Bu sûre 182 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. İsmini, ilk âyetinde geçen ″Saf saf dizilenler″ anlamına gelen ″Sâffât″ ifadesinden almıştır.
﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ﴾
Bismillâhirrahmânirrahîm.
﴿ وَالصَّٓافَّاتِ صَفًّاۙ ﴿١﴾ فَالزَّاجِرَاتِ زَجْرًاۙ ﴿٢﴾ فَالتَّالِيَاتِ ذِكْرًاۙ ﴿٣﴾ اِنَّ اِلٰهَكُمْ لَوَاحِدٌۜ ﴿٤﴾ ﴾
1-4. (İbâdet için) saf saf dizilenlere* kötülüklerden menedenlere* Allah’ın zikrinde devamlı olanlara yemin olsun ki,* şüphesiz sizin ilahınız birdir.
İzah: ″(İbâdet için) saf saf dizilenler″den maksat, meleklerdir. Onlar kulluk makâmında mertebelerince saf saf durur, cemaat halinde toplanır ve Allah’a kullukta bulunurlar. ″Kötülüklerden menedenler″den maksat da, Meleklerdir. Onlar şeytanları defetmeye çalışırlar, Mü’minleri ruhâni ilhamlarıyla hayra ve iyiliğe teşvik ederler. ″Allah’ın zikrinde devamlı olanlar″dan maksat ise, Allah’u Teâlâ’nın zikir ve tesbihinde devam eden ve semâvi kitapları Peygamberlere getirmiş olan Melâike-i Kirâm’dır.
İkinci bir mânâ olarak şöyle de denilmiştir: ″(İbâdet için) saf saf dizilenler″den maksat, namazlarda saf saf dizilen Müslümanlardır. Bunların Allah katında büyük mertebeleri vardır. Bir de bu zâtlardan maksat, Allah yolunda din düşmanlarına karşı saf saf dizilen İslâm mücâhitleridir. ″Kötülüklerden menedenler″den maksat da, insanları irşâda çalışarak onları yasaklardan menetmeye gayret eden Peygamberler ve âlimlerdir. ″Allah’ın zikrinde devamlı olanlar″dan maksat ise, Allah’ın zikir ve tesbihinde devamlı olan, Kur’ân okumaya devam edip hükümlerine riâyet eden Müslümanlardır.
İşte bu âyetlere verilen mânâların hepsi de haktır. Başka mânâları da olabilir. Vâllâhu a’lem bi’s-savâb (Doğruyu en iyi bilen Allah’tır).
﴿ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَرَبُّ الْمَشَارِقِۜ ﴿٥﴾ ﴾
5. O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Ve doğuların Rabbidir.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ; göklerin, yerin ve her ikisi arasındaki mevcûdâtın Rabbi olduğunu söylemekte ve daha sonra da doğuların Rabbi diye ikinci bir hâdiseden bahsetmektedir.
Allah’u Teâlâ, bütün kainatı yarattı ve bu kâinatı belli bir düzen içinde devam ettirmektedir. Güneşin, ayın, dünyânın, yıldızların belli yörüngelerinin olması ve bu yörüngelerde hareket etmeleri, güneşin ve ayın, sürekli doğup batması; dünyâ kurulduğundan kıyâmete kadar da hassas bir şekilde bu düzenin hiç bozulmadan devam edecek olmasıdır. İşte Allah’u Teâlâ: ″Doğuların Rabbidir″ diye geçen ifadesi ile bu düzen ve döngüden bahsetmiş olabilir.
Ayrıca şu anlam da verilebilir; doğudan maksat, güneşin doğduğu yerdir. Dolayısıyla doğu ile güneş kastedilmiştir. Güneş de hayat için gerekli olan en önemli varlıktır. Güneşin olduğu ve hiç kimsenin bilmediği, içinde hayat olan farklı dünyâlar için Allah’u Teâlâ, ″Doğular″ diye bu çoğul ifadesini kullanmış ve farklı güneş sistemlerinden bahsetmiş olabilir. Vâllâhu a’lem bi’s-savâb (Doğruyu en iyi bilen Allah’tır).
Nitekim başka âlemlerin olduğuna dair nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de, şöyle buyrulmuştur:
قَالَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ يَا جِبْرِيلُ اِنِّى خَلَقْتُ أَلْفَ أَلْفِ أُمَّةٍ لَا تَعْلَمُ أُمَّةٌ اِنِّى خَلَقْتُ سِوَاهَا لَمْ أَطَّلِعْ عَلَيْهَا اللَّوْحَ الْمَحْفُوظَ وَلَا صَرِيرَ الْقَلَمِ اِنَّمَا أَمْرِى لِشَىْءِ اِذَا أَرَدْتُ أَنْ أَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ وَلَا تَسْبِقُ الْكَافُ النُّونَ(الديلمى عن ابن عمر)
Allah’u Teâlâ buyurdu ki: ″Ey Cebrâil! Bir milyon muhtelif millet yarattım. Hiçbir millet kendinden başkasını yarattığımı bilmez. Onlara Levh-i Mahfuz’u göstermedim. Kalemin hareketine de muttali kılmadım. Ben bir şeyin olmasını dilediğim zaman, ona sâdece ″Ol″ derim, o da hemen oluverir. Kef, Nûn’u katiyyen geçemez.″[1]
Bu Hadis-i Kudsî’de Allah’u Teâlâ, bir milyon muhtelif millet yarattığından ve hiçbirinin diğerlerinden haberdar olmadığından bahsetmektedir. İşte ″Doğuların Rabbidir″ ifadesi de bu bilinmeyen milletlerin hepsinin Rabbidir, anlamına gelebilir. Bu milletlerin nerede ve kimler olduğunu kimse bilemez. Bu ancak Allah’u Teâlâ’nın ilmindedir.
Bu hususta Vehb b. Münebbih Rahimehullah şöyle buyurmuştur:
إِنَّ لِلّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ ثَمَانِيَةَ عَشْرَ أَلْفَ عَالَمٍ الدُّنْيَا عَالَمٌ مِنْهَا.
″Aziz ve Celil olan Allah’ın, on sekiz bin âlemi vardır ve dünyâ da bu âlemlerden bir tanesidir.″ Hattâ bu konuda Sahâbe-i Kirâm’dan Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu da şöyle buyurmuştur:
إِنَّ لِلّٰهِ أَرْبَعِينَ أَلْف عَالَم الدُّنْيَا مِنْ شَرْقهَا إِلَى غَرْبهَا عَالَمٌ وَاحِدٌ.
″Allah’u Teâlâ’nın, kırk bin âlemi vardır. Doğusundan batısına dünyâ, tek bir âlemdir.″[2]
Bu husus Sûre-i Rahmân, Âyet 17’de de: ″O, iki doğunun Rabbidir ve iki batının Rabbidir″ diye geçmektedir. Fahreddin er-Râzi Hazretleri, ″Tefsir-i Kebir″ adlı eserinde, bu Âyet-i Kerîme hakkında şu görüşe yer vermektedir:
- Tesniye (iki), derleyici iki türe işârettir. Çünkü her şey, iki kısımda derlenir, toplanır. Buna göre Hakk Teâlâ sanki: ″Güneşin doğusunun ve Güneşin dışında kalanların Rabbi...″ demek istemiştir. O halde, âyette bahsedilen, ″İki doğu″ her şeyi içine alan bir ifade olur. Yahut da şöyle denebilir: ″Allah’u Teâlâ; güneşin, ayın ve insanın bunlar dışında farz edebileceği her şeyin, doğusunun ve batısının Rabbidir.″ O halde âyetteki bu tesniye (iki), çoğul mânâsındadır.
Bu âyetler hakkında daha farklı görüşlerde öne sürülmüştür. En doğrusunu Allah’u Teâlâ bilir.
﴿ اِنَّا زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِز۪ينَةٍۨ الْكَوَاكِبِۙ ﴿٦﴾ وَحِفْظًا مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ مَارِدٍۚ ﴿٧﴾ لَا يَسَّمَّعُونَ اِلَى الْمَلَ۬أِ الْاَعْلٰى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍۗ ﴿٨﴾ دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌۙ ﴿٩﴾ اِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ ﴿١٠﴾ ﴾
6-10. Şüphesiz Biz, yakın olan göğü ziynetle, yıldızlarla süsledik.* Ve onu itaatten çıkan her şeytandan koruduk.* Şeytanlar, Mele-i A’lâ’nın sözünü dinleyemezler. Her taraftan taşlanırlar,* kovulup atılırlar ve (âhirette) onlar için devamlı bir azap da vardır.* Onlardan, meleklerin kelâmını kapanı da parlak ateş parçası tâkip eder ve ona yetişir.
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Mele-i A’lâ″, lafız olarak en yüksek topluluk anlamına gelir, kastedilen meleklerdir. Gökyüzünde bulundukları için kendilerine bu sıfat verilmiştir.
Allah’u Teâlâ: ″Ve (âhirette) onlar için devamlı bir azap da vardır″ diye buyurarak, şeytanlara dünyâdaki azaptan başka âhirette de devamlı bir azâbın olacağını beyan etmektedir. Şeytanların dünyâdaki azâbı; Allah’ın katından kovulmasıdır. Yani meleklere hocalık yaparken bu yüce mevkiiden Allah’ın emrine karşı geldiği için yetkilerinin elinden alınarak lânet toku boynuna geçirilip, yeryüzüne sürülmesidir. Yeryüzünden göğe çıkmaya çalıştığında da oradan ona taş atılarak cezalandırılmaktadır. Âhirette göreceği azap ise ebedî ve daha şiddetlidir.
Şeytanların semâda melekler tarafından kovulması Sûre-i Hicr, Âyet 16-18’de de şöyle geçmektedir:
″Şüphesiz Biz, semâda burçlar yarattık ve ibretle bakanlar için onu süsledik.* Onu, kovulmuş her şeytandan koruduk.* O şeytanlardan kulak hırsızlığı edene de, apaçık bir ateş alevi yetişti.″
﴿ فَاسْتَفْتِهِمْ اَهُمْ اَشَدُّ خَلْقًا اَمْ مَنْ خَلَقْنَاۜ اِنَّا خَلَقْنَاهُمْ مِنْ ط۪ينٍ لَازِبٍ ﴿١١﴾ بَلْ عَجِبْتَ وَيَسْخَرُونَۖ ﴿١٢﴾ وَاِذَا ذُكِّرُوا لَا يَذْكُرُونَۖ ﴿١٣﴾ وَاِذَا رَاَوْا اٰيَةً يَسْتَسْخِرُونَۖ ﴿١٤﴾ وَقَالُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌۚ ﴿١٥﴾ ءَاِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا ءَاِنَّا لَمَبْعُوثُونَۙ ﴿١٦﴾ اَوَاٰبَٓاؤُ۬نَا الْاَوَّلُونَۜ ﴿١٧﴾ ﴾
11-17. Ey Resûlüm! Onlara (dirilmeyi inkâr eden müşriklere) sor: ″Kendilerini yaratmak mı daha zor, yoksa diğer bütün yarattıklarımızı mı?″ Şüphesiz Biz, onları yapışkan çamurdan yarattık.* Ey Resûlüm! Doğrusu sen (onların inkârlarına) şaştın, onlar ise seninle alay ederler.* Onlara öğüt verildiği zaman, öğüt almazlar.* Bir mûcize görseler, alay ederler* ve derler ki: ″Bu sihirden başka bir şey değildir.* Biz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra mı dirileceğiz?* Önceki babalarımız da mı dirilecek?″
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Ey Resûlüm! Doğrusu sen (onların inkârlarına) şaştın, onlar ise seninle alay ederler″ diye buyrulmaktadır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, müşriklere Allah’ın bir olduğunu ve kendisinin hak Resûl olduğunu söylediğinde, o müşrikler söylediklerinin doğru olduğunu ispat etmesi için kendisinden mûcize istemişlerdir. Peygamber Efendimiz de; ayın ikiye bölünmesi, diktiği hurma fidanlarının anında büyüyerek meyve vermesi, yanmış olan bir hurma ağacının tekrar yeşerip hurma vermesi, suyu çekilmiş olan kuyunun, duâ edince suyunun ağzından taşması gibi çok sayıda Allah’ın varlığını ve kudretini gösteren mûcizeler göstermiştir. Buna rağmen îmandan yüz çevirerek küfründe ısrarla inat eden o müşriklerin hâlini görünce, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem çok şaşırmış ve hayret etmiştir. Müşrikler ise, gördükleri çok sayıda bu gibi mûcizelere rağmen, ″Bunlar sihirdir″ diyerek Peygamber Efendimiz ile alay etmişlerdir.
﴿ قُلْ نَعَمْ وَاَنْتُمْ دَاخِرُونَۚ ﴿١٨﴾ فَاِنَّمَا هِيَ زَجْرَةٌ وَاحِدَةٌ فَاِذَا هُمْ يَنْظُرُونَ ﴿١٩﴾ وَقَالُوا يَا وَيْلَنَا هٰذَا يَوْمُ الدّ۪ينِ ﴿٢٠﴾ هٰذَا يَوْمُ الْفَصْلِ الَّذ۪ي كُنْتُمْ بِه۪ تُكَذِّبُونَ۟ ﴿٢١﴾ ﴾
18-21. Ey Resûlüm! Müşriklere de ki: ″Evet, hepiniz zelil olarak dirilirsiniz.″* O ancak korkunç bir sesten (Sûr’un üflenmesinden) ibârettir. Onlar o zaman (dirilip, haklarında ne olacağına) bakar dururlar* ve derler ki: ″Eyvah bize! İşte bu, cezâ günüdür.″* Onlara: ″İşte bu, sizin yalanladığınız hakkı bâtıldan ayırma günüdür″ denir.
﴿ اُحْشُرُوا الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا وَاَزْوَاجَهُمْ وَمَا كَانُوا يَعْبُدُونَۙ ﴿٢٢﴾ مِنْ دُونِ اللّٰهِ فَاهْدُوهُمْ اِلٰى صِرَاطِ الْجَح۪يمِۙ ﴿٢٣﴾ وَقِفُوهُمْ اِنَّهُمْ مَسْؤُ۫لُونَۙ ﴿٢٤﴾ مَا لَكُمْ لَا تَنَاصَرُونَ ﴿٢٥﴾ بَلْ هُمُ الْيَوْمَ مُسْتَسْلِمُونَ ﴿٢٦﴾ ﴾
22-26. Allah’u Teâlâ, meleklerine şöyle buyurur: ″Toplayın o kâfirleri, onlarla işbirliği yapanları ve taptıkları şeyleri;*Allah’tan başka taptıklarını. Artık onlara Cehennemin yolunu gösterin.* Onları tutuklayın, çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.″* Onlara: ″Niçin birbirinize yardım etmiyorsunuz?″ denir.* Bilakis onlar, bugün boyun eğmişlerdir.
İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يَجْمَعُ اللّٰهُ النَّاسَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِي صَعِيدٍ وَاحِدٍ ثُمَّ يَطَّلِعُ عَلَيْهِمْ رَبُّ الْعَالَمِينَ فَيَقُولُ أَلَا يَتْبَعُ كُلُّ إِنْسَانٍ مَا كَانُوا يَعْبُدُونَهُ فَيُمَثَّلُ لِصَاحِبِ الصَّلِيبِ صَلِيبُهُ وَلِصَاحِبِ التَّصَاوِيرِ تَصَاوِيرُهُ وَلِصَاحِبِ النَّارِ نَارُهُ فَيَتْبَعُونَ ... (ت عن ابى هريرة)
″Mahşer günü Allah’u Teâlâ insanları bir sahada toplayacak. Sonra âlemlerin Rabbi, onlara çıkarak buyurur ki: ″Dikkat! Her insan ibâdet ettiğine tâbi olsun!″ Bunun üzerine haça tapınmış olana tapındığı haçı temsil olunacak. Sûretlere tapınmış olana tapındığı sûretleri, ateşe tapınmış olana ateşi temsil olunacak ve böylece hepsi de dünyâda iken tapındıklarının arkasından gidecekler…″[1]
Yine bu âyetler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَا مِنْ دَاعٍ دَعَا إِلَى شَيْءٍ إِلَّا كَانَ مَوْقُوفًا يَوْمَ الْقِيَامَةِ لَازِمًا بِهِ لَا يُفَارِقُهُ وَإِنْ دَعَا رَجُلٌ رَجُلًا ثُمَّ قَرَأَ قَوْلَ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ {وَقِفُوهُمْ إِنَّهُمْ مَسْئُولُونَ مَا لَكُمْ لَا تَنَاصَرُونَ} (ت عن انس بن مالك)
″Bir dâvetçi bir şeye dâvet ettiği zaman, mahşer günü tutuklanacak ve ondan ayrılmayacaktır, hattâ bir kimse bir kimseyi değişik bir şeye çağırsa bile.Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onları tutuklayın, çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.″* Onlara: ″Niçin birbirinize yardım etmiyorsunuz?″ denir, diye geçen Sûre-i Sâffât, Âyet 24-25’i okudu.[2]
﴿ وَاَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍ يَتَسَٓاءَلُونَ ﴿٢٧﴾ قَالُٓوا اِنَّكُمْ كُنْتُمْ تَأْتُونَنَا عَنِ الْيَم۪ينِ ﴿٢٨﴾ قَالُوا بَلْ لَمْ تَكُونُوا مُؤْمِن۪ينَۚ ﴿٢٩﴾ وَمَا كَانَ لَنَا عَلَيْكُمْ مِنْ سُلْطَانٍۚ بَلْ كُنْتُمْ قَوْمًا طَاغ۪ينَ ﴿٣٠﴾ فَحَقَّ عَلَيْنَا قَوْلُ رَبِّنَاۗ اِنَّا لَذَٓائِقُونَ ﴿٣١﴾ فَاَغْوَيْنَاكُمْ اِنَّا كُنَّا غَاو۪ينَ ﴿٣٢﴾ فَاِنَّهُمْ يَوْمَئِذٍ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ ﴿٣٣﴾ اِنَّا كَذٰلِكَ نَفْعَلُ بِالْمُجْرِم۪ينَ ﴿٣٤﴾ ﴾
27-34. Ve onlar, birbirlerine yönelerek tartışırlar.* Tâbi olanlar, önderlerine: ″Siz bize sağ taraftan (iyilik vaadiyle) gelirdiniz″ derler.* Onlar da derler ki: ″Hayır, siz Mü’min kimseler değildiniz.* Bizim sizin üzerinize (irâdenizi kaldıracak) bir hâkimiyetimiz de yoktu. Bilakis siz, azgın bir kavimdiniz.* Bu yüzden Rabbimizin azap vaadi, bize hak oldu. Şüphesiz biz, o azâbı mutlaka tadacağız.* Sizi azdırdık, çünkü biz azgın kimselerdik (bize uymasaydınız)″ derler.* Şüphesiz o gün, onların hepsi azapta ortaktırlar.* İşte Biz, mücrimlere böyle yaparız.
﴿ اِنَّهُمْ كَانُٓوا اِذَا ق۪يلَ لَهُمْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ يَسْتَكْبِرُونَۙ ﴿٣٥﴾ وَيَقُولُونَ اَئِنَّا لَتَارِكُٓوا اٰلِهَتِنَا لِشَاعِرٍ مَجْنُونٍۜ ﴿٣٦﴾ بَلْ جَٓاءَ بِالْحَقِّ وَصَدَّقَ الْمُرْسَل۪ينَ ﴿٣٧﴾ اِنَّكُمْ لَذَٓائِقُوا الْعَذَابِ الْاَل۪يمِۚ ﴿٣٨﴾ وَمَا تُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَۙ ﴿٣٩﴾ ﴾
35-39. Onlara siz de, ″Lâ ilâhe illallâh!″ deyin denilse, kibirlerinden dolayı diyemezler.* Onlar: ″Biz, mecnun bir şâir için ilahlarımızı terk mi edelim?″ derler.* Hayır! O, mecnun bir şâir değildir. O, hakka dâvet ve hidâyet için geldi ve önceki Peygamberleri tasdik etti.* Şüphesiz ki siz, elim azâbı tadarsınız.* Siz ancak yaptıklarınızın cezâsını görürsünüz.
İzah: ″Lâ ilâhe illallâh″ sözü hakkında Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ قِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَكَيْفَ نُجَدِّدُ إِيمَانَنَا قَالَ أَكْثِرُوا مِنْ قَوْلِ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ (حم ك عن ابى هريرة)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Îmanınızı yenileyin″ diye buyurdu. ″Yâ Resûlallah! Îmanımızı nasıl yenileriz?″ diye sorulunca, şöyle buyurdu: ″Lâ ilâhe illallâh sözünü çok söyleyin.″[1]
[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8353; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 7766; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 1768.
﴿ اِلَّا عِبَادَ اللّٰهِ الْمُخْلَص۪ينَ ﴿٤٠﴾ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ رِزْقٌ مَعْلُومٌۙ ﴿٤١﴾ فَوَاكِهُۚ وَهُمْ مُكْرَمُونَۙ ﴿٤٢﴾ ف۪ي جَنَّاتِ النَّع۪يمِۙ ﴿٤٣﴾ عَلٰى سُرُرٍ مُتَقَابِل۪ينَ ﴿٤٤﴾ يُطَافُ عَلَيْهِمْ بِكَأْسٍ مِنْ مَع۪ينٍۙ ﴿٤٥﴾ بَيْضَٓاءَ لَذَّةٍ لِلشَّارِب۪ينَۚ ﴿٤٦﴾ لَا ف۪يهَا غَوْلٌ وَلَا هُمْ عَنْهَا يُنْزَفُونَ ﴿٤٧﴾ وَعِنْدَهُمْ قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ ع۪ينٌۙ ﴿٤٨﴾ كَاَنَّهُنَّ بَيْضٌ مَكْنُونٌ ﴿٤٩﴾ ﴾
40-49. Lâkin Allah’ın ihlaslı kulları azap görmezler.* Onlar için Cennette belli rızık,* meyveler vardır. Ve onlar ikram olunmuşlardır;* Naîm Cennetlerinde.* Onlar tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.* Onların etrafında pınarlardan kaynayan şarapla dolu kâseler dolaştırılır.* O şarap, gâyet saf ve içenler için lezizdir.* O şarapta sarhoşluğun verdiği sersemlik gibi bir sıkıntı yoktur. İçenler sarhoş da olmazlar.* Ve onların yanında, kocalarından başka kimseye bakmamış hûruliyn vardır.* O hûriler, saklı yumurtalara benzerler.
İzah: Âyet-i Kerîme’de, Cennet-i Naîm’deki hûrilerin saklı yumur-talara benzetilmesi, Arap âdetlerine göredir. Yani kapalı olup hiç kimsenin görmediği anlamına gelmektedir.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَنَا أَوَّلُ النَّاسِ خُرُوجًا اِذَا بُعِثُوا وَأَنَا خَطِيبُهُمْ إِذَا وَفَدُوا وَأَنَا مُبَشِّرُهُمْ اِذَا أَيِسُوا لِوَاءُ الْحَمْدِ يَوْمَئِذٍ بِيَدِي وَأَنَا أَكْرَمُ وَلَدِ آدَمَ عَلَى رَبِّى وَلَا فَخْرَ يَطُوفُ عَلَيَّ أَلْفُ خَادِمٍ كَأَنَّهُنَّ الْبَيْضُ الْمَكْنُونُ أَوِ اللُّؤْلُؤُ الْمَكْنُونُ (دلائل النبوة عن انس)
″İnsanların, mahşer yerine getirilecekleri zaman kabrinden ilk çıkan benim, insanların hatipleri benim, ümitlerini kestikleri zaman müjdecileri benim, Livâ’ul-Hamd Sancağı o gün benim elimdedir. Allah katında Âdemoğlunun en şereflisi benim. Bunları övünmek için söylemiyorum, hakikat budur.″[1] Saklı yumurtalar veya saklı inciler gibi olan bin hizmetçi bana hizmet edecektir.″[2]
Bu sayılan nîmetler, Cennet-i Naîm’e girenler içindir. Cennetler içerisindeki en yüksek makam olan Cennet-i Naîm ve orayı kazananların özellikleri ve mükâfatlarına dair geniş bilgi için Sûre-i Yûnus, Âyet 26 ve Sûre-i Vâkıa, Âyet 11-12’nin izahlarına bakınız.
[1] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 2.
[2] Beyhakî, Delâil’ün-Nübüvve, Hadis No: 2233; İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 7, s. 15.
﴿ فَاَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍ يَتَسَٓاءَلُونَ ﴿٥٠﴾ قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ اِنّ۪ي كَانَ ل۪ي قَر۪ينٌۙ ﴿٥١﴾ يَقُولُ اَئِنَّكَ لَمِنَ الْمُصَدِّق۪ينَ ﴿٥٢﴾ ءَاِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا ءَاِنَّا لَمَد۪ينُونَ ﴿٥٣﴾ قَالَ هَلْ اَنْتُمْ مُطَّلِعُونَ ﴿٥٤﴾ فَاطَّلَعَ فَرَاٰهُ ف۪ي سَوَٓاءِ الْجَح۪يمِ ﴿٥٥﴾ قَالَ تَاللّٰهِ اِنْ كِدْتَ لَتُرْد۪ينِۙ ﴿٥٦﴾ وَلَوْلَا نِعْمَةُ رَبّ۪ي لَكُنْتُ مِنَ الْمُحْضَر۪ينَ ﴿٥٧﴾ اَفَمَا نَحْنُ بِمَيِّت۪ينَۙ ﴿٥٨﴾ اِلَّا مَوْتَتَنَا الْاُو۫لٰى وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّب۪ينَ ﴿٥٩﴾ اِنَّ هٰذَا لَهُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ ﴿٦٠﴾ ﴾
50-60. Cennet ehli, dönüp birbiriyle konuşurlar.* İçlerinden biri der ki: ″Benim bir dostum vardı.* O bana derdi ki: ″Sen dirilmeyi tasdik edenlerden misin?* Öldükten, toprak ve kemik olduktan sonra dirilir, cezâ görür müyüz?″* Sonra o kişi, Cennetteki arkadaşlarına: ″Size onun hâlini göstereyim mi?″ der.* Ve bakıp, dostunu Cehennemin ortasında görür.* Der ki: ″Tallâhi! Sen beni az kaldı azdıracaktın.* Eğer Rabbimin nîmeti olmasaydı, mutlaka ben de şimdi seninle beraber Cehennemde olacaktım″* Sonra o kişi, Cennetteki arkadaşlarına dönüp der ki: ″Biz bu nîmette dâim miyiz? Artık ölmez miyiz?* Dünyâdaki ölümden başka ölüm görmez, kâfirler gibi azap da olmaz mıyız?″* Allah’u Teâlâ da buyurur ki: ″Şüphesiz ki, büyük kurtuluş budur.″
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Cennet ehli, dönüp birbiriyle konuşurlar″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إِذَا دَخَلَ أَهْلُ الْجَنَّةِ الْجَنَّةَ اشْتَاقُوا إِلَى الإِخْوَانِ فَيَجِيءُ سَرِيرُ هَذَا حَتَّى يُحَاذِيَ سَرِيرَ هَذَا فَيَتَحَدَّثَانِ فَيَتَّكِئُ هَذَا وَيَتَّكِئُ هَذَا فَيَتَحَدَّثَانِ بِمَا كَانَا فِي الدُّنْيَا فَيَقُولُ أَحَدُهُمَا لِصَاحِبِهِ: يَا فُلانُ تَدْرِي أَيَّ يَوْمٍ غَفَرَ اللّٰهُ لَنَا يَوْمَ كُنَّا فِي مَوْضِعِ كَذَا وَكَذَا فَدَعَوْنَا اللّٰهَ فَغَفَرَ لَنَا (البزار عن انس)
Cennet ehli Cennete girdiği zaman kardeşlerini görmeyi arzularlar. Birinin tahtı diğerinin tahtı hizasına ulaşıncaya kadar gelir, birbirleriyle konuşurlar. O ve diğeri tahtlarına yaslanır ve dünyâda iken içinde bulundukları durumu konuşurlar. Biri arkadaşına: ″Allah’u Teâlâ’nın bizi bağışladığı gün hangisidir biliyor musun? Bir gün filan filan yerdeydik de Allah’a duâ etmiştik, işte o gün bizi bağışladı″ der.[1]
Âhiret hayatının ebedîliğine dair de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يُؤْتَى بِالْمَوْتِ كَهَيْئَةِ كَبْشٍ أَمْلَحَ فَيُنَادِي مُنَادٍ يَا أَهْلَ الْجَنَّةِ فَيَشْرَئِبُّونَ وَيَنْظُرُونَ فَيَقُولُ هَلْ تَعْرِفُونَ هَذَا فَيَقُولُونَ نَعَمْ هَذَا الْمَوْتُ وَكُلُّهُمْ قَدْ رَآهُ ثُمَّ يُنَادِي يَا أَهْلَ النَّارِ فَيَشْرَئِبُّونَ وَيَنْظُرُونَ فَيَقُولُ هَلْ تَعْرِفُونَ هَذَا فَيَقُولُونَ نَعَمْ هَذَا الْمَوْتُ وَكُلُّهُمْ قَدْ رَآهُ فَيُذْبَحُ ثُمَّ يَقُولُ يَا أَهْلَ الْجَنَّةِ خُلُودٌ فَلَا مَوْتَ وَيَا أَهْلَ النَّارِ خُلُودٌ فَلَا مَوْتَ ثُمَّ قَرَأَ {وَأَنْذِرْهُمْ يَوْمَ الْحَسْرَةِ إِذْ قُضِيَ الْأَمْرُ وَهُمْ فِي غَفْلَةٍ} وَهَؤُلَاءِ فِي غَفْلَةٍ أَهْلُ الدُّنْيَا {وَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ} (خ م عن ابى سعيد الخدرى)
Mahşer günü, Cennet ehli Cennete ve Cehennem ehli de Cehenneme sevk olunduktan sonra ölüm, aklı karalı alaca bir koç sûretinde getirilir. Bir Münâdi: ″Ey Cennet ehli!″ diye çağırır. Cennetlikler hemen başlarını uzatıp bakarlar. Münâdi onlara: ″Siz bunu tanıyor musunuz?″ diye sorar. Onlar da: ″Evet, o ölümdür″ derler. Sonra Münâdi: ″Ey Cehennem ehli!″ diye yüksek sesle çağırır. Onlar da başlarını uzatıp bakarlar. Münâdi onlara: ″Siz bunu tanıyor musunuz?″ diye sorar. Onlar da: ″Evet, bu ölümdür″ derler. Bunun üzerine koç şeklinde olan ölüm boğazlanır. Sonra Münâdi: ″Ey Cennet ehli! Artık ebedîlik vardır, ölüm yoktur. Ey Cehennem ehli! Artık ebedîlik vardır, ölüm yoktur″ der. Bundan sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ey Habîbim! Sen onları, pişmanlık günü ile uyar. O gün her şey bitmiş, iş işten geçmiş olacaktır...″[2] diye geçen âyeti okudu ve sözüne devamla; işte bunlar, âhiret ahvâlinden gâfil olanlar; ehl-i dünyâdır″ buyurdu.[3]
[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 7, s. 435. Yine bu hususta bakınız: Sûre-i Tûr, Âyet 24-28.
[2] Sûre-i Meryem, Âyet 39.
[3] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1715; Sahih-i Müslim, Cennet 13 (40).
﴿ لِمِثْلِ هٰذَا فَلْيَعْمَلِ الْعَامِلُونَ ﴿٦١﴾ اَذٰلِكَ خَيْرٌ نُزُلًا اَمْ شَجَرَةُ الزَّقُّومِ ﴿٦٢﴾ اِنَّا جَعَلْنَاهَا فِتْنَةً لِلظَّالِم۪ينَ ﴿٦٣﴾ اِنَّهَا شَجَرَةٌ تَخْرُجُ ف۪ٓي اَصْلِ الْجَح۪يمِۙ ﴿٦٤﴾ طَلْعُهَا كَاَنَّهُ رُؤُ۫سُ الشَّيَاط۪ينِ ﴿٦٥﴾ فَاِنَّهُمْ لَاٰكِلُونَ مِنْهَا فَمَالِؤُ۫نَ مِنْهَا الْبُطُونَۜ ﴿٦٦﴾ ثُمَّ اِنَّ لَهُمْ عَلَيْهَا لَشَوْبًا مِنْ حَم۪يمٍۚ ﴿٦٧﴾ ثُمَّ اِنَّ مَرْجِعَهُمْ لَاِلَى الْجَح۪يمِ ﴿٦٨﴾ اِنَّهُمْ اَلْفَوْا اٰبَٓاءَهُمْ ضَٓالّ۪ينَۙ ﴿٦٩﴾ فَهُمْ عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ يُهْرَعُونَ ﴿٧٠﴾ ﴾
61-70. Amel edenler, bunun gibi nîmetlere nâil olmak için amel etsinler.* Bu ziyâfet mi hayırlıdır? Yoksa (meyvesi Cehennem ehli için hazırlanan) zakkum ağacı mı?* Şüphesiz ki, zakkum ağacını zâlimler için fitne (dünyâda imtihan ve âhirette azap) kıldık.* Bu ağaç, Cehennemin dibinde biter;* tomurcukları (çirkin ve korkunç olmak itibariyle) şeytan başına benzer.* Cehennem ehli, ondan yerler ve onunla karınlarını doldururlar,* üzerine de vücutlarından akan kan ve irin ile karışık kaynar su içerler.* Sonra onların dönüp varacakları yer, şüphesiz yine Cehennemdir.* Çünkü onlar, babalarını azgın buldular* ve onların izine uymada sürat gösterdiler.
İzah: Zakkum ağacı hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَوْ أَنَّ قَطْرَةً مِنْ الزَّقُّومِ قُطِرَتْ فِي دَارِ الدُّنْيَا لَأَفْسَدَتْ عَلَى أَهْلِ الدُّنْيَا مَعَايِشَهُمْ فَكَيْفَ بِمَنْ يَكُونُ طَعَامَهُ (ت عن ابن عباس)
″Eğer Cehennem yiyeceği olan zakkumdan dünyâya bir damla damlatılsaydı, dünyâ halkının yaşantısını mahvederdi. Artık zakkumdan başka yiyeceği olmayan Cehennem ehlinin hâli nasıl olur?″[1]
Zakkum ağacının dünyâdaki imtihan hâli hakkında da Sûre-i İsrâ, Âyet 60’ın izahına bakınız.
Yine bu âyetlerde geçtiği üzere, Cehennemliklerin içeceği su ile ilgili olarak Ebû Umâme Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onların önlerinde de Cehennem vardır. Orada onlara irinli sudan içirilir.* Onlar o sıvıyı yudumlamaya çalışırlar, fakat boğazından geçmez...″[2] diye geçen âyetleri okudu ve buyurdu ki:
يُقَرَّبُ إِلَى فِيهِ فَيَكْرَهُهُ فَإِذَا أُدْنِيَ مِنْهُ شَوَى وَجْهَهُ وَوَقَعَتْ فَرْوَةُ رَأْسِهِ فَإِذَا شَرِبَهُ قَطَّعَ أَمْعَاءَهُ حَتَّى تَخْرُجَ مِنْ دُبُرِهِ يَقُولُ اللّٰهُ {وَسُقُوا مَاءً حَمِيمًا فَقَطَّعَ أَمْعَاءَهُمْ} وَيَقُولُ {وَإِنْ يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ} (ت عن ابى امامة)
″Bu su, ağzına yaklaştırılır fakat ondan tiksinir. Kendisi ona yaklaşacak olursa, yüzünü yakar ve başındaki saçlar o suyun içerisine düşer. O suyu içecek olursa, bağırsaklarını parçalar ve dübüründen çıkar. Allah’u Teala, ″… Bunlara nâil olanlar, ateşte ebedî olup kaynar sular içirilerek bağırsakları parçalanan kimseler gibi midir?″[3] Ve ″…Eğer susuzluktan feryad edip yardım isterlerse, onlara yüzleri yakıp kavuran erimiş maden gibi bir su verilir. O ne kötü bir içecektir ve bulundukları yer ne kötüdür″[4] diye buyurmaktadır.[5]
Ayrıca Âyet-i Kerîme’de: ″Sonra onların dönüp varacakları yer, şüphesiz yine Cehennemdir.* Çünkü onlar, babalarını azgın buldular* ve onların izine uymada sürat gösterdiler″ diye buyrulmaktadır. Bu âyetlerden anlaşılan; İslâm’ın dışında olanların hepsi, küfür üzere olup ebedî Cehennemliktir. Bir kimse Hristiyan, Yahudi veya İslâm’ın dışında hangi dinden olursa olsun, azgın olan babalarının yolundan gidip onlara tâbi olursa, onlar gibi Cehennemlik olur. Bu kimse aklını ve irâdesini kullanmayarak nefsine hoş geleni yaptığı için Cehenneme girer. Allah’u Teâlâ âdildir, hiç kimseye haksızlık yapmaz. Her anadan doğan İslâm üzere doğar, buluğa erdiği zaman, hakkı bâtıldan ayırması gerekir. Aksi halde küfür üzerine olan babaları gibi sonuçlarına katlanır ve Cehenneme girerler.
Bir kişi Müslüman memleketinde, Müslüman aileden dünyâya geldiği halde, nefsine uyup küfrü seçebiliyor. Mesalâ: Âdem Aleyhisselâm’ın oğlu Kâbil, babasına âsi gelerek kardeşi Hâbil’i haksız yere öldürdü. Nûh Aleyhisselâm’ın hanımı[6] ve oğlu Kenan[7], ona âsi gelerek helâk oldular. Lût Aleyhisselâm’ın hanımı da ona âsi gelerek kâfir olan kavmiyle birlikte helâk oldu.[8] Görüldüğü üzere, bir Peygamberin oğlu veya hanımı dahi, nefsine uyarak ona âsi gelip küfre girebiliyor.
Yine bu hususta Sûre-i Sâffât, Âyet 112-113’te Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
″Biz, İbrâhim’i, sâlihlerden bir Peygamber olarak İshâk ile de müjdeledik.* Biz, ona ve (oğlu) İshâk’a bereketler verdik. Bunların zürriyetlerinden muhsin de vardı, (küfür ile) âşikâr nefsine zulmeden de.″
Yine kâfir olan bir aileden dünyâya gelen kişi de, aklını kullanarak Müslüman olabiliyor. Meselâ: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında İslâm’ın ilk yıllarında anne ve babası müşrik olan çok sayıda genç Ashâb vardı. Babaları zengin, varlıklı ve güvende olan kişilerken; hayatını tehlikeye atarak, fakir ve hor görülen Müslümanların yanında olmayı tercih ettiler. Birçokları bu sebeple işkenceye uğradılar. Fakat Allah korkusundan hak dinden aslâ dönmediler. Babaları kâfir olup haklarında Cehennemlik olduklarına dair âyet olan, en azgın kâfirlerin çocukları dahi, İslâm’ı seçtiler. Velid b. Muğire’nin oğlu Hz. Hâlid, Ebû Cehil’in oğlu Hz. İkrime ve Ebû Leheb’in kızı bunlardandır. Yahudi ve Hristiyan olduğu halde İslâm’ı seçen çok sayıda Sahâbe de vardı. Bunlar hep aklını kullanarak, azgın olan babalarının dînine uymayıp hak olan İslâm Dîni’ni seçtiler. Hattâ zaman zaman müşrik olan kardeşleri ve babaları ile, müşriklerle yapılan savaşlarda karşı saflarda bulunup savaştılar.
İşte babalarının bâtıl bir inanışta olması, çocuklarının da büyüdüğü zaman o inanışta olacağı anlamına gelmez. Çünkü Allah’u Teâlâ her insana, akıl ve irâde vermiştir. Arayıp hak olan dîni bulması gerekir.
Allah’u Teâlâ Sûre-i İnsân, Âyet 3’te şöyle buyurmuştur:
″Şüphesiz ki, Biz insana hidâyet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.″
Günümüzde de İslâm’ın dışında olan diğer bâtıl dinlerden İslâm’ı tercih ederek Müslüman olanların sayısı oldukça fazladır. Allah katında tek din İslâm’dır. Bu husus Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 85’te şöyle geçmektedir:
″Her kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bu din ondan aslâ kabul edilmeyecek ve o kimse âhirette hüsrâna uğrayanlardan olacaktır.″
[1] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cehennem 4; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 10065.
[2] Sûre-i İbrâhîm, Âyet 16-17.
[3] Sûre-i Muhammed, Âyet 15.
[4] Sûre-i Kehf, Âyet 29.
[5] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cehennem 4; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7029.
[6] Bu hususta bakınız: Sûre-i Tahrîm, Âyet 10.
[7] Bu hususta bakınız: Sûre-i Hûd, Âyet 42-43.
[8] Bu hususta bakınız: Sûre-i A’râf, Âyet 83, Sûre-i Tahrîm, Âyet 10.
﴿ وَلَقَدْ ضَلَّ قَبْلَهُمْ اَكْثَرُ الْاَوَّل۪ينَۙ ﴿٧١﴾ وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا ف۪يهِمْ مُنْذِر۪ينَ ﴿٧٢﴾ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُنْذَر۪ينَۙ ﴿٧٣﴾ اِلَّا عِبَادَ اللّٰهِ الْمُخْلَص۪ينَ۟ ﴿٧٤﴾ ﴾
71-74. Ey Resûlüm! Yemin olsun ki, onlardan evvelkilerin çoğu da sapıtmış idi.* Yemin olsun ki, onlara uyarıcılar göndermiştik.* Bak, uyarıldıkları halde, kabul etmeyenlerin âkıbeti nasıl oldu?* Lâkin Allah’ın ihlaslı kulları müstesnâ (bunlar kötü âkıbetten kurtuldular).
﴿ وَلَقَدْ نَادٰينَا نُوحٌ فَلَنِعْمَ الْمُج۪يبُونَۚ ﴿٧٥﴾ وَنَجَّيْنَاهُ وَاَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظ۪يمِۘ ﴿٧٦﴾ وَجَعَلْنَا ذُرِّيَّتَهُ هُمُ الْبَاق۪ينَۘ ﴿٧٧﴾ وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْاٰخِر۪ينَۘ ﴿٧٨﴾ سَلَامٌ عَلٰى نُوحٍ فِي الْعَالَم۪ينَ ﴿٧٩﴾ اِنَّا كَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَ ﴿٨٠﴾ اِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٨١﴾ ثُمَّ اَغْرَقْنَا الْاٰخَر۪ينَ ﴿٨٢﴾ ﴾
75-82. Yemin olsun ki Nûh, Bize nidâ etti (yardım istedi). Yemin olsun ki, en güzel sûretle icâbet ettik.* Biz, Nûh’u ve ehlini, büyük belâdan (gark olmaktan) kurtardık.* Dünyâda onun zürriyetinden başka kimse bırakmadık.* Sonradan gelenlere onun güzel senâsını dâim kıldık.* Âlemler içinde Nûh’a selâm olsun.* Şüphesiz Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız.* Şüphesiz o, Bizim Mü’min kullarımız-dandır.* Sonra da diğerlerini (kâfirleri) gark ettik.
İzah: Nûh Aleyhisselâm dokuz yüz elli sene kavmini dîne dâvet etmiş, fakat onlar her defasında kendisine îman etmeyerek, ona eziyet etmişlerdir.
Bu husus Sûre-i Ankebût, Âyet 14’te şöyle geçmektedir:
″Yemin olsun ki Biz, Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli sene onların arasında (Peygamber olarak) kaldı. Nihâyet onlar, zâlimler oldukları halde tufan onları helâk etti.″
Nûh Aleyhisselâm, artık onların îman etmelerinden ümit kesince, Âyette de geçtiği üzere Allah’u Teâlâ’ya nidâ ederek yardım istemiştir. Allah’u Teâlâ da tufan ile o kâfirlerin hepsini helâk etmiştir.
İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmaktadır:
بَعَثَ اللّٰهُ نُوحًا لأَرْبَعِينَ سَنَةً وَلَبِثَ فِي قَوْمِهِ أَلْفَ سَنَةٍ إِلَّا خَمْسِينَ عَامًا يَدْعُوهُمْ وَعَاشَ بَعْدَ الطُّوفَانِ سِتِّينَ سَنَةً حَتَّى كَثُرَ النَّاسُ وَفَشَوْا (ك عن ابن عباس)
″Allah’u Teâlâ, Nûh’u kırk yaşında Peygamber kıldı. Dokuz yüz elli sene kavmini dîne dâvet etti. Altmış sene de insanlar çoğalıncaya ve yayılıncaya kadar tufandan sonra yaşadı.″[1]
Yine ″Dünyâda onun zürriyetinden başka kimse bırakmadık″ diye geçen Âyet-i Kerîme hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
وَلَدُ نُوحٍ ثَلاثَةٌ سَامٌ أَبُو الْعَرَبِ وَحَامٌ أَبُو السُّودَانِ وَيَافِثُ أَبُو التُّرْكِ (ابن كثير، التفسير القران العظيم حم عن سمرة)
″Nûh’un (gemiye binen) çocuklarından Sâm, Arapların atası; Hâm, Sûdanlıların atası; Yâfes de Türklerin atasıdır.″[2]
Nûh Aleyhisselâm’ın kavmiyle olan mücâdelesi ve Nûh Tufanı hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Hûd, Âyet 36-49 ve izahlarına bakınız.
[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 244/12; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3964.
[2] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 195; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1940; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 38; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32393. Bu hadisin bâzı rivâyetlerinde: ″Sâm, Arapların atası, Ham, Habeşlilerin atası, Yâfes de, Rumların atası″ diye geçmektedir.
﴿ وَاِنَّ مِنْ ش۪يعَتِه۪ لَاِبْرٰه۪يمَۢ ﴿٨٣﴾ اِذْ جَٓاءَ رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍ ﴿٨٤﴾ اِذْ قَالَ لِاَب۪يهِ وَقَوْمِه۪ مَاذَا تَعْبُدُونَۚ ﴿٨٥﴾ اَئِفْكًا اٰلِهَةً دُونَ اللّٰهِ تُر۪يدُونَۜ ﴿٨٦﴾ فَمَا ظَنُّكُمْ بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٨٧﴾ ﴾
83-87. Şüphesiz İbrâhim de Nûh’un yolundaydı.* Hani o, Rabbine selim bir kalp ile gelmişti.* Babasına (Âzer’e) ve kavmine şöyle demişti: ″Neye ibâdet ediyorsunuz?* İftira ile Allah’tan başka ilahlar mı edinmek istiyorsunuz?* Âlemlerin Rabbi hakkındaki zannınız nedir?″
İzah: Tefsir ve fıkıh âlimi olan tâbiînden Muhammed İbn-i Sîrîn Hazretlerine: ″Selim kalp nedir?″ diye sorulunca, ″Allah’ın hak olduğunu, hiç şüphesiz kıyâmetin gelecek olduğunu, Allah’ın ölüleri dirilteceğine inanmaktır″ diye buyurmuştur.
﴿ فَنَظَرَ نَظْرَةً فِي النُّجُومِۙ ﴿٨٨﴾ فَقَالَ اِنّ۪ي سَق۪يمٌ ﴿٨٩﴾ فَتَوَلَّوْا عَنْهُ مُدْبِر۪ينَ ﴿٩٠﴾ فَرَاغَ اِلٰٓى اٰلِهَتِهِمْ فَقَالَ اَلَا تَأْكُلُونَۚ ﴿٩١﴾ مَا لَكُمْ لَا تَنْطِقُونَ ﴿٩٢﴾ فَرَاغَ عَلَيْهِمْ ضَرْبًا بِالْيَم۪ينِ ﴿٩٣﴾ فَاَقْبَلُٓوا اِلَيْهِ يَزِفُّونَ ﴿٩٤﴾ قَالَ اَتَعْبُدُونَ مَا تَنْحِتُونَۙ ﴿٩٥﴾ وَاللّٰهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ ﴿٩٦﴾ قَالُوا ابْنُوا لَهُ بُنْيَانًا فَاَلْقُوهُ فِي الْجَح۪يمِ ﴿٩٧﴾ فَاَرَادُوا بِه۪ كَيْدًا فَجَعَلْنَاهُمُ الْاَسْفَل۪ينَ ﴿٩٨﴾ ﴾
88-98. İbrâhim, yıldızlara baktı* ve ″Şüphesiz ben hastayım″ dedi.* Bunun üzerine kavmi, ondan hemen uzaklaştı.* İbrâhim de gizlice onların ilahlarına gitti ve şöyle dedi: ″Yemek yemez misiniz?* Niçin cevap vermiyorsunuz?″* Nihâyet onların üzerine yürüdü ve sağ eliyle vurup kırdı.* Kavmi bundan haberdar olup koşarak ona geldiler.* İbrâhim dedi ki: ″Ellerinizle yaptığınız putlara mı ibâdet ediyorsunuz?* Halbuki sizi ve onları Allah yarattı.″* Kavmi: ″Onun için bir yapı kurun ve orada büyük bir ateş yakıp onu ateşe atın″ dediler.* Böylece onlar, İbrâhim’e tuzak kurmak (onu yakmak) istediler. Biz de tuzaklarını boşa çıkarıp onları mağlup ettik.
İzah: İbrâhim Aleyhisselâm’ın, kavmine hasta olduğunu söylemesi, şehrin içinde kalıp putları kırmak istemesindendir. Zîrâ kavmi, bayram dolayısıyla şehrin dışına çıkma hazırlığı içinde idi. İbrâhim Aleyhisselâm’ın da kendileriyle beraber gitmesini istemişlerdi. İbrâhim Aleyhisselâm, yıldızlara bakıp uğur tespit etmeye çalışan kavmini ikna etmek için yıldızlara baktı ve onlara: ″Ben hastayım, taun hastalığına yakalandım″ dedi. Kavmi, taun hastalığından korktukları için ondan uzaklaştı.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَمْ يَكْذِبْ إِبْرَاهِيمُ عَلَيْهِ السَّلَام فِي شَيْءٍ قَطُّ إِلَّا فِي ثَلَاثٍ قَوْلِهِ {إِنِّي سَقِيمٌ} وَلَمْ يَكُنْ سَقِيمًا وَقَوْلُهُ لِسَارَّةَ أُخْتِي وَقَوْلِهِ {بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا} (ت عن ابى هريرة)
İbrâhim Aleyhisselâm, üç şey hâriç hiçbir şey hakkında yalan söylememiştir. Bunlar: Hasta olmadığı halde, ″Şüphesiz ben hastayım″[1] sözü, eşi Sâra için, ″Hemşiremdir (kız kardeşimdir)″ demesi ve ″Bilakis bu işi yapan onların büyüğüdür″[2] demesidir.″[3]
Sûre-i Enbiyâ, Âyet 69’un izahında İbrâhim Aleyhisselâm’ın ateşe atılması İbrâhim Aleyhisselâm’ın, zevcesi Hz. Sâra’ya, ″Hemşirem″ diye söylemesinin nedeni geniş olarak anlatılmaktadır.
Yine bu hususta Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
Mahşerde insanlar korkuya kapılıp şefaat için Ulu’l-Azim Peygamberlere müracaat ettiklerinde, İbrâhim Aleyhisselâm da der ki:
إِنِّي كَذَبْتُ ثَلَاثَ كَذِبَاتٍ ثُمَّ قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَا مِنْهَا كَذِبَةٌ إِلَّا مَا حَلَّ بِهَا عَنْ دِينِ اللّٰهِ (ت عن ابى سعيد)
″Şüphesiz ben, üç kere yalan söyledim.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bunlardan hiçbir yalan yoktur ki, İbrâhim onunla Allah’ın dînini savunmamış olsun″ buyurdu…[4]
İbrâhim Aleyhisselâm’ın putları kırması, ateşe atılması ve sonucunda olan olaylar hakkında geniş bilgi için Sûre-i Enbiyâ, Âyet 51-69 ve izahlarına ve Âzer hakkında da Sûre-i En’âm, Âyet 74’ün izahına bakınız.
[1] Sûre-i Sâffât, Âyet 89.
[2] Sûre-i Enbiyâ, Âyet 63.
[3] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 22; Ayrıca bakınız: Sahih-i Müslim, Fedâil 41 (154 Sünen-i Ebû Dâvud, Talak 16.
[4] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 2. Bu Hadis-i Şerif’in tam metni için de Sûre-i İsrâ, Âyet 79’un izahına bakınız.
﴿ وَقَالَ اِنّ۪ي ذَاهِبٌ اِلٰى رَبّ۪ي سَيَهْد۪ينِ ﴿٩٩﴾ رَبِّ هَبْ ل۪ي مِنَ الصَّالِح۪ينَ ﴿١٠٠﴾ فَبَشَّرْنَاهُ بِغُلَامٍ حَل۪يمٍ ﴿١٠١﴾ فَلَمَّا بَلَغَ مَعَهُ السَّعْيَ قَالَ يَا بُنَيَّ اِنّ۪ٓي اَرٰى فِي الْمَنَامِ اَنّ۪ٓي اَذْبَحُكَ فَانْظُرْ مَاذَا تَرٰىۜ قَالَ يَٓا اَبَتِ افْعَلْ مَا تُؤْمَرُۘ سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ مِنَ الصَّابِر۪ينَ ﴿١٠٢﴾ ﴾
99-102. İbrâhim, (sâlimen ateşten çıktı) şöyle dedi: ″Ben (küfür yurdundan) Rabbime hicret ediyorum. O, bana (gideceğim) doğru yolu gösterir.″* (Mukaddes yere varınca da şöyle dedi:) ″Ey Rabbim! Bana sâlihlerden bir çocuk ihsan et.″* Biz de onu yumuşak huylu bir çocuk ile müjdeledik.* O çocuk (İsmâil Aleyhisselâm), kendisine yardım edecek bir yaşa gelince, İbrâhim ona: ″Oğulcuğum! Ben rüyâmda gördüm ki, seni boğazlıyorum; ne dersin?″ dedi. Oğlu da şöyle cevap verdi: ″Babacığım! Sana, ne emrediliyorsa onu yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulacaksın.″
İzah: İbrâhim Aleyhisselâm, Nemrut tarafından ateşe atıldığında, Allah’u Teâlâ onu ateşten kurtardı. Bunun üzerine İbrâhim Aleyhisselâm, Allah’u Teâlâ’nın emrettiği yere hicret etti. Bu mukaddes yer de, Kuds-i Şerif’in olduğu yerdir.[1]
İbrâhim Aleyhisselâm, Kuds-i Şerif’in olduğu yere gelince, Allah’u Teâlâ’dan, sâlih bir çocuğunun olması için duâ etti. Allah’u Teâlâ duâsını kabul etti ve ikinci hanımı Hz. Hacer’den İsmâil Aleyhisselâm dünyâya geldi. Allah’ın emri ile İbrâhim Aleyhisselâm, Hz. Hacer’i ve henüz yeni doğmuş olan oğlu Hz. İsmâil’i, Kâbe’nin bulunduğu yere bırakarak, diğer hanımı Hz. Sâra’nın bulunduğu Kuds-i Şerif mevkiine dönmüştür.[2]
Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere İsmâil Aleyhisselâm Kâbe’nin inşaatında kendisine yardım edeceği yaşa gelince, İbrâhim Aleyhisselâm onun yanına Allah’ın emriyle tekrar gelmiş ve kurban edilme hâdisesi de burada vukû bulmuştur. Daha sonra da birlikte Kâbe’yi asli temelleri üzerine tekrar inşaa etmişlerdir.
[1] Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i Enbiyâ, Âyet 70-71 ve izahına bakınız.
[2] Bu hâdise ile ilgi geniş bilgi için de Sûre-i Bakara, Âyet 127 ve izahına bakınız.
﴿ فَلَمَّٓا اَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَب۪ينِۚ ﴿١٠٣﴾ وَنَادَيْنَاهُ اَنْ يَٓا اِبْرٰه۪يمُۙ ﴿١٠٤﴾ قَدْ صَدَّقْتَ الرُّءْيَاۚ اِنَّا كَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَ ﴿١٠٥﴾ اِنَّ هٰذَا لَهُوَ الْبَلٰٓؤُا الْمُب۪ينُ ﴿١٠٦﴾ وَفَدَيْنَاهُ بِذِبْحٍ عَظ۪يمٍ ﴿١٠٧﴾ وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْاٰخِر۪ينَ ﴿١٠٨﴾ سَلَامٌ عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ ﴿١٠٩﴾ كَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَ ﴿١١٠﴾ اِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿١١١﴾ ﴾
103-111. İbrâhim ve oğlu, Allah’u Teâlâ’nın emrine boyun eğdikleri vakit, oğlunu yan üzere yatırdı.* Ona şöyle nidâ ettik: ″Yâ İbrâhim!* Rüyâna sadâkat gösterdin. Şüphesiz Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız.* Şüphesiz bu, açık bir imtihandır.″* Ve büyük cüsseli bir kurbanı, onun yerine fidye olarak verdik.* Sonradan gelenlere onun güzel senâsını dâim kıldık.* İbrâhim’e selâm olsun!* Şüphesiz Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız.* Şüphesiz o, Bizim Mü’min kullarımızdandır.
İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen kurban olayı ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَنَا ابْنُ الذَّبِيحَيْنِ (المستدرك على الصحيحين للحاكم)
″Ben, iki kurbanlığın oğluyum.″[1]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in böyle söylemesi, şu iki olaydan dolayı idi.
Birincisi: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in soyu Hz. İsmâil’e dayanıyordu. Yukarıda âyetlerde anlatıldığı üzere, bir imtihan olarak İbrâhim Aleyhisselâm, oğlu İsmâil Aleyhisselâm’ı keseceği zaman, Allah tarafından onun yerine bir koç gönderilmiştir. Bu olay şöyle nakledilmiştir: İbrâhim Aleyhisselâm’ın, Sâra vâlidemizden çocuğu olmuyordu. Daha sonra Hacer vâlidemiz ile evlenmişti. Allah’u Teâlâ’ya erkek çocuğunun olması için duâ ediyordu. Duâsında da: ″Yâ Rabbi! Bana bir oğlan çocuğu verirsen, sana en çok sevdiğim şeyi kurban ederim″ dedi. Nihâyet Hacer vâlidemizden İsmâil Aleyhisselâm dünyâya geldi. İsmâil Aleyhisselâm büyüyüp kendisine yardım edecek yaşa gelince, Allah’u Teâlâ da İbrâhim Aleyhisselâm’a yapmış olduğu vaadi rüyâsında hatırlattı ve ona: ″Vaadinde en çok sevdiğini kurban edeceğini söylemiştin. Şu anda en çok sevdiğin İsmâil Aleyhisselâm’dır; onu kurban et″ dedi. Bu onun için büyük bir imtihandı.
İbrâhim Aleyhisselâm önden gidiyor, oğlu İsmâil Aleyhisselâm arkadan geliyordu. Şeytan ikisinin arasına girdi ve İsmâil Aleyhisselâm’a: ″Babana âsi gel, gitme. Baban seni kesecek″ dedi. İsmâil Aleyhisselâm: ″Babam beni kesmez″ dedi. Bu sefer şeytan: ″Allah’tan emir aldı″ dedi. İsmâil Aleyhisselâm: ″Allah’tan emir aldıysa sen ne karışıyorsun? Öyleyse kessin″ dedi. Şeytan: ″Sen büyümeyecek, evlenmeyecek, bir hayat sürmeyecek misin?″ dedi. İsmâil Aleyhisselâm, ne yaptıysa şeytanı yanından kovamadı, en sonunda yerden bir taş aldı, attı; şeytana vurdu ve onun bir gözünü çıkardı. İşte ″Kör şeytan″ sözü oradan kaldı. Onun için şeytanın bir gözü kördür. O şeytan ona mâni olmak için bir daha gelemedi. İkinci şeytan geldi, ikinci şeytana da bir taş vurdu. Bu sefer üçüncü şeytan geldi. İsmâil Aleyhisselâm, bir taş da ona vurdu.
İşte İsmâil Aleyhisselâm’ın, üç şeytanı taşladığı yer Mina’dır. Hacıların aynı yerde üç defa şeytanı taşlamaları da bu sebeptendir.
Nihâyet İbrâhim Aleyhisselâm, İsmâil Aleyhisselâm’ı kesileceği yere getirip yan üzere yatırdığında, bıçağı boynuna çaldı. Fakat bıçak Allah’ın dilemesiyle kesmedi. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ, İbrâhim Aleyhisselâm’ın bu sadâkatinden dolayı Cebrâil Aleyhisselâm ile büyük cüsseli bir koç gönderdi ve İsmâil Aleyhisselâm’ın yerine onu kurban etmesini emretti.
Koç kurban edilirken Cebrâil Aleyhisselâm: ″Allah’u Ekber, Allah’u Ekber″ İsmâil Aleyhisselâm: ″Lâ ilâhe illallâhü vallâhu ekber″ İbrâhim Aleyhisselâm da: ″Allâh’u Ekber ve lillâhilhamd″ demişlerdi. Bu tekbirler, daha sonra Müslümanlara sünnet olmuştur. Bu sebeple kurban kesilirken bu tekbir getirilir.
İkincisi: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in dedesi Abdulmuttalib, bir gün Kâbe’nin gölgesinde uyurken rüyâsında kendisine zemzem kuyusunun yeri gösterildi: ″Ey Abdulmuttalib! Kalk ve burayı kaz″denildi. Abdulmuttalib de kalktı ve tek oğlu Hâris ile gösterilen yeri kazmaya başladı. Bu çalışmaları ile işin fazla ilerlemediğini görünce, Mekkelilerden yardım istedi. Onlar da: ″Bizden öncede kazı yaparak zemzemi arayan çok kişi olmuş ama hiçbirisi bulamamış. Boşuna yorulmayalım″ diyerek yardım etmedikleri gibi bir de alaya almışlardı.Abdulmuttalib, işi bırakmamış ve oğlu Hâris ile çalışmaya devam etmiş ve çok yoruldukları bir sırada: ″On oğlum olursa, onlardan birini kurban edeceğim″ demişti.
Nihâyet zemzem suyunu bulmuş ve yıllar sonra dediği gibi on oğlu olmuştu. Rüyâsında kendisine yıllar önce yaptığı adağı hatırlatıldı. Abdulmuttalib de oğulları arasında kura çekti. Kur’a genç ve bekâr oğlu Abdullah’a çıktı. Abdullah da dedesi İsmâil Aleyhisselâm gibi kurban edilmeye hazırdı. Mekkeliler, bu işe karşı çıktılar. Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ı kurban etmesinin bir gelenek hâline gelmesinden korktular. Abdulmuttalib’i bu işe bir çözüm bulması konusunda ikna ettiler. Abdulmuttalib de çözüm arayışına çıktı ve çeşitli yerlere gitti. Medîne’de halkın itibar ettiği Arrâfe isminde biri kendisine: ″Ey Abdulmuttalib! Sizin şehriniz Mekke’de kan bedeli nedir?″ diye sordu. Abdulmuttalib de: ″Bizde kan bedeli on devedir″ diye cevap verdi. Bu cevaptan sonra Arrâfe: ″Ey Abdulmuttalib! Mekke’ye gidersin, on deve ile oğlun Abdullah arasında kura çekersin. Kura develere çıkarsa, on deveyi kurban eder oğlunu kurtarırsın. Kura oğluna çıkarsa, develerin sayısını on tane daha artırırsın. Kura, develere çıkıncaya kadar sayılarını onar onar artırarak yukarı doğru çıkarsın. Sonra da onları kurban eder, oğlunu kurtarırsın″ dedi.
Bu çözüm yolunu benimseyen Abdulmuttalib, hemen Mekke’ye döndü. Getirdiği haber Mekkelileri de sevindirdi. Abdülmuttalib, Arrâfe’nin öğrettiği çözümü gerçekleştirmek için develeri hazırladı ve herkesin gözü önünde oğlu ile on deve arasında kura çekti. İlk kura oğluna çıkınca, develeri on tane artırdı. Her seferinde kura Abdullah’a çıkıyordu. Develer, yüz olunca kura develere çıktı. Abdulmuttalib de yüz deveyi kurban edip oğlunu kurtardı.
İşte bu iki sebepten dolayı Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ben, iki kurbanlığın oğluyum″ diye buyurmuştur.
[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 4009; Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebîr c. 13, s. 139.
﴿ وَبَشَّرْنَاهُ بِاِسْحٰقَ نَبِيًّا مِنَ الصَّالِح۪ينَ ﴿١١٢﴾ وَبَارَكْنَا عَلَيْهِ وَعَلٰٓى اِسْحٰقَۜ وَمِنْ ذُرِّيَّتِهِمَا مُحْسِنٌ وَظَالِمٌ لِنَفْسِه۪ مُب۪ينٌ۟ ﴿١١٣﴾ ﴾
112-113. Biz, İbrâhim’i, sâlihlerden bir Peygamber olarak İshâk ile de müjdeledik.* Biz, ona ve (oğlu) İshâk’a bereketler verdik. Bunların zürriyetlerinden muhsin de vardı, (küfür ile) âşikâr nefsine zulmeden de.
İzah: İshâk Aleyhisselâm, İbrâhim Aleyhisselâm’ın ilk hanımı Sâra vâlidemizden olan oğludur. Allah’u Teâlâ onu da İbrâhim Aleyhisselâm’a müjdelemiştir. Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i Hûd, Âyet 69-73 ve izahlarına bakınız.
﴿ وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلٰى مُوسٰى وَهٰرُونَۚ ﴿١١٤﴾ وَنَجَّيْنَاهُمَا وَقَوْمَهُمَا مِنَ الْكَرْبِ الْعَظ۪يمِۚ ﴿١١٥﴾ وَنَصَرْنَاهُمْ فَكَانُوا هُمُ الْغَالِب۪ينَۚ ﴿١١٦﴾ وَاٰتَيْنَاهُمَا الْكِتَابَ الْمُسْتَب۪ينَۚ ﴿١١٧﴾ وَهَدَيْنَاهُمَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۚ ﴿١١٨﴾ وَتَرَكْنَا عَلَيْهِمَا فِي الْاٰخِر۪ينَ ﴿١١٩﴾ سَلَامٌ عَلٰى مُوسٰى وَهٰرُونَ ﴿١٢٠﴾ اِنَّا كَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَ ﴿١٢١﴾ اِنَّهُمَا مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿١٢٢﴾ ﴾
114-122. Yemin olsun ki Biz, Mûsâ’ya ve Hârun’a da ihsanda bulunduk.* Onları ve kavimlerini büyük sıkıntıdan (Firavun’un tasallutundan) kurtardık.* Onlara yardım ettik de düşmanlarına gâlip oldular.* Onlara açıkça bildiren kitabı (Tevrat’ı) verdik.* Onları doğru yola hidâyet ettik.* Sonradan gelenlere onların güzel senâsını dâim kıldık.* Mûsâ’ya ve Hârun’a selâm olsun!* Şüphesiz Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız.* Şüphesiz onlar, Bizim Mü’min kullarımız-dandır.
﴿ وَاِنَّ اِلْيَاسَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَۜ ﴿١٢٣﴾ اِذْ قَالَ لِقَوْمِه۪ٓ اَلَا تَتَّقُونَ ﴿١٢٤﴾ اَتَدْعُونَ بَعْلًا وَتَذَرُونَ اَحْسَنَ الْخَالِق۪ينَۙ ﴿١٢٥﴾ اَللّٰهَ رَبَّكُمْ وَرَبَّ اٰبَٓائِكُمُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿١٢٦﴾ فَكَذَّبُوهُ فَاِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَۙ ﴿١٢٧﴾ اِلَّا عِبَادَ اللّٰهِ الْمُخْلَص۪ينَ ﴿١٢٨﴾ وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْاٰخِر۪ينَ ﴿١٢٩﴾ سَلَامٌ عَلٰٓى اِلْ يَاس۪ينَ ﴿١٣٠﴾ اِنَّا كَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَ ﴿١٣١﴾ اِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿١٣٢﴾ ﴾
123-132. Şüphesiz İlyâs da elbette Resullerdendi.* Hani o, kavmine şöyle demişti: ″Allah’tan korkmaz mısınız?″* En güzel yaratan olan Allah’ı terk edip ba’l ismindeki puta mı tapıyorsunuz?* Sizin de Rabbiniz ve evvelki babalarınızın da Rabbi olan Allah’ın ibâdetini terk mi ediyorsunuz?″* Kavmi, onu yalanladılar. Bu sebeple onlar da elbette Cehenneme götürüleceklerdir.* Ancak Allah’ın ihlaslı kulları müstesnâ.* Sonradan gelenlere onun güzel senâsını dâim kıldık.* İlyâs’a selâm olsun!* Şüphesiz Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız.* Şüphesiz o, Bizim Mü’min kullarımızdandır.
İzah: İlyâs Aleyhisselâm, İsrailoğullarına gönderilen Peygamberlerden biridir. Ba’lbek ve havâlisine gönderilmiştir. Kavmi, ba’l adlı altından yapılmış, başının dört tarafında yüzü olan bir puta tapıyorlardı. İlyâs Aleyhisselâm onlara: ″Bu puta tapmaktan vazgeçin ve her şeyin yaratıcısı olan Allah’a ibâdet edin″ diye nasihat etti. Fakat dinlemediler. Üstelik kendisini memleketlerinden de kovdular. Allah’u Teâlâ da yurtlarından bereketi kaldırdı. Yağmur yağmaz oldu. Müthiş bir kıtlık hüküm sürmeye başladı. Bunun üzerine tekrar İlyâs Aleyhisselâm’ı buldular ve onun öğütleri ile hareket eder oldular. Allah’u Teâlâ da üzerlerindeki musîbeti kaldırdı. Fakat, bir müddet sonra yine yoldan çıktılar. İlyâs Aleyhisselâm sonunda Allah’a niyaz etti ve izin aldı. İçlerinden ayrılıp bir tarafa gitti ve bir daha dönmedi.
İlyas Aleyhisselâm hakkında Enes Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
غَزَوْنَا مَعَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَتَّى إِذَا كُنَّا بِفَجِّ النَّاقَة عِنْد الْحِجْر إِذَا نَحْنُ بِصَوْتٍ يَقُول اللّٰهُمَّ اِجْعَلْنِي مِنْ أُمَّة مُحَمَّد الْمَرْحُومَة الْمَغْفُور لَهَا الْمَتُوب عَلَيْهَا الْمُسْتَجَاب لَهَا فَقَالَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَا أَنَس اُنْظُرْ مَا هَذَا الصَّوْت فَدَخَلْت الْجَبَل فَإِذَا أَنَا بِرَجُلٍ أَبْيَض اللِّحْيَة وَالرَّأْس عَلَيْهِ ثِيَاب بِيض طُوله أَكْثَر مِنْ ثَلَاثمِائَةِ ذِرَاع فَلَمَّا نَظَرَ إِلَيَّ قَالَ أَنْتَ رَسُول النَّبِيّ؟ قُلْت نَعَمْ قَالَ اِرْجِعْ إِلَيْهِ فَأَقْرِئْهُ مِنِّي السَّلَام وَقُلْ لَهُ هَذَا أَخُوك إِلْيَاس يُرِيد لِقَاءَك… (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن انس)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte gazâya çıktık. Fecc’in-Nâka denilen yerde iken, şöyle diyen bir ses duyduk: ″Allah’ım! beni rahmete nâil olmuş, günahları bağışlanmış, tevbeleri kabul edilmiş, duâları kabul edilmiş, Muhammed ümmetinden kıl.″ Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″Ey Enes! Bak, bu ses de nedir?″ dedi. Ben de dağın iç taraflarına doğru ilerlemeye başladım. Sakalı ve saçı beyaz bir adamla karşılaştım. Üzerindeki elbiseleri de beyazdı. Üç yüz zirâ’dan[1] daha uzun bir boyu vardı. Beni görünce, ″Sen Peygamberin elçisi misin?″ dedi. Ben, ″Evet″ dedim. Bana:
- Ona dön ve benden ona selâm söyle ve de ki: ″İşte kardeşin İlyas seninle görüşmek istiyor.″ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, ben de beraberinde olduğum halde geldi. Nihâyet ona yaklaştığımız bir sırada Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem öne doğru ilerledi, ben geride kaldım. Uzun süre beraberce konuştular. Üzerlerine semâdan sofraya benzer bir şey indi. Beni de çağırdılar, ben de onlarla birlikte yedim. O sofrada; yer elması, nar ve kereviz vardı. Yemek yedim, sonra kalktım, bir kenara çekildim. Bir bulut geldi ve onu yukarı doğru kaldırdı. Ben, bulut onu yukarı doğru kaldırıyorken, beyaz elbiselerine bakıp durdum. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, ″Anam ve babam sana fedâ olsun! dedim. Bu yediğimiz yemek ona semâdan mı indi? Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
- Ben de yemeği ona sordum, şöyle dedi:
- Cebrâil, her kırk günde bir bana bundan bir öğün getirir. Her yılda da Zemzem’den bir içim su getirir. Kimi zaman da onu kuyu başında kovaya su doldururken görürüm. O, bu sudan içer ve bana içirdiği de olur.[2]
İbn-i İshâk ve diğer bâzı âlimler şöyle demişlerdir:
Hz. Yûşâ’dan sonra İsrailoğullarının işlerinden sorumlu olan kişi Kahb b. Yukanna idi. Sonra Hazkil Aleyhisselâm geldi. Nihâyet o da ölünce, İsrailoğulları arasında çok büyük olaylar meydana geldi. Allah’u Teâlâ’nın ahdini unuttular ve onu bırakıp putlara taptılar. Allah’u Teâlâ onlara İlyâs Aleyhisselâm’ı Peygamber olarak gönderdi. Hz. Elyesa da ona tâbi oldu. İsrailoğulları ona karşı serkeşlik edince, İsrailoğullarının sıkıntılarından yana kendisini rahata kavuşturması için Rabbine duâ etti. Ona:
- Şu gün filan yere çık. Senin karşına ne çıkarsa ona bin ve ondan çekinme, dendi. O, Elyesa ile birlikte çıktı. Elyesa ona:
- Ey İlyâs! Bana ne emredersin? dedi. Oldukça yüksekten ona üzerindeki elbiseyi attı. Bu da onun Elyesa’yı İsrailoğullarına kendi yerine geçmek üzere halife tayin etmiş olduğunun alâmeti idi. İşte onun dünyâda son görünmesi bu olmuştu.
İbn-i Kuteybe dedi ki:
Çünkü Allah’u Teâlâ İlyâs Aleyhisselâm’a: ″Benden dile, Ben de sana vereyim″ dedi. O da, ″Beni kendine doğru yükselt, ölümü tatmamı ertele″ dedi. Bunun üzerine meleklerle birlikte uçar oldu.
[1] Hadis-i Şerif’te geçen zirâ, zamana, mekâna ve ölçülen nesnenin cinsine göre çeşitlilik gösteren bir ölçü birimidir.
[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 15, s. 116; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 4197; Beyhakî, Delâil’ün-Nübüvve, Hadis No: 2152.
﴿ وَاِنَّ لُوطًا لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَۜ ﴿١٣٣﴾ اِذْ نَجَّيْنَاهُ وَاَهْلَهُٓ اَجْمَع۪ينَۙ ﴿١٣٤﴾ اِلَّا عَجُوزًا فِي الْغَابِر۪ينَ ﴿١٣٥﴾ ثُمَّ دَمَّرْنَا الْاٰخَر۪ينَ ﴿١٣٦﴾ وَاِنَّكُمْ لَتَمُرُّونَ عَلَيْهِمْ مُصْبِح۪ينَۙ ﴿١٣٧﴾ وَبِالَّيْلِۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ۟ ﴿١٣٨﴾ ﴾
133-138. Şüphesiz Lût da elbette Resullerdendi.* Hani Biz onu ve ehlini tamamen kurtarmıştık.* Helâk olanlar arasında kalan ihtiyar kadını (zevcesini) kurtuluştan istisnâ ettik.* Sonra diğerlerini helâk ettik.* Ey Mekke ahâlisi! Siz onların yurtlarından geçersiniz de gündüz* ve gece; ibret almaz mısınız?
İzah: Lût Aleyhisselâm’ın kıssası hakkında geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 80-84 ve izahlarına bakınız.
﴿ وَاِنَّ يُونُسَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَۜ ﴿١٣٩﴾ اِذْ اَبَقَ اِلَى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِۙ ﴿١٤٠﴾ فَسَاهَمَ فَكَانَ مِنَ الْمُدْحَض۪ينَۚ ﴿١٤١﴾ فَالْتَقَمَهُ الْحُوتُ وَهُوَ مُل۪يمٌ ﴿١٤٢﴾ فَلَوْلَٓا اَنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُسَبِّح۪ينَۙ ﴿١٤٣﴾ لَلَبِثَ ف۪ي بَطْنِه۪ٓ اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ ﴿١٤٤﴾ فَنَبَذْنَاهُ بِالْعَرَٓاءِ وَهُوَ سَق۪يمٌۚ ﴿١٤٥﴾ وَاَنْبَتْنَا عَلَيْهِ شَجَرَةً مِنْ يَقْط۪ينٍۚ ﴿١٤٦﴾ وَاَرْسَلْنَاهُ اِلٰى مِائَةِ اَلْفٍ اَوْ يَز۪يدُونَۚ ﴿١٤٧﴾ فَاٰمَنُوا فَمَتَّعْنَاهُمْ اِلٰى ح۪ينٍۜ ﴿١٤٨﴾ ﴾
139-148. Şüphesiz Yunus da elbette Resullerdendi.* Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı.* Derken (geminin gark olacağını düşünenler) gemide olanlar arasında kura çektiler de kura ona düştü (denize attılar)* Onu balık yuttu. O vakit, nefsini kınadı.* Eğer o, Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenlerden olmasaydı,* kıyâmet gününe kadar balığın karnında kalırdı.* Biz de onu ottan, ağaçtan bir şeyin olmadığı bir yere hasta olarak bıraktık.* Onun üzerine geniş yapraklı bir ağaç bitirdik.* Onu, yüz bin yahut daha fazla olan halka Peygamber olarak gönderdik.* Nihâyet îman ettiler. Biz de onları bir müddete kadar faydalandırdık.
İzah: Yunus Aleyhisselâm ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
لَمَّا أَرَادَ اللّٰهُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى حَبْسَيُونُسَفِي بَطْنِ الْحُوتِ أَوْحَى اللّٰهُ إِلَى الْحُوتِ أَنْ لَا تَخْدَشَنَّ لَهُ لَحْمًاوَلَا تَكْسَرُنَّ لَهُ عَظْمًا فَأَخَذَهُ ثُمَّ أَهْوَى بِهِ إِلَى مَسْكَنِهِ فِي الْبَحْرِ فَلَمَّا انْتَهَى بِهِ إِلَى أَسْفَلِ الْبَحْرِ سَمِعَيُونُسُحِسًّا فَقَالَ فِي نَفْسِهِ مَا هَذَا؟ فَأَوْحَى اللّٰهُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى إِلَيْهِ وَهُوَ فِي بَطْنِ الْحُوتِ إِنَّ هَذَا تَسْبِيحُ دَوَابِّ الْأَرْضِفَسَبَّحَ وَهُوَ فِي بَطْنِ الْحُوتِ فَسَمِعَتِ الْمَلَائِكَةُ تَسْبِيحَهُ فَقَالُوا رَبَّنَا إِنَّا نَسْمَعُ صَوْتًا ضَعِيفًا بِأَرْضِ غُرْبَةٍ فَقَالَتَبَارَكَ وَتَعَالَى ذَلِكَ عَبْدِييُونُسُعَصَانِي فَحَبَسْتُهُ فِي بَطْنِ الْحُوتِ فِي الْبَحْرِ فَقَالُوا الْعَبْدُ الصَّالِحُ الَّذِي كَانَ يَصْعَدُ إِلَيْكَ مِنْهُ فِي كُلِّ يَوْمٍ وَلَيْلَةٍ عَمَلٌ صَالِحٌ؟ قَالَ نَعَمْ فَشَفَعُوا لَهُ عِنْدَ ذَلِكَ فَأَمَرَ الْحُوتَ فَقَذَفَهُ فِي السَّاحِلِ كَمَا قَالَ اللّٰهُ تَعَالَىوَهُوَ سَقِيمٌ (بزار عن ابى هريرة)
Allah’u Teâlâ, Yunus’u balığın karnında tutmak istediğinde, balığa vahyederek, onun etlerini parçalamamasını ve kemiklerini de kırmamasını emretti. Balık onu alıp denizin içinde kendi yerine götürdü. Denizin dibine vardığında, Yunus, bir ses duydu ve kendi kendine: ″Bu nedir?″ dedi. Allah’u Teâlâ da balığın karnındayken bu sesin hayvanların zikri olduğunu vahyetti. Yunus da balığın karnında Allah’ı zikretmeye başladı. Melekler onun zikrini işittiklerinde: ″Rabbimiz! Batıda bir yerde zayıf bir zikir sesi duyduk″ dediler. Allah’u Teâlâ da: ″O, kulum Yunus’un sesidir. Emrime karşı geldiği için onu balığın karnında tuttum″ buyurdu. Melekler: ″Her gün ve her gece de katına sâlih ameller gönderen sâlih kulunun sesi mi?″ diye sorduklarında, Allah’u Teâlâ: ″Evet″ dedi.
İşte o zaman melekler ona şefaatçi oldular. Allah’u Teâlâ, balığa emretti de onu karnından sahile attı. Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Sâffât, Âyet 145’te: ″Biz de onu ottan, ağaçtan bir şeyin olmadığı bir yere hasta olarak bıraktık″ diye buyurduğu gibi.[1]
Yine Übeyy b. Ka’b Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:
سَأَلْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ قَوْلِ اللّٰهِ تَعَالَى {وَأَرْسَلْنَاهُ إِلَى مِائَةِ أَلْفٍ أَوْ يَزِيدُونَ} قَالَ عِشْرُونَ أَلْفًا (ت عن ابى ابن كعب)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Onu, yüz bin yahut daha fazla olan halka Peygamber olarak gönderdik″ diye geçen Sûre-i Sâffât, Âyet 147 hakkında sorduğumda, buyurdu ki: ″Yüz yirmi bin kişiye gönderildi.″[2]
Yunus Aleyhisselâm’ın kıssası hakkında geniş bilgi için Sûre-i Enbiyâ, Âyet 87-88 ve izahına bakınız.
﴿ فَاسْتَفْتِهِمْ اَلِرَبِّكَ الْبَنَاتُ وَلَهُمُ الْبَنُونَۙ ﴿١٤٩﴾ اَمْ خَلَقْنَا الْمَلٰٓئِكَةَ اِنَاثًا وَهُمْ شَاهِدُونَ ﴿١٥٠﴾ اَلَٓا اِنَّهُمْ مِنْ اِفْكِهِمْ لَيَقُولُونَۙ ﴿١٥١﴾ وَلَدَ اللّٰهُۙ وَاِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ ﴿١٥٢﴾ اَصْطَفَى الْبَنَاتِ عَلَى الْبَن۪ينَۜ ﴿١٥٣﴾ مَا لَكُمْ۠ كَيْفَ تَحْكُمُونَ ﴿١٥٤﴾ اَفَلَا تَذَكَّرُونَۚ ﴿١٥٥﴾ اَمْ لَكُمْ سُلْطَانٌ مُب۪ينٌۙ ﴿١٥٦﴾ فَأْتُوا بِكِتَابِكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿١٥٧﴾ ﴾
149-157. Ey Resûlüm! Müşriklere sor: ″Kızlar Rabbinin de, oğullar onların mı?* Yoksa melekleri dişi olarak yarattık da onlar buna şâhit miydiler?″* Haberin olsun ki, şüphesiz onlar, iftiralarından dolayı elbette derler ki:* ″Allah doğurdu.″ Ve şüphesiz onlar, elbette yalancıdırlar.* Allah’u Teâlâ, kızları oğullara tercih mi etti?* Ne oluyor size, nasıl hükmediyorsunuz?* Hiç düşünmez misiniz?* Yoksa elinizde apaçık bir deliliniz mi var?* Eğer sözünüzde doğru iseniz, deliliniz olan kitabınızı getirin.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Ey Resûlüm! Müşriklere sor: ″Kızlar Rabbinin de, oğullar onların mı?″ diye buyrulmaktadır. Müşrikler; melekler için, ″Allah’ın kızları″ diye söylerlerdi. Kendilerinin kız çocuğu olduğu zaman da câhiliye döneminin âdetleri üzere bundan çok utanç duyarlar ve bâzıları o kız çocuğunu diri diri toprağa gömerlerdi. İşte Allah’u Teâlâ müşriklere hitap ederek, kendilerinin hoşlanmadıkları şeyi Allah’u Teâlâ’ya nasıl isnada kalkıştıklarını beyan edip, çelişkilerini ortaya koymuştur.
Bu husus Sûre-i Nahl, Âyet 57-59’da da şöyle geçmektedir:
Onlar, Allah’a kızlar isnat ederler. Hâşâ! O, bundan uzaktır. Kendilerine ise sevdiklerini (erkek çocuklarını) isnat ederler.* Halbuki onlardan biri, kız çocuğu ile müjdelendiği zaman, içi öfkeyle dolar ve yüzü kapkara kesilir.* Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı utanarak kavminden gizlenir. O çocuğu aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa diri diri toprağa mı gömsün? diye düşünür. Dikkat edin! Verdikleri hüküm ne kötüdür.
﴿ وَجَعَلُوا بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْجِنَّةِ نَسَبًاۜ وَلَقَدْ عَلِمَتِ الْجِنَّةُ اِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَۙ ﴿١٥٨﴾ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يَصِفُونَۙ ﴿١٥٩﴾ اِلَّا عِبَادَ اللّٰهِ الْمُخْلَص۪ينَ ﴿١٦٠﴾ فَاِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَۙ ﴿١٦١﴾ مَٓا اَنْتُمْ عَلَيْهِ بِفَاتِن۪ينَۙ ﴿١٦٢﴾ اِلَّا مَنْ هُوَ صَالِ الْجَح۪يمِ ﴿١٦٣﴾ ﴾
158-163. Onlar, Allah ile melekler arasında nesep koyarlar. Yemin olsun ki melekler, elbette onların Cehenneme atılacaklarını bilirler.* Allah’u Teâlâ, onların isnat ettikleri vasıflardan uzaktır.* Lâkin Allah’ın ihlaslı kulları müstesnâ.* Ey müşrikler! Şüphesiz siz ve ibâdet ettiğiniz şeyler,* Allah’a karşı hiçbir kimseyi yoldan çıkaramazsınız.* Ancak Cehenneme saldıran kimse müstesnâ.
İzah: ″Melekler″ diye tercüme ettiğimiz kelime, Âyet-i Kerîmenin metninde ″el-Cinne″ diye geçmektedir. Bu ifade, gözle görülmeyen varlıklar anlamına gelir. Bu nedenle, bu tâbirin geçtiği yere göre âyetler de; bâzen melek, bâzen cin ve bâzen de şeytan için kullanıldığı görülmektedir.[1]
Müşrikler: ″Meleklere, Allah’ın kızlarıdır″ diyerek Allah’a şirk koştukları Sûre-i Enbiyâ, Âyet 26-28’de de şöyle geçmektedir:
Ve bâzıları: ″Rahmân, çocuk edindi″ dediler. Hâşâ! O, bundan uzaktır. Bilakis onlar (melekler), ikram olunmuş kullardır.* Onlar, O’nun sözünün önüne geçmezler ve onlar, ancak O’nun emriyle hareket ederler.* Allah’u Teâlâ, onların yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. Onlar, ancak Allah’ın râzı olduğu kimse için şefaat (yardım) ederler. Onlar, O’nun azamet ve heybetinden korkarlar.
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Ey müşrikler! Şüphesiz siz ve ibâdet ettiğiniz şeyler,* Allah’a karşı hiçbir kimseyi yoldan çıkaramazsınız.* Ancak Cehenneme saldıran kimse müstesnâ″ diye buyrulmaktadır. Yani, Ey müşrikler! Siz, Allah’ın kullarından herhangi bir kimseyi kuvvetinizle hak yoldan saptıramaz, Allah’a ve Resûlüne inanmaktan alıkoyamazsınız. Siz ancak nefsine uyarak kendi irâdesiyle dalâleti seçen kimseleri hak yoldan saptırabilirsiniz. Yoksa aklını ve irâdesini iyi yönde kullanarak hak yolu bulan hâlis kulları Allah’ın dîninden saptıramazsınız, demektir.
[1] Allah’u Teâlâ âyetlerde, bâzen cine, şeytan; bâzen de şeytana, cin diye hitap etmektedir. Bu hususta Sûre-i Hicr, Âyet 26-27 ve izahına bakınız. Yine Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 102’de: ″Şeyâtîn″ diye bir ifade kullanmakta ve cinleri kastetmektedir.
﴿ وَمَا مِنَّٓا اِلَّا لَهُ مَقَامٌ مَعْلُومٌ ﴿١٦٤﴾ وَاِنَّا لَنَحْنُ الصَّٓافُّونَۚ ﴿١٦٥﴾ وَاِنَّا لَنَحْنُ الْمُسَبِّحُونَ ﴿١٦٦﴾ ﴾
164-166. Melekler dediler ki: ″Bizden her birimizin belli bir makâmı vardır.* Şüphesiz biziz, o saf saf dizilenler, biz. * Şüphesiz biziz, o tesbih edenler, biz.″
İzah: Meleklerin ibâdetlerine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
مَا فِي السَّمَاء مَوْضِعَ قَدَم إِلَّا عَلَيْهِ مَلَكٌ سَاجِدٌ أَوْ قَائِمٌ (أبو الشيخ في العظمة عن عائشة)
″Semâda secde eden yahut ayakta duran bir meleğin bulunmadığı ayak basacak kadar bir yer dahi yoktur.″[1]
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:
إِنِّي أَرَى مَا لَا تَرَوْنَ وَأَسْمَعُ مَا لَا تَسْمَعُونَ أَطَّتْ السَّمَاءُ وَحَقَّ لَهَا أَنْ تَئِطَّ مَا فِيهَا مَوْضِعُ أَرْبَعِ أَصَابِعَ إِلَّا عَلَيْهِ مَلَكٌ سَاجِدٌ لَوْ عَلِمْتُمْ مَا أَعْلَمُ لَضَحِكْتُمْ قَلِيلًا وَلَبَكَيْتُمْ كَثِيرًا وَلَا تَلَذَّذْتُمْ بِالنِّسَاءِ عَلَى الْفُرُشَاتِ وَلَخَرَجْتُمْ عَلَى أَوْ إِلَى الصُّعُدَاتِ تَجْأَرُونَ إِلَى اللّٰهِ قَالَ فَقَالَ أَبُو ذَرٍّ وَاللّٰهِ لَوَدِدْتُ أَنِّي شَجَرَةٌ تُعْضَدُ (حم عم ابى ذر)
″Hakikaten ben sizin görmediklerinizi görüyor, duymadıklarınızı duyuyorum. Semâdan gelen ve gelecek olan sesleri duyarım. Semâda bir meleğin secde etmediği dört parmak bir yer dahi yoktur. Allah’a yemin ederim! Eğer bildiğimi bilseydiniz, çok az gülerdiniz, çok ağlardınız. Kadınlardan tat almaz, dağlara çıkar ve bağırarak Allah’a yalvarırdınız.″ Ebû Zerr Radiyallâhu anhu bu hadis üzerine, ″Birisinin yaslandığı herhangi bir ağaç olmayı çok isterdim″ demiştir.[2]
Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَلَا تَصُفُّونَ كَمَا تَصُفُّ الْمَلَائِكَةُ عِنْدَ رَبِّهِمْ جَلَّ وَعَزَّ قُلْنَا وَكَيْفَ تَصُفُّ الْمَلَائِكَةُ عِنْدَ رَبِّهِمْ قَالَ يُتِمُّونَ الصُّفُوفَ الْمُقَدَّمَةَ وَيَتَرَاصُّونَ فِي الصَّفِّ (م د ن ه عن جابر بن سمرة)
″Rabbi katında meleklerin saf tuttukları gibi saf tutmaz mısınız?″ Biz: ″Melekler, Rableri katında nasıl saf tutarlar?″ diye sorduk. Şöyle buyurdu: ″Ön safları tamamlarlar ve safta sıkışık halde dururlar.″[3]
[1] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 29840.
[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 20539; Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 19…
[3] Sahih-i Müslim, Salat 27 (119 Sünen-i Ebû Dâvud, Salat 95; Sünen-i Nesâî, İmâmet 28; Sünen-i İbn-i Mâce, İkamet’us-Salat 50.
﴿ وَاِنْ كَانُوا لَيَقُولُونَۙ ﴿١٦٧﴾ لَوْ اَنَّ عِنْدَنَا ذِكْرًا مِنَ الْاَوَّل۪ينَۙ ﴿١٦٨﴾ لَكُنَّا عِبَادَ اللّٰهِ الْمُخْلَص۪ينَ ﴿١٦٩﴾ فَكَفَرُوا بِه۪ۚ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ ﴿١٧٠﴾ ﴾
167-170. Müşrikler önceleri diyorlardı ki:* ″Eğer yanımızda geçmiş ümmetlerin kitaplarından bir kitap olsaydı,* elbette biz, Allah’ın ihlaslı kulları olurduk.″* Fakat kitap gönderilince, onu inkâr ettiler. Yakında âkıbetlerini bileceklerdir.
﴿ وَلَقَدْ سَبَقَتْ كَلِمَتُنَا لِعِبَادِنَا الْمُرْسَل۪ينَۚ ﴿١٧١﴾ اِنَّهُمْ لَهُمُ الْمَنْصُورُونَۖ ﴿١٧٢﴾ وَاِنَّ جُنْدَنَا لَهُمُ الْغَالِبُونَ ﴿١٧٣﴾ فَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتّٰى ح۪ينٍۙ ﴿١٧٤﴾ وَاَبْصِرْهُمْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ ﴿١٧٥﴾ اَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ ﴿١٧٦﴾ فَاِذَا نَزَلَ بِسَاحَتِهِمْ فَسَٓاءَ صَبَاحُ الْمُنْذَر۪ينَ ﴿١٧٧﴾ وَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتّٰى ح۪ينٍۙ ﴿١٧٨﴾ وَاَبْصِرْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ ﴿١٧٩﴾ ﴾
171-179. Yemin olsun ki, Resûl olarak gönderdiğimiz kullarımız hakkında şu sözümüz ileri geçti:* ″Onlar muhakkak muzaffer olacaklardır.* Şüphesiz ki, gâlip gelecek olan da Bizim ordumuzdur (Mü’minlerdir).″* Ey Resûlüm! O halde bir süreye kadar onlardan yüz çevir.* Onların hâlini gör, yakında onlar da (uğrayacakları azâbı) göreceklerdir.* Onları indireceğimiz azapta acele mi ediyorlar?* Vaad olunan azap, ansızın yurtlarına indiği vakit, o uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur.* Ey Resûlüm! Bir süreye kadar onlardan yüz çevir.* Onların hâlini gör, yakında onlar da (uğrayacakları azâbı) göreceklerdir.
İzah: Bu âyetlerde, müşriklerin inkârları sebebiyle yakın bir zamanda Allah’u Teâlâ’nın onlara belâ vereceği bildirilmiştir. Bu hâdise ilk olarak Bedir’de meydana gelmiştir. Bu harpte, Mü’minler kâfirlere karşı Allah’ın yardımıyla gâlip gelmiş; Ebû Cehil de dâhil on ikisi bey olmak üzere yetmiş kâfir öldürülmüş ve yetmiş kişi de esir alınmıştır. Böylece kâfirler için bu, büyük bir azap olmuştur.
Bedir Harbi’nde ve daha sonra da Mekke’nin fethiyle Mü’minler kâfirlere üstün gelerek muzaffer olmuş ve müşriklerin bâtıl inançları tamamen ortadan kalkmıştır.
Bu âyetlerde özellikle sabahın söz konusu edilmesi azâbın onlara sabah vakti geldiğinden dolayıdır.
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hayber’in fethi gününde de Sûre-i Sâffât, Âyet 177’yi okumuştur. Bu husus Enes Radiyallâhu anhu’dan şöyle nakledilmiştir:
لَمَّا أَتَى رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ خَيْبَر وَكَانُوا خَارِجِينَ إِلَى مَزَارِعهمْ وَمَعَهُمْ الْمَسَاحِي فَقَالُوا مُحَمَّد وَالْخَمِيس وَرَجَعُوا إِلَى حِصْنهمْ فَقَالَ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اللّٰه أَكْبَر خَرِبَتْ خَيْبَر إِنَّا إِذَا نَزَلْنَا بِسَاحَةِ قَوْم فَسَاءَ صَبَاح الْمُنْذَرِينَ(القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن انس)
Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hayber’e gittiğinde, onlar da beraberlerinde çapaları, kazmaları bulunduğu halde tarlalarına çıkıyorken, ″Muhammed ve ordusu geldi″ dediler ve kalelerine geri döndüler. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″Allah’u Ekber, harap oldu Hayber! Çünkü biz, bir kavmin yurduna indik mi, uyarılmış olanların sabahı çok kötü olur.″[1]
[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 15, s. 140.
﴿ سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَۚ ﴿١٨٠﴾ وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَل۪ينَۚ ﴿١٨١﴾ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ﴿١٨٢﴾ ﴾
180-182. Senin Rabbin, izzet (kudret ve şeref) sahibi olan Rabb Teâlâ, kâfirlerin isnat ettikleri vasıflardan uzaktır.* Resullere selâm olsun!* Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun!
İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Hz. Ali Kerremallâhu veche şöyle buyurmuştur:
مَنْ سَرَّهُ أَنْ يَكْتَالَ بِالْمِكْيَالِ الأَوْفَى فَلْيَقُلْ عِنْدَ فُرُوغِهِ مِنْ صَلَاتِهِ: {سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ. وَسَلامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ. وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ} (مصنف عبد الرزاق عن على)
Her kim mahşer günü mükâfatının en bol ölçekle kendisine ölçülüp verilmesini arzu ederse, namazı tamamladıktan sonra en son şöyle söylesin: Subhâne Rabbike Rabbi’l-izzeti ammâ yesifûn. Ve selâmun alel mürselîn. Velhamdulillâhi Rabbi’l-âlemin ″Senin Rabbin, izzet (kudret ve şeref) sahibi olan Rabb Teâlâ, kâfirlerin isnat ettikleri vasıflardan uzaktır.* Resullere selâm olsun!* Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun!″ (Sûre-i Sâffât, Âyet 180-182)[1]
İşte namaz tesbihatında müezzinlerin duâ edildikten sonra, bu âyetleri okuyarak Fâtiha demeleri, Hz. Ali Kerremallâhu veche’nin bu sözünden dolayıdır.
[1] Abdurrezzâk es-San’ânî, Musannef, Hadis No: 3196; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 4962.