YÂSÎN SÛRESİ

Bu sûre 83 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. ″Yâsîn″ ifadesi ile başladığı için bu ismi almıştır.[1] Birçok yanlış inançları bertaraf edip İslâmiyet’i müdafaa ettiği için ″ed-Dafia″ ismi de verilmiştir. Nice gâfilleri ikaz ederek haklarındaki hükmü ilâhiyi bildirdiği için ″el-Kadiye″ diye de isimlendirilmiştir. Kendisini ihlas ile okuyanların umûmen, dünyevî ve uhrevî nîmetlere nâil olacakları ve sevaplarının da Ümmet-i Muhammed’in ölmüşlerine bağışlandığı için ″el-Müimme″ ismi de verilmiştir. Yine bu sûreye Kur’ân’ın kalbi denildiği için ″Kalp″ ismi de verilmiştir.

Bu sûre hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ لِكُلِّ شَيْءٍ قَلْبًا وَقَلْبُ الْقُرْآنِ يس وَمَنْ قَرَأَ يس كَتَبَ اللّٰهُ لَهُ بِقِرَاءَتِهَا قِرَاءَةَ الْقُرْآنِ عَشْرَ مَرَّاتٍ (ت عن انس)

″Her şeyin bir kalbi vardır. Kur’ân’ın kalbi de Yâsîn’dir. Her kim Yâsîn’i okuyacak olursa, onu okuması karşılığında Kur’ân’ı on defa okumuş gibi Allah sevap yazar.″[2]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰه تَعَالَى أَسْمَانِي فِي الْقُرْآن سَبْعَة أَسْمَاء مُحَمَّد وَأَحْمَد وَطه وَيس وَالْمُزَّمِّل وَالْمُدَّثِّر وَعَبْد اللّٰه (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن على)

″Allah’u Teâlâ Kur’ân’da beni yedi isim ile zikretti; Muhammed, Ahmed, Tâhâ, Yâsîn, Müzzemmil, Müddessir ve Abdullah.″[3]

Ayrıca Yâsîn Sûresi’nin faziletine dair çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

اقْرَءُوا يس عَلَى مَوْتَاكُمْ. (حم د عن معقل بن يسار)

″Ölülerinizin üzerine Yâsîn Sûresi’ni okuyun.″[4]

مَنْ زَارَ قَبْرَ أَبَوَيْهِ أَوْ أَحَدِهِمَا فِي كُلِّ جُمُعَةٍ غُفِرَ لَهُ، وَكُتِبَ بَرًّا ( طب عن ابى هريرة)

″Her kim anne ve babasının veya bunlardan birisinin kabrini cuma günü ziyaret ederek orada Yâsîn Sûresi’ni okursa, Allah’u Teâlâ kabir sahibini bağışlar ve o kimse ebrârdan (sâlihlerden) yazılır.″[5]

اقْرَءُوا يس فَإِنَّ فِيهَا عَشْرَ بَرَكَاتٍ مَا قَرَأَهَا جَائِعٌ إِلا شَبِعَ وَمَا قَرَأَهَا عَارٍ اِلَّا اِكْتَسَي وَمَا قَرَأَهَا مُسَافِرٌ اِلَّا أُعِينَ عَلَى سَفَرِهِ وَمَا قَرَأَهَا رَجُلٌ ضَلَّتْ لَهُ ضَالَّةٌ اِلَّا وَجَدَهَا وَمَا قُرِئَتْ عَلَى مَيِّتٍ اِلَّا خُفِّفَ عَنْهُ وَمَا قَرَأَهَا عَطْشَانُ اِلَّا رُوِيَ وَمَا قَرَأَهَا مَرِيضٌ إِلا بَرِأَ (الديلمى عن على)

″Yâsîn Sûresini okuyun. Çünkü onda on bereket vardır: Onu aç olan birisi okursa mutlaka doyar. Çıplak kişi okursa giyinir. Bekâr okursa evlenir. Bir şeyden korkan kimse okursa emniyete kavuşur. Kederli, mahzun olan bir kişi okursa ferahlar. Yolcu okursa seferde yardım görür. Bir şeyini yitirmiş olan kimse okursa yitiği bulunur. Ölü üzerine okunursa muhakkak azâbı hafifler. Susayan kimse okursa suya kavuşur. Hasta olan kimse okursa şifâ bulur.″[6]

مَنْ كَتَبَ يس ثَمَّ شَرِبَهَا دَخَلَ جَوْفَهُ أَلْفُ نُورٍ وَأَلْفُ رَحْمَةٍ وَأَلْفُ بَرَكَةٍ وَأَلْفُ دَوَاءٍ وَأُخْرِجَ مِنْهُ أَلْفُ دَاءٍ (الرافعى عن على)

″Her kim Yâsîn Sûresi’ni yazıp suyunu içerse, midesine bin nûr, bin rahmet, bin bereket, bin devâ girip ondan bin hastalık çıkar.″[7]

مَا مِنْ مَيِّتٍ يَمُوتُ فَيُقْرَأُ عِنْدَهُ يس إلَّا هَوَّنَ اللّٰهُ عَلَيْهِ (أبو نعيم عن أبي الدرداء وأبي ذر)

″Yanında Yâsîn Sûresi okunan her bir ölünün, Allah’u Teâlâ mutlaka işini kolaylaştırır.″[8] İşte cenâze defnedilirken özellikle Yâsîn Sûresi’nin okunması bu sebepledir.


[1] Yâsîn ifadesi Hurûf’ul-Mukattaa’dandır. Bu hususta Sûre-i Bakara, Âyet 1’in izahına bakınız.

[2] Sünen-i Tirmizî, Fedâil’ul-Kur’ân 6.

[3] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 5, s. 15.

[4] Sünen-i Ebû Dâvud, Cenâiz 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 19416, 19427.

[5] Tebarânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 193; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 45486, 45487.

[6] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 79/4.

[7] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 440/10.

[8] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 42186.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ يٰسٓ ﴿١﴾ وَالْقُرْاٰنِ الْحَك۪يمِۙ ﴿٢﴾ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَۙ ﴿٣﴾ عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۜ ﴿٤﴾ تَنْز۪يلَ الْعَز۪يزِ الرَّح۪يمِۙ ﴿٥﴾ لِتُنْذِرَ قَوْمًا مَٓا اُنْذِرَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ ﴿٦﴾

1-6. Yâ, Sîn.* Ey Resûlüm! Hikmetle dolu olan Kur’ân’a yemin olsun ki,* sen muhakkak Peygamberlerdensin.* Dosdoğru bir yol üzerindesin.* Kur’ân, her şeye gâlip ve çok merhametli olan Allah tarafından indirildi.* Allah’u Teâlâ onu sana, babaları uyarılmayıp gâfil kalan kavmi uyarman için indirdi.

İzah: Allah’u Teâlâ’nın Âyet-i Kerîme’de: ″Babaları uyarılmayıp gâfil kalan kavmi″ diye buyurduğu husus, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile İsmâil Aleyhisselâm arasında Araplara gönderilen hiçbir Peygamberin olmamasıdır. Ancak İsmâil Aleyhisselâm’dan Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e kadar Hanif (İslâm) inancı üzere bir topluluk dâimâ bulunmuştur. Nitekim Peygamber Efendimizin annesi ve babası da, Hanif Dîni üzereydiler.


﴿ لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلٰٓى اَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿٧﴾ اِنَّا جَعَلْنَا ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالًا فَهِيَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ ﴿٨﴾ وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ ﴿٩﴾ وَسَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿١٠﴾

7-10. Yemin olsun ki, (isyanda haddi aşmaları sebebiyle) onların çoğu üzerine Allah’ın azap vaadi hak oldu. Artık onlar îman etmezler.* Onların boyunlarına, çenelerine kadar varan ve başlarını eğmeye ve iki tarafa döndürmeye mâni olan demir halkalar taktık. Onlar, başlarını yukarı kaldırmışlardır (hakkı görmezler).* Bununla beraber onların önlerinde, arkalarında set yaptık ve o setlerle gözlerini kapattık. Onlar, hidâyet yolunu görmezler.* Ey Habîbim! Onları (Allah’ın azâbından) korkutsan da, korkutmasan da onlar için birdir, onlar îman etmezler.

İzah: Âyetlerde geçen temsiller, Ebû Cehil gibi küfürde inâdi olanların durumunu anlatmaktadır. Yani, Ey Habîbim! Sen, o küfürde inâdi olanları, bu kibirlerinden dolayı inandıramazsın, kalplerine korku koyamazsın. Onların kalpleri mühürlenmiştir. Onları uyarıp korkutsan da, korkutmasan da birdir. Onlar îman etmezler, demektir.

Bu husus Sûre-i Bakara, Âyet 18’de de şöyle geçmektedir:

″Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar (o dalâletten) dönmezler.″

Kulağı sağır, dili yok, gözü kör olan kimselere, gittikleri yolda tehlike olduğunu nasıl anlatıp döndürebilirsin? İyice düşün bak! Görmez ki doğruyu bulsun, işitmez ki anlasın, dili yok ki söylesin. Ne yapsan aksini anlar. İşte bunlar, bu hâllerinden dönmezler.


﴿ اِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمٰنَ بِالْغَيْبِۚ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَاَجْرٍ كَر۪يمٍ ﴿١١﴾

11. Ey Habîbim! Sen, ancak Kur’ân’a tâbi olan ve görmediği halde Rahmân’ın azâbından korkanı uyarırsın. İşte onu, bağışlanma ve çok güzel bir mükâfatla (Cennetle) müjdele.


﴿ اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓي اِمَامٍ مُب۪ينٍ۟ ﴿١٢﴾

12. Şüphesiz ki Biz, ölüleri diriltiriz ve onların hayatta iken işledikleri ameller ile geride bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) kaydettik.

İzah: Bir insanın, iyi veya kötü işlediklerinin hepsi amel defterlerine yazılır, ölünce de o amel defteri kapanır. Ancak Müslümanlara ve İslâm’a faydası olabilecek cami, köprü, su gibi sadaka-i câriye, dîni kitap ve sâlih evlat gibi iyi eserler bırakmışsa, kendi öldükten sonra da bunların amel defterine sevap olarak yazılmaya devam edeceği Hadis-i Şerif’lerde beyan edilmiştir. Aynı şekilde İslâm’a zarar verecek eserler bırakmış ise, bunun da amel defterine günah olarak yazılmaya devam edeceği anlatılmaktadır.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ أَحْيَا سُنَّةً مِنْ سُنَّتِي فَعَمِلَ بِهَا النَّاسُ كَانَ لَهُ مِثْلُ أَجْرِ مَنْ عَمِلَ بِهَا لَا يَنْقُصُ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْئًا وَمَنْ ابْتَدَعَ بِدْعَةً فَعُمِلَ بِهَا كَانَ عَلَيْهِ أَوْزَارُ مَنْ عَمِلَ بِهَا لَا يَنْقُصُ مِنْ أَوْزَارِ مَنْ عَمِلَ بِهَا شَيْئًا (ه عن عمرو بن عوف المزنى)

″Kim benim bir sünnetimi ihyâ ederek insanların da onunla amel etmelerine vesîle olursa, o insanların kazanacağı sevaplardan hiçbir şey eksiltilmeden, onların sevabından bir katını almış olacaktır. Kim de bir bid’at icat ederek onunla amel edilmesine vesîle olursa, o bid’at ile amel edenlerin yüklenecekleri günahlarından hiçbir şey eksiltilmeden, bir mislini yüklenmiş olacaktır.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

إِذَا مَاتَ الْإِنْسَانُ انْقَطَعَ عَمَلُهُ إِلَّا مِنْ ثَلَاثَةٍ مِنْ صَدَقَةٍ جَارِيَةٍ وَعِلْمٍ يُنْتَفَعُ بِهِ وَوَلَدٍ صَالِحٍ يَدْعُو لَهُ (م د ت ن عن ابى هريرة)

″İnsan öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak üç şeyden kesilmez: Sadaka-i câriye, yararlı ilim ve kendisine duâ eden sâlih bir evlat.″[2]

Sadaka-i câriye’de olduğu gibi, nasıl ki bir kişi öldükten sonra amel defteri kapanmayıp iyi amelleri yazılıyorsa, kötü bir amel icad eden kişi de, o kötü fiil işlendiği sürece, bu kişi ölse dahi işlenen günahların aynısı onun amel defterine yazılmaya devam eder.

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تُقْتَلُ نَفْسٌ ظُلْمًا إِلَّا كَانَ عَلَى ابْنِ آدَمَ الْأَوَّلِ كِفْلٌ مِنْ دَمِهَا لِأَنَّهُ أَوَّلُ مَنْ سَنَّ الْقَتْلَ (خ م عن عبد اللّٰه)

″Zulm ile öldürülen hiçbir nefis yoktur ki, onun kanının günahından Hz. Âdem’in ilk oğlu Kâbil hesabına bir pay ayrılmasın. Çünkü bu cinâyeti âdet edenlerin önderi odur; Kardeşi Hâbil’i öldürmüştür.″[3]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Muhkaddime 15.

[2] Sahih-i Müslim, Vasiyye 3 (14 Sünen-i Ebû Dâvud, Vasâya 14; Sünen-i Tirmizî, Ahkâm 36; Sünen-i Nesâî, Vasâya 8.

[3] Sahih-i Buhârî, Ehâdîs’ül-Enbiyâ 1; Sahih-i Müslim, Kasâme 7 (27).


﴿ وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا اَصْحَابَ الْقَرْيَةِۢ اِذْ جَٓاءَهَا الْمُرْسَلُونَۚ ﴿١٣﴾ اِذْ اَرْسَلْنَٓا اِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ فَقَالُٓوا اِنَّٓا اِلَيْكُمْ مُرْسَلُونَ ﴿١٤﴾

13-14. Ey Habîbim! Onlara, o şehir ahâlisini misal olarak ver. Resullerin oraya geldiği vakti zikret.* O vakit, onlara iki Resûl göndermiştik de onları yalanlamışlardı. Biz de (o ikisini), bir üçüncü Resûl ile takviye etmiştik. Bunlar, şehir ahâlisine dediler ki: ″Biz sizi dîne dâvet için gönderilen Resulleriz.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Resûl″ ifadesi, mânâ itibariyle elçi ve uyarıcı anlamına gelmektedir. Genel olarak Peygamberler, evliyâlar ve hattâ melekler[1] için de kullanılan bir tabirdir. Nitekim bu âyetlerde geçen Resuller de, Îsâ Aleyhisselâm’ın havârilerinden olan evliyâlardır.

Âyet-i Kerîme’de geçen iki elçi, ilk olarak Antakya şehrinin dışında koyunlarını otlatan yaşlı bir adamla karşılaştılar. Bu yaşlı kişi de, Sûre-i Yâsîn, Âyet 20’de: O esnâda şehrin öbür ucundan bir adam (Habib-i Neccâr) koşarak geldi″ diye sözü edilen Habib-i Neccâr idi. Onu, Allah’ın dînine dâvet ettiler: ″Bizler, Hz. Îsâ’nın elçileriyiz. Seni Allah’a îmana dâvet ediyoruz″ dediler. O yaşlı adam, onlardan bir alâmet isteyince, ″Biz hastaları şifâya kavuştururuz″ dediler. Onun yatalak olan hasta bir oğlu vardı. Bu Resûller, ellerini ona sürerek İncil’den âyetler okuyup üflediler ve Allah’ın izniyle o hasta, sağlıklı bir şekilde ayağa kalktı. Bunun üzerine o adam da Allah’u Teâlâ’ya îman etti.

Habib-i Neccâr, onların bu durumunu etrafa anlattı. Bu Resûller, birçok hastayı şifâya kavuşturdular. Bu hâdise kralın dikkatini çekti ve onlara elçi göndererek soru sormalarını emretti. Her ikisi de: ″Biz Hz. Îsâ’nın elçileriyiz″ dediler. Kendilerine: ″Peki delili­niz nedir?″ diye sorunca, ″Biz, anadan doğma körü, ebraslıları ve hasta kimseleri Allah’ın izni ile iyileştirir, seni de bir olan Allah’a îman etmeye dâvet ederiz″ dediler.

Daha sonra kral, onları hapset­ti ve onlara yüzer sopa vurdurdu. Bunların durumu, bu iki elçiden ilim olarak daha üstün olan üstadlarına ilham olunca, onlara yardım için şehre geldi. İşte Âyet-i Kerîme’de: ″Biz de (o ikisini), bir üçüncü Resûl ile takviye etmiştik″ diye buyrulan bu zâttır.

Nakledildiğine göre bu Resûllerin başı olan Şemun es-Safa Hazretleri idi. Hz. Şemun, ilk önce kendini gizledi ve hükümdarın yakınları ile iyi ilişkiler kurdu. Daha sonra bunlar, Şemun’dan hükümdara bahsettiler. Hükümdar, bu kimseyi çok beğendi. Şemun günün birin­de hükümdara: ″Duyduğuma göre sen, Allah’a dâvet eden iki kişiyi hapse atmışsın. Onların durumu nedir?″ diye sordu. Hükümdar: ″Kızgınlığım, onların istediklerini gerçekleştirmeme engel oldu″ dedi. Şe­mun: ″Onları huzura getirsen″ dedi. Kral da huzura getirilmelerini emretti.

Bu ikisi huzura getirildi. Onlar üstadları Hz. Şe­mun’u kralın yanında görünce tanıdılar. Hz. Şemun, onları tanımamazlıktan geldi. Onlar da böyle olması gerektiğini anladılar ve kendileri de üstadlarını tanımamazlıktan geldiler. Hz. Şemun onlara: ″Siz hastaları elinizi sürüp okuyarak iyi ediyormuşsunuz. Size anadan doğma bir kör getirsek, onun da gözünü açabilir misiniz?″ diye sordu. Onlar da üstadlarının bu sözünde hikmet olduğunu düşünerek, ″Evet″ dediler. Bunun üzerine anadan doğma, göz­leri kör bir çocuk getirildi. Gözlerinin bulunduğu yer, tıpkı alnı gibi düz idi. Bu ikisi açıktan, üstadları da içinden Allah’a duâ ettiler. O çocuğun gözlerinin yeri açıldı, çamurdan iki fın­dık büyüklüğünde bir parça alıp gözlerinin yerine koydular. Bu iki çamur par­çası hemen göz oluverdi ve onlarla görmeye başladı.

Bu olaydan sonra Hz. Şemun, kralın nabzını yokladı. Kralda hâlâ bir şüphe olduğunu gördü ve tam îman etmediğini anladı. Bunun üzerine krala: ″Bunlardan daha zor ve imkansız olan bir şey isteyelim, bir ölüyü diriltsinler″ dedi. Kral da, bu ikisinden bir ölüyü diriltmelerini istedi. Bunlar da, ″Diriltilmesini istediğiniz ölünün kabrini siz gösterin″ dediler. Bunlara herkesin bildiği eski bir mezar gösterildi ve mezarın üzerini açarak ″Haydi bunu diriltin″ dediler.

Resuller, açıkça Allah’a duâ ettiler, Hz. Şemun da gizlice duâ etti. Ölü dirilmiş olarak kabrinden ayağa kalktı ve insanlara dedi ki: ″Ben müşrik olarak ölmüştüm. Bu bakımdan ateş dolu yedi vâdiye girdirildim. İçinde bu­lunduğunuz halden sizi sakındırıyorum, Allah’a îman edin. Şehâdet ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur, birdir, ortağı yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Hz. Îsâ, Allah’ın ruhu ve kelimesidir[2] ve şehâdet ederim ki, bun­lar da Hz. Îsâ’nın elçileridir.″

Hz. Şemun, bu olay üzerine yine krala dönerek, ″Bu adamların dîni haktır, bunlara îman edilmesi gerekir″ dedi. Bunun üzerine kral ve saray erkanının hepsi îman ettiler. Hükümdar, halkına da îman etmeleri için uyarıda bulundu ve yaşanan olaylar tamamen anlatıldı. Buna rağmen azgın halk îman etmeyerek ayaklandılar ve saraya saldırdılar.

Habib-i Neccâr da koşarak bunların yanına gelip, yaptıklarının yanlış olduğunu ve o kişilerin dîninin hak olduğunu söyleyince, bu azgın halk Habib-i Neccâr Hazretlerini de şehit ettiler. Ve halk sarayın içlerine kadar girerek kralın askerlerini, kralı ve bu üç Resûlü şehit ettiler. Bunun üzerine Allah, onları helâk etmiştir. Bu helâk olan kavimin, şu anki Antakya halkıyla bir alakası yoktur.

Abdullah İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, İslâmiyetin ilk yıllarında Peygamber Efendimizin emriyle Hz. Câfer b. Ebû Tâlib, Habeşistan’a hicret ettiği vakit, onlara Meryem Sûresi’ni okumuş ve sûre tamamlanıncaya kadar orada bulunan Hristiyan cemaatinin hepsi ağlamışlardı. Daha sonra Hz. Necâşi, kendi kavminin ulemâsından İslâm’a meyleden yet­miş kişiyi Fahr-i Kâinat Efendimize göndermiştir. Resûlü Ekrem de onlara Yâsîn Sûresi’ni okumuş, onlar da ağlayarak hemen Müslümanlığı kabul etmişlerdi.

Bu husus Sûre-i Mâide, Âyet 83’te şöyle geçmektedir:

″Onlar, Resûle nâzil olan Kur’ân’ı dinledikleri vakit görürsün ki, hakkı bildikleri için onların gözleri yaşla dolar. Derler ki: ″Ey Rabbimiz! Biz de îman ettik, bizi de şâhitler (Mü’minler) arasında kaydet.″

İşte Yâsîn Sûresi’nde, Îsâ Aleyhisselâm’ın ümmetinden olan bu büyük zâtların kıssası anlatılmıştır. Hz. Necâşi’nin gönderdiği adamların Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e; Îsâ Aleyhisselâm hakkında sorduklarında, Resûlü Kirâm Efendimiz Yâsîn Sûresi’ni onlara okudu. Bunlar, Îsâ Aleyhisselâm’ın ümmetinin ulemâlarından oldukları için, Antakya’ya gönderilen Resullerin kıssasını çok iyi bilmekteydiler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Yâsîn Sûresi’ni okurken bunların ağlamaları işte bundan dolayı idi ve hemen Müslüman oldular.


[1] Melekler için de bu Resûl tabirinin kullanıldığına dair: Sûre-i A’râf, Âyet 37 ve Sûre-i Hûd, Âyet 69’a bakınız.

[2] Hz. Îsâ’ya, ″Allah’ın kelimesi″ ifadesinin kullanılması, onun babasız olarak Allah’ın kendi sözüyle meydana geldiğinden dolayıdır.


﴿ قَالُوا مَٓا اَنْتُمْ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَاۙ وَمَٓا اَنْزَلَ الرَّحْمٰنُ مِنْ شَيْءٍۙ اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا تَكْذِبُونَ ﴿١٥﴾ قَالُوا رَبُّنَا يَعْلَمُ اِنَّٓا اِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ ﴿١٦﴾ وَمَا عَلَيْنَٓا اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ ﴿١٧﴾ قَالُٓوا اِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْۚ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُمْ مِنَّا عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿١٨﴾ قَالُوا طَٓائِرُكُمْ مَعَكُمْۜ اَئِنْ ذُكِّرْتُمْۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ ﴿١٩﴾

15-19. Şehir ahâlisi dediler ki: ″Siz de ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahmân, bir şey indirmedi. Siz ancak yalan söylüyorsunuz.″* Resuller dediler ki: ″Rabbimiz biliyor ki, muhakkak biz size gönderilen Resulleriz.* Biz açık tebliğden başka bir şeyle mükellef değiliz.″* Bunun üzerine onlar dediler ki: ″Biz sizinle uğursuzluğa düştük. Yemin olsun ki, bu sözlerinizden vazgeçmezseniz, elbette sizi taşlarız ve bizden size elim bir azap dokunur.″* Resuller de dediler ki: ″Uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size nasihat ediliyorsa, bu uğursuzluk mudur? Bilakis siz, haddi aşan bir kavimsiniz.


﴿ وَجَٓاءَ مِنْ اَقْصَا الْمَد۪ينَةِ رَجُلٌ يَسْعٰى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَل۪ينَۙ ﴿٢٠﴾ اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْـَٔلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ ﴿٢١﴾ وَمَا لِيَ لَٓا اَعْبُدُ الَّذ۪ي فَطَرَن۪ي وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٢٢﴾ ءَاَتَّخِذُ مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةً اِنْ يُرِدْنِ الرَّحْمٰنُ بِضُرٍّ لَا تُغْنِ عَنّ۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـًٔا وَلَا يُنْقِذُونِۚ ﴿٢٣﴾ اِنّ۪ٓي اِذًا لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٢٤﴾ اِنّ۪ٓي اٰمَنْتُ بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِۜ ﴿٢٥﴾

20-25. O esnâda şehrin öbür ucundan bir adam (Habib-i Neccâr) koşarak geldi ve şehir ahâlisine şöyle dedi: ″Ey kavmim! Bu Resullere tâbi olun.* Sizden hiçbir ücret istemeyen ve hidâyete ermiş olan bu kimselere tâbi olun.* Ben, niçin beni yaratana ibâdet etmeyeyim? Halbuki O’na döndürüleceksiniz.* O’nu bırakıp da başka ilahlar mı edineyim? Eğer Rahmân, bana bir zarar vermeyi dilese, taptıklarınızın şefaati bana fayda vermez ve onlar beni kurtaramaz.* O takdirde ben, apaçık bir sapıklık içinde olurum.* Şüphesiz ben sizin Rabbinize îman ettim, artık beni dinleyin.″

İzah: Şehrin öbür ucundan gelerek bu Resûllere uymaları gerektiğini söyleyen kişi Habib-i Neccâr Hazretleridir. Bu zât, âyette geçen ifadeleri söyleyince, o kavim, üzerine atılıp onu öldürdüler. Bu hususta İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu dedi ki:

Bağırsakları çıkıncaya kadar onu ayak­larıyla çiğnediler. Daha sonra onu bir kuyuya attılar. İşte ″Ress″ diye bili­nen kuyu budur, Sûre-i Furkân, Âyet 38’deki, ″Ashâb-ı Ress″ diye bahsedilen kavim de, o zulmü yapanlardır.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’ya göre; Ashâb-ı Ress, Yâsin Sûresi’nde kendilerinden söz edilen ve kavmine ″Ey kavmim! Bu Resullere tâbi olun″ diyen kişinin kavmidir. Kavmi onu öldürüp ″Ress″ diye bilinen bir kuyuya attılar. Bu sebeple bu kuyunun ismi ile anıldılar.


﴿ ق۪يلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَۜ قَالَ يَا لَيْتَ قَوْم۪ي يَعْلَمُونَۙ ﴿٢٦﴾ بِمَا غَفَرَ ل۪ي رَبّ۪ي وَجَعَلَن۪ي مِنَ الْمُكْرَم۪ينَ ﴿٢٧﴾

26-27. (Şehir ahâlisi onu öldürünce, kendisine): ″Cennete gir″ denildi. O da dedi ki: ″Keşke kavmim bilseydi;* Rabbimin beni bağışladığını ve bana ikram ettiğini!″

İzah: Şehrin zâlim halkı tarafından öldürülen bu zâta; îmanının ve sabrının mükâfatı olarak ″Cennete gir″ denildi. İşte bu zât, hayatta iken kavmini hayra ve îmana dâvet ettiği gibi, öldürülmesinden sonra da yine kavminin hidâyete ka­vuşmasını arzulamış ve şöyle demiştir:

- Keşke kavmim, Rabbim Teâlâ’nın beni bağışladığını ve bana ikram ettiğini bilseydi de, onlar da îman edip bu ikramlara erişselerdi.

İbn-i Umeyr Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şu hâdise anlatılmıştır:

Sakîf kabilesinden Urve İbn-i Mes’ud, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Beni kavmime gönder de onları İslâm’a dâvet edeyim.″ Peygamberimiz buyurdu ki: ″Seni öldürmelerinden korkarım.″ Urve İbn-i Mes’ud: ″Onlar beni uyurken bile görseler uyandırmazlar″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona: ″Hadi git″ buyurdu. Urve İbn-i Mes’ud gitti ve Lât ve Uzza’ya: ″Yarın sen benden hoşlanmayacağın bir şeyle karşılaşacaksın″ dedi. Bunun üzerine Sakîf kabilesi kızdı. Urve İbn-i Mes’ud dedi ki: ″Ey Sakîf topluluğu! Lât, Lât değildir; Uzzâ, Uzzâ değildir; Müslüman olun, selâmet bulun. Ey müttefikler topluluğu! Uzzâ, Uzzâ değildir, Lât da Lât değildir, Müslüman olun, selâmete erin.″ Bunu üç kere tekrarladı. Bir adam okunu fırlattı, onun kolunun ortasındaki damarına isâbet etti ve öldü.

Bu haber Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ulaşınca, şöyle buyurdu:

هَذَا مَثَله كَمَثَلِ صَاحِب يس قَالَ يَا لَيْتَ قَوْمِي يَعْلَمُونَ بِمَا غَفَرَ لِي رَبِّي وَجَعَلَنِي مِنْ الْمُكْرَمِين (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابن عمير)

Bunun misâli, Yâsîn Sûresi’ndeki kişinin misâlidir. Nitekim o şöyle demişti: ″Keşke kavmim bilseydi;* Rabbimin beni bağışladığını ve bana ikram ettiğini!″[1]


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 6, s. 572.


﴿ وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلٰى قَوْمِه۪ مِنْ بَعْدِه۪ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا كُنَّا مُنْزِل۪ينَ ﴿٢٨﴾ اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ خَامِدُونَ ﴿٢٩﴾

28-29. Biz ondan sonra, kavmini helâk etmek için gökten bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.* Onları helâk eden şey, korkunç bir sesten ibâret idi ki, onunla hemen ateş söner gibi söndüler.

İzah: Resullerin uyarılarını dikkate almayarak îman etmeyen ayrıca Havâriler ile Habib-i Neccâr da dâhil olmak üzere îman eden kişileri öldüren o belde halkı, Cebrâil Aleyhisselâm tarafından vukû bulan müthiş bir ses ile helâk edilmiştir.


﴿ يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِۚ مَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ ﴿٣٠﴾ اَلَمْ يَرَوْا كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ اَنَّهُمْ اِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ ﴿٣١﴾ وَاِنْ كُلٌّ لَمَّا جَم۪يعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ۟ ﴿٣٢﴾

30-32. Yazıklar olsun o kullara ki, ne zaman kendilerine bir Resûl gelse, muhakkak onu alaya alırlardı.* Onlar, kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi ve helâk edilenlerin onlara dönmediklerini görmezler mi?* Onların hepsi mutlaka huzurumuzda toplanıp hesap için hazır bulundurulacaklardır.


﴿ وَاٰيَةٌ لَهُمُ الْاَرْضُ الْمَيْتَةُۚ اَحْيَيْنَاهَا وَاَخْرَجْنَا مِنْهَا حَبًّا فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ ﴿٣٣﴾ وَجَعَلْنَا ف۪يهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخ۪يلٍ وَاَعْنَابٍ وَفَجَّرْنَا ف۪يهَا مِنَ الْعُيُونِۙ ﴿٣٤﴾لِيَأْكُلُوا مِنْ ثَمَرِه۪ۙ وَمَا عَمِلَتْهُ اَيْد۪يهِمْۜ اَفَلَا يَشْكُرُونَ ﴿٣٥﴾

33-35. Ölü hâle gelmiş (bitkileri kurumuş) yerde, onlar için (dirilmeye) bir delil vardır. Biz (yağmur sebebiyle) kuru yere hayat verdik ve oradan taneler çıkardık da ondan yerler.* O yerde, hurma ve üzüm çeşitlerinden bahçeler yarattık ve orada pınarlar akıttık.* Böylece onun mahsulünden ve kendi elleriy­le yetiştirdiklerinin meyvelerinden yesinler. Hâlâ şükretmezler mi?


﴿ سُبْحَانَ الَّذ۪ي خَلَقَ الْاَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنْبِتُ الْاَرْضُ وَمِنْ اَنْفُسِهِمْ وَمِمَّا لَا يَعْلَمُونَ ﴿٣٦﴾

36. Yerin bitirdiklerinden, insanların kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri şeylerden nice çiftleri yaratan Allah, noksan sıfatlardan uzaktır.


﴿ وَاٰيَةٌ لَهُمُ الَّيْلُۚ نَسْلَخُ مِنْهُ النَّهَارَ فَاِذَا هُمْ مُظْلِمُونَۙ ﴿٣٧﴾ وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ ﴿٣٨﴾

37-38. Gece de onlar için bir delildir. Ondan gündüzü sıyırıp alırız da karanlıkta kalıverirler.* Güneşin kendine mahsus karargâhında (yörüngesinde) hareket etmesi de onlar için bir delildir. Bu, her şeye gâlip ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Ebû Zerr Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, gü­neş battığı sırada bana: ″Güneşin nereye gittiğini bilir misin?″ diye sordu. Ben: ″Al­lah ve Resûlü en iyi bilendir″ deyince, şöyle buyurdu:

فَإِنَّهَا تَذْهَبُ حَتَّى تَسْجُدَ تَحْتَ الْعَرْشِ فَتَسْتَأْذِنَ فَيُؤْذَنُ لَهَا وَيُوشِكُ أَنْ تَسْجُدَ فَلَا يُقْبَلَ مِنْهَا وَتَسْتَأْذِنَ فَلَا يُؤْذَنَ لَهَا يُقَالُ لَهَا ارْجِعِي مِنْ حَيْثُ جِئْتِ فَتَطْلُعُ مِنْ مَغْرِبِهَا فَذَلِكَ قَوْلُهُ تَعَالَى {وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ} (خ عن ابى ذر)

Güneş, secde etmek için Arş’ın altına gider. Tekrar doğudan doğmak için izin ister ve kendisine izin verilir. Güneş yine secde etmek ister, ancak kendisine izin verilmez. Her zamanki doğduğu yerden doğmak ister, ancak ona yine izin verilmez. Kendisine: ″Battığın yerden geri doğ!″ denilir. Bunun üzerine Güneş de battığı yerden (batıdan) doğar. İşte Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Yâsîn, Âyet 38’de: ″Güneşin kendine mahsus karargâhında (yörüngesinde) hareket etmesi de onlar için bir delildir. Bu, her şeye gâlip ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir″ buyruğunda anlatılan budur.[1]

Bu Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’te, güneş sisteminin döngüsünden bahsedilmektedir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, o zamanın insanlarına güneş sisteminin bu durumunu anlatabilmek için, bu Hadis-i Şerif’inde onların anlayacağı şekilde izah etmiştir. Yine Allah’ın izin verdiği sürece, güneş sistemi ve kainattaki bu döngünün devam edeceğini ve Allah’ın takdir ettiği zamanda, kıyâmetten hemen önce bu düzenin tersine döneceğinden ve böylece kıyâmetin kopacağından bahsetmektedir.

Kıyâmetten evvel güneşin batıdan doğması hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى تَطْلُعَ الشَّمْسُ مِنْ مَغْرِبِهَا فَإِذَا طَلَعَتْ فَرَآهَا النَّاسُ آمَنُوا أَجْمَعُونَ فَذَلِكَ حِينَ {لَا يَنْفَعُ نَفْسًا إِيمَانُهَا لَمْ تَكُنْ آمَنَتْ مِنْ قَبْلُ أَوْ كَسَبَتْ فِي إِيمَانِهَا خَيْرًا} وَلَتَقُومَنَّ السَّاعَةُ وَقَدْ نَشَرَ الرَّجُلَانِ ثَوْبَهُمَا بَيْنَهُمَا فَلَا يَتَبَايَعَانِهِ وَلَا يَطْوِيَانِهِ وَلَتَقُومَنَّ السَّاعَةُ وَقَدْ انْصَرَفَ الرَّجُلُ بِلَبَنِ لِقْحَتِهِ فَلَا يَطْعَمُهُ وَلَتَقُومَنَّ السَّاعَةُ وَهُوَ يَلِيطُ حَوْضَهُ فَلَا يَسْقِي فِيهِ وَلَتَقُومَنَّ السَّاعَةُ وَقَدْ رَفَعَ أَحَدُكُمْ أُكْلَتَهُ إِلَى فِيهِ فَلَا يَطْعَمُهَا (خ عن ابى هريرة)

″Güneş batıdan doğmadıkça kıyâmet kopmaz. Güneş batıdan doğup da insanlar onu gördüklerinde, hepsi îman ederler. İşte o zaman, ″Rabbinin bâzı alâmetlerinin geldiği gün, daha önce îman etmemiş veya îmanıyla bir hayır kazanmamış olan bir kişiye, o zaman ki îmanı fayda vermeyecektir ″[2] diye buyrulan zamandır. İki kişi elbiselerini aralarında açmışlar henüz satamamışlar ve dürememişlerken kıyâmet kopacaktır. Kişi, devesinin sütünü sağıp ayrılmışken onu içemeden kıyâmet kopacaktır. Kişi, yiyeceğini ağzına almış fakat henüz yutamamışken kıyâmet kopacaktır.″[3]


[1] Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Halk 4.

[2] Sûre-i En’âm, Âyet 158.

[3] Sahih-i Buhârî, Rikâk 39.


﴿ وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَد۪يمِ ﴿٣٩﴾ لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِۜ وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ ﴿٤٠﴾

39-40. Aya da menziller takdir ettik. Nihâyet o, kurumuş eski hurma salkımı gibi hilâl şeklini alır.* Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Bunların herbiri bir yörüngede hareket etmektedir.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: Aya da menziller takdir ettik. Nihâyet o, kurumuş eski hurma salkımı gibi hilâl şeklini alır″ diye buyrulmaktadır. Burada ayın belli bir yörüngede döndüğünden bahsedilmektedir. Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir″ diye buyrulmaktadır. Burada da güneş ile ayın kendi yörüngelerinden sapmayacağı, gece ve gündüzün oluşumunda da sürekli olarak bu döngünün devam edeceği haber verilmektedir.


﴿ وَاٰيَةٌ لَهُمْ اَنَّا حَمَلْنَا ذُرِّيَّتَهُمْ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِۙ ﴿٤١﴾ وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِه۪ مَا يَرْكَبُونَ ﴿٤٢﴾ وَاِنْ نَشَأْ نُغْرِقْهُمْ فَلَا صَر۪يخَ لَهُمْ وَلَا هُمْ يُنْقَذُونَۙ ﴿٤٣﴾ اِلَّا رَحْمَةً مِنَّا وَمَتَاعًا اِلٰى ح۪ينٍ ﴿٤٤﴾

41-44. Onların zürriyetlerini dolu gemide taşımamız da onlar için bir delildir.* Onlar için gemiye benzer binilecek şeyler de yarattık.* İsteseydik, onları gark ederdik. Onları kimse kurtaramaz, kendileri de kurtulamazdı.* Onları ancak Bizim rahmetimiz ve ecellerinin bitimine kadar faydalandırmamız kurtardı.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: Onların zürriyetlerini dolu gemide taşımamız da onlar için bir delildir″ diye geçen ifadeden maksat, Nûh Aleyhisselâm’ın gemisidir. Dolu gemi diye bahsedilmesinin sebebi ise, o gemiye bütün hayvanlardan birer çift alınmış olmasıdır. İşte Nûh Aleyhisselâm ve ona îman edenler bu şekilde dolu gemiye binerek tufandan kurtulmuşlardır. Bu husus Sûre-i Şuarâ, Âyet 119’da: Biz de Nûh’u ve onunla beraber olanları, dolu gemi ile kurtardık″ diye geçmektedir. İşte Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Yâsîn, Âyet 41’de: ″Onlar için bir delildir″ dediği bu hâdisedir.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Onlar için gemiye benzer binilecek şeyler de yarattık″ diye buyrulmaktadır. Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme ile, Nûh Aleyhisselâm’ın gemisine benzer otomobillerin, trenlerin ve uçakların yapılacağını önceden haber vermektedir. Allah’u Teâlâ, insanı en mükemmel bir şekilde yaratmıştır. Bu teknolojik aletleri yapacak akıl ve irâdeyi ona vermiştir. Bu aletleri yapacak madenleri yaratan da O’dur. Eğer O’nun yaratması, insana akıl ve kâbiliyet vermesi olmasa idi, hiçbir şey meydana getirilemezdi. İşte bu da Kur’ân-ı Kerîm’deki mûcizelerden biridir.


﴿ وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمُ اتَّقُوا مَا بَيْنَ اَيْد۪يكُمْ وَمَا خَلْفَكُمْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ ﴿٤٥﴾ وَمَا تَأْت۪يهِمْ مِنْ اٰيَةٍ مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِمْ اِلَّا كَانُوا عَنْهَا مُعْرِض۪ينَ ﴿٤٦﴾

45-46. Onlara: ″Önünüzdeki ve arkanızdaki hâdiselerden korkun ki, merhamet olunasınız″ denildiği zaman, onlar yüz çevirirler.* Onlara Rablerinin âyetlerinden hiçbir âyet gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler.

İzah: Allah’u Teâlâ Âyet-i Kerîme’de müşriklere: ″Önünüzdeki ve arkanızdaki hâdiselerden korkun ki, merhamet olunasınız″ diye buyurmuştur. Bu ifadeden maksat, sizden önceki azgın kavimlerin başına gelen felâketlerin sizin de başınıza gelmesinden ve helâk edilmenizden sonra âhirette de uğratılacağınız azaptan korkun ki, Rabbiniz size merhamet etsin. Şâyet küfür üzere ölmüş olursanız merhamet olunmazsınız″ demektir. Yani Allah’u Teâlâ’nın ″Önünüzdeki hâdise″ dediği, dünyâ hayatında iken hakkı inkar edenlerin başlarına gelen felâketlerdir. ″Arkanızdaki hâdise″ dediği de, küfür üzere ölenlerin âhirette uğrayacakları azaptır. İşte müşriklere böyle bir uyarı yapıldığı zaman, onlar bu uyarıyı dinlemeyerek haktan yüz çevirirler ve küfürlerinde ısrar ederler.


﴿ وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُۙ قَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنُطْعِمُ مَنْ لَوْ يَشَٓاءُ اللّٰهُ اَطْعَمَهُۗ اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٤٧﴾

47. Onlara: ″Allah’ın size verdiği rızıklardan infak edin!″ denildiği zaman kâfir olanlar, îman edenlere: ″Allah’ın, isteseydi doyuracağı kimseyi mi doyuralım? Siz ancak apaçık bir dalâlet içindesiniz″ derler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair şu hâdise nakledilmiştir:

Ebû Bekir es-Sıddîk Radiyallâhu anhu, Müslümanlardan yoksul olanlara yemek yediriyordu. Ebû Cehil onunla karşılaştı ve ″Ey Ebû Bekir! Sen Allah’u Teâlâ’nın bunlara yemek yedirmeye kâdir olduğunu iddia ediyor musun?″ de­yince, Hz. Ebû Bekir: ″Evet″ diye cevap verdi. Ebû Cehil: ″Peki, niye bun­lara yemek yedirmiyor?″ deyince, o da: ″Allah’u Teâlâ, birtakım kimseleri fakirlikle, birtakım kimseleri zenginlikle imtihan etmiştir. Fakirlere sabretmeyi, zenginlere de vermeyi emretmiştir″ diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Cehil: ″Yâ Ebû Bekir! Yemin ederim ki, sen dalâlettesin. Allah’ın bunlara yemek yedire­ceğine kâdir olduğunu iddia ediyorsun, bununla birlikte O, bunlara yemek yedirmiyor, kalkmış sen onlara yemek yediriyorsun″ dedi. İşte bu hâdise üzerine bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuştur.


﴿ وَيَقُولُونَ مَتٰى هٰذَا الْوَعْدُ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿٤٨﴾

48. Onlar: ″Eğer sözünüzde doğru iseniz, bu dirilme vaadi ne zaman meydana gelir?″ derler.


﴿ مَا يَنْظُرُونَ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً تَأْخُذُهُمْ وَهُمْ يَخِصِّمُونَ ﴿٤٩﴾ فَلَا يَسْتَط۪يعُونَ تَوْصِيَةً وَلَٓا اِلٰٓى اَهْلِهِمْ يَرْجِعُونَ۟ ﴿٥٠﴾

49-50. Onlar, birbiriyle çekişip dururlarken kendilerini ansızın yakalayacak korkunç bir sesten (Sûr’un üflenmesinden) başka bir şey beklemezler.* Artık o zaman, ne birbirlerine tavsiyede bulunabilirler, ne de ailelerine dönebilirler.


﴿ وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَاِذَا هُمْ مِنَ الْاَجْدَاثِ اِلٰى رَبِّهِمْ يَنْسِلُونَ ﴿٥١﴾ قَالُوا يَا وَيْلَنَا مَنْ بَعَثَنَا مِنْ مَرْقَدِنَاۢ ۔هٰذَا مَا وَعَدَ الرَّحْمٰنُ وَصَدَقَ الْمُرْسَلُونَ ﴿٥٢﴾ اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَم۪يعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ ﴿٥٣﴾ فَالْيَوْمَ لَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْـًٔا وَلَا تُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٥٤﴾

51-54. Tekrar Sûr üflendiği vakit, hemen kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru süratle giderler.* İşte o zaman, ″Eyvah bize! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? Bu, Rahmân’ın vaad ettiğidir ve Peygamberler doğru söylemiş″ derler.* Sûr’un üflenmesi, korkunç bir sesten başka bir şey değildir. Bu ses üzerine, onların hepsi hemen huzurumuzda hazır bulunurlar.* Onlara: ″Bugün hiç kimseye haksızlık yapılmaz ve siz ancak amellerinizin karşılığını görürsünüz″ denir.

İzah: Sûr’un üflenmesi ile kıyâmetin kopması ve sonrasında olacak olan olaylar ile ilgili olarak Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâbından bir grubun arasında bulunduğu sırada şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰه لَمَّا فَرَغَ مِنْ خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ خَلَقَ الصُّورَ فَأَعْطَاهُ إسْرَافِيلَ فَهُوَ وَاضِعُهُ عَلَى فِيهِ شَاخِصٌ بِبَصَرِهِ يَنْتَظِرُ مَتَى يُؤْمَرُ قَالَ أَبُو هُرَيْرَةَ: قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّٰه وَمَا الصُّورُ؟ قَالَ: هُوَ قَرْنٌ قُلْتُ: وَكَيْفَ هُوَ؟ قَالَ: عَظِيمٌ قَالَ: وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ إِنَّ عِظَمَ دَارَةٍ فِيهِ لَعَرْضُ السَّمَاءِ وَالأَرْضِ يَنْفُخُ فِيهِ ثَلاثَ نَفَخَاتٍ فَالنَّفْخَةُ الأُولَى لِلْفَزَعِ وَالنَّفْخَةُ الثَّانِيَةُ نَفْخَةُ الصَّعْقِ وَالنَّفْخَةُ الثَّالِثَةُ نَفْخَةُ الْقِيَامِ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ. يَأْمُرُ اللّٰه إسْرَافِيلَ بالنَّفْخَةِ الأولى فَيَقُولُ: انْفُخْ نَفْخَةَ الفَزَعِ فَيَفْزَعُ أهْلُ السَّمَاوَاتِ وَأهْلُ الْأرْضِ إلَّا مَنْ شَاءَ اللّٰه وَيَأْمُرُهُ اللّٰه فَيُدِيمُهَا وَيُطَوِّلُهَا فَلا يَفْتُرُ وَهِيَ كَقَوْلُ اللّٰه: {وَمَا يَنْظُرُ هَؤُلاءِ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً مَا لَهَا مِنْ فَوَاقٍ} ... (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابى هريرة)

Allah’u Teâlâ, göklerin ve yerin yaratılmasını bitirince, Sûr’u yaratıp onu İsrâfil’e verdi. O, ″Sûr’a üfleme emri ne zaman verilecek″ diye beklemek üzere gözünü Arş’a dikerek o Sûr’u ağzına aldı. ″Yâ Resûlallah! Sûr nedir?″ diye sordum. ″Boynuzdur″ buyurdu. ″O nasıldır?″ diye sordum. ″Büyüktür″ buyurdu. Beni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, onun bir halkasının büyüklüğü göklerle yerin genişliği gibidir. Ona üç defa üflenecektir:

- Birinci üfleme, korku üflemesidir. İkincisi, yıkılma üflemesidir. Üçüncüsü ise, kalkıp âlemlerin Rabbinin huzuruna dikilme üflemesidir. Allah’u Teâlâ İsrâfil’e birinci üflemeyi emredip, ″Üfle″ diye buyuracak. O da, üfleyecek. Allah’ın diledikleri dışında bütün gökler ve yer halkı korkacak. Allah ona emredecek de uzatacak ve kesinti yapmayacak. Bu durum, Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Sâd, Âyet 15’te: ″Müşrikler de, bir an gecikmesi dâhi olmayan korkunç bir sesten (Sûr’un üflenmesinden) başka bir şeyi beklemiyorlar″ diye geçen buyruğu gibidir. Allah’u Teâlâ dağları yürütecek. Onlar bir bulut gibi geçecek ve serap olacaklar. Sonra yeryüzü halkını öyle bir sarsacak ki, dalgaların çarptığı denize atılmış bir gemi gibi olacak. Yeryüzündeki halkı ters çevirip rüzgârların salladığı, Arş’ta asılı bir kandil gibi yapacak. Bu durum, Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Nâziât, Âyet 6-9’daki: ″O gün (Sûr’un üflenmesiyle) yerin şiddetle sarsıldığı* ve o sarsıntının ardından bir başkasının geldiği gündür.* O gün, kalpler çok muzdariptir* ve onların gözleri de korkudan zillet içindedir″ buyruğunda haber verdiği durumdur. İnsanlar, onun üzerinde sarsılıp çalkalanacak. Süt veren kadınlar çocuklarını unutacak, hâmileler karınlarındakini bırakacak, çocuklar ihtiyarlayacak, şeytânlar korkudan uçar gibi kaçacaklar. Yeryüzünün kenarlarına varınca, melekler onlara gelip yüzlerine vuracaklar ve onlar da dönecek. İnsanlar arkalarına dönüp kaçacak. Allah’ın emrinden onları koruyacak hiçbir şey olmayacak. Birbirlerini çağıracaklar. İşte bu, Allah’u Teâlâ’nın çağrışma günü! Onlar bu halde iken, yeryüzü bir baştan diğer bir başa kadar yarılıp çatlayacak. Bir benzerini görmedikleri büyük bir durumu görecekler. Bundan dolayı en iyisini Allah’ın bildiği üzüntü ve korku onları kaplayacak. Sonra gökyüzüne bakacaklar ki o; erimiş bir maden gibi olmuş. Sonra gökyüzü yarılıp yıldızlar saçılacak, güneş ve ay batacak.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla buyurdu ki: ″Ölüler bundan hiçbir şey bilmeyecekler.″ Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu: ″Yâ Resûlallah! Sûre-i Neml, Âyet 87’deki: ″Sûr’a üflendiği gün, göklerde ve yerde bulunan kimselerin hepsi, şiddetli bir korkuya tutulur. Ancak Allah’u Teâlâ’nın diledikleri müstesnâ…″ buyruğunda istisnâ ettikleri kimlerdir?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″Bunlar şehitlerdir. Korku, dirilere ulaşacaktır. Şehitler, Allah katında diriler olup rızık-lanmaktadırlar. Allah’u Teâlâ, o günün korkusundan onları koruyup emîn kılacaktır. Kıyâmet, Allah’u Teâlâ’nın yarattıklarının kötüleri üzerine göndereceği bir azaptır.″ Allah’u Teâlâ bu hususta Sûre-i Hacc, Âyet 1-2’de şöyle buyurmaktadır:

″Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Şüphesiz ki kıyâmetin sarsıntısı korkunç bir olaydır.* Onu gördüğünüz vakit, dehşetinden her emzikli kadın emzirdiği çocuğunu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür. O gün, sarhoş olmadıkları halde, herkesi sarhoş görürsün. Çünkü Allah’ın azâbı çok şiddetlidir.″ Onlar, Allah’ın dilediği kadar bu azap içinde kalacaklardır. Bu süre uzun olacaktır. Sonra Allah’u Teâlâ İsrâfil’e yıkılma üflemesini emredecek. O da üfleyecek. Allah’ın diledikleri dışında gökler ve yer halkı yıkılacak…[1]

Kıyâmet, sâdece kâfirler üzerine kopacaktır. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ رِيحًا مِنْ الْيَمَنِ أَلْيَنَ مِنْ الْحَرِيرِ فَلَا تَدَعُ أَحَدًا فِي قَلْبِهِ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ مِنْ إِيمَانٍ إِلَّا قَبَضَتْهُ (م عن انس)

″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, ipekten daha yumuşak bir rüzgarı Yemen tarafından gönderir. Bu rüzgar, kalbinde zerre miktar îman bulunan herkesin ruhunu alır.″[2] İşte bu şekilde yeryüzünde hiçbir Müslüman kalmaz. Kıyâmet de sâdece kâfirlerin üzerine kopar.


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 3, s. 283. Bu Hadis-i Şerif’in devamında, kıyâmetten sonra mahşerde meydana gelecek hâdiseler detaylı bir şekilde anlatılmaktadır. Bu Hadis-i Şerif için Sûre-i En’âm, Âyet 71-73’ün izahına bakınız.

[2] Sahih-i Müslim, Îman 50 (185).


﴿ اِنَّ اَصْحَابَ الْجَنَّةِ الْيَوْمَ ف۪ي شُغُلٍ فَاكِهُونَۚ ﴿٥٥﴾ هُمْ وَاَزْوَاجُهُمْ ف۪ي ظِلَالٍ عَلَى الْاَرَٓائِكِ مُتَّكِؤُ۫نَ ﴿٥٦﴾ لَهُمْ ف۪يهَا فَاكِهَةٌ وَلَهُمْ مَا يَدَّعُونَۚ ﴿٥٧﴾ سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ ﴿٥٨﴾

55-58. Şüphesiz ki, o gün Cennet ehli, sevinç ve zevk içindedirler.* Onlar ve zevceleri, gölgelerde tahtlar üzerine yaslanırlar.* Onlar için orada çeşitli meyveler ve istedikleri şeyler vardır.* Bir de onlara, çok merhametli olan Rabb Teâlâ’nın söylediği ″Selâm″ vardır.

İzah: Allah’u Teâlâ, Cennet ehline birçok nîmeti ve istedikleri şeyleri vereceğini beyan etmekte ve bir de lütuf olarak onlara selâm verip Cemâlini göstereceğini söylemektedir.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

بَيْنَا أَهْلُ الْجَنَّةِ فِي نَعِيمِهِمْ إِذْ سَطَعَ لَهُمْ نُورٌ فَرَفَعُوا رُءُوسَهُمْ فَإِذَا الرَّبُّ قَدْ أَشْرَفَ عَلَيْهِمْ مِنْ فَوْقِهِمْ فَقَالَ السَّلَامُ عَلَيْكُمْ يَا أَهْلَ الْجَنَّةِ قَالَ وَذَلِكَ قَوْلُ اللّٰهِ {سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ} قَالَ فَيَنْظُرُ إِلَيْهِمْ وَيَنْظُرُونَ إِلَيْهِ فَلَا يَلْتَفِتُونَ إِلَى شَيْءٍ مِنْ النَّعِيمِ مَا دَامُوا يَنْظُرُونَ إِلَيْهِ حَتَّى يَحْتَجِبَ عَنْهُمْ وَيَبْقَى نُورُهُ وَبَرَكَتُهُ عَلَيْهِمْ فِي دِيَارِهِمْ (ه جابر بن عبد اللّٰه)

Cennet ehli, kavuştukları nîmetler içinde sefâ sürerken, üzerlerine bir nûr parlayacak, başlarını kaldırdıklarında bir de göreceklerdir ki, Rableri üstlerinden kendilerine nazar edip şöyle buyuruyor: ″Selâm size Ey Cennet ehli!″ İşte bu, Sûre-i Yâsîn, Âyet 58’deki: Bir de onlara, çok merhametli olan Rabb Teâlâ’nın söylediği ″Selâm″ vardır, buyruğunun anlamıdır. Onlar Allah’u Teâlâ’ya, Allah’u Teâlâ da onlara bakacak, kendisi onlardan ayrılıncaya kadar onlar, O’nun Cemâlini seyredecekler, Cennet nîmetlerinin hiçbirine dönüp bakmayacaklar. Nihâyet onlardan Cemâlini çekecek, nûru ve bereketi bulundukları yerlerinde kalacak.[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَدْنَى أَهْلِ الْجَنَّةِ مَنْزِلَةً لَيَنْظُرُ فِي مُلْكِ أَلْفَيْ سَنَةٍ يَرَى أَقْصَاهُ كَمَا يَرَى أَدْنَاهُ يَنْظُرُ فِي أَزْوَاجِهِ وَخَدَمِهِ وَإِنَّ أَفْضَلَهُمْ مَنْزِلَةً لَيَنْظُرُ فِي وَجْهِ اللَّهِ تَعَالَى كُلَّ يَوْمٍ مَرَّتَيْنِ (حم ابو الشيخ فى العظمة ك عن ابن عمر)

″Cennet ehlinin derece bakımından en düşük olanları bile, oturduğu köşkünden bin senelik mesâfeye kadar etrafı seyrederler. En yakın yeri gördükleri gibi, en uzak yeri de görebilirler. Hanımlarına, hizmetçilerine ve yataklarına bakıp seyrederler. En üstün dereceye sahip olanları da; günde iki kere Allah’ın Cemâlini seyrederler.″[2]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 34; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 247/1.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 4395.


﴿ وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ ﴿٥٩﴾ اَلَمْ اَعْهَدْ اِلَيْكُمْ يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ اَنْ لَا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَۚ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌۙ ﴿٦٠﴾ وَاَنِ اعْبُدُون۪يۜ هٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَق۪يمٌ ﴿٦١﴾ وَلَقَدْ اَضَلَّ مِنْكُمْ جِبِلًّا كَث۪يرًاۜ اَفَلَمْ تَكُونُوا تَعْقِلُونَ ﴿٦٢﴾ هٰذِه۪ جَهَنَّمُ الَّت۪ي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ ﴿٦٣﴾ اِصْلَوْهَا الْيَوْمَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ ﴿٦٤﴾

59-64. (Allah’u Teâlâ, kâfirlere şöyle buyurur:) ″Ey mücrimler! Bugün Mü’minlerden ayrılın.* Ey Âdemoğulları! Ben size demedim mi ki, şeytana ibâdet etmeyin (onun vesvesesine kapılmayın). Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır.* Bana ibâdet edin. İşte doğru yol budur.* Yemin olsun ki şeytan, sizden birçok halkı dalâlete düşürdü. Hiç aklınızı kullanmadınız mı?* İşte bu, size vaad olunan Cehennemdir.* Bugün inkârınız sebebiyle girin oraya!″


﴿ اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلٰٓى اَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَٓا اَيْد۪يهِمْ وَتَشْهَدُ اَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ ﴿٦٥﴾

65. O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını Bize elleri söyler ve ayakları da şâhitlik eder.

İzah: Dünyâda iken işledikleri günahları mahşerde inkâr eden mücrimlerin, âzâları dile gelip o günahları işlediklerine dair şâhitlik edecektir.

Bu hususta Enes Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كُنَّا عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَضَحِكَ فَقَالَ هَلْ تَدْرُونَ مِمَّ أَضْحَكُ قَالَ قُلْنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ مِنْ مُخَاطَبَةِ الْعَبْدِ رَبَّهُ يَقُولُ يَا رَبِّ أَلَمْ تُجِرْنِي مِنْ الظُّلْمِ قَالَ يَقُولُ بَلَى قَالَ فَيَقُولُ فَإِنِّي لَا أُجِيزُ عَلَى نَفْسِي إِلَّا شَاهِدًا مِنِّي قَالَ فَيَقُولُ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ شَهِيدًا وَبِالْكِرَامِ الْكَاتِبِينَ شُهُودًا قَالَ فَيُخْتَمُ عَلَى فِيهِ فَيُقَالُ لِأَرْكَانِهِ انْطِقِي قَالَ فَتَنْطِقُ بِأَعْمَالِهِ قَالَ ثُمَّ يُخَلَّى بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْكَلَامِ قَالَ فَيَقُولُ بُعْدًا لَكُنَّ وَسُحْقًا فَعَنْكُنَّ كُنْتُ أُنَاضِلُ (م عن انس)

Biz, bir gün Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında iken güldü de, ″Neye güldüğümü biliyor musunuz?″ buyurdu. ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dedik. Bunun üzerine: ″Kulun, Rabbine olan hitabından!″ buyurdu ve sözüne şöyle devam etti. Kul: ″Ey Rabbim! Sen beni zulümden korumadın mı?″ der. Allah’û Teâlâ da: ″Evet, korudum″ buyurur. Kul da: ″Fakat ben bugün kendime, kendimden başka bir kimsenin şâhit olmasını aslâ istemiyorum″ der. Allah’u Teâlâ: ″Bugün sana tek şâhit olarak nefsin, çok şâhit olarak da kirâmen kâtibîn melekleri kâfidir″ buyurur. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem devamla buyurdu ki: ″Ağzına mühür vurulur ve diğer organlarına, ″Konuş″ denilir. Onlar kişinin amelini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılır. Adam organlarına: ″Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben sizin için mücâdele etmiştim″ der.[1]

Yine Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

ثُمَّ يُقَالُ لَهُ الْآنَ نَبْعَثُ شَاهِدَنَا عَلَيْكَ وَيَتَفَكَّرُ فِي نَفْسِهِ مَنْ ذَا الَّذِي يَشْهَدُ عَلَيَّ فَيُخْتَمُ عَلَى فِيهِ وَيُقَالُ لِفَخِذِهِ وَلَحْمِهِ وَعِظَامِهِ انْطِقِي فَتَنْطِقُ فَخِذُهُ وَلَحْمُهُ وَعِظَامُهُ بِعَمَلِهِ وَذَلِكَ لِيُعْذِرَ مِنْ نَفْسِهِ وَذَلِكَ الْمُنَافِقُ وَذَلِكَ الَّذِي يَسْخَطُ اللّٰهُ عَلَيْهِ (م عن ابى هريرة)

…. Sonra ona şöyle denir: Şimdi, Biz sana karşı şâhidi­mizi göndereceğiz. O kendi kendisine benim aleyhime kim şâhitlik edecek diye düşünürken, ağzına mühür vurulur ve baldırına, etine, kemiklerine: ″Ko­nuş″ denilir. Baldırı, eti, kemikleri yaptıklarını söylerler. Bunun böyle olma­sının sebebi ise, kendi nefsinden şâhitler, dolayısıyla ileri sürebileceği bir mâ­zeretinin bırakılmamasıdır. Bu ise münâfık kişidir, Allah’ın kendisine gazap ettiği kişi budur.[2]


[1] Sahih-i Müslim, Zühd 1 (17).

[2] Sahih-i Müslim, Zühd 1 (16).


﴿ وَلَوْ نَشَٓاءُ لَطَمَسْنَا عَلٰٓى اَعْيُنِهِمْ فَاسْتَبَقُوا الصِّرَاطَ فَاَنّٰى يُبْصِرُونَ ﴿٦٦﴾ وَلَوْ نَشَٓاءُ لَمَسَخْنَاهُمْ عَلٰى مَكَانَتِهِمْ فَمَا اسْتَطَاعُوا مُضِيًّا وَلَا يَرْجِعُونَ۟ ﴿٦٧﴾ وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِۜ اَفَلَا يَعْقِلُونَ ﴿٦٨﴾

66-68. Eğer dileseydik, onların gözlerini silme kör ederdik de yollarını bulmak için koşuşup dururlardı. Fakat nasıl göreceklerdi?* Eğer dileseydik, oldukları yerde sûretlerini değiştirirdik de ne ileri gidebilirler, ne de geri dönebilirlerdi.* Biz kimi uzun ömürlü kılarsak, yaratılışta geriye döndürürüz (gittikçe zayıflar ve çocuk gibi olur). Hiç düşünmezler mi?

İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yaşlılığın getirdiği sıkıntılardan dolayı Allah’u Teâlâ’ya sığınmıştır.

Bu hususta Sa’d b. Ebî Vakkas Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

تَعَوَّذُوا بِكَلِمَاتٍ كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَتَعَوَّذُ بِهِنَّ اللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ الْجُبْنِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ الْبُخْلِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ أَنْ أُرَدَّ إِلَى أَرْذَلِ الْعُمُرِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ فِتْنَةِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ الْقَبْرِ (خ عن سعيد عن ابيه)

Şu kelime­lerle Allah’a sığının ki, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de bu duâ kelimeleriyle Allah’a sı­ğınırdı: ″Allah’ım! Cimrilikten sana sığınırım. Korkaklıktan sana sığınırım. Ömrün ilerlediği âcizlik devresinden sana sığınırım. Dünyânın fitnesinden sana sığınırım. Kabir azâbından sana sığınırım.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Daavât 44.


﴿ وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغ۪ي لَهُۜ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْاٰنٌ مُب۪ينٌۙ ﴿٦٩﴾ لِيُنْذِرَ مَنْ كَانَ حَيًّا وَيَحِقَّ الْقَوْلُ عَلَى الْكَافِر۪ينَ ﴿٧٠﴾

69-70. Biz ona (Muhammed Aleyhisselâm’a) şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. Ona nâzil olan kitap, ancak bir öğüt ve apaçık bildiren Kur’ân’dır.* Diri olanları (kalbi diri olan Mü’minleri) uyarması ve kâfirlere vaad edilen azâbın gerçekleşmesi için Kur’ân’ı indirdik.

İzah: Kur’ân-ı Kerîm, apaçık bildiren bir kitaptır. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem onunla, kalbi diri olan Mü’minleri uyarır. Kâfirlere ise Cehennem azâbının hak olduğunu bildirir. Böylece kimse için bir bahane kalmaz.


﴿ اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّا خَلَقْنَا لَهُمْ مِمَّا عَمِلَتْ اَيْد۪ينَٓا اَنْعَامًا فَهُمْ لَهَا مَالِكُونَ ﴿٧١﴾ وَذَلَّلْنَاهَا لَهُمْ فَمِنْهَا رَكُوبُهُمْ وَمِنْهَا يَأْكُلُونَ ﴿٧٢﴾ وَلَهُمْ ف۪يهَا مَنَافِعُ وَمَشَارِبُۜ اَفَلَا يَشْكُرُونَ ﴿٧٣﴾

71-73. Onlar, kendileri için bizzat kudretimizin eseri olarak yarattığımız hayvanları görmüyorlar mı? Üstelik bunlara sahiptirler.* Biz o hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Onlardan bir kısmını binek olarak kullanırlar, bir kısmını da yerler.* Onlar için bu hayvanlarda nice faydalar ve içilecek sütler vardır. Hâlâ şükretmezler mi?

İzah: Allah’u Teâlâ bu âyetlerde insanların emrine verilen bâzı evcil hayvanlardan bahsetmektedir. Onların bir kısmı­nı binek olarak kullanırlar. At, katır ve eşek bu cinstendir. Diğer bir kısmının ise etini yerler. Koyun, keçi bu cinstendir. Bir kısmını ise her iki maksat için de kullanırlar. Deve de bu türdendir. Onlar için bu hayvanlarda daha nice menfaatler de vardır. Onların; yünlerinden, kıllarından, derilerinden ve sütlerinden istifâde ederler.


﴿ وَاتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ اٰلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنْصَرُونَۜ ﴿٧٤﴾ لَا يَسْتَط۪يعُونَ نَصْرَهُمْۙ وَهُمْ لَهُمْ جُنْدٌ مُحْضَرُونَ ﴿٧٥﴾ فَلَا يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْۢ اِنَّا نَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ ﴿٧٦﴾

74-76. Kendilerine yardım edilir ümidiyle Allah’tan başkasını ilahlar edindiler.* O ilahlar, onlara yardım etmeye muktedir değildirler. Aksine kendileri, o ilahları koruyan askerlerdir.* Ey Resûlüm! Kâfirlerin sözleri seni mahzun etmesin. Şüphesiz Biz, onların gizlediklerini de biliriz, açığa vurduklarını da.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere putların mahşerde müşriklere hiçbir faydasının olmayacağına dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

يَجْمَعُ اللّٰهُ النَّاسَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِي صَعِيدٍ وَاحِدٍ ثُمَّ يَطَّلِعُ عَلَيْهِمْ رَبُّ الْعَالَمِينَ فَيَقُولُ أَلَا يَتْبَعُ كُلُّ إِنْسَانٍ مَا كَانُوا يَعْبُدُونَهُ فَيُمَثَّلُ لِصَاحِبِ الصَّلِيبِ صَلِيبُهُ وَلِصَاحِبِ التَّصَاوِيرِ تَصَاوِيرُهُ وَلِصَاحِبِ النَّارِ نَارُهُ فَيَتْبَعُونَ ... (ت عن ابى هريرة)

″Mahşer günü Allah’u Teâlâ insanları bir sahada toplayacak. Sonra âlemlerin Rabbi, onlara çıkarak buyurur ki: ″Dikkat! Her insan ibâdet ettiğine tâbi olsun!″ Bunun üzerine haça tapınmış olana tapındığı haçı temsil olunacak. Sûretlere tapınmış olana tapındığı sûretleri, ateşe tapınmış olana ateşi temsil oluna­cak ve böylece hepsi de dünyâda iken tapındıklarının arkasından gidecekler…″[1]

Yine bu hususta Sûre-i Nahl, Âyet 86-87 ve izahına bakınız.


[1] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cennet 20.


﴿ اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ ﴿٧٧﴾ وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُۜ قَالَ مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يمٌ ﴿٧٨﴾

77-78. İnsan görmez mi ki, muhakkak Biz onu bir nutfe’den (sperm’den) yarattık. O da Bize apaçık hasım oldu.* Kendini yarattığımızı unutup Bize misal getirdi ve ″Çürümüş kemiği kim diriltir?″ dedi.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre; bu âyetlerin nüzul sebebine dair şu hâdise anlatılmıştır:

Müşriklerden Âsî İbn-i Vâil, çakılların arasından bir kemik alıp eliyle onu parçalayarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve dedi ki:

أَيُحْيِي اللّٰه هَذَا بَعْد مَا أَرَى؟ فَقَالَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ نَعَمْ يُمِيتك اللّٰه ثُمَّ يُحْيِيك ثُمَّ يُدْخِلك جَهَنَّم قَالَ فَنَزَلَتْ الْآيَات مِنْ آخِر يس (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابن عباس)

″Allah, şu gördüğün şeyi mi diriltecek?″ Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Evet, Allah’u Teâlâ seni öldürür, sonra diriltir ve sonra da Cehenneme girdirir″ buyurdu. İşte bu hâdise üzerine Yâsîn Sûresi’nin sonundaki bu âyetler nâzil olmuştur.[1]


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 6, s. 593.


﴿ قُلْ يُحْي۪يهَا الَّذ۪ٓي اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَل۪يمٌۙ ﴿٧٩﴾ اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ الْاَخْضَرِ نَارًا فَاِذَٓا اَنْتُمْ مِنْهُ تُوقِدُونَ ﴿٨٠﴾ اَوَلَيْسَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِقَادِرٍ عَلٰٓى اَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْۜ بَلٰى وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَل۪يمُ ﴿٨١﴾ اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْـًٔا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ﴿٨٢﴾

79-82. Ey Resûlüm! De ki: ″Onu ilk defa var eden diriltir. O, bütün yaratılanları çok iyi bilendir.* O, sizin için yeşil ağaçtan ateş yarattı, siz de ondan ateş tutuşturuyorsunuz.* Gökleri ve yeri yaratan Allah, onların mislini yaratmaya muktedir değil midir? Evet, muktedirdir. O, her şeyi yaratandır ve her şeyi bilendir.* Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye sâdece ″Ol″ demekten ibârettir, o da hemen oluverir.

İzah: Bir kâfir, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Acaba ben bu çürümüş kemiği ufalayıp rüzgâra karşı savuracak olursam, senin görüşüne göre, Al­lah bunu tekrar iâde eder mi?″ diye söylemiş, bunun üzerine de, ″Onu ilk defa var eden diriltir…″ diye devam eden Sûre-i Yâsîn, Âyet 79 nâzil olmuştur.

Allah’ın dilemesiyle her şeyin olduğuna dair Ebû Zerr Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Kudsi’de, şöyle buyrulmuştur:

يَقُولُ يَا عِبَادِي كُلُّكُمْ مُذْنِبٌ إِلَّا مَنْ عَافَيْتُ فَسَلُونِي الْمَغْفِرَةَ فَأَغْفِرَ لَكُمْ وَمَنْ عَلِمَ مِنْكُمْ أَنِّي ذُو قُدْرَةٍ عَلَى الْمَغْفِرَةِ فَاسْتَغْفَرَنِي بِقُدْرَتِي غَفَرْتُ لَهُ وَكُلُّكُمْ ضَالٌّ إِلَّا مَنْ هَدَيْتُ فَسَلُونِي الْهُدَى أَهْدِكُمْ وَكُلُّكُمْ فَقِيرٌ إِلَّا مَنْ أَغْنَيْتُ فَسَلُونِي أَرْزُقْكُمْ وَلَوْ أَنَّ حَيَّكُمْ وَمَيِّتَكُمْ وَأَوَّلَكُمْ وَآخِرَكُمْ وَرَطْبَكُمْ وَيَابِسَكُمْ اجْتَمَعُوا فَكَانُوا عَلَى قَلْبِ أَتْقَى عَبْدٍ مِنْ عِبَادِي لَمْ يَزِدْ فِي مُلْكِي جَنَاحُ بَعُوضَةٍ وَلَوْ اجْتَمَعُوا فَكَانُوا عَلَى قَلْبِ أَشْقَى عَبْدٍ مِنْ عِبَادِي لَمْ يَنْقُصْ مِنْ مُلْكِي جَنَاحُ بَعُوضَةٍ وَلَوْ أَنَّ حَيَّكُمْ وَمَيِّتَكُمْ وَأَوَّلَكُمْ وَآخِرَكُمْ وَرَطْبَكُمْ وَيَابِسَكُمْ اجْتَمَعُوا فَسَأَلَ كُلُّ سَائِلٍ مِنْهُمْ مَا بَلَغَتْ أُمْنِيَّتُهُ مَا نَقَصَ مِنْ مُلْكِي إِلَّا كَمَا لَوْ أَنَّ أَحَدَكُمْ مَرَّ بِشَفَةِ الْبَحْرِ فَغَمَسَ فِيهَا إِبْرَةً ثُمَّ نَزَعَهَا ذَلِكَ بِأَنِّي جَوَادٌ مَاجِدٌ عَطَائِي كَلَامٌ إِذَا أَرَدْتُ شَيْئًا فَإِنَّمَا أَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (ه عن ابى ذر)

Allah’u Teâlâ buyuruyor ki: ″Ey kullarım! Benim affettiklerimin dışında hepiniz günahkârsınız. Öyleyse Benden bağışlanma dileyin de sizi bağışlayayım. Sizden her kim mağfiret sahibi olduğumu bilir de kudretimle Benden bağışlanmasını dilerse, onu bağışlarım. Benim hidâyete erdirdiklerim hâriç, hepiniz dalâlettesiniz. Bu sebeple Benden hidâyet isteyiniz ki, size hidâyet edeyim. Benim zengin kıldığımdan başka, hepiniz fakirsiniz. Bu nedenle Benden rızık isteyiniz, sizi rızıklandırayım. Eğer hayatta olanınız, ölmüş olanınız, önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz, yaş olanınız ve kuru olanınız, kullarımdan en takvâ adamın kalbi üzere toplansanız, Benim mülkümde bir sivrisinek kanadı kadar bir şey artırmaz. Şâyet onlar toplanıp da kullarımdan en şerli kulumun kalbi üzerinde olsalar da, Benim mülkümden bir sivrisinek kanadı kadar bir şey eksilmez. Eğer hayatta olanınız, ölmüş olanınız, önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz, yaş olanınız ve kuru olanınız, toplanıp da her biri hatırından geçen bütün ihtiyaç ve isteklerini Benden dilese, onların bütün dileklerini yerine getirmem, benim mülkümden ancak birinizin deniz kenarından geçip de iğnesini denize sokup çıkarması ile deniz suyunu eksilttiği kadar eksiltir. Benim mülkümden bir şey eksilmemesinin sebebi şudur: Muhakkak ki Ben, çok cömerdim, keremim boldur, dilediğimi yaparım. Benim vermem, bir sözden ibârettir. Bir şeyin olmasını dilediğim zaman, ona sâdece ″Ol″ derim. O da hemen oluverir.″[1]

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″O, sizin için yeşil ağaçtan ateş yarattı, siz de ondan ateş tutuşturuyorsunuz″ diye buyrulmaktadır. Bâzı müfessirler, burada adı geçen yeşil ağaçtan maksadın, ″Merh″ ve ″Afar″ diye adlandırılan, Hicaz topraklarında yetişen iki ağaç olduğunu söyle­mişlerdir. Çöllerde gezip duran Araplar; ″Merh″ ve ″Afar″ denilen ağaçları birbirine sürterek bu şekilde ateş yakarlardı. İşte yaş olan bir ağaçtan, öyle kızgın bir ateşin çıkması, Allah’u Teâlâ’nın büyük bir kudret eseridir.


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 30.


﴿ فَسُبْحَانَ الَّذ۪ي بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٨٣﴾

83. Her şeyin mülkü ve tasarrufu kudret elinde olan Allah, noksan sıfatlardan uzaktır. Hepiniz O’na döndürüleceksiniz.