ″Bu bir sihirbazdır, yalancıdır.* İlahları, tek bir ilah mı yaptı? Bu elbette acâyip bir şeydir.″


﴿ وَانْطَلَقَ الْمَلَ۬أ مِنْهُمْ اَنِ امْشُوا وَاصْبِرُوا عَلٰٓى اٰلِهَتِكُمْۚ اِنَّ هٰذَا لَشَيْءٌ يُرَادُۚ ﴿٦﴾ مَا سَمِعْنَا بِهٰذَا فِي الْمِلَّةِ الْاٰخِرَةِۚ اِنْ هٰذَٓا اِلَّا اخْتِلَاقٌۚ ﴿٧﴾

6-7. Onlardan ileri gelenler de, ″Yürüyün, ilahlarınızın ibâdetinde sebat edin. Şüphesiz ki arzu edilecek olan budur″ diyerek dağıldılar.* ″Son dinde (Hristiyanlıkta) dahi böyle söz işitmedik. Bu, uydurmadan başka bir şey değildir″ dediler.

İzah: Bu âyetler hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu hâdise nakledilmiştir:

مَرِضَ أَبُو طَالِبٍ فَجَاءَتْهُ قُرَيْشٌ وَجَاءَهُ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَعِنْدَ أَبِي طَالِبٍ مَجْلِسُ رَجُلٍ فَقَامَ أَبُو جَهْلٍ كَيْ يَمْنَعَهُ وَشَكَوْهُ إِلَى أَبِي طَالِبٍ فَقَالَ يَا ابْنَ أَخِي مَا تُرِيدُ مِنْ قَوْمِكَ قَالَ إِنِّي أُرِيدُ مِنْهُمْ كَلِمَةً وَاحِدَةً تَدِينُ لَهُمْ بِهَا الْعَرَبُ وَتُؤَدِّي إِلَيْهِمْ الْعَجَمُ الْجِزْيَةَ قَالَ كَلِمَةً وَاحِدَةً قَالَ كَلِمَةً وَاحِدَةً قَالَ يَا عَمِّ قُولُوا لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ فَقَالُوا إِلَهًا وَاحِدًا مَا سَمِعْنَا بِهَذَا فِي الْمِلَّةِ الْآخِرَةِ إِنْ هَذَا إِلَّا اخْتِلَاقٌ قَالَ فَنَزَلَ فِيهِمْ الْقُرْآنُ {ص وَالْقُرْآنِ ذِي الذِّكْرِ بَلْ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي عِزَّةٍ وَشِقَاقٍ إِلَى قَوْلِهِ مَا سَمِعْنَا بِهَذَا فِي الْمِلَّةِ الْآخِرَةِ إِنْ هَذَا إِلَّا اخْتِلَاقٌ} (ت عن ابن عباس)

Ebû Tâlib hastalanmıştı. Kureyşliler onu ziyarete geldi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de amcasını ziyarete gelmişti. Ebû Tâlib’in yanında bir kişilik oturma yeri vardı. Ebû Cehil, Peygamberimizin oraya oturmasına engel olmaya çalıştı. Sonra Peygamberimizi Ebû Tâlib’e şikâyet ettiler. Ebû Tâlib, Peygamberimize hitâben: ″Ey kardeşimin oğlu! Bu kavminden ne istiyorsun?″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurdu: ″Onlardan bir kelime istiyorum ki, Arapların hepsi bunlara boyun eğecek ve Arap olmayanlar da kendilerine cizye ödeyeceklerdir.″ Ebû Tâlib:″Sâdece bir kelime mi?″diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet, sâdece bir kelime″ diye buyurdu ve sözüne şöyle devam etti: ″Ey amca!Lâ ilâhe illallâh″deyin. Bunun üzerine onlar: ″Tek bir ilah mı? Biz son dinde (Hristiyanlık’ta) dahi böyle söz işitmedik. Bu söz yalandan başka bir şey değildir″ dediler. İşte bunun üzerine de, onlar hakkında Sûre-i Sâd, Âyet 1-7 nâzil oldu.[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 39.


﴿ ءَاُنْزِلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ مِنْ بَيْنِنَاۜ بَلْ هُمْ ف۪ي شَكٍّ مِنْ ذِكْر۪يۚ بَلْ لَمَّا يَذُوقُوا عَذَابِۜ ﴿٨﴾ اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَٓائِنُ رَحْمَةِ رَبِّكَ الْعَز۪يزِ الْوَهَّابِۚ ﴿٩﴾ اَمْ لَهُمْ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا۠ فَلْيَرْتَقُوا فِي الْاَسْبَابِ ﴿١٠﴾ جُنْدٌ مَا هُنَالِكَ مَهْزُومٌ مِنَ الْاَحْزَابِ ﴿١١﴾

8-11. (Biz insanların eşrafı olduğumuz halde) Kur’ân, aramızdan ona mı indirildi?″ dediler. Doğ­rusu onlar, Benim vahyimden şüphe içindedirler. Doğrusu onlar, azâbımı henüz tatmadılar.* Yoksa her şeye gâlip olan ve çok bahşeden Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır?* Yoksa göklerin, yerin ve aralarındakilerin mülkü kendilerine mi aittir? Öyleyse, yollarını bulup göklere çıksınlar.* Onlar, Peygamber aleyhinde toplanan fırkalardan olup, en yakın zamanda orada mağlup olacak bir ordudur.

İzah: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, yetim olarak büyüdüğü için beyler tarafından hor görülür, küçümsenirdi. Bir seferinde Ebû Cehil başta olmak üzere müşrik beyleri, sihircileri ve şâirleri çağırıp Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in göstermiş olduğu mûcizelerin, sihir olup olmadığını sordular. Onlar da, aslâ sihir olamayacağını söylediler. ″Kur’ân hakkında da şiir midir?″ diye sordular. Şâirler de, ″Kesinlikle şiir olamaz″ dediler. Beyler, bu konu üzerine uzun uzun tartıştılar. En son hiçbir itiraz yolu bulamadılar. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yetim ve fakir bir aileden geldiğini ve kendilerinin bey olduklarını beyan ederek îman etmediler. Hattâ bir ara Ebû Cehil: ″Eğer Muhammed, beylerden gelseydi Peygamberdir diye kabul ederdim. Bu kadar zengin olduğumuz halde, yetim bir çocuğa mı itaat edelim. Bu imkânsızdır. Şeref, haysiyet ayak altına alınır, her yere duyulur, herkes bizi kınar″ dedi. Ebû Cehil’in bu sözünü beyler de haklı buldu ve en son: ″Büyülü sözler söylüyor″ diye iftirada bulundular.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Onlar, Peygamber aleyhinde toplanan fırkalardan olup, en yakın zamanda orada mağlup olacak bir ordudur″ diye buyrulmaktadır. Katâde Hazretleri, bu âyeti izah ederken şöyle buyurmuştur:

- Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem daha Mekke’de iken Allah’u Teâlâ ona, müşriklerin ordusunu mağlup edeceğini bu âyette haber vermiş ve bu durum Bedir Savaşı’nda gerçekleşmiştir.

Bu husus Sûre-i Kamer, Âyet 45’te de şöyle geçmektedir:

″Onların cemaati, yakında hezimete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.″


﴿ كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَعَادٌ وَفِرْعَوْنُ ذُو الْاَوْتَادِۙ ﴿١٢﴾ وَثَمُودُ وَقَوْمُ لُوطٍ وَاَصْحَابُ لْـَٔيْكَةِۜ اُو۬لٰٓئِكَ الْاَحْزَابُ ﴿١٣﴾ اِنْ كُلٌّ اِلَّا كَذَّبَ الرُّسُلَ فَحَقَّ عِقَابِ۟ ﴿١٤﴾ وَمَا يَنْظُرُ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً مَا لَهَا مِنْ فَوَاقٍ ﴿١٥﴾

12-15. Onlardan evvel Nûh kavmi, Âd kavmi ve kazıklar sahibi Firavun da Peygamberlerini yalanlamışlardı.* Semud, Lût kavmi ve Ashâb-ı Eyke de Peygamberlerini yalanlamışlardı. Bunlar da Peygamberleri aleyhine birleşen fırkalardı.* Hepsi de Peygamberleri yalanladılar, böylece azâbım onlara hak oldu.* Müşrikler de bir an gecikmesi dâhi olmayan korkunç bir sesten (Sûr’un üflenmesinden) başka bir şeyi beklemiyorlar.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen Semud, Sâlih Aleyhisselâm’ın; Âd, Hûd Aleyhisselâm’ın; Ashâb-ı Eyke de, Şuayb Aleyhisselâm’ın kavmidir. Firavun’un, ″Kazıklar sahibi″ olarak vasıflandırılması da, hiddetli ve saltanat sahibi olması nedeniyle, cezâlandırmak istediği kimselerin ellerini ve ayaklarını dört kazığa bağlayıp gerdirerek işkence etmiş olmasından dolayıdır.


﴿ وَقَالُوا رَبَّنَا عَجِّلْ لَنَا قِطَّنَا قَبْلَ يَوْمِ الْحِسَابِ ﴿١٦﴾ اِصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ وَاذْكُرْ عَبْدَنَا دَاوُ۫دَ ذَا الْاَيْدِۚ اِنَّهُٓ اَوَّابٌ ﴿١٧﴾ اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْاِشْرَاقِۙ ﴿١٨﴾ وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةًۜ كُلٌّ لَهُٓ اَوَّابٌ ﴿١٩﴾

16-19. Kâfirler: ″Ey Rabbimiz! Hesap günü gelmeden evvel amel defterimizi bize acele ver, görelim″ diye alay ederler.* Ey Resûlüm! Onların bu gibi sözlerine sabret ve kuvvet sahibi olan kulumuz Dâvud’u yâd et. Şüphesiz o, dâimâ Allah’a yönelirdi.* Muhakkak ki dağları onun emrine verdik, onunla beraber akşam ve işrak vakti tesbih ederlerdi.* Kuşları da toplanmış olarak onun emrine verdik. Hepsi de ona yönelmişlerdi (Dâvud Aleyhisselâm ile berâber tesbihe devam ederlerdi).

İzah: Dâvud Aleyhisselâm, dağların tesbihini ve zikrini işitir; onlarla beraber tesbih eder ve onlarla beraber zikrederdi.

Nitekim canlı ve cansız her şeyin Allah’ı zikrettiğine dair Allah’u Teâlâ Sûre-i Hadîd, Âyet 1‘de şöyle buyurmaktadır:

Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih eder. O, her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Dâvud Aleyhisselâm‘ın, sesi çok güzeldi. ″Dâvudî ses″ diye söylenmesi bundan dolayıdır. Kendisi, Zebûr okurken havada uçan kuşlar geri döner, onun okuması bitene kadar dinler, sonra uçar giderlerdi.


﴿ وَشَدَدْنَا مُلْكَهُ وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ ﴿٢٠﴾

20. Biz, Dâvud’un mülkünü kuvvetli kılmıştık. Ona hikmet ve hakkı bâtıldan ayırma kabiliyeti vermiştik.

İzah: Dâvud Aleyhisselâm’a, Peygamberlik, hikmet ilmi[1] ve meseleleri çözme ve neticeye bağlama kabiliyeti verilmişti. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şu hâdiseyi anlatmıştır:

İsrailoğullarından iki kişi, Dâvud Aleyhisselâm’ın huzurunda dâvâcı oldular. Birisi diğerinin bir ineğini gasp ettiğini iddia ederken diğeri bunu inkâr etti. Dâvâcının delili yoktu. Dâvud Aleyhisselâm onların durumu hakkında hüküm vermeyi ertelemiş; gece olduğunda Dâvud Aleyhisselâm’a rüyâsında dâvâcıyı öldürmesi emredildi. Gündüz olunca Dâvud Aleyhisselâm, o ikisini getirtti ve dâvâcının öldürülmesini emretti. Dâvâcı: ″Ey Allah’ın Peygamberi! Şu adam benim ineğimi gasp etmişken beni niçin öldürtüyorsun?″ diye sorunca, Dâvud Aleyhisselâm: ″Allah’u Teâlâ bana seni öldürtmemi emretti. Hiç şüphe yok ben seni öldürteceğim″ dedi. Bunun üzerine dâvâcı şöyle dedi: ″Ey Allah’ın Peygamberi! Allah’a yemin ederim ki, Allah’u Teâlâ sana benim öldürülmemi bu adama karşı dâvâcı olmam yüzünden emretmiş değildir. Şüphesiz ben, dâvamda doğru söylüyorum. Allah’u Teâlâ’nın, benim öldürülmemi emretmesinin asıl sebebi; bir zaman bu adamın babasını ani bir baskınla öldürmüştüm ve bunu hiç kimseye hissettirmemiştim.″ Ve Dâvud Aleyhisselâm emretti, o adam öldürüldü.


[1] Hikmet ilmi hakkında Sûre-i Bakara, Âyet 269 ve izahına bakınız.


﴿ وَهَلْ اَتٰيكَ نَبَؤُا الْخَصْمِۢ اِذْ تَسَوَّرُوا الْمِحْرَابَۙ ﴿٢١﴾ اِذْ دَخَلُوا عَلٰى دَاوُ۫دَ فَفَزِعَ مِنْهُمْ قَالُوا لَا تَخَفْۚ خَصْمَانِ بَغٰى بَعْضُنَا عَلٰى بَعْضٍ فَاحْكُمْ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَلَا تُشْطِطْ وَاهْدِنَٓا اِلٰى سَوَٓاءِ الصِّرَاطِ ﴿٢٢﴾ اِنَّ هٰذَٓا اَخ۪ي لَهُ تِسْعٌ وَتِسْعُونَ نَعْجَةً وَلِيَ نَعْجَةٌ وَاحِدَةٌ فَقَالَ اَكْفِلْن۪يهَا وَعَزَّن۪ي فِي الْخِطَابِ ﴿٢٣﴾

21-23. Ey Resûlüm! Sana dâvâcıların haberi geldi mi? Hani onlar, duvarı aşarak Dâvud’un ibâdet ettiği yere girmişlerdi.* Onlar, Dâvud’un yanına girmişlerdi de Dâvud onları görünce korkmuştu. Onlar: ″Korkma, biz dâvâlı iki tarafız. Birimiz diğerine haksızlık etmiştir. Aramızda hak ile hükmet. Zulmetme ve bizi doğru yola hidâyet et″ dediler.* Dâvâcılardan biri dedi ki: ″Şüphesiz ki bu, benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz dişi koyunu ve benim de bir dişi koyunum var. Böyle iken, ″Onu da bana ver″ dedi ve beni susturdu.″


﴿ قَالَ لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤَالِ نَعْجَتِكَ اِلٰى نِعَاجِه۪ۜ وَاِنَّ كَث۪يرًا مِنَ الْخُلَطَٓاءِ لَيَبْغ۪ي بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَقَل۪يلٌ مَا هُمْۜ وَظَنَّ دَاوُ۫دُ اَنَّمَا فَتَنَّاهُ فَاسْتَغْفَرَ رَبَّهُ وَخَرَّ رَاكِعًا وَاَنَابَ (سَجْدَه) ﴿٢٤﴾

24. Dâvud da: ″Şüphesiz ki, koyununu kendi koyunlarına ilave etmek istemesiyle sana zulmetti. Ortakların çoğu birbirine haddi aşarlar. Ancak îman edenler ve sâlih amellerde bulunanlar müstesnâ. Bunlar ise azdır″ dedi. Dâvud, bunu imtihan için yaptığımızı anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, secdeye kapandı ve tevbe ederek Allah’a yöneldi. (Secde âyetidir)

İzah: Dâvud Aleyhisselâm ile ilgili olarak bu âyetlerde anlatılan kıssa İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, es-Sa’lebi gibi ve daha birçok ulemâdan nakledildiğine göre, şöyledir:

Allah’u Teâlâ, Dâvud Aleyhisselâm’ı imtihan etti. Çünkü o, Rabbinden kendisini İbrâhim, İsmâil, İshak ve Yâkub Aleyhimüsselâm’ın derecelerine çıkarması için duâ etmişti. Dâvud Aleyhisselâm, Zebur okuduğu bir gün Allah’u Teâlâ ona: ″Onlar başkalarının maruz kalmadıkları belâlarla (illet, zillet ve gıllet ile) imtihan olundular ve bunlara sabrettiler. İbrâhim Aleyhisselâm; Nemrut’la, ateşe atılma ve oğlu İsmâil Aleyhisselâm’ı boğazlamakla; İshak Aleyhisselâm boğazlanmakla, Yâkub Aleyhisselâm, oğlu Yusuf Aleyhisselâm için üzülmekle ve gözlerini kaybetmekle; bunlar bu gibi ibtilâlara sabrederek imtihan olundular. Sen ise böyle ibtilâlara uğramadın″ diye vahyetti. Bunun üzerine Dâvud Aleyhisselâm: ″Yâ Rabbi onlara ibtilâ verdiğin gibi bana da ibtilâ ver, ben de ona sabredeyim. Böylece onlara verdiğin yüksek dereceleri bana da ihsan et″ diye duâ etti. Allah’u Teâlâ da duâsını kabul etti. İblis’e izin verip, böylece Dâvud Aleyhisselâm’ı imtihan etti.

Dâvud Aleyhisselâm, güzel sesiyle bir gün yine Zebur okuyordu. Bu sırada pencereye bir kuş kondu. Kuş kendisinin gözüne çok güzel göründü. Halbuki güzel görünen bu kuş şeytandı. Dâvud Aleyhisselâm’ın aklını o kuş karıştırdı. Okumayı bıraktı, kuşu tutmak için kovalıyordu. Kuş da, kanadının ucu kırık gibi bâzen uçuyor, bâzen düşüyordu. Dâvud Aleyhisselâm da onun peşinden gidiyordu. Kuş, nihâyet bir evin üzerine kondu. Dâvud Aleyhisselâm da oraya gelince, kendi komutanlarından biri olan Hürre’nin karısını gördü. Kuşta güzellik kalmamış, güzellik kadına geçmişti. Kadının yanına da gidemezdi. Bu nedenle geri döndü. Kadına âşık olmuş, yemeden ve içmeden kesilmişti. Kimseye içini açamıyordu. Çünkü kadın başkasıyla nikâhlıydı, kendisi de bu sebepten onu nikâhlayamazdı.

Bu husus İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te şöyle geçmektedir:

كَانَ النَّاسُ يَعُودُونَ دَاوُدَ يَظُنُّونَ أَنَّ بِهِ مَرَضَاً وَمَا بِهِ إِلَّا شِدَّةَ الْخَوْفِ مِنَاللّٰهِوَالْحَيَاء (كر عن ابن عمر)

İnsanlar, Dâvud Aleyhisselâm’ı ziyaret ediyorlardı. Onun hasta olduğunu sanıyorlardı. Oysa onda son derece Allah korkusu ile hayâ vardı.″[1]

Dâvud Aleyhisselâm‘ı görenler hasta zannediyorlardı. Aslında hastalık değil, Allah korkusundan hayâ ediyordu. Kumandanlar, ona sıkıntısını sordular. O da, bu sıkıntısını söylemeye utandı. En sonunda sıkıntısını söylettiler. Dâvud Aleyhisselâm: ″Ben, Zebur okuyordum, bir kuş gördüm, güzelliği aklımı aldı. Kuşu tutayım diye peşinden gittim, nihâyet bir evin üzerine kondu. Orada bir kadın gördüm ve ona aşık oldum. Haram olduğu için yanına da gidemiyorum. Yanına gidemediğim için bendeki aşk ateşi hiç gitmiyor″ dedi.

Kumandanlar, o kadının Hürre kumandanın karısı olduğunu öğrendiler ve Dâvud Aleyhisselâm’a: ″O kadın, kumandalarından Hürre‘nin karısıdır. Sen Hürre’yi harbe gönder. Şehit düşerse, o zaman kadını nikahlamak câiz olur″ dediler. Nihâyet Hürre’yi harbe gönderdi. Hürre kumandan her gittiği harpten zaferle dönüyordu. Yine kumandanlar bunun ağlamasına dayanamadılar. Kendisine: ″Hürre’yi harbe gönder, arkasından takviye gönderme″ dediler. Dâvud Aleyhisselâm da öyle yaptı. Hürre şehit düştü.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ دَاوُدَ النَّبِيّ عَلَيْهِ السَّلَام حِين نَظَرَ إِلَى الْمَرْأَة فَهَمَّ بِهَا قَطَعَ عَلَى بَنِي إِسْرَائِيل بَعْثًا وَأَوْصَى صَاحِب الْبَعْث فَقَالَ إِذَا حَضَرَ الْعَدُوّ قَرِّبْ فُلَانًا وَسَمَّاهُ قَالَ فَقَرَّبَهُ بَيْن يَدَيْ التَّابُوت قَالَ وَكَانَ ذَلِكَ التَّابُوت فِي ذَلِكَ الزَّمَان يُسْتَنْصَر بِهِ فَمَنْ قُدِّمَ بَيْن يَدَيْ التَّابُوت لَمْ يَرْجِع حَتَّى يُقْتَل أَوْ يَنْهَزِمَ عَنْهُ الْجَيْش الَّذِي يُقَاتِلُهُ فَقُدِّمَ فَقُتِلَ زَوْج الْمَرْأَة وَنَزَلَ الْمَلَكَانِ عَلَى دَاوُدَ فَقَصَّا عَلَيْهِ الْقِصَّة (الترمذى الحكيم فى نوادر الاصول عن انس بن مالك)

″Dâvud Aleyhisselâm kadını görüp onunla evlenmek isteyince, İsrailoğullarının bir askeri birlik çıkarıp göndermelerini emretti. Birliğin kuman­danına da düşman ile karşılaştığınız vakit, ismini vererek filanı öne geçir, dedi. O kişiyi tabutun önüne kattı. O dönemde o tabut ile zafer talep edilir­di. Tabutun önüne geçirilen kimseler ise, ya öldürülürdü yahut da savaştıkla­rı ordu önlerinden dağılır gider, öyle geri dönebilirlerdi. Kadının kocası öne geçirildi ve öldürüldü. İki melek inerek Dâvud Aleyhisselâm’a âyette geçtiği gibi bu hâdiseyi anlattılar.″[2]

Dâvud Aleyhisselâm, Hürre‘nin ailesiyle nikâh olup gerdeğe girecekleri zaman, insan sûretindeki melekler, kavga ederek Dâvud Aleyhisselâm’ın evinde ibâdet ettiği yere girdiler. Dâvud Aleyhisselâm, bunların hâlinden korktu. Bunlar birbirlerine karşı, ″Ben haklıyım sen haksızsın″ diye bağırıyorlardı. Dâvud Aleyhisselâm, bunları sakinleştirdi ve ifadelerini aldı. Birisi dedi ki: ″Benim doksan dokuz dişi koyunum var, bunun da bir dişi koyunu var. Ben diyorum ki:

- Sen bir koyunu ne yapacaksın? Bunu bana ver, benim koyunum yüz olsun. Diğeri de diyor ki:

- Allah’u Teâlâ sana doksan dokuz koyun verdi, benim bir koyunuma mı gözünü diktin? Bunun üzerine Dâvud Aleyhisselâm:

- Senin doksan dokuz koyunun var. Sana yetmiyor mu? Bu adamın bir koyununa niçin göz diktin? dedi. Bunun üzerine bu adamlar kayboldu. Dâvud Aleyhisselâm anladı ki bunlar, Allah tarafından gönderilmişti. Kendisini ikaz etmek için gelen görevli meleklerdi.

Dâvud Aleyhisselâm’ın, ailesi ve câriyesinin toplam sayısı doksan dokuzdu. Hürre’nin ise bir tek karısı vardı. Kendisi, Hürre‘nin karısına gönlünü kaptırmıştı. Fetvâyı kendi kendine verip, kendi kendini haksız çıkardı. Kadının yanına gitmekten vazgeçti ve bu olay onun üzüntüsünü daha da artırdı. Bir odaya çekildi. Odanın zemini topraktı. Orada ağlamaya başladı. Aylarca ağladı ve göz yaşından toprak ıslandı.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّمَا مَثَل عَيْنَيْ دَاوُدَ مَثَل الْقِرْبَتَيْنِ تَنْطِفَانِ وَلَقَدْ خَدَّدَ الدُّمُوع فِي وَجْه دَاوُدَ خَدِيدَ الْمَاء فِي الْأَرْض (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن أبى عمرو الأوزاعيّ)

″Dâvud Aleyhisselâm’ın gözleri su damlatan iki kırba gibi idi. Gözünden akan yaşlar, tıpkı suyun yerde kendisine yatak açması gibi yanağında akacak yerler açmıştı.″[3]

Allah‘u Teâlâ, Dâvud Aleyhisselâm’a: ″Hürre‘nin kabrine git, onunla helâlleş, sonra karısını al″ diye vahyetti. Dâvud Aleyhisselâm, Hürre‘nin kabrine gitti ve ″Sen öldün, ben senin karını alacağım. Bana hakkını helâl et″ dedi. Hürre: ″Bana Allah şehitlik nasip etti. Hakkım sana helâl olsun″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm, eve geldi. Bu sefer Allah’u Teâlâ: ″Yâ Dâvud! Olduğu gibi söylemedin. Olduğu gibi söyle de hakkını helâl ettir″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm, tekrar Hürre’nin kabrine gitti ve dedi ki: ″Ben senin hanımına âşık oldum. Neredeyse helâk olup gidecektim, bu sebeple şehit düşmen için seni kasıtlı olarak harbe gönderdim. Sen her gittiğin harpten zaferle döndün. Bu da benim maksadıma engel oluyordu. Bu sefer seni tekrar harbe gönderdim, fakat takviye göndermedim. Böylece sen şehit düştün. Şimdi ben senin hanımını almak istiyorum, bana hakkını helâl eder misin?″

Hürre’nin kabrinden bir ″Ah!″ sesi geldi ve dedi ki: ″Kesinlikle sana hakkımı helâl etmiyorum.″ Bunun üzerine Dâvud Aleyhisselâm: ″Bana hakkını helâl etmen için hiç mi bir imkanı yok?″ diye sordu. Hürre: ″Bir tek imkanı var. Onu yaparsan ne âlâ, yapmazsan hakkımı helâl etmem″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm: ″O nedir?″ diye sorunca Hürre: ″Ben burada, Peygamberlerin makamlarını görüyorum. O makamlar çok yüksek, Allah’a duâ et; bana da Peygamberlik versin. Çünkü senin duân Allah katında geçerlidir. Eğer Allah’u Teâlâ beni Peygamber ederse, hakkımı helâl ederim″ dedi.

Dâvud Aleyhisselâm yine ibâdet ettiği odasına geldi, birçok zaman geceli gündüzlü ağladı, duâ etti: ″Yâ Rabbi! Hürre‘ye Peygamberlik ver″ diye yalvardı. Hücresinde ağlaya ağlaya göz yaşından ot bitti, büyüdü, çiçek açtı. Tohum tuttu. Tam olgunlaşıp tekrar kuruyunca, duâsı kabul oldu. Allah‘u Teâlâ: ″Yâ Dâvud! Ben ona Peygamberlik verdim, onun kabrine git″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm geldi ve Hürre‘ye: ″Bana hakkını helâl ediyor musun?″ diye sordu. Hürre: ″Allah‘u Teâlâ bana Peygamberlik verdi. Senden binlerce defa râzıyım″ dedi.[4]

Dâvud Aleyhisselâm eve geldi. Nikâhları kıyılıp gerdeğe girince baktı ki, doksan dokuz aile ve câriyesinin içinde en çirkini Hürre‘nin karısıydı. Allah onu kendisine çok güzel gösterip aşık etmişti. Bu da Dâvud Aleyhisselâm‘ın derecesini yükseltmek için ona vermiş olduğu bir ibtilâydı. Bu ibtilânın sonunda büyük derece almıştır.

Dâvud Aleyhisselâm’ın oğlu Süleyman Aleyhisselâm’ın an­nesi de o kadındır, diye nakledilmiştir.

Dâvud Aleyhisselâm hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كَانَ مِنْ دُعَاءِ دَاوُدَ يَقُولُ اللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ وَالْعَمَلَ الَّذِي يُبَلِّغُنِي حُبَّكَ اللّٰهُمَّ اجْعَلْ حُبَّكَ أَحَبَّ إِلَيَّ مِنْ نَفْسِي وَأَهْلِي وَمِنْ الْمَاءِ الْبَارِدِ (ت عن ابى الدرداء)

Dâvud Aleyhisselâm’ın duâları arasında şu da vardı: Allah‘ım! Senden sevgini ve seni sevenlerin sevgisini ve senin sevgine beni ulaştıracak ameli taleb ediyorum. Allah‘ım! Senin sevgini nefsimden, ailemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl.″[5]

Peygamberlerde İsmet sıfatı vardır. Ancak Peygamberler de beşerdir. Bu sebeple onlar da yanılabilirler. Fakat bunlar o yanılgı ve hatâ üzerinde kalmazlar. Allah onları derhal ikaz edip uyarır. Aksi halde Peygamberler hiç yanılmasaydı, beşer olmaz, melek olurlardı.

Kur’ân’da birçok Peygamberin hatâ yaptıkları ve bu hatâlarından dolayı tevbe istiğfar ettiği ve Allah’ın da onları affettiği anlatılmaktadır. Peygamberler hatâ etmez değil, o hatâ üzere kalmazlar. İşte İsmet sıfatı da bu anlamdadır. Allah onları uyarır, ikaz eder ve onların yapmış oldukları tevbe istiğfar sebebiyle de, onları affederek günahsız olarak mahşere getirir. Meselâ: İlk olarak Âdem Aleyhisselâm’ın Cennette, Allah’u Teâlâ’nın yasaklamasına rağmen o ağaçtan yemesi gibi.

Bu husus, Sûre-i A’râf, Âyet 22-23’te şöyle geçmektedir:

… Rableri de onlara, ″Ben bu ağaçtan sizi nehyetmedim mi? Şüphesiz ki şeytan, sizin için apaçık bir düşmandır demedim mi?″ diye nidâ etti.* Âdem ile zevcesi dediler ki: ″Ey Rabbimiz! Biz kendi nefsimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, şüphesiz hüsrâna uğrayanlardan oluruz.″

Böylece Âdem Aleyhisselâm, lânetlenmiş ve yeryüzüne gönderil-miştir. Ve yeryüzünde Âdem Aleyhisselâm, kabahati kendi nefsinde bulup çok gözyaşı dökerek tevbe istiğfar etmiş ve sonunda Allah’u Teâlâ da onu affetmiştir. İblis ise, hatâyı kendinde bulmayıp tevbe istiğfar etmediği için affedilmemiştir.

Yine Nûh Aleyhisselâm’ın oğlullarından Kenan gemiye binmemişti. Suda boğulurken Kenan, babasına: ″Baba beni kurtar″ dedi. Nûh Aleyhisselâm da onu kurtarmak için gemiyi oğlundan tarafa çevirince, Allah’u Teâlâ hemen uyarmıştır.

Bu husus Sûre-i Hûd, Âyet 46’da şöyle geçmektedir:

Allah’u Teâlâ da, ″Ey Nûh! O senin ehlinden değildir. Çünkü o, pek kötü işte bulundu. Sen, bilmediğin şeyi Benden isteme. Muhakkak ki, Ben sana câhillerden olmayasın diye öğüt veririm″ buyurdu.

Yine Yunus Aleyhisselâm’a, Allah’u Teâlâ kavminin yaşadığı şehrin sokaklarında gez, bak Ben onlara ne yapmışım gör, diye söylemişti. O ise, gelip kavminin helâk olmadığını görünce, benimle alay ederler diye şehrin içerisine girmeye çekindi ve oraya girmedi. Bu şekilde Allah’ın emrine âsi geldi. Allah’u Teâlâ ona bindiği gemide, cezâ olarak balığın önüne atılacağını Cebrâil vâsıtasıyla bildirdi. Böylece balık onu yuttu. Bir rivâyete göre altı ay balığın midesinde kaldı. Sürekli olarak orada Allah’ı zikrederek tevbe istiğfar etti, Allah’u Teâlâ da kendisini affetti.

Bu husus da Sûre-i Enbiyâ, Âyet 87-88’de şöyle geçmektedir:

Ey Resûlüm! Zünnûn’u (balığın sahibi Yunus Aleyhisselâm’ı) da zikret ki, o vakit, (kazâmızı yerine getirmediğimiz zannıyla) öfkeli olarak ayrılıp gitmişti. Bizim kendisini sorumlu tutmayacağımızı zannetmişti. Nihâyet (balık onu yuttu) karanlıklar içinde, ″Yâ Rabbi! Senden başka ilah yoktur. Sen her türlü noksan sıfatlardan uzaksın. Şüphesiz ben, kendi nefsime zulmedenlerden oldum″ diye nidâ etti.* Biz de onun duâsını kabul ettik ve onu gamdan kurtardık. Mü’minleri işte böyle kurtarırız.

Yine Mûsâ Aleyhisselâm bir Kıptî’yi öldürmüş, yaptığı bu hatâdan dolayı Allah’u Teâlâ’ya tevbe ve istiğfar etmiş ve Allah’u Teâlâ da onu affetmiştir.

Bu husus da Sûre-i Kasas, Âyet 15-16’da şöyle geçmektedir:

Mûsâ, ahâlinin gâfil oldukları bir zamanda şehre girdi. Orada kavga eden iki kimse buldu. Biri İsrailoğullarından, diğeri de düşmanlarından olan Kıptîlerdendi.[6] İsrailoğullarından olan kimse, düşmanına karşı Mûsâ’dan yardım istedi. Mûsâ, Kıptîye bir yumruk vurunca Kıptî öldü. Mûsâ: ″Bu yaptığım iş, şeytan işidir. Şeytanın ise, düşmanlığı ve dalâleti açıktır″ dedi.* ″Yâ Rabbi! Şüphesiz ben nefsime zulmettim, beni affet″ dedi. Allah’u Teâlâ da onu affetti. Şüphesiz ki O, çok bağışlayandır, çok merhametlidir.

Sâd Sûresi’nde geçtiği üzere, Dâvud Aleyhisselâm da hatâ yapmış ve Allah’a tevbe istiğfar etmiş ve sonucunda Allah’u Teâlâ da onu affetmiştir.

İşte diğer Peygamberlerde de, az veya çok bunlara benzer hatâlar meydana gelmiştir. Allah’u Teâlâ’nın uyarısıyla onlar tevbe ve istiğfar etmişler ve böylece affolunmuşlardır. Nitekim İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri de, ″el-Fıkh’ul-Ekber″ adlı kitabında Peygamberlerden bazen suç ve hatâların vakî olduğunu beyan etmiştir.

Ayrıca Sûre-i Sâd, Âyet 24’ü okuyunca veya dinleyince, ″Tilâvet Secdesi″ yapılması gerektiğine dair Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قَرَأَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَهُوَ عَلَى الْمِنْبَرِ ص فَلَمَّا بَلَغَ السَّجْدَةَ نَزَلَ فَسَجَدَ وَسَجَدَ النَّاسُ مَعَهُ فَلَمَّا كَانَ يَوْمٌ آخَرُ قَرَأَهَا فَلَمَّا بَلَغَ السَّجْدَةَ تَشَزَّنَ النَّاسُ لِلسُّجُودِ فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّمَا هِيَ تَوْبَةُ نَبِيٍّ وَلَكِنِّي رَأَيْتُكُمْ تَشَزَّنْتُمْ لِلسُّجُودِ فَنَزَلَ فَسَجَدَ وَسَجَدُوا (د عن ابى سعيد الخدرى)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem minber üzerinde Sâd Sûresi’ni okudu. Bu secde âyetine gelince indi, secde etti. Müslümanlar da onunla birlikte secde ettiler. Bir baş­ka gün yine bu âyetleri okudu. Müslümanlar secde etmek için hazırlan­dılar. Bu sefer Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″Bu bir Peygamberin tevbesini ifade etmektedir. Ancak ben sizin secde için hazırlandığınızı gördüm″ deyip minberden indi ve secde etti.[7]

Bu Âyet-i Kerîme’deki secdenin mânâsı; Dâvud Aleyhisselâm, Rabbine zilletle boyun eğip günahı­nı da itiraf ederek, günahından tevbe edip, Rabbine secdeye kapandı. O bakımdan kim burada secdeye kapanacak olursa, bu niyet ile secde etsin. Umulur ki, Allah’u Teâlâ da Dâvud Aleyhisselâm’ın hürmetine onu bağışlar, demektir.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 337/9.

[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 15, s. 167.

[3] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 15, s. 186. Yine bakınız: Râmûz’ul-Ehâdîs, s.355/1.

[4] Üç kimse duâ ile peygamber olmuştur. Bunlar, Hz. Hürre, Yâkub Aleyhisselâm ve Hârun Aleyhisselâm’dır. Mûsâ Aleyhisselâm’ın duâsıyla Hârun Aleyhisselâm’ın peygamber olması hakkında Sûre-i Şuarâ, Âyet 13’e bakınız.

[5] Sünen-i Tirmizî Daavât 74; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 1867.

[6] Kıptî: Mısır halkından olan kimse.

[7] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 333.


﴿ فَغَفَرْنَا لَهُ ذٰلِكَۜ وَاِنَّ لَهُ عِنْدَنَا لَزُلْفٰى وَحُسْنَ مَاٰبٍ ﴿٢٥﴾ يَا دَاوُ۫دُ اِنَّا جَعَلْنَاكَ خَل۪يفَةً فِي الْاَرْضِ فَاحْكُمْ بَيْنَ النَّاسِ بِالْحَقِّ وَلَا تَتَّبِعِ الْهَوٰى فَيُضِلَّكَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَضِلُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَد۪يدٌ بِمَا نَسُوا يَوْمَ الْحِسَابِ۟ ﴿٢٦﴾

25-26. Biz de tevbesinden dolayı onun bu günahını bağışladık. Çünkü onun için katımızda yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.* Ey Dâvud! Şüphesiz Biz seni yeryüzünde halife kıldık. İnsanlar arasında hak ile hükmet. Nefsin hevâsına uyma. Yoksa o seni Allah’ın yolundan saptırır. Allah yolundan sapanlar için, hesap gününü unutmaları sebebiyle şiddetli bir azap vardır.

İzah: Adâletle hükmedenler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَحَبَّ النَّاسِ إِلَى اللّٰهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَأَدْنَاهُمْ مِنْهُ مَجْلِسًا إِمَامٌ عَادِلٌ وَأَبْغَضَ النَّاسِ إِلَى اللّٰهِ وَأَبْعَدَهُمْ مِنْهُ مَجْلِسًا إِمَامٌ جَائِرٌ (ت حم عن ابى سعيد)

″Mahşer günü Allah’a insanların en sevgilisi, makamı bakımından O’na en yakını, adâletli hükümdardır. Mahşer günü insanların Allah’a en sevimsizi ve azâbı en şiddetli olanı ise, zâlim hükümdardır.″[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Ahkâm 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10745.


﴿ وَمَا خَلَقْنَا السَّمَٓاءَ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا بَاطِلًاۜ ذٰلِكَ ظَنُّ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۚ فَوَيْلٌ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنَ النَّارِۜ ﴿٢٧﴾

27. Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu, kâfirlerin zannıdır. Bu zanları, onları Cehennem ateşine, Veyl’e ulaştırır.

İzah: Allah’u Teâlâ bütün kâinatı, hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır. Mü’minler için bunda büyük ibretler vardır. Kâfirler ise bu hâdiselerden hiçbir ibret almazlar, bunların kendiliğinden tesadüfen olduğunu söylerler, nefislerinin hevâsına tâbi olarak Allah’u Teâlâ’nın varlığını inkâr edip âhiret hayatına da inanmazlar. İşte o kâfirlerin yeri Cehennemdir.

Bu Âyet-i Kerîme’de geçen ″Veyl″, Cehennemdeki bir vâdinin adıdır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلْوَيْلُ وَادٍ فِي جَهَنَّمَ يَهْوِي فِيهِ الْكَافِرُ أَرْبَعِينَ خَرِيفًا قَبْلَ أَنْ يَبْلُغَ قَعْرَهُ (حم ت عن أبى سعيد)

″Veyl, Cehennemde bir vâdidir ki kâfirler, üzerinden bırakıldığı vakit, kırk yılda dibine inemez.″[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 21; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11287; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 10063.


﴿ اَمْ نَجْعَلُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَالْمُفْسِد۪ينَ فِي الْاَرْضِۘ اَمْ نَجْعَلُ الْمُتَّق۪ينَ كَالْفُجَّارِ ﴿٢٨﴾

28. Yoksa Biz, îman edip sâlih amellerde bulunanları yeryüzünde fesat çıkaran kâfirler gibi mi yaparız? Yoksa takvâ sahiplerini günahkârlar gibi mi yaparız?

İzah: Takvâ ehlinin üstünlüğü hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلْمُسْلِمُونَ إِخْوَةٌ لا فَضْلَ لأَحَدٍ عَلَى أَحَدٍ إِلَّا بِالتَّقْوَى (طب عن محمد بن حبيب عن ابيه)

″Müslümanlar kardeştirler. Kimsenin kimseye bir üstünlüğü yoktur. Ancak takvâ hâli hâriç″[1]

Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

قِيلَ يَا رَسُولَ اللَّهِ مَنْ أَكْرَمُ النَّاسِ قَالَ أَتْقَاهُمْ (خ م عن ابى هريرة)

″Yâ Resûlallah! İnsanların en şereflisi kimdir? denildi. Şöyle buyurdu: Allah’tan en çok korkan takvâ sahipleridir.″[2]


[1] Tebareni, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 3467; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 236/1.

[2] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 8; Sahih-i Müslim, Fedâil 44 (168).


﴿ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِيَدَّبَّرُٓوا اٰيَاتِه۪ وَلِيَتَذَكَّرَ اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ ﴿٢٩﴾

29. Ey Resûlüm! Bu Kur’ân, âyetlerini düşünmeleri ve hâlis akıl sahiplerinin ibret almaları için sana indirdiğimiz mübârek bir kitaptır.


﴿ وَوَهَبْنَا لِدَاوُ۫دَ سُلَيْمٰنَۜ نِعْمَ الْعَبْدُۜ اِنَّهُٓ اَوَّابٌۜ ﴿٣٠﴾

30. Dâvud’a, Süleyman’ı ihsan ettik. Süleyman, ne güzel kuldu. Şüphesiz o, dâimâ Allah’a yönelirdi.


﴿ اِذْ عُرِضَ عَلَيْهِ بِالْعَشِيِّ الصَّافِنَاتُ الْجِيَادُۙ ﴿٣١﴾ فَقَالَ اِنّ۪ٓي اَحْبَبْتُ حُبَّ الْخَيْرِ عَنْ ذِكْرِ رَبّ۪يۚ حَتّٰى تَوَارَتْ بِالْحِجَابِ۠ ﴿٣٢﴾ رُدُّوهَا عَلَيَّۜ فَطَفِقَ مَسْحًا بِالسُّوقِ وَالْاَعْنَاقِ ﴿٣٣﴾

31-33. Hani, akşam üzeri ona cins ve süratli atlar arz olunmuştu.* Süleyman dedi ki: ″Ben, atların muhabbetini Rabbimin zikrine tercih ettim. Nihâyet güneş batmıştı (ikindi namazı geçmişti).* Dedi ki: ″Onları bana getirin.″ (Getirdiler) hemen onların bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya (kesip kurban etmeye) başladı.

İzah: Seleften (Sahâbe ve Tabiinden) birçoğunun ve müfessirlerin beyanına göre; atların kendisine arz olunması ile meşgul iken ikindi namazı vakti geçmiştir. Süleyman Aleyhisselâm ikindi namazını kasten değil, unutarak geçirmişti. Nakledildiğine göre, Süleyman Aleyhisselâm, Allah’ın zikrinden yani ikindi namazından kendisini alıkoyduğu için, bu atları kesmiş ve etlerini pay ederek fakirlere dağıtmıştır.[1]

Âyet-i Kerîme’de, bahsi geçen atların önce bacaklarının, sonra da boyunlarının kesildiği söylenmektedir. Ancak aşağıdaki Hadis-i Şerif’te, bu Âyet-i Kerîme’yi açıklarken, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ibâreye sondan başa doğru mânâ vermiş ve ″Önce boyunlarını sonra bacaklarını kesti″ diye buyurmuştur.

Bu Hadis-i Şerif Übeyy b. Ka’b Radiyallâhu anhu’dan şöyle nakledilmiştir:

عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي قَوْلِهِ {فَطَفِقَ مَسْحًا بِالسُّوقِ وَالْاَعْنَاقِ} قَالَ: قَطَعَ أَعْنَاقهَا وَسُوقهَا (طس الاسماعيلي في معجمه وابن مردويه عن أبي بن كعب)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: (Getirdiler) hemen onların bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya (kesip kurban etmeye) başladı″ diye geçen âyeti açıklarken; ″Onların boyunlarını ve bacaklarını kesti″ diye buyurdu.[2]

Avf Radiyallâhu anhu der ki: ″Bana bildirildiğine göre, Süleyman Aleyhisselâm’ın kestiği atlar, kanatlıydı ve kendisi için denizden çıkarılmışlardı. Bu atlar ne ondan önce ne de ondan sonra kimseye verilmemiştir.″[3]

Hz. Âişe’den nakledilen Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

قَدِمَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ غَزْوَةِ تَبُوكَ أَوْ خَيْبَرَ وَفِي سَهْوَتِهَا سِتْرٌ فَهَبَّتْ رِيحٌ فَكَشَفَتْ نَاحِيَةَ السِّتْرِ عَنْ بَنَاتٍ لِعَائِشَةَ لُعَبٍ فَقَالَ مَا هَذَا يَا عَائِشَةُ قَالَتْ بَنَاتِي وَرَأَى بَيْنَهُنَّ فَرَسًا لَهُ جَنَاحَانِ مِنْ رِقَاعٍ فَقَالَ مَا هَذَا الَّذِي أَرَى وَسْطَهُنَّ قَالَتْ فَرَسٌ قَالَ وَمَا هَذَا الَّذِي عَلَيْهِ قَالَتْ جَنَاحَانِ قَالَ فَرَسٌ لَهُ جَنَاحَانِ قَالَتْ أَمَا سَمِعْتَ أَنَّ لِسُلَيْمَانَ خَيْلًا لَهَا أَجْنِحَةٌ قَالَتْ فَضَحِكَ حَتَّى رَأَيْتُ نَوَاجِذَهُ (د عن عائشة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Tebuk veya Hayber Gazvesi’nden dönmüştü. Hz. Âişe’nin bulunduğu yerin önünde bir perde vardı. Rüzgâr esip Hz. Âişe’ye ait bezden yapılmış oyuncak bebeklerin üzerindeki perdenin bir ucunu açıverdi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ey Âişe! Bunlar da nedir?″ diye sordu. Hz. Âişe: ″Kızlarım″ cevâbını verdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, kızların arasında geriden iki kanadı olan bir at gördü ve ″Kızların arasında görmekte olduğum bu şey nedir?″ diye sordu. Hz. Âişe de: ″Bir at″ cevâbını verince, Peygamberimiz: ″Peki, atın üzerindeki şey nedir?″ diye sordu. Hz. Âişe: ″Kanatlarıdır″ cevâbını verdi. Peygamberimiz: ″İki kanadı olan bir kısrak!″ diye şaşkınlığını belirtti. Hz. Âişe de: ″Hz. Süleyman’ın kanatları olan atlarını işitmedin mi?″ cevâbını verdi. Hz. Âişe sözüne devamla buyurdu ki: Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem o kadar güldü ki, azı dişlerini gördüm.[4]

Bâzı müfessir âlimleri, Sûre-i Sâd, Âyet 31-33’e şu şekilde farklı bir mânâ da vermişlerdir:

Hani ona, akşam üzeri süratle koşan cins atlar gösterilmişti.* Süleyman dedi ki: ″Ben Rabbimin zikrinden dolayı hayrı severcesine o atları severdim.″ Nihâyet atlar, hicap ile (güneşin batmasıyla) gizlenmiş oldu.* Dedi ki: ″Onları bana getirin.″ (Getirdiler) hemen bacaklarını ve boyunlarını silerek sıvazladı.


[1] Resûlullah (Sallalahu aleyhi vesellem)’de Hayber Günü’nde evcil eşek ve katır etinin yenilmesini haram kılmış. Ancak at etini haram kılmamıştır. (Sünen-i Tirmizî, Et’ime 3; Sünen-i İbn-i Mâce, Zebaih: 13) Bu sebeple Hanefi Mezhebi’nde İmam-i Yûsuf ve İmam-ı Muhammed, at etinin ve sütünün helâl olduğunu beyan etmişlerdir. İmam-ı Âzam ise, at, savaşlarda kullanılan kıymetli bir hayvan olduğu için, kesilip yenilmesini sakıncalı görmüştür. Fetvâda helâl olan at, nesli saf kan ve katır üretmek için eşekle çiftleştirilmemiş olan atlar ve onların nesilleridir.

[2] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 4575.

[3] Celâleddin es-Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 12, s. 523.

[4] Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 54.


﴿ وَلَقَدْ فَتَنَّا سُلَيْمٰنَ وَاَلْقَيْنَا عَلٰى كُرْسِيِّه۪ جَسَدًا ثُمَّ اَنَابَ ﴿٣٤﴾ قَالَ رَبِّ اغْفِرْ ل۪ي وَهَبْ ل۪ي مُلْكًا لَا يَنْبَغ۪ي لِاَحَدٍ مِنْ بَعْد۪يۚ اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ ﴿٣٥﴾ فَسَخَّرْنَا لَهُ الرّ۪يحَ تَجْر۪ي بِاَمْرِه۪ رُخَٓاءً حَيْثُ اَصَابَۙ ﴿٣٦﴾ وَالشَّيَاط۪ينَ كُلَّ بَنَّٓاءٍ وَغَوَّاصٍۙ ﴿٣٧﴾ وَاٰخَر۪ينَ مُقَرَّن۪ينَ فِي الْاَصْفَادِ ﴿٣٨﴾ هٰذَا عَطَٓاؤُ۬نَا فَامْنُنْ اَوْ اَمْسِكْ بِغَيْرِ حِسَابٍ ﴿٣٩﴾ وَاِنَّ لَهُ عِنْدَنَا لَزُلْفٰى وَحُسْنَ مَاٰبٍ۟ ﴿٤٠﴾

34-40. Yemin olsun ki, Süleyman’ı da imtihan etmiştik. Onu tahtının üzerine bir ceset olarak bıraktık. Sonra o, tevbe edip Allah’a yöneldi.* ″Yâ Rabbi! Beni bağışla ve bana bundan sonra kimseye nasip olmayan bir mülk bahşet. Şüphesiz Sen, Vehhâb’sın (çok bahşedensin)″ dedi.* Bunun üzerine Biz de rüzgârı onun emrine verdik. Rüzgâr onun emriyle onun istediği yere kolayca eser giderdi.* Acâyip binalar yapan ve denize dalıp inciler çıkaran cinleri[1]* ve zincirlerle bağlanmış olan diğer cinleri de onun emrine verdik.* ″İşte bu, Bizim ihsanımızdır. Artık istediğine hesapsız ver yahut verme″ dedik.* Şüphesiz onun için, katımızda bir yakınlık ve güzel bir âkibet vardır.

İzah: Hz. Süleyman’ın elinden yüzüğünün gitmesi ile bütün gücünün ve saltanatının yok olması; insanların, cinlerin ve hayvanların hepsi emrindeyken, bir anda bütün kudretinin ve salahiyetinin elinden gitmesi olayı Âyet-i Kerîme’de: ″Şüphesiz ki, Süleyman’ı da imtihan etmiştik. Onu tahtının üzerine bir ceset olarak bıraktık″ diye ifade edilmiştir. Yani bir ceset gibi, hiçbir gücü, salahiyeti kalmamıştı. Bu imtihanın sonucunda da yedi yıl karın tokluğuna çobanlık yapmış ve daha sonra yüzüğe kavuşmasıyla, önceki güç ve saltanatına tekrar sahip olmuştur. Bu hâdise Sûre-i Neml, Âyet 15’in izahında geniş olarak anlatılmıştır.


[1] Âyetin metninde, şeytanlar diye bir ifade kullanılmakta ve bu ifadeyle cinler kastedilmektedir. Nitekim cin için şeytan ifadesi, bâzen de şeytan için cin ifadesi kullanılmaktadır. Nitekim Sûre-i Sebe, Âyet 12’de cinlerin, Süleyman Aleyhisselâm’ın emrine verildiği beyan edilmiştir. Yine bu türden olan kullanım hakkında Sûre-i En’âm, Âyet 128, Sûre-i Hicr, Âyet 27 ve izahlarına bakınız.


﴿ وَاذْكُرْ عَبْدَنَٓا اَيُّوبَۢ اِذْ نَادٰى رَبَّهُٓ اَنّ۪ي مَسَّنِيَ الشَّيْطَانُ بِنُصْبٍ وَعَذَابٍۜ ﴿٤١﴾ اُرْكُضْ بِرِجْلِكَۚ هٰذَا مُغْتَسَلٌ بَارِدٌ وَشَرَابٌ ﴿٤٢﴾ وَوَهَبْنَا لَهُٓ اَهْلَهُ وَمِثْلَهُمْ مَعَهُمْ رَحْمَةً مِنَّا وَذِكْرٰى لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِ ﴿٤٣﴾ وَخُذْ بِيَدِكَ ضِغْثًا فَاضْرِبْ بِه۪ وَلَا تَحْنَثْۜ اِنَّا وَجَدْنَاهُ صَابِرًاۜ نِعْمَ الْعَبْدُۜ اِنَّهُٓ اَوَّابٌ ﴿٤٤﴾

41-44. Ey Resûlüm! Kulumuz Eyyüb’un, ″Bana şeytanın meşakkat ve azâbı isâbet etti″ diye nidâ ettiği vakti zikret.* Ona, ″Ayağınla yere vur. İşte sana, yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su″ dedik (Yıkandı, içti ve şifâya kavuştu).* Biz de ona, tarafımızdan bir rahmet ve hâlis akıl sahipleri için bir ibret olmak üzere, ehlini ve onlarla beraber bir mislini bağışladık.* ″Bir deste sap al, onunla zevcene vur; yeminini boz­ma″ dedik. Şüphesiz ki, Biz onu sabırlı bulduk. Eyyüb, ne güzel kuldu. Şüphesiz o, dâimâ Allah’a yönelirdi.

İzah: Allah’u Teâlâ, Eyyüb Aleyhisselâm’ın sabrını övdü ve Sûre-i Sâd, Âyet 44’te: ″Şüphesiz ki, Biz onu sabırlı bulduk″ diye buyurdu. İblis: ″Sen bana izin ver, ben ona ve işlerine karışayım. Bakalım sabredebilecek mi?″ dedi. Allah’u Teâlâ da, İblis’e izin verdi. O mühlet üzerine şeytan, Eyyüb Aleyhisselâm’ın evladlarını, arkasında namaz kılarken öldürdü. Eyyüb Aleyhisselâm sağına selâm verdi, sağındaki evladlarının hepsini ölmüş gördü. Soluna selâm verince de, soldaki evlatlarının hepsini ölmüş gördü. Fakat Eyyüb Aleyhisselâm, Allah’u Teâlâ‘ya hamdu senâ etti. Şeytan, Eyyüb Aleyhisselâm’ın sabrını taşıramadı.

Bu defa Eyyüb Aleyhisselâm, namazda secdede iken İblis, burnuna üfledi. Eyyüb Aleyhisselâm’ın burnunda yara çıktı. Yara genişleyerek bütün vücuduna yayıldı. Yaraya kurt düştü. Şehir halkı: ″Bu, bulaşıcı bir hastalıktır″ diye onu şehrin dışına sürdüler. Eyyüb Aleyhisselâm yine Allah’u Teâlâ’ya hamdû senâ etti, sabretti. İblis, yine sabrını taşıramadı.

Hanımı Rahime vâlidemiz, şehre gider; kendisinin durumuna acıyıp ekmek verenlerden alır, hasta olup şehrin dışına sürülen kocası Eyyüb Aleyhisselâm’a getirirdi. Urfa’da bulunan ve onun hasta iken yattığı mağarada beraberce yerlerdi. İblis ise ekmek verenlere: ″Siz, Rahime’nin saçından bir parça kesip alın ve öyle ekmek verin″ dedi ve onları kandırdı. Onlar, Rahime’ye saçından biraz kesip vermesini, aksi takdirde ekmek vermeyeceklerini söylediler. Rahime vâlidemiz mecbur kaldı. Saçından kesti, verdi. İblis, Eyyüb Aleyhisselâm’ın yanına geldi: ″Senin ailen kötü yolda; saçını da kestiler, inanmazsan bak″ dedi. Eyyüb Aleyhisselâm, Rahime vâlidemizin saçını kesik görünce, ″Allah’u Teâlâ’ya vaad olsun! İyi olursam sana yüz değnek vururum″ dedi. Rahime vâlidemiz: ″Sen iyi ol bana yüz değnek yerine istersen beş yüz değnek vur″ dedi. İblis, yine Eyyüb Aleyhisselâm’ın sabrını taşıramadı.

Hastalığı on sekiz sene devam etti. Vücuduna kurtlar düştü. Yere düşen kurtları, aç kalmasınlar diye yaranın üzerine tekrar koyardı.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّالْمَعُونَةَ تَأْتِي مِنَ اللّٰهِ لِلْعَبْدِ عَلَى قَدْرِ الْمَئُونَةِ وَإِنَّ الصَّبْرَ يَأْتِي مِنَ اللّٰهِ لِلْعَبْدِ عَلَى قَدْرِ الْمُصِيبَةِ (الحاكيم والحاكم فى الكنى عن ابى هريرة)

″Kula, Allah’tan gelen yardım, çektiği zahmete göredir, sabır ise kendisine verilen belâ nispetindedir.″[1]

Nihâyet Eyyüb Aleyhisselâm: ″Yâ Rabbi! Ben sana vâsıl olmak istiyorum. Ama vâsıl olamıyorum, bunun sebebi nedir?″ dedi. Allah’u Teâlâ: ″Sen ne kadar sabretsen, ben o kadar ibtilâyı uzatırım. Çünkü ibtilâyı uzatmamda senin için derecenin yükselmesi var. Ancak senin, Bana vâsıl olabilmen için âcizliğini dile getirmen lâzım″ dedi. Yani Eyyüb Aleyhisselâm’a, Cenâb-ı Hakk, Esrâr-ı İlâhiyye’sini açıp gösterdi. Eyyüb Aleyhisselâm baktı ki, Hakk’a vâsıl olamamasının sebebi yaptığı sabırdan dolayıdır. Allah ile kendi arasındaki, bu sabır dağının yıkılması lâzımdı.

O zamana kadar İblis, Eyyüb Aleyhisselâm’ın sabrını taşırabilmek için çocuklarının ölümüne ve hastalığı gibi her ne yaptıysa yine de onun sabrını taşıramadı. En son Hakk’a vâsıl olabilmesi için yaptığı sabrın kendisine engel olduğunu gören Eyyüb Aleyhisselâm’ın, Sûre-i Enbiyâ, Âyet 83’te geçtiği üzere, ″Şüphesiz bana şiddetli sıkıntılar isâbet etti. Sen, merhamet edenlerin en merhametlisisin!″ ″Beni, bu dertten kurtar″ diye yalvarması, Hakk Teâlâ‘ya vâsıl olabilmesi içindi. Yoksa sabırsızlık gösterdiğinden değildi.

Allah’u Teâlâ da onun bu duâsını kabul etti. Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere, ayağını yere vurdu ve Allah’ın hikmetiyle oradan su çıktı. Eyyüb Aleyhisselâm o sudan içti ve banyo yaptı. Böylece bütün yaraları kapandı ve kendisi genç bir delikanlı gibi oldu.

Daha sonra yiyecek getirmek için şehre inen eşi Rahime geldi. Eyyüb Aleyhisselâm’ı, sağlıklı ve gençleşmiş olarak görünce hayret etti. Ona, bir anda bu hâle nasıl geldiğini sordu. O da; Allah’ın hikmetiyle yerden çıkan o sudan içip banyo yaptığını ve böylece hastalığından kurtulup gençleştiğini söyledi.

Eyyüb Aleyhisselâm; hanımı hakkında İblis’in yaptığı iftiranın gerçek olduğunu düşünerek; iyi olursa, ona yüz değnek vuracağını vaad etmişti. Allah’u Teâlâ, kendisine bunun İblis’in bir iftirası olduğunu bildirerek, yeminin yerine gelmesi için, yüz tane ekin sapını eline alarak bunlarla bir defa hanımına vurmasını söyledi. Böylece Eyyüb Aleyhisselâm’ın vaadi yerine gelmiş oldu.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 108/4.


﴿ وَاذْكُرْ عِبَادَنَٓا اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ اُو۬لِي الْاَيْد۪ي وَالْاَبْصَارِ ﴿٤٥﴾ اِنَّٓا اَخْلَصْنَاهُمْ بِخَالِصَةٍ ذِكْرَى الدَّارِۚ ﴿٤٦﴾ وَاِنَّهُمْ عِنْدَنَا لَمِنَ الْمُصْطَفَيْنَ الْاَخْيَارِ ﴿٤٧﴾

45-47. Ey Resûlüm! Dinde kuvvet ve basîret sahibi olan kullarımız İbrâhim’i, İshak’ı ve Yâkub’u da zikret.* Biz onları dâimâ âhiret yurdunu zikretme özelliği ile seçkin, ihlaslı kimseler kılmıştık.* Şüphesiz ki onlar, Bizim katımızda seçkin ve hayırlı kimselerdendir.


﴿ وَاذْكُرْ اِسْمٰع۪يلَ وَالْيَسَعَ وَذَا الْكِفْلِۜ وَكُلٌّ مِنَ الْاَخْيَارِۜ ﴿٤٨﴾

48. Ey Resûlüm! İsmâil’i, Elyesa’yı ve Zülkifl’i de zikret. Hepsi de hayırlı kimselerdendir.

İzah: İsmâil Aleyhisselâm’ın; babası İbrâhim Aleyhisselâm ve kardeşi İshak Aleyhisselâm’dan ayrı olarak zikredilmesi, özellikle şanına itinâ içindir.

Peygamber Efendimizin nesli de İsmâil Aleyhisselâm’a dayanır. Bu neslin üstünlüğüne dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَمْ يَلْتَقِ أَبَوَاىَ قَطُّ عَلَى سَفَاحٍ لَمْ يَزَلِ اللّٰهُ يَنْقُلُنِى مِنَ الْاَصْلَابِ الطَّيِّبَةِ اِلَى الْاَرْحَامِ الطَّاهِرَةِ لَا يَتَشَعَّبُ شُعْبَتَانِ اِلَّا كُنْتُ فِى خَيْرِهِمَا (ابن عساكر عن ابن عباس)

″Benim nesebimde aslâ zinâ vâki olmadı. Allah’u Teâlâ dâimâ beni pak babalar belinden pâk analar rahmine naklederdi. Her ne zaman nesebimde iki şûbe hâsıl olsa, ben onların daha üstün olanında bulunurdum.″[1]

Nakledildiğine göre; İlyas Aleyhisselâm, Elyesa Aleyhisselâm’ı kendisinden sonra İsrailoğullarına halife bırakmıştı. Daha sonra ona da Peygamberlik verilmiştir. Zülkifl Aleyhisselâm ise, Elyesa Aleyhisselam’ın amcasının oğlu veya Eyyüb Aleyhisselâm’ın oğlu Bişr’dir.


[1] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 35489.


﴿ هٰذَا ذِكْرٌۜ وَاِنَّ لِلْمُتَّق۪ينَ لَحُسْنَ مَاٰبٍۙ ﴿٤٩﴾ جَنَّاتِ عَدْنٍ مُفَتَّحَةً لَهُمُ الْاَبْوَابُۚ ﴿٥٠﴾ مُتَّكِـ۪ٔينَ ف۪يهَا يَدْعُونَ ف۪يهَا بِفَاكِهَةٍ كَث۪يرَةٍ وَشَرَابٍ ﴿٥١﴾ وَعِنْدَهُمْ قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ اَتْرَابٌ ﴿٥٢﴾ هٰذَا مَا تُوعَدُونَ لِيَوْمِ الْحِسَابِ ﴿٥٣﴾ اِنَّ هٰذَا لَرِزْقُنَا مَا لَهُ مِنْ نَفَادٍۚ ﴿٥٤﴾

49-54. İşte bu, (onlar için) bir şereftir. Şüphesiz takvâ sahipleri için güzel bir dönüş yeri vardır.* O güzel dönüş yeri, kapıları kendilerine açılmış olan Adn Cennetleridir.* Onlar, orada tahtlara yaslanmış olarak otururlar ve çeşitli meyveler ve içecekler isterler.* Onların yanında, eşlerinden başkasına bakmayan, hep aynı yaşta kızlar vardır.* Onlara denir ki: ″İşte bunlar, hesap gününde size vaad edilenlerdir.* Şüphesiz bu, Bizim bitip tükenmeyen rızkımızdır.″


﴿ هٰذَاۜ وَاِنَّ لِلطَّاغ۪ينَ لَشَرَّ مَاٰبٍۙ ﴿٥٥﴾ جَهَنَّمَۚ يَصْلَوْنَهَاۚ فَبِئْسَ الْمِهَادُ ﴿٥٦﴾ هٰذَاۙ فَلْيَذُوقُوهُ حَم۪يمٌ وَغَسَّاقٌۙ ﴿٥٧﴾ وَاٰخَرُ مِنْ شَكْلِه۪ٓ اَزْوَاجٌۜ ﴿٥٨﴾

55-58. Bunlar için böyle. Şüphesiz âsiler için de elbette kötü bir dönüş yeri vardır.* O kötü dönüş yeri, Cehennemdir. Onlar oraya girerler. Orası ne kötü bir yataktır.* Bu azâbı tatsınlar; kaynar suyu ve Cehennem ehlinin vücutlarından akan kanı ve irini içsinler!* Ve buna benzer daha başka çeşit çeşit azapları çeksinler!

İzah: Âyet-i Kerîme’nin metninde ″Gassâk″ diye geçen ve ″Cehennem ehlinin vücutlarından akan kan ve irin″ anlamına gelen Cehennem içeceği hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَوْ أَنَّ دَلْوًا مِنْ غَسَّاقٍ يُهَرَاقُ فِي الدُّنْيَا لَأَنْتَنَ أَهْلَ الدُّنْيَا (ت عن بن عباس)

″Şâyet Gassâk’tan dünyâya bir kova dökülecek olsa idi, dünyâ halkı mutlaka kokar idi.″[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cehennem 4.


﴿ هٰذَا فَوْجٌ مُقْتَحِمٌ مَعَكُمْۚ لَا مَرْحَبًا بِهِمْۜ اِنَّهُمْ صَالُوا النَّارِ ﴿٥٩﴾ قَالُوا بَلْ اَنْتُمْ۠ لَا مَرْحَبًا بِكُمْۜ اَنْتُمْ قَدَّمْتُمُوهُ لَنَاۚ فَبِئْسَ الْقَرَارُ ﴿٦٠﴾ قَالُوا رَبَّنَا مَنْ قَدَّمَ لَنَا هٰذَا فَزِدْهُ عَذَابًا ضِعْفًا فِي النَّارِ ﴿٦١﴾ وَقَالُوا مَا لَنَا لَا نَرٰى رِجَالًا كُنَّا نَعُدُّهُمْ مِنَ الْاَشْرَارِۜ ﴿٦٢﴾ اَتَّخَذْنَاهُمْ سِخْرِيًّا اَمْ زَاغَتْ عَنْهُمُ الْاَبْصَارُ ﴿٦٣﴾

59-63. Âsilerin önderlerine: ″Şu arkanızdan izdiham ile gelenler, size tâbi olanlardır″ denildiğinde, o önderler: ″Onlar için merhaba yok. Onlar, kendi amelleri ile bizim gibi Cehenneme gireceklerdir″ derler.* Onlara tâbi olanlar da: ″Bilakis sizin için merhaba yok. Bize bu azâbı siz takdim ettiniz (Cehenneme girmemize siz sebep oldunuz). Cehennem ne kötü karargâhtır″ derler.* Yine derler ki: ″Ey Rabbimiz! Bize azâbı takdim edenin Cehennemde cezâsını iki kat et.″* Ve cümlesi birden Mü’minleri kastederek derler ki: ″Biz birtakım adamları şerliler sayardık, onları görmüyoruz.* (Dünyâda iken) biz onlarla alay ederdik. Yoksa onları, gözden mi kaçırdık?″


﴿ اِنَّ ذٰلِكَ لَحَقٌّ تَخَاصُمُ اَهْلِ النَّارِ۟ ﴿٦٤﴾ قُلْ اِنَّمَٓا اَنَا۬ مُنْذِرٌۗ وَمَا مِنْ اِلٰهٍ اِلَّا اللّٰهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُۚ ﴿٦٥﴾ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا الْعَز۪يزُ الْغَفَّارُ ﴿٦٦﴾

64-66. İşte bu, Cehennem ehlinin birbirleriyle husûmetleşmesi şüphesiz haktır.* Ey Resûlüm! De ki: ″Ben ancak bir uyarıcıyım. Bir ve her şeye hâkim olan Allah’tan başka ilah yoktur.* O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir, her şeye gâliptir, çok bağışlayandır.″


﴿ قُلْ هُوَ نَبَؤٌا عَظ۪يمٌۙ ﴿٦٧﴾ اَنْتُمْ عَنْهُ مُعْرِضُونَ ﴿٦٨﴾ مَا كَانَ لِيَ مِنْ عِلْمٍ بِالْمَلَ۬أِ الْاَعْلٰٓى اِذْ يَخْتَصِمُونَ ﴿٦٩﴾ اِنْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اِلَّٓا اَنَّمَٓا اَنَا۬ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ ﴿٧٠﴾

67-70. Ey Resûlüm! De ki: ″Bu Kur’ân, büyük bir haberdir.* Siz ise ondan yüz çeviriyorsunuz.* Mele-i A’lâ, (Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılması hakkında) münâkaşa ederlerken, onlar hakkında benim hiçbir bilgim yoktu.* Bunlar bana, ancak apaçık bir uyarıcı olduğum için vahyolunuyor.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Mele-i A’lâ″ ifadesi, lafız olarak en yüksek topluluk anlamına gelir, kastedilen meleklerdir. Gökyüzünde bulundukları için kendilerine bu sıfat verilmiştir.

Âyet-i Kerîme’de Hz. Âdem hakkında meleklerin tartışması hususu Sûre-i Bakara, Âyet 30’da şöyle geçmektedir:

Ey Resûlüm! Senin Rabbin, meleklere: ″Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım″ diye buyurduğunda onlar: ″Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa bizler Seni hamd, tesbih ve takdis ediyoruz″ dediler. Allah’u Teâlâ da: ″Ben sizin bilmediklerinizi bilirim″ diye buyurdu.


﴿ اِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي خَالِقٌ بَشَرًا مِنْ ط۪ينٍ ﴿٧١﴾ فَاِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي فَقَعُوا لَهُ سَاجِد۪ينَ ﴿٧٢﴾ فَسَجَدَ الْمَلٰٓئِكَةُ كُلُّهُمْ اَجْمَعُونَۙ ﴿٧٣﴾ اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ اِسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِر۪ينَ ﴿٧٤﴾

71-74. Ey Resûlüm! Zikret o vakti ki, senin Rabbin, meleklere şöyle demişti: ″Muhakkak Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım.* Onu yaratıp, ona ruhumdan üflediğim vakit, ona secde edin.″* Bunun üzerine meleklerin hepsi cümleten secde etti.* Yalnız İblis secde etmedi, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.

İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

خَلَقَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ آدَمَ عَلَيْهِ السَّلامُ يَوْمَ الْجُمُعَةِ بِيَدِهِ وَنَفَخَ فِيهِ مِنْ رُوحِهِ وَأَمَرَ الْمَلائِكَةَ أَنْ يَسْجُدُوا لَهُ فَسَجَدُوا لَهُ اِلَّا إِبْلِيسَ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِ اَىْ خَرَجَ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِ (م عن ابى هريرة)

″Allah’u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ı kendi eliyle[1] Cuma günü yarattı ve ruhundan üfledi ve meleklere ona secde etmelerini emretti. Hepsi ettiler. Yalnız İblis secde etmedi ki, o cinden idi.[2] Böylece secde etmediği için İblis, Rabbinin emrinden çıktı.″[3]


[1] Burada geçen ″Kendi eliyle″ ifadesi müteşâbihtir.

[2] İblis’in yaratılışı hakkında Sûre-i Bakara, Âyet 34’ün izahına bakınız.

[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 278/2.


﴿ قَالَ يَٓا اِبْل۪يسُ مَا مَنَعَكَ اَنْ تَسْجُدَ لِمَا خَلَقْتُ بِيَدَيَّۜ اَسْتَكْبَرْتَ اَمْ كُنْتَ مِنَ الْعَال۪ينَ ﴿٧٥﴾ قَالَ اَنَا۬ خَيْرٌ مِنْهُۜ خَلَقْتَن۪ي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ ط۪ينٍ ﴿٧٦﴾ قَالَ فَاخْرُجْ مِنْهَا فَاِنَّكَ رَج۪يمٌۚ ﴿٧٧﴾ وَاِنَّ عَلَيْكَ لَعْنَت۪ٓي اِلٰى يَوْمِ الدّ۪ينِ ﴿٧٨﴾ قَالَ رَبِّ فَاَنْظِرْن۪ٓي اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ ﴿٧٩﴾ قَالَ فَاِنَّكَ مِنَ الْمُنْظَر۪ينَۙ ﴿٨٠﴾اِلٰى يَوْمِ الْوَقْتِ الْمَعْلُومِ ﴿٨١﴾

75-81. Allah’u Teâlâ: ″Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni ne menetti? Kibirlendin mi, yoksa kendini üstün görenlerden mi oldun?″ buyurdu.* İblis: ″Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın″ dedi.* Allah’u Teâlâ da buyurdu ki: ″O halde oradan (Cennetten) çık. Çünkü sen, şüphesiz kovulmuş birisin.* Şüphesiz ki, lânetim kıyâmet gününe kadar senin üzerinedir.″* İblis dedi ki: Yâ Rabbi! Mademki beni kovdun, kıyâmet gününe kadar bana mühlet ver.″* Allah’u Teâlâ da buyurdu ki: ″Şüphesiz sen, mühlet verilenlerdensin;* mâlum vakte (kıyâmet gününe) kadar.″

İzah: İblis’in kibri hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِيَّاكُمْ وَالْكِبْرَ فَإِنَّ إِبْلِيسَ حَمَلَهُ الْكِبْرُ عَلَى أَنْ لَا يَسْجُدَ لآدَمَ وَإِيَّاكُمْ وَالْحِرْصَ فَإِنَّ آدَمَ حَمَلَهُ الْحِرْصُ عَلَى أَنْ أَكَلَ مِنَ الشَّجَرَةِ وَإِيَّاكُمْ وَالْحَسَدَ فَإِنَّ ابْنَيْ آدَمَ إِنَّمَا قَتَلَ أَحَدُهُمَا صَاحِبَهُ حَسَدًا (ابن عساكر عن ابن مسعود)

″Kibirden sakının. Şüphesiz ki kibir, şeytanı Âdem’e secde etmemeye sevk etmiştir. Hırstan da sakının. Zîrâ hırs, Âdem’i mâlum ağaçtan yemeğe sevk etmiştir. Hasetten de sakının. Zîrâ Âdem’in iki oğlundan biri kardeşini ancak haset sebebiyle öldürmüştür. İşte bunlar her hatânın aslıdır.″[1]

İblis’in Cennetten kovulması hakkında geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 11-17 ve izahlarına bakınız.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 173/5.


﴿ قَالَ فَبِعِزَّتِكَ لَاُغْوِيَنَّهُمْ اَجْمَع۪ينَۙ ﴿٨٢﴾ اِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَص۪ينَ ﴿٨٣﴾ قَالَ فَالْحَقُّۘ وَالْحَقَّ اَقُولُۚ ﴿٨٤﴾ لَاَمْلَـَٔنَّ جَهَنَّمَ مِنْكَ وَمِمَّنْ تَبِعَكَ مِنْهُمْ اَجْمَع۪ينَ ﴿٨٥﴾

82-85. İblis dedi ki: ″Senin izzetine yemin ederim ki, onların hepsini elbette azdıracağım.* Ancak onlardan ihlaslı kulların müstesnâ.″* Allah’u Teâlâ da buyurdu ki: ″İşte bu doğru. Ben de şu hakikati söyleyeyim:* ″Ey İblis! Yemin olsun ki, seninle ve onlardan sana tâbi olanların hepsiyle elbette Cehennemi dolduracağım.″


﴿ قُلْ مَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍ وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُتَكَلِّف۪ينَ ﴿٨٦﴾ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَم۪ينَ ﴿٨٧﴾ وَلَتَعْلَمُنَّ نَبَاَهُ بَعْدَ ح۪ينٍ ﴿٨٨﴾

86-88. Ey Resûlüm! Müşriklere de ki: ″Ben, tebliğden dolayı sizden bir ücret istemiyorum. Ben, kendiliğimden bir şey teklif etmiyorum.* Bu Kur’ân, âlemler için öğütten başka bir şey değildir.* Onun verdiği haberlerin doğruluğunu, bir süre sonra (ölünce) mutlaka bileceksiniz.″

İzah: İnsanların, ölünce hakikati anlayacaklarına dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلنَّاسُ نِيَامٌ فَإذَا مَاتُوا انْتَبَهُوا (احياء علوم الدين عن على)

″İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!″[1]

Allah’u Teâlâ Sûre-i Tekâsür, Âyet 1-5’te de şöyle buyurmuştur: ″Çoklukla övünmek, sizi oyaladı.* Tâ ki kabirlere vardınız.* Hayır! Yakında bileceksiniz.* Sonra hayır! Yakında bileceksiniz.* Hayır! Eğer yakîn (kesin) bir ilim ile bilseydiniz (böyle yapmazdınız).″


[1] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 4, Hadis No: 17.