NÛR SÛRESİ

Bu sûre 64 âyettir. Medîne döneminde nâzil olmuştur. Bu sûrenin 35. âyetinde: ″Allah’u Teâlâ, göklerin ve yerin nûrudur″ diye geçen buyruğundan dolayı ″Nûr Sûresi″ diye isimlendirilmiştir.

Bu sûre ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

عَلِّمُوا رِجَالَكُمْ سُورَةَ الْمَائِدَةِ وَعَلِّمُوا نِسَاءَكُمْ سُورَةَ النُّورِ (ص هب عن مجاهد مرسلا)

″Erkeklerinize Mâide Sûresi’ni, kadınlarınıza da Nûr Sûresi’ni iyi öğretin.″[1]


[1] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 2330; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 44949.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ سُورَةٌ اَنْزَلْنَاهَا وَفَرَضْنَاهَا وَاَنْزَلْنَا ف۪يهَٓا اٰيَاتٍ بَيِّنَاتٍ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ ﴿١﴾

1. Bu, Bizim indirdiğimiz ve hükümlerini farz kıldığımız bir sûredir. Düşünüp öğüt almanız için onda apaçık âyetler indirdik.


﴿ اَلزَّانِيَةُ وَالزَّان۪ي فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا مِائَةَ جَلْدَةٍۖ وَلَا تَأْخُذْكُمْ بِهِمَا رَأْفَةٌ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۚ وَلْيَشْهَدْ عَذَابَهُمَا طَٓائِفَةٌ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٢﴾

2. Zinâ eden erkek ve zinâ eden kadından her birine yüz değnek vurun. Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız, Allah’ın hudûdunu yerine getirirken onlara acımayın. Mü’minlerden bir topluluk da onların cezâlarına şâhit olsun.

İzah: Evli bulunmayan ve başından nikah geçmiş olmayan bir erkek veya bir kadın hakkında zinâ suçu sâbit olunca zinâ haddi yüz celdedir. Yani yüz değnek cezâsı uygulanır. Fakat evlenmiş bulunduğu halde zinâ eden kimse için recm cezâsı uygulanır. Bu hususta Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Bedevîlerden bir zât, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek: ″Yâ Resûlallah! Senden Allah aşkına benim için ancak Allah’ın kitabı ile hüküm vermeni dilerim!″ dedi. Öteki hasım ondan daha anlayışlı olduğu halde: ″Evet, aramızda Allah’ın kitabı ile hükmet! Bana da müsâde bu­yur da konuşayım!″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Söyle″ dedi. O zât: ″Benim oğlum bu adamın yanında çırak idi. Derken o adamın karısı ile zinâ etti. Ben haber aldım ki oğluma recm lâzımmış; hemen onun nâmına yüz koyunla bir câriye fidye verdim. Bir de ulemâya sordum. Bana oğluma ancak yüz değnek ile bir yıl sürgün cezâsı lâzım geldiğini, bunun karısına da recm gerektiğini söylediler″ dedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:

وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَأَقْضِيَنَّ بَيْنَكُمَا بِكِتَابِ اللّٰهِ الْوَلِيدَةُ وَالْغَنَمُ رَدٌّ وَعَلَى ابْنِكَ جَلْدُ مِائَةٍ وَتَغْرِيبُ عَامٍ وَاغْدُ يَا أُنَيْسُ إِلَى امْرَأَةِ هَذَا فَإِنْ اعْتَرَفَتْ فَارْجُمْهَا قَالَ فَغَدَا عَلَيْهَا فَاعْتَرَفَتْ فَأَمَرَ بِهَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَرُجِمَتْ (خ م عن ابى هريرة)

″Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, aranızda Allah’ın kitabı ile hükmedeceğim! Câriye ile koyunlar geri verilecek, oğluna yüz değnekle bir yıl sürgün gerek! Haydi, Yâ Uneys! Bunun karısına git! Şâyet itiraf ederse, onu recm et!″ buyurdular. Üneys, kadına gitti. Suçunu itiraf etmiş. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de emir buyurdular ve kadın recmedildi.[1]

Recm hakkında geniş bilgi için Sûre-i Mâide, Âyet 41-42’nin izahlarına bakınız.

Recm ve had cezâsı ve uygulanma şekli ″Mevkûfat″ adlı kitapta şöyle geçmektedir: Had, Allah’ın hakkı olmak üzere yerine getirilmesi icap eden, ölçüsü belirlenmiş cezâdır.[2]

حَدٌّ يُقَامُ فِي الْأَرْضِ خَيْرٌ مِنْ مَطَرِ أَرْبَعِينَ صَبَاحًا (حب عن ابى هريرة)

″Yeryüzünde tatbik edilen bir had (şer’î cezâ), kırk sabah yağmur yağmasından hayırlıdır.″[3]

Celde (değnek cezâsı), orta halde budaksız ve acıtıcı bir sûrette olmalıdır. Zîrâ Hz. Ali, had yapmak istediğinde değneğin budaklarını keserdi, diye nakledilmiştir.

Celde vurulacak erkek veya kadının bir yerine vurulmayıp, bedeninin ayrı ayrı yerlerine orta derecede vurulur. Şiddetli vurulursa ölüme vardırır. Celdeden asıl maksat, bu suçu işleyene acı vermek ve bir daha böyle bir suçu işlemekten menetmektir. Hafif vurulursa, bu maksat hâsıl olmamış olur. Bundan dolayı orta bir şekilde vurulur. Ancak onun başına, yüzüne, karnına ve tenazul azalarına vurulmaz.

Bütün hadler, erkeğe sürüklemeden ayakta iken vurulur. Gömle-ğinden başka elbiseleri çıkartılır. Kadına, oturduğu halde had vurulur. Elbisesi çıkarılmaz. Ancak kürkü ve pamuklu olan hırkası çıkartılır. Kadın için recm de, bir çukur kazılır. Erkek için ise çukur kazılmaz. Zîrâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Gâmidiye Radiyallâhu anhâ için göğsüne kadar çukur kazdırmıştır.

Zinâ suçu sâbit olan hastaya, recm tadbik edilir. Fakat iyi olmadıkça celde vurulmaz. Hâmile olan bir kadının zinâ suçu sâbit olursa, çocuğunu doğuruncaya kadar, zinâ haddi uygulanmaz.[4]

Ancak zinâ ettiği tespit edilen kölelere ve cariyelere recm cezâsı uygulanmaz. Çünkü recm yarıya bölünmez. Bunlar hakkında bu zinâ cezâsı zinâ eden hür kimselere tatbik edilen cezânın yarısı uygulanır ve elli değnek vurulur.[5]


[1] Sahih-i Buhârî, Muhâribîn 6; Sahih-i Müslim Hudûd 5 (25).

[2] Bu hadler altı çeşiddir: 1. Zinâ haddi. 2. İçki haddi. 3. Sarhoşluk haddi. 4. Kazf (zinâ iftirası) haddi. 5. Hırsızlık haddi. 6. Yol kesme haddi. (Bakınız: Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c.1, s. 322)

[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 273/13.

[4] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 325.

[5] Bu hususta bakınız: Sûre-i Nisâ, Âyet 25.


﴿ اَلزَّان۪ي لَا يَنْكِحُ اِلَّا زَانِيَةً اَوْ مُشْرِكَةًۘ وَالزَّانِيَةُ لَا يَنْكِحُهَٓا اِلَّا زَانٍ اَوْ مُشْرِكٌۚ وَحُرِّمَ ذٰلِكَ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٣﴾

3. Zinâ eden erkek, ancak zinâ eden veya Allah’a ortak koşan bir ka­dınla evlenebilir. Zinâ eden kadın da ancak zinâ eden veya Allah’a ortak koşan bir erkekle evlenebilir. Böyle bir evlilik, Mü’minlere haram kılınmıştır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Amr b. Şuayb Radiyallâhu anhu’nun dedesinden nakledilen Hadis-i Şerif’te, şu hâdise anlatılmıştır:

Mekke’den Medîne’ye esir taşıyan Mersed b. Ebî Mersed adında biri vardı. Mekke’de Anâk adında fahişe bir de kadın vardı. Bu kadın Mersed’in tanıdığı bir kimse idi. Mersed, Mekke esirlerinden birine, kendisini Medîne’ye taşıyacağına dair söz vermişti. Mersed, şöyle anlattı:

Mehtaplı bir gecede Mekke duvarlarından bir duvarın dibine geldim. Anâk da duvar dibindeki karaltımı görünce yanıma geldi. ″Mersed! Sen misin?″ diye seslenince, ″evet, benim″ diye karşılık verdim. Bunun üzerine bana: ″Hoş geldin! Buyur, bu gece bizde kal″ dedi. Ben: ″Ey Anâk! Allah zinâyı haram kıldı″ dedim. Bunun üzerine o kadın: ″Ey oba halkı! Bu adam sizin esirlerinizi kaçırıyor″ diye bağırmaya başladı. Bu bağırması üzerine sekiz kişi peşime düştü. Handeme yolunu tutup bir yarığa veya mağaraya varıp içine girdim. Gelip başucumda durdular. Hattâ bevlettiler. Hattâ bevilleri başımın üzerine aktı. Ancak Allah’u Teâlâ bana karşı onların gözlerini kör etti. Sonra da geri döndüler. Ben de Medîne’ye götürmeye söz verdiğim kişinin yanına geldim. Onu alıp yola koyuldum. Çok ağır birisiydi. Izhır’a ulaştığımda bağlarını çözdüm. Yine onu taşımaya başladım ve beni çok yordu. Medîne’ye ulaştığımda Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına geldim ve dedim ki:

يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَنْكِحُ عَنَاقًا فَأَمْسَكَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَلَمْ يَرُدَّ عَلَيَّ شَيْئًا حَتَّى نَزَلَتْ {الزَّانِي لَا يَنْكِحُ إِلَّا زَانِيَةً أَوْ مُشْرِكَةً وَالزَّانِيَةُ لَا يَنْكِحُهَا إِلَّا زَانٍ أَوْ مُشْرِكٌ وَحُرِّمَ ذَلِكَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ} فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَا مَرْثَدُ {الزَّانِي لَا يَنْكِحُ إِلَّا زَانِيَةً أَوْ مُشْرِكَةً وَالزَّانِيَةُ لَا يَنْكِحُهَا إِلَّا زَانٍ أَوْ مُشْرِكٌ} فَلَا تَنْكِحْهَا (ت ن عن عمرو بن شعيب)

″Yâ Resûlallah! Anâk’la evlenebilir miyim?″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bana hiçbir cevap vermedi. Sonra: ″Zinâ eden erkek, ancak zinâ eden veya Allah’a ortak koşan bir ka­dınla evlenebilir. Zinâ eden kadın da, ancak zinâ eden veya Allah’a ortak koşan bir erkekle evlenebilir. Böyle bir evlilik, Mü’minlere haram kılınmıştır″ mealindeki Sûre-i Nûr, Âyet 3 nâzil oldu. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ey Mersed! Zinâ eden bir erkek, ancak zinâ eden yahut Allah’a ortak koşan bir kadınla evlenebilir. Zinâ eden bir kadın da, ancak zinâ eden yahut Allah’a ortak koşan bir erkekle evlenebilir. Sen o kadınla evlenme″ buyurdu.[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 25; Sünen-i Nesâî, Nikah 12.


﴿ وَالَّذ۪ينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَأْتُوا بِاَرْبَعَةِ شُهَدَٓاءَ فَاجْلِدُوهُمْ ثَمَان۪ينَ جَلْدَةً وَلَا تَقْبَلُوا لَهُمْ شَهَادَةً اَبَدًاۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَۙ ﴿٤﴾ اِلَّا الَّذ۪ينَ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ وَاَصْلَحُواۚ فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٥﴾

4-5. İffetli olan kadınlara zinâ isnat edip de, sonra dört şâhit getirerek ispat edemeyenlere seksen değnek vurun. Onların şâhitlik-lerini de ebediyyen kabul etmeyin. İşte onlar fâsıktırlar.* Ancak bundan sonra tevbe edip hallerini düzeltirlerse müstesnâ. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.


﴿ وَالَّذ۪ينَ يَرْمُونَ اَزْوَاجَهُمْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ شُهَدَٓاءُ اِلَّٓا اَنْفُسُهُمْ فَشَهَادَةُ اَحَدِهِمْ اَرْبَعُ شَهَادَاتٍ بِاللّٰهِۙ اِنَّهُ لَمِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿٦﴾ وَالْخَامِسَةُ اَنَّ لَعْنَتَ اللّٰهِ عَلَيْهِ اِنْ كَانَ مِنَ الْكَاذِب۪ينَ ﴿٧﴾ وَيَدْرَؤُ۬ا عَنْهَا الْعَذَابَ اَنْ تَشْهَدَ اَرْبَعَ شَهَادَاتٍ بِاللّٰهِۙ اِنَّهُ لَمِنَ الْكَاذِب۪ينَۙ ﴿٨﴾ وَالْخَامِسَةَ اَنَّ غَضَبَ اللّٰهِ عَلَيْهَٓا اِنْ كَانَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿٩﴾

6-9. Hanımlarına zinâ isnat edip de kendilerinden başka şâhitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şâhitliği: ″Billâhi! Ben sözümde doğruyum!″ diyerek dört defa Allah’ı şâhit tutmasıdır.* Beşincisinde de: ″Eğer ben yalancı isem, Allah’ın lâneti benim üzerime olsun!″ der.* Kadın da: ″Billâhi! Kocam yalancıdır!″ diyerek dört defa Allah’ı şâhit tutmakla zinâ haddini üzerinden defeder.* Beşincisinde de: ″Eğer kocam doğru söylüyorsa, Allah’ın gazabı üzerime olsun!″ der.

İzah: Bu âyetlerin nüzul sebebine dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

جَاءَ هِلَالُ بْنُ أُمَيَّةَ وَهُوَ أَحَدُ الثَّلَاثَةِ الَّذِينَ تَابَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ فَجَاءَ مِنْ أَرْضِهِ عَشِيًّا فَوَجَدَ عِنْدَ أَهْلِهِ رَجُلًا فَرَأَى بِعَيْنِهِ وَسَمِعَ بِأُذُنِهِ فَلَمْ يَهِجْهُ حَتَّى أَصْبَحَ ثُمَّ غَدَا عَلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنِّي جِئْتُ أَهْلِي عِشَاءً فَوَجَدْتُ عِنْدَهُمْ رَجُلًا فَرَأَيْتُ بِعَيْنَيَّ وَسَمِعْتُ بِأُذُنَيَّ فَكَرِهَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَا جَاءَ بِهِ وَاشْتَدَّ عَلَيْهِ ... (د عن ابن عباس)

Allah’u Teâlâ’nın tevbelerini kabul ettiği üç kişiden biri olan Hilal b. Ümeyye[1] gece vakti tarlasından döndüğü zaman karısının yanında bir adam olduğunu kendi gözleriyle gördü ve kendi kulaklarıyla işitti. Sabaha dek bundan kimseye bahsetmedi. Sabah Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına gelerek, ″Yâ Resûlallah! Gece vakti karımın yanına geldiğimde yanında bir adam buldum. Onları gözlerimle gördüm, kulaklarımla işittim″ dedi. Hilal’in bu söylediklerini Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem hiç de hoş bulmadı ve (delil getirmesi için) onu sertçe sıkıştırdı. Şimdi de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hilal b. Ümeyye’ye cezâ verecek ve Müslümanlar arasında onun şâhitliğini iptal edecektir, dediler. Hilal dedi ki: ″Vallâhi! Allah’u Teâlâ’nın bana bu konuda bir çıkış yolu göstereceğini umuyorum.″ Daha sonra Hilal dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Sana geldiğim konu yüzünden sıkıntıya düştüğünü görüyorum. Ama Allah’u Teâlâ da biliyor ki, doğru söylüyorum.″

Râvi der ki: ″Vallâhi! Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona (Hilal’e dört şâhit getiremediğinden dolayı) cezânın uygulanmasını emretmek üzereyken Allah’u Teâlâ, Resûlüne vahiy indirdi. Ona vahiy indiği zaman yanındakiler onun teninin bembeyaz kesilmesinden anlardı. Vahyin inmesi bitene kadar onunla konuşmadılar. Şu âyetler indi:

Hanımlarına zinâ isnat edip de kendilerinden başka şâhitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şâhitliği: ″Billâhi! Ben sözümde doğruyum!″ diyerek dört defa Allah’ı şâhit tutmasıdır.* Beşincisinde de: ″Eğer ben yalancı isem, Allah’ın lâneti benim üzerime olsun!″ der.* Kadın da: ″Billâhi! Kocam yalancıdır!″ diyerek dört defa Allah’ı şâhit tutmakla zinâ haddini üzerinden defeder.* Beşincisinde de: ″Eğer kocam doğru söylüyorsa, Allah’ın gazabı üzerime olsun!″ der.[2]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem biraz rahatlayınca, ″Müjde Ey Hilal! Allah’u Teâlâ sana bir kurtuluş ve çıkış yolu kıldı″ buyurdu. Hilal de, ″Bunu Rabbimden bekliyordum″ diyerek karşılık verdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Kadını çağırın″ diye buyurunca, kadını çağırdılar. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ikisine de inen âyetleri okudu. Nasihat ederek âhiret azâbının dünyâ azâbından daha ağır olduğunu söyledi. Hilal: ″Yâ Resûlallah! Vallâhi! Ben onun hakkında doğru söyledim″ deyince kadında ona, ″Yalan söylüyor″ diyerek karşılık verdi.

Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem aralarında lian (âyette tarif edilen yeminleşmeyi) yapın buyurdu. Hilal’e: ″Doğru söylediğine dair şehâdet et″ dediler. O da doğru söylediğine dair dört defa şehâdet etti. Beşinci şehâdeti söyleyeceği zaman onu, ″Ey Hilal! Bu beşinci sana azâbı celbedecek olan şehâdettir″ diye uyardılar. Fakat Hilal: ″Vallâhi! Allah’u Teâlâ bundan dolayı beni azaplandırmayacağı gibi bana celde de (değnek cezâsı da) uygulatmayacak″ dedi ve ″Eğer yalancılardan isem Allah’ın lâneti üzerime olsun″ şeklinde beşinci şehâdetini de yaptı.

Sonra kadına: ″Kocanın yalancılardan olduğuna dair Allah adına dört defa şehâdet et″ denildi. Kadın şehâdet etti ve beşincisine geldiği zaman onu: ″Allah’tan kork, zîrâ dünyâdaki azap âhiretteki azaptan daha hafiftir. Bu beşinci şehâdet sana azâbı getirecek olan şehâdettir″ diye uyardılar. Kadın biraz durakladıktan sonra, ″Vallâhi! Ben kavmimi rezil etmem″ dedi ve ″Eğer kocam doğru söylüyorsa Allah’ın azâbı benim üzerime olsun″ şeklinde beşinci şehâdetini de yaptı.

Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onları ayırdı. Kadının doğuracağı çocuğun baba adı ile anılmamasını emretti. Böylece onları bu şekilde çağıranlara had cezâsı uygulayacağını söyledi. Ortada normal bir talak veya ölüm olmadan ayrıldıkları için de erkeğin kadına (iddet süresini doldurması için) bir ev tahsis etmesine ve orada geçimini sağlamasına gerek olmadığına hükmetti. Sonra buyurdu ki:

″Eğer kadın çocuğu kumral, zayıf kalçalı ve ince bacaklı doğurursa çocuk Hilal’indir. Fakat doğurduğu çocuk esmer, yassı yüzlü, tombul bacaklı ve dolgun kalçalı olursa, o zaman çocuk kendisine isnat edilen adamındır.″ Kadın çocuğu esmer, yassı yüzlü, tombul bacaklı ve dolgun kalçalı olarak doğurdu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Eğer lian yeminleri olmasaydı (bu konu hakkındaki âyet inmeseydi), benim de şu kadına karşı tavrım farklı olurdu. İkrime dedi ki: ″Çocuk daha sonraları Mudar kabilesine yönetici oldu. Annesinin adıyla anıldı ama baba adı ile anılmadı.″[3]

İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

أَنَّ رَجُلًا رَمَى امْرَأَتَهُ فَانْتَفَى مِنْ وَلَدِهَا فِي زَمَانِ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَمَرَ بِهِمَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَتَلَاعَنَا كَمَا قَالَ اللّٰهُ ثُمَّ قَضَى بِالْوَلَدِ لِلْمَرْأَةِ وَفَرَّقَ بَيْنَ الْمُتَلَاعِنَيْنِ (خ عن عبد اللّٰه بن عمر)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında bir adam, karısını zinâ etmekle suçladı ve çocu­ğun, kendisinden olduğunu kabul etmedi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’u Teâlâ’nın buyurduğu gibi, aralarında ″Mülaane″ yapılmasını[4] emretti. Çocuğun kadına teslim edilmesine, Mülaane yapan karı ile kocanın da boşanmalarına ka­rar verdi.[5]


[1] Bunlar, Tebuk Gazvesi’ne iştirak etmeyerek geri kalan; Ka’b b. Mâlik, Murare b. Rabi’ ve Hilal b. Ümeyye’dir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem; haklarında bir karar verilinceye kadar, Ashâbın hattâ kendi eşleriyle dahi görüşmelerini yasakladı. Bu durum elli gün devam etti ve müteakiben tevbelerinin kabul olduğuna dair, Tebuk Seferi’nden geri kalan ve Allah’ın onlar hakkındaki emri ertelenen üç kişinin de tevbelerini Allah’u Teâlâ kabul etti…″ diye devam eden Sûre-i Tevbe, Âyet 118 nâzil oldu.

[2] Sûre-i Nûr, Âyet 6-9.

[3] Sünen-i Ebû Dâvud, Talak 27; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 4440.

[4] Mülaane: Bu Sûre-i Nûr, Âyet 6-9’da izah edildiği üzere; iki kimsenein karşılıklı olarak yeminleşmeleridir.

[5] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Nûr 5.


﴿ وَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ وَاَنَّ اللّٰهَ تَوَّابٌ حَك۪يمٌ۟ ﴿١٠﴾

10. Eğer Allah’u Teâlâ’nın size lütfu ve rahmeti olmasaydı ve şüphesiz Allah’u Teâlâ tevbeleri çok kabul eden, hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı, hâli­niz ne olurdu?


﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ جَٓاؤُ۫ بِالْاِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْۜ لَا تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْۜ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْۜ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا اكْتَسَبَ مِنَ الْاِثْمِۚ وَالَّذ۪ي تَوَلّٰى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ ﴿١١﴾

11. İftirada bulunanlar sizden bir cemaattir. Ey iftiradan dolayı üzülenler! Siz, bu iftirayı kendiniz için bir şer zannetmeyin. Bilakis o, sizin için (sevap bakımından) bir hayırdır. İftirada bulunan cemaatten her birinin de kazandığı günah kendine aittir. Onlardan bu iftirada ileri giden bir kimse için de büyük bir azap vardır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçen iftira olayı, Benî Mustalik Gazvesi’nde meydana gelmiştir. Bu gazvede, Hz. Âişe annemiz yolda kolyesini düşürmüştü. Onu aramaya gidince, ordu onu orada unutarak yola devam etti. Geride kalan malzemeleri toplamakla görevli olan bir Sahâbe onu farketti. Ona kendi devesini verdi ve onu himâye ederek öndeki orduya yetiştirdi. Bu hâdiseden sonra münâfıkların başını çektiği bir grubun, Hz. Âişe annemize zinâ iftirasında bulunması üzerine, Hz. Âişe annemizin temiz olduğu hususunda bu hâdiseyi anlatan on altı âyet[1] nâzil olmuştur.

Bu hâdisede Müslümanlar büyük bir imtihandan geçmişlerdir. İlk başta âyet nâzil olmayınca, bâzı Sahâbîler bile bu iftiraya inanarak dedikodusunu yapmıştır. Âyette iftira, anlamına gelen, ″İfk″ kelimesi kullanıldığı için bu hâdiseye, ″İfk hâdisesi″ denilmiştir.

Birçok Sahâbîden nakledildiği üzere, Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ, bu İfk Hâdisesi’ni şöyle anlatmaktadır:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا أَرَادَ سَفَرًا أَقْرَعَ بَيْنَ أَزْوَاجِهِ فَأَيُّهُنَّ خَرَجَ سَهْمُهَا خَرَجَ بِهَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَعَهُ قَالَتْ عَائِشَةُ فَأَقْرَعَ بَيْنَنَا فِي غَزْوَةٍ غَزَاهَا فَخَرَجَ فِيهَا سَهْمِي فَخَرَجْتُ مَعَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بَعْدَ مَا أُنْزِلَ الْحِجَابُ فَكُنْتُ أُحْمَلُ فِي هَوْدَجِي وَأُنْزَلُ فِيهِ فَسِرْنَا حَتَّى إِذَا فَرَغَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ غَزْوَتِهِ تِلْكَ وَقَفَلَ دَنَوْنَا مِنَ الْمَدِينَةِ قَافِلِينَ آذَنَ لَيْلَةً بِالرَّحِيلِ ... (خ م عن عائشة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sefere çıkmak istediği zaman kadınları arasında kura çekerdi. Onlardan hangisinin kurası çıkarsa, onunla beraber yola o çıkardı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, yapacağı bir gazve hususunda da ara­mızda kura çekti ve bu kurada benim ismim çıktı. Bunun üzerine ben, hicâb âyetinin indiril-mesinin ardından Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in beraberin­de sefere çıktım. Ben, hevdecimin[2] içinde taşınır ve konak yerinde hevdec içinde indirilirdim. Bütün yolculuğumuzda bu şekilde yürü­dük. Nihâyet Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bu gazvesinden ayrılıp da döndüğü ve biz­ler de dönücüler olarak Medîne’ye yaklaştığımızda bir konak yerine indi (ve gecenin bir kısmını orada geçirdi). Sonra hareket edilmesini ilân etti. Hareket emrini bildirdikleri zaman ben kalkıp ihtiyâcımı gidermek için yalnız başıma ordudan öteye yürüdüm. Hacetimi yerine getirdiğim zaman dönüp yerime geldim. Bu sırada göğsümü yokladım. Bir de gördüm ki, Yemen’in gözboncuğundan dizilmiş ger­danlığım kopup düşmüş. Hemen dönüp gerdanlığımı aradım. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoydu.

Benim yol nakliyâtımı yapmakta olan kimseler ge­lip hevdecimi yüklenmişler ve onu bindiğim deve üzerine götürmüşlerdi. Onlar beni hevdecin içindeyim sanıyorlarmış. O zaman kadınlar hafif idiler, etlenip yağlanmazlar ve onları et bürümezdi. Çünkü on­lar az yemek yerlerdi. Bu sebeple bana hizmet edenler hevdeci yükle­mek üzere kaldırıp taşıdık-larında, hevdecin ağırlık derecesinin farkına varmayarak yüklemişler. Özellikle ben o zaman yaşı küçük bir kadındım. Onlar deveyi kaldırmışlar ve yürüyüp gitmişler. Ordu gittikten sonra ben gerdanlığımı buldum. Akabinde ben, ordu birliklerinin konakladıkları yerlere geldim, fakat oralarda ne bir çağıran, ne de cevap veren kalmıştı. Bunun üzerine ben orada evvelce bulunduğum konak yerime geldim. Ve onlar beni hevdecde bulamazlar da, beni aramak üzere dönüp yanıma gelirler, diye düşündüm. Ben bu dü­şünce ile yerimde otururken, gözlerim bana galebe etmiş de uyumuşum.

Safvân İbnu’l-Muattal es-Sulemî ez-Zevkâniki o, arkadan ge­lerek askerlerin bıraktıkları şeyleri toplamakla görevli idi. Bu zât sabah vakti benim bekledi­ğim yerin yanına gelmiş, uyuyan bir insan karaltısı görmüş. Beni gör­düğü zaman tanımış. Zâten o, hicâb yani, ″… Peygamberin zevcelerinden bir şey sormak isterseniz, örtü arkasından sorun… diye geçen Sûre-i Ahzâb, Âyet 53 inmesinden önce beni görmüştü. Ben onun beni tanıdığı sırada söylediği: ″İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn″ sözleriyle uyandım. Uyanınca da hemen dış elbisemi bürünüp yüzü­mü örttüm. Allah’a yemin ederim ki, biz onunla tek kelime ko­nuşmadık ve ben ondan: ″İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn″ sözünden başka bir kelime işitmedim. Çabuk yürüdü, nihâyet deve­sini çöktürdü, binebil-mem için devenin ön ayağına bastı. Ben de de­veye doğru kalkıp bindim. Safvân, bindiğim deveyi önünden çekerek yürüdü. Nihâyet biz öğlenin evvelinde, sıcağın şiddet vaktine girmiş­ler ve hepsi konak yapmış oldukları halde orduya yetiştik. Bu arada helâk olan helâk olmuş. İftirayı ilk çıkaran ve başlatan ise (münâfıkların başı olan) Selûl kadının oğlu Abdul­lah İbn-i Übeyy olmuş.

Urve İbn-i Zubeyr Radiyallâhu anhu: ″Bu iftira hâdisesinin yayıldığı ve bu söz Ab­dullah ibn-i Ubeyy’in yanında konuşulur olup, onun bu sözü söyleye­ni ikrar ettirip dinlemek istediği ve bunu açıkça yaymak istediği bana haber verildi″ demiştir.

Yine Urve Radiyallâhu anhu: ″İftira sahiplerinden olan diğer insanlar içinde, yal­nız Hassan İbn-i Sâbit, Mistah İbn-i Usâse ve Hamne bint-i Cahş’ın isimleri söylenmiştir. Allah’ın buyurduğu gibi benim onların bir cemaat olduklarından başka, onların isimleriyle ilgili hiçbir bilgim yoktur. Onlardan bu iftirada ileri giden kimsenin, Abdullah İbn-i Übeyy ibn-i Selûl’dür denilirdi″ demiştir.

Yine Urve Radiyallâhu anhu dedi ki: Hz. Âişe kendi huzurunda şâir Hassan İbn-i Sâbit’e sövül­mesini çirkin görür ve Hassan:

″Şüphesiz benim babam ve babamın babası ile benim şeref ve namusum, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şerefi ve namusu için size karşı mahfazadır, beytini söylemiştir″ derdi.

Hz. Âişe şöyle buyurdu:

Bizler Medîne’ye geldik. Geldiğim zaman ben bir ay hasta oldum. Bu sırada insanlar iftira sahiplerinin sözlerine dal­mışlar. Ben ise bunlardan hiçbir şeyin farkında olamıyordum. Yal­nız hastalığımda beni şüpheye düşüren bir husus vardı: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den, hastalandığım başka zamanlarda görmekte olduğum lütuf ve şefkati bu hastalığımda görmüyordum. Sâdece yanıma giriyor, selâm veri­yor, sonra da: ″Hastanız nasıl?″ diyordu. İşte bu hâl beni şüphe-lendirip üzüyordu. Fakat ben şerri hisset­miyordum. Nihâyet ben, hastalığımdan yeni iyileşip, dışarıya çıktım. Benimle beraber Mistah’ın annesi de def’i hâcet etme yerlerimiz olan Menâsi’ tarafına doğru çıktı. Oraya biz ancak geceden geceye çıkardık. Bu âdet, evlerimizin yakınında helâlar edinmemizden önce idi. Biz o zamanda çöldeki Araplar gibiydik. İhtiyaç anında ev dışında uzak bir yere giderdik. Biz evlerimizin yakınında helâlar edinmekten de eziyet duyardık. İşte ben Mistah’ın annesiyle dışarı çıkıp gittim. Bu kadın, Ebû Ruhm İbnu’l-Muttalib İbn-i Abdi Menâfin kızıdır. Anne­si de Sahr İbn-i Âmir’in kızıdır ki, bu kadın da Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk’in teyzesidir. Ebû Rumh kızının oğlu da Mistah İbn-i Usâse İbn-i Abbâd ibn-i Muttalib’dir. Orada hacetimizi gördükten sonra ben ve Ebû Rumh kızı evimden tarafa dönüp gelirken, Mistah’ın annesinin ayağı yün çarşafı içinde sürçtü. (Araplar arasında felâket zamanında söy­lenmesi âdet olan ″Düşmanın helâk olsun!″ duâsı yerine) bu kadın:″Mistah helâk olsun!″ diye oğluna bedduâ etti. Ben de ona: ″Ne fenâ söyledin! Bedir’de hazır bulunan bir kimseye mi sövüyorsun?″ dedim. Kadın bana: ″Âh şu sâf taze! Sen onun söylediği sözü işitmedin mi?″ dedi. Ben:″O ne dedi ki?″ diye sordum. Bunun üzerine o, bana iftira sâhiplerinin sözünü söyleyip haber verdi.

Artık hastalığımın üstüne bir hastalık daha arttı. Evime dönünce yanıma Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem geldi ve selâm verdikten sonra:″Hastanız nasıl?″ diye sordu.Ben de kendisine: ″Babamla annemin yanına gitmem için bana izin verir misin?″ dedim. Hz. Âişe: ″Ben o sırada bu haberi babamla annem tarafından tahkik etmek istiyordum″ demiştir.

Hz. Âişe şöyle buyurdu:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bana izin ver­di. Ben de anne ve babamın yanına geldim ve anneme: ″Ey anneciğim! İnsanlar ne konuşuyorlar?″ dedim. Annem: ″Ey kızcağızım! Kendini üzme, zîrâ güzel bir kadın kendisini seven bir kocanın yanındaysa ve kumaları da varsa, insanlar mutlaka onun hakkında konuşurlar″ dedi. Ben de: ″Subhânallâh! İnsanlar bunu mu konuşmaktalarmış?″ dedim. Ben bunun üzerine bütün gece ağladım. Sabaha ka­dar gözümün yaşı dinmiyor, gözüme de hiçbir uyku girdiremiyordum. Sonra ağlayarak sabaha ulaştım.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de, o sabah Hz. Ali İbn-i Ebî Tâlib’i ve Usâme İbn-i Zeyd’i yanına çağırmıştı. Vahiy gecikince ailesi ile ayrılma­sı hususunda onlarla istişâre ediyordu.

Usâme İbn-i Zeyd’e gelince o, Peygamberimizin aile­sinden bilip durduğu berâeti (temizliği) ve Ehl-i Beyt için gönlünde besleyip dur­duğu sevgiyi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e tavsiye ve işâret etti ve ″Yâ Resûlallah! Onlar, senin ehlindir. Biz onlar hakkında ha­yırdan başka bir şey bilmeyiz″ dedi. Hz. Ali İbn-i Ebû Tâlib’e gelince, o da: ″Allah’u Teâlâ sana dünyâyı dar etmemiştir. Hz. Âişe’den başka kadınlar çoktur. Fakat Hz. Âişe’nin câriyesi Berîre’ye de sor, o da sana doğ­ru söyler″ demişti. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Berîre’yi çağırıp, ″Ey Berîre! Hz. Âişe’de sana şüphe veren bir hâl gördün mü?″ diye sordu. Berîre de: ″Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben Hz. Âişe’den kendisini ayıplayabileceğim bir kusur olmak üzere kesinlikle şundan başka bir şey görmüş değilim: Hz. Âişe, yaşı küçük, taze bir kadındı. Ailesinin hamurunu yoğururken uyurdu da evin besi ko­yunu gelir, hamuru yerdi″ demiş.

Bunun akabinde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, o gün minber üzerin­de ayağa kalktı ve iftirayı en evvel ortaya çıkaran Abdullah ibn-i Ubeyy’den dolayı maruz kaldığı sıkıntıyı anlattı ve şöyle buyurdu:″Ey Müslümanlar topluluğu! Ev halkım hususunda bana ezası ulaşan bir şahıstan dolayı bana kim yardım eder? Vallâhi! Ben ehlim hakkında hayırdan başka bir şey bilmiş değilim. Bu iftiracılar bir adamın da ismini ortaya koydular ki, bu zât hakkında da, ben hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Bu ismi söyleyen kimse şimdiye kadar benimle beraber olmak müstesnâ, ailemin yanına girmiş değildir″ dedi.

Bunun üzerine Ensâr’ın Evs kabilesinden Abduleşheloğullarının kardeşi Sa’d b. Muâz ayağa kalkmış ve ″Yâ Resûlallah! O kimseye karşı sana ben yardım edeceğim. Eğer bu iftirayı çıkaran Evs’ten ise ben onun boynunu vururum. Eğer Hazrec kardeşlerimizden ise, yapılacak işi sen bize emredersin, biz de emrini yerine getiririz″ demiştir.

Bu defa Hazrec kabilesinden bir adam ayağa kalk­mış. Hassan b. Sâbit’in annesi onun soyundan olup, amcasının kızı idi. İşte ayağa kalkan bu zât, Hazrec kabilesinin efendisi olan Sa’d b. Ubâde’dir. Sa’d b. Ubâde daha evvel sâlih bir kimse idi. Fakat bu defa kabilevî duyguları ağır basmış olacak ki, Sa’d b. Muaz’a şöyle dedi: ″Yalan söylüyorsun. Allah’ın ebedîliğine yemin ediyorum ki, sen onu öldüremezsin ve onu öldürmeğe muk­tedir olamazsın. O, senin cemâatinden biri olmuş olaydı, sen onun (Abdullah b. Ubeyy’in) öldürülmesini istemezdin″ demiş. Bu defa da Sa’d b. Muâz’ın amcasının oğlu Useyd b. Hudayr ayağa kalkarak, Sa’d b. Ubâde’ye karşı: ″Allah’ın ebedîliğine yemin ediyorum ki, sen yalan söylüyor­sun. Vallâhi! Biz onu elbette öldürürüz. Sen muhakkak münâfıksın ki, münâfıklar hesabına bizimle mücâdele ediyorsun!″ demiş. Bu sûretle Evs ve Hazrec kabileleri ayaklanmışlar, hattâ birbirleriyle vuruşmayı kasdetmişler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ise minber üzerinde dikiliyormuş. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem minberden inip onlar sükûnete varın­caya kadar, onlara yumuşak sözler söylemiş, kendisi de başka şey söylemeyerek sükût etmiş.

Hz. Âişe şöyle buyurdu:

Ben, o günümün tamamında hep ağ­ladım. Ne gözümün yaşı dindi, ne de gözüme bir uyku değdirebildim. Babamla annem benim yanımda sabahladılar. Ben iki gece ve bir gün devamlı ağladım. Gözümün yaşı dinmiyor ve gözüme uyku girdiremiyordum. Hattâ ağlamak, ciğerimi parçalayacak sanıyordum. Bu şekilde anne ve babamın yanımda oturdukları, ben de ağlamakta bulunduğum sırada, Ensâr’dan bir kadın benim yanıma girmek için izin istedi. Ben de o kadına izin verdim. O da oturup benimle ağlıyordu. Biz bu hâl üzere iken Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yanımıza girdi. Selâm verdikten sonra oturdu. Halbuki Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bundan evvel hakkımda dedikodu başladığı günden beri yanımda oturmamıştı ve o bir ay beklediği halde kendisine benim hakkımda birşey vahyolunmuyordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem oturduğu zaman şehâdet kelimelerini söyledikten sonra: ″Yâ Âişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnatlardan uzak isen, Allah’u Teâlâ seni yakında bu isnatlardan uzak kılıp temizliğini ilân edecektir. Yok eğer böyle bir günaha yaklaştınsa Al­lah’tan bağışlanma dile ve O’na tevbe et. Çünkü kul, günahını itiraf edip son­ra da tevbe edince, Allah’u Teâlâ da onun tevbesini kabul eder″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözlerini bitirince (musîbetin hararetinden) gözümün yaşı bitti. Hattâ gözyaşımdan bir damla bu­lamıyordum. Hemen babama: ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in söylediği söz hususunda benim yerime sen cevap ver″ dedim. Babam:″Vallâhi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ne diyeceğimi bilmiyorum″ dedi. Sonra anneme: ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in söylediği söz hususunda benim yerime sen cevap ver″ dedim. O da:″Ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ne diyeceğimi bilmiyorum″ dedi. Ben de henüz Kur’ân’dan delil okuyamayan küçük yaşta bir taze olduğum halde, şöyle dedim:

- Vallâhi! Ben, kesin olarak anladım ki, siz bu dedikoduyu işitmişsiniz. Hattâ bu söz sizin gönüllerinizde yerleşmiş ve siz ona inanmışsınız. Şimdi ben size, ben ondan uzağım desem, benim muhakkak o isnatlardan uzak olduğumu Allah’u Teâlâ bilip dururken, sizler benim bu sözümü tasdik etmeyeceksiniz. Ve eğer benim muhakkak berî olduğumu Allah bilip dururken, ben sizlere fenâ bir itirafta bulunsam, sizler beni hemen tasdik edeceksiniz. Vallâhi! Ben bu vaziyette kendim için ve sizin için başka bir söz bulamıyorum. Ancak Yusuf Aleyhisselâm’ın babası Yâkub Aleyhisselâm’ın (o sıkıntı içinde iken) söylediği (Sûre-i Yûsuf, Âyet 18’de geçen) şu sözünü buluyorum: ″Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Bu sözlerinize karşı kendine sığınılacak da ancak Allah’tır.″

Ben, bu sözü söyledikten sonra dönüp yatağıma yattım. Öyle bir halde ki, Allah’u Teâlâ o zaman benim temiz olduğumu biliyordu ve Allah’u Teâlâ muhakkak benim bu isnatlardan uzak olduğumu ortaya koyacaktı. Lâkin Vallâhi! Ben, Allah’ın bana âit bir iş için okunacak bir vahiy indireceğini zannetmi-yordum. Ve ben, bana âit bir meselede Allah’ın bir emirle hüküm indirecek kadar değerli değilim. Lâkin ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in uykusunda bir rüyâ görmesini ve Allah’u Teâlâ’nın da bu rüyâ ile benim temizliğimi ortaya koymasını umuyordum. Vallâhi! Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem otur­duğu yerden kalkmamıştı. Ev halkından bir kimse de dışarı çıkma­mıştı. Nihâyet üzerine vahiy indirildi. Ona vahiy inerken olan hâl hemen gelip onu kaplayıverdi ki, kış gününde bile üzerine indi­rilen sözün ağırlığından dolayı kendisinden inci taneleri gibi terler dö­külürdü.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den vahiy hâli gidip de açılınca, kendisi sevincinden gülüyordu. Konuştuğu ilk söz: ″Yâ Âişe! Allah seni kesin olarak temize çıkardı″ demesi oldu. Bunun üzerine annem bana:″Kızım, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e doğru kalk da teşekkür et″ dedi. Ben: ″Hayır, vallâhi! Kalkmam. Zîrâ bu konuda Allah’tan başkasına hamd etmem″ dedim.

İşte Allah’u Teâlâ: ″İftirada bulunanlar sizden bir cemaattir. Ey iftiradan dolayı üzülenler! Siz, bu iftirayı kendiniz için bir şer zannetmeyin. Bilakis o sizin için (sevap bakımından) bir hayırdır. İftirada bulunan cemaatten her birinin de kazandığı günah kendine aittir. Onlardan bu iftirada ileri giden bir kimse için de büyük bir azap vardır″ diye başlayıp devam eden Sûre-i Nûr, Âyet 11-20’de dâhil toplam on âyet indirdi. İşte sonunda Allah’u Teâlâ, bu âyetleri benim temizliğim hakkında indirdi.

Babam Ebû Bekir es-Siddîk, akrabalığından ve fakirliğinden do­layı nafaka verdiği Mistah İbn-i Usâse için: ″Kızım Âişe’ye bu iftirayı söyledikten sonra vallâhi, ben de Mistah’a birşey vermem!″ diye yemin etti. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ: ″Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar, akrabaya, miskinlere ve Allah yolunda hicret edenlere bir şey vermemek için yemin etmesinler; (kabahatlerini) affetsinler ve bağışlasınlar. Allah’u Teâlâ’nın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz! Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir″ mealindeki Sûre-i Nûr, Âyet 22’yi indirdi. Bu âyetin inmesi üzerine Ebû Bekir es-Sıddîk: ″Vallâhi! Allah’u Teâlâ’nın beni bağışlamasını elbette severim!″ dedi ve Mistah’a veregeldiği nafakayı tekrar vermeye başladı ve″Ben bu nafakayı ondan ebediyyen koparmam″ dedi.

Hz. Âişe şöyle buyurdu:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, zevcesi Zeyneb bint-i Cahş’a da benim hâlimden: ″Yâ Zeyneb! Âişe hakkında ne bilirsin ve ne gördün?″ diye sormuştu. O da cevâben: ″Yâ Resûlallah! Ben kulağımı, gözümü işitmediğim, görme­diğim şeylerden muhafaza ederim. Vallâhi! Âişe hakkında hayırdan başka bir şey bilmem″ diye güzel şâhitlik etmiştir.

Zeyneb, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kadınları arasında güzelliği ve Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındaki mevkii itibâriyle bana rekâbet eden bir kadındı. Fakat Allah’u Teâlâ onu verâ ve takvâsı sebebiyle (iftiracılara katıl­maktan) korudu. Zeyneb’in kız kardeşi Hamne bint-i Cahş ise onun gibi davranmadı ve iftiracıların söylediklerini hikâye etmeye başladı da, bu sebeple helâk olanlar içinde helâk oldu.

Sonra Urve Radiyallâhu anhu’dan nakledildiğine göre, Hz. Âişe dedi ki:

- Vallâhi! Hakkında de­dikodu yapılan o adam (Safvân İbn-i Muattal): ″Subhânallâh! Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben şimdiye kadar hiçbir kadının eteğini bile açmış değilim″ der dururdu. Daha sonra bu zât, Allah yolunda şehit olmuştur.[3]

Bu olayın sonunda iftira atanlara uygulanan cezâ hakkında Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

لَمَّا نَزَلَ عُذْرِي قَامَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلَى الْمِنْبَرِ فَذَكَرَ ذَلِكَ وَتَلَا الْقُرْآنَ فَلَمَّا نَزَلَ أَمَرَ بِرَجُلَيْنِ وَامْرَأَةٍ فَضُرِبُوا حَدَّهُمْ (ت عن عائشة)

Benim temiz olduğum ile ilgili âyetler indiği zaman Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem minbere çıktı, günahsız olduğumu belirtti, arkasından ilgili âyetleri okudu ve iki erkek ve bir kadının cezâlandırılmalarını emretti. Üçü de had cezâsı olan celdeye tâbi tutuldular.[4]

Burada kastedilenler Mü’min oldukları halde bu iftirayı atan Hassan b. Sâbit, Mistah b. Esase ve kadın olan da, Cahş’ın kızı Hamne’dir. Bunlara, kazf cezâsı uygulanmıştır. ″Kazf cezâsı″ ise, iffetli kadınlara iftirada bulunmanın cezâsı olan seksen değnek vurulmasıdır.

Bu iftirayı atıp yayılmasını sağlayan ve münâfıkların başı olarak bilinen Abdullah İbn-i Übeyy’e de bu kazf cezâsı uygulanmıştır.[5]

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Mahşer gününde Allah’u Teâlâ, Hz. Âişe’ye iftira edenlerin her birine tüm mahlûkatın önünde seksen değnek atacaktır. Rabbim, bunların içinden Muhâcir olanları bağışlayıp bağışlamayacağımı soracak. Ey Âişe! O zaman bunun kararını sana bırakacağım″ buyurdu. Hz. Âişe, evindeyken bu sözleri duyunca ağlayarak:

وَالَّذِي بَعَثَكَ بِالْحَقِّ نَبِيًّا لَسُرُورُكَ أَطْيَبُ إِلَيَّ مِنْ سُرُورِي، فَتَبَسَّمَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ضَاحِكًا، وَقَالَ:ابْنَةُ أَبِيهَا (طب عن عائشة)

″Seni hak olarak gönderene yemin ederim ki, benim için senin mutluluğun, benim mutlu olmamdan daha sevimlidir″ karşılığını verdi. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, tebessüm ederek gülmeye başladı ve ″İşte babasının kızı″ diye buyurdu.[6]


[1] Sûre-i Nûr, Âyet 11-26.

[2] Hevdec: Deve üzerinde kadınların binmesi için üstü örtülü, içten dışarısı görülen, fakat dışardan içerisi görülmeyen kabin.

[3] Sahih-i Buhârî, Şehâdet 15; Megâzi 36; Sahih-i Müslim, Tevbe 10 (56 Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 25; Sünen-i Nesâî, Tahâret 1194.

[4] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 25.

[5] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 18676; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7110.

[6] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 18788; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7112.


﴿ لَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْرًاۙ وَقَالُوا هٰذَٓا اِفْكٌ مُب۪ينٌ ﴿١٢﴾

12. Mü’min erkeklerle Mü’min kadınlar bu iftirayı işittikleri vakit, güzel zanda bulunsalar ve ″Bu apaçık bir iftiradır″ deselerdi ya!

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak şu hâdise nakledilmiştir:

Sahâbîlerden, Ebâ Eyyüb Halid b. Ziyad Radiyallâhu anhu’ya hanımı Ümmü Eyyüb: ″İnsanların, Âişe hakkında ne söylediklerini duymadın mı?″ deyince, Ebû Ey­yüb el-Ensârî Hazretleri:

بَلَى وَذَلِكَ الْكَذِبُ أَكُنْتِ فَاعِلَةً ذَلِكَ يَاأُمَّ أَيُّوبَ؟قَالَتْ لَا وَاللّٰهِ مَا كُنْتُ لِأَفْعَلَهُ قَالَفَعَائِشَةُوَاللّٰهِ خَيْرٌ مِنْكِ (ابن جرير الطبرى، جامع البيان و تفسير ابن ابى حاتم عن بعد رجال بنى النجار)

″Evet duydum. Bu bir yalandır. Ey Eyyüb’ün annesi! Sen böyle, bir şey yapar mısın?″ diye karşılık verdi. Hanımı da: ″Hayır, Vallâhi! yapmam″ cevabını verdi. Bu­nun üzerine Ebû Eyyüb el-Ensârî Hazretleri: ″Vallâhi! Hz. Âişe senden daha hayırlıdır″ dedi.[1]


[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 19, s. 129; Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 13212.


﴿ لَوْلَا جَٓاؤُ۫ عَلَيْهِ بِاَرْبَعَةِ شُهَدَٓاءَۚ فَاِذْ لَمْ يَأْتُوا بِالشُّهَدَٓاءِ فَاُو۬لٰٓئِكَ عِنْدَ اللّٰهِ هُمُ الْكَاذِبُونَ ﴿١٣﴾

13. İftirada bulunan cemaat, dört şâhit getirselerdi ya! Mademki şahitleri getiremediler, o halde onlar, Allah katında yalancıların ta kendile­ridir.


﴿ وَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ لَمَسَّكُمْ ف۪ي مَٓا اَفَضْتُمْ ف۪يهِ عَذَابٌ عَظ۪يمٌۚ ﴿١٤﴾ اِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِاَلْسِنَتِكُمْ وَتَقُولُونَ بِاَفْوَاهِكُمْ مَا لَيْسَ لَكُمْ بِه۪ عِلْمٌ وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّنًاۗ وَهُوَ عِنْدَ اللّٰهِ عَظ۪يمٌ ﴿١٥﴾

14-15. Eğer size dünyâda ve âhirette Allah’u Teâlâ’nın lütfu ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.* O vakit ki, bu iftirayı birbirinize sual ederek konuşuyordunuz. Hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızla söylüyor ve bunu önemsiz bir şey zannediyordunuz. Halbuki o, Allah katında büyük bir günahtır.

İzah: Bu âyetler; Mistah, Hassan ve Zeyneb bint-i Cahş’ın kız kardeşi Hamne bint-i Cahş gibi îman sahibi olan ve îmanları sebebiyle Allah’u Teâlâ’nın tevbe bahşettiği kimseler hakkındadır. Bu meselede ileri gidenler; Abdullah İbn-i Übeyy İbn-i Selûl ve benzerleri gibi münâfıklara gelince, bu âyette kastedilenler onlar değildir. Nitekim bu münâfıklara Sûre-i Nûr, Âyet 11’de elim bir azap vardır, diye buyrulmuştur.


﴿ وَلَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَنَٓا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهٰذَاۗ سُبْحَانَكَ هٰذَا بُهْتَانٌ عَظ۪يمٌ ﴿١٦﴾

16. Siz bu iftirayı işittiğiniz vakit, ″Bu sözü söylemek bize yakışmaz. Subhânallâh! Bu büyük bir bühtandır″ deseydiniz ya!

İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzurunda, Hz. Âişe annemize iftira atılıp bu olay Ashâb arasında konuşulmaya başlayınca, Hz. Ömer Radiyallâhu anhu ayağa kalkıp yüksek sesle: ″Subhânallâh! Bu büyük bir bühtandır″ diye söyledi ve Allah’u Teâlâ da onun bu sözünü tasdik ederek, Mü’minlere uyarı maiyetinde; ″Neden siz de Hz. Ömer’in söylediği gibi söylemediniz?″ diye buyurmuştur.

Rivâyet edildiğine göre, bu âyetler indikten sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hz. Ömer’e: ″Sen bunu nereden bildin?″ diye sorunca, Hz. Ömer: ″Allah’u Teâlâ’nın, gökleri ve yeri onun hürmetine yarattığı Habîbini, böyle mahçup bir duruma düşürmeyeceğini ve hanımlarının da böyle bir yanlış yapmalarına müsâde etmeyeceğini düşünerek böyle söyledim″ demiştir.

Hz. Ömer hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَقَدْ كَانَ فِيمَا قَبْلَكُمْ مِنَ الْأُمَمِ مُحَدَّثُونَ فَاِنْ يَكُونُ فِى أُمَّتِى أَحَدٌ فَاِنَّهُ عُمَرُ (خ ت عن ابى هريرة)

″Yemin olsun ki, sizden önce yaşamış ümmetler içinde kendilerine ilham olunan kimseler vardı. Ümmetim içinde onlardan biri de şüphesiz Ömer’dir.″[1]

Hz. Âişe’nin temiz olduğuna dair inen bu âyetlerin neticesinde de Hz. Ebû Bekir Efendimize, bütün Ashab-ı Kirâm tarafından ″Ebû Bekir″ yani, ″Bekir’in (temiz olan Hz. Âişe’nin) babası″ ismi verilmiştir. Yoksa Hz. Ebû Bekir’in asıl adı Abdullah’tır.

Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ, gerdanlığını ikinci defa kaybettiği başka bir seferde geceleyin susuz bir mevkiide konaklamışlar, abdest alma imkânı olmamış ve bunun üzerine de Sûre-i Mâide, Âyet 6 nâzil olmuştur. Bu olay Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan şöyle nakledilmiştir:

لَمَّا كَانَ مِنْ أَمْرِ عِقْدِي مَا كَانَ قَالَ أَهْلُ الإِفْكِ مَا قَالُوا، فَخَرَجْتُ مَعَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي غَزْوَةٍ أُخْرَى، فَسَقَطَ أَيْضًا عِقْدِي، حَتَّى حَبَسَ الْتِمَاسُهُ النَّاسَ، وَاطَّلَعَ الْفَجْرُ، فَلَقِيتُ مِنْ أَبِي بَكْرٍ مَا شَاءَ اللّٰهُ، وَقَالَ لِي:يَا بنيَّةُ فِي سَفَرٍ تَكُونِينَ عَنَاءً وَبَلاءً وَلَيْسَ مَعَ النَّاسِ مَاءٌ، فَأَنْزَلَ اللّٰهُ الرُّخْصَةَ بِالتَّيَمُّمِ، فَقَالَ أَبُو بَكْرٍ:أَمَا وَاللّٰهِ يَا بنيَّةُ إِنَّكِ لِمَا عَلِمْتُ مُبَارَكَةٌ (طب عن عائشة)

Gerdanlığımın kaybolduğu ve ifk ehlinin attıkları iftiralar ile bunu tâkip eden olaylardan sonra yine bir defasında başka bir gazvede Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte sefere çıkmıştım. Yine gerdanlığım düştü ve insanlar, onu aramak üzere hapsolundu. Bulundukları yerden ayrılamadılar. Ebû Bekir es-Sıddîk bana: ″Kızcağı­zım, her seferde insanlara yük ve ibtila oluyorsun″ dedi. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ teyemmümle ilgili ruhsatı indirdi[2] de, Ebû Bekir es-Sıddîk de: ″Ey kızım! Şüphesiz ki, sen çok mübârek birisin″ dedi.[3]

Âişe annemize o zamanda münâfıklar tarafından yapılmış olan iftiralar, günümüzde de aynı münâfık kimseler tarafından hâlâ yapılmak-tadır. İşte bu münâfıklar, Âişe annemizin temiz olduğuna dair inen âyetleri inkâr ederek küfre girmektedirler. Kur’ân-ı Kerîm’deki bütün âyetler Allah’ın kelâmıdır ve bir bütündür. Değil bu kadar âyetleri inkâr etmek, kişi bir harfini dahi inkâr etse, tamamını inkâr etmiş olur ve küfre düşer. Nitekim Allah’u Teâlâ Sûre-i Ankebût, Âyet 47’de:

″… Bizim âyetlerimizi, kâfirlerden başkası inkâr etmez″ diye buyurmaktadır.

Yine aynı münâfıklar; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve birçok Sahâbîye hakaret etmeleri sebebiyle de küfre girmektedirler.

İşte münâfıkların başı olan Abdullah İbn-i Übeyy İbn-i Selûl’de Ashâbın içerisinde yaşayıp beş vakit namazını mescitte kılan ve bakıldığında diğer Ashâbdan ayırt edilemeyen bir kimse idi. Ama itikadının bozukluğundan dolayı münâfıktı. Nitekim Hz. Âişe annemize, bu iftirayı başlatan kişi olmuş ve onun için Sûre-i Nûr, Âyet 11’de geçtiği üzere elim bir azap olduğu haber verilmiştir. Bu âyetleri gördükleri halde, aynı iftirayı yapanlar da, âhirette aynı azâba uğrayacaklardır.


[1] Sahih-i Buhârî, Fedâil’ul–Ashâb 6, Enbiyâ 54; Sünen-i Tirmizî, Menâkib 17.

[2] Sûre-i Mâide, Âyet 6.

[3] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 18683; Sahih-i Buhârî, Teyemmüm 12.


﴿ يَعِظُكُمُ اللّٰهُ اَنْ تَعُودُوا لِمِثْلِه۪ٓ اَبَدًا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَۚ ﴿١٧﴾ وَيُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ ﴿١٨﴾ اِنَّ الَّذ۪ينَ يُحِبُّونَ اَنْ تَش۪يعَ الْفَاحِشَةُ فِي الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ ﴿١٩﴾

17-19. Eğer Mü’min iseniz, Allah’u Teâlâ size bir daha böyle iftirada bulunmamanızı nasihat eder.* Allah’u Teâlâ size âyetlerini beyan eder. Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.* Mü’minler arasında çirkin ve kötü şeylerin yayılmasını isteyenler var ya, onlar için dünyâda ve âhirette elim bir azap vardır. Allah’u Teâlâ her şeyi bilir, lâkin siz bilmezsiniz.

İzah: Âişe annemize yapılan iftiranın büyük bir günah olduğu bu âyetlerde geçmektedir. Namuslu bir kadına yapılan iftira ile ilgili olarak nakledilen bir Hadis-i Şerif’te: ″İffetli bir kadına zinâ iftirasında bulunmak büyük günahlardan sayılmıştır.″[1] Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

إِنَّ قَذْفَ الْمُحْصَنَةِ لَيَهْدِمُ عَمَلَ مِائَةِ سَنَةٍ (طب ك عن حذيفة)

″Namuslu bir kadının namusuna iftira etmek, yüz senelik ameli yok eder.″[2]

Bu hadislerde namuslu bir kadına iftira etmenin günahına verilen cezâ anlatılmaktadır. Ayrıca Âişe annemize hakaret edenler, Âişe annemiz hakkındaki bu on altı âyeti inkâr ettiklerinden dolayı da doğrudan kâfir olurlar.


[1] Sahih-i Buhârî, Vasâya 23, Sahih-i Müslim, Îman 38 (145).

[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 2952; Hâkim, Müstedrek, Hadis No. 8863.


﴿ وَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ وَاَنَّ اللّٰهَ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ۟ ﴿٢٠﴾

20. Eğer Allah’u Teâlâ’nın size lütfu ve rahmeti olmasaydı ve şüphesiz Allah’u Teâlâ çok şefkatli ve çok merhametli bulunmasaydı, hâliniz ne olurdu?


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۜ وَمَنْ يَتَّبِعْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ فَاِنَّهُ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِۜ وَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ مَا زَكٰى مِنْكُمْ مِنْ اَحَدٍ اَبَدًاۙ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يُزَكّ۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ ﴿٢١﴾

21. Ey îman edenler! Şeytanın adımlarına (vesvesesine) uymayın. Her kim şeytanın adımlarına uyarsa, elbette şeytan, çirkin ve kötü şeyleri emreder. Eğer Allah’u Teâlâ’nın size lütfu ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbi­ri ebediyyen temize çıkamazdı. Fakat Allah’u Teâlâ, dilediğini temize çıkarır. Allah’u Teâlâ, her şeyi işiten ve bilendir.


﴿ وَلَا يَأْتَلِ اُو۬لُوا الْفَضْلِ مِنْكُمْ وَالسَّعَةِ اَنْ يُؤْتُٓوا اُو۬لِي الْقُرْبٰى وَالْمَسَاك۪ينَ وَالْمُهَاجِر۪ينَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۖ وَلْيَعْفُوا وَلْيَصْفَحُواۜ اَلَا تُحِبُّونَ اَنْ يَغْفِرَ اللّٰهُ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٢٢﴾

22. Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar, akrabaya, miskinlere ve Allah yolunda hicret edenlere bir şey vermemek için yemin etmesinler; (kabahatlerini) affetsinler ve bağışlasınlar. Allah’u Teâlâ’nın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz! Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

İzah: Bu sûrenin, on birinci âyetinin izahında geniş olarak anlatıldığı üzere Âişe annemize iftira atanlardan biri de, Hz. Ebû Bekir’in akrabası ve fakir olan Mistah idi. Hz. Ebû Bekir Efendimiz fakir olduğu için ona yardım ederdi. Âişe annemizin temiz olduğuna dair bu âyetler nâzil olunca, Hz. Ebû Bekir ona bir daha yardım etmeyeceğine dair yemin etmişti.

Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ bu olayı şöyle anlatmıştır:

أَبُو بَكْرٍ الصِّدِّيقُ وَكَانَ يُنْفِقُ عَلَى مِسْطَحِ بْنِ أُثَاثَةَ لِقَرَابَتِهِ مِنْهُ وَفَقْرِهِ وَاللّٰهِ لَا أُنْفِقُ عَلَى مِسْطَحٍ شَيْئًا أَبَدًا بَعْدَ الَّذِي قَالَ لِعَائِشَةَ مَا قَالَ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ {وَلَا يَأْتَلِ أُولُو الْفَضْلِ مِنْكُمْ إِلَى قَوْلِهِ غَفُورٌ رَحِيمٌ} قَالَ أَبُو بَكْرٍ الصِّدِّيقُ بَلَى وَاللّٰهِ إِنِّي لَأُحِبُّ أَنْ يَغْفِرَ اللّٰهُ لِي فَرَجَعَ إِلَى مِسْطَحٍ النَّفَقَةَ الَّتِي كَانَ يُنْفِقُ عَلَيْهِ وَقَالَ وَاللّٰهِ لَا أَنْزِعُهَا مِنْهُ أَبَدًا (خ م عن عائشة)

Babam Ebû Bekir es-Siddîk, akrabalığından ve fakirliğinden dolayı nafaka verdiği Mistah İbn-i Usâse için: ″Kızım Âişe’ye bu iftirayı söyledikten sonra vallâhi, ben de Mistah’a birşey vermem!″ diye yemin etti. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ: ″Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar, akrabaya, miskinlere ve Allah yolunda hicret edenlere bir şey vermemek için yemin etmesinler; (kabahatlerini) affetsinler ve bağışlasınlar. Allah’u Teâlâ’nın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz! Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir″ mealindeki Sûre-i Nûr, Âyet 22’yi indirdi. Bu âyetin inmesi üzerine Ebû Bekir es-Sıddîk: Vallâhi! Allah’u Teâlâ’nın beni bağışlamasını elbette severim!″ dedi ve Mistah’a veregeldiği nafakayı tekrar vermeye başladı ve″Ben bu nafakayı ondan ebediyyen koparmam″ dedi.[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Şehâdet 15; Megâzi 36; Sahih-i Müslim, Tevbe 10 (56 Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 25; Sünen-i Nesâî, Tahâret 1194.


﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ الْغَافِلَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ لُعِنُوا فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۖ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌۙ ﴿٢٣﴾ يَوْمَ تَشْهَدُ عَلَيْهِمْ اَلْسِنَتُهُمْ وَاَيْد۪يهِمْ وَاَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٢٤﴾ يَوْمَئِذٍ يُوَفّ۪يهِمُ اللّٰهُ د۪ينَهُمُ الْحَقَّ وَيَعْلَمُونَ اَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْحَقُّ الْمُب۪ينُ ﴿٢٥﴾

23-25. İffetli ve haklarında uydurulan kötülüklerden habersiz Mü’min kadınlara zinâ isnat eden­ler, şüphesiz ki dünyâda ve âhirette lânete uğratılmışlardır. Onlar için büyük bir azap da vardır.* O gün, yaptıkları şeylere dair dilleri, elleri ve ayakları kendi aleyhlerine şâhitlik edecektir* O gün Allah’u Teâlâ, onlara hak ettikleri cezâyı tam olarak verir. Onlar da Allah’u Teâlâ’nın apaçık hak olduğunu bilirler.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere, mahşer gününde, dünyâda iken işledikleri günahları inkâr edenlerin âzâları dile gelip, o günahları yaptıklarına dair şâhitlik edecektir. Yine bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Yâsîn, Âyet 65’te de şöyle buyurmaktadır: ″O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını Bize elleri söyler ve ayakları da şâhitlik eder.″

Bu hususta Enes Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

كُنَّا عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَضَحِكَ فَقَالَ هَلْ تَدْرُونَ مِمَّ أَضْحَكُ قَالَ قُلْنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ مِنْ مُخَاطَبَةِ الْعَبْدِ رَبَّهُ يَقُولُ يَا رَبِّ أَلَمْ تُجِرْنِي مِنَ الظُّلْمِ قَالَ يَقُولُ بَلَى قَالَ فَيَقُولُ فَإِنِّي لَا أُجِيزُ عَلَى نَفْسِي إِلَّا شَاهِدًا مِنِّي قَالَ فَيَقُولُ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ شَهِيدًا وَبِالْكِرَامِ الْكَاتِبِينَ شُهُودًا قَالَ فَيُخْتَمُ عَلَى فِيهِ فَيُقَالُ لِأَرْكَانِهِ انْطِقِي قَالَ فَتَنْطِقُ بِأَعْمَالِهِ قَالَ ثُمَّ يُخَلَّى بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْكَلَامِ قَالَ فَيَقُولُ بُعْدًا لَكُنَّ وَسُحْقًا فَعَنْكُنَّ كُنْتُ أُنَاضِلُ (م عن انس)

Biz, bir gün Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında iken güldü de, ″Neye güldüğümü biliyor musunuz?″ buyurdu. ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dedik. Bunun üzerine: ″Kulun, Rabbine olan hitabından!″ buyurdu ve sözüne şöyle devam etti. Kul: ″Ey Rabbim! Sen beni zulümden korumadın mı?″ der. Allah’û Teâlâ da: ″Evet, korudum″ buyurur. Kul da: ″Fakat ben bugün kendime, kendimden başka bir kimsenin şâhit olmasını aslâ istemiyorum″ der. Allah’u Teâlâ: ″Bugün sana tek şâhit olarak nefsin, çok şâhit olarak da kirâmen kâtibîn melekleri kâfidir″ buyurur. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem devamla buyurdu ki: ″Ağzına mühür vurulur ve diğer organlarına, ″Konuş″ denilir. Onlar kişinin amelini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılır. Adam organlarına: ″Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben sizin için mücâdele etmiştim″ der.[1]


[1] Sahih-i Müslim, Zühd 1 (17).


﴿ اَلْخَب۪يثَاتُ لِلْخَب۪يث۪ينَ وَالْخَب۪يثُونَ لِلْخَب۪يثَاتِۚ وَالطَّيِّبَاتُ لِلطَّيِّب۪ينَ وَالطَّيِّبُونَ لِلطَّيِّبَاتِۚ اُو۬لٰٓئِكَ مُبَرَّؤُ۫نَ مِمَّا يَقُولُونَۜ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَر۪يمٌ۟ ﴿٢٦﴾

26. Pis kadınlar, pis erkeklere ve pis erkekler, pis kadınlara; temiz kadınlar, temiz erkeklere ve temiz erkekler, temiz kadınlara mahsustur. İşte o te­miz olanlar, onların attıkları iftiralardan çok uzaktırlar. Onlar için bağışlanma ve bol rızık vardır.

İzah: Allah’u Teâlâ, Hz. Âişe annemizi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hanımı kılmışsa, bu onun temiz ve iyi olmasındandır. Zîrâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, temiz insanların en temizidir. Şâyet Hz. Âişe kötü olmuş olsaydı, bu âyette de geçtiği gibi Allah’u Teâlâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in eşi olmasını lâyık görmez ve takdir etmezdi. Bu sebeple Allah’u Teâlâ, Resûlünü insanlar içerisinde nasıl en hayırlı, en temiz ve en şerefli kılmışsa, Hz. Âişe annemizin ve diğer eşlerinin, kadınlar arasında en şerefli ve en temiz olmaları gerekir. Bu sebeple Âişe annemizin de, diğer eşlerinin de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e lâyık birer eş olduklarını Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme ile bildirmektedir.

Bu Âyet-i Kerîme’nin sonunda: ″İşte o te­miz olanlar, onların attıkları iftiralardan çok uzaktırlar. Onlar için bağışlanma ve bol rızık vardır″ diye buyrulduğu için, bu da Hz. Âişe annemizin Cennet ehlinden olduğunun müjdesidir.

Yusuf Aleyhisselâm iftiraya ma­ruz kaldığında Allah’u Teâlâ beşikte yatan bir çocuğu konuşturarak, onun bundan uzak olduğunu açıkladı. Hz. Meryem de zinâ iftirasına maruz kaldığında Allah’u Teâlâ onu henüz bebek olan Îsâ Aleyhisselâm vâsıtası ile temize çıkardı. Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ da zinâ iftirasına maruz kaldığında, Allah’u Teâlâ onu Kur’ân-ı Kerîm ile te­mize çıkardı. Allah’u Teâlâ, Hz. Âişe’nin bir çocuk ya da bir Peygamber tarafından temize çıka­rılmasına râzı olmayıp, bizzat kendi kelâmıyla onun iftira ve bühtandan uzak olduğunu ilan etti.

Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle buyurmuştur:

لَقَدْ أُعْطِيت تِسْعًا مَا أُعْطِيَتْهُنَّ اِمْرَأَة لَقَدْ نَزَلَ جِبْرِيل عَلَيْهِ السَّلَام بِصُورَتِي فِي رَاحَته حِين أَمَرَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَنْ يَتَزَوَّجنِي وَلَقَدْ تَزَوَّجَنِي بِكْرًا وَمَا تَزَوَّجَ بِكْرًا غَيْرِي وَلَقَدْ تُوُفِّيَ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَإِنَّ رَأْسه لَفِي حِجْرِي , وَلَقَدْ قُبِرَ فِي بَيْتِي ... (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن عائشة)

Bana hiçbir kadına verilmemiş dokuz özel­lik verilmiştir: Cebrâil Aleyhisselâm, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e benimle evlenmesini emretti­ğinde, avucu içerisinde benim resmimle ona indi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem benimle bâkire olarak evlendi, benden başka bâkire ile evlenmiş değildir. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem başı benim göğsüme dayalı olduğu halde vefât etti. Benim odamda gömüldü, melekler benim evimi kuşattılar. O hanım­larından birisiyle birlikte ise, hanımları yanından uzaklaşır ve ona vahiy öy­lece nâzil olurdu. Halbuki ben onunla aynı örtünün altında yattığım halde vahiy ona nâzil olurdu. Ben onun halifesinin ve onun sıddîkının kızıyım, benim suçsuz olduğuma dair hüküm semâdan nâzil olmuş­tur. Ben tertemiz olarak ve tertemiz olanın nezdinde yaratıldım. Bana bir bağışlanma, pek cömertçe ve şerefli bir rızık vaadinde bulunuldu.[1]

İmam Kurtubî, bu hadisin devamında der ki: Hz. Âişe bu son sözüyle Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Nûr, Âyet 26’da geçen, ″Onlar için bağışlanma ve bol rızık vardır″ buyruğunu kastetmektedir. O da Cennettir.


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 12, s. 212.


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَدْخُلُوا بُيُوتًا غَيْرَ بُيُوتِكُمْ حَتّٰى تَسْتَأْنِسُوا وَتُسَلِّمُوا عَلٰٓى اَهْلِهَاۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ ﴿٢٧﴾ فَاِنْ لَمْ تَجِدُوا ف۪يهَٓا اَحَدًا فَلَا تَدْخُلُوهَا حَتّٰى يُؤْذَنَ لَكُمْۚ وَاِنْ ق۪يلَ لَكُمُ ارْجِعُوا فَارْجِعُوا هُوَ اَزْكٰى لَكُمْۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَل۪يمٌ ﴿٢٨﴾

27-28. Ey îman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin almadan ve ehline selâm vermeden girmeyin. Bu, sizin için daha hayırlıdır. Umulur ki, düşünüp anlarsınız.* Eğer girmek istediğiniz evde kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size, ″Geri dönün″ denilirse hemen dönün. Bu sizin için daha temizdir (daha güzel bir davranıştır). Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızı bilir.

İzah: Başkalarının evlerine girerken nasıl hareket edilmesi gerektiği Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan şöyle nakledilmiştir:

كُنْتُ فِي مَجْلِسٍ مِنْ مَجَالِسِ الْأَنْصَارِ إِذْ جَاءَ أَبُو مُوسَى كَأَنَّهُ مَذْعُورٌ فَقَالَ اسْتَأْذَنْتُ عَلَى عُمَرَ ثَلَاثًا فَلَمْ يُؤْذَنْ لِي فَرَجَعْتُ فَقَالَ مَا مَنَعَكَ قُلْتُ اسْتَأْذَنْتُ ثَلَاثًا فَلَمْ يُؤْذَنْ لِي فَرَجَعْتُ وَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا اسْتَأْذَنَ أَحَدُكُمْ ثَلَاثًا فَلَمْ يُؤْذَنْ لَهُ فَلْيَرْجِعْ ... (خ عن ابى سعيد الخدرى)

Ensârilerin bir meclisinde oturuyordum. Ebû Mûsâ el-Eşarî korkuyla içeri girdi. ″Seni korkuya düşüren nedir?″ diye sorunca, Hz. Ömer yanına gelmemi emretmişti. Gittim ve girmek için üç defa izin istedim. Bana şifâhi olarak giriş izni verilmediği için geri döndüm. Daha sonra Hz. Ömer: ″Yanımıza gelmene engel olan ne oldu?″ diye sordu. Ben de üç defa izin istediğim halde, giriş izni verilmeyince geri döndüm. Çünkü Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Sizden herhangi bir kimse üç defa izin istediği halde, ona izin verilmeyecek olursa geri dönsün″ diye buyurdu demem üzerine, Hz. Ömer, bana: ″Sen naklettiğin hadisi ya isbat edersin ya da seni cezâlandırırım″ dedi. Bunun üzerine Übeyy b. Ka’b, Ebû Mûsâ el-Eşarî’ye: ″Sen içimizden en genci ile Hz. Ömer’e git ve durumu bildir″ dedi. Cemaatin en genci ben olduğum için Ebû Mûsâ ile giderek Hz. Ömer’e, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu hadisini haber verdim. Üç defa izin istemek, isteyen için bir haktır. Yoksa onun için farz olan bir defa istemektir.[1]

Kendisine izin verilen kimsenin selâm vermesi gerektiğine dair de Kelede b. Hanbel Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ صَفْوَانَ بْنَ أُمَيَّةَ بَعَثَهُ إِلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِلَبَنٍ وَجَدَايَةٍ وَضَغَابِيسَ وَالنَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِأَعْلَى مَكَّةَ فَدَخَلْتُ وَلَمْ أُسَلِّمْ فَقَالَ ارْجِعْ فَقُلْ السَّلَامُ عَلَيْكُمْ (د عن كلدة بن حنبل)

Safvan b. Ümeyye, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e götürmek üzere onunla bir miktar süt, altı yedi aylık bir ceylan yavrusu ve bir miktar da acur göndermişti. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de o sırada Mek­ke’nin yukarı taraflarında bulunuyordu. Yanına selâm vermeden girdim, o da: ″Geri dön ve es-selâmu aleyküm de″ diye buyurdu.[2]

İzinsiz bir eve girmenin veya bakmanın vebâli ve cezâsı hakkında da Sehl b. Sa’d Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

اطَّلَعَ رَجُلٌ مِنْ جُحْرٍ فِي حُجَرِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَمَعَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِدْرًى يَحُكُّ بِهِ رَأْسَهُ فَقَالَ لَوْ أَعْلَمُ أَنَّكَ تَنْظُرُ لَطَعَنْتُ بِهِ فِي عَيْنِكَ إِنَّمَا جُعِلَ الِاسْتِئْذَانُ مِنْ أَجْلِ الْبَصَرِ (خ م عن سهل بن سعد)

Bir adam Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kapısındaki bir delikten içeriyi gördü. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in elin­de de saçlarını taradığı demir ya da tahtadan ucu sivri bir tarak vardı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona: ″Senin içeri doğru baktığını bilsem, bunu gözüne batırır­dım. Çünkü Allah’u Teâlâ’nın, izin istemeyi emretmiş olması, görmekten ötürü­dür.″[3]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ اطَّلَعَ فِي بَيْتِ قَوْمٍ بِغَيْرِ إِذْنِهِمْ فَقَدْ حَلَّ لَهُمْ أَنْ يَفْقَئُوا عَيْنَهُ (م عن ابى هريرة)

″Her kim izinleri olmaksızın baş­kalarına ait bir evi gözetlerse, o ev halkının, o kimsenin gözünü çıkartmaları helâl olur.″[4]


[1] Sahih-i Buhârî, İsti’zan 13; Sahih-i Müslim, Âdab 7 (33-37 Sünen-i Tirmizî, İsti’zan 3.

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 127; Sünen-i Tirmizî, İsti’zan 18.

[3] Sahih-i Buhârî, İsti’zan 11; Sahih-i Müslim, Âdab 9 (40, 41 Sünen-i Tirmizî, İsti’zan 17.

[4] Sahih-i Müslim, Edeb 9 (43).


﴿ لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَدْخُلُوا بُيُوتًا غَيْرَ مَسْكُونَةٍ ف۪يهَا مَتَاعٌ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا تَكْتُمُونَ ﴿٢٩﴾

29. Bir oturana mahsus olmayıp faydalanmaya hakkınız olan yerlere izinsiz girmenizde günah yoktur. Allah’u Teâlâ, açıkladıklarınızı da, gizlediklerinizi de bilir.

İzah: Mü’minlerin izin almadan evlere girmemeleri gerektiğine dair olan Sûre-i Nûr, Âyet 27 nâzil olunca, Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu anhu: ″Yâ Resûlallah! Şam yollarında bulunan hanlar ve mekânlar hakkında ne buyurursunuz?″ diye sordu. Bunun üzerine de Sûre-i Nûr, Âyet 29 nâzil olmuştur.

İşte her hangi bir şahsa ait olmayan ve halkın kullanımına açık olan cami, mescit ve kamu binaları gibi yerlere insanların binaya girerken izin almaları gerekmez. Bundan dolayı bir günaha girmiş olmazlar. Ancak şahıslara ait olan bir binaya izinsiz kesinlikle girilmez.


﴿ قُلْ لِلْمُؤْمِن۪ينَ يَغُضُّوا مِنْ اَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْۜ ذٰلِكَ اَزْكٰى لَهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا يَصْنَعُونَ ﴿٣٠﴾

30. Ey Habîbim! Mü’min erkeklere de ki: ″Gözlerini haramdan sakınsınlar, edep yerlerini muhafaza etsinler. Bu hâl, onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, onların yaptıklarından haberdardır.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de: Ey Habîbim! Mü’min erkeklere de ki: ″Gözlerini haramdan sakınsınlar, edep yerlerini muhafaza etsinler″ diye buyrulmaktadır. Yani, Mü’min erkekler, temiz bir hayat yaşamaya gayret etsinler. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar. Tenâsül organlarını ve şehvetlerini dâimâ muhafaza etsinler. Haram olan ilişkilerden, insanlık terbiyesine aykırı olan vaziyetlerden kaçınsınlar. Örtülmesi icap eden azalarını açıvermekten son derece sakınsınlar. İslâmî edep kurallarına aykırı hareketlerde bulunmasınlar.

Gözleri haramdan korumaya dair Ebû Said el-Hudri Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ إِيَّاكُمْ وَالْجُلُوسَ بِالطُّرُقَاتِ فَقَالُوا يَا رَسُولَ اللَّهِ مَا لَنَا مِنْ مَجَالِسِنَا بُدٌّ نَتَحَدَّثُ فِيهَا فَقَالَ إِذْ أَبَيْتُمْ إِلَّا الْمَجْلِسَ فَأَعْطُوا الطَّرِيقَ حَقَّهُ قَالُوا وَمَا حَقُّ الطَّرِيقِ يَا رَسُولَ اللَّهِ قَالَ غَضُّ الْبَصَرِ وَكَفُّ الْأَذَى وَرَدُّ السَّلَامِ وَالْأَمْرُ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّهْيُ عَنْ الْمُنْكَرِ (خ م عن ابى سعيد الخدرى)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Yollarda oturmaktan sakının″ buyurdu. ″Yâ Resûlallah! Bizim için orada oturmak kaçınılmaz bir şeydir. Biz ora­larda sohbet ederiz″ dediler. Şöyle buyurdu: ″Madem oturmaktan başka şeyi kabul etmiyorsunuz, o takdirde yolun hakkını verin.″ ″Yâ Resûlallah! Yolun hakkı nedir!″ dediler. Şöyle buyurdu: ″Gözün haramdan sakındırılması, ra­hatsızlık verici şeylerin önlenmesi, selâmın alınması, iyiliğin emredilip kö­tülüğün sakındırılması.″[1]

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Hz. Ali Efendimize şöyle buyurmuştur:

يَا عَلِيُّ لَا تُتْبِعْ النَّظْرَةَ النَّظْرَةَ فَإِنَّ لَكَ الْأُولَى وَلَيْسَتْ لَكَ الْآخِرَةُ (د عن ابن بريدة عن ابيه)

″Yâ Ali! Bir bakışın arkasına diğe­rini salma. Birincisi senin hakkın olabilirse de, sonradan tekrar bakma senin hakkın değil­dir.″[2]

Nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

إِنَّ النَّظْرَةَ سَهْمٌ مِنْ سِهَامِ إِبْلِيسَ مَسْمُومٌ، مَنْتَرَكَهَا مَخَافَتِي أَبْدَلْتُهُ إِيمَانًا يَجِدُ حَلاوَتَهُ فِي قَلْبِهِ (طب عن عبد اللّٰه بن مسعود)

″Harama bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim Benden korktuğundan dolayı onu terk ederse, o günahın yerini îman ile değiştiririm ki, onun tatlılığını kalbinde hisseder.″[3]


[1] Sahih-i Buhâri, İsti’zan 2; Sahih-i Müslim, Libâs 32 (114).

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Nikâh 43; Sünen-i Tirmizî, Edeb 28.

[3] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir Hadis No: 10211.


﴿ وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ اَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْد۪ينَ ز۪ينَتَهُنَّ اِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلٰى جُيُوبِهِنَّۖ وَلَا يُبْد۪ينَ ز۪ينَتَهُنَّ اِلَّا لِبُعُولَتِهِنَّ اَوْ اٰبَٓائِهِنَّ اَوْ اٰبَٓاءِ بُعُولَتِهِنَّ اَوْ اَبْنَٓائِهِنَّ اَوْ اَبْنَٓاءِ بُعُولَتِهِنَّ اَوْ اِخْوَانِهِنَّ اَوْ بَن۪ٓي اِخْوَانِهِنَّ اَوْ بَن۪ٓي اَخَوَاتِهِنَّ اَوْ نِسَٓائِهِنَّ اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُنَّ اَوِ التَّابِع۪ينَ غَيْرِ اُو۬لِي الْاِرْبَةِ مِنَ الرِّجَالِ اَوِ الطِّفْلِ الَّذ۪ينَ لَمْ يَظْهَرُوا عَلٰى عَوْرَاتِ النِّسَٓاءِۖ وَلَا يَضْرِبْنَ بِاَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْف۪ينَ مِنْ ز۪ينَتِهِنَّۜ وَتُوبُٓوا اِلَى اللّٰهِ جَم۪يعًا اَيُّهَ الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ﴿٣١﴾

31. Ey Resûlüm! Mü’min kadınlara de ki: ″Gözlerini haramdan sakınsınlar. Edep yerlerini korusunlar. Ziynetlerini, görünmesi zarûri olan kısmı (el ve yüz) hâriç göstermesinler. Başörtülerini yakalarına kadar indirsinler. Ziynetlerini kocalarından, kendi babalarından, kayınbabalarından, kendi oğullarından, üvey oğullarından, kendi erkek kardeşlerinden, kendi erkek kardeşlerinin oğullarından, kendi kız kardeşlerinin oğullarından, Müslüman kadınlardan, sahip oldukları câriyelerinden ve erkeklikten kesilmiş hizmetçilerinden ve kadınların mahrem yerlerini henüz anlayacak çağda olmayan çocuklardan başkalarına göstermesinler. Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını da yere vurmasınlar. Ey Mü’minler! Hepiniz Allah’a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz ″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçen örtünme emriyle ilgili Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle anlatmıştır:

يَرْحَمُ اللّٰهُ نِسَاءَ الْمُهَاجِرَاتِ الْأُوَلَ لَمَّا أَنْزَلَ اللّٰهُ {وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ} شَقَّقْنَ مُرُوطَهُنَّ فَاخْتَمَرْنَ بِهَا (خ د عن عائشة)

Allah’u Teâlâ, ilk Muhâcir kadınlara rahmetini bol kılsın! ″Başörtülerini yakalarına kadar indirsinler″ diye geçen Sûre-i Nûr, Âyet 31 nâzil olduğu zaman, dış giysilerinden yırtarak onunla hemen başlarını örttüler.[1]

Bu âyette kadınların nefislerini haramdan korumaları ve saçı, kulağı ve boynu görülmeyecek şekilde başlarını örtmeleri emredilmiştir. Âyette zaruret olarak görülecek olan yerler de, yüz ve ellerin bileğe kadar olan kısmıdır. Bu sebeple el ve yüz hâriç, kadının bütün bedeninin kapatılması emredilmiş ve Allah’u Teâlâ’nın âyette saydıklarının hâricinde kimseye göstermemeleri kesin olarak bildirilmiştir.

Bu hususta Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

أَنَّ أَسْمَاءَ بِنْتَ أَبِي بَكْرٍ دَخَلَتْ عَلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَعَلَيْهَا ثِيَابٌ رِقَاقٌ فَأَعْرَضَ عَنْهَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ يَا أَسْمَاءُ إِنَّ الْمَرْأَةَ إِذَا بَلَغَتْ الْمَحِيضَ لَمْ تَصْلُحْ أَنْ يُرَى مِنْهَا إِلَّا هَذَا وَهَذَا وَأَشَارَ إِلَى وَجْهِهِ وَكَفَّيْهِ. (د عن عائشة)

Bir gün Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ ince bir elbise ile Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna girmişti. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ondan yüz çevirdi ve şöyle buyurdu: ″Ey Esma! Bir kadın ilk olarak âdet görmeye başlayınca, ellerinden ve yüzünden başka yerini yabancılara göstermesi câiz değildir.″[2]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا يَقْبَلُ اللّٰهُ صَلَاةَ حَائِضٍ إِلَّا بِخِمَارٍ. (د عن عائشة)

″Allah’u Teâlâ ergin kadının namazını başörtüsüz kabul etmez.″[3]

Ayrıca kadınların evlerinden çıkarken, dış elbiselerini örtünerek çıkmaları gerektiği Sûre-i Ahzâb, Âyet 59’da da şöyle emredilmiştir:

″Ey Peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve Mü’minlerin kadınlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar...″

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

صِنْفَانِ مِنْ أَهْلِ النَّارِ لَمْ أَرَهُمَا قَوْمٌ مَعَهُمْ سِيَاطٌ كَأَذْنَابِ الْبَقَرِ يَضْرِبُونَ بِهَا النَّاسَ وَنِسَاءٌ كَاسِيَاتٌ عَارِيَاتٌ مُمِيلَاتٌ مَائِلَاتٌ رُءُوسُهُنَّ كَأَسْنِمَةِ الْبُخْتِ الْمَائِلَةِ لَا يَدْخُلْنَ الْجَنَّةَ وَلَا يَجِدْنَ رِيحَهَا وَإِنَّ رِيحَهَا لَيُوجَدُ مِنْ مَسِيرَةِ كَذَا وَكَذَا (م عن ابى هريرة)

″Cehennem ehlinden iki sınıf var ki, henüz onları görmedim. Biri sığır kuyrukları gibi kamçılarla insanları dövenlerdir. Diğeri de, giyinik, fakat çıplak olan, salınarak veya kibirlenerek yürüyen, diğer kadınlara da kendileri gibi olmayı telkin eden ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. Onlar Cennete girmeyecekler, onun kokusunu bile alamayacaklardır. Halbuki onun kokusu şu kadar ve şu kadar mesâfeden hissedilir.″[4]

İşte bu Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerden anlaşıldığına göre, Müslümanın elbisesi bol, uzun ve tenini göstermeyecek şekilde kalın olmalıdır.

Yine Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere, Müslüman bir kadının, Müslüman olma­yan kadınlara mahrem yerlerini göstermesi câiz değildir.

Bu hususta Hz. Ömer Radiyallâhu anhu, Hz. Ebû Ubeyde b. el-Cerrah’a mektup yazarak şöyle buyurmuştur:

اَنَّهُ بَلَغَنِي أَنَّ نِسَاءَ أَهْلِ الذِّمَّةِ يَدْخُلْنَ الْحَمَّامَاتِ مَعَ نِسَاءِ الْمُسْلِمِينَ فَامْنَعْ مِنْ ذَلِكَ وَحُلْ دُونَهُ فَإِنَّهُ لَا يَجُوزُ أَنْ تَرَى الذِّمِّيَّةُ عَرِيَّةَ الْمُسْلِمَةِ (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن عبادة)

″Bana gelen haberlere göre; bâzı Müslümanların kadınları, müşriklerin kadınla­rıyla birlikte hamamlara gidiyorlarmış. Bu senin bölgende oluyor. Allah’a ve âhiret gününe îman eden bir kadının mahrem yerlerine, kendi dîninden olmayan bir kadının bakması haramdır.″[5]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Mü’min bir kadının, Hunsa yani hem erkeklik hem de kadınlık or­ganı bulunan bir kimseye de mahrem yerlerini göstermemesi gerektiğini beyan etmiştir.[6]

Mü’min kadınların, evlerinin dışında, başkalarına hissettirmeleri haram olan şey­lerden biri de, üzerlerine sürmüş oldukları kokulardır.

Bu hususta da Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَيُّمَا امْرَأَةٍ اسْتَعْطَرَتْ فَمَرَّتْ عَلَى قَوْمٍ لِيَجِدُوا مِنْ رِيحِهَا فَهِيَ زَانِيَةٌ (ن ت عن ابى موسى الاشعرى)

″Herhangi bir kadın koku sürünür sonra da kokusunu hissetsinler diye bir topluluğun yanından geçecek olursa, o kadın zinâ etmiştir.″[7]


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Nûr 12; Sünen-i Ebû Dâvud, Libas 33.

[2] Sünen-i Ebû Davûd, Libâs, 33.

[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Tahâre, 132; Sünen-i Tirmizî, Salât 160; Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 85.

[4] Sahih-i Müslim, Cennet 13 (52).

[5] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 12, s. 233; Beyhakî, Ma’rifet’us-Sünen ve’l-Âsâr, Hadis No: 4292; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 46007.

[6] Bakınız: Sahih-i Müslim, Selâm, 13 (32, 33 Sünen-i Ebû Dâvud, Libas 36.

[7] Sünen-i Nesâî, Ziynet 35; Sünen-i Tirmizî, Edeb 35.


﴿ وَاَنْكِحُوا الْاَيَامٰى مِنْكُمْ وَالصَّالِح۪ينَ مِنْ عِبَادِكُمْ وَاِمَٓائِكُمْۜ اِنْ يَكُونُوا فُقَرَٓاءَ يُغْنِهِمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ ﴿٣٢﴾

32. Ey Mü’minler! Sizden evli olmayanları ve kölelerinizden, câriyelerinizden sâlih olanları evlendirin. Bunlar fakir iseler, Allah’u Teâlâ lütfuyla onları zengin eder. Allah’u Teâlâ, lütfu geniş olandır ve her şeyi bilendir.

İzah: Evlendirme hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

زَوِّجُوا أَبْنَائَكُمْ وَبَنَاتُكُمْ حُلُّوهُنَّ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَأَجِيدُوا لَهُنَّ الْكِسْوَةَ وَأَحْسِنُوا اِلَيْهِنَّ بِالنَّحْلَةِ لِيُرْغَبَ فِيهِنَّ (ك في تاريخه عن ابن عمر)

″Oğullarınızı ve kızlarınızı evlendirin. Kızları altın ve gümüşle süsleyin ve elbiseleri de güzel olsun ve kendilerine rağbet edilmesi için de, onlara güzel hediyelerle ihsanda bulunun.″[1]

Nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmaktadır:

Muaz İbn-i Cebel Radiyallâhu anhu’nun anlattığına göre, kendisi Peygamberimiz ile birlikte Ensârdan birinin düğününde bulunur. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem kızı isteyip nikâhı kıydıktan sonra:

عَلَى الْخَيْرِ وَالأُلْفَةِ وَالطَّائِرِ الْمَيْمُونِ، وَالسَّعَةِ فِي الرِّزْقِ بَارِكَ اللّٰهُ لَكُمْ دَفِّفُوا عَلَى رَأْسِهِ، فَجِئَ بِدُفٍّ فَضُرِبَ بِهِ فَأَقْبَلَتِ الأَطْبَاقُ وَعَلَيْهَا فَاكِهَةٌ وَسُكَّرٍ فَنُثِرَ عَلَيْهِ فَكَفَّ النَّاسُ أَيْدِيَهُمْ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: مَا لَكُمْ لا تَنْتَهِبُونَ؟ قَالُوا: يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَوَ لَمْ تَنْهَ عَنِ النُّهْبَةِ؟ قَالَ: إِنَّمَا نَهَيْتُكُمْ عَنْ نُهْبَةِ الْعَسَاكِرِ فَأَمَّا الْعُرُسَاتِ فَلا قَالَ: فَجَاذَبَهُمْ وَجَاذَبُوهُ (طب ومعرفة الصحابة عن عن حعاذ بن جبل)

″Allah’u Teâlâ; iyi geçim, hayırlar ve uğurlar nasib etsin, rızkınıza bolluk bereket versin, sizi mübârek kılsın″ diye duâ eder. Âdet veçhile damadın başı üzerinde def çalınmasını söyler, çalarlar. Sonra içerisinde meyve ve şekerlemeler bulunan çerez sepetleri getirilir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onların üzerine serper. Fakat halk bunları kapışmak üzere harekete geçmez, olduğu yerde durur. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem hayretle: ″Niçin yağmalamıyorsunuz?″ der. Onlar da: ″Yâ Resûlallah! Siz falanca günler tekrarla bizi yağmacılıktan menettiniz″ derler. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ben sizi ganîmet mallarını yağmalamaktan menettim, düğün yağmasından menetmedim, haydi yağmalayın″ der. Muaz Radiyallâhu anhu der ki: ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellemin onu da, bizi de bu yağmaya teşvik ettiğini gördüm.″[2]

Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ تَرَكَ التَّزْوِيجَ مَخَافَةَ الْعَيْلَةِ فَلَيْسَ مِنَّا (الديلمى عن أبى سعيد)

″Geçim korkusu sebebi ile evlenmeyen bizden değildir.″[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

تَزَوَّجُوا فَإِنِّي مُكَاثِرٌ بِكُمْ الْأُمَمَ، وَلَا تَكُونُوا كَرَهْبَانِيَّةِ النَّصَارَى (عد ق عن ابى امامة)

Evlenin, ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı iftihar ederim. Hristiyanların râhipleri gibi olmayın.″[4]

Semûre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ نَهَى عَنْ التَّبَتُّلِ (ن ت عن سمرة)

″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, evlenmemek şeklindeki ruhbanlığı yasakladı.″[5]

Bu sebeple Hristiyanlarda olan ruhbanlık yani hiç evlenmeme şekli bizim dînimizde kesin olarak yasaklanmıştır. Ancak erkeklikten dolayı bir sakatlığı varsa veya evlenmeyi istiyorda kadınlar tarafından farklı sebepler öne sürülerek kabul görmüyor ve bu nedenlerden dolayı da evlenme imkânı bulamıyorsa müstesnâ.

Sa’d b. Ebî Vakkâs Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

رَدَّ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلَى عُثْمَانَ بْنِ مَظْعُونٍ التَّبَتُّلَ وَلَوْ أَذِنَ لَهُ لَاخْتَصَيْنَا (خ م عن سعد بن ابى وقاص)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Osman İbn-i Mez’ûn’un, kadınlardan uzak kalmak için yaptığı yemini kabul etmeyip reddetmişti. Eğer ona izin verseydi, kendimizi hadım yapardık.[6]

Sa’d b. Hişam Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise nakledilmiştir:

أَنَّهُ دَخَلَ عَلَى أُمِّ الْمُؤْمِنِينَ عَائِشَةَ قَالَ قُلْتُ إِنِّي أُرِيدُ أَنْ أَسْأَلَكِ عَنْ التَّبَتُّلِ فَمَا تَرَيْنَ فِيهِ قَالَتْ فَلَا تَفْعَلْ أَمَا سَمِعْتَ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يَقُولُ {وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلًا مِنْ قَبْلِكَ وَجَعَلْنَا لَهُمْ أَزْوَاجًا وَذُرِّيَّةً} فَلَا تَتَبَتَّلْ (ن حم عن سعد بن هشام)

Sa’d b. Hişam Radiyallâhu anhu, Hz. Âişe’nin yanına vardı ve ona şöyle dedi: ″Ben sana kadınlarla evlenmeksizin bekâr hayatı yaşamayı soracaktım, bu konuda senin görüşün nedir?″ Hz. Âişe şöyle dedi: ″Sakın ha böyle yapma! Allah’u Teâlâ ne buyuruyor duymadın mı? ″Yemin olsun ki, senden evvel de Peygamberler gönderdik ve onlar için zevceler ve zürriyetler verdik…[7] dolayısıyla nefsin bekâr yaşama arzusuna uyma!″[8]

Bu nedenle İslâm’da evlenmek, Allah’ın emri olup, Fahr-i Kâinat Efendimizin de en büyük sünnetlerindendir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

النِّكَاحُ مِنْ سُنَّتِي فَمَنْ لَمْ يَعْمَلْ بِسُنَّتِي فَلَيْسَ مِنِّي وَتَزَوَّجُوا فَإِنِّي مُكَاثِرٌ بِكُمْ الْأُمَمَ وَمَنْ كَانَ ذَا طَوْلٍ فَلْيَنْكِحْ وَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَعَلَيْهِ بِالصِّيَامِ فَإِنَّ الصَّوْمَ لَهُ وِجَاءٌ (فى الزوائد عن عائشة)

″Nikâh benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimle amel etmezse benden değildir. Evlenin, zîrâ ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim. Her kim güç ve kuvvet sahibi ise, hemen evlensin. Her kim de evlenme imkânı bulamıyorsa, o kimse de (nâfile) oruç tutsun. Çünkü orucun şehveti kıran bir özelliği vardır.″[9]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde ise şöyle buyurmuştur:

مَنْ رَغِبَ عَنْ سُنَّتِى فَلَيْسَ مِنِّى وَاِنَّ مِنْ سُنَّتِى النِّكَاحَ فَمَنْ أَحَبَّنِى فَلْيَسْتَنَّ بِسُنَّتِى (البيهقى عن انس)

″Her kim benim sünnetime rağbet etmezse benden değildir. Nikah da benim sünnetimdir. Her kim beni seviyorsa sünnetimi yerine getirsin.″[10]

Evliliğin faziletine dair de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ نَكَحَ لِلّٰهِ وَأَنْكَحَ لِلّٰهِ اسْتَحَقَّ وَلَايَةَ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ (احياء علوم الدين عن معاذ بن أنس)

″Allah için evlenip, Allah için evlendiren, Allah’ın dostluğunu kazanır.″[11]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

مَنْ تَزَوَّجَ فَقَدِ اسْتَكْمَلَ نِصْفَ الْاِيمَانِ فَلْيَتَّقِ اللّٰهَ فِى النِّصْفِ الْبَاقِى. (طس عن أنس)

″Evlenen kimse dîninin yarısını korumuş olur. Artık diğer yarısında da Allah’a karşı gelmekten sakınsın.″[12]

Ashâb-ı Kirâm’ın evlenmenin önemine dair söyledikleri sözlerden bâzıları da şöyledir:

Hz. Ömer Radiyallâhu anhu: ″İnsanı nikahtan ancak âcizlik ve fâcirlik meneder″ buyurdu.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ: Evlenme çağını idrak etmiş çocuklarını toplar, onlara şöyle derdi: ″Eğer evlenmek isterseniz, sizi evlendireyim. Çünkü kul, zinâ ettiği zaman kalbinden îmanı alınır.″

Muaz İbn-i Cebel Radiyallâhu anhu da şöyle söylemiştir: ″Kendisinin de yakalandığı bir taun hastalığından, iki ailesi birden öldü. Hasta hasta; beni evlendirin, zîrâ ben bekar olarak ölmeyi istemem.″

İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu da şöyle demiştir: ″Allah’ın huzuruna bekar olarak varmamak için ömrümden on gün kaldığını dahi bilsem evlenmeyi tercih ederim.″[13]


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 293/1.

[2] Taberâni, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 16617; Ebû Naim İsbehânî, Ma’rifet’us-Sahâbe, Hadis No: 4198; Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 218-219.

[3] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 2, Hadis Ho: 76; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 44460.

[4] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 250/14; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 44432.

[5] Sünen-i Tirmizî, Nikah 2; Sünen-i Nesâî, Nikah 4.

[6] Sahih-i Buhârî, Nikah 8; Sahih-i Müslim, Nikah 1.

[7] Sûre-i Ra’d, Âyet 38.

[8] Sünen-i Nesâî, Nikâh 4.

[9] Kütüb-i Sitte, Hadis No: 6664; Ayrıca bakınız: Sahih-i Buhârî, Nikâh 3; Sahih-i Müslim, Nikâh 1 (3).

[10] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi’d-Din, c. 2, Hadis No: 75; Sahih-i Buhârî, Nikâh 1.

[11] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi’d-Din, c. 2, Hadis No: 79; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15064.

[12] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 44433.

[13] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi’d-Din, c. 2, s. 263.


﴿ وَلْيَسْتَعْفِفِ الَّذ۪ينَ لَا يَجِدُونَ نِكَاحًا حَتّٰى يُغْنِيَهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ۜ وَالَّذ۪ينَ يَبْتَغُونَ الْكِتَابَ مِمَّا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ فَكَاتِبُوهُمْ اِنْ عَلِمْتُمْ ف۪يهِمْ خَيْرًاۗ وَاٰتُوهُمْ مِنْ مَالِ اللّٰهِ الَّذ۪ٓي اٰتٰيكُمْۜ وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَٓاءِ اِنْ اَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۜ وَمَنْ يُكْرِهْهُنَّ فَاِنَّ اللّٰهَ مِنْ بَعْدِ اِكْرَاهِهِنَّ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٣٣﴾

33. Evlenme imkânı bulamayanlar da, Allah’u Teâlâ kendilerini lütfuyla zengin edinceye kadar iffetlerini korusunlar. Sahip olduğunuz kölelerinizden mükâtebe yapmak isteyenlere, eğer onlarda bir hayır görürseniz, onlarla mükâtebe yapın ve Allah’u Teâlâ’nın size ihsan buyurduğu mallardan onlara verin. Câriyeleriniz iffetlerini muhafaza etmek isterlerse, dünyâ menfaatleri için onları zinâya zorlamayın. Eğer zorlayan bulunursa, zorlanan câriyeler hakkında şüphesiz ki Allah’u Teâlâ çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de birkaç meseleye birden dikkat çekilmek-tedir. Evlenmeyi istediği halde buna gücü yetmeyenlerin evlenme imkânı buluncaya kadar iffetlerini muhafaza etmek için nâfile oruç tutarak nefisleriyle mücâdele etmeleri gerektiği vurgulanmıştır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır:

يَا مَعْشَرَ الشَّبَابِ مَنْ اسْتَطَاعَ الْبَاءَةَ فَلْيَتَزَوَّجْ فَإِنَّهُ أَغَضُّ لِلْبَصَرِ وَأَحْصَنُ لِلْفَرْجِ وَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَعَلَيْهِ بِالصَّوْمِ فَإِنَّهُ لَهُ وِجَاءٌ. (خ م عن ابن مسعود)

″Ey gençler topluluğu! İçinizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Zîrâ evlenmek gözleri haramdan daha çok korur ve zinâdan daha çok muhafaza eder. Gücü yetmeyen kimse ise (nâfile) oruç tutsun. Çünkü orucun şehveti kıran bir özelliği vardır.″[1]

Yine Âyet-i Kerîme’de, mükâtebe isteyen kölelere müsaade edilmesi gerektiği de beyan edilmektedir. ″Mükâtebe″ ise, bir kimsenin köle ve câriyesine: ″Bana bir defada veya taksitli olarak şu kadar para verirsen azat ol!″ demesi ve köle ve câriyenin de bunu kabul etmesidir. Yahut bir bedel üzerinde karşılıklı olarak anlaşmalarıdır. Âyetin devamında, ″Eğer onlarda bir hayır görürseniz, onlarla mükâtebe yapın″ diye buyrulması da, aranızda yapmış olduğunuz antlaşmaya sâdık kalacaklarından emin olursanız, o takdirde onlarla mukâtebe yapın, demektir.

Yine bu Âyet-i Kerîme’de: ″Câriyeleriniz, iffetlerini muhafaza etmek isterlerse, dünyâ menfaatleri için onları zinâya zorlamayın″ diye buyrulmaktadır. Bu âyetin nüzul sebebine dair Câbir Radiyallâhu anhu şu hâdiseyi nakletmiştir:

أَنَّ جَارِيَةً لِعَبْدِ اللّٰهِ بْنِ أُبَيٍّ ابْنِ سَلُولَ يُقَالُ لَهَا مُسَيْكَةُ وَأُخْرَى يُقَالُ لَهَا أُمَيْمَةُ فَكَانَ يُكْرِهُهُمَا عَلَى الزِّنَى فَشَكَتَا ذَلِكَ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ {وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَاءِ إِلَى قَوْلِهِ غَفُورٌ رَحِيمٌ} (م عن جابر)

Abdullah İbn-i Übeyy İbn-i Selûl’ün[2]; biri Müseyke, biri de Ümeyme adında iki câriyesi vardı. Abdullah İbn-i Übeyy, bu ikisini (kendisine kazanç elde etmeleri için) zinâya zorluyordu. Bu iki câriye bu durumu Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e şikâyet edince, Allah’u Teâlâ: ″Câriyeleriniz, iffetlerini muhafaza etmek isterlerse, dünyâ menfaatleri için onları zinâya zorlamayın...″ diye geçen Sûre-i Nûr, Âyet 33’ü indirdi.[3]

Burada geçen câriyelerinizi zinaya zorlamayın ifadesi, câriyelerin gönül rızası olursa zinâ yapabilecekleri anlamında değildir. Zinâ ettiği tespit edilen kölelere ve câriyelere recm cezâsı uygulanmaz. Çünkü recm yarıya bölünmez. Bunlar hakkında bu zinâ cezâsı zinâ eden hür kimselere tatbik edilen cezânın yarısı uygulanır ve elli değnek vurulur.[4]

Bu hususta Ebû Abdurrahman es-Sülemî Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:

خَطَبَ عَلِيٌّ فَقَالَ يَا أَيُّهَا النَّاسُ أَقِيمُوا عَلَى أَرِقَّائِكُمْ الْحَدَّ مَنْ أَحْصَنَ مِنْهُمْ وَمَنْ لَمْ يُحْصِنْ فَإِنَّ أَمَةً لِرَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ زَنَتْ فَأَمَرَنِي أَنْ أَجْلِدَهَا فَإِذَا هِيَ حَدِيثُ عَهْدٍ بِنِفَاسٍ فَخَشِيتُ إِنْ أَنَا جَلَدْتُهَا أَنْ أَقْتُلَهَا فَذَكَرْتُ ذَلِكَ لِلنَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ أَحْسَنْتَ اتْرُكْهَا حَتَّى تَمَاثَلَ (م عن أبي عبد الرحمن السلمي)

Hz. Ali hutbede şöyle buyurdu: Ey insanlar! Erkek ve kadın kölelerinizden evlenmiş olanlara da, evlenmemiş olanlara da (zinâ işledikleri takdirde) hadleri (şer’î cezâları) tatbik edin. Nitekim Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bir câriyesi zinâ etmişti de ona celde (değnek) cezâsını uygulamamı bana emretmişti. Kendisine bu görevi yapmak üzere geldiğimde loğusalığının başlangıcında buldum ve şâyet bu cezâyı uygularsam öldürürüm diye korktum. Bu durumu gelip Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e anlattım. O da, ″İyi yapmışsın, iyileşinceye kadar ona dokunma″ buyurdu.[5]

Kendisine zorla zinâ yaptırılan kişilere had cezası uygulanmaz. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ تَجَاوَزَ عَنْ أُمَّتِي الْخَطَأَ وَالنِّسْيَانَ وَمَا اسْتُكْرِهُوا عَلَيْهِ (ه عن ابى زر الغفارى)

″Allah’u Teâlâ ümmetimden hata, unutma ve istemediği halde zorla yaptırılan şeyin sorumluluğunu kaldırmıştır.″[6]


[1] Sahih-i Buhârî, Nikah 2; Sahih-i Müslim, Nikah 1 (3).

[2] Bu kişi o zamanda münâfıkların lideriydi.

[3] Sahih-i Müslim, Tefsir 4 (26).

[4] Bu hususta bakınız: Sûre-i Nisâ, Âyet 25.

[5] Sahih-i Müslim, Hudûd 7 (34 Sünen-i Tirmizî, Hudûd 13; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 1593. Bu hususta yine bakınız: Hadislerle Hanefi Fıkhı, c. 10, s. 113-116.

[6] Sünen-i İbn-i Mâce, Talak 16.


﴿ وَلَقَدْ اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكُمْ اٰيَاتٍ مُبَيِّنَاتٍ وَمَثَلًا مِنَ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّق۪ينَ۟ ﴿٣٤﴾

34. Yemin olsun ki Kur’ân’da, apaçık âyetler, sizden önce gelip geçen­lerden misaller ve Allah’tan korkanlar için öğütler indirdik.

İzah: Kur’ân-ı Kerîm’de önceki ümmetlerin kıssalarının geniş olarak anlatıldığına dair Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تَسْأَلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ عَنْ شَيْءٍ ، فَإِنِّي أَخَافُ أَنْ يُخْبِرُوكُمْ بِالصِّدْقِ فَتُكَذِّبُوهُمْ أَوْ يُخْبِرُوكُمْ بِالْكَذِبِ فَتُصَدِّقُوهُمْ عَلَيْكُمْ بِالْقُرْآنِ فَإِنَّهُ فِيهِ نَبَأُ مَا قَبْلَكُمْ وَخَبَرُ مَا بَعْدَكُمْ وَفَصْلُ مَا بَيْنَكُمْ (كر عن ابن مسعود)

″Ehl-i Kitab’a bir şey sormayın. Korkarım ki, size doğruyu söylerler de siz yalanlarsınız yahut yalan haber verirlerde doğrularsınız. Siz Kur’ân’dan ayrılmayın. Zîrâ Kur’ân’da sizden evvel gelenlerin de sizden sonrakilerin de haberleri mevcuttur. Aranızdaki anlaşmazlıkları bertaraf edecek hükümlerde mevcuttur.″[1]


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, 473/2.


﴿ اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌۜ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍۜ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍۙ يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ نُورٌ عَلٰى نُورٍۜ يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌۙ ﴿٣٥﴾ ف۪ي بُيُوتٍ اَذِنَ اللّٰهُ اَنْ تُرْفَعَ وَيُذْكَرَ ف۪يهَا اسْمُهُۙ يُسَبِّحُ لَهُ ف۪يهَا بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِۙ ﴿٣٦﴾ رِجَالٌۙ لَا تُلْه۪يهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ وَاِقَامِ الصَّلٰوةِ وَا۪يتَٓاءِ الزَّكٰوةِۙ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ ف۪يهِ الْقُلُوبُ وَالْاَبْصَارُۙ ﴿٣٧﴾ لِيَجْزِيَهُمُ اللّٰهُ اَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَيَز۪يدَهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۜ وَاللّٰهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ ﴿٣٨﴾

35-38. Allah’u Teâlâ, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli; içinde, yanan bir çırağ bulunan kandil gibidir. O yanan çırağ ise, parlak yıldız gibi parıldayan cam fânus içinde, ne doğuda ve ne de batıda olmayan mübârek zeytin ağacından tutuşturulur. Onun yağı, ateş dokunmasa bile, neredeyse yanıp ziyâ verir. Nûr üstüne nûrdur. Allah’u Teâlâ, dilediğini nûruna kavuşturur. Allah’u Teâlâ, insanlara misaller verir. Allah’u Teâlâ, her şeyi bilendir.* (Bu nûr) Allah’u Teâlâ’nın, kendi isminin içlerinde zikredilmesine ve yükseltilmesine izin verdiği evlerdedir.[1] Buralarda sabah akşam Allah’u Teâlâ’yı tesbih ederler.* O erler ki, onları ne ticaret, ne de alışveriş zikrullahtan, namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olacağı bir günden korkarlar.* Onlar, Allah’u Teâlâ’nın kendilerini amellerinin daha güzeliyle mükâfatlandırması ve lütfundan kendilerine daha da fazlasını ihsan etmesi için bu ibâdetleri yaparlar. Allah’u Teâlâ, dilediğine hesapsız rızık verir.

İzah: Allah’u Teâlâ’nın, göklerin ve yerin nûru olduğuna dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem gece teheccüd için kalktığında şöyle duâ ederdi:

اللّٰهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ نُورُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَنْ فِيهِنَّ وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ قَيِّمُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَنْ فِيهِنَّ وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ الْحَقُّ وَوَعْدُكَ حَقٌّ وَقَوْلُكَ حَقٌّ وَلِقَاؤُكَ حَقٌّ وَالْجَنَّةُ حَقٌّ وَالنَّارُ حَقٌّ وَالسَّاعَةُ حَقٌّ وَالنَّبِيُّونَ حَقٌّ وَمُحَمَّدٌ حَقٌّ اللّٰهُمَّ لَكَ أَسْلَمْتُ وَعَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ وَبِكَ آمَنْتُ وَإِلَيْكَ أَنَبْتُ وَبِكَ خَاصَمْتُ وَإِلَيْكَ حَاكَمْتُ فَاغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ أَنْتَ الْمُقَدِّمُ وَأَنْتَ الْمُؤَخِّرُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ أَوْ لَا إِلَهَ غَيْرُكَ(خ م عن ابن عباس)

″Allah’ım! Hamd, Sana mahsustur. Sen, göklerin, yerin ve içindeki-lerin nûrusun. Hamd, Sana mahsustur. Gökleri, yeri ve onlarda olanları ayakta tutan Sensin. Hamd, Sana mahsustur. Sen haksın. Vaadin haktır. Sözün haktır. Sana kavuşmak haktır. Cennet haktır. Cehennem haktır. Kıyâmet gü­nünün geleceği haktır. Peygamberler haktır. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem haktır. Allah’ım! Sana teslim oldum, Sana tevekkül oldum, Sana îman ettim, Sana döndüm, düşmanlarıma karşı Senden kuvvet aldım, Seni hakem edindim. Geçmiş ve gelecek, gizlediğim ve açığa vurduğum günahlarımı bağışla. Öne geçirici Sensin, sona bırakıcı Sensin. Senden başka ilah yoktur.″[2]

Allah: Nûrdur. O’ndan nûr çıkar, bütün âlemi baştanbaşa nûra boyar. Yalnız dalâlet ehli olanlar, bu nûrdan mahrumdur. Hakkıyla îman edenler bu nûrdan istifâde ederler. Cenâb-ı Hakk, Allah isminin zuhuratından kâinatı yaratmıştır.

Bu Âyet-i Kerîme’de geçen misaller şöyledir:

Mişkat (kandil): Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’dir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Ahzâb, Âyet 46’da Peygamber Efendimize hitâben: ″Ve O’nun izniyle Allah’a dâvet edici ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik″ diye buyurmuştur.

Misbah (yanan bir çırağ): İmam Ali Kerremallâhu veche ve Hz. Fâtıma Radiyallâhu anhâ’dır.

Zücâce (cam fanus): Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir.

Kevkeb (yıldız): Hz. Fâtıma evlatlarıdır.

Şecere (ağaç): Nübüvvet ağacının sonuncusudur.

Bütün mükevvenâtın yaratılış sebebi ile ilgili olarak nakledilen bir Hadis-i Kudsi’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَأَحْبَبْتُ أَنْ أُعْرِفَ فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ (عن ابن عباس)

″Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim. Beni bilsinler diye mahlûkatı yarattım.″[3]

Cenâb-ı Hakk Teâlâ ilk önce kendi nûrundan Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in nûrunu yaratmış ve o nûrdan da Cennet, Cehennem, melekler, Arş, Kürs, kâinat, insanlar, cinler ve hâsılı yaratılan ne varsa hepsini yaratmıştır.

Nitekim bu hususta Câbir Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

يَا رَسُولَ اللّٰهِ بِأَبِى أَنْتَ وَأُمِّى أَخْبِرْنِى اَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ قَبْلَ الْاَشْيَاءِ؟ قَالَ: يَا جَابِرُ! اِنَّ اللّٰهَ تَعَالَى خَلَقَ قَبْلَ الْأَشْيَاءِ نُورَ نَبِيِّكَ مِنْ نُورِهِ فَجَعَلَ ذَلِكَ النُّورَ يَدُورُ بِالْقُدْرَةِ حَيْثُ شَاءَ اللّٰهُ وَلَمْ يَكُنْ فِى ذَلِكَ الْوَقْتِ لَوْحٌ وَلَا قَلَمٌ وَلَا جَنَّةٌ وَلَا نَارٌ وَلَا مَلَكٌ وَلَا سَمَاءٌ وَلَا أَرْضٌ وَلَا شَمْسٌ وَلَا قَمَرٌ وَلَا جِنِّىٌّ وَلَا اِنْسِىٌّ فَلَمَّا أَرَادَ اللّٰهُ أَنْ يَخْلُقَ الْخَلْقَ قَسَمَ ذَلِكَ النُّورَ أَرْبَعَةَ أَجْزَاءٍ فَخَلَقَ مِنَ الْجُزْءِ الْأَوَّلِ الْقَلَمَ وَمِنَ الثَّانِى اللَّوْحَ وَمِنَ الثَّالِثِ الْعَرْشَ ثُمَّ قَسَمَ الْجُزْءَ الرَّابِعَ أَرْبَعَةَ أَجْزَاءٍ فَخَلَقَ مِنَ الْجُزْءِ الْأَوَّلِ حَمَلَةَ الْعَرْشِ وَمِنَ الثَّانِى الْكُرْسِىَّ وَمِنَ الثَّالِثَ بَاقِى الْمَلَائِكَةِ ثُمَّ قَسَمَ الْجُزْءَ الرَّابِعَ أَرْبَعَةَ أَجْزَاءٍ فَخَلَقَ مِنَ الْأَوَّلِ السَّمَاوَاتِ وَمِنَ الثَّانِى الْأَرْضِينَ وَمِنَ الثَّالِثِ الْجَنَّةَ وَالنَّارَ ثُمَّ قَسَمَ الرَّابِعَ أَرْبَعَةَ أَجْزَاءٍ فَخَلَقَ مِنَ الْأَوَّلِ نُورَ أَبْصَارِ الْمُؤْمِنِينَ وَمِنَ الثَّانِى نُورَ قُلُوبِهِمْ وَهِىَ الْمَعْرِفَةُ بِاللّٰهِ وَمِنَ الثَّالِثِ نُورَ اَلْسِنَتِهِمْ وَهُوَ التَّوْحِيدُ لَا اِلَهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ. (عيد الرزق عن جابر بن عبد اللّٰه)

″Yâ Resûlallah! Bütün eşyanın hepsinden evvel, Allah’u Teâlâ neyi yarattı, ondan bana haber verir misin?″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Yâ Câbir! Bütün eşyanın hepsinden evvel Allah’u Teâlâ kendi nûrundan, senin Nebî’nin nûrunu yarattı. Bu nûru öyle yaptı ki; bu nûr, Allah’ın kudretiyle her tarafta devretti. O zamanda Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, yer, gök, ay, güneş, insan ve cin hiçbir şey yoktu. Allah’u Teâlâ bu mahlûkatı yaratmayı dilediğinde bu benim nûrumu dörde böldü. Birinden Kalem’i, ikincisinden Levh’i üçüncü-sünden Arş’ı yarattı ve dördüncüsünü yine dört parçaya böldü. Onun da birinci parçasından, Arş’ı taşıyan melekleri yarattı, ikincisinden Kürsi’yi yarattı, üçüncüsünden geri kalan melekleri yarattı. Yine dördüncü parçayı dört bölüme ayırdı. Birincisinden gökleri yarattı, ikincisinden yerleri yarattı, üçüncüsünden Cennet ve Cehennemi yarattı. Yine dördüncü bölümü dört parçaya ayırdı. Birincisinden Mü’minlerin gözlerinin nûrunu yarattı. İkincisinden kalplerinin nûrunu yarattı ki o, mârifetullah’tır. Üçüncüsünden de dillerinin nûrunu yarattı ki o, tevhiddir; lâ ilahe illallâh Muhammed’un Resûlullâh’tır.″[4]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizin iki yüzden fazla ismi vardır. Onlardan birisi de, ″Ebu’l-Ervâh″tır. Yani, ″Ruhlar Babası″ demektir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَنَا اَبُو الْاَرْوَاحِ وَاَنَا مِنْ نُورِ اللّٰهِ وَالْمُؤْمِنُونَ فَيْضُ نُورِى.

Ben, ruhlar babasıyım ve ben, Allah’u Teâlâ’nın nûrundanım ve Mü’minler de benim nûrumun feyzindendir.[5]

Nakledilen bir Hadis-i Kudsî de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

لَوْلَكَ لَوْلَكَ لَمَا خَلَقْتُ الْأَفْلَاكَ.

″Ey Habîbim! Eğer sen olmasa idin Ben, eflâkı (gökleri, yeri ve bütün mükevvenâtı) yaratmazdım.″[6]

Fahr-i Âlem Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كُنْتُ نُورًا بَيْنَ يَدَىْ رَبِّى قَبْلَ خَلْقِ آدَمَ بِأَرْبَعَةَ عَشَرَ أَلْفِ عَامٍ. )عن علي بن الحسين عن أبيه عن جده مرفوعا(

″Âdem, yaratılmadan on dört bin yıl önce Rabbimin eli arasında bir nûr idim.″[7]

Allah’u Teâlâ, Sûre-i Nûr, Âyet 35’in sonunu: ″Allah’u Teâlâ, dilediğini nûruna kavuşturur. Allah’u Teâlâ, insanlara misaller verir. Allah’u Teâlâ, her şeyi bilendir″ ifadesi ile bitirmektedir. Bu hususta ise Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

الْقُلُوبُ أَرْبَعَةٌ قَلْبٌ أَجْرَدُ فِيهِ مِثْلُ السِّرَاجِ يُزْهِرُ وَقَلْبٌ أَغْلَفُ مَرْبُوطٌ عَلَى غِلَافِهِ وَقَلْبٌ مَنْكُوسٌ وَقَلْبٌ مُصْفَحٌ فَأَمَّا الْقَلْبُ الْأَجْرَدُ فَقَلْبُ الْمُؤْمِنِ سِرَاجُهُ فِيهِ نُورُهُ وَأَمَّا الْقَلْبُ الْأَغْلَفُ فَقَلْبُ الْكَافِرِ وَأَمَّا الْقَلْبُ الْمَنْكُوسُ فَقَلْبُ الْمُنَافِقِ عَرَفَ ثُمَّ أَنْكَرَ وَأَمَّا الْقَلْبُ الْمُصْفَحُ فَقَلْبٌ فِيهِ إِيمَانٌ وَنِفَاقٌ فَمَثَلُ الْإِيمَانِ فِيهِ كَمَثَلِ الْبَقْلَةِ يَمُدُّهَا الْمَاءُ الطَّيِّبُ وَمَثَلُ النِّفَاقِ فِيهِ كَمَثَلِ الْقُرْحَةِ يَمُدُّهَا الْقَيْحُ وَالدَّمُ فَأَيُّ الْمَدَّتَيْنِ غَلَبَتْ عَلَى الْأُخْرَى غَلَبَتْ عَلَيْهِ (حم عن ابى سعيد)

″Kalpler dörttür: Tertemiz ve parlak olan kalp ki, bunda çırağ (nûr) parlamaktadır. İkincisi, örtülü olup örtüsüne tutulup bağlanmış kalptir. Üçüncüsü ters çevrilmiş, dördüncüsü de ikiyüzlü olan kalptir. Tertemiz ve parlak olan kalp, Mü’minin kalbidir. Ondaki çırağı, nûrudur. Örtülü olan kalp, kâfirin kalbidir. Ters çevrilmiş olan kalbe gelince; bu münâfığın kalbi olup, önce bilmiş, sonra inkâr etmiştir. İkiyüzlü olan kalp de hem îman ve hem de nifak (iyi ve kötü amel) vardır. Ondaki îmanın misâli, hoş bir suyun geliştirdiği baklanın misâli gibidir. Ondaki nifakın benzeri ise kan ve irinin geliştirip uzattığı yara gibidir. Hangi uzatma diğerine gâlib gelirse o, o kalbe hâkim olur.″[8]

Yine bu âyetlerde, evlerde, yapılarda ve câmilerde namaz kılmanın ve Allah’u Teâlâ’yı zikretmenin önemine dikkat çekilmiştir. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 114’te de şöyle buyurmaktadır: ″Allah’ın mescitlerinde O’nun isminin zikredilmesini meneden ve (böylelikle) o mescitlerin harap olmasına çalışandan daha zâlim kim olabilir? Onlar için lâyık olan, mescitlere Allah’tan korkarak girmekti. Onlar için dünyâda zillet vardır ve onlar için âhirette de büyük bir azap vardır.″

Mescitte kılınan namaz ve yapılan zikrullah hakkında nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ ابْنَ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا أَخْبَرَهُ أَنَّ رَفْعَ الصَّوْتِ بِالذِّكْرِ حِينَ يَنْصَرِفُ النَّاسُ مِنَ الْمَكْتُوبَةِ كَانَ عَلَى عَهْدِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ كُنْتُ أَعْلَمُ إِذَا انْصَرَفُوا بِذَلِكَ إِذَا سَمِعْتُهُ. (خ م عن ابن عباس)

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ haber verdi ki: ″Halkın farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikretmesi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında var idi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: ″Ben bu sesi işitir işitmez, zikir seslerinin yükselmesi ile namazdan çıktıklarını anlardım.″[9]

Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

مَا تَوَطَّنَ رَجُلٌ مُسْلِمٌ الْمَسَاجِدَ لِلصَّلَاةِ وَالذِّكْرِ اِلَّا تَبَشْبَشَ اللّٰهُ لَهُ كَمَا يَتَبَشْبَشُ أَهْلُ الْغَائِبِ بِغَائِبِهِمْ اِذَا قَدِمَ عَلَيْهِمْ (ه عن ابى هريرة)

″Gurbette olan bir kişiyi, döndüğünde ailesi nasıl güler yüzle karşılarsa, namaz kılmak ve Allah’ı zikretmek için mescitleri kendine mesken edinen kişiyi, Cenâb-ı Allah öyle güler yüzle karşılar.″[10]

يَأْتِى فِى آخِرِ الزَّمَانِ نَاسٌ مِنْ أُمَّتِى يَأْتُونَ الْمَسَاجِدَ فَيَقْعُدُونَ فِيهَا حَلَقًا حَلَقًا ذِكْرُهُمُ الدُّنْيَا وَحُبُّ الدُّنْيَا لَا تُجَالِسُوهُمْ فَلَيْسَ لِلَّهِ بِهِمْ حَاجَةٌ (احياء علوم الدين عن ابن مسعود)

″Ümmetimden âhir zamanda öyle insanlar gelecek ki, onlar mescitlerde halka halka otura­caklar; gayeleri Allah’ı zikir değil, onların zikirleri dünyâlık ve dünyâ sevgisidir. Onlarla arkadaş olmayın. Allah’u Teâlâ’nın onlara ihtiyacı yoktur.″[11]

Evlerde yapılan zikrullah hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

مَثَلُ الْبَيْتِ الَّذِي يُذْكَرُ اللّٰهُ فِيهِ وَالْبَيْتِ الَّذِي لَا يُذْكَرُ اللّٰهُ فِيهِ مَثَلُ الْحَيِّ وَالْمَيِّتِ (م عن ابى موسى)

İçinde zikrullah edilen evin misâli ile içinde zikrullah edilmeyen evin misâli, diri ile ölünün misâli gibidir.[12]

اِنَّ الْبَيْتَ الَّذِى يُذْكَرُ اللّٰهُ فِيهِ لِيُضِئُ لِأَهْلِ السَّمَاءِ كَمَا يُضِئُ النُّجُومُ لِأَهْلِ الْأَرْضِ (أبو نعيم في المعرفة عن عبد الرحمن ابن سابط)

″İçinde zikrullah yapılan evlerin nûru, yeryüzüne gökten yıldızların ziyâsının indiği gibi gökteki meleklere varır.″[13]


[1] Buradaki evlerden maksat, câmi, mescit, ev, çadır gibi ibâdet yapılabilecek her türlü temiz mekânlardır.

[2] Sahih-i Buhârî, Teheccüd 1, Daavât 10; Tevhid 35; Sahih-i Müslim, Salat’u- Musâfirin 25 (199 Ayrıca Bakınız: İmam Mâlik, Muvatta, Kurban 34; Sünen-i Tirmizî, Daavât 29; Sünen-i Ebû Dâvud, Salat 121; Sünen-i Nesâî, Kıyâm’ul-Leyl 9.

[3] Mir’at-ı Kâinât, c. 1, s. 9.

[4] İmam Kastalâni, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 9; Mir’at-ı Kâinât, c. 1, s. 10.

[5] Hamâil’ül-Vesâil Alâ Delâil’ül-Mesâil, s. 220.

[6] Envâr’ul-Âşıkîn, s. 170.

[7] İmam Kastalâni, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 9; Hamâil’ül-Vesâil Alâ Delâil’ül-Mesâil, s. 220.

[8] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10705.

[9] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 465; Sahih-i Müslim, Kitab’ül-Mesâcid 23 (122).

[10] Sünen-i İbn-i Mâce, Mesâcid 19.

[11] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi’d-Din, c. 1, Hadis No: 411.

[12] Sahih-i Müslim, Salât’ül-Müsâfirîn 29 (211).

[13] Ebû Nuaym İsbehânî, Ma’rifet’üs-Sahâbe, Hadis No: 3230; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 1818.


﴿ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ بِق۪يعَةٍ يَحْسَبُهُ الظَّمْاٰنُ مَٓاءًۜ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَهُ لَمْ يَجِدْهُ شَيْـًٔا وَوَجَدَ اللّٰهَ عِنْدَهُ فَوَفّٰيهُ حِسَابَهُۜ وَاللّٰهُ سَر۪يعُ الْحِسَابِۙ ﴿٣٩﴾

39. Kâfirlerin amelleri ise, ıssız bir çöldeki serap gibidir. O serap ki, susamış kimse onu su zanneder, oraya vardığında umduğundan hiçbir şey bulamaz. Orada ancak Allah’ın hükmünü bulur. O da onun hesabını eksiksiz olarak görür. Allah’u Teâlâ, hesabı çabuk görendir.

İzah: Âyet-i Kerîme’de, kâfirlerin iyi amellerinin Allah katında hiçbir değerinin olmadığı beyan edilmiş ve ıssız bir çöldeki seraba benzetilmiştir. Susuz insan bu serabı gördüğünde onu su zanneder ve yanına koşar. Fakat oraya varınca hiçbir şey bu­lamaz. İşte kâfir de böyledir. Bir kısım amelleri işler ve yaptığı bu amellerin kendisine fayda sağlayacağını zanneder. Fakat mahşer gününde Allah’ın huzu­runa çıkınca, yaptığı amellerin hiçbir değeri olmadığını anlar. Allah’u Teâlâ ona amellerinin cezâsını derhal verir. Zîrâ Allah, hesabı çabuk görendir.

Kâfir ve münâfıkların yaptıkları iyi amellerin, ancak dünyâ hayatında onlara bir faydası olacaktır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

إِنَّ اللّٰهَ لَا يَظْلِمُ مُؤْمِنًا حَسَنَةً يُعْطَى بِهَا فِي الدُّنْيَا وَيُجْزَى بِهَا فِي الْآخِرَةِ وَأَمَّا الْكَافِرُ فَيُطْعَمُ بِحَسَنَاتِ مَا عَمِلَ بِهَا لِلّٰهِ فِي الدُّنْيَا حَتَّى إِذَا أَفْضَى إِلَى الْآخِرَةِ لَمْ تَكُنْ لَهُ حَسَنَةٌ يُجْزَى بِهَا (م عن انس)

″Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, hiçbir Mü’mine bir iyiliğinde dahi haksızlık etmez. Dünyâda da onun karşılığı ona verilir. Âhirette de ondan dolayı ona mükâfat verilir. Kâfire gelince o, dünyâda Allah için yap­mış olduğu iyilikler karşılığında ona yemek yedirilir, ihsanda bulunulur. Nihâyet âhirete gittiğinde, onun karşılığını görebileceği herhangi bir iyiliği kalmamış olur.″[1]


[1] Sahih-i Müslim, Sıfat-ı Kıyâmet 15 (56).


﴿ اَوْ كَظُلُمَاتٍ ف۪ي بَحْرٍ لُجِّيٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِه۪ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِه۪ سَحَابٌۜ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍۜ اِذَٓا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرٰيهَاۜ وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللّٰهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ۟ ﴿٤٠﴾

40. Yahut kâfirlerin amelleri, derin denizdeki karanlıklar gibidir. Bu denizi, üst üste binen dalgalar ve dalgaları da bulut örter. Böylece orada karanlıklar üst üste binmiştir. Öyle ki insan, elini çıkaracak olsa neredeyse onu bile göremez. Allah’u Teâlâ, bir kimseye nûr vermezse, onun için nûr yoktur.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de de, kâfirlerin yaptığı kötü ameller, karanlık ile misal verilmiştir. Onların itikâdî ve amelî olarak işledikleri her küfür ve mâsiyet kendileri için büyük bir karanlıktır. Onlar, dünyâda İslâm’ın nûrundan istifâde edemedikleri gibi, âhirette de karanlıklar içerisinde kalıp Cehenneme gireceklerdir.


﴿ اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يُسَبِّحُ لَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالطَّيْرُ صَٓافَّاتٍۜ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَتَسْب۪يحَهُۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ ﴿٤١﴾ وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَاِلَى اللّٰهِ الْمَص۪يرُ ﴿٤٢﴾

41-42. Ey Resûlüm! Görmez misin ki, göklerde ve yerde olan kimseler, havada kanatlarını açıp sıralanan kuşlar Allah’ı tesbih ederler. Onlardan her biri kendi duâsını ve tesbihini bilir. Allah’u Teâlâ, onların yaptıklarını hakkıyla bilendir.* Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dönüş de Allah’adır.


﴿ اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يُزْج۪ي سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِه۪ۚ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُص۪يبُ بِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَٓاءُۜ يَكَادُ سَنَا بَرْقِه۪ يَذْهَبُ بِالْاَبْصَارِۜ ﴿٤٣﴾

43. Ey Resûlüm! Görmez misin ki, Allah’u Teâlâ bulutu sevk eder. Sonra, bunların arasını birleştirme ile toplar. Sonra, birbiri üzerine yığar. Nihâyet bulutların arasından yağmurun çıktığını görürsün. Allah’u Teâlâ, semâdaki dağlar gibi olan bulutlardan dolu indirir de onu dilediğine isâbet ettirir ve onu dilediğinden uzaklaştırır. Bulutlardan çıkan şimşeğin ziyâsı, gözleri neredeyse kör eder.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ, yağmurun bulutların arasından yağdığını bildirmektedir. Bulut engin de olsa yağmur yağar. Ancak Allah’u Teâlâ dolunun yağmasından bahsederken, onun dağlar gibi üst üste yığılmış olan bulutlardan yağdığını belirtmektedir. Bu bulutların yüksekliği de on bin metreye kadar çıkmaktadır. Dağlara benzetilen bu bulutların yüksekliği ile yeryüzündeki yüksek dağların seviyesi yaklaşık olarak aynıdır. Bu hadise de Kur’ân’daki mûcizelerden biridir. Çünkü dolunun en yüksek bulutlardan oluştuğu ve yeryüzündeki dağlarla bu bulutların yaklaşık aynı seviyede olduğu günümüz teknolojisi sayesinde ancak anlaşılabilmiştir. Kur’ân’ın indiği zamanda ise bu olayın bilinmesine imkân yoktu.


﴿ يُقَلِّبُ اللّٰهُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَعِبْرَةً لِاُو۬لِي الْاَبْصَارِ ﴿٤٤﴾

44. Allah’u Teâlâ, geceyi ve gündüzü çeviriyor. Şüphesiz bunda, basîret sahipleri için elbette bir ibret vardır.


﴿ وَاللّٰهُ خَلَقَ كُلَّ دَٓابَّةٍ مِنْ مَٓاءٍۚ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْش۪ي عَلٰى بَطْنِه۪ۚ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْش۪ي عَلٰى رِجْلَيْنِۚ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْش۪ي عَلٰٓى اَرْبَعٍۜ يَخْلُقُ اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٤٥﴾

45. Allah’u Teâlâ, canlıların hepsini sudan yarattı. Onlardan kimi, karnı üzerinde sürünerek yürür, kimi iki ayağı üstünde yürür. Kimi de dört ayak üstünde yürür. Allah’u Teâlâ, dilediğini yaratır. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, her şeye kâdirdir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Allah’u Teâlâ, canlıların hepsini sudan yarattı″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنِّي إِذَا رَأَيْتُكَ طَابَتْ نَفْسِي وَقَرَّتْ عَيْنِي فَأَنْبِئْنِي عَنْ كُلِّ شَيْءٍ فَقَالَ كُلُّ شَيْءٍ خُلِقَ مِنْ مَاءٍ قَالَ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَنْبِئْنِي عَنْ أَمْرٍ إِذَا أَخَذْتُ بِهِ دَخَلْتُ الْجَنَّةَ قَالَ أَفْشِ السَّلَامَ وَأَطْعِمْ الطَّعَامَ وَصِلْ الْأَرْحَامَ وَقُمْ بِاللَّيْلِ وَالنَّاسُ نِيَامٌ ثُمَّ ادْخُلْ الْجَنَّةَ بِسَلَامٍ (حم عن ابى هريرة)

″Yâ Resûlallah! Ben seni gördüğüm zaman gönlüm hoş, gözüm aydın oluyor. Bana her şeyden haber ver″ dedim. ″Her şey sudan yaratıldı″ buyurdu. ″Bana öyle bir işten haber ver ki, onu yaptığım zaman cennete gireyim″ dedim. Buyurdu ki: ″Selâmı yay, yemek yedir, sıla-i rahim’de bulun, insanlar uykudayken geceyi ibâdetle ihyâ et, sonra da selâmetle Cennete gir.″[1]


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 7591, 9996; Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cennet 2.


﴿ لَقَدْ اَنْزَلْنَٓا اٰيَاتٍ مُبَيِّنَاتٍۜ وَاللّٰهُ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ ﴿٤٦﴾

46. Yemin olsun ki, Biz hakikatleri apaçık beyan eden âyetler indirdik. Allah’u Teâlâ, dilediğini doğru yola iletir.

İzah: Allah’u Teâlâ kullarına akıl ve irâde vermiştir. Kullar bu aklını ve irâdesini kullanarak hak olan hidâyet yoluna yönelirse, işte o zaman Allah onları doğru olan hidâyet yoluna iletir. Eğer kullar Allah’u Teâlâ’nın verdiği bu akıl ve irâdeyi kullanmayıp, nefsinin hevâsına uyarak şeytanın yoluna yönelirse, o zaman da Allah onlara hidâyet yolunu nasip etmez.

Nakledilen bir Hadis-i Kudsi’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

وَإِنْ تَقَرَّبَ إِلَيَّ بِشِبْرٍ تَقَرَّبْتُ إِلَيْهِ ذِرَاعًا وَإِنْ تَقَرَّبَ إِلَيَّ ذِرَاعًا تَقَرَّبْتُ إِلَيْهِ بَاعًا وَإِنْ أَتَانِي يَمْشِي أَتَيْتُهُ هَرْوَلَةً (خ عن ابى هريرة)

″Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak varırım.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Tevhid 15; Sahih-i Müslim, Zikir 1.


﴿ وَيَقُولُونَ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالرَّسُولِ وَاَطَعْنَا ثُمَّ يَتَوَلّٰى فَر۪يقٌ مِنْهُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَۜ وَمَٓا اُو۬لٰٓئِكَ بِالْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٤٧﴾ وَاِذَا دُعُٓوا اِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ اِذَا فَر۪يقٌ مِنْهُمْ مُعْرِضُونَ ﴿٤٨﴾ وَاِنْ يَكُنْ لَهُمُ الْحَقُّ يَأْتُٓوا اِلَيْهِ مُذْعِن۪ينَۜ ﴿٤٩﴾ اَف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ اَمِ ارْتَابُٓوا اَمْ يَخَافُونَ اَنْ يَح۪يفَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ وَرَسُولُهُۜ بَلْ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ۟ ﴿٥٠﴾

47-50. Münâfıklar, ″Allah’a ve Resûle îman ettik ve itaat ettik″ derler. Böyle dedikten sonra da onlardan bir fırka (Resûlün hükmünü kabulden) yüz çevirir. İşte bunlar, Mü’min değillerdir.* Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resû­lüne dâvet edildikleri vakit, bunlardan bir fırka hemen yüz çevirirler.* Eğer kendileri haklı olurlarsa, dâvete boyun eğerek Resûlün huzuruna gelirler.* Onların kalplerinde bir maraz mı var? Yoksa (Resûl’ün Peygamberliğinde) şüphe mi ediyorlar? Yahut Allah’ın ve Resûlünün kendilerine bir haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır, onlar zâlimlerin ta kendileridir.

İzah: Bu âyetlerde geçtiği üzere münâfıklar, dilleri ile Allah’a ve Resûlüne îman ettik, dedikleri halde kalben îman etmeyip, verilen hüküm lehlerine olursa itaat ederler, eğer verilecek hüküm aleyhlerinde olacak olursa da, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in vereceği hükme râzı olmayıp itaatten yüz çevirirler.

Hasan-ı Basrî Hazretleri bu âyetler hakkında şu hâdiseyi anlatmaktadır:

Birisinin başka birisi ile arasında bir anlaşmazlık olduğunda, o adam haklı ise, Peygamberimiz’e çağrıldığında itaat ederek, verilecek hükmü kabullenir ve Peygamberimizin kendisi lehinde hak ile hüküm vereceğini bilirdi. Haksızlık etmek istediğinde Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e çağrılırsa, yüz çevirir ve ″Filancaya gidelim″ derdi.

Allah’u Teâlâ, bu âyetleri indirdi de, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

مَنْ كَانَ بَيْنَهُ وَبَيْنَ أَخِيهِ شَيْءٌ يُدْعَى إِلَى حَكَمٍ مِنْ حُكَّامِ الْمُسْلِمِينَ فَأَبَى أَنْ يُجِيبَ فَهُوَ ظَالِمٌ لا حَقَّ لَهُ (تفسير ابن ابى حاتم عن الحسن)

″Kimin kardeşi ile arasında bir anlaşmazlık olur da Müslümanların hakemlerinden bir hakeme çağırıldığında icâbet etmekten yüz çevirirse, işte o zâlimdir, hiçbir hakkı yoktur.″[1]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَبْغَضُ خَلِيقَةِ اللّٰهِ إِلَيْهِ يَوْمُ الْقِيَامَةِ اَلْكَذَّابُونَ وَالْمُسْتَكْبِرُونَ وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الْبَغْضَاءَ لِإِخْوَانِهِمْ فِي صُدُورِهِمْ فَإِذَا لَقُوهُمْ تَخَلَّقُوا لَهُمْ وَالَّذِينَ إِذَا دَعَوْا إِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِهِ كَانُوا بِطَاءً وَإِذَا دَعَوْا اِلَى الشَّيْطَانِ وَأَمْرِهِ كَانُوا سُرَاعًا (الخرائطى عن الوضين بن عطاء)

″Mahşer gününde Allah’u Teâlâ’nın, mahlûkatı içinde en çok buğzettiği kimseler şunlardır: Yalancılar, kibirliler, din kardeşine karşı kalbinde kin besledikleri halde, onlarla karşılaştıklarında kendilerine zâhiren iyi muâmelede bulunanlar, bir de Allah’a ve Resûlüne dâvet edildiklerinde yavaş davranan, fakat şeytan ve onun emrine dâvet edildiklerinde ise, süratle hareket edenlerdir.″[2]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

نَحْنُ الْآخِرُونَ السَّابِقُونَ مَنْ أَطَاعَنِي فَقَدْ أَطَاعَ اللّٰهَ وَمَنْ عَصَانِي فَقَدْ عَصَى اللّٰهَ وَمَنْ يُطِعْ الْأَمِيرَ فَقَدْ أَطَاعَنِي وَمَنْ يَعْصِ الْأَمِيرَ فَقَدْ عَصَانِي وَإِنَّمَا الْإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ فَإِنْ أَمَرَ بِتَقْوَى اللّٰهِ وَعَدَلَ فَإِنَّ لَهُ بِذَلِكَ أَجْرًا وَإِنْ قَالَ بِغَيْرِهِ فَإِنَّ عَلَيْهِ مِنْهُ (خ عن ابى هريرة)

″Biz Müslümanlar, (Ehl-i Kitab’a nazaran) sonra gelmiş bulunu-yoruz. Fakat mahşer gününde faziletçe en ileride bulunacağız. Her kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Her kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Her kim emîre itaat ederse Bana itaat etmiş olur. Her kim emîre isyan ederse, bana isyan etmiş olur. İyi bilinmelidir ki devlet reisi, millet için bir siperdir. Onun önünde ve kumandasında harp olunur. Onunla düşmandan korunulur. Eğer o, millete takvâ ile emreder ve adâletle hükmederse, bu uygulamasıyla sevap kazanır. Eğer takvâ ve adâlet ile hükmetmez ise, bundan hâsıl olan günah ona döner.″[3]


[1] Tefsir-i İbn-i Ebî Hâtim, Hadis No: 13703.

[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 8/7.

[3] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1240.


﴿ اِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِن۪ينَ اِذَا دُعُٓوا اِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ اَنْ يَقُولُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَاۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ ﴿٥١﴾ وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَخْشَ اللّٰهَ وَيَتَّقْهِ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَٓائِزُونَ ﴿٥٢﴾

51-52. Aralarında hükmetmesi için, Allah’a ve Resûlüne dâvet edildikleri zaman, Mü’minlerin sözü ancak, ″İşittik ve itaat ettik″ demekten ibârettir. İşte bunlar felâha nâil olanlardır.* Her kim Allah’a ve Resûlüne itaat eder, Allah’tan korkar ve O’ndan takvâ ile sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.


﴿ وَاَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْ لَئِنْ اَمَرْتَهُمْ لَيَخْرُجُنَّۜ قُلْ لَا تُقْسِمُواۚ طَاعَةٌ مَعْرُوفَةٌۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ ﴿٥٣﴾

53. Münâfıklara, gazâya çıkmalarını emredersen, onlar gazâya çıkacaklarına dair en ağır yeminleriyle Allah’a yemin ederler. Ey Resûlüm! De ki: ″Yemin etmeyin, nasıl itaat ettiğiniz mâlumdur (sizin itaatiniz kalbî değildir). Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızdan haberdardır.″


﴿ قُلْ اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَۚ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا عَلَيْهِ مَا حُمِّلَ وَعَلَيْكُمْ مَا حُمِّلْتُمْۜ وَاِنْ تُط۪يعُوهُ تَهْتَدُواۜ وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ ﴿٥٤﴾

54. Ey Habîbim! ″Allah’a itaat edin ve Resûle itaat edin″ de. Eğer itaatten yüz çevirirseniz, Resûlüne yüklenen vazife tebliğ etmek, size yüklenen vazife de itaat etmektir. Eğer Resûle itaat ederseniz, hidâyet bulursunuz. Resûle düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir.


﴿ وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۖ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ د۪ينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْنًاۜ يَعْبُدُونَن۪ي لَا يُشْرِكُونَ ب۪ي شَيْـًٔاۜ وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ ﴿٥٥﴾

55. Allah’u Teâlâ, içinizden îman edip salih amel işleyenlere vaad etti ki, kendilerinden önce gelenleri nasıl kâfirlerin yerine getirdiyse, onları da kâfirlerin yerine getirecek (hâkim kılacak). Kendileri için râzı olduğu dîni (İslâm’ı) iyice yerleştirecek ve kendilerini korkularından sonra emniyete kavuşturacaktır. Onlar, Bana ibâdet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Bundan son­ra kim kâfir olursa, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.

İzah: Meselâ: Allah’u Teâlâ, Firavun ve adamlarını gark etmekle İsrailoğullarını, onların mal ve mülklerine mîrasçı kıldığı gibi[1] Mü’minleri de, Mekke’nin fethiyle birlikte müşriklerin yerlerine mîrasçı kılmıştır.

Mü’minler, kâfirlerin mîrasçısıdırlar. Bu husus Sûre-i Ahzâb, Âyet 27’de şöyle geçmektedir:

Allah’u Teâlâ, sizi onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız diğer yerlere vâris kıldı. Allah’u Teâlâ her şeye kâdirdir.″

Allah’ın bildirmiş olduğu bu vaadi gerçekleşmiştir. Müslümanlar, yeryüzünde yaşanılan bütün yerlere ulaşmıştır. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ زَوَى لِي الْأَرْضَ فَرَأَيْتُ مَشَارِقَهَا وَمَغَارِبَهَا وَإِنَّ أُمَّتِي سَيَبْلُغُ مُلْكُهَا مَا زُوِيَ لِي مِنْهَا وَأُعْطِيتُ الْكَنْزَيْنِ الْأَحْمَرَ وَالْأَبْيَضَ وَإِنِّي سَأَلْتُ رَبِّي لِأُمَّتِي أَنْ لَا يُهْلِكَهَا بِسَنَةٍ عَامَّةٍ وَأَنْ لَا يُسَلِّطَ عَلَيْهِمْ عَدُوًّا مِنْ سِوَى أَنْفُسِهِمْ فَيَسْتَبِيحَ بَيْضَتَهُمْ وَإِنَّ رَبِّي قَالَ يَا مُحَمَّدُ إِنِّي إِذَا قَضَيْتُ قَضَاءً فَإِنَّهُ لَا يُرَدُّ وَإِنِّي أَعْطَيْتُكَ لِأُمَّتِكَ أَنْ لَا أُهْلِكَهُمْ بِسَنَةٍ عَامَّةٍ وَأَنْ لَا أُسَلِّطَ عَلَيْهِمْ عَدُوًّا مِنْ سِوَى أَنْفُسِهِمْ يَسْتَبِيحُ بَيْضَتَهُمْ وَلَوْ اجْتَمَعَ عَلَيْهِمْ مَنْ بِأَقْطَارِهَا أَوْ قَالَ مَنْ بَيْنَ أَقْطَارِهَا حَتَّى يَكُونَ بَعْضُهُمْ يُهْلِكُ بَعْضًا وَيَسْبِي بَعْضُهُمْ بَعْضًا (م عن ثوبان)

Allah’u Teâlâ, yeryüzünü benim icin dürüp topladı, ben de doğusunu da batısını da gördüm. Ümmetimin mülkü, bana gösterilen yerlere kadar uzanacaktır. Bana iki hazine verildi: Kırmızı ve beyaz hazineler. Ben Rabbimden, ummetimi umûmi bir kıtlıkla helak etmemesini, ummetime kendi nefislerinden baska bir düşman musallat edip çoğunluğu helak etmelerine meydan vermemesini talep ettim.
Rabbim Teâlâ bu isteklerime şöyle cevap verdi: ″Yâ Muhammed! Ben bir hüküm verdiğim zaman artık o red olunmaz. Ben senin ümmetine, onları umûmi bir kıtlıkla helak etmeyecegim, kendi nefisleri dışında çoğunu helak edecek bir düşman da musallat etmeyeceğim, hattâ yeryüzünün her tarafında bulunanlar, onlar aleyhinde toplansalar da. Fakat senin ümmetin, kendi aralarında birbirlerini helâk ederler.″
[2]

Kur’ân’ın hükmü kıyâmete kadar geçerli olduğu için, Sûre-i Nûr, Âyet 55’in hükmü de kıyâmete kadar geçerlidir. Kâfirler bir müddet hâkimiyeti ele geçirip Mü’minleri zayıf düşürseler de, Allah’u Teâlâ nûrunu tamamlayarak, sonuçta Mü’minleri, kâfirlere gâlip getirecektir. Nitekim Allah’u Teâlâ Sûre-i Saff, Âyet 8’de: Onlar, Allah’ın nûrunu ağızlarıyla (bâtıl sözleriyle) söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah’u Teâlâ, nûrunu tamamlayacaktırdiye buyurmaktadır.


[1] Bakınız: Sûre-i Şuarâ, Âyet 57-59.

[2] Sahih-i Müslim, Fiten 5 (19 Sünen-i Tirmizî, Fiten 14; Sünen-i Ebû Dâvud, Fiten 1; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 5539.


﴿ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ ﴿٥٦﴾

56. Namazı kılın, zekâtı verin ve Resûle itaat edin ki, rahmete nâil olasınız.


﴿ لَا تَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مُعْجِز۪ينَ فِي الْاَرْضِۚ وَمَأْوٰيهُمُ النَّارُۜ وَلَبِئْسَ الْمَص۪يرُ۟ ﴿٥٧﴾

57. Ey Resûlüm! Zannetme ki, kâfirler yeryüzünde herhangi bir yere kaçmakla Allah’ın azâbından kurtulurlar. Onların varacağı yer ateştir. Elbette orası, ne kötü bir dö­nüş yeridir.


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لِيَسْتَأْذِنْكُمُ الَّذ۪ينَ مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ وَالَّذ۪ينَ لَمْ يَبْلُغُوا الْحُلُمَ مِنْكُمْ ثَلٰثَ مَرَّاتٍۜ مِنْ قَبْلِ صَلٰوةِ الْفَجْرِ وَح۪ينَ تَضَعُونَ ثِيَابَكُمْ مِنَ الظَّه۪يرَةِ وَمِنْ بَعْدِ صَلٰوةِ الْعِشَٓاءِ۠ ثَلٰثُ عَوْرَاتٍ لَكُمْۜ لَيْسَ عَلَيْكُمْ وَلَا عَلَيْهِمْ جُنَاحٌ بَعْدَهُنَّۜ طَوَّافُونَ عَلَيْكُمْ بَعْضُكُمْ عَلٰى بَعْضٍۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ ﴿٥٨﴾

58. Ey îman edenler! Sahip olduğunuz köleleriniz ve büluğ yaşına ermeyen çocuklarınız, sabah namazından evvel ve öğleyin elbiselerinizi çıkardığınız vakit (kaylule uykusu zamanında) ve yatsı namazından sonra yanınıza girmek için, bu üç vakitte sizden izin alsınlar. Bu üç vakit uyku zamanları olması sebebiyle üzerinizdeki elbiselerinizin açılabileceği vakitlerdir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmanızda sizin için de, onlar için de bir sakınca yoktur. Allah’u Teâlâ size âyetleri işte böyle açıkça beyan eder. Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.


﴿ وَاِذَا بَلَغَ الْاَطْفَالُ مِنْكُمُ الْحُلُمَ فَلْيَسْتَأْذِنُوا كَمَا اسْتَأْذَنَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ ﴿٥٩﴾

59. Çocuklarınız büluğ yaşına erince, kendilerinden önceki büyükleri gibi yanınıza girmek için (vakitlerin hepsinde) sizden izin istesinler. Allah’u Teâlâ, size âyetlerini işte böyle açıkça beyan eder. Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

İzah: Çocuklar büluğ yaşına gelince, anne ve babalarının odalarına girerken, onlardan izin istemeleri gerekir. Bu hususta Yesar oğlu Ata Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ سَأَلَهُ رَجُلٌ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَسْتَأْذِنُ عَلَى أُمِّي فَقَالَ نَعَمْ قَالَ الرَّجُلُ إِنِّي مَعَهَا فِي الْبَيْتِ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اسْتَأْذِنْ عَلَيْهَا فَقَالَ الرَّجُلُ إِنِّي خَادِمُهَا فَقَالَ لَهُ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اسْتَأْذِنْ عَلَيْهَا أَتُحِبُّ أَنْ تَرَاهَا عُرْيَانَةً قَالَ لَا قَالَ فَاسْتَأْذِنْ عَلَيْهَا (موطأ عن عطاء بن يسار)

Bir adam Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Yâ Resûlallah! Ben annemin huzuruna girmek için izin isteyecek miyim?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de: ″Evet″ diye buyurdu. Adam: ″Ama ben evde onunla beraber kalıyorum″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Annenin yanına girerken ondan izin iste″ dedi. Bu sefer Adam: ″Ama ona ben hizmet ediyorum″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Annenden izin iste. Anneni çıplak olarak görmek ister misin?″ dedi. Bunun üzerine Adam: ″Hayır″ deyince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″O halde izin almadan annenin yanına girme″ diye buyurdu.[1]

Ayrıca anne ve babanın da büluğa ermiş çocuklarının odalarına girerken de onları haberdar ederek girmeleri gerekir.


[1] İmam Mâlik, Muvatta, İsti’zan 1.


﴿ وَالْقَوَاعِدُ مِنَ النِّسَٓاءِ الّٰت۪ي لَا يَرْجُونَ نِكَاحًا فَلَيْسَ عَلَيْهِنَّ جُنَاحٌ اَنْ يَضَعْنَ ثِيَابَهُنَّ غَيْرَ مُتَبَرِّجَاتٍ بِز۪ينَةٍۜ وَاَنْ يَسْتَعْفِفْنَ خَيْرٌ لَهُنَّۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ ﴿٦٠﴾

60. Hayız ve nifastan kesilmiş, artık evlenme arzuları kalmayan kadınların, gizlemekle sorumlu oldukları ziynetlerini göstermedikleri halde, dış örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur. Fakat dış örtülerini bırakmazlarsa, kendileri için daha hayırlıdır. Allah’u Teâlâ, her şeyi işiten ve bilendir.

İzah: Bu âyet hakkında İbn-i Abbas Hazretleri şöyle buyurmuştur:

{وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ أَبْصَارِهِنَّ} الْآيَةَ فَنُسِخَ وَاسْتَثْنَى مِنْ ذَلِكَ {وَالْقَوَاعِدُ مِنَ النِّسَاءِ اللَّاتِي لَا يَرْجُونَ نِكَاحًا} الْآيَةَ (د عن ابن عباس)

Ey Resûlüm! Mü’min kadınlara de ki: ″Gözlerini haramdan sakınsınlar. Edep yerlerini korusunlar…″ diye başlayıp kadınlara örtünmeyi emreden Sûre-i Nûr, Âyet 31’deki genel hükme, daha sonra gelen: ″Hayız ve nifastan kesilmiş, artık evlenme arzuları kalmayan kadınların, gizlemekle sorumlu oldukları ziynetlerini göstermedikleri halde, dış örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur…″ diye devam eden Sûre-i Nûr, Âyet 60 ile istisnâ getirildi.[1]

Dış örtüden maksat, kadınların dışarı çıkarken vücut hatları belli olmayacak şekilde üzerlerine aldıkları çarşaf, izar ve pardösü türü örtülerdir. Bu hususta Cenâb-ı Hakk Teâlâ Sûre-i Ahzâb, Âyet 59’da şöyle buyurmuştur: ″Ey Peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve Mü’minlerin kadınlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar…″


[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Libas 37; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 721.


﴿ لَيْسَ عَلَى الْاَعْمٰى حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْاَعْرَجِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْمَر۪يضِ حَرَجٌ وَلَا عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ اَنْ تَأْكُلُوا مِنْ بُيُوتِكُمْ اَوْ بُيُوتِ اٰبَٓائِكُمْ اَوْ بُيُوتِ اُمَّهَاتِكُمْ اَوْ بُيُوتِ اِخْوَانِكُمْ اَوْ بُيُوتِ اَخَوَاتِكُمْ اَوْ بُيُوتِ اَعْمَامِكُمْ اَوْ بُيُوتِ عَمَّاتِكُمْ اَوْ بُيُوتِ اَخْوَالِكُمْ اَوْ بُيُوتِ خَالَاتِكُمْ اَوْ مَا مَلَكْتُمْ مَفَاتِحَهُٓ اَوْ صَد۪يقِكُمْۜ لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ اَنْ تَأْكُلُوا جَم۪يعًا اَوْ اَشْتَاتًاۜ فَاِذَا دَخَلْتُمْ بُيُوتًا فَسَلِّمُوا عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ تَحِيَّةً مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ مُبَارَكَةً طَيِّبَةًۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ۟ ﴿٦١﴾

61. Âmâ üzerine bir güçlük yoktur, topal üzerine bir güçlük yoktur ve hasta üzerine bir güçlük yoktur. Sizin de kendi evlerinizde, babalarınızın evlerinde, annelerinizin evlerinde, erkek kardeşlerinizin evlerinde, kız kardeşlerinizin evlerinde, amcalarınızın evlerinde, halalarınızın evlerinde, dayılarınızın evlerinde, teyzelerinizin evlerinde, anahtarlarına sahip olduğunuz evlerde ve sâdık dostlarınızın evlerinde yemek yemenizde de bir sakınca yoktur. Toplu veya ayrı ayrı yemenizde de bir sakınca yoktur. Artık evlere girdiğiniz za­man, Allah tarafından mübârek, hoş bir sağlık dilemek üzere kendinize (sizden olan hâne ehline) selâm verin. Allah’u Teâlâ, aklınızı kullanasınız diye size âyetleri işte böyle açıkça beyan eder.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: Âmâ üzerine bir güçlük yoktur, topal üzerine bir güçlük yoktur ve hasta üzerine bir güçlük yoktur″ diye buyrulmaktadır. Yani âmâ, topal ve hasta olanların başkalarıyla beraber yemek yemelerinde bir sakınca yoktur, demektir. Bunlar, kendilerinin hallerinden başkalarının rahatsız olacağını düşünerek sağlıklı olan kişilerle beraber bir sofrada yemek yemektan sıkıntı alıyorlardı, bunun üzerine bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuş, onların diğer din kardeşleriyle bir arada yemek yemelerinde bir güçlük, bir vebâl, çekinmeği gerektiren bir vaziyet olmadığı bildirilmiş ve Müslümanların arasında bağlılık ve sevginin devamının gerekliliğine bu vesile ile de işâret buyurulmuştur.

Allah’u Teâlâ, bu Âyet-i Kerîme’de sayıldığı üzere akraba ve yakın dostlardan olan kişilerle, gerek toplu olarak gerekse ayrı ayrı yemek yemekte bir sakınca olmadığını beyan etmektedir.

Toplulukta yemek yenildiğinde uyulması gereken adap hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِذَا وُضِعَتْ الْمَائِدَةُ فَلَا يَقُومُ رَجُلٌ حَتَّى تُرْفَعَ الْمَائِدَةُ وَلَا يَرْفَعُ يَدَهُ وَإِنْ شَبِعَ حَتَّى يَفْرُغَ الْقَوْمُ وَلْيُعْذِرْ فَإِنَّ الرَّجُلَ يُخْجِلُ جَلِيسَهُ فَيَقْبِضُ يَدَهُ وَعَسَى أَنْ يَكُونَ لَهُ فِي الطَّعَامِ حَاجَةٌ (ه عن ابن عمر)

″Sofra kurulduğu zaman, sofra kalkmadan hiçbir kimse kalkmasın. Kendisi doysa bile yemektekiler elini yemekten çekmedikçe, kendi de elini çekip kaldırmasın. Doyan kişi, arkadaşı doyuncaya kadar yemeğe devam etsin. Çünkü kişi elini yemekten çekmekle birlikte, oturduğu arkadaşını utandırmış olur ve doymadığı halde onu kalkmak zorunda bırakır.″[1]

Âyet-i Kerîme’de:Artık evlere girdiğiniz za­man, Allah tarafından mübârek, hoş bir sağlık dilemek üzere kendinize selâm verin″ diye buyrulmaktadır. Buradaki ″Kendinize″ ifadesinden maksat, ″Kendi evinize gir­diğiniz zaman aile efradınıza selâm verin″ veya ″Camilere girdiğinizde orada bulunanlara selâm verin″[2] yahut, ″Müslümanlardan herhangi birinin evine girdiğinizde selâm verin″ demektir. Ya­hut bu ifadeden maksat, ″Evlere girdiğiniz zaman orada kimse bulunmazsa, kendi kendinize selâm verin″ demektir.

Katâde Hazretleri de, Âyet-i Kerîme’nin bu kısmını açıklarken, ″Evinize girdiğin zaman ailene selâm ver, kimsenin olmadığı bir eve girersen -Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâh’is-sâlihîn (Selâm bizim üzerimize ve Allah’ın sâlih kullarının üzerine olsun)- şeklinde selâm ver″ dedi. O, bu şekilde emrolunmuştu. Bize bildirildiğine göre, melekler onun selâmına karşılık vermekteydi.[3]

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Enes Radiyallâhu anhu’ya şöyle buyurmuştur:

أَلَا أُعَلِّمُكَ ثَلاثَ خِصَالٍ تَنْتَفِعُ بِهَا؟ قُلْتُ: بِأَبِي وَأُمِّي يَا رَسُولَ اللّٰهِ، بَلَى. قَالَ: مَنْ لَقِيتَ مِنْ أُمَّتِي فَسَلِّمْ عَلَيْهِمْ يَطُلْ عُمْرُكَ وَإِذَا دَخَلْتَ بَيْتَكَ فَسَلِّمْ عَلَيْهِمْ يَكْثُرْ خَيْرُ بَيْتِكَ وَصَلِّ صَلَاةَ الضُّحَى، فَإِنَّهَا صَلَاةُ الأَبْرَارِ (هب عن انس بن مالك)

″Dikkat et! Sana üç haslet öğreteyim ki, onunla faydalanılır. ″Evet, öğret, annem babam sana fedâ olsun Yâ Resûlallah!″ dedim. Buyurdu ki: ″Ümmetimden bir kimseyle karşılaştığında ona selâm ver ki, ömrün uzun olsun ve kendi evine girdiğinde oradaki ehli ve ayâline selam ver ki, evinin hayrı çok olsun ve duhâ namazı kıl ki, o Salat-ı Evvâbîn’dir.″[4]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Et’ime 21.

[2] Camiye girildiğinde cemaat ibâdetle meşgul değilse, sâdece yanındaki kişiye ve onun duyacağı şekilde selâme verilir.

[3] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 11, s. 120.

[4] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 8497; Tercüme-i Tefsir-i Tibyan, c. 3, s. 187.


﴿ اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَاِذَا كَانُوا مَعَهُ عَلٰٓى اَمْرٍ جَامِعٍ لَمْ يَذْهَبُوا حَتّٰى يَسْتَأْذِنُوهُۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ۚ فَاِذَا اسْتَأْذَنُوكَ لِبَعْضِ شَأْنِهِمْ فَأْذَنْ لِمَنْ شِئْتَ مِنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمُ اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٦٢﴾

62. Mü’minler o kimselerdir ki, Allah’a ve Resûlüne hakkıyla îman ederler. Onunla beraber bir cemiyet hâlinde bulundukları zaman, ondan izin almadan yanından ayrılmazlar. Ey Resûlüm! (Yanından gitmek için) senden izin isteyenler, Allah’a ve Resûlüne hakkıyla îman edenlerdir. Bâzı işler için senden izin istedikleri vakit, sen onlardan dilediğine izin ver. Onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme ile, Sahâbenin Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e nasıl itaat ettiklerini haber vermektedir. Bu itaatin şart olduğuna dair aşağıdaki Sûre-i Nûr, Âyet 63 ve izahına bakınız.

Ayrıca bu Âyet-i Kerîme’de, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, Mü’minlerin affı için Allah’tan istekte bulunması söylenmiştir. Bu husus Sûre-i Muhammed, Âyet 19’da da şöyle geçmektedir:

″Ey Resûlüm! Allah’tan başka ilah olmadığını bil ve hem kendi günahın, hem de Mü’min erkeklerin ve Mü’min kadınların günahı için bağışlanma dile...″

İşte bu da, kişinin kendisinden başkası için yaptığı hayır ve duâların onlara faydası olduğunu gösterir. Bu sebeple Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, vefât etmiş olan Sahâbîlerin kabrine gider ve onlar için Allah’tan bağışlanmalarını dilerdi.

Bu hususta Hz. Âişe’den şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كُلَّمَا كَانَ لَيْلَتُهَا مِنْ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَخْرُجُ مِنْ آخِرِ اللَّيْلِ إِلَى الْبَقِيعِ فَيَقُولُ السَّلَامُ عَلَيْكُمْ دَارَ قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ وَأَتَاكُمْ مَا تُوعَدُونَ غَدًا مُؤَجَّلُونَ وَإِنَّا إِنْ شَاءَ اللّٰهُ بِكُمْ لَاحِقُونَ اللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِأَهْلِ بَقِيعِ الْغَرْقَدِ) م ن عَنْ عائِشَةَ(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, gecenin sonunda Medîne-i Münevvere’deki Bâki Kabristanı’na çıkar ve şöyle derdi: ″Esselâmu aleykum Ey Mü’minler yurdunun sakinleri! Yarın vâki olacak diye vaadolunan şey sizlere geldi. Sizler, ölüm ile yeniden dirilme arasında bekliyorsunuz. Biz de inşâallah size kavuşacağız. Ey Allah’ım! Bâki Kabristanlığı ahâlisini bağışla.″[1]

Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i Muhammed, Âyet 19 ve Sûre-i Haşr, Âyet 10 ve izahlarına bakınız.


[1] Sahih-i Müslim, Cenâiz 35 (102 Sünen-i Nesâî, Cenâiz 103.


﴿ لَا تَجْعَلُوا دُعَٓاءَ الرَّسُولِ بَيْنَكُمْ كَدُعَٓاءِ بَعْضِكُمْ بَعْضًاۜ قَدْ يَعْلَمُ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ يَتَسَلَّلُونَ مِنْكُمْ لِوَاذًاۚ فَلْيَحْذَرِ الَّذ۪ينَ يُخَالِفُونَ عَنْ اَمْرِه۪ٓ اَنْ تُص۪يبَهُمْ فِتْنَةٌ اَوْ يُص۪يبَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٦٣﴾

63. (Ey Mü’minler!) Resûlün sizi çağırmasını, aranızda birbirinizi çağırmanız gibi bir tutmayın (çünkü dâvetine icâbet farzdır). Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, içinizden (Resûlullah’ın cemiyetinden) saklanarak çıkıp gidenleri çok iyi bilir. Artık Resûlün emrine muhalefet edenler, kendilerine (bu dünyâda) bir belânın gelmesinden yahut (âhirette) elim bir azâbın gelmesinden sakınsınlar.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair Mukatil b. Hayyân Radiyallâhu anhu şöyle anlatmaktadır:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَيُصَلِّي الْجُمُعَةَ قَبْلَ الْخُطْبَةِ مِثْلَ الْعِيدَيْنِ حَتَّى كَانَ يَوْمُ جُمُعَةٍ وَالنَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَخْطُبُ وَقَدْ صَلَّى الْجُمُعَةَ فَدَخَلَ رَجُلٌ فَقَالَ: إِنَّ دِحْيَةَ بْنَ خَلِيفَةَ قَدِمَ بِتِجَارَتِهِ وَكَانَ دِحْيَةُ إِذَا قَدِمَ تَلَقَّاهُ أَهْلُهُ بِالدِّفَافِ فَخَرَجَ النَّاسُ فَلَمْ يَظُنُّوا إِلا أَنَّهُ لَيْسَ فِي تَرْكِ الْخُطْبَةِ شَيْءٌ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّوَإِذَا رَأَوْا تِجَارَةً أَوْ لَهْوًا انْفَضُّوا إِلَيْهَا ... (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن مقاتل بن حيام)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem önce­leri tıpkı bayram namazlarında olduğu gibi hutbeden önce Cuma Namazı’nı kılardı. Nihâyet bir Cuma günü Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Cuma namazını kıldıktan son­ra hutbe irad etmekte iken bir adam mescide girip şöyle dedi:

- Dıhye b. Ha­life el-Kelbî bir ticaret kervanı ile geldi. Dıhye geldiği zaman, akrabaları defler ça­larak onu karşılardı. Mescitte bulunanlar da hutbeyi dinlemeyi terk etmekte bir sakınca olmadığını zannederek çıkıp gittiler. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ: ″Ve onlar, bir ticaret veya bir eğlence gördükleri vakit, seni minberde ayaküstü bırakıp oraya koştular…″ diye devam eden Sûre-i Cuma, Âyet 11’i indirdi.

Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Cuma günü hutbeyi öne al­dı ve namazı sonraya bıraktı. Bu yasaktan sonra herhangi bir kimse burun kanaması ya da herhangi bir sebep dolayısıyla Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e şehâdet parmağı ile işâret ederek ondan izin is­teyip, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de kendisine izin vererek eliyle işâret etmedikçe dı­şarı çıkıp gitmiyordu. Münâfıklar arasında hutbe ve mescitte oturmak ken­dilerine ağır gelen kimseler vardı. Müslümanlardan bir kişi izin istediğinde, münâfıklardan da onun arkasında gizlenerek onun yanında ayakta dikilir ve nihâyet çıkar giderdi. Bu sefer Hakk Teâlâ: ″… Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, içinizden (Resûlullah’ın cemiyetinden) saklanarak çıkıp gidenleri çok iyi bilir…″ diye geçen Sûre-i Nûr, Âyet 63’ü indirdi.[1]

Ayrıca Âyet-i Kerîme’de: (Ey Mü’minler!) Resûlün sizi çağırmasını, aranızda birbirinizi çağırmanız gibi bir tutmayın (çünkü dâvetine icâbet farzdır)…″ diye geçtiği üzere, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem diğer insanlar gibi değildir. Onların hepsinden üstündür ve ona itaat etmek Allah’u Teâlâ’nın emridir.

Bu hususta Ebû Said İbn’ul-Muallâ Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

كُنْتُ أُصَلِّي فِي الْمَسْجِدِ فَدَعَانِي رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَلَمْ أُجِبْهُ فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنِّي كُنْتُ أُصَلِّي فَقَالَ أَلَمْ يَقُلْ اللّٰهُ {اسْتَجِيبُوا لِلّٰهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ} (خ د ن عن سعيد بن المعلى)

Ben, Mescid-i Nebevî’de (nâfile) namaz kılıyordum. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem beni çağırdı. Fakat namazda olduğum için icâbet edemedim. Sonra yanına gelerek: ″Yâ Resûlallah! Namaz kılıyordum″ dedim. Bana: ″Allah’u Teâlâ, kitabında: ″Ey îman edenler! Resûl, kalplerinizi dîni hakikatler ile ihyâ için sizi dâvet ettiği vakit, Allah’a ve Resûle icâbet edin…″[2] diye buyurmuyor mu?″ dedi...[3]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَنَا أَوَّلُ النَّاسِ خُرُوجًا اِذَا بُعِثُوا وَأَنَا خَطِيبُهُمْ إِذَا وَفَدُوا وَأَنَا مُبَشِّرُهُمْ اِذَا أَيِسُوا لِوَاءُ الْحَمْدِ يَوْمَئِذٍ بِيَدِي وَأَنَا أَكْرَمُ وَلَدِ آدَمَ عَلَى رَبِّى وَلَا فَخْرَ (ت عن انس)

″İnsanların, mahşer yerine getirilecekleri zaman kabrinden ilk çıkan benim, insanların hatipleri benim, ümitlerini kestikleri zaman müjdecileri benim, Livâ’ul-Hamd Sancağı o gün benim elimdedir. Allah katında Âdemoğlunun en şereflisi benim. Bunları övünmek için söylemiyorum, hakikat budur.″[4]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

مَنْ لَمْ يَقُلْ عَلَيَّ خَيْرُ النَّاسِ فَقَدْ كَفَرَ (خط عن على)

″Kim benim için insanların en hayırlısıdır, demezse yemin olsun ki kâfir olur.″[5]


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 18, s. 110.

[2] Sûre-i Enfâl, Âyet 24.

[3] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Fâtiha 1; Sünen-i Nesâî, İftitah 26; Sünen-i Ebû Dâvud, Vitir 15.

[4] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 2.

[5] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 442/15.


﴿ اَلَٓا اِنَّ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ قَدْ يَعْلَمُ مَٓا اَنْتُمْ عَلَيْهِۜ وَيَوْمَ يُرْجَعُونَ اِلَيْهِ فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُواۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ ﴿٦٤﴾

64. Haberiniz olsun ki, şüphesiz göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. O, sizin durumunuzu çok iyi bilir. Kendisine döndürülecekleri mahşer gününde de onlara yaptıklarını haber verecektir. Allah’u Teâlâ, her şeyi hakkıyla bilendir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Ukbe b. Âmir Radiyallâhu anhu, şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

رَأَيْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَرَأَ هَذِهِ الآيَةَ فِي خَاتِمَةِ النُّورِ وَهُوَ جَاعِلٌ أُصْبُعَيْهِ تَحْتَ عَيْنَيْهِ يَقُولُ بِكُلِّ شَيْءٍ بَصِيرٌ (طب عن عقبة بن عامر)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Haberiniz olsun ki, şüphesiz göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır…″ diye devam eden Sûre-i Nûr, Âyet 64’ü, Nûr Sûresi’nin sonunda okuduğunu ve en sonunda da parmaklarını gözünün altına götürüp, ″Allah’u Teâlâ, her şeyi hakkıyla görendir″ diye buyurduğunu işittim.[1]


[1] Rudânî, Cem’ul-Fevâd, Hadis No: 7122.