Bu sûre 135 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. ″Tâhâ″ ifadesi ile başladığı için bu ismi almıştır.[1] İslâm’ın ilk yıllarında Hz. Ömer, Müslüman olmazdan evvel nâzil olan bir sûredir.
Bu sûre hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ اللّٰهَ قَرَأَ طه وَيس قَبْلَ أَنْ يَخْلُقَ آدَمَ بِأَلْفِ عَامٍ، فَلَمَّا سَمِعَتِ الْمَلائِكَةُ الْقُرْآنَ قَالُوا طُوبَى لأُمَّةٍ نَزَلَ هَذَا عَلَيْهَا، وَطُوبَى لأَجْوَافٍ تَحْمِلُ هَذَا وَطُوبَى لأَلْسُنٍ تَكَلَّمُ بِهَذَا (طب عن ابى هريرة)
″Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri yaratmadan iki bin yıl önce Tâhâ ve Yâsîn Sûreleri’ni okumuştur. Melekler, Kur’ân’ı dinleyince, ″Bu kitabın ineceği ümmete ne mutlu! Bu buyrukları ezberleyecek kalplere ne mutlu! Bu sözleri telaffuz edecek dillere ne mutlu!″ dediler.[2]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
إِنَّ اللّٰه تَعَالَى أَسْمَانِي فِي الْقُرْآن سَبْعَة أَسْمَاء مُحَمَّد وَأَحْمَد وَطه وَيس وَالْمُزَّمِّل وَالْمُدَّثِّر وَعَبْد اللّٰه (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن على)
″Allah’u Teâlâ Kur’ân’da beni yedi isim ile zikretti; Muhammed, Ahmed, Tâhâ, Yâsîn, Müzzemmil, Müddessir ve Abdullah.″[3]
[1] Tâhâ ifadesi Hurûf’ul-Mukattaa’dandır. Bu hususta Sûre-i Bakara, Âyet 1’in izahına bakınız.
[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 1020; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7086.
[3] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 5, s. 15.
﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ﴾
Bismillâhirrahmânirrahîm.
﴿ طٰهٰ ﴿١﴾ مَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لِتَشْقٰىۙ ﴿٢﴾ اِلَّا تَذْكِرَةً لِمَنْ يَخْشٰىۙ ﴿٣﴾ تَنْز۪يلًا مِمَّنْ خَلَقَ الْاَرْضَ وَالسَّمٰوَاتِ الْعُلٰىۜ ﴿٤﴾ ﴾
1-4. Tâ, Hâ.* Ey Resûlüm! Kur’ân’ı sana meşakkate düşesin diye indirmedik.* Ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik.* O Kur’ân, yeri ve yüksek gökleri yaratan Allah tarafından indirildi.
İzah: Bezzar’ın naklettiği Hadis-i Şerif’te, Hz. Ali Kerremallâhu veche şöyle anlatmaktadır:
كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَرَاوَحُ بَيْنَ قَدَمَيْهِ يَقُومُ عَلَى كُلِّ رَجُلٍ حَتَّى نَزَلَتْ (مَا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لِتَشْقٰى) (البزار عن على)
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem namazda o kadar uzun dururdu ki, ağırlığını bir ayağının üzerine vererek sırayla ayaklarını dinlendirirdi. Nihâyet ″Ey Resûlüm! Kur’ân’ı sana meşakkate düşesin diye indirmedik″ mealindeki Sûre-i Tâhâ, Âyet 2 nâzil oldu.[1]
[1] Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7087; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 4508.
﴿ اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى ﴿٥﴾ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَمَا تَحْتَ الثَّرٰى ﴿٦﴾ ﴾
5-6. Rahmân, Arş üzerine istivâ etti.* Göklerde, yerde ve bunların arasında ve toprağın altında ne varsa hepsi O’nundur.
İzah: Allah’u Teâlâ’nın Arş’a istivâ etmesi, müteşabih olan âyetlerdendir. Bu hususta Sûre-i A’râf, Âyet 54’ün izahına bakınız.
﴿ وَاِنْ تَجْهَرْ بِالْقَوْلِ فَاِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَاَخْفٰى ﴿٧﴾ اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى ﴿٨﴾ ﴾
7-8. Sen sözü açığa vursan da, gizlesen de şüphesiz O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir.* Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur. En güzel isimler O’nundur.
İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ: ″O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir″ buyruğunu açıklarken şöyle demiştir: Gizliden kasıt, insanoğlunun içinde gizlediği şeylerdir. Gizlinin gizlisi ise, insanın ilerde yapacağı, ancak henüz yapmadan önce bunun bilgisine sâhip olmadığı şeylerdir. Allah’u Teâlâ bunların hepsini bilir, demektir.
Allah’u Teâlâ’nın Esmâ’ul-Hüsnâ’sı vardır. Yani en güzel isimler O’nundur. Bunların sayısı da doksan dokuzdur.[1]
[1] Esmâ’ul-Hüsnâ hakkında Sûre-i A’râf, Âyet 180’in izahına bakınız.
﴿ وَهَلْ اَتٰيكَ حَد۪يثُ مُوسٰىۢ ﴿٩﴾ اِذْ رَاٰ نَارًا فَقَالَ لِاَهْلِهِ امْكُثُٓوا اِنّ۪ٓي اٰنَسْتُ نَارًا لَعَلّ۪ٓي اٰت۪يكُمْ مِنْهَا بِقَبَسٍ اَوْ اَجِدُ عَلَى النَّارِ هُدًى ﴿١٠﴾ فَلَمَّٓا اَتٰيهَا نُودِيَ يَا مُوسٰى ﴿١١﴾ اِنّ۪ٓي اَنَا۬ رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًىۜ ﴿١٢﴾ وَاَنَا اخْتَرْتُكَ فَاسْتَمِعْ لِمَا يُوحٰى ﴿١٣﴾ اِنَّن۪ٓي اَنَا اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنَا۬ فَاعْبُدْن۪يۙ وَاَقِمِ الصَّلٰوةَ لِذِكْر۪ي ﴿١٤﴾ ﴾
9-14. Ey Resûlüm! Mûsâ’nın kıssası sana geldi mi?* Hani o, bir ateş görmüş ve ailesine, ″Burada durun, ben bir ateş gördüm. Ümit ederim ki, ondan size bir ateş koru getiririm yahut yolu gösterecek bir kimse bulurum″ demişti.* Mûsâ ateşe yaklaştığı vakit, ona şöyle nidâ olundu: ″Yâ Mûsâ!* Şüphesiz ki, Ben senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen, mukaddes bir vâdi olan Tuvâ’dasın.* Ben seni (Peygamberlik için) seçtim. Benden sana nâzil olan vahyi dinle.* Şüphesiz ki, Ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. O halde Bana ibâdet et ve Beni zikretmek için namaz kıl.″
İzah: Bu âyetlerde geçen Tuvâ’nın Tûr-i Sînâ olduğu ve gördüğü ateşin de, oradaki bir ağacın üzerinde nûr olduğu ve oradan kendisine nidâ edildiğine dair Sûre-i Kasas, Âyet 29-30’da da Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Mûsâ, söz vermiş olduğu müddeti tamamlayıp, zevcesiyle beraber Mısır’a dönerken, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine: ″Siz burada durun, ben bir ateş gördüm. Ümit ederim ki, size oradan bir haber veya ısınmanız için ateşten bir parça (kor) getiririm″ dedi.* Mûsâ ateşe yaklaşınca, mübârek vâdinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle nidâ olundu: ″Yâ Mûsâ! Şüphesiz ki, âlemlerin Rabbi olan Allah Benim, Ben!″
Âyette geçtiği üzere Hz. Mûsâ’nın çıkardığı ayakkabısıyla ilgili de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
كَانَ عَلَى مُوسَى يَوْمَ كَلَمُهُ رَبُّهُ كِسَاءُ صُوفٍ وَجُبَّةُ صُوفٍ وَكُمَّةُ صُوفٍ وَسَرَاو۪يلُ صُوفٍ وَكَانَتْ نَعْلَاهُ مِنْ جِلْدِ حِمَارِ مَيِّتٍ (ت عن ابن مسعود)
″Mûsâ, Rabbi ile konuştuğu gün, üstünde yün elbisesi, yün cübbesi, yün sarığı, yün şalvarı vardı. Ayakkabıları da ölmüş eşek derisindendi.″[1]
Ayrıca Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ: ″Beni zikretmek için namaz kıl″ diye buyurmaktadır. Bu âyetle ilgili olarak Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
لَمَّا قَفَلَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ خَيْبَرَ أَسْرَى لَيْلَةً حَتَّى أَدْرَكَهُ الْكَرَى أَنَاخَ فَعَرَّسَ ثُمَّ قَالَ يَا بِلَالُ اكْلَأْ لَنَا اللَّيْلَةَ قَالَ فَصَلَّى بِلَالٌ ثُمَّ تَسَانَدَ إِلَى رَاحِلَتِهِ مُسْتَقْبِلَ الْفَجْرِ فَغَلَبَتْهُ عَيْنَاهُ فَنَامَ فَلَمْ يَسْتَيْقِظْ أَحَدٌ مِنْهُمْ وَكَانَ أَوَّلَهُمْ اسْتِيقَاظًا النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ أَيْ بِلَالُ فَقَالَ بِلَالٌ بِأَبِي أَنْتَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَخَذَ بِنَفْسِي الَّذِي أَخَذَ بِنَفْسِكَ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اقْتَادُوا ثُمَّ أَنَاخَ فَتَوَضَّأَ فَأَقَامَ الصَّلَاةَ ثُمَّ صَلَّى مِثْلَ صَلَاتِهِ لِلْوَقْتِ فِي تَمَكُّثٍ ثُمَّ قَالَ {أَقِمْ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي} (ت عن ابى هريرة)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hayber Savaşı dönüşünde gece boyu yürüdü nihâyet uykusu gelince istirahat etmek için devesini çöktürdü ve:″Ey Bilal! Sabah namazına bizleri uyandırmak için nöbet tut″buyurdu. Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu dedi ki:
- Bilal, bir süre namaz kıldı. Sonra sabah namazını beklemek üzere devesine yaslandı, o da uykusuzluğa dayanamadı ve uyuya kaldı. Böylece onlardan hiç kimse sabah namazına uyanamadı. Yine ilk uyanan Peygamberimiz oldu ve ″Ey Bilal!″diye buyurdu. Bilal de, ″Babam sana feda olsun Yâ Resûlallah! Senin başına gelen aşırı uykusuzluk hâli, benim de başımda olduğu için uyuya kalmışım″ dedi. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Develerinizi sürün″ diye buyurdu. Bir müddet gittikten sonra (kerahet vakti çıkınca) devesini çöktürdü. Abdest aldı, namaz için kamet getirtti ve vakti içinde acele etmeksizin kıldığı namaz gibi namazını kıldı ve Sûre-i Tâhâ, Âyet 14’te geçen ″Beni zikretmek için namaz kıl″ buyruğunu okudu.[2]
Âyet-i Kerîme’de geçen ″Beni zikretmek için namaz kıl″ buyruğu Namaz içerisinde Allah’ın ismini zikrederek namaz kılmaktır.
Nitekim namaz kılarken Allah’u Teâlâ şöyle zikredilmektedir:
Namazda tekbir getirilerek Allah’ın ismi sürekli zikredilir. İmamın namaza başlarken Allah’ın ismini zikrederek iftitah tekbiri alması farzdır. Bu tekbiri almadan namazı kıldırmış olsa, bu namaz kabul olmaz. Ayrıca imam kıldırdığı bütün namazlarda; namazın içerisinde de sürekli Allah’ın isimlerini yüksek sesle zikretmek zorundadır. Bir kişi, sâdece günlük beş vakit namazı kıldığında; ezan, kamet, namaz içerisinde getirilen tekbirler ile namaz sonrasında çekilen tesbihler dahil, toplam sekiz yüzün üzerinde Allah’ın ismini zikretmiş olmaktadır. Yine namaz içerisinde okunan âyetler de Allah’u Teâlâ’yı zikirdir. Allah’u Teâlâ’nın, ″Beni zikretmek için namaz kıl″ buyruğu da işte bu zikirlerdir.
Namazın içerisindeki zikirler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
تِلْكَ صَلَاةُ الْمُنَافِقِ يَجْلِسُ يَرْقُبُ الشَّمْسَ حَتَّى إِذَا كَانَتْ بَيْنَ قَرْنَيْ الشَّيْطَانِ قَامَ فَنَقَرَهَا أَرْبَعًا لَا يَذْكُرُ اللّٰهَ فِيهَا إِلَّا قَلِيلًا (م ن ت حم عن انس بن مالك)
″İşte münâfık namazı; oturur, güneşi gözetler, güneş, şeytanın iki boynuzu arasında olduğu zaman (güneş batmaya yaklaştığında), kalkar namazı kuşun gagalaması gibi süratle dört rek’at kılar. Kıldığı bu namaz içerisinde Allah’u Teâlâ’yı da çok az zikreder.″[3]
Yine bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 203’te kendisini zikretmemizi şöyle emretmektedir:
″Allah’u Teâlâ’yı sayılı günlerde tekbir ile zikredin…″
Bu Âyet-i Kerîme’deki, ″Zikredin″ ifadesi; Kurban Bayramı namazı kılınırken öncesinde, hutbede, sonrasında ve bayram günlerinde farz namazların sonunda getirilen teşrik tekbirleridir. Bu tekbirler, Hanefi Mezhebi’ne göre arefe günü sabah namazında başlar, bayramın dördüncü günü ikindi namazıyla sona erer. Toplam yirmi üç vakittir. Namazlar cemaatle kılındığı zaman tekbirler hep beraber yüksek sesle getirilir. Eğer namaz yalnız kılınıyorsa, kendi duyacağı şekilde getirilir. Bu husus Allah’u Teâlâ’nın emri olduğundan, unutularak getirilmeyen tekbirler sonradan kazâ edilmelidir. Bu tekbirleri getirmek vâciptir.
Yine Allah’u Teâlâ, Ramazan Bayramı namazı ve içerisindeki tekbirlerin vâcip olduğunu[4] beyan etmek için, Sûre-i Bakara, Âyet 185‘te:
″… Umulur ki bu şekilde orucun sayılarını tamamlarsınız ve size hidâyet buyurmuş olduğundan dolayı Allah’u Teâlâ’ya tekbirde bulunursunuz ve şükredersiniz″ diye buyurmuştur.
İşte Âyet-i Kerîme’de geçen ″Beni zikretmek için namaz kıl″ ifadesi namaza bağlı olarak Allah’u Teâlâ’nın isminin zikredilmesidir.
Allah’u Teâlâ’nın isminin zikredilmesi ile ilgili olarak geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 200, Sûre-i Nisâ, Âyet 103, Sûre-i Ankebût, Âyet 45 ve izahlarına bakınız.
[1] Sünen-i Tirmizî, Libas 9; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 337/8.
[2] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 21.
[3] Sahih-i Müslim, Mesâcid 34 (195 Sünen-i Tirmizî, Salât 7; Sünen-i Nesâî, Mevâkit 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11561.
[4] Bu hususta Bakınız: Muhammed Vehbi, Ahkâm-ı Kur’âniyye, s. 111.
﴿ اِنَّ السَّاعَةَ اٰتِيَةٌ اَكَادُ اُخْف۪يهَا لِتُجْزٰى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا تَسْعٰى ﴿١٥﴾ فَلَا يَصُدَّنَّكَ عَنْهَا مَنْ لَا يُؤْمِنُ بِهَا وَاتَّبَعَ هَوٰيهُ فَتَرْدٰى ﴿١٦﴾ ﴾
15-16. Herkesin, yaptığının karşılığını görmesi için kıyâmet mutlaka kopacaktır. Ben onu neredeyse kendimden de gizleyeceğim.* O halde, kıyâmete îman etmeyen ve hevâsına tâbi olan kimseler, seni kıyâmet için hazırlık yapmaktan alıkoymasın. Yoksa helâk olursun.
İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, herkesin yapmış olduğu iyiliğin veya kötülüğün karşılığını görmesi için kıyâmetin mutlaka kopacağını beyan etmiş ve kıyâmetin ne zaman kopacağının ise büyük meleklerden ve Peygamberlerden dahi gizlemiş olduğunu bildirmiştir.
Bâzı müfessirler, Sûre-i Tâhâ, Âyet 16’da hitap edilenin, sâdece Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem olduğunu beyan etmişlerdir. Bâzı müfessirler de hitâbın; Hz. Mûsâ’ya yapıldığını ve Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilmesi nedeniyle Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ve onun ümmetine de hitap olduğunu söylemişlerdir.
﴿ وَمَا تِلْكَ بِيَم۪ينِكَ يَا مُوسٰى ﴿١٧﴾ قَالَ هِيَ عَصَايَۚ اَتَوَكَّؤُ۬ا عَلَيْهَا وَاَهُشُّ بِهَا عَلٰى غَنَم۪ي وَلِيَ ف۪يهَا مَاٰرِبُ اُخْرٰى ﴿١٨﴾ ﴾
17-18. ″Yâ Mûsâ! Sağ elindeki nedir?″ diye nidâ olundu.* Mûsâ dedi ki: ″O, benim âsâmdır. Ben ona dayanırım. Onunla koyunlarıma ağaçtan yaprak silkelerim. Onunla başka ihtiyaçlarımı da görürüm.″
﴿ قَالَ اَلْقِهَا يَا مُوسٰى ﴿١٩﴾ فَاَلْقٰيهَا فَاِذَا هِيَ حَيَّةٌ تَسْعٰى ﴿٢٠﴾ ﴾
19-20. Allah’u Teâlâ: ″Yâ Mûsâ! O âsâyı yere bırak″ buyurdu.* Mûsâ onu bıraktı. Âsâ hemen hızla sürünen büyük ve korkunç bir yılan oldu.
﴿ قَالَ خُذْهَا وَلَا تَخَفْ۠ سَنُع۪يدُهَا س۪يرَتَهَا الْاُ۫ولٰى ﴿٢١﴾ وَاضْمُمْ يَدَكَ اِلٰى جَنَاحِكَ تَخْرُجْ بَيْضَٓاءَ مِنْ غَيْرِ سُٓوءٍ اٰيَةً اُخْرٰىۙ ﴿٢٢﴾ لِنُرِيَكَ مِنْ اٰيَاتِنَا الْكُبْرٰىۚ ﴿٢٣﴾ اِذْهَبْ اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰى۟ ﴿٢٤﴾ ﴾
21-24. Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Yâ Mûsâ! Onu al, korkma. Biz onu evvelki hâline döndüreceğiz.* Yâ Mûsâ! Elini koltuğunun altına sok. Bir hastalık olmadığı halde diğer bir mûcize olarak bembeyaz ışık saçan bir hâlde çıkıversin.* Bunlar sana, bâzı büyük mûcizelerimizi göstermek içindir.* Firavun’a git. Çünkü o, kibirlenerek azdı.
İzah: Bu âyetlerde Mûsâ Aleyhisselâm’a âsâ ve sağ elindeki ışık olarak iki büyük mûcizenin verildiği beyan edilmektedir.
Tûr-i Sînâ’da Allah’u Teâlâ Mûsâ Aleyhisselâm’a elindeki âsânı yere bırak deyince, o da elindeki âsâsını yere bıraktı. Âsâ bir mil (bin altı yüz metre) uzunluğunda büyük ve korkunç bir yılan oldu. Allah’u Teâlâ: ″Yâ Mûsâ! Yılanı tut″ dedi. Mûsâ Aleyhisselâm korktu ve tutamadı. Eteğini avucuna aldı, eğildi. Onunla tuttu. Tutunca yine âsâ oldu.
Mûsâ Aleyhisselâm sağ elini açtığında da, projektörden daha fazla ışık çıkarır ve gece her tarafı aydınlatırdı. Mûsâ Aleyhisselâm sağ elini sarar, her yerde göstermezdi. Ancak kendisinin Peygamber olduğunu açıklamak ve îman etmeleri için mûcize olarak, o elini gösterirdi.
﴿ قَالَ رَبِّ اشْرَحْ ل۪ي صَدْر۪يۙ ﴿٢٥﴾ وَيَسِّرْ ل۪ٓي اَمْر۪يۙ ﴿٢٦﴾ وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَان۪يۙ ﴿٢٧﴾ يَفْقَهُوا قَوْل۪يۖ ﴿٢٨﴾ وَاجْعَلْ ل۪ي وَز۪يرًا مِنْ اَهْل۪يۙ ﴿٢٩﴾ هٰرُونَ اَخ۪يۚ ﴿٣٠﴾ اُشْدُدْ بِه۪ٓ اَزْر۪يۙ ﴿٣١﴾ وَاَشْرِكْهُ ف۪ٓي اَمْر۪يۙ ﴿٣٢﴾ كَيْ نُسَبِّحَكَ كَث۪يرًاۙ ﴿٣٣﴾ وَنَذْكُرَكَ كَث۪يرًاۜ ﴿٣٤﴾ اِنَّكَ كُنْتَ بِنَا بَص۪يرًا ﴿٣٥﴾ قَالَ قَدْ اُو۫ت۪يتَ سُؤْلَكَ يَا مُوسٰى ﴿٣٦﴾ وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَيْكَ مَرَّةً اُخْرٰىۙ ﴿٣٧﴾ اِذْ اَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اُمِّكَ مَا يُوحٰىۙ ﴿٣٨﴾ اَنِ اقْذِف۪يهِ فِي التَّابُوتِ فَاقْذِف۪يهِ فِي الْيَمِّ فَلْيُلْقِهِ الْيَمُّ بِالسَّاحِلِ يَاْخُذْهُ عَدُوٌّ ل۪ي وَعَدُوٌّ لَهُۜ وَاَلْقَيْتُ عَلَيْكَ مَحَبَّةً مِنّ۪يۚ وَلِتُصْنَعَ عَلٰى عَيْن۪يۢ ﴿٣٩﴾ ﴾
25-39. Mûsâ dedi ki: ″Yâ Rabbi! Göğsümü genişlet.* İşimi kolaylaştır.* Lisânımdaki ukdeyi (tutukluğu) gider.* Tâ ki sözümü anlasınlar.* Ehlimden bana bir vezir (yardımcı) kıl.* O vezir, kardeşim Hârun olsun.* Onunla beni güçlendir.* Vazifemde onu bana ortak et.* Bu talebim, Seni çok tesbih etmek* ve Seni çok zikretmek içindir.* Yâ Rabbi! Şüphesiz ki, Sen bizi çok iyi görüyorsun.″* Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Yâ Mûsâ! İstediklerin verildi.* Şüphesiz ki, Biz sana bir defa daha lütufta bulunmuştuk.″* O vakit ki, annene vahyolunacak şeyi vahyetmiştik:* ″Mûsâ’yı sandığa koy, sonra onu Nil Nehri’ne bırak. Nehir onu kıyıya atar. Onu, hem Bana düşman, hem de ona düşman olan birisi (Firavun) alır″ dedik. Ve nezâretim altında yetiştirilesin diye senin üzerine tarafımdan bir sevgi bıraktım.
İzah: Âyet-i Kerîme’de, Hz. Mûsâ’nın dilinde tutukluk olduğu anlatılmaktadır. Dilindeki tutukluğun sebebi şöyle rivâyet edilmiştir:
Bir gün Firavun, kâhinlere: ″Her şeyin bir son bulması, yıkılması var. Benim saltanatımın yıkılmasına ve ölümüme ne sebep olacak? Ona göre tedbir alalım″ demişti. Hem ilahlık dâvâsı yapıyor, hem de helâk olacağını biliyordu. Kâhinler: ″Senin helâkine sebep, yakın zamanda doğacak olan bir erkek çocuktur″ dediler. Bunun üzerine Firavun, doğacak erkek çocuklarının öldürülmesini emretti.
Mûsâ Aleyhisselâm doğduğunda, Allah’u Teâlâ, onun annesine, çocuğu bir sandığa koymasını ve Nil Nehri’ne bırakmasını ilham ederek bildirdi.
Firavun‘un sarayının altından Nil Nehri akardı. Firavun, eşi Âsiye ile birlikte oturmuşlar, akan suyu seyrediyorlardı. Bir sandık göründü. Âsiye: ″Bu gelen cansa benim, malsa senin olsun″ dedi. Sandık geldi, açtılar. İçinden güzel bir oğlan çocuğu çıktı. Firavun: ″Benim sarayımda büyüyecek, benim helâkime sebep olacak çocuk işte budur″ dedi. Âsiye: ″Ben bu çocuğu kimseye vermem; bu benim evlâdımdır″ dedi ve Firavun’a: ″Çağır kâhinlerini baksınlar; bu çocuk, o çocuksa öldür, değilse benim evlâdımdır, öldürtmem″ dedi. Firavun, kâhinleri çağırdı. Kâhinler baktılar ve ″Eğer o çocuksa, Ulu‘l-Azim Peygamber olması lâzım. Ulu‘l-Azim Peygamberi de çocukluğunda kimse yanıltamaz. Bu çocuğu yanıltmaya çalışalım; yanılırsa o çocuk değil, yanılmazsa o çocuktur″ dediler.
Kâhinler bir tabağa altın, bir tabağa da ateşin közünü doldurdular. Kâhinler dedi ki: ″Kuvvetli bir ateş kor hâline geldiğinde, onun üzerinde hareket eden kısa alevler oluşur, devamlı yukarı aşağı hareket eder. Eğer o çocuk senin helâkına sebep olacak çocuk değilse, o korun yalımına aldanarak, közü alır. Eğer o çocuksa, ateşe bakmaz, altını alır″ dediler.
Mûsâ Aleyhisselâm, altın‘a elini uzatırken Cebrâil Aleyhisselâm elinden tuttu, elini ateşe uzattı. Ateşi tuttu, avucunu yakmadı. Közü ağzına koydu. Eğer ağzını da yakmasa, ″O çocuk″ diyeceklerdi. Ateşi ağzına koyunca, ateş dilini yaktı, ağladı. O zaman, ″Demek ki o çocuk değil″ dediler. İşte Mûsâ Aleyhisselâm‘ın dilindeki tutukluk, o ateşin yakmasından kaynaklanmıştır.
Ayrıca imamlar, hutbe okumak için minbere çıkarken birinci basamakta Sûre-i Tâhâ, Âyet 25-28’de:
″Yâ Rabbi! Göğsümü genişlet.* İşimi kolaylaştır.* Lisânımdaki ukdeyi (tutukluğu) gider.* Tâ ki sözümü anlasınlar″ diye geçen âyetleri okurlar.
Yine bu âyetlerde açıkça geçtiği üzere Mûsâ Aleyhisselâm, kardeşi Hârun Aleyhisselâm’ın, Firavun’a karşı mücâdelede kendisine yardımcı olması için Peygamber kılınmasını istemiştir. Allah’u Teâlâ, Mûsâ Aleyhisselâm’ın bu duâsını kabul ederek, Hârun Aleyhisselâm’a da Peygamberlik vermiştir.
İşte burada duânın önemi ortaya çıkmaktadır. Bir insana Allah, sâdece duâ ile Peygamberlik veriyorsa, dünyâda da âhirette de sevdiği kullarının yaptığı duâlar hürmetine, Allah’u Teâlâ’nın Müslümanlara çok büyük lütuf ve ihsanlarda bulunacağını göstermektedir.
﴿ اِذْ تَمْش۪ٓي اُخْتُكَ فَتَقُولُ هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰى مَنْ يَكْفُلُهُۜ فَرَجَعْنَاكَ اِلٰٓى اُمِّكَ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَۜ وَقَتَلْتَ نَفْسًا فَنَجَّيْنَاكَ مِنَ الْغَمِّ وَفَتَنَّاكَ فُتُونًا۠ فَلَبِثْتَ سِن۪ينَ ف۪ٓي اَهْلِ مَدْيَنَ ثُمَّ جِئْتَ عَلٰى قَدَرٍ يَا مُوسٰى ﴿٤٠﴾ ﴾
40. O vakit ki, kız kardeşin (Firavun’un sarayına) gidip, ″Bu çocuk için size bir sütanne bulayım mı?″ diyordu. Böylece annenin gözü aydın olup mahzun olmaması için seni ona kavuşturduk. Ve sen, bir adam öldürdün; onun cezâ korkusundan seni kurtardık ve seni çeşitli belâlarla imtihan ettik. Medyen ehli arasında senelerce kaldın. Sonra da Yâ Mûsâ! Takdir edilen zamanda geri geldin.
İzah: Mûsâ Aleyhisselâm’ın kız kardeşinin adı Gülsüm’dür. Onun hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَمَا شَعَرْتَ أَنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ قَدْ زَوَّجَنِي فِي الْجَنَّةِ مَرْيَمَ بِنْتُ عِمْرَانَ وُكُلْثُمَ أُخْتَ مُوسَى وَاِمْرَأَةَ فِرْعَوْنَ. (طب وابن عساكر عن أبي أمامة)
″Allah, beni Cennette İmran kızı Meryem’e, Mûsâ’nın kız kardeşi Gülsüm’e ve Firavun’un karısı Müzahim kızı Âsiye’ye zevc yaptı.″[1]
Âyette geçtiği üzere Allah’u Teâlâ’nın, Hz. Mûsâ’yı annesine tekrar nasıl kavuşturduğu ve Hz. Mûsâ’nın bir kişiyi öldürdüğünde, onu cezâ almaktan nasıl kurtardığına dair geniş bilgi için Kasas Sûresi’ne bakınız.
Âyet-i Kerîme’de zikredilen ″Medyen″, Şuayb Aleyhisselâm’ın kavminin bulunduğu şehrin adıdır. Hz. Mûsâ, burada Şuayb Aleyhisselâm ile karşılaşmış, onun yanında bir müddet kalmış ve kızı ile evlenmesi karşılığında on yıl hizmetini görmüştür.
[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, 82/3; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 31943.
﴿ وَاصْطَنَعْتُكَ لِنَفْس۪يۚ ﴿٤١﴾ اِذْهَبْ اَنْتَ وَاَخُوكَ بِاٰيَات۪ي وَلَا تَنِيَا ف۪ي ذِكْر۪يۚ ﴿٤٢﴾ اِذْهَبَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰىۚ ﴿٤٣﴾ فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى ﴿٤٤﴾ ﴾
41-44. Yâ Mûsâ! Seni kendim için (Peygamber olarak) seçtim.* Sen ve kardeşin, mûcizelerimle Firavun’a gidin ve zikrimde gevşeklik göstermeyin.* Firavun’a gidin. Şüphesiz o, kibirlenerek azdı.* Ona yumuşak söz ile söyleyin. Umulur ki, öğüt alır yahut korkar.
﴿ قَالَا رَبَّنَٓا اِنَّنَا نَخَافُ اَنْ يَفْرُطَ عَلَيْنَٓا اَوْ اَنْ يَطْغٰى ﴿٤٥﴾ قَالَ لَا تَخَافَٓا اِنَّن۪ي مَعَكُمَٓا اَسْمَعُ وَاَرٰى ﴿٤٦﴾ فَأْتِيَاهُ فَقُولَٓا اِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ فَاَرْسِلْ مَعَنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓا ئ۪لَ وَلَا تُعَذِّبْهُمْۜ قَدْ جِئْنَاكَ بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّكَۜ وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى ﴿٤٧﴾ ﴾
45-47. Mûsâ ve Hârun: ″Ey Rabbimiz! Onun bize eziyet etmesinden yahut daha fazla azgınlaşmasından korkarız″ dediler.* Allah’u Teâlâ onlara buyurdu ki: ″Korkmayın, Ben sizinle beraberim. Ben, işitirim ve görürüm.* Firavun’a varın ve deyin ki: ″Şüphesiz biz, Rabbinin Resulleriyiz. İsrailoğullarını bizimle beraber gönder, onlara eziyet etme. Biz sana muhakkak Rabbin tarafından mûcize ile geldik. Allah’ın selâmı hidâyete tâbi olanlara olsun.″
﴿ اِنَّا قَدْ اُو۫حِيَ اِلَيْنَٓا اَنَّ الْعَذَابَ عَلٰى مَنْ كَذَّبَ وَتَوَلّٰى ﴿٤٨﴾ قَالَ فَمَنْ رَبُّكُمَا يَا مُوسٰى ﴿٤٩﴾ قَالَ رَبُّنَا الَّذ۪ٓي اَعْطٰى كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدٰى ﴿٥٠﴾ قَالَ فَمَا بَالُ الْقُرُونِ الْاُو۫لٰى ﴿٥١﴾ قَالَ عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪ي ف۪ي كِتَابٍۚ لَا يَضِلُّ رَبّ۪ي وَلَا يَنْسٰىۘ ﴿٥٢﴾ ﴾
48-52. ″Bize vahyolundu ki, (Allah’ın âyetlerini ve Peygamberlerini) yalanlayıp haktan yüz çevirenlere mutlaka azap vardır″ dediler.* Firavun: ″Yâ Mûsâ! Rabbiniz kimdir?″ dedi.* Mûsâ: ″Rabbimiz, her şeye sûret ve şeklini veren, sonra da onlara yol gösterendir″ dedi.* Firavun: ″Geçmiş ümmetlerin hâli ne olacak?″ dedi.* Mûsâ: ″Onlar hakkındaki bilgi, Rabbimin katında bir kitaptadır (Levh-i Mahfuz’dadır). Rabbim, yanılmaz ve unutmaz″ dedi.
İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun’un Firavun ile görüşmeye gittikleri zamanki olayı şöyle anlatmaktadır:
Firavun’un kapısında bir süre beklediler, bu süre içinde kendilerine izin verilmedi. Şiddetli bir engelleme ve menetmeden sonra ikisine izin verildi.
Muhammed İbn-i İshâk İbn-i Yessâr Radiyallâhu anhu da bu olayı şöyle anlatıyor:
Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Hârun, Firavun’un huzuruna çıkmak için izin istemek üzere kapısına gelip durdular. O ikisi: ″Doğrusu biz, âlemlerin Rabbinin elçileriyiz. Şu adamın yanına girmek için bize izin verin″ diyorlardı. İki sene orada kalıp beklediler. Sabahleyin geliyor, sonra dönüyorlardı. İkisini de kimse tanımıyor ve durumlarını Firavun’a haber vermeye cesaret edemiyorlardı. Nihâyet Firavun’u güldüren cesur birisi Firavun’un yanına girip, ″Ey kral! Kapında bir adam var ki, garip sözler söylüyor; senin dışında bir ilahı olduğunu ve kendisini sana o ilahın gönderdiğini sanıyor″ dedi. Firavun: ″Kapımda mı?″ diye sordu. Adam da: ″Evet″ dedi. Firavun: ″Onu içeri alın″ dedi. Hz. Mûsâ, yanında kardeşi Hârun olduğu halde ve elinde âsâsıyla içeri girdi. Hz. Mûsâ, Firavun’un huzurunda durduğunda: ″Şüphesiz ben, âlemlerin Rabbinin Resûlüyüm″ deyince Firavun, onu tanıdı.
Âyet-i Kerîme’de geçtiği gibi, aralarında şu konuşma geçti:
Firavun: ″Yâ Mûsâ! Rabbiniz kimdir?″ dedi.* Mûsâ: ″Rabbimiz, her şeye sûret ve şeklini veren, sonra da onlara yol gösterendir″ dedi.* Firavun: ″Geçmiş ümmetlerin hâli ne olacak?″ dedi.* Mûsâ: ″Onlar hakkındaki bilgi, Rabbimin katında bir kitaptadır (Levh-i Mahfuz’dadır). Rabbim, yanılmaz ve unutmaz″ dedi.
Yani Hz. Mûsâ, Firavun’a, kendisinin Allah tarafından gönderildiğini ve Allah’ın her şeyi yaratıp, onlara nîmetler verdiğini söyleyince, Firavun: ″Geçmiş ümmetler ne haldedir? Zîrâ onlar senin Rabbine ibâdet etmemiş başka şeylere tapmışlardır. Onların hepsi de Cehennemlik midir?″ diye sordu.
Mûsâ: ″Onlar hakkındaki bilgi, Rabbimin katında bir kitaptadır (Levh-i Mahfuz’dadır). Rabbim, yanılmaz ve unutmaz″ dedi.
Yani Hz. Mûsâ, Firavun’a, ″Şâyet geçmiş ümmetler Rabbime kulluk etmedilerse, onların yaptıkları ameller Levh-i Mahfuz’da ve amel defterlerinde Rabbim tarafından kaydedilmiştir″ diye cevap verdi.
﴿ اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا وَسَلَكَ لَكُمْ ف۪يهَا سُبُلًا وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۜ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ٓ اَزْوَاجًا مِنْ نَبَاتٍ شَتّٰى ﴿٥٣﴾ كُلُوا وَارْعَوْا اَنْعَامَكُمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي النُّهٰى۟ ﴿٥٤﴾ ﴾
53-54. O ki, yeryüzünü size beşik kıldı, orada size yollar açtı ve semâdan su indirdi. Biz o su ile her sınıftan çift çift bitkiler bitirdik.* Onları yiyin ve hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz akıl sahipleri için bunlarda elbette ibretler vardır.
﴿ مِنْهَا خَلَقْنَاكُمْ وَف۪يهَا نُع۪يدُكُمْ وَمِنْهَا نُخْرِجُكُمْ تَارَةً اُخْرٰى ﴿٥٥﴾ ﴾
55. Biz sizi yerden (topraktan) yarattık. Öldükten sonra sizi oraya döndürürüz ve oradan bir kere daha çıkarırız.
İzah: İnsanların topraktan yaratılıp öldükten sonra tekrar toprağa iade edileceği ve oradan da diriltilerek mahşere getirileceğine dair Berâ b. Âzib Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
خَرَجْنَا مَعَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي جِنَازَةِ رَجُلٍ مِنَ الْأَنْصَارِ فَانْتَهَيْنَا إِلَى الْقَبْرِ وَلَمَّا يُلْحَدْ فَجَلَسَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَجَلَسْنَا حَوْلَهُ وَكَأَنَّ عَلَى رُؤُسِنَا الطَّيْرَ وَفِي يَدِهِ عُودٌ يَنْكُتُ فِي الْأَرْضِ فَرَفَعَ رَأْسَهُ فَقَالَ اسْتَعِيذُوا بِاللّٰهِ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ مَرَّتَيْنِ أَوْ ثَلَاثًا ثُمَّ قَالَ إِنَّ الْعَبْدَ الْمُؤْمِنَ إِذَا كَانَ فِي انْقِطَاعٍ مِنَ الدُّنْيَا وَإِقْبَالٍ مِنَ الْآخِرَةِ نَزَلَ إِلَيْهِ مَلَائِكَةٌ مِنَ السَّمَاءِ بِيضُ الْوُجُوهِ كَأَنَّ وُجُوهَهُمْ الشَّمْسُ مَعَهُمْ كَفَنٌ مِنْ أَكْفَانِ الْجَنَّةِ وَحَنُوطٌ مِنْ حَنُوطِ الْجَنَّةِ حَتَّى يَجْلِسُوا مِنْهُ مَدَّ الْبَصَرِ ثُمَّ يَجِيءُ مَلَكُ الْمَوْتِ عَلَيْهِ السَّلَام حَتَّى يَجْلِسَ عِنْدَ رَأْسِهِ فَيَقُولُ أَيَّتُهَا النَّفْسُ الطَّيِّبَةُ اخْرُجِي إِلَى مَغْفِرَةٍ مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانٍ ... (د حم عن البراء بن عازب)
Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber Ensârdan bir adamın cenâzesinde bulunduk. Kabre vardığımızda kabrin henüz lahdi yapılmamıştı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem oturdu. Biz de onun çevresinde, başlarımızda sanki kuşlar varmış gibi sessiz bir şekilde oturduk. Peygamberimizin elinde bir ağaç parçası vardı ve onunla toprağı karıştırıyordu. Başını kaldırdı ve buyurdu ki: ″Kabir azâbından Allah’a sığının.″ Bu sözü iki veya üç defa tekrarladı ve sonra şöyle buyurdu:
Mü’min bir kulun dünyâdan ayrılıp âhirete yönelme vakti gelince, onun yanına gökten, yüzleri güneşe benzeyen beyaz yüzlü melekler iner. Yanlarında Cennet kefenlerinden bir kefen ve Cennet kokularından bir koku bulunur. O melekler, can vermekte olan kişinin gözünün göreceği kadar bir uzaklıkta otururlar. Sonra Azrâil gelir, onun başucuna oturur ve ″Ey pâk ve temiz ruh! Vücuttan çık. Allah’ın affına ve rızâsına kavuş″ der. Bunun üzerine su kabından bir damlanın akması gibi ruh vücuttan akıp çıkar. Melek onu alır ve diğer melekler o ruhu Azrâil’den, göz açıp kapayıncaya kadar bile bekletmeksizin alırlar. Cennetten getirdikleri o kefenin ve kokunun içine koyarlar. O ruhtan yeryüzündeki en güzel miskin kokusu gibi bir koku çıkar ve o melekler bu ruhu alıp yukarı çıkarlar. Hangi melek topluluğuna uğrarlarsa, onlar: ″Bu hoş ve güzel ruh kimin?″ diye sorarlar. O ruhu taşıyan melekler, onun dünyâda çağırıldığı en güzel adını söyleyerek: ″Bu, falan oğlu falandır″ derler. Nihâyet o ruhla birlikte Dünyâ semâsına varırlar ve kapının açılmasını isterler. Kapı onlara açılır. Her katta bulunan ileri gelen kimseler, o ruhu bir üst kata kadar yolcu ederler. Nihâyet yedinci kat semâya ulaşırlar. Orada Allah’u Teâlâ: ″Bu kulumun amelini İlliyyin’e yazın ve tekrar kendisini yere gönderin. Çünkü Ben onları oradan yarattım, onları oraya iâde ederim. Bir kere daha onları yine oradan çıkartırım″[1] diye buyurur. Bunun üzerine ruhu tekrar cesedine iade edilir.
İki melek gelip yanına oturur. O meleklerden biri: ″Rabbin kim? der. O da: ″Rabbim Allah’tır″ der. Melek: ″Dînin nedir?″ der. O da: ″Dînim İslâm’dır″ der. Melek: ″Size gönderilen Peygamber kimdir?″ diye sorar. O da: ″Allah’ın Resûlüdür″ der. Melek bu sefer: ″Amelin nedir?″ diye sorar. O da: ″Allah’ın kitabını okudum. Ona îman ettim ve onu tasdik ettim″ der.
Bunun üzerine gökten: ″Kulum doğru söyledi. Onun altına Cennetten sergiler serin ve onu Cennetten giydirin. Ona, Cennete bakan bir kapı açın″ diye bir nidâ gelir. O kişiye Cennetin havası ve kokuları gelir. Kabri, gözün görebileceği kadar genişler. Yanına güzel yüzlü temiz elbiseli, hoş kokulu bir adam gelir ve ona: ″Ben seni, sevindirici bir şeyle müjdeleyeyim. İşte sana vaad edilen gün bugündür″ der. Ölen kişi de ona: ″Sen kimsin? Yüzünden bile, hayırlı bir haber getirdiğin belli oluyor″ der. O kişi: ″Ben senin, dünyâda işlediğin sâlih amelinim″ der. Bunun üzerine ölen kişi: ″Yâ Rabbi! Kıyâmeti kopar. Tâ ki aileme ve Cennetteki nîmetlere kavuşayım″ der.
Bir kâfirin de, dünyâdan ayrılıp âhirete yönelme vakti gelince, onun yanına gökten, siyah yüzlü melekler iner. Yanlarında bir paçavra vardır. O melekler can çekişmekte olan kişinin gözünün görebileceği kadar bir uzaklıkta otururlar. Sonra Azrâil gelir, onun başucuna oturur ve ″Ey pis ruh! Vücuttan çık ve Allah’ın gazabına uğra″ der. Bunun üzerine ruh, kişinin vücudunun her tarafına yayılır. Melek o ruhu, ıslak yünün içinden kebap şişini çekercesine çekip alır ve diğer melekler, göz açıp kapayıncaya kadar bekletmeksizin onu Azrâil’den alırlar ve onu, getirdikleri paçavranın içine koyarlar. O paçavradan, yeryüzündeki en pis kokulu leşten çıkan koku gibi bir koku çıkar. Melekler onu alıp yukarı çıkarırlar. Hangi melek topluluğuna uğrarlarsa onlar: ″Bu pis ruh kimin?″ diye sorarlar, O ruhu taşıyan melekler, kişinin dünyâda çağırıldığı en kötü adını söyleyerek, ″Bu falan oğlu falandır″ derler. Nihâyet o ruhla dünyâ semâsına varırlar ve onun için kapıların açılması istenir. Fakat kapı ona açılmaz.
Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Şüphesiz ki, âyetlerimizi yalanlayanların ve kibirlenerek onları kabul etmeyenlerin ruhları için göklerin kapıları açılmaz. Deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar onlar Cennete giremezler…″[2] diye devam eden âyeti okudu.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne şöyle devam etti:
Aziz ve Celil olan Allah: ″Bunun amelini, yerin en alt katında bulunan Siccîn’e yazın″ diye buyurur. Bundan sonra onun ruhu aşağıya atılır. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″… Her kim Allah’a ortak koşarsa, sanki o, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışmış veya rüzgâr onu uzak bir yere atmış gibidir″[3] diye geçen âyeti okudu.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne şöyle devam etti:
Bu adamın ruhu vücuduna döndürülür. İki melek gelip yanına oturur. O meleklerden biri: ″Rabbin kim?″ der. O da: ″(Gülerek) hah, hah, bilmiyorum!″ der. Melek: ″Dînin nedir?″ der. O da: ″Hah, hah, bilmiyorum!″ der. Melek: ″Size gönderilen Peygamber kimdir?″ diye sorar. O da: ″Hah, hah, bilmiyorum!″ der.
Bunun üzerine gökten: ″Kulum yalan söyledi. Altına ateşten sergiler serin ve kendisine, Cehenneme bakan bir kapı açın″ diye nidâ gelir. Bu kişiye Cehennemin sıcağı ve alevi gelir. Kabri sıkıştırıldıkça sıkıştırılır, kaburgaları birbirine girer. Yanına çirkin yüzlü, pis kokulu bir kişi gelir ve ona: ″Seni, hoşuna gitmeyecek bir şeyle müjdeleyeyim. İşte sana vaad edilen gün bugündür″ der. Ölen kişi de ona:″Sen kimsin? Yüzün bile kötülüğü ifade ediyor″ der. O da: ″Ben senin kötü amelinim″ der. Bunun üzerine ölen kişi: ″Yâ Rabbi! Sen kıyâmeti koparma″ der.[4]
İşte ölen her kişiye sorgu sual melekleri gelerek; ″Rabbin kim? Nebîn kim?″ gibi sorular sorarlar. Ölen Mü’minlere bu soruları hatırlatmak ve onlara da bir duâ olması için sünnet olan ″Talkin″ okunur.
Bu hususta Said b. Abdullah el-Evdî Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:
شَهِدْتُ أَبَا أُمَامَةَ وَهُوَ فِى النَّزْعِ فَقَالَ اِذَا أَنَا مُتُّ فَاصْنَعُوا ب۪ى كَمَا أَمَرَنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَنْ نصْنَعَ بِمَوْتَانَا أَمَرَنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ اِذَا مَاتَ أَحَدٌ مِنْ اِخْوَانِكُمْ فَسَوَّيْتُمِ التُّرَابَ عَلَى قَبْرِهِ فَلْيَقُمْ أَحَدُكُمْ عَلَى رَأْسِ قَبْرِهِ ثُمَّ لِيَقُلْ يَا فُلَانَ بْنِ فُلَانَةَ فَاِنَّهُ يَسْمَعُهُ وَلا يُجِيبُ ثُمَّ يَقُولُ يَا فُلَانَ بْنِ فُلَانَةَ فَاِنَّهُ يَسْتَوِى قَاعِدًا ثُمَّ يَقُولُ يَا فُلَانَ بْنِ فُلَانَةَ فَاِنَّهُ يَقُولُ أَرْشِدْنَا رَحِمَكَ اللّٰهُ وَلَكِنْ لَا تَشْعُرُونَ فَلْيَقُلْ اذْكُرْ مَا خَرَجْتَ عَلَيْهِ مِنَ الدُّنْيَا شَهَادَةَ أَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ وَأَنَّكَ رَض۪يتَ بِاللّٰهِ رَبًّا وَبِالإِسْلَامِ د۪ينًا وَبِمُحَمَّدٍ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ نَبِيًّا وَبِالْقُرْآنِ اِمَامًا فَاِنَّ مُنْكَرًا وَنَك۪يرًا يَأْخُذُ وَاحِدٌ مِنْهُمْا بِيَدِ صَاحِبِهِ وَيَقُولُ انْطَلِقْ بنا مَا نَقْعُدُ عِنْدَ مَنْ قَدْ لُقِّنَ حُجَّتَهُ فَيَكُونُ اللّٰهُ حَج۪يجَهُ دُونَهُمَا فَقَالَ رَجُلٌ يَا رَسُولَ اللّٰهِ فَاِنْ لَمْ يَعْرِفْ أُمَّهُ قَالَ فَيَنْسُبُهُ اِلٰى حَوَّاءَ يَا فُلَانَ بْنِ حَوَّاءَ (طب عَنْ سعيدِ بن عبد اللّٰه الأودىّ)
Son nefesini verirken Ebû Ümâme’nin yanındaydım, şöyle dedi: Ben öldüğümde, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bize ölülerimize ne yapmamızı emrettiyse bana da aynısını yapın. Zîrâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
- Din kardeşinizden biri vefât ettiği zaman, kabrinin toprağını düzelttiğinizde biriniz kabrinin başucunda durup, ″Ey filan kadının oğlu filan!″ desin. O bunu duyar, fakat cevap veremez. Yine ″Ey filan kadının oğlu filan!″ desin. Bu sefer kabrinde kalkıp oturur. Sonra bir daha ″Ey filan kadının oğlu filan!″ desin. Zîrâ o: ″Allah sana rahmet etsin, bana doğruyu göster″ der. Fakat siz anlamazsınız. Daha sonra (Talkin’i yapan kimse) şöyle desin:
″Dünyâdan ayrıldığında hangi hâl üzerinde olduğunu hatırla. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed Salallâhu aleyhi ve sellem’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ettin. Sen (dünyâda iken) Rabb olarak Allah’a, din olarak İslâm’a, Peygamber olarak Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e râzı olmuş, Kur’ân’ı önder bilmiş idin.″
Münker Nekir melekleri birbirlerinin ellerini tutarak gelirler ve ″Haydi, gidelim, hücceti telkin edilen kimsenin yanında duramayız″ derler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den bunları işiten bir Sahâbî: ″Yâ Resûlallah! Annesinin adı bilinmezse ne diyeceğiz?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″O zaman tüm insanların annesi Havva’ya nispet edilir ve ″Ey Havva’nın oğlu filan!″ diye nidâ edilir.″[5]
[1] Bakınız: Sûre-i Tâhâ, Âyet 55.
[2] Sûre-i A’râf, Âyet 40.
[3] Sûre-i Hacc, Âyet 31.
[4] Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 27; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 17803.
[5] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 7906; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 2622.
﴿ وَلَقَدْ اَرَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا كُلَّهَا فَكَذَّبَ وَاَبٰى ﴿٥٦﴾ قَالَ اَجِئْتَنَا لِتُخْرِجَنَا مِنْ اَرْضِنَا بِسِحْرِكَ يَا مُوسٰى ﴿٥٧﴾ فَلَنَأْتِيَنَّكَ بِسِحْرٍ مِثْلِه۪ فَاجْعَلْ بَيْنَنَا وَبَيْنَكَ مَوْعِدًا لَا نُخْلِفُهُ نَحْنُ وَلَٓا اَنْتَ مَكَانًا سُوًى ﴿٥٨﴾ قَالَ مَوْعِدُكُمْ يَوْمُ الزّ۪ينَةِ وَاَنْ يُحْشَرَ النَّاسُ ضُحًى ﴿٥٩﴾ فَتَوَلّٰى فِرْعَوْنُ فَجَمَعَ كَيْدَهُ ثُمَّ اَتٰى ﴿٦٠﴾ ﴾
56-60. Şüphesiz ki, Firavun’a mûcizelerimizin hepsini gösterdik. Böyle iken o yalanladı ve îman etmemekte direndi.* Dedi ki: ″Yâ Mûsâ! Sihrinle bizi Mısır’dan çıkarmak için mi geldin?* Öyle ise, biz de mutlaka sana karşı, senin sihrin gibi sihirler yaparız. Bize vaad edilen bir vakit tayin et. O buluşma yeri hakkında ne biz karşı çıkalım, ne de sen. Orta bir yer tayin et.″* Mûsâ da: ″Size vaad edilen vakit, bayramınız ve insanların kuşluk vakti toplandığı gündür″ dedi.* Bunun üzerine Firavun dönüp gitti, sihirbazlarını topladı, sonra vaadleşilen yere geldi.
﴿ قَالَ لَهُمْ مُوسٰى وَيْلَكُمْ لَا تَفْتَرُوا عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا فَيُسْحِتَكُمْ بِعَذَابٍۚ وَقَدْ خَابَ مَنِ افْتَرٰى ﴿٦١﴾ فَتَنَازَعُٓوا اَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْ وَاَسَرُّوا النَّجْوٰى ﴿٦٢﴾ قَالُٓوا اِنْ هٰذَانِ لَسَاحِرَانِ يُر۪يدَانِ اَنْ يُخْرِجَاكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْ بِسِحْرِهِمَا وَيَذْهَبَا بِطَر۪يقَتِكُمُ الْمُثْلٰى ﴿٦٣﴾ فَاَجْمِعُوا كَيْدَكُمْ ثُمَّ ائْتُوا صَفًّاۚ وَقَدْ اَفْلَحَ الْيَوْمَ مَنِ اسْتَعْلٰى ﴿٦٤﴾ ﴾
61-64. Mûsâ, sihirbazlara: ″Yazıklar olsun sizlere! (Elimde zuhur edecek mûcizelere, ″Sihirdir″ diyerek) Allah’a karşı yalan uydurmayın. Yoksa sizi azap ile helâk eder. Şüphesiz ki, Allah’a iftira edenler, hüsrâna uğramıştır″ dedi.* Sihirbazlar, ne yapacaklarını aralarında müşâvere ettiler ve kararlarını gizlediler.* Birbirlerine şöyle dediler: ″Bunlar (Mûsâ ile Hârun) iki sihirbazdır, sihirleriyle sizi yerinizden çıkarmak ve faziletli olan yolunuzu ortadan kaldırmak istiyorlar.* Onun için sihirlerinizi bir araya getirin, sonra sıra hâlinde gelin. Şüphesiz ki, bugün gâlip gelen, felah bulmuş olacaktır!″
﴿ قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِمَّٓا اَنْ تُلْقِيَ وَاِمَّٓا اَنْ نَكُونَ اَوَّلَ مَنْ اَلْقٰى ﴿٦٥﴾ قَالَ بَلْ اَلْقُواۚ فَاِذَا حِبَالُهُمْ وَعِصِيُّهُمْ يُخَيَّلُ اِلَيْهِ مِنْ سِحْرِهِمْ اَنَّهَا تَسْعٰى ﴿٦٦﴾ فَاَوْجَسَ ف۪ي نَفْسِه۪ خ۪يفَةً مُوسٰى ﴿٦٧﴾ قُلْنَا لَا تَخَفْ اِنَّكَ اَنْتَ الْاَعْلٰى ﴿٦٨﴾ وَاَلْقِ مَا ف۪ي يَم۪ينِكَ تَلْقَفْ مَا صَنَعُواۜ اِنَّمَا صَنَعُوا كَيْدُ سَاحِرٍۜ وَلَا يُفْلِحُ السَّاحِرُ حَيْثُ اَتٰى ﴿٦٩﴾ ﴾
65-69. Sihirbazlar: ″Yâ Mûsâ! Sen mi önce atarsın, yoksa biz mi önce atalım?″ dediler.* Mûsâ: ″Hayır! Siz önce atın″ dedi. Attılar, hemen onların ipleri ve değnekleri, sihirlerinden dolayı Mûsâ’ya hareket eder gibi göründü.* Bunun üzerine Mûsâ, içinde bir korku hissetti.* Ona dedik ki: ″Korkma, şüphesiz sen gâlipsin.* Elindeki âsânı bırak, sihirbazların yaptıkları şeylerin hepsini yutar. Çünkü onların yaptıkları şey, sihir hilesinden ibârettir. Sihirbaz ise, her nerede olsa felah bulmaz.″
İzah: Mûsâ Aleyhisselâm Firavun’a ilk olarak Peygamberliğini ilan ettiğinde, Firavun ondan mûcize istemişti. Bunun üzerine Mûsâ Aleyhisselâm âsâsını yere attı ve âsâ büyük, korkunç bir yılan oldu. Bunu gören Firavun, kavmine: ″Mûsâ, büyük sihirbazdır; bu değnek yılan olmaz″ dedi. Firavun’un adamları da: ″Biz de çevremizdeki beldelerde ne kadar bilgili sihirbaz varsa çağıralım, onlar da buna karşılık sihir yapsın″ dediler. Sonuçta sihirbazları getirdiler. O sihirbazlar, kendileri kalın ipleri uc uca bağlayıp sihirle yüzlerce metre uzunluğunda, ağzından ateş saçan çok sayıda yılan yaptılar. Bu sihirler, Mûsâ Aleyhisselâm’ın ve tâbiasının üzerine doğru geliyordu. Artık hiç kurtuluş yoktu. Tâbiası, Mûsâ Aleyhisselâm’a yalvardılar. Allah’u Teâlâ: ″Yâ Mûsâ! Âsâyı yere bırak″ deyince Mûsâ Aleyhisselâm âsâyı yere bıraktı. Âsâ, yine bir mil uzunluğunda büyük ve korkunç bir yılan oldu. Onların sihirle ağızlarından ateş saçarak gelen yılanlarının hepsini yuttu.
Ehl-i Sünnet’e göre, sihrin varlığı gerçektir. Fakat onunla amel etmek küfürdür. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
حَدُّ السَّاحِرِ ضَرْبَةٌ بِالسَّيْفِ (ت عن جندب)
″Sihir yapanın haddi (şer’î hükmü), kılıçla onun boynunu vurmaktır.″[1]
Hz. Ömer, ölümünden bir sene önce Cez’ b. Muâviye’ye bir mektup göndererek demiştir ki:
اقْتُلُوا كُلَّ سَاحِرٍ (د عن أبى الشعثاء)
″Her sihirbâzı öldürün.″[2]
Sihir hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 102-103 ve izahına bakınız.
﴿ فَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سُجَّدًا قَالُٓوا اٰمَنَّا بِرَبِّ هٰرُونَ وَمُوسٰى ﴿٧٠﴾ قَالَ اٰمَنْتُمْ لَهُ قَبْلَ اَنْ اٰذَنَ لَكُمْۜ اِنَّهُ لَكَب۪يرُكُمُ الَّذ۪ي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَۚ فَلَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ ف۪ي جُذُوعِ النَّخْلِۘ وَلَتَعْلَمُنَّ اَيُّنَٓا اَشَدُّ عَذَابًا وَاَبْقٰى ﴿٧١﴾ قَالُوا لَنْ نُؤْثِرَكَ عَلٰى مَا جَٓاءَنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالَّذ۪ي فَطَرَنَا فَاقْضِ مَٓا اَنْتَ قَاضٍۜ اِنَّمَا تَقْض۪ي هٰذِهِ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۜ ﴿٧٢﴾ اِنَّٓا اٰمَنَّا بِرَبِّنَا لِيَغْفِرَ لَنَا خَطَايَانَا وَمَٓا اَكْرَهْتَنَا عَلَيْهِ مِنَ السِّحْرِۜ وَاللّٰهُ خَيْرٌ وَاَبْقٰى ﴿٧٣﴾ ﴾
70-73. (Mûsâ’nın âsâsı bütün sihirleri yutunca) sihirbazlar hemen secdeye kapanarak: ″Biz, Hârun ile Mûsâ’nın Rabbine îman ettik″ dediler.* Firavun: ″Ben size izin vermeden evvel ona îman mı ettiniz? O, size sihri öğreten üstadınızdır. Artık ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak elbette keseceğim ve mutlaka sizi hurma ağaçlarına asacağım. Hangimizin azâbı daha şiddetli ve daha devamlı olduğunu mutlaka göreceksiniz″ dedi.* Sihirbazlar dediler ki: ″Biz seni, gördüğümüz mûcizelerden anladığımız hakikate ve bizi yaratan Allah’a tercih etmeyiz. Artık sen, istediğin hükmü ver. Sen ancak bu dünyâ hayatında hükmedersin.* Biz, hatâlarımızın ve senin bize zorla yaptırdığın sihrin affı için Rabbimize îman ettik. Allah’ın mükâfatı daha hayırlı ve cezâsı daha devamlıdır.″
İzah: Bu sihirbazlar hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:
Sihirbazlar yetmiş kişiydiler. Sabah sihirbaz iken akşam şehitler oldular. Firavun, Müslüman olan sihirbazlara Sûre-i Tâhâ, Âyet 71’de geçtiği üzere, ″Artık ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak elbette keseceğim ve mutlaka sizi hurma ağaçlarına asacağım″ diye söylemiş ve bu fiili yapan ilk kişi o olmuştur.
Evzâî de şöyle demiştir: ″Sihirbazlar, secdeye kapandıklarında Cennet onlar için gösterildi de ona baktılar.″
﴿ اِنَّهُ مَنْ يَأْتِ رَبَّهُ مُجْرِمًا فَاِنَّ لَهُ جَهَنَّمَۜ لَا يَمُوتُ ف۪يهَا وَلَا يَحْيٰى ﴿٧٤﴾ وَمَنْ يَأْتِه۪ مُؤْمِنًا قَدْ عَمِلَ الصَّالِحَاتِ فَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمُ الدَّرَجَاتُ الْعُلٰىۙ ﴿٧٥﴾ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ وَذٰلِكَ جَزٰٓؤُ۬ا مَنْ تَزَكّٰى۟ ﴿٧٦﴾ ﴾
74-76. Şüphesiz ki, her kim Rabbinin huzuruna mücrim olarak çıkarsa, onun için mutlaka Cehennem vardır. Orada ne ölür, ne yaşar (ebedî olarak azap görür).* Her kim de Rabbinin huzuruna sâlih ameller işlemiş bir Mü’min olarak çıkarsa, onlar için de yüksek dereceler vardır.* Ve altlarından nehirler akan Adn Cennetleri vardır. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu da küfür ve mâsiyetten temizlenenlerin mükâfatıdır.
İzah: Cennet ve Cehennemin ebediliğine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَمَّا أَهْلُ النَّارِ الَّذِينَ هُمْ أَهْلُهَا فَإِنَّهُمْ لَا يَمُوتُونَ فِيهَا وَلَا يَحْيَوْنَ وَلَكِنْ نَاسٌ أَصَابَتْهُمْ النَّارُ بِذُنُوبِهِمْ أَوْ قَالَ بِخَطَايَاهُمْ فَأَمَاتَهُمْ إِمَاتَةً حَتَّى إِذَا كَانُوا فَحْمًا أُذِنَ بِالشَّفَاعَةِ فَجِيءَ بِهِمْ ضَبَائِرَ ضَبَائِرَ فَبُثُّوا عَلَى أَنْهَارِ الْجَنَّةِ ثُمَّ قِيلَ يَا أَهْلَ الْجَنَّةِ أَفِيضُوا عَلَيْهِمْ فَيَنْبُتُونَ نَبَاتَ الْحِبَّةِ تَكُونُ فِي حَمِيلِ. (م حم عن ابى سعيد)
Cehennem ehli olanlar, orada ne öldürülür, ne de diriltilir. Fakat işledikleri birtakım günahlardan dolayı Cehennem ateşi isâbet etmiş birtakım Müslümanlar vardır. İşte bir müddet azaptan sonra öldürülenler onlardır.[1] Onlar kömür hâline geldiklerinde kendilerine şefaat olunma izni çıkar. Onlar, bölük bölük getirilip Cennetin ırmaklarına dağıtılacaklardır. Sonra Cennetliklere: ″Ey Cennet ahâlisi! Bunlara bol su, Cennet sularından dökün″ denilecek. Sonra onlar, sel yatağında biten dereotları gibi yeniden biteceklerdir. Bunun üzerine oradaki topluluktan biri: ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, muhakkak çölde bulunmuş gibidir″[2] dedi.[3]
Adn Cennetleri hakkında da geniş bilgi için de Sûre-i Tevbe, Âyet 72 ve izahına bakınız.
[1] Müslümanların Cehennemde ölme olayı Allah’u Teâlâ’nın kâfirlere karşı Müslümanlara verdiği bir ayrıcalıktır. Belli bir azaptan sonra, onlara azâbı hissettirmemek içindir.
[2] Bu ifade, çölde susuz kalmış ve ölmek üzere olan birinin, suyu bulunca hayatının kurtulduğu gibi, Cehenneme düşen günahkar bir Müslüman da, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şefaatiyle oradan kurtulup Cennete girdirildiği için, Peygamberimiz de çölde bulunmuş su gibidir, demektir.
[3] Sahih-i Müslim, Îman 82 (306 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10655.
﴿ وَلَقَدْ اَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَسْرِ بِعِبَاد۪ي فَاضْرِبْ لَهُمْ طَر۪يقًا فِي الْبَحْرِ يَبَسًاۚ لَا تَخَافُ دَرَكًا وَلَا تَخْشٰى ﴿٧٧﴾ ﴾
77. Mûsâ’ya: ″Kullarımız İsrailoğulları ile beraber Mısır’dan gece çık git ve onlara denizde kuru bir yol aç. Firavun’un size yetişmesinden korkma ve (boğulacağız diye) endişe etme″ diye vahyettik.
İzah: Allah’u Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya Mısır’dan İsrailoğullarıyla beraber Kızıldeniz’e doğru yola çıkmasını ve âsâsını denize vurmasıyla denizin ikiye ayrılarak kuru bir yol açılacağını vahyetmiş ve öyle de olmuştur.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يَوْمُ عَاشُورَاءَ أُهْبِطَ عَلَى الْجُودِيِّ فَصَامَ نُوحٌ وَمَنْ مَعَهُ وَالْوَحْشُ شُكْرًا لِلّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ وَفِي يَوْمِ عَاشُورَاءَ أفْلَقَ اللّٰهُ الْبَحْرَ لِبَنِي إِسْرَائِيلَ وَفِى يَوْمِ عَاشُورَاءَ تَابَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ عَلَى آدَمَ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَعَلَى مَدِينَةِ يُونُسَ وَفِيهِ وُلِدَ اِبْرَاهِيمُ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (طب عن سعيد بن أبي راشد)
″Aşûre Günü Nûh’un gemisi Cudi Dağı’na indirildi. O gün Nûh ve yanındakiler, Allah’a şükür için oruçlu idiler. Allah’u Teâlâ, denizi İsrailoğulları için Aşûre Günü yardı. Aşûre Günü Allah’u Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’ın tevbesini ve Yunus’un kavminin tevbesini kabul etti. İbrâhim Aleyhisselâm da o gün doğdu.″[1]
[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 5407.
﴿ فَاَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ بِجُنُودِه۪ فَغَشِيَهُمْ مِنَ الْيَمِّ مَا غَشِيَهُمْۜ ﴿٧٨﴾ وَاَضَلَّ فِرْعَوْنُ قَوْمَهُ وَمَا هَدٰى ﴿٧٩﴾ ﴾
78-79. (Onların Mısır’dan gece çıktığını haber alan) Firavun da askerleriyle beraber onları tâkip etti. Deniz, Firavun ile askerinin üzerini kaplayarak onları gark etti.* Firavun, kavmini dalâlete düşürdü, doğru yola götürmedi.
﴿ يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓا ئ۪لَ قَدْ اَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ عَدُوِّكُمْ وَوٰعَدْنَاكُمْ جَانِبَ الطُّورِ الْاَيْمَنَ وَنَزَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰى ﴿٨٠﴾ كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَلَا تَطْغَوْا ف۪يهِ فَيَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَب۪يۚ وَمَنْ يَحْلِلْ عَلَيْهِ غَضَب۪ي فَقَدْ هَوٰى ﴿٨١﴾ ﴾
80-81. Ey İsrailoğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık ve size Tûr’un sağ tarafını vaad ettik. Size kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik.* Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temizlerinden yiyin. Bu hususta sakın haddi aşmayın. Yoksa gazabıma uğrarsınız. Gazabıma uğrayan kimse artık helâk olmuştur.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Size Tûr’un sağ tarafını vaad ettik″ diye geçen ifadeye, müfessirler trafından farklı farkı mânâlar verilmiştir. Bu âyete benzer olarak Sûre-i Kasas, Âyet 30’da da şöyle buyrulmuştur:
Mûsâ ateşe yaklaşınca, mübârek vâdinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle nidâ olundu: ″Yâ Mûsâ! Şüphesiz ki, âlemlerin Rabbi olan Allah Benim, Ben!″
Bu âyetlerde geçen sağ taraf ifadesi, yön belirtmek için mi, yoksa kutsaliyetinden dolayı mı böyle söylenmiştir, tam olarak bilinememektedir. En doğrusunu Allah’u Teâlâ bilir.
﴿ وَاِنّ۪ي لَغَفَّارٌ لِمَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا ثُمَّ اهْتَدٰى ﴿٨٢﴾ ﴾
82. Şüphesiz Ben, tevbe edip îman eden ve sâlih amelde bulunan, sonra da, bunlarda kararlı ve devamlı olan kimse için affediciyim.
İzah: Az da olsa ibâdetin devamlısının daha makbul olduğuna dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
يَا أَيُّهَا النَّاسُخُذُوا مِنَ الْأَعْمَالِ مَا تُطِيقُونَ فَإِنَّ اللّٰهَ لَايَمَلُّحَتَّىتَمَلُّواوَإِنَّ أَحَبَّ الْأَعْمَالِ إِلَى اللّٰهِ مَا دَامَ وَإِنْ قَلَّ (خ عن عائشة)
″Ey insanlar! Amellerden gücünüz yettiği kadar yapın. Çünkü Allah’u Teâlâ, siz usanmadıkça usanmaz. Allah’u Teâlâ’ya amellerin en sevgili olanı, azda olsa devamlı olanıdır.″[1]
[1] Sahih-i Buhârî, Libas 43.
﴿ وَمَٓا اَعْجَلَكَ عَنْ قَوْمِكَ يَا مُوسٰى ﴿٨٣﴾ قَالَ هُمْ اُو۬لَٓاءِ عَلٰٓى اَثَر۪ي وَعَجِلْتُ اِلَيْكَ رَبِّ لِتَرْضٰى ﴿٨٤﴾ قَالَ فَاِنَّا قَدْ فَتَنَّا قَوْمَكَ مِنْ بَعْدِكَ وَاَضَلَّهُمُ السَّامِرِيُّ ﴿٨٥﴾ فَرَجَعَ مُوسٰٓى اِلٰى قَوْمِه۪ غَضْبَانَ اَسِفًاۚ قَالَ يَا قَوْمِ اَلَمْ يَعِدْكُمْ رَبُّكُمْ وَعْدًا حَسَنًاۜ اَفَطَالَ عَلَيْكُمُ الْعَهْدُ اَمْ اَرَدْتُمْ اَنْ يَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَخْلَفْتُمْ مَوْعِد۪ي ﴿٨٦﴾ ﴾
83-86. ″Yâ Mûsâ! (Vaadleşilen yere[1] gelmek için) seni kavminden önce davranmaya sevk eden nedir?″ dedik.* Mûsâ da: ″İşte onlar da benim izimdeler. Yâ Rabbi! Senin rızân için acele ettim″ dedi.* Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Sen ayrıldıktan sonra kavmini imtihan ettik, Sâmirî onları dalâlete düşürdü.″* Bunun üzerine Mûsâ, öfkeyle ve üzüntülü olarak kavmine döndü. ″Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Yoksa çok zaman geçti de unuttunuz mu? Yoksa Rabbinizin gazabına uğramayı istediniz de mi, bana olan vaadinize muhalefette bulundunuz?″ dedi.
[1] Mûsâ Aleyhisselâm’ın, Allah’u Teâlâ ile kırk gün için vaadleştiği yer hakkında geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 51 ve izahına bakınız.
﴿ قَالُوا مَٓا اَخْلَفْنَا مَوْعِدَكَ بِمَلْكِنَا وَلٰكِنَّا حُمِّلْنَٓا اَوْزَارًا مِنْ ز۪ينَةِ الْقَوْمِ فَقَذَفْنَاهَا فَكَذٰلِكَ اَلْقَى السَّامِرِيُّۙ ﴿٨٧﴾ فَاَخْرَجَ لَهُمْ عِجْلًا جَسَدًا لَهُ خُوَارٌ فَقَالُوا هٰذَٓا اِلٰهُكُمْ وَاِلٰهُ مُوسٰى فَنَسِيَۜ ﴿٨٨﴾ اَفَلَا يَرَوْنَ اَلَّا يَرْجِعُ اِلَيْهِمْ قَوْلًاۙ وَلَا يَمْلِكُ لَهُمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا۟ ﴿٨٩﴾ ﴾
87-89. Onlar dediler ki: ″Sana olan vaadimize, kendi irâdemizle muhalefet etmedik. Fakat biz, Firavun’un kavminin ziynetinden birtakım ağırlıklar yüklenmiştik. İşte (vebâlinden kurtulmak için) onları ateşe attık. Aynı şekilde Sâmirî de yanındaki ağırlıkları attı.″* Sâmirî, bu ağırlıklardan onlara böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yaptı. Sâmirî ve ona tâbi olanlar: ″İşte sizin ve Mûsâ’nın ilâhı budur. Fakat (o bunu) unuttu″ dediler.* Onlar görmüyorlar mı ki, o buzağı ne sözlerine cevap verir, ne de onlar için bir fayda ve zarara muktedirdir.
İzah: İsrailoğulları, Kıptîlerden çaldıkları ziynet eşyalarını, aldık-larına pişman olmuşlar ve bunun vebalinden kurtulmak için de altın olan ziynet eşyalarını ateşe atmışlardı. Sâmirî de o ziynet eşyalarını eriterek altından bir buzağı heykeli yapmıştı. Bu sefer ziynet eşyalarının vebalinden kurtulmak isteyen İsrailoğulları, Sâmirî’nin o ziynet eşyalarından eriterek yaptığı buzağıya taptılar.
Bunlar, yaptıkları hırsızlıktan dolayı Allah’tan korkarak günahtan kaçınmışlar; fakat çok daha kötü bir iş işleyip buzağıya taparak şirke düşmüşlerdi.
Buna benzer bir hâdise İbn-i Ebî Nu’m Radiyallâhu anhu’dan şöyle anlatılmıştır:
كُنْتُ شَاهِدًا لِابْنِ عُمَرَ وَسَأَلَهُ رَجُلٌ عَنْ دَمِ الْبَعُوضِ فَقَالَ مِمَّنْ أَنْتَ فَقَالَ مِنْ أَهْلِ الْعِرَاقِ قَالَ انْظُرُوا إِلَى هَذَا يَسْأَلُنِي عَنْ دَمِ الْبَعُوضِ وَقَدْ قَتَلُوا ابْنَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَسَمِعْتُ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ هُمَا رَيْحَانَتَايَ مِنَ الدُّنْيَا (خ عن ابن ابى نعم)
Ben, İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’nın yanında hazır bulunuyordum. Bir adam ona sivrisineğin kanının hükmünü (elbiseye bulaşan bu kanın namaza bir zararının olup olmadığını) sordu. İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ ona: ″Sen hangi beldedensin?″ dedi. Adam: ″Ben Irak ehlindenim″ dedi. Bunun üzerine İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ dedi ki: Şu adama bakın! Bana sivrisineğin kanından soruyor! Halbuki bu Iraklılar vaktiyle Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in torununu öldürmüşlerdi.[1] Ben, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den işittim, O: ″Bu iki torunum (Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin), benim dünyâdan öpüp kokladığım iki reyhânımdır″ diye buyuruyordu.[2]
Sâmirî’nin altını eritip, sihirle ses çıkaran buzağı şeklinde bir heykel yapması ve İsrailoğullarının da ona tapması hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 51’in izahına bakınız.
[1] Hadiste, ″Iraklılar vaktiyle Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in torununu öldürmüşlerdi″ diye geçen ifadeden maksat şudur: Hz. Hüseyin Efendimiz, Yezid tarafından şehit edilmiştir. Ancak Iraklılar, Hz. Hüseyin Efendimizi Irak’a davet ederek ona her türlü desteği vereceklerini vaad etmişlerdi. Hz. Hüseyin Efendimiz Irak’a giderken Kerbelâda, Yezid tarafından muhasara edilmişti. Bu olayı tüm Irak halkı bildiği halde, Hz. Hüseyin Efendimize yardım etmeyip, seyirci kalmışlardı. Bu sebepten dolayı, bu hadiste Hz. Hüseyin Efendimiz Iraklılar tarafından öldürüldü, diye buyrulmuştur.
[2] Sahih-i Buhârî, Edeb 18; Sünen-i Tirmizî, Menâkib 25; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 5417.
﴿ وَلَقَدْ قَالَ لَهُمْ هٰرُونُ مِنْ قَبْلُ يَا قَوْمِ اِنَّمَا فُتِنْتُمْ بِه۪ۚ وَاِنَّ رَبَّكُمُ الرَّحْمٰنُ فَاتَّبِعُون۪ي وَاَط۪يعُٓوا اَمْر۪ي ﴿٩٠﴾ قَالُوا لَنْ نَبْرَحَ عَلَيْهِ عَاكِف۪ينَ حَتّٰى يَرْجِعَ اِلَيْنَا مُوسٰى ﴿٩١﴾ ﴾
90-91. Yemin olsun ki, Hârun onlara daha önce: ″Ey kavmim! Siz buzağıya tapmakla fitneye düştünüz. Şüphesiz ki Rabbiniz, Rahmân’dır. Bana tâbi olup emrime itaat edin″ dedi.* Onlar da dediler ki: ″Mûsâ, dönünceye kadar buzağıya tapmaya devam ederiz.″
﴿ قَالَ يَا هٰرُونُ مَا مَنَعَكَ اِذْ رَاَيْتَهُمْ ضَلُّواۙ ﴿٩٢﴾ اَلَّا تَتَّبِعَنِۜ اَفَعَصَيْتَ اَمْر۪ي ﴿٩٣﴾ قَالَ يَبْنَؤُ۬مَّ لَا تَأْخُذْ بِلِحْيَت۪ي وَلَا بِرَأْس۪يۚ اِنّ۪ي خَش۪يتُ اَنْ تَقُولَ فَرَّقْتَ بَيْنَ بَن۪ٓي ااِسْرَٓا ئ۪لَ وَلَمْ تَرْقُبْ قَوْل۪ي ﴿٩٤﴾ ﴾
92-94. Mûsâ dönünce, dedi ki: ″Ey Hârun! Buzağıya tapmakla dalâlete saptıklarını gördüğün vakit,* bana tâbi olmana mâni neydi? Yoksa emrime karşı mı geldin?″* Hârun da: ″Ey anamın oğlu! Benim sakalımı ve saçımı çekme. İsrailoğullarının arasını açtın ve sözüme riâyet etmedin demenden korktum″ dedi.
İzah: Hz. Mûsâ, kırk günlüğüne vaadleşilen yere gitmiş ve kardeşi Hz. Hârun’u yerine vekil tayin etmişti. Hz. Mûsâ gelinceye kadar, herkes Sâmirî’nin altından yaptığı buzağıya tapıyordu. Hz. Mûsâ gelip bunları görünce, bu olayın kardeşi Hz. Hârun’un ihmalinden kaynaklandığını ve gereken mücâdeleyi yapmadığını zannedip sinirlendi ve kardeşini sakalından ve saçından tutup sürüklemeye başladı. Hz. Hârun’un saçından tutulup sürüklenecek kadar uzun saçı vardı. Saç ve sakal, bütün Peygamberlerin sünnetidir.
Hz. Mûsâ’nın da uzun saçları olduğuna dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
صَلَّى فِى مَسْجِدِ الْخَيْفِ سَبْعُونَ نَبِيًّا مِنْهُمْ مُوسَى فَكَأَنِّى أَنْظُرُ اِلَيْهِ وَعَلَيْهِ عَبَائِيَّتَانِ قُطْوَانِيَّتانِ وَهُوَ مُحْرِمٌ عَلَى بَعِيرٍ مِنْ اِبِلِ شَنُؤَةٍ مَخْطُومِ الخِطَامِ لِيفٍ وَلَهُ ضَفِيرَتَانِ (طب كر عن ابن عباس)
″Mescid-i Havf’ta[1] namaz kıl. Zîrâ orada yetmiş Peygamber namaz kılmıştır. İçlerinde ihramlı olduğu halde Mûsâ da vardı. Sanki kendisini şu an, üzerinde iki pamuk abası ihram olduğu ve Şenua Kabilesi’nin, ağzına liften yular vurulmuş develerinden bir devenin üstünde saçları örgülü bir halde görüyorum.″[2]
Aynı şekilde diğer Peygamberlerin de saçlarının uzun olduğu ve saç uzatmanın sünnet olduğuna dair geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 150 ve izahına bakınız.
[1] Mescid-i Havf: Mina’nın Şam tarafında Cemre-i Ûlâ’nın güneyindedir. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem hac yaptığında buraya çadır kurmuş idi.
[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 12116; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 307/12.
﴿ قَالَ فَمَا خَطْبُكَ يَا سَامِرِيُّ ﴿٩٥﴾ قَالَ بَصُرْتُ بِمَا لَمْ يَبْصُرُوا بِه۪ فَقَبَضْتُ قَبْضَةً مِنْ اَثَرِ الرَّسُولِ فَنَبَذْتُهَا وَكَذٰلِكَ سَوَّلَتْ ل۪ي نَفْس۪ي ﴿٩٦﴾ ﴾
95-96. Mûsâ: ″Ey Sâmirî! Sen niçin böyle yaptın?″ dedi.* Sâmirî de: ″Ben, onların görmedikleri bir şeyi gördüm. Resûlün (Cebrâil’in) izinden (atının bastığı yerden) bir avuç toprak aldım ve onu erimiş altınların üzerine bıraktım. İşte böyle, bunu bana nefsim hoş gösterdi″ dedi.
İzah: Sâmirî’nin altından buzağıyı nasıl yaptığına dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:
Firavun ve ordusu, Mûsâ Aleyhisselâm ve İsrailoğullarını tâkip ederken denize varınca, Firavun denizin ikiye yarıldığını görmüş, tehlikeyi sezerek denize girmemiş ve askerlerini göndermiştir. Bunun üzerine Cebrâil Aleyhisselâm, bir dişi atla gelerek Firavun’un atının denize girmesine sebep olmuştur. Şöyle ki, Cebrâil Aleyhisselâm’ın atının dişi olması nedeniyle Firavun’un erkek atı, o dişi atın peşinden gitmiş ve böylece Firavun’un atını durdurmak için yaptığı bütün çabalar boşa gitmiştir.[1] Bu arada Sâmirî de, Cebrâil Aleyhisselâm’ın atının ayağının izinden bir avuç toprak alıp saklamış, daha sonra açılan denizin tekrar kavuşmasıyla, Firavun ve askerleri helâk olmuştur.
Mûsâ Aleyhisselâm, Allah’u Teâlâ ile vaadleştiği kırk günlüğüne gittiğinde[2] Sâmirî, Cebrâil Aleyhisselâm’ın atının izinden aldığı toprağı, erittiği altının içine karıştırarak sihirle ses çıkaran altından olan bir buzağı yaptı.
[1] Bu olayın tafsilatı hakkında Sûre-i Şuarâ, Âyet 63-66’nın izahına bakınız.
[2] Bu hususta bakınız: Sûre-i Bakara, Âyet 51.
﴿ قَالَ فَاذْهَبْ فَاِنَّ لَكَ فِي الْحَيٰوةِ اَنْ تَقُولَ لَا مِسَاسَۖ وَاِنَّ لَكَ مَوْعِدًا لَنْ تُخْلَفَهُۚ وَانْظُرْ اِلٰٓى اِلٰهِكَ الَّذ۪ي ظَلْتَ عَلَيْهِ عَاكِفًاۜ لَنُحَرِّقَنَّهُ ثُمَّ لَنَنْسِفَنَّهُ فِي الْيَمِّ نَسْفًا ﴿٩٧﴾ ﴾
97. Mûsâ, Sâmirî’ye dedi ki: ″Aramızdan çık. Hayatın boyunca her tesadüf ettiğin kimseye, ″Bana dokunma″ demen cezân olsun. Âhirette de sana, kaçıp kurtulamayacağın, vaad edilmiş bir azap vardır. Bütün gün ibâdet ettiğin ilâhına bak! Biz onu nasıl yakacağız ve sonra külünü denize savuracağız.″
İzah: Rivâyete göre, Mûsâ Aleyhisselâm, Sâmirî’yi öldürmek istedi. Fakat Allah’u Teâlâ: ″Onu öldürme, çünkü o cömert birisidir″ buyurdu. Mûsâ Aleyhisselâm da Sâmirî’yi kovdu. Bundan sonra Sâmirî, çölde dolaşmaya başladı ve birini gördüğü zaman da, ″Bana dokunma″ diye bağırırdı. Bir kimse ona dokunursa da, ikisi birden hasta olurdu.
﴿ اِنَّمَٓا اِلٰهُكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ وَسِعَ كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًا ﴿٩٨﴾ ﴾
98. Sizin ilahınız ancak O Allah’tır ki, O’ndan başka ilah yoktur. O, her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.
﴿ كَذٰلِكَ نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْبَٓاءِ مَا قَدْ سَبَقَۚ وَقَدْ اٰتَيْنَاكَ مِنْ لَدُنَّا ذِكْرًاۚ ﴿٩٩﴾ مَنْ اَعْرَضَ عَنْهُ فَاِنَّهُ يَحْمِلُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وِزْرًاۙ ﴿١٠٠﴾ خَالِد۪ينَ ف۪يهِۜ وَسَٓاءَ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ حِمْلًاۙ ﴿١٠١﴾ ﴾
99-101. Ey Resûlüm! İşte böylece Biz sana, geçmişlerin haberlerinin bir kısmını anlatıyoruz. Şüphesiz Biz sana, katımızdan bir kitap verdik.* Her kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz o, mahşer günü büyük bir vebâl yüklenecektir (şiddetli azâba uğrayacaktır).* O gibiler, azapta ebedî kalacaklardır. Mahşer günü, onların yükleri ne kötüdür.
﴿ يَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِ وَنَحْشُرُ الْمُجْرِم۪ينَ يَوْمَئِذٍ زُرْقًاۚ ﴿١٠٢﴾ يَتَخَافَتُونَ بَيْنَهُمْ اِنْ لَبِثْتُمْ اِلَّا عَشْرًا ﴿١٠٣﴾ نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَقُولُونَ اِذْ يَقُولُ اَمْثَلُهُمْ طَر۪يقَةً اِنْ لَبِثْتُمْ اِلَّا يَوْمًا۟ ﴿١٠٤﴾ ﴾
102-104. O gün ki, Sûr’a üflenir ve o gün mücrimleri gök gözlü olarak haşrederiz.* Onlar aralarında gizli konuşarak: ″Dünyâda on günden fazla kalmadınız″ derler.* Onların daha fazla akıl sahibi olanı: ″Bir günden fazla kalmadınız″ dediği vakit, ne söylediklerini Biz biliriz.
İzah: Kıyâmet, İsrâfil Aleyhisselâm’ın Sûr’a üflemesiyle kopacaktır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
حِينَ بُعِثَ إِلَيَّ بُعِثَ إِلَى صَاحِبِ الصُّوَرِ فَأَهْوَى بِهِ إِلَى فِيهِ وَقَدَّمَ رِجْلا وَأَخَّرَ أُخْرَى يَنْتَظِرُ مَتَى يُؤْمَرُ فَيَنْفُخَ أَلا فَاتَّقُوا النَّفْخَةَ (احياء علوم الدين عن ابى عمران)
″Ben, Peygamber olarak gönderildiğimde, Sûr’un sahibine de Sûr verildi. Onu ağzına aldı, bir ayağı ileride, bir ayağı geride Sûr’a üfleyeceği zamanı beklemektedir. Aman! Sûr’un üflenilmesinden, onun dehşetinden Allah’a sığının.″[1]
Sûr hakkında Abdullah b. Amr b. el-As Radiyallâhu anhu‘dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
جَاءَ أَعْرَابِيٌّ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ مَا الصُّورُ قَالَ قَرْنٌ يُنْفَخُ فِيهِ (ت عن عمرو بن العاص)
Bir bedevî, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek, ″Sûr nedir?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″İçine üflenen bir boynuzdur.″[2]
[1] İmam Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 4, s. 917; Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 8.
[2] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 5.
﴿ وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْجِبَالِ فَقُلْ يَنْسِفُهَا رَبّ۪ي نَسْفًاۙ ﴿١٠٥﴾ فَيَذَرُهَا قَاعًا صَفْصَفًاۙ ﴿١٠٦﴾ لَا تَرٰى ف۪يهَا عِوَجًا وَلَٓا اَمْتًا ﴿١٠٧﴾ يَوْمَئِذٍ يَتَّبِعُونَ الدَّاعِيَ لَا عِوَجَ لَهُۚ وَخَشَعَتِ الْاَصْوَاتُ لِلرَّحْمٰنِ فَلَا تَسْمَعُ اِلَّا هَمْسًا ﴿١٠٨﴾ ﴾
105-108. Ey Resûlüm! Sana dağların ne olacağını sorarlar. De ki: ″Rabbim onları kum gibi savuracak,* yerlerini dümdüz, boş bir halde bırakacak.″* Artık orada ne bir çukur, ne de bir tümsek görebilirsin.* O gün halk, hiçbir tarafa sapmadan kendilerini mahşere dâvet edene tâbi olurlar ve sesler, Rahmân’ın heybetinden kısılmıştır. Artık hafif bir sesten başkasını işitemezsin.
İzah: Kıyâmetten sonra bütün insanlar, kendilerini mahşerde toplanmaya çağıran Allah’ın dâvetçisine uyacaklar ve onun dâvetinden kaçamayacaklardır. O gün Rahman olan Allah’ın huzurunda bütün sesler kısılacak, fısıltıdan veya ayak seslerinden başka bir şey işitilmez olacaktır.
﴿ يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ اِلَّا مَنْ اَذِنَ لَهُ الرَّحْمٰنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا ﴿١٠٩﴾ ﴾
109. O gün şefaat fayda vermez. Ancak Rahmân‘ın kendilerine izin verdiği ve sözünden râzı olduğu kimseler müstesnâ.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’ye göre, Allah’ın izin verdiği ve sözünden râzı olduğu kimselere mahşerde şefaat etme yetkisi verilecektir. Nitekim bu hususta çok sayıda Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif vardır. Bunlardan bâzıları şöyledir:
Sûre-i Bakara, Âyet 255:
″… O’nun izni olmadıkça, O‘nun katında kimse şefaat edemez…″
Sûre-i Yûnus, Âyet 3:
″… O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez...″
Sûre-i Meryem, Âyet 87:
″O gün, Rahmân’ın katında Allah’tan izin alandan başka, hiçbir kimse şefaat etme hakkına sahip olmayacaktır.″
Sûre-i Sebe, Âyet 23:
Allah katında, O’nun izin verdiklerinden başkasının şefaati fayda vermez. Nihâyet kalplerinden korku giderilince, şefaat edilecekler şefaatçilere: ″Rabbiniz şefaat hakkında ne buyurdu?″ derler. Şefaatçiler de: ″Hakkı″ buyurdu (Allah’u Teâlâ, sizlere şefaat etmemiz için izin verdi) derler. O, çok yücedir ve çok büyüktür.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَنَا سَيِّدُ وَلَدِ آدَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَأَوَّلُ مَنْ يَنْشَقُّ عَنْهُ الْقَبْرُ وَأَوَّلُ شَافِعٍ وَأَوَّلُ مُشَفَّعٍ (م د ت عن ابى هريرة)
″Allah katında Âdemoğlunun Efendisi benim. Kabri ilk yarılarak kabrinden çıkan kimse benim. Mahşer günü ilk şefaat edecek ve şefaatı kabul edilecek olan benim.″[1]
Sûre-i İsrâ, Âyet 79’da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bahşedilen ″Makâm-ı Mahmud″ da şefaat makâmıdır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
أَنَا سَيِّدُ وَلَدِ آدَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَا فَخْرَ وَبِيَدِي لِوَاءُ الْحَمْدِ وَلَا فَخْرَ وَمَا مِنْ نَبِيٍّ يَوْمَئِذٍ آدَمَ فَمَنْ سِوَاهُ إِلَّا تَحْتَ لِوَائِي وَأَنَا أَوَّلُ مَنْ تَنْشَقُّ عَنْهُ الْأَرْضُ وَلَا فَخْرَ قَالَ فَيَفْزَعُ النَّاسُ ثَلَاثَ فَزَعَاتٍ فَيَأْتُونَ آدَمَ فَيَقُولُونَ أَنْتَ أَبُونَا آدَمُ فَاشْفَعْ لَنَا إِلَى رَبِّكَ ... (ت عن ابى سعيد)
″Mahşer gününde Âdemoğullarının Efendisi benim. Bunu övünmek için söylemiyorum, hakikat budur. Livâh’ul-Hamd Sancağı benim elimdedir. Bunu övünmek için söylemiyorum, hakikat budur. Gerek Âdem ve gerek başkası, her Peygamber o gün benim sancağımın altında olacaktır. Kabrinden ilk çıkan insan da benim. Bunu da övünmek için söylemiyorum, hakikat budur.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla şöyle buyurdu:
- Sonra insanlar (mahşer meydanında) üç büyük korku geçirecektir. Âdem’e gelerek, ″Sen bizim atamız Âdem’sin, Rabbinin katında bize şefaat et″ derler. O da: ″Ben bir günah işledim ki, bu sebeple yeryüzüne indirildim. Siz Nûh’a gidin″ der. Onlar, Nûh’a gelirler. O da: ″Ben dünyâ halkına ağır bir bedduâ ettim ve bu yüzden helâk oldular. Siz İbrâhim’e gidin″ der. Onlar, İbrâhim’e gelirler. O da der ki: ″Şüphesiz ben, üç kere yalan söyledim. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Bunlardan hiçbir yalan yoktur ki, İbrâhim onunla Allah’ın dînini savunmamış olsun″ buyurdu. Siz Mûsâ’ya gidin″ der. Sonra Mûsâ’ya gelirler. O da: ″Ben, bir adam öldürdüm. Siz Îsâ’ya gidin″ der. Onlar, Îsâ’ya gelirler. O da: ″Allah’tan başka bana ibâdet edildi. Siz Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gidin″ der. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
″Bunun üzerine bana gelirler ve ben onlarla birlikte kalkıp giderim.″ Enes Radiyallâhu anhu dedi ki: ″Sanki ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bakıyorum.″ O buyurdu ki:
- Cennet kapısının halkasını tutacak ve tıkırdatacağım. ″Kim o?″ diye sorulur. ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem″ denilir. Bana kapıyı açarlar ve merhaba derler. Ben secdeye kapanırım. Allah’u Teâlâ bana, nasıl hamd ve senâ edeceğimi ilham eder ve sonra bana şöyle denilir: ″Başını kaldır ve dile, dilediğin sana verilecek. Şefaat et, şefaatin kabul edilecek. Söyle, sözün dinlenecek. İşte Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i İsrâ, Âyet 79’da: ″… Rabbin seni Makâm-ı Mahmud’a ulaştırsın″ diye buyrulan Makâm-ı Mahmud budur.[2]
Bu Hadis-i Şerif’te de geçtiği üzere Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem râzı oluncaya kadar kendisine şefaat etme izni verilecektir. Nitekim Sûre-i Duhâ, Âyet 5’te Allah’u Teâlâ: ″Elbette Rabbin sana, sen râzı oluncaya kadar verecektir″ diye buyurmuştur.[3]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لِكُلِّ نَبِىٍّ دَعْوَةٌ مُسْتَجَابَةٌ فَتَعَجَّلَ كُلُّ نَبِىٍّ دَعْوَتَهُ وَاِنِّى أَخْتَبَأْتُ دَعْوَتِى شَفَاعَةً لِأُمَّتِى يَوْمَ الْقِيَامَةِ. (خ م ت عن ابى هريرة وهو متواتر)
″Her Peygamberin Allah katında kabul edilecek bir duâsı vardır. Her Peygamber, o duâyı yapmakta acele etti. Ben ise, bu duâmı mahşer gününde ümmetime şefaat olarak kullanmak üzere sakladım.″[4]
Ayrıca şehitlerin ve âlimlerin şefaat edeceklerine dair de çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَوَّلُ مَنْ يَشْفَعُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ اَلْاَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْعُلَمَاءُ ثُمَّ الشُّهَدَاءُ. (خط عن عثمان)
″Mahşer gününde en evvel şefaat eden Peygamberlerdir, sonra âlimlerdir, sonra şehitlerdir.″[5]
Nakledildiğine göre, Abdullah b. Şakik Radiyallâhu anhu da şöyle buyurmuştur:
Bir grupla beraber Kudüs’te idim. Bunlardan biri şöyle dedi: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim:
يَدْخُلُ الْجَنَّةَ بِشَفَاعَةِ رَجُلٍ مِنْ أُمَّتِي أَكْثَرُ مِنْ بَنِي تَمِيمٍ قِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ سِوَاكَ قَالَ سِوَايَ فَلَمَّا قَامَ قُلْتُ مَنْ هَذَا قَالُوا هَذَا ابْنُ أَبِى الْجَذْعَاءِ. (ت عن عبد اللّٰه بن شقيق)
″Ümmetimden bir adamın şefaatiyle Temimoğullarından daha çok kişi Cennete girecektir.″ ″Yâ Resûlallah! Sizin şefaatinizden başka mı?″ denilince, ″Benim şefaatimden başka″ buyurdu.[6]
Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اِنَّ مِنْ أُمَّتِى مَنْ يَشْفَعُ لِلْفِئَامِ مِنَ النَّاسِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَشْفَعُ لِلْقَبِيلَةِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَشْفَعُ لِلْعَصَبَةِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَشْفَعُ لِلرَّجُلِ حَتَّى يَدْخُلُوا الْجَنَّةَ. (ت عن ابى سعيد)
″Ümmetim içinde, insanlardan büyük cemaatlere şefaat edecek kişiler vardır. Onlardan kimi bir kabileye, kimi bir zümreye, kimi de bir kişiye şefaat edecek ve neticede bunlar Cennete gireceklerdir.″[7]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
اِذَا اجْتَمَعَ الْعَالِمُ وَالْعَابِدُ عَلَى الصِّرَاطِ قِيلَ لِلْعَابِدِ: اُدْخُلِ الْجَنَّةَ وَتَنَعَّمْ بِعِبَادَتِكَ وَقِيلَ لِلْعَالِمِ قِفْ هَهُنَا فَاشْفَعْ لِمَنْ أَحْبَبْتَ فَاِنَّكَ لَا تَشْفَعُ لِاَحَدٍ اِلَّا شُفِّعْتَ فَقَامَ مَقَامَ الْانْبِيَاءِ. (أبو الشيخ و الديلمى عن ابن عباس)
Âlim ve âbidler sırat köprüsüne geldikleri zaman âbid olana: ″Haydi, yaptığın ibâdetlerin karşılığı olarak Cennete gir ve nîmetleriyle nîmetlen″ denilir. Âlim olana de denilir ki: ″Sen burada dur, sevdiğin kimselere şefaat et (onlar senden dünyâ da iken şefaat umarlardı). Çünkü senin şefaatin büyüktür. Kime şefaat edersen şefaatin kabul edilecek.″ Ve bu şekilde âlimler, Peygamber makâmında olacaklardır.[8]
Şehitlerin şefaatine dair de Nimran b. Utbe ez-Zimârî Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
Biz, Ümmü’d-Derdâ’nın yanına girdik ve hepimiz yetim idik. Ümmü’d-Derdâ bizi görünce, dedi ki:
أَبْشِرُوا فَإِنِّي سَمِعْتُ أَبَا الدَّرْدَاءَ يَقُولُ قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُشَفَّعُ الشَّهِيدُ فِي سَبْعِينَ مِنْ أَهْلِ بَيْتِهِ (د عن نمران بن عتبة الذمارى)
- Size müjdeler olsun! Çünkü ben Ebu’d-Derdâ’yı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Şehit, ailesinden yetmiş kişiye şefaat edecektir″ diye buyurdu, derken işittim.[9]
Şefaati inkar eden kimseler hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
شَفَاعَتِى يَوْمَ الْقِيَامَةِ حَقٌّ فَمَنْ لَمْ يُؤْمِنْ بِهَا لَمْ يَكُنْ مِنْ أَهْلِهَا (ابن منيع عن زيد بن أرقم وبضعة عشر من الصحابة)
″Mahşer günü, şefaatim haktır. Kim şefaatimin hak olduğuna inanmazsa, şefaat edilecek kimselerden olmayacaktır.″[10]
[1] Sahih-i Müslim, Fedâil 2 (3 Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 12; Sünen-i Tirmizî, Menâkib 3.
[2] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 2.
[3] Tercüme-i Tefsir-i Tibyan, c. 4, s 355.
[4] Sahih-i Buhârî, Daavât 1; Sahih-i Müslim, Îman, 86 (296 Sünen-i Tirmizî, Daavât 141.
[5] Muhtar’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 1392; Kenz’ul-İrfan, Hadîs No: 327, 331; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 28770.
[6] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 11; Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 37.
[7] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 11.
[8] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 24/12.
[9] Sünen-i Ebû Dâvud, Cihat 26.
[10] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 39059.
﴿ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُح۪يطُونَ بِه۪ عِلْمًا ﴿١١٠﴾ وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَيِّ الْقَيُّومِۜ وَقَدْ خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْمًا ﴿١١١﴾ وَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا يَخَافُ ظُلْمًا وَلَا هَضْمًا ﴿١١٢﴾ ﴾
110-112. İnsanların, önceki ve sonraki hallerini Allah’u Teâlâ bilir. Onlar ise, O’nu ilmen kuşatamazlar.* Yüzler, Hayy ve Kayyûm olan Allah’a boyun eğmiştir. Zulmü yüklenmiş olan, muhakkak hüsrâna uğramıştır.* Mü’min olarak sâlih ameller işleyenler ise, ne haksızlığa uğramaktan, ne de sevabının eksilmesinden korkar.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Onlar ise, O’nu ilmen kuşatamazlar″ diye buyrulmaktadır. Yani insanlar, kendi bilgileriyle Allah’ın zâtını bilemezler. Allah’ın bildiklerini de bilemez ve ilimine de akıl erdiremezler, demektir.
Yine Âyet-i Kerîme’de geçen, ″Hayy ve Kayyûm″ ifadeleri; Allah’u Teâlâ‘nın Esmâ’ül-Hüsnâ‘sındandır. Hayy: Diri olmak, yani hayatı ezelî ve ebedîdir. Kayyûm da: Bütün mükevvenâtın halk ve tedbiri, muhafazası O‘na aittir, demektir.
﴿ وَكَذٰلِكَ اَنْزَلْنَاهُ قُرْاٰنًا عَرَبِيًّا وَصَرَّفْنَا ف۪يهِ مِنَ الْوَع۪يدِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ اَوْ يُحْدِثُ لَهُمْ ذِكْرًا ﴿١١٣﴾ ﴾
113. İşte böylece Biz onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik. Ve Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar, yahut onlara bir öğüt olsun diye Kur’ân‘da bâzı tehtitleri tekrar tekrar beyan ettik.
﴿ فَتَعَالَى اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّۚ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْاٰنِ مِنْ قَبْلِ اَنْ يُقْضٰٓى اِلَيْكَ وَحْيُهُۘ وَقُلْ رَبِّ زِدْن۪ي عِلْمًا ﴿١١٤﴾ ﴾
114. Gerçek hükümdar olan Allah, çok yücedir. Ey Habîbim! Vahiy tamamlanıncaya kadar, Kur’ân‘ı okumakta acele etme. ″Yâ Rabbi! Benim ilmimi artır″ de.
İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in vahiy tamamlanıncaya kadar, Kur’ân’ı okumakta acele etmemesi hakkında Allah’u Teâlâ Sûre-i Kıyâmet 16-19’da da şöyle buyurmuştur:
″Ey Resûlüm! Onu (Kur’ân’ı) acele almak için dilini kımıldatma.* Şüphesiz onu (kalbinde) toplamak da, onu okutmak da Bize aittir.* O halde, Biz onu (Cebrâil vâsıtasıyla) okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu tâkip et.* Sonra onu açıklamak da Bize aittir.″
Bu âyetler hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ der ki:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e vahiy geldiğinde, onu ezberlemek gayesiyle çok titizlik gösterdiği için sıkıntıya düşerdi. Cebrâil Aleyhisselâm her âyeti okuduğunda, o da hemen onunla beraber okurdu. Allah’u Teâlâ bunun üzerine bu ve benzeri âyetleri indirdi ve onun sıkıntıya düşmemesini, kendisinin kalbine onu yerleştireceğini ve bu nedenle vahyi alırken acele etmemesini emretti.[1]
[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 71; Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Vahy 4.
﴿ وَلَقَدْ عَهِدْنَٓا اِلٰٓى اٰدَمَ مِنْ قَبْلُ فَنَسِيَ وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْمًا۟ ﴿١١٥﴾ وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ اَبٰى ﴿١١٦﴾ ﴾
115-116. Yemin olsun ki Biz, evvelce Âdem’e (menedilen ağaçtan yememesini) emretmiştik. O ise unuttu. Biz, onda bir azim (sebât) bulmadık.* Ey Resûlüm! Zikret o vakti ki, meleklere: ″Âdem‘e secde edin″ demiştik. Onlar da hemen secde ettiler. Ancak İblis secde etmekten kaçındı.
İzah: İblis’in kibri hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِيَّاكُمْ وَالْكِبْرَ فَإِنَّ إِبْلِيسَ حَمَلَهُ الْكِبْرُ عَلَى أَنْ لا يَسْجُدَ لآدَمَ وَإِيَّاكُمْ وَالْحِرْصَ فَإِنَّ آدَمَ حَمَلَهُ الْحِرْصُ عَلَى أَنْ أَكَلَ مِنَ الشَّجَرَةِ وَإِيَّاكُمْ وَالْحَسَدَ فَإِنَّ ابْنَيْ آدَمَ إِنَّمَا قَتَلَ أَحَدُهُمَا صَاحِبَهُ حَسَدًا (ابن عساكر عن ابن مسعود)
″Kibirden sakının. Şüphesiz ki kibir, şeytanı Âdem’e secde etmemeye sevk etmiştir. Hırstan da sakının. Zîrâ hırs, Âdem’i mâlum ağaçtan yemeğe sevk etmiştir. Hasetten de sakının. Zîrâ Âdem’in iki oğlundan biri kardeşini ancak haset sebebiyle öldürmüştür. İşte bunlar her hatânın aslıdır.″[1]
[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 173/5.
﴿ فَقُلْنَا يَٓا اٰدَمُ اِنَّ هٰذَا عَدُوٌّ لَكَ وَلِزَوْجِكَ فَلَا يُخْرِجَنَّكُمَا مِنَ الْجَنَّةِ فَتَشْقٰى ﴿١١٧﴾ اِنَّ لَكَ اَلَّا تَجُوعَ ف۪يهَا وَلَا تَعْرٰىۙ ﴿١١٨﴾ وَاَنَّكَ لَا تَظْمَؤُ۬ا ف۪يهَا وَلَا تَضْحٰى ﴿١١٩﴾ ﴾
117-119. Biz, Âdem’e şöyle dedik: ″Yâ Âdem! Bu şeytan, sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizin Cennetten çıkarılmanıza vesîle olmasın, sonra sıkıntıya düşersin.* Şüphesiz senin için Cennette acıkmak da yoktur, çıplak kalmak da yoktur.* Şüphesiz ki, sen orada susamazsın ve güneşin hararetine uğramazsın.″
﴿ فَوَسْوَسَ اِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَٓا اٰدَمُ هَلْ اَدُلُّكَ عَلٰى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَا يَبْلٰى ﴿١٢٠﴾ فَاَكَلَا مِنْهَا فَبَدَتْ لَهُمَا سَوْاٰتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِنْ وَرَقِ الْجَنَّةِۘ وَعَصٰٓى اٰدَمُ رَبَّهُ فَغَوٰىۖ ﴿١٢١﴾ ثُمَّ اجْتَبٰيهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدٰى ﴿١٢٢﴾ ﴾
120-122. Nihâyet şeytan ona vesvese verdi: ″Yâ Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayacak bir mülkü göstereyim mi?″ dedi.* Bunun üzerine Âdem ve Havva, o menedilen ağaçtan yediler. Hemen ayıp yerleri kendilerine açılıverdi ve Cennet yaprağından üzerlerine örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine âsi oldu da şaşırdı kaldı.* Sonra Rabbi onu (Peygamber olarak) seçti, tevbesini kabul etti ve ona hidâyet etti.
İzah: İblis, onlara yemin ederek yalan söyleyip, Allah’ın yasakladığı o ağaçtan yemedikleri takdirde, Cennetten kovularak öleceklerini söyledi. O zamana kadar Cennet-i A’lâ’da yalan yere yemin edilmemişti. Bu sebeple Hz. Âdem ile Hz. Havva, kendilerine menedilen o ağaçtan, şeytanın verdiği vesveseyle yediler, böylece Cennetten kovuldular ve yeryüzüne indirildiler. Hatâyı kendilerinde bulup çok yalvardılar ve sonunda Allah’u Teâlâ onların tevbelerini kabul etti. Bunlar, yeryüzünde bir müddet yaşadıktan sonra öldüler. Böylece İblis’in onlara söylediğinin tam tersi bir durum meydana geldi.
﴿ قَالَ اهْبِطَا مِنْهَا جَم۪يعًا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّۚ فَاِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنّ۪ي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقٰى ﴿١٢٣﴾ ﴾
123. Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Birbirinize düşman olarak hepiniz Cennetten inin. Benden size hidâyet (Kitap ve Resuller) geldiğinde, her kim hidâyetime tâbi olursa, artık ne sapıtır, ne de sıkıntıya düşer.″
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Birbirinize düşman olarak hepiniz Cennetten inin″ ifadesinden maksat şudur ki; Âdemoğlu ile İblis, yeryüzünde kıyâmete kadar birbirlerinin düşmanıdırlar.
Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Yûsuf, Âyet 5’te şöyle buyurmuştur: ″Şüphesiz ki şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.″
Yine Âyet-i Kerîme’nin devamında Allah’u Teâlâ: ″Benden size hidâyet (Kitap ve Resuller) geldiğinde, her kim hidâyetime tâbi olursa, artık ne sapıtır, ne de sıkıntıya düşer″ diye buyurmaktadır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
قَالَ إِبْلِيسُ لِرَبِّهِ: يَا رَبِّ قَدْ أُهْبِطَ آدَمُ وَقَدْ عَلِمْتُ أَنَّهُ سَيَكُونُ كِتَابٌ وَرُسُلٌ، فَمَا كِتَابُهُمْ وَرُسُلُهُمْ؟ قَالَ: قَالَ رُسُلُهُمْ: الْمَلَائِكَةُ وَالنَّبِيُّونَ مِنْهُمْ، وَكُتُبُهُمْ: التَّوْرَاةُ وَالزَّبُورُ وَالإِنجيلُ وَالْفُرْقَانُ، قَالَ: فَمَا كِتَابِي؟ قَالَ: كِتَابُكَ: الْوَشْمُ، وَقُرآنُكَ: الشِّعْرُ، وَرُسُلُكَ: الْكَهَنَةُ، وَطعامُكَ: مَا لا يُذْكَرُ اسْمُ اللَّهِ عَلَيْهِ، وَشَرابُكَ: كُلُّ مُسْكِرٍ، وَصِدْقُكُ: الْكَذِبُ، وَبيتُكَ: الْحَمَّامُ، وَمصائدُكَ: النِّسَاءُ، وَمُؤَذِّنُكَ: الْمِزْمارُ، وَمَسْجِدُكَ: الأَسْوَاقُ (طب عن ابن عباس)
İblis, Rabbi Teâlâ’ya: ″Yâ Rabbi! Âdem yeryüzüne indirildi. İnsanlara, Kitap ve Resuller geleceğini biliyorum. Onların Kitapları ve Resulleri nedir?″ diye sordu. Allah’u Teâlâ: ″Resulleri, melekler ve Peygamberlerdir. Kitapları, Tevrat, İncil, Zebur ve Furkân’dır″ cevabını verince İblis: ″Peki, benim kitabım nedir?″ diye sordu. Allah’u Teâlâ: ″Kitabın vücuda yapılan dövmelerdir. Kıraatin şiir, elçilerin kâhinler, yemeğin Allah’ın adı zikredilmeden kesilen hayvanlar, içeceğin sarhoşluk veren her şey, konuşman yalan, evin hamamlar, avlandığın silahların kadınlar, müezzinin çalgı, mescidin ise çarşılardır″ buyurdu.[1]
[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 11018.
﴿ وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى ﴿١٢٤﴾ قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَن۪ٓي اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَص۪يرًا ﴿١٢٥﴾ قَالَ كَذٰلِكَ اَتَتْكَ اٰيَاتُنَا فَنَس۪يتَهَاۚ وَكَذٰلِكَ الْيَوْمَ تُنْسٰى ﴿١٢٦﴾ ﴾
124-126. Ve her kim Benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun için (dünyâda) dar bir geçim vardır. Mahşer gününde de onu kör olarak haşrederiz.* O kimse: ″Ya Rabbi! Ben dünyâda gören bir kimse iken, niçin beni kör olarak haşrettin″ der.* Allah’u Teâlâ da buyurur ki: ″İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi de sen onları unuttun (görmemezlikten geldin). Bugün de sen öylece unutulursun.″
﴿ وَكَذٰلِكَ نَجْز۪ي مَنْ اَسْرَفَ وَلَمْ يُؤْمِنْ بِاٰيَاتِ رَبِّه۪ۜ وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَشَدُّ وَاَبْقٰى ﴿١٢٧﴾ ﴾
127. Haddi aşan ve Rabbinin âyetlerine îman etmeyen kimseleri işte böyle cezâlandırırız. Âhiret azâbı ise, elbette daha şiddetli ve daha devamlıdır.
﴿ اَفَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ يَمْشُونَ ف۪ي مَسَاكِنِهِمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي النُّهٰى۟ ﴿١٢٨﴾ ﴾
128. Kendilerinden önce helâk ettiğimiz nice nesiller, müşrikleri hâlâ doğru yola iletmedi mi? Halbuki kendileri onların yurtlarında dolaşıp durmaktadırlar. Şüphesiz bunda, akıl sahipleri için elbette deliller vardır.
﴿ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَكَانَ لِزَامًا وَاَجَلٌ مُسَمًّىۜ ﴿١٢٩﴾ ﴾
129. Eğer Rabbinin, daha önce verilmiş bir sözü (azâbı erteleme vaadi) ve belirlenmiş bir süre olmasaydı, bunlar da hemen cezâlarını görürlerdi.
﴿ فَاصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَاۚ وَمِنْ اٰنَٓائِ الَّيْلِ فَسَبِّحْ وَاَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضٰى ﴿١٣٠﴾ ﴾
130. Ey Resûlüm! O halde kâfirlerin söylediklerine sabret. Güneşin doğuşundan evvel ve batışından evvel Rabbini hamd ile tesbih et (namaz kıl). Gecenin bâzı vakitlerinde ve gündüzün çeşitli vakitlerinde de tesbih et ki, Allah’ın rızâsına nâil olasın.
İzah: ″Güneşin doğuşundan evvel″ diye buyrulması, gece kılınan farz namazlar; ″Güneşin batışından evvel″ diye buyrulması da, gündüz kılınan farz namazlardır. Ayrıca bu âyette, gece saatleriyle, gündüzün çeşitli vakitlerindeki tabirler ile muhtelif vakitlerde kılınan nâfile namazlara da işâret vardır. Bu sebeple âyetin hükmü, hem beş vakit namazı, hem de işrak, kuşluk, evvabin ve teheccüd gibi nâfile namazları da kapsamaktadır.
Bu Âyet-i Kerîme hakkında Cerir İbn-i Abdullah Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
كُنَّا عِنْدَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَنَظَرَ إِلَى الْقَمَرِ لَيْلَةً يَعْنِي الْبَدْرَ فَقَالَ إِنَّكُمْ سَتَرَوْنَ رَبَّكُمْ كَمَا تَرَوْنَ هَذَا الْقَمَرَ لَا تُضَامُّونَ فِي رُؤْيَتِهِ فَإِنْ اسْتَطَعْتُمْ أَنْ لَا تُغْلَبُوا عَلَى صَلَاةٍ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَا فَافْعَلُوا ثُمَّ قَرَأَ {وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ الْغُرُوبِ} (خ م عن جرِير بن عبد اللّٰه)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındaydık. Mehtaplı bir gecede aya bir baktı ve ″Siz, Rabbinizi şu ayı perdesiz ve birbirinizi itip kakmadan gördüğünüz gibi açık olarak göreceksiniz. Güneş doğmadan ve batmadan namaz kılmaya gücünüz yetiyorsa yapın!″ diye buyurdu ve sonra, Sûre-i Tâhâ, Âyet 130’u okudu.[1]
[1] Sahih-i Buhârî, Mevâkit’üs-Salât 16; Sahih-i Müslim, Mesâcid 37 (211).
﴿ وَلَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ اِلٰى مَا مَتَّعْنَا بِه۪ٓ اَزْوَاجًا مِنْهُمْ زَهْرَةَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا لِنَفْتِنَهُمْ ف۪يهِۜ وَرِزْقُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَاَبْقٰى ﴿١٣١﴾ ﴾
131. Ey Resûlüm! Kâfirlerin bâzılarına, imtihan için dünyâ hayatının ziyneti olarak verdiğimiz şeylere bakma! Rabbinin (âhiretteki) rızkı, daha hayırlı ve daha devamlıdır.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Ebû Rafi Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
أَضَافَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ضَيْفًا فَلَمْ يَلْقَ عِنْدَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَا يُصْلِحُهُ فَأَرْسَلَ إِلَى رَجُلٍ مِنَ الْيَهُودِ يَقُولُ لَكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَسْلَفَنِي دَقِيقًا إِلَى هِلالِ رَجَبٍ قَالَ لا إِلا بِرَهْنٍ فَأَتَيْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَخْبَرْتُهُ فَقَالَ أَمْ وَاللّٰهِ إِنِّي لأَمِينٌ فِي السَّمَاءِ أَمِينٌ فِي الأَرْضِ وَلَوْ أَسْلَفَنِي أَوْ بَاعَنِي لأَدَّيْتُ إِلَيْهِ فَلَمَّا خَرَجْتُ مِنْ عِنْدِهِ نَزَلَتْ هَذِهِ الآيَةُ: {وَلا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ إِلَى مَا مَتَّعْنَا بِهِ أَزْوَاجًا مِنْهُمْ} إِلَى آخِرِ لأَنَّهُ يُعَزِّيهِ عَنِ الدُّنْيَا (طب عن ابى رافع)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bir misafir gelmişti. Peygamberimizin yanında misafirini ağırlayabileceği bir şey yoktu. Bir Yahudiye, Receb ayının başına kadar kendisine bir miktar ödünç un vermesi için bir haberci gönderdi. Yahudi, o haberciye: ″Rehinsiz olmaz″ cevabını verdi. Haberi götüren dedi ki:
- Peygamberimize gittim ve onun cevabını haber verdim. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’a yemin olsun ki ben, göktekilerin eminiyim, yeryüzündekilerin eminiyim, şâyet bana borç verir veya satarsa muhakkak ona ödeyeceğim″ buyurdu. Onun yanından çıktığımda: ″Ey Resûlüm! Kâfirlerin bâzılarına, imtihan için dünyâ hayatının ziyneti olarak verdiğimiz şeylere bakma!...″ diye devam eden Sûre-i Tâhâ, Âyet 131 nâzil oldu da, sanki Allah’u Teâlâ bununla onu dünyâya karşı sabra teşvik etti.″[1]
Bu hâdise İslâm’ın ilk yıllarında gerçekleşmiştir. Çünkü o zamanlar, Müslümanlar için her türlü sıkıntının olduğu, çok zor geçen yokluk yılları idi. Ancak daha sonraları Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in kâfirlerle yapmış olduğu savaşlar neticesinde, aldığı ganîmetlerle hem kendisinin hem de Ashâbının maddi durumları iyileşmiş, zengin olmuşlardır. Bu durumda bile Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem her türlü imkâna sahip olduğu halde mütevâzi bir hayat yaşamış, kendi şahsı için mal biriktirmeyi hiçbir zaman düşünmemiştir.
[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 982.
﴿ وَأْمُرْ اَهْلَكَ بِالصَّلٰوةِ وَاصْطَبِرْ عَلَيْهَاۜ لَا نَسْـَٔلُكَ رِزْقًاۜ نَحْنُ نَرْزُقُكَۜ وَالْعَاقِبَةُ لِلتَّقْوٰى ﴿١٣٢﴾ ﴾
132. Ey Habîbim! Ehline namazı emret ve sen de namaza sabırla devam et. Biz senden rızık istemeyiz. Seni Biz rızıklandırırız. Güzel âkıbet, takvâ sahipleri içindir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de hitap, her ne kadar Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ise de, kastedilen ümmetidir. Bu sebple bir Müslümanın, ailesine ve çocuklarına namaz kılmalarını söylemesi ve kendisinin de namaza sabırla devam ederek onlara örnek olması gerekir.
Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مُرُوا أَوْلَادَكُمْ بِالصَّلَاةِ وَهُمْ أَبْنَاءُ سَبْعِ سِنِينَ وَاضْرِبُوهُمْ عَلَيْهَا وَهُمْ أَبْنَاءُ عَشْرٍ وَفَرِّقُوا بَيْنَهُمْ فِي الْمَضَاجِعِ (د عمرو بن شعيب عن ابيه عن جده)
″Çocuklarınıza, onlar yedi yaşında iken namazı emredin. On yaşında olunca namaz (kılmamaları) sebebiyle onları dövün, yataklarını da ayırın.″[1]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmaktadır:
كُلُّكُمْ رَاعٍ وَمَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ فَالْإِمَامُ رَاعٍ وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ وَالرَّجُلُ فِي أَهْلِهِ رَاعٍ وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ وَالْمَرْأَةُ فِي بَيْتِ زَوْجِهَا رَاعِيَةٌ وَهِيَ مَسْئُولَةٌ عَنْ رَعِيَّتِهَا وَالْخَادِمُ فِي مَالِ سَيِّدِهِ رَاعٍ وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ فَكُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ (خ م عن ابن عمر)
″Hepiniz bir çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi de, bir çobandır ve sürüsünden sorumludur. Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Hizmetkâr, efendisinin malının çobanıdır; o da sürüsünden sorumludur. Netice itibariyle hepiniz bir çobansınız ve herkes güttüğü sürüden sorumludur.″[2]
Bu hususta Cenâb-ı Hakk Teâlâ Sûre-i Tahrîm, Âyet 6’da da şöyle buyurmuştur:
″Ey îman edenler! Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden kendinizi ve âilenizi koruyun. Ateşin başında; sert ve şiddetli, Allah’u Teâlâ’nın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen, verilen emirleri yerine getiren melekler vardır.″
[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 25 (495, 496 Kütüb-i Sitte, Hadis No: 2337.
[2] Sahih-i Buhârî, Cuma 11, Nikâh 90; Sahih-i Müslim, İmâre 5 (20).
﴿ وَقَالُوا لَوْلَا يَأْت۪ينَا بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّه۪ۜ اَوَلَمْ تَأْتِهِمْ بَيِّنَةُ مَا فِي الصُّحُفِ الْاُو۫لٰى ﴿١٣٣﴾ وَلَوْ اَنَّٓا اَهْلَكْنَاهُمْ بِعَذَابٍ مِنْ قَبْلِه۪ لَقَالُوا رَبَّنَا لَوْلَٓا اَرْسَلْتَ اِلَيْنَا رَسُولًا فَنَتَّبِعَ اٰيَاتِكَ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَذِلَّ وَنَخْزٰى ﴿١٣٤﴾ قُلْ كُلٌّ مُتَرَبِّصٌ فَتَرَبَّصُواۚ فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ اَصْحَابُ الصِّرَاطِ السَّوِيِّ وَمَنِ اهْتَدٰى ﴿١٣٥﴾ ﴾
133-135. Kâfirler: ″O, bize Rabbinden bir mûcize getirse ya!″ dediler. Onlara, önceki kitaplarda olan apaçık delil gelmedi mi?* Eğer Biz onları, ondan önce (Muhammed Aleyhisselâm’ı göndermeden) azap ile helâk etseydik, ″Ey Rabbimiz! Bize Resûl gönderseydin, zelil ve rüsvay olmadan önce senin âyetlerine tâbi olurduk″ derlerdi.* Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Herkes âkıbetini beklemektedir. Siz de bekleyin. Doğru yola gidenlerin ve hidâyete ermiş olanların kimler olduğunu yakında bileceksiniz.″
İzah: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, çok sayıda mûcize göstermiştir. Buna rağmen küfürde inâdi olanlar, her defasında bir bahane uydurarak yine inkâr etmişlerdir. Bu âyette de, o kâfirlerin: ″O, bize Rabbinden bir mûcize getirse ya!″ diye söylemeleri, Sâlih Aleyhisselâm’ın devesi, Mûsâ Aleyhisselâm’ın âsâsı gibi buna benzer bir mûcize daha istemeleridir. İşte Allah’u Teâlâ, böyle bir mûcize verdiğinde, buna da inanmayıp yalanladıkları takdirde, helâk olacaklarını beyan etmektedir.
Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu hâdise nakledilmiştir:
قَالَتْ قُرَيْشٌ لِلنَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ أَنْ يَجْعَلَ لَنَا الصَّفَا ذَهَبًا وَنُؤْمِنُ بِكَ قَالَ وَتَفْعَلُونَ قَالُوا نَعَمْ قَالَ فَدَعَا فَأَتَاهُ جِبْرِيلُ فَقَالَ إِنَّ رَبَّكَ عَزَّ وَجَلَّ يَقْرَأُ عَلَيْكَ السَّلَامَ وَيَقُولُ إِنْ شِئْتَ أَصْبَحَ لَهُمْ الصَّفَا ذَهَبًا فَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ مِنْهُمْ عَذَّبْتُهُ عَذَابًا لَا أُعَذِّبُهُ أَحَدًا مِنَ الْعَالَمِينَ وَإِنْ شِئْتَ فَتَحْتُ لَهُمْ بَابَ التَّوْبَةِ وَالرَّحْمَةِ قَالَ بَلْ بَابُ التَّوْبَةِ وَالرَّحْمَةِ (حم عن ابن عباس)
Kureyşliler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Rabbine duâ et de bize Safa Tepesi’ni altın yapsın, sana inanalım″ dediler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onlara: ″Şâyet bunu yaparsam beni tasdik eder misiniz?″ diye sorunca, onlar: ″Evet″ dediler. Bunun üzerine Cebrâil Aleyhisselâm geldi ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e şöyle dedi: Rabbinin sana selâmı var ve der ki: ″İsterse onlar için Safa Tepesi altın olur, ama içlerinden her kim bundan sonra küfre devam ederse; onu âlemlerden hiç kimseyi azaplandırmadığım bir biçimde azaplandırırım. İstersen de, onlar için tevbe ve rahmet kapılarını açarım.″ Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet, tevbe ve rahmet kapılarını isterim″ dedi.[1]
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 2058.