SEBE SÛRESİ

Bu sûre 54 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Sebe halkından bahsedildiği için ″Sebe Sûresi″ ismi verilmiştir.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ وَلَهُ الْحَمْدُ فِي الْاٰخِرَةِۜ وَهُوَ الْحَك۪يمُ الْخَب۪يرُ ﴿١﴾ يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا يَعْرُجُ ف۪يهَاۜ وَهُوَ الرَّح۪يمُ الْغَفُورُ ﴿٢﴾

1-2. Hamd, Allah’a mahsustur ki, göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. Âhirette de hamd, O’na mahsustur. O, hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.* Allah’u Teâlâ, yere giren ve yerden çıkan ve gökten inen ve göğe çıkan her şeyi bilir. O, çok merhametlidir, çok bağışlayandır.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Allah’u Teâlâ, yere giren ve yerden çıkan ve gökten inen ve göğe çıkan her şeyi bilir″ diye buyrulmaktadır. Bunlar yağmur, kar ve dolunun yağarak yere nüfuz etmesi, insanlar öldüğünde gömülerek toprağa karışması, yerden çıkan suları, madenleri ve bitkileri, meleklerin yeryüzüne inip tekrar çıkması, Allah’ın âyetlerinin yeryüzüne inmesi, insanların ruhlarının yeryüzüne inmesi ve ölünce tekrar yükseltilmesi, yapılan sâlih amellerin Allah katına yükseltilmesi ve insanların üzerine Allah’ın rahmetinin veya gazabının inmesi gibi, insanların zâhiren görebildiği veya göremediği hallerdir. Allah’u Teâlâ bunların hepsini bilir, demektir.


﴿ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَا تَأْت۪ينَا السَّاعَةُۜ قُلْ بَلٰى وَرَبّ۪ي لَتَأْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِۚ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرُ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍۙ ﴿٣﴾

3. Kâfirler: ″Kıyâmet bize gelmeyecektir″ dediler. Ey Resûlüm! De ki: Bilakis, gaybı bilen Rabbim hakkı için, kıyâmet mutlaka gelecektir. Göklerde ve yerde zerre kadar bir şey da­hi O’ndan gizli değildir. Zerreden küçük veya büyük bir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın.


﴿ لِيَجْزِيَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَر۪يمٌ ﴿٤﴾

4. Kıyâmet mutlaka gelecektir ki, Allah’u Teâlâ, îman edip sâlih amellerde bulunanları mükâfatlandırsın. İşte onlar için bağışlanma ve bol rızık vardır.


﴿ وَالَّذ۪ينَ سَعَوْ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا مُعَاجِز۪ينَ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مِنْ رِجْزٍ اَل۪يمٌۗ ﴿٥﴾

5. Âyetlerimizi geçersiz kılmak için koşuşturanlar var ya, işte onlar için en kötüsünden elim bir azap vardır.


﴿ وَيَرَى الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ هُوَ الْحَقَّۙ وَيَهْد۪ٓي اِلٰى صِرَاطِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِ ﴿٦﴾

6. Kendilerine ilim verilenler, Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu, mutlak gâlip ve hamde lâyık olan Allah’ın yoluna ilettiğini görürler.


﴿ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا هَلْ نَدُلُّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ يُنَبِّئُكُمْ اِذَا مُزِّقْتُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍۙ اِنَّكُمْ لَف۪ي خَلْقٍ جَد۪يدٍۚ ﴿٧﴾ اَفْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اَمْ بِه۪ جِنَّةٌۜ بَلِ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ فِي الْعَذَابِ وَالضَّلَالِ الْبَع۪يدِ ﴿٨﴾

7-8. Kâfirler, birbirine (Resûlü Ekrem’i kastederek) dediler ki: ″Size çürüyüp dağıldıktan ve toprak olduktan sonra tekrar yaratılacağınızı söyleyen bir adamı gösterelim mi?* O, bu sözünde Allah’a yalan mı isnat ediyor? Yoksa mecnûn mudur?″ Hayır, o âhirete îman etmeyenler, azap içinde ve haktan çok uzak bir sapıklık içindedirler.


﴿ اَفَلَمْ يَرَوْا اِلٰى مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِۜ اِنْ نَشَأْ نَخْسِفْ بِهِمُ الْاَرْضَ اَوْ نُسْقِطْ عَلَيْهِمْ كِسَفًا مِنَ السَّمَٓاءِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِكُلِّ عَبْدٍ مُن۪يبٍ۟ ﴿٩﴾

9. Yerden ve gökten her taraflarını kuşatan Allah’ın alâmetlerine bakmıyorlar mı? Dilersek onları yere batırır yahut başlarına semâdan parçalar yağdırırız. Şüphesiz bunlarda, Allah’a yönelen her kul için elbette Allah’ın kudretine bir delil vardır.

İzah: Allah’u Teâlâ’nın helâk ettikleri arasında, yere batırılanlardan birisi de Kârun idi. Hz. Mûsâ’nın akrabası olan Kârun, çok zengindi. Onun zenginliği hakkında Allah’u Teâlâ, Sûre-i Kasas, Âyet 76’da şöyle buyurmaktadır:

″Şüphesiz ki Kârun, Mûsâ’nın kavminden idi. Fakat onlara karşı haddi aştı. Halbuki Biz ona, öyle hazineler vermiştik ki, onun anahtarlarını taşımak, kuvvet sahibi bir topluluğa ağır geliyordu…″

Kârun, haddi aşmış ve zekât emri geldiğinde zekâtı da vermeyince Allah’u Teâlâ hem onu, hem malını, hem de adamlarını sarayıyla birlikte yerin dibine geçirmiştir.

Yine Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere Allah’u Teâlâ birçok kavmi, Peygamberlerine âsi gelip azdıklarında, taş ve ateş yağdırarak helâk etmiştir.


﴿ وَلَقَدْ اٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ مِنَّا فَضْلًاۜ يَا جِبَالُ اَوِّب۪ي مَعَهُ وَالطَّيْرَۚ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَد۪يدَۙ ﴿١٠﴾ اَنِ اعْمَلْ سَابِغَاتٍ وَقَدِّرْ فِي السَّرْدِ وَاعْمَلُوا صَالِحًاۜ اِنّ۪ي بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ ﴿١١﴾

10-11. Yemin olsun ki, Dâvud‘a tarafımızdan bir fazilet verdik ve ″Ey dağlar ve kuşlar! Dâvud ile beraber tesbih edin″ dedik ve demiri onun için yumuşattık.* Ve ona, ″Zırhlar yap ve halkalarını münâsip sûrette tanzim et. Ey Dâvud ailesi! Sâlih amelde bulunun. Şüphesiz Ben, yaptıklarınızı görürüm″ diye vahyettik.

İzah: Allah’u Teâlâ Âyet-i Kerîme’de, Dâvud Aleyhisselâm‘a fazilet olarak vermiş olduğu nîmetleri zikretmetedir. Allah onu hem Peygamber seçmiş hem de dağ­ların, taşların ve kuşların kendisiyle birlikte Allah’ı zikredeceği güzel bir ses vermiştir.

Ebû Mûsâ el-Eşarî Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, onun için şöyle buyurmuştur:

يَا أَبَا مُوسَى لَقَدْ أُوتِيتَ مِزْمَارًا مِنْ مَزَامِيرِ آلِ دَاوُدَ (خ عن ابى موسى)

″Ey Ebû Mûsâ! Şüphesiz ki sana, Âl-i Dâvud’a verilen güzel nağmeler­den bir nağme verilmiştir.″[1]

Yine Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere demircilerin piri, Dâvud Aleyhisselâm‘dır. Onun mûcizeyle; demir avucunda erir, o da hamur gibi istediği şekilde büküp şekil vererek işlerdi. Demir, kendinin emrine mûtî idi. Onunla zırh, kılıç, kalkan, harp aletleri yapardı.

Bu husus Sûre-i Enbiyâ, Âyet 80’de de şöyle geçmektedir:

″Dâvud‘a, sizi savaş zamanlarında düşmanlarınızdan muhafaza için, zırh yapma sanatını da öğrettik...″

Dâvud Aleyhisselâm‘a verilen bu nîmet hakkında İmam Kurtubî, tefsirinde şu rivâyeti nakleder:

Dâvud Aleyhisselâm’a demiri bükebilecek bir ilim verilmişti. Bu­na sebep de şudur: Dâvud Aleyhisselâm, İsrailoğullarına hükümdar olunca, in­san zannettiği bir melek gördü; bu sırada tebdil-i kıyafet etmiş ve kendi uygulamaları hakkında İsrailoğullarının düşüncelerini öğrenmek için gizlice soruşturma yapıyordu. Dâvud Aleyhisselâm, kendisine insan gibi görünen o meleğe: ″Şu hükümdar (Dâvud) hakkında ne dersin?″ diye sordu, melek de kendisine: ″Bir hasleti olmasaydı, o çok iyi bir kul olurdu″ dedi. Bu sefer Dâvud Aleyhisselâm: ″Bu haslet nedir?″ diye so­runca, melek: ″O beyt’ul-maldan rızkını alıyor. Eğer elinin emeğinden yemiş olsa, faziletleri eksiksiz olurdu″ cevabını verdi. Bunun üzerine Dâvud Aleyhisselâm dönerek, Allah’u Teâlâ’ya kendisine bir sanat öğretip bu sanatı kendisine kolaylaştırması için duâ etti. Allah da, ona zırh yapma sanatını öğretti, de­miri ona yumuşattı. O da zırh yapmaya başladı. Bir gün ve bir gecelik süre içerisinde bin dirhemlik zırh yapabiliyordu. Öyle ki, evinin geçiminde genişlik oldu. Fakir ve yoksullara sadaka­lar vermeye başladı. Malının üçte birini Müslümanların menfaatine infak ederdi. Halkalardan ilk zırh yapan odur. Daha önce ise zırhlar plakalar hâlin­de olurdu.

Dâvud Aleyhisselâm hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا أَكَلَ أَحَدٌ طَعَامًا قَطُّ خَيْرًا مِنْ أَنْ يَأْكُلَ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ وَإِنَّ نَبِيَّ اللّٰهِ دَاوُدَ عَلَيْهِ السَّلَام كَانَ يَأْكُلُ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ (خ عن المقدام)

Hiç kimse elinin emeğinin mahsulü olan yemekten daha hayırlısını yememiştir. Allah’ın Nebîsi Dâvud Aleyhisselâm da elinin emeğini yerdi.″[2]


[1] Sahih-i Buhârî, Fedâil’ül–Kur’ân 31.

[2] Sahih-i Buhârî, Buyû 15; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 371/10.


﴿ وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِۜ وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِاِذْنِ رَبِّه۪ۜ وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ اَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّع۪يرِ ﴿١٢﴾

12. Rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik. O, rüzgâr estiğinde sabahtan öğleye kadar bir aylık, öğleden akşama kadar bir aylık yol kat ederdi. Onun için erimiş bakır mâdenini sel gibi akıttık ve Rabbinin emriyle hizmetinde bulunan cinleri onun emrine verdik ve onlardan Süleyman’a itaat etmeleri için vukû bulan emrimize muhalefet edenlere alevli ateş azabını tattırırız.

İzah: Allah’u Teâlâ’nın emri ile dünyâ yüzündeki cinler ve hayvanlar, Süleyman Aleyhisselâm’ın emri altına girmişti. Bu sebeple ona itaat etmek zorunda idiler. Rüzgâr da onun emrine verilmişti; ne kadar emrederse, o kadar eserdi.

Süleyman Aleyhisselâm, rüzgâra emrettiğinde, onun sarayını havanın yüzünde götürürdü. Âyette de geçtiği gibi güneşin doğmasıyla batması arasında iki aylık yol uçardı. İsterse de uçmaz, havada dururdu. Yaz günü sıcaklarda, yaylalara uçar, orada konaklardı. Hava soğuyunca da oradan iklimi sıcak olan yerlere giderdi. Ne kışın bir soğuk, ne yazın bir sıcak görmezdi.

Yine bu hususta Sûre-i Enbiyâ, Âyet 81-82 ve izahına bakınız.


﴿ يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَٓاءُ مِنْ مَحَار۪يبَ وَتَمَاث۪يلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَاسِيَاتٍۜ اِعْمَلُٓوا اٰلَ دَاوُ۫دَ شُكْرًاۜ وَقَل۪يلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ ﴿١٣﴾

13. Cinler, Süleyman’a istediği yüksek binalar, sûretler ve havuz gibi çanaklar ve sâbit kazanlar yaparlardı. ″Ey Dâvud ailesi! Şükür için çalışın. Benim kullarımdan şükreden azdır.


﴿ فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلٰى مَوْتِه۪ٓ اِلَّا دَٓابَّةُ الْاَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَاَتَهُۚ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ اَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُه۪ينِ ﴿١٤﴾

14. Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz vakit, onun ölümünü, cinlere ancak dayandığı âsâyı yiyen ağaç kurdu gösterdi. Süleyman’ın cesedi yıkılınca, cinler öldüğünü anladı ki, eğer cinler gaybı (onun öldüğünü) bilselerdi, o aşağılayıcı azap içinde (ağır işler yaparak) yaşamaya devam etmezlerdi.

İzah: Süleyman Aleyhisselâm, ömrünün son zamanlarında Mescid-i Aksâ’yı yaptırıyordu. Ömrü az kalmıştı. Ölürse herkes dağılacak, Mescid-i Aksâ’nın yapımı yarım kalacaktı. Bu işin bitmesi için, kendisi ölümüne yakın bir odaya girdi ve: ″Benim kapımı kimse açmasın, ben buradan bakıyorum. Mescid-i Aksâ tamamlansın″ dedi. Herkes, kendisini ölmedi zannedip Mescid-i Aksâ’yı bitirdi. Her gün gelip baktıklarında, âsâsına dayanmış, kendilerini izliyor ve bakıyor zannediyorlardı. Yedi sene çalıştılar ve nihâyet Mescid-i Aksâ’yı bitirdiler. Süleyman Aleyhisselâm; kapımı kimse açmasın, dediği için kimse kapısını açamıyordu.

Allah’ın emriyle dayandığı âsâya ağaç kurdu geldi ve âsâyı delerek yedi. Bu yedi sene içerisinde âsânın içi boşalarak çürüdü, âsâ kırıldı ve Süleyman Aleyhisselâm yere düştü. Kapıyı açtılar, kendisinin ölmüş olduğunu anladılar. Onu Kudüs şehrine defnettiler.

Âyette geçtiği üzere, cinler gaybı bilmedikleri için Sultan Süleyman Aleyhisselâm’ın öldüğünden haberleri yoktu. Ve uzun bir müddet zor şartlar altında çalışmaya devam ettiler. Eğer bilselerdi, aslâ çalışmaz ve öğrenir öğrenmez dağılırlardı. Nitekim öldüğünü anlayınca, hemen dağılmışlardır. Bu nedenle gaybı Allah’u Teâlâ’dan başka kimse bilemez, ancak Allah’u Teâlâ’nın bildirdiği kişiler, bildirdiği zaman ve bildirdiği kadar bilirler.

Ebû Zerr Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَيُّ مَسْجِدٍ وُضِعَ فِي الْأَرْضِ أَوَّلُ قَالَ الْمَسْجِدُ الْحَرَامُ قُلْتُ ثُمَّ أَيٌّ قَالَ الْمَسْجِدُ الْأَقْصَى قُلْتُ كَمْ بَيْنَهُمَا قَالَ أَرْبَعُونَ سَنَةً وَأَيْنَمَا أَدْرَكَتْكَ الصَّلَاةُ فَصَلِّ فَهُوَ مَسْجِدٌ (م عن ابى ذر)

″Yâ Resûlallah! Yeryüzünde ilk yapılan mescit hangisidir?″ diye sordum. ″Mescid-i Harâm (Kâbe)″ buyurdu. ″Sonra hangisi?″ dedim. ″Mescid-i Aksâ″ buyurdu. ″Bu ikisinin yapımı arasında ne kadar zaman var?″ dedim. ″Kırk sene″ dedi. ″Ondan sonra hangisi?″ deyince de, buyurdu ki: ″Namaz sana nerede yetişirse, namazı orada kıl. İşte orası bir mescittir.″[1]

Hadis-i Şerif’te, yeryüzünde ilk yapılan mescidin Kâbe ve kırk yıl sonra yapılan mescidin de Mescid-i Aksâ olduğu beyan edilmektedir. Kâbe, ilk olarak Âdem Aleyhisselâm zamanında yapılmıştır.[2] Bu hadisten, her iki mescit arasında kırk yıllık bir süreden bahsedildiği, Bu sebeple Mescid-i Aksâ’ı ilk olarak yapan da yine Âdem Aleyhisselâm’dır. Daha sonra Nûh Tufanı sebebiyle veya buna benzer sebeplerle bu mescitler tamamen yıkılıp yok olmuştur. Allah’ın emriyle İbrâhim Aleyhisselâm zamanında Kâbe, Süleyman Aleyhisselâm zamanında da Mescid-i Aksâ aynı yerlerine tekrar inşaa edilmiştir.

Bu mescitlerin önemi hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تُشَدُّ الرِّحَالُ إِلَّا إِلَى ثَلَاثَةِ مَسَاجِدَ مَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَسْجِدِي هَذَا وَمَسْجِدِ الْأَقْصَى (خ م د ن ت عن ابى هريرة)

″Şu üç mescit için yolculuk yapılır: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ.″[3] Bu mescitleri ziyaret etmek ibâdet hükmündedir. Yoksa bu, diğer mescitlere gidilmeyeceği anlamına gelmez.

Yine Sûre-i Sebe, Âyet 14’te açıkça geçtiği üzere, Süleyman Aleyhisselâm’ın öldüğünü cinler, onun âsâsını bir ağaç kurdu yiyip de kırılıncaya kadar anlamamışlardır. Bu da, Peygamber cesetlerinin çürümediğinin bir delilidir. Nakledildiğine göre; Süleyman Aleyhisselâm, bu halde yedi yıl ölmüş olarak âsâsına dayalı kaldı.

Ehl-i Sünnet itikâdına göre; Allah’u Teâlâ Peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kılmıştır, onlar diridirler.

Bu husus Evs İbn-i Evs Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te şöyle geçmektedir:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّ مِنْ أَفْضَلِ أَيَّامِكُمْ يَوْمَ الْجُمُعَةِ فِيهِ خُلِقَ آدَمُ وَفِيهِ قُبِضَ وَفِيهِ النَّفْخَةُ وَفِيهِ الصَّعْقَةُ فَأَكْثِرُوا عَلَيَّ مِنْ الصَّلَاةِ فِيهِ فَإِنَّ صَلَاتَكُمْ مَعْرُوضَةٌ عَلَيَّ قَالَ قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَكَيْفَ تُعْرَضُ صَلَاتُنَا عَلَيْكَ وَقَدْ أَرِمْتَ يَقُولُونَ بَلِيتَ فَقَالَ إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ حَرَّمَ عَلَى الْأَرْضِ أَجْسَادَ الْأَنْبِيَاءِ (د ن عن اوس بن اوس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Günlerinizin en faziletlisi Cuma günüdür. Âdem o gün yaratıldı ve o gün vefât etti. Sûra o gün üflenecek ve mahlûkat o gün ölecektir. Bu sebeple Cuma günü, bana çokça salât-u selâm getirin. Zîrâ sizin salât-u selâmlarınız bana arz edilir″ diye buyurunca, Ashâb-ı Kirâm: ″Yâ Resûlallah! Vefât ettiğin ve senden hiçbir eser kalmadığı zaman salât-u selâmlarımız sana nasıl arz edilir?″ diye sordular. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:Allah’u Teâlâ, Peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı″ buyurdu.[4]

Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 154’te şöyle buyurmuştur:

″Allah yolunda öldürülenlere ″Ölüler″ demeyin. Bilakis onlar diridirler. Lâkin siz idrak etmezsiniz.″

Allah’u Teâlâ Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 157’te de şöyle buyurmuştur:

Yemin olsun ki, Allah yolunda öldürülür yahut ölürseniz, Allah’ın bağışlaması ve rahmeti, kâfirlerin dünyâda topladıkları şeylerin tamamından hayırlıdır.″

İşte bu âyetlerde de geçtiği üzere, Allah yolunda mücâhede ederek ölen veya öldürülen kişilerin ölmeyip diri olduğu, cesetlerinin çürümeyeceği bildirilmektedir. Bunlar; Peygamberler, şehitler, Allah yolunda malıyla canıyla Din-i Mübîn’i yüceltmek için mücâdele eden sâlih zâtlardır.


[1] Sahih-i Müslim, Mesâcid 1; Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 10.

[2] Bu hususta Sûre-i Hac, Âyet 26-27’nin izahına bakınız.

[3] Sahih-i Buhârî, Mescid-i Mekke 1, 6; Sahih-i Müslim, Hac 95 (511, 512 Sünen-i Ebû Dâvud, Menâsik 94; Sünen-i Tirmizî, Salât 126; Sünen-i Nasâî, Mesâcid 10.

[4] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 201, Vitir 26; Sünen-i Nesâî, Cuma 5; Sahih-i Müslim, Cuma 5 (18).


﴿ لَقَدْ كَانَ لِسَبَاٍ ف۪ي مَسْكَنِهِمْ اٰيَةٌۚ جَنَّتَانِ عَنْ يَم۪ينٍ وَشِمَالٍۜ كُلُوا مِنْ رِزْقِ رَبِّكُمْ وَاشْكُرُوا لَهُۜ بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ وَرَبٌّ غَفُورٌ ﴿١٥﴾ فَاَعْرَضُوا فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ سَيْلَ الْعَرِمِ وَبَدَّلْنَاهُمْ بِجَنَّتَيْهِمْ جَنَّتَيْنِ ذَوَاتَيْ اُكُلٍ خَمْطٍ وَاَثْلٍ وَشَيْءٍ مِنْ سِدْرٍ قَل۪يلٍ ﴿١٦﴾ ذٰلِكَ جَزَيْنَاهُمْ بِمَا كَفَرُواۜ وَهَلْ نُجَاز۪ٓي اِلَّا الْكَفُورَ ﴿١٧﴾

15-17. Şüphesiz ki, Sebe kavminin beldelerinde, Allah’ın varlığına delil olan âlamet vardı. Sağ ve sol taraftan beldelerini kuşatan iki bahçe bulunuyordu. Onlara denildi ki: ″Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin. Beldeniz güzel bir belde, Rabbiniz de çok bağışlayıcıdır.* Fakat onlar, yüz çevirdiler. Biz de onlara (şiddetli) Arim selini gönderdik. Onların bahçelerini, meyveleri tatsız ağaçlar, acı ılgın ve biraz da Arabistan kirazı bulunan iki bahçeye çevirdik.* Onları, nankörlükleri sebebiyle böyle cezâlandırdık. Biz, ancak nankörlükte aşırı gidenleri cezâlandırırız.

İzah: Âyet-i Kerîme’de, Sebe kavminin kıssası zikredilmektedir. Bu husus Ferve b. Museyk Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle anlatılmaktadır:

وَأُنْزِلَ فِي سَبَإٍ مَا أُنْزِلَ فَقَالَ رَجُلٌ يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَمَا سَبَأٌ أَرْضٌ أَوْ امْرَأَةٌ قَالَ لَيْسَ بِأَرْضٍ وَلَا امْرَأَةٍ وَلَكِنَّهُ رَجُلٌ وَلَدَ عَشْرَةً مِنْ الْعَرَبِ فَتَيَامَنَ مِنْهُمْ سِتَّةٌ وَتَشَاءَمَ مِنْهُمْ أَرْبَعَةٌ فَأَمَّا الَّذِينَ تَشَاءَمُوا فَلَخْمٌ وَجُذَامُ وَغَسَّانُ وَعَامِلَةُ وَأَمَّا الَّذِينَ تَيَامَنُوا فَالْأُزْدُ وَالْأَشْعَرِيُّونَ وَحِمْيَرٌ وَكِنْدَةُ وَمَذْحِجٌ وَأنْمَارٌ فَقَالَ رَجُلٌ يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَمَا أَنْمَارٌ قَالَ الَّذِينَ مِنْهُمْ خَثْعَمُ وَبَجِيلَةُ (ت عن فروة بن مسيك)

Sebe hakkında indirilen âyetler nâzil olunca, adamın biri: ″Yâ Resûlallah! Sebe nedir? O bir ülke midir, yoksa bir kadın mıdır?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de: ″O, ne bir ülke ne bir kadındır. Sebe, Araplarda bir adamın ismidir. Onun on çocuğu olmuştur. On çocuğundan altısı Yemen’de yerleşmiş, dördü de Şam’da yerleşmiştir. Şam’da yerleşenler: Lahm, Cü­zam, Gassân ve Âmile’dir. Yemen’de yerleşenler ise: Ezd, Eş’arî, Himyer, Kinde, Mezhic ve Enmar’dır″ diye buyurdu. O adam: ″Yâ Resûlallah! Enmâr kimdir?″ diye sorunca da, buyurdu ki: ″Has’am ve Becîle de kendilerinden olanlardır.″[1]

Peygamber Efendimizin beyan ettiği gibi, Sebe aslında Yemen’de yaşayan insanlar ve oranın idârecileridir. Hz. Süleyman’ın, köşküyle birlikte huzu­runa getirttiği Sebe Melikesi Belkıs da onlardan biriydi.

Katâde Hazretleri der ki: Sebelilerin memleketinde iki dağın arasında bağ ve bahçeler bulunuyordu. Öyle ki, bir kadın başında taşıdığı sele ile bu bahçelerde yürüdüğünde, elini sürmeden selesi meyvelerle doluyordu. Sebe halkı azınca, Allah onlara ″Cürz″ denen bir hayvanı (köstebeği) musallat etti. Bu hayvan, dağlar arasındaki barajı delince, onları su bastı. Sonunda onlara meyvesi tatsız ağaçlar, acı ılgın ve biraz da Arabistan kirazından başka bir şey kalmadı.


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsîr’ul-Kuır’ân 35.


﴿ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ الْقُرَى الَّت۪ي بَارَكْنَا ف۪يهَا قُرًى ظَاهِرَةً وَقَدَّرْنَا ف۪يهَا السَّيْرَۜ س۪يرُوا ف۪يهَا لَيَالِيَ وَاَيَّامًا اٰمِن۪ينَ ﴿١٨﴾

18. Ve Sebe kavminin beldeleri ile bereket ve bolluk verdiğimiz beldeler arasında birbirinden görünen beldeler var ettik. Aralarında gidiş ve gelişi kolaylaştırdık ve ″Bu beldeler arasında emin olarak gece gündüz gidip gelin″ dedik.

İzah: Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, Sebe halkına verdiği çeşitli nîmetleri ve refah içinde geçirdikleri hayatı anlatmaktadır. Bereketli kılınan Şam topraklarında­ki şehirlerle Yemen’de bulunan Sebe beldeleri arasında, birbirinden görünecek ka­dar yakın mesafelerde şehirler var ettiğini, bu şehirler arasındaki mesâfelerin, yolcuların ihtiyâcına göre ayarlandığını da beyan etmektedir.


﴿ فَقَالُوا رَبَّنَا بَاعِدْ بَيْنَ اَسْفَارِنَا وَظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَجَعَلْنَاهُمْ اَحَاد۪يثَ وَمَزَّقْنَاهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ ﴿١٩﴾ وَلَقَدْ صَدَّقَ عَلَيْهِمْ اِبْل۪يسُ ظَنَّهُ فَاتَّبَعُوهُ اِلَّا فَر۪يقًا مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٢٠﴾ وَمَا كَانَ لَهُ عَلَيْهِمْ مِنْ سُلْطَانٍ اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يُؤْمِنُ بِالْاٰخِرَةِ مِمَّنْ هُوَ مِنْهَا ف۪ي شَكٍّۜ وَرَبُّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ حَف۪يظٌ۟ ﴿٢١﴾

19-21. Fakat onlar: ″Ey Rabbimiz! (Aradaki beldeleri tahrip ile) seferlerimizin arasını uzaklaştır″ dediler ve kendi nefislerine zulmettiler. Onları dillerde destan kıldık ve onları darmadağın ettik. Şüphesiz bunlarda, sabredenler ve şükredenler için elbette ibretler vardır.* İblis, onlar hakkındaki zannını gerçekleştirdi. Onlar, İblis’e tâbi oldular. Fakat Mü’min olan bir fırka tâbi olmadı.* Halbuki İblis’in onlar üzerinde hiçbir hâkimiyeti yoktu. Ancak Biz, âhirete îman edenlerle âhiretten şüphe edenleri ayırt edelim diye ona vesvese verme imkânı verdik. Senin Rabbin her şeyi görüp gözetendir.

İzah: Allah’u Teâlâ, bu kavmin isteklerini yerine getirdi ve üzerlerine ″Arim selini″ gönderdi. O sel de beldelerini yıkıp mahvetti. Yabani meyveler ve acı ılgınlıklardan başka bir şey kalmadı. Böylece o eski ihtişamları masal hâline geldi. Bundan sonra, bölünüp parçalanan toplumlar için ″Sebe halkı gibi bölündü­ler″ sözü bir darb-ı mesel oldu. Sebeliler, memleketleri harabeye döndükten sonra, çeşitli yerlere dağılarak oraları mesken tutmak zorunda kaldılar.

Dağılan Sebe halkı hakkında, Şa’bî diyor ki: Gassaniler, Şam topraklarına gittiler. Enmar, Medîne’ye yerleştiler. Huzaa Kabilesi Tihame bölgesine gitti. Ezdiler ise Amman bölgesine yerleştiler.

Allah’u Teâlâ, Âyet-i Kerîme’nin sonunda, Sebe halkını parça parça edip çe­şitli ülkelere dağıtmasında, Allah’a karşı kulluk vazifelerini yerine getiren sabırlı insanlar için büyük ibretler bulunduğunu beyan etmiş ve bunlardan ders alın­masını emretmiştir.


﴿ قُلِ ادْعُوا الَّذ۪ينَ زَعَمْتُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِۚ لَا يَمْلِكُونَ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِ وَمَا لَهُمْ ف۪يهِمَا مِنْ شِرْكٍ وَمَا لَهُ مِنْهُمْ مِنْ ظَه۪يرٍ ﴿٢٢﴾

22. Ey Resûlüm! Müşriklere de ki: ″Allah’tan başka ilah zannında bulunduğunuz şeyleri çağırın. Onlar, göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye muktedir değildir. Onların, göklerde ve yerde hiçbir ortaklıkları yoktur. Allah’u Teâlâ’nın onlardan bir yardımcısı da yoktur.″


﴿ وَلَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ عِنْدَهُٓ اِلَّا لِمَنْ اَذِنَ لَهُۜ حَتّٰٓى اِذَا فُزِّعَ عَنْ قُلُوبِهِمْ قَالُوا مَاذَاۙ قَالَ رَبُّكُمْۜ قَالُوا الْحَقَّۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْكَب۪يرُ ﴿٢٣﴾

23. Allah katında, O’nun izin verdiklerinden başkasının şefaati fayda vermez. Nihâyet kalplerinden korku giderilince, şefaat edilecekler şefaatçilere: ″Rabbiniz şefaat hakkında ne buyurdu?″ derler. Şefaatçiler de: ″Hakkı″ buyurdu (Allah’u Teâlâ, sizlere şefaat etmemiz için izin verdi) derler. O, çok yücedir ve çok büyüktür.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen şefaatçiler, Ehl-i Sünnet ulemasına göre; Peygamberler, evliyâlar, şehitler, çocuklar ve sâlih kimselerdir. Şefaat hakkındaki Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerden bâzıları şöyledir:

Sûre-i Bakara, Âyet 255:

″… O’nun izni olmadıkça, O‘nun katında kimse şefaat edemez…″

Sûre-i Yûnus, Âyet 3:

″… O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez…

Sûre-i Meryem, Âyet 87:

″O gün, Rahmân’ın katında Allah’tan izin alandan başka, hiçbir kimse şefaat etme hakkına sahip olmayacaktır.″

Sûre-i Tâhâ, Âyet 109:

″O gün şefaat fayda vermez. Ancak Rahmân‘ın kendilerine izin verdiği ve sözünden râzı olduğu kimseler müstesnâ.″

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

أَنَا سَيِّدُ وَلَدِ آدَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَأَوَّلُ مَنْ يَنْشَقُّ عَنْهُ الْقَبْرُ وَأَوَّلُ شَافِعٍ وَأَوَّلُ مُشَفَّعٍ (م د ت عن ابى هريرة)

″Allah katında Âdemoğlunun Efendisi benim. Kabri ilk yarılarak kabrinden çıkan kimse benim. Mahşer günü ilk şefaat edecek ve şefaatı kabul edilecek olan benim.″[1]

أَنَا سَيِّدُ وَلَدِ آدَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَا فَخْرَ وَبِيَدِي لِوَاءُ الْحَمْدِ وَلَا فَخْرَ وَمَا مِنْ نَبِيٍّ يَوْمَئِذٍ آدَمَ فَمَنْ سِوَاهُ إِلَّا تَحْتَ لِوَائِي وَأَنَا أَوَّلُ مَنْ تَنْشَقُّ عَنْهُ الْأَرْضُ وَلَا فَخْرَ قَالَ فَيَفْزَعُ النَّاسُ ثَلَاثَ فَزَعَاتٍ فَيَأْتُونَ آدَمَ فَيَقُولُونَ أَنْتَ أَبُونَا آدَمُ فَاشْفَعْ لَنَا إِلَى رَبِّكَ ... (ت عن ابى سعيد)

″Mahşer gününde Âdemoğullarının Efendisi benim. Bunu övünmek için söylemiyorum, hakikat budur. Livâh’ul-Hamd Sancağı benim elimdedir. Bunu övünmek için söylemiyorum, hakikat budur. Gerek Âdem ve gerek başkası, her Peygamber o gün benim sancağımın altında olacaktır. Kabrinden ilk çıkan insan da benim. Bunu da övünmek için söylemiyorum, hakikat budur.″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sözüne devamla şöyle buyurdu:

- Sonra insanlar (mahşer meydanında) üç büyük korku geçirecektir. Âdem’e gelerek, ″Sen bizim atamız Âdem’sin, Rabbinin katında bize şefaat et″ derler. O da: ″Ben bir günah işledim ki, bu sebeple yeryüzüne indirildim. Siz Nûh’a gidin″ der. Onlar, Nûh’a gelirler. O da: ″Ben dünyâ halkına ağır bir bedduâ ettim ve bu yüzden helâk oldular. Siz İbrâhim’e gidin″ der. Onlar, İbrâhim’e gelirler. O da der ki: ″Şüphesiz ben, üç kere yalan söyledim. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Bunlardan hiçbir yalan yoktur ki, İbrâhim onunla Allah’ın dînini savunmamış olsun″ buyurdu. Siz Mûsâ’ya gidin″ der. Sonra Mûsâ’ya gelirler. O da: ″Ben, bir adam öldürdüm. Siz Îsâ’ya gidin″ der. Onlar, Îsâ’ya gelirler. O da: ″Allah’tan başka bana ibâdet edildi. Siz Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gidin″ der. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

″Bunun üzerine bana gelirler ve ben onlarla birlikte kalkıp giderim.″ Enes Radiyallâhu anhu dedi ki: ″Sanki ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bakıyorum.″ O buyurdu ki:

- Cennet kapısının halkasını tutacak ve tıkırdatacağım. ″Kim o?″ diye sorulur. ″Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem″ denilir. Bana kapıyı açarlar ve merhaba derler. Ben secdeye kapanırım. Allah’u Teâlâ bana, nasıl hamd ve senâ edeceğimi ilham eder ve sonra bana şöyle denilir: ″Başını kaldır ve dile, dilediğin sana verilecek. Şefaat et, şefaatin kabul edilecek. Söyle, sözün dinlenecek. İşte Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i İsrâ, Âyet 79’da: ″… Rabbin seni Makâm-ı Mahmud’a ulaştırsın″ diye buyrulan Makâm-ı Mahmud budur.[2]

أَوَّلُ مَنْ يَشْفَعُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ اَلْاَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْعُلَمَاءُ ثُمَّ الشُّهَدَاءُ. (خط عن عثمان)

″Mahşer gününde en evvel şefaat eden Peygamberlerdir, sonra âlimlerdir, sonra şehitlerdir.″[3]

قَدْ أَعْطَى اللّٰهُ كُلَّ نَبِيٍّ عَطِيَّةً وَكُلٌّ قَدْ تَعَجَّلَهَا وَإِنِّي أَخَّرْتُ عَطِيَّتِي شَفَاعَةً لِأُمَّتِي وَإِنَّ الرَّجُلَ مِنْ أُمَّتِي لَيَشْفَعُ لِلْفِئَامِ مِنَ النَّاسِ فَدَخَلُونَ الْجَنَّةَ وَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَشْفَعُ فِى الْقَبِيلَةِ وَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَشْفَعُ لِلْعَصَبَةِ وَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَشْفَعُ لِلثَّلَاثَةِ وَلِلرَّجُلَيْنِ وَلِلرَّجُلِ (حم عن ابى سعيد الخدرى)

″Her Peygambere bir hediye verilmiştir. Hepsi de dünyâda onu almıştır. Ben bana verilen hediyeyi ümmetime şefaat olarak erteledim. Ümmetimin içinde öyle kişiler var ki, birçok kimselere şefaat edecektir. Ve o sayede Cennete gireceklerdir. Kişi de var ki, bir kabileye şefaat edecektir. Kişi de var ki, akrabalarına şefaat edecektir. Kişi var ki, üç kişiye, kişi var ki iki kişiye şefaat edecektir. Kişi var ki tek bir kişiye şefaat edecektir.″[4]

اِذَا اجْتَمَعَ الْعَالِمُ وَالْعَابِدُ عَلَى الصِّرَاطِ قِيلَ لِلْعَابِدِ: اُدْخُلِ الْجَنَّةَ وَتَنَعَّمْ بِعِبَادَتِكَ وَقِيلَ لِلْعَالِمِ قِفْ هَهُنَا فَاشْفَعْ لِمَنْ أَحْبَبْتَ فَاِنَّكَ لَا تَشْفَعُ لِاَحَدٍ اِلَّا شُفِّعْتَ فَقَامَ مَقَامَ الْانْبِيَاءِ. (أبو الشيخ و الديلمى عن ابن عباس)

Âlim ve âbidler sırat köprüsüne geldikleri zaman âbid olana: ″Haydi, yaptığın ibâdetlerin karşılığı olarak Cennete gir ve nîmetleriyle nîmetlen″ denilir. Âlim olana de denilir ki: ″Sen burada dur, sevdiğin kimselere şefaat et (onlar senden dünyâ da iken şefaat umarlardı). Çünkü senin şefaatin büyüktür. Kime şefaat edersen şefaatin kabul edilecek.″ Ve bu şekilde âlimler, Peygamber makâmında olacaklardır.[5]

وَعَدَنِي رَبِّي أَنْ يُدْخِلَ الْجَنَّةَ مِنْ أُمَّتِي سَبْعِينَ أَلْفًا لَا حِسَابَ عَلَيْهِمْ وَلَا عَذَابَ مَعَ كُلِّ أَلْفٍ سَبْعُونَ أَلْفًا وَثَلَاثُ حَثَيَاتٍ مِنْ حَثَيَاتِ رَبِّي (ت ه عن ابا امامة)

″Rabbim, bana ümmetimden yetmiş bin kişiyi hesap ve azap görmeden Cennete sokacağını vaad etti. Aynı zamanda her binle birlikte yetmiş bin ve Rabbimin tutamlarından üç tutam (hesap edilemeyecek kadar) vaad etti.″[6]

يُشَفَّعُ الشَّهِيدُ فِي سَبْعِينَ مِنْ أَهْلِ بَيْتِهِ(د عن ابا الدرداء)

″Şehit, ailesinden yetmiş kişiye şefaat edecektir.″[7]

Ayrıca şefaatin hak olduğuna inanmayan kimselerin şefaatten mahrum olacaklarını, Resûlü Kirâm Efendimiz, şu Hadis-i Şerif ile beyan etmiştir:

شَفَاعَتِى يَوْمَ الْقِيَامَةِ حَقٌّ فَمَنْ لَمْ يُؤْمِنْ بِهَا لَمْ يَكُنْ مِنْ أَهْلِهَا (ابن منيع عن زيد بن أرقم وبضعة عشر من الصحابة)

″Mahşer günü, şefaatim haktır. Kim şefaatimin hak olduğuna inanmazsa, şefaat edilecek kimselerden olmayacaktır.″[8]


[1] Sahih-i Müslim, Fedâil 2 (3 Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 12; Sünen-i Tirmizî, Menâkib 3.

[2] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 2.

[3] Muhtâr’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 1392; Kenz’ül-İrfan, Hadis No: 327, 331; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 28770.

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10721; Ramuz’ul-Ehadis, Hadis No: 4128.

[5] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 24/12.

[6] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 11; Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 34.

[7] Sünen-i Ebû Dâvud, Cihat 26.

[8] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 39059.


﴿ قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ قُلِ اللّٰهُۙ وَاِنَّٓا اَوْ اِيَّاكُمْ لَعَلٰى هُدًى اَوْ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٢٤﴾

24. Ey Resûlüm! Müşriklere de ki: ″Göklerden ve yerden rızkınızı veren kimdir?″ Sen de ki: ″Allah’tır. O halde bir hidâyet veya apaçık bir dalâlet üzerinde olan ya biziz yahut sizsiniz.″


﴿ قُلْ لَا تُسْـَٔلُونَ عَمَّٓا اَجْرَمْنَا وَلَا نُسْـَٔلُ عَمَّا تَعْمَلُونَ ﴿٢٥﴾ قُلْ يَجْمَعُ بَيْنَنَا رَبُّنَا ثُمَّ يَفْتَحُ بَيْنَنَا بِالْحَقِّۜ وَهُوَ الْفَتَّاحُ الْعَل۪يمُ ﴿٢٦﴾

25-26. Ey Habîbim! De ki: ″Ne siz bizim günahlarımızdan mesul olursunuz, ne biz sizin işlediklerinizden mesul oluruz″* De ki: ″Rabbimiz mahşer günü hepimizi bir araya toplar, sonra da aramızı hak ile ayırır (Mü’minleri Cennete ve kâfirleri Cehenneme girdirir). Allah’u Teâlâ, mutlak hüküm verendir ve her şeyi hakkıyla bilendir.″


﴿ قُلْ اَرُونِيَ الَّذ۪ينَ اَلْحَقْتُمْ بِه۪ شُرَكَٓاءَ كَلَّاۜ بَلْ هُوَ اللّٰهُ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿٢٧﴾

27. Ey Resûlüm! De ki: ″Allah’a ortak koştuğunuz şeyleri bana gösterin. Hayır, O’nun hiçbir ortağı yoktur. Bilakis O, her şeye gâlip, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’tır.″


﴿ وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا كَٓافَّةً لِلنَّاسِ بَش۪يرًا وَنَذ۪يرًا وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٢٨﴾

28. Ey Resûlüm! Biz seni ancak bütün insanlığa bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَكَانَ النَّبِيُّ يُبْعَثُ اِلَى قَوْمِهِ خَاصَّةً وَبُعِثْتُ إِلَى النَّاسِ كَافَّةً (خ م حم ه عن جابر)

″… Benden önceki Peygamberler sâdece kendi kavmine Peygamber olarak gönderiliyordu. Ben ise, bütün insanlığa Peygamber olarak gönderildim.″[1]

Herkes Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in dâvetine uymaya mecburdur. Peygamber Efendimizin gelmesiyle önceki bütün dinlerin hükmü ortadan kalkmıştır.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَا يَسْمَعُ بِى أَحَدٌ مِنْ هَذِهِ الْأُمَّةِ يَهُودِيٌّ وَلَا نَصْرَانِيٌّ ثُمَّ يَمُوتُ وَلَمْ يُؤْمِنْ بِالَّذِى أُرْسِلْتُ بِهِ اِلَّا كَانَ مِنْ أَصْحَابِ النَّارِ (حم م عن ابى هريرة)

″Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan Allah’a yemin ederim ki, her kim Yahudi olsun, Hristiyan olsun beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa, mutlaka Cehennem ehlinden olacaktır.″[2]

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Mü’minleri Cennetle müjdeleyici ve kâfirleri de Cehennemle korkutucu olarak gönderilmiştir.


[1] Sahih-i Buhârî, Salât 56; Sahih-i Müslim, Mesâcid 1 (3).

[2] Sahih-i Müslim, Îman 70 (240 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8255.


﴿ وَيَقُولُونَ مَتٰى هٰذَا الْوَعْدُ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿٢٩﴾ قُلْ لَكُمْ م۪يعَادُ يَوْمٍ لَا تَسْتَأْخِرُونَ عَنْهُ سَاعَةً وَلَا تَسْتَقْدِمُونَ۟ ﴿٣٠﴾

29-30. Müşrikler: ″Sözünüzde doğru iseniz, vaad ettiğiniz bu azap ne zaman gelir?″ derler.* Ey Resûlüm! De ki: ″Sizin için vaad olunan öyle bir gün vardır ki, ondan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsi­niz.″


﴿ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَنْ نُؤْمِنَ بِهٰذَا الْقُرْاٰنِ وَلَا بِالَّذ۪ي بَيْنَ يَدَيْهِۜ وَلَوْ تَرٰٓى اِذِ الظَّالِمُونَ مَوْقُوفُونَ عِنْدَ رَبِّهِمْۚ يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍۨ الْقَوْلَۚ يَقُولُ الَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا لَوْلَٓا اَنْتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِن۪ينَ ﴿٣١﴾

31. Mekke kâfirleri: ″Bu Kur’ân’a da, bundan evvel gelen kitaplara da aslâ îman etmeyiz″ dediler. Ey Resûlüm! O zâlimlerin, Rablerinin huzurunda dururken birbirlerini suçlayarak söz attıklarını bir görseydin. O zaman zayıf olanlar, kibirli olan önderlerine: ″Eğer siz olmasaydınız, elbette biz Mü’min kimseler olurduk!″ derler.


﴿ قَالَ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُٓوا اَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدٰى بَعْدَ اِذْ جَٓاءَكُمْ بَلْ كُنْتُمْ مُجْرِم۪ينَ ﴿٣٢﴾

32. O zaman kibirli olan önderleri, zayıf olanlara: ″Hak geldikten sonra, biz mi sizi Allah yolundan döndürdük? Hayır, siz mücrimler idiniz″ derler.


﴿ وَقَالَ الَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا بَلْ مَكْرُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ اِذْ تَأْمُرُونَنَٓا اَنْ نَكْفُرَ بِاللّٰهِ وَنَجْعَلَ لَهُٓ اَنْدَادًاۜ وَاَسَرُّوا النَّدَامَةَ لَمَّا رَاَوُا الْعَذَابَۜ وَجَعَلْنَا الْاَغْلَالَ ف۪ٓي اَعْنَاقِ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٣٣﴾

33. Zayıf olanlar da kibirli olan önderlerine: ″Hayır, Allah’ı inkâr etmemizi ve ona şirk koşmamızı emrettiğiniz vakit, gece gündüz vukû bulan hileniz, bizi hak yoldan menetti″ derler. Onlar azâbı görünce, için için pişman olurlar. Biz, kâfir olanların boyunlarına demir halkalar takarız. Onlar, ancak yaptıklarının cezâsını çekerler.


﴿ وَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪ي قَرْيَةٍ مِنْ نَذ۪يرٍ اِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَٓاۙ اِنَّا بِمَٓا اُرْسِلْتُمْ بِه۪ كَافِرُونَ ﴿٣٤﴾ وَقَالُوا نَحْنُ اَكْثَرُ اَمْوَالًا وَاَوْلَادًاۙ وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّب۪ينَ ﴿٣٥﴾

34-35. Biz hangi beldeye bir uyarıcı gönderdiysek, o beldenin refah içinde olan önderleri: ″Şüphesiz biz, sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz ″ dediler.* Ve ″Biz, mal ve evlat olarak sizden daha çoğuz. Biz azap olunmayız″ dediler.

İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Ebû Rezîn Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

İki ortak vardı, birisi deniz kıyısına gitmiş, diğeri Mekke’de kalmıştı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Resûl olarak gönderildiğinde uzakta olan, Mekke’de kalan arkadaşına yazıp; ″Ne yaptın?″ diye sordu. O da arkadaşına, ″Kureyş’ten kimse ona tâbi olmadı, ona tâbi olanlar halkın en zavallıları ve en sefil takımıdır″ dedi. O, alışverişini bırakıp arkadaşına geldi ve ″O Peygamberi bana göster″ dedi. Ebû Rezîn der ki:

- O adam bâzı kitaplar okurdu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelip dedi ki:

إِلَامَ تَدْعُو؟ قَالَ أَدْعُو إِلَى كَذَا وَكَذَا قَالَ أَشْهَد أَنَّك رَسُول اللّٰه قَالَ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَمَا عِلْمك بِذَلِكَ؟ قَالَ إِنَّهُ لَمْ يُبْعَث نَبِيّ إِلَّا اِتَّبَعَهُ أَرَاذِل النَّاس وَمَسَاكِينهمْ قَالَ فَنَزَلَتْ هَذِهِ الْآيَة وَمَا أَرْسَلْنَا فِي قَرْيَة مِنْ نَذِير إِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَا إِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُمْ بِهِ كَافِرُونَ الْآيَة قَالَ فَأَرْسَلَ إِلَيْهِ النَّبِيّ صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّ اللّٰه عَزَّ وَجَلَّ قَدْ أَنْزَلَ تَصْدِيق مَا قُلْت (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابى رزين)

″Sen neye dâvet ediyorsun?″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de, ″Şuna ve şuna″ dedi. Adam: ″Ben şehâdet ederim ki sen, Allah’ın Resûlüsün″ dedi. O adama: ″Bunu nasıl bildin?″ dediklerinde, o: ″Hangi Peygamber gönderilmişse, ilkin ona halkın güçsüzleri ve en horlanmış kişileri tâbi olmuştur″ dedi.

Ebû Rezîn Radiyallâhu anhu der ki:

Biz hangi beldeye bir uyarıcı gönderdiysek, o beldenin refah içinde olan önderleri: ″Şüphesiz ki biz, sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz″ dediler, diye geçen bu âyet, bunun üzerine nâzil oldu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona haber göndererek, ″Allah’u Teâlâ senin söylediğini tasdik eden bir âyet indirdi″ buyurdu.[1]

Yine İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre:

Heraklius da, Ebû Süfyân’a Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem hakkında birçok sorular sormuştu ki, bunlardan biri de şöyledir:

وَسَأَلْتُكَ أَشْرَافُ النَّاسِ اتَّبَعُوهُ أَمْ ضُعَفَاؤُهُمْ فَذَكَرْتَ أَنَّ ضُعَفَاءَهُمْ اتَّبَعُوهُ وَهُمْ أَتْبَاعُ الرُّسُلِ (خ عن ابن عباس)

″Ona halkın ileri gelenleri mi yoksa zayıfları mı tâbi oluyor?″ diye sordum. Ona insanların zayıflarının tâbi olduğunu söyle­din. Zâten Peygamberlere ilk olarak bunlar tâbi olurlar.[2]

Nûh Aleyhisselâm’a da o zamanın beyleri ve eşraf kesimi, benzer şeyleri söyleyerek îman etmemişlerdi. Bu husus Sûre-i Şuarâ, Âyet 111’de şöyle geçmektedir:

Kavmi: ″Sefil ve câhil insanlar sana tâbi olmuşken, biz sana îman eder miyiz?″ dediler.

Bu âyetlerden anlaşıldığı üzere, İslâm Dîni’ne gerçek mânâda îman edip hizmet edenler, genellikle halkın değer vermeyip hor ve hakir gördüğü kişilerdir. Bu kişilerin özelliği ise, Allah’a ve Resûllerine itaat ederek onların yolu üzere yaşamaları ve halka da bunu nasihat etmeleridir.

Allah katında esas akıllı olanların Mü’minler olduğuna dair Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

خَلَقَ الْعَقْلَ فَقَالَ الْجَبَّارُ مَا خَلَقْت خَلْقًا أَعْجَبَ إلَيَّ مِنْك وَعِزَّتِي وَجَلَالِي لَأُكَمِّلَنَّكَ فِيمَنْ أَحْبَبْت وَلَأُنْقِصَنَّكَ فِيمَنْ أَبْغَضْت قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَكْمَلُ النَّاسِ عَقْلًا أَطْوَعُهُمْ لِلّٰهِ وَأَعْمَلُهُمْ بِطَاعَتِهِ (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن ابى هريرة)

Cebbâr olan Allah, aklı yarattığında ona şöyle bu­yurdu: ″Senden daha çok beğendiğim bir yaratık yaratmadım. İzzetim ve Celâlime yemin ederim ki, sevdiğim kimselerde seni kemâle erdireceğim, buğzettiğim kimselerde seni eksik kılacağım.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″İnsanlar arasında aklı en mükemmel olan, Allah’a en itaatkâr olan ve O’na itaat olan amelleri en çok yapandır.″[3]


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim c. 6, s. 521.

[2] Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Vahy 6; Cihat ve Siyer 101. Bu hadisin tam metni için Sûre-i Al-i İmran, Âyet 64’ün izahına bakınız.

[3] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 18, s. 223.


﴿ قُلْ اِنَّ رَبّ۪ي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَقْدِرُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ۟ ﴿٣٦﴾

36. Ey Resûlüm De ki: ″Şüphesiz ki Rabbim, dilediğine rızkı genişletir ve dilediğine de daraltır. Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler.″


﴿ وَمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَلَٓا اَوْلَادُكُمْ بِالَّت۪ي تُقَرِّبُكُمْ عِنْدَنَا زُلْفٰٓى اِلَّا مَنْ اٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًاۘ فَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ جَزَٓاءُ الضِّعْفِ بِمَا عَمِلُوا وَهُمْ فِي الْغُرُفَاتِ اٰمِنُونَ ﴿٣٧﴾

37. Ne mallarınız, ne de evlatlarınız, size Bizim katımızda bir yakınlık sağlar. Ancak her kim îman eder ve sâlih amelde bulunursa, işte on­lar için amellerine karşılık kat kat mükâfat vardır. Onlar, Cennet köşklerinde emniyet ve huzur içindedirler.

İzah: Kendisiyle iftihar edilen mallar ve evlatlar, kişiyi Allah’a yaklaştırmaz. Ancak Allah’ın birliğine yakînen inanan ve Allah’ın rızâsını talep ederek Allah yolunda malını infak etmek ve çocuklarına Allah’ın birliğini ve İslâm Dîni’nin inanç ve gereklerini öğretmek gibi Allah’a yaklaştıran salih amelleri işleyenlere mükâfatları kat kat verilir. Ve onlar Cennet köşklerinde emniyet içindedirler, demektir.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ وَأَمْوَالِكُمْ وَلَكِنْ إِنَّمَا يَنْظُرُ إِلَى أَعْمَالِكُمْ وَقُلُوبِكُمْ (ه عن ابى هريرة)

″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Lâkin O, sizin kalbinize ve amellerinize bakar.″[1]

Kendisinden sonra bırakılan sâlih amellerin de bir Müslümana fayda sağladığına dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ مِمَّا يَلْحَقُ الْمُؤْمِنَ مِنْ عَمَلِهِ وَحَسَنَاتِهِ بَعْدَ مَوْتِهِ عِلْمًا عَلَّمَهُ وَنَشَرَهُ وَوَلَدًا صَالِحًا تَرَكَهُ وَمُصْحَفًا وَرَّثَهُ أَوْ مَسْجِدًا بَنَاهُ أَوْ بَيْتًا لِابْنِ السَّبِيلِ بَنَاهُ أَوْ نَهْرًا أَجْرَاهُ أَوْ صَدَقَةً أَخْرَجَهَا مِنْ مَالِهِ فِي صِحَّتِهِ وَحَيَاتِهِ يَلْحَقُهُ مِنْ بَعْدِ مَوْتِهِ (ه عن ابى هريرة)

″Bir Mü’min kişiye, öldükten sonra amelinden ve yaptığı iyiliklerinden ulaşacak şeyler: Kendisinden sonraya bıraktığı ilim, geride bıraktığı sâlih evlat, mîras olarak bıraktığı Mushaf (Kur’ân), yaptırdığı mescit, yolcuların barınması için inşaa ettiği misâfirhâne, akıttığı su, sağlığı tam yerinde iken malından çıkarıp verdiği sadakadır. Bunlardan hangisini yapmış ise öldükten sonra da, onun sevabı kendisine ulaşır.″[2]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 10.

[2] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 20.


﴿ وَالَّذ۪ينَ يَسْعَوْنَ ف۪ٓي اٰيَاتِنَا مُعَاجِز۪ينَ اُو۬لٰٓئِكَ فِي الْعَذَابِ مُحْضَرُونَ ﴿٣٨﴾

38. Âyetlerimizi geçersiz kılmak için koşuşturanlar var ya, işte onlar azap içinde tutulmuş kimselerdir.


﴿ قُلْ اِنَّ رَبّ۪ي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ وَيَقْدِرُ لَهُۜ وَمَٓا اَنْفَقْتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِفُهُۚ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِق۪ينَ ﴿٣٩﴾

39. Ey Resûlüm! De ki: ″Şüphesiz Rabbim, rızkı kullarından dilediğine genişletir ve dilediğine daraltır. Allah rızâsı için ne infak ederseniz, Allah’u Teâlâ onun karşılığını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.″

İzah: İnfak hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا مِنْ يَوْمٍ يُصْبِحُ الْعِبَادُ فِيهِ إِلَّا مَلَكَانِ يَنْزِلَانِ فَيَقُولُ أَحَدُهُمَا اللّٰهُمَّ أَعْطِ مُنْفِقًا خَلَفًا وَيَقُولُ الْآخَرُ اللّٰهُمَّ أَعْطِ مُمْسِكًا تَلَفًا (خ م عن ابى هريرة)

Her gün kullar sabahleyin kalktığında, mutlaka beraberlerinde gökten iki melek iner. Bunlardan biri: ″Allah’ım! İnfak edenin malını artır″ der. Diğeri de: ″Allah’ım! Cimrilik edenin malını yok et″ der.[1]

Ebû Hureyre Radiyallâhu anhu da Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

إِنَّ اللّٰهَ قَالَ لِي أَنْفِقْ أُنْفِقْ عَلَيْكَ (م عن ابى هريرة)

Muhakkak ki, Allah’u Teâlâ bana şöyle bu­yurdu: ″Sen infak et, Ben de sana infak ederim…″[2]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

ثَلَاثٌ أَعْلَمُ أَنَّهُنَّ حَقٌّ مَا عَفَا امْرُؤٌ عَنْ مَظْلَمَةٍ اِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ بِهَا عِزًّا وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ عَلَى نَفْسِهِ بَابَ مَسْأَلَةٍ يَبْتَغِي بِهَا كَثْرَةً إِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ بِهَا فَقْرًا وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ عَلَى نَفْسِهِ بَابَ صَدَقَةٍ يَبْتَغِي بِهَا وَجْهُ اللّٰهِ تَعَالَى اِلَّا زَادَهُ اللّٰهِ بِهَا كَثْرَةً (هب عن ابى هريرة)

″Üç haslet var ki onlar haktır: Haksızlığa uğrayan bir kimse (eline fırsat geçtiği halde sabredip) affederse, şüphesiz Allah’u Teâlâ, o kulun şerefini artırır. Çok dünyâlık bulmak kastıyla kendisine dilencilik kapısını açan bir kula da, Allah’u Teâlâ yokluk kapısı açar. Bir kimse de Allah’ın rızâsını dileyerek Allah yoluna malını sarf ederse, Allah’u Teâlâ da onun malını kat kat artırır.″[3]


[1] Sahih-i Buhârî, Zekât 27; Sahih-i Müslim, Zekât 18 (57).

[2] Sahih-i Müslim, Zekat 11 (37).

[3] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 7846; Muhtâr’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 492.


﴿ وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ جَم۪يعًا ثُمَّ يَقُولُ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِيَّاكُمْ كَانُوا يَعْبُدُونَ ﴿٤٠﴾ قَالُوا سُبْحَانَكَ اَنْتَ وَلِيُّنَا مِنْ دُونِهِمْۚ بَلْ كَانُوا يَعْبُدُونَ الْجِنَّۚ اَكْثَرُهُمْ بِهِمْ مُؤْمِنُونَ ﴿٤١﴾ فَالْيَوْمَ لَا يَمْلِكُ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ نَفْعًا وَلَا ضَرًّاۜ وَنَقُولُ لِلَّذ۪ينَ ظَلَمُوا ذُوقُوا عَذَابَ النَّارِ الَّت۪ي كُنْتُمْ بِهَا تُكَذِّبُونَ ﴿٤٢﴾

40-42. O gün Allah’u Teâlâ, onların (müşriklerin) hepsini bir araya toplayacak, sonra meleklere: ″Size tapanlar bunlar mıydı?″ diye soracaktır.* Melekler derler ki: ″Ey Rabbimiz! Sen, noksan sıfatlardan uzaksın. Bizim velîmiz Sensin, onlar değil. Bilakis onlar, cinlere (şeytanlara) tapıyor ve birçoğu onlara îman ediyorlardı.″* ″Artık bugün birbirinize ne bir fayda, ne bir zarar vermeye güç yetirebi­lirsiniz. Ve zulmedenlere deriz ki: ″Yalanladığınız ateşin azâbını tadın.″

İzah: Âyet-i Kerîme’nin metninde geçen ″el-Cinne″ kelimesi, kullanıldığı yere göre bâzen cin, bâzen de şeytan anlamına gelmektedir. Buradaki anlamı ise şeytandır.[1]


[1] Allah’u Teâlâ âyetlerde, bâzen cine, şeytan; bâzen de şeytana, cin diye hitap etmektedir. Bu hususta Sûre-i Hicr, Âyet 26-27 ve izahına bakınız. Nitekim Allah’u Teâlâ Sûre-i Sebe, Âyet 12’de yine bu husustan bahsetmekte ve Süleyman Aleyhisselâm’a cinleri musahhar ettiğini açıkça beyan etmektedir.


﴿ وَاِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالُوا مَا هٰذَٓا اِلَّا رَجُلٌ يُر۪يدُ اَنْ يَصُدَّكُمْ عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ اٰبَٓاؤُ۬كُمْۚ وَقَالُوا مَا هٰذَٓا اِلَّٓا اِفْكٌ مُفْتَرًىۜ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِلْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُمْۙ اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ ﴿٤٣﴾

43. Âyetlerimiz apaçık bir şekilde onlara okunduğu zaman (Resûlü Ekrem’i kastederek), ″Bu, sizi babalarınızın ibâdet ettiği şeyden menetmek isteyen bir adamdan başka bir şey değildir″ dediler. Bir de (Kur’ân’ı kastederek), ″Bu da, uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir″ dediler. Ve hak kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler: ″Bu, ancak apaçık bir sihirdir″ dediler.

İzah: Bu âyetin sonunda: Ve hak kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler: ″Bu, ancak apaçık bir sihirdir″ dediler, diye buyrulmaktadır. Fahreddin er-Râzi Hazretleri, Tefsir-i Kebîr adlı eserinde burada geçen ″Hak″ ifadesini şöyle açıklamıştır:

- Bu ifade, bir görüşe göre Kur’ân, diğer bir görüşe göre ise, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in getirdiği mûcizelerin tamamıdır. Her iki izaha göre de, Allah’u Teâlâ’nın, ″Ve hak kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler″ diye buyurması, tevhidi inkârın, Allah’a ortak koşanlara mahsus olmasındandır. Fakat Kur’ân ve mûcizelerin inkâr edilmesi hususu, müşriklerle Ehl-i Kitap arasında, inkârında ittifak edilen bir meseledir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hakk, kâfirlerin hepsine şâmil olsun diye ″Ve hak kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler″ diye buyurmuştur.


﴿ وَمَٓا اٰتَيْنَاهُمْ مِنْ كُتُبٍ يَدْرُسُونَهَا وَمَٓا اَرْسَلْنَٓا اِلَيْهِمْ قَبْلَكَ مِنْ نَذ۪يرٍۜ ﴿٤٤﴾

44. Halbuki Biz onlara kitaplar vermedik ki okusunlar! Senden evvel onlara bir uyarıcı da göndermedik.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile İsmâil Aleyhisselâm arasında Araplara gönderilen hiçbir Peygamberin ve kitabın olmadığı beyan edilmektedir.


﴿ وَكَذَّبَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۙ وَمَا بَلَغُوا مِعْشَارَ مَٓا اٰتَيْنَاهُمْ فَكَذَّبُوا رُسُل۪ي۠ فَكَيْفَ كَانَ نَك۪يرِ۟ ﴿٤٥﴾

45. Bunlardan öncekiler de Resullerini yalanlamışlardı. Halbuki bunlar, öncekilere verdiklerimizin onda birine bile ulaşamamışlardır. Onlar, Resullerimi yalanladılar. Benim onları cezâlandır­mam nasıl oldu bir görseydin!

İzah: Ey Resûlüm! Allah’a ortak koşan müşriklerden ön­ce gelen kavimler de Resullerini yalanlamışlardı. Onlar senin kavminden daha güçlü ve kuvvetliydiler. Öyle ki senin kavmin, onlara verilen maddi gücün onda birine bile ulaşamamışlardır. Evet, onlar da Resullerini yalanlamışlardı. Fakat Benim onları cezâlandır­mam nasıl oldu bir görseydin! O halde senin kavmin de, kendilerinden daha güçlü olanlardan ibret alıp âyetlerimi ve Resullerimi yalanlamasınlar. Böyle yaparlarsa, onları da cezâlandırırım, demektir.


﴿ قُلْ اِنَّمَٓا اَعِظُكُمْ بِوَاحِدَةٍۚ اَنْ تَقُومُوا لِلّٰهِ مَثْنٰى وَفُرَادٰى ثُمَّ تَتَفَكَّرُوا۠ مَا بِصَاحِبِكُمْ مِنْ جِنَّةٍۜ اِنْ هُوَ اِلَّا نَذ۪يرٌ لَكُمْ بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَد۪يدٍ ﴿٤٦﴾

46. Ey Resûlüm! Onlara de ki: ″Ben size bir nasihat vereyim. Allah rızâsı için meclisten ikişer ikişer ve birer birer kalkıp (benim Peygamberliğimi) tefekkür edin (hakikati bulursunuz). Arkadaşınızda (Muhammed Aleyhisselâm’da) cinnetten eser yoktur. O, sizi ancak gelecek olan şiddetli azapla uyaran bir Peygamberdir.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in müşrikleri uyarmasıyla ilgili olarak İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şu hâdiseyi anlatmaktadır:

لَمَّا نَزَلَتْ {وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ} صَعِدَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلَى الصَّفَا فَجَعَلَ يُنَادِي يَا بَنِي فِهْرٍ يَا بَنِي عَدِيٍّ لِبُطُونِ قُرَيْشٍ حَتَّى اجْتَمَعُوا فَجَعَلَ الرَّجُلُ إِذَا لَمْ يَسْتَطِعْ أَنْ يَخْرُجَ أَرْسَلَ رَسُولًا لِيَنْظُرَ مَا هُوَ فَجَاءَ أَبُو لَهَبٍ وَقُرَيْشٌ فَقَالَ أَرَأَيْتَكُمْ لَوْ أَخْبَرْتُكُمْ أَنَّ خَيْلًا بِالْوَادِي تُرِيدُ أَنْ تُغِيرَ عَلَيْكُمْ أَكُنْتُمْ مُصَدِّقِيَّ قَالُوا نَعَمْ مَا جَرَّبْنَا عَلَيْكَ إِلَّا صِدْقًا قَالَ فَإِنِّي نَذِيرٌ لَكُمْ بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَدِيدٍ فَقَالَ أَبُو لَهَبٍ تَبًّا لَكَ سَائِرَ الْيَوْمِ أَلِهَذَا جَمَعْتَنَا فَنَزَلَتْ {تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ} (خ عن ابن عباس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Ey Resûlüm! Uyarmaya aşiretinden en yakın akrabaların ile başla″ mealindeki Sûre-i Şuarâ, Âyet 214 nâzil olduğu zaman, Safa Tepesi’ne çıktı ve Kureyş’in boylarına: ″Ey Fihroğulları! Ey Adiyoğulları!″ diye seslenmeye başladı. Herkes orada toplandı. Gelemeyenler de, ne olduğuna bakmak için yerlerine birini gönderdiler. Kureyşliler geldi. Ebû Leheb de gelmişti. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Şu vâdide size baskın yapacak olan bir süvâri birliği bulunuyor, diye size haber versem, bana inanır mısınız?″ diye sordu. Onlar: ″İnanırız, zîrâ senin yalan söylediğini hiç görmedik″ dediler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″O halde gelecek ağır bir azaptan dolayı sizi uyarıyorum″ diye buyurdu. Bunun üzerine Ebû Leheb: ″Bundan sonraki günlerinde hüsrâna uğrayasın emi! Bizi bunun için mi buraya topladın″ deyince, ″Ebû Leheb’in elleri kurusun! Zâten de kurudu.* Ona malının ve kazancının bir faydası olmadı″ diye devam eden Tebbet Sûresi nâzil oldu.[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Menâkib 13; Tefsir-i Şuarâ 2; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7126.


﴿ قُلْ مَا سَاَلْتُكُمْ مِنْ اَجْرٍ فَهُوَ لَكُمْۜ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ ﴿٤٧﴾ قُلْ اِنَّ رَبّ۪ي يَقْذِفُ بِالْحَقِّۚ عَلَّامُ الْغُيُوبِ ﴿٤٨﴾ قُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُع۪يدُ ﴿٤٩﴾ قُلْ اِنْ ضَلَلْتُ فَاِنَّمَٓا اَضِلُّ عَلٰى نَفْس۪يۚ وَاِنِ اهْتَدَيْتُ فَبِمَا يُوح۪ٓي اِلَيَّ رَبّ۪يۜ اِنَّهُ سَم۪يعٌ قَر۪يبٌ ﴿٥٠﴾

47-50. Ey Habîbim! De ki: ″Ben tebliğimden dolayı sizden ücret istemedim, o sizin olsun. Benim ücretim ancak Allah’a aittir. Allah’u Teâlâ her şeye şâhittir.″* De ki: ″Şüphesiz Rabbim, hakkı Peygamberlere vahyeder ve bütün gaybleri bilir.″* De ki: ″Hak (İslâm) geldi; bâtıl (şirk) eseri görülmeyecek ve tekrar dönmeyecek sûrette yok oldu.″* De ki: ″Haktan şaşarsam, vebâli nefsime aittir. Hakkı bulursam, Rabbimin vahyi ile bulurum. Şüphesiz O, her şeyi işitir ve kullarına çok yakındır.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Hak (İslâm) geldi; bâtıl (şirk) eseri görülmeyecek ve tekrar dönmeyecek sûrette yok oldu″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

دَخَلَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَكَّةَ وَحَوْلَ الْبَيْتِ سِتُّونَ وَثَلَاثُ مِائَةِ نُصُبٍ فَجَعَلَ يَطْعُنُهَا بِعُودٍ فِي يَدِهِ وَيَقُولُ {جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا} {جَاءَ الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ} (خ م عن عبد اللّٰه بن مسعود)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mekke’yi fethettiğinde, Kâbenin çevresinde üç yüz altmış tane put vardı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem elindeki âsâ ile onları deviriyor ve ″Hak (İslâm) geldi ve bâtıl (şirk) yok oldu. Şüphesiz bâtıl, yok olmaya mahkûmdur″[1] ve ″Hak (İslâm) geldi; bâtıl (şirk) eseri görülmeyecek ve tekrar dönmeyecek sûrette yok oldu[2] diye geçen âyetleri okuyordu.[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Vedâ Hutbesi’nde de şöyle buyurmuştur:

أَيّهَا النّاسُ فَإِنّ الشّيْطَانَ قَدْ يَئِسَ مِنْ أَنْ يُعْبَدَ بِأَرْضِكُمْ هَذِهِ أَبَدًا وَلَكِنّهُ إنْ يُطَعْ فِيمَا سِوَى ذَلِكَ فَقَدْ رَضِيَ بِهِ بِمَا تُحَقّرُونَ مِنْ أَعْمَالِكُمْ فَاحْذَرُوهُ عَلَى دِينِكُمْ (سيرة ابن هشام عن ابن اسحاق)

″Ey insanlar! Bugün şeytan, sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hâkimiyetini kurmak gücünü ebedî sûrette kaybetmiştir (sizi şirke düşürüp sizin üzerinize hâkimiyet kuramaz). Fakat siz, bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dîninizi korumak için bunlardan da sakının.″[4]


[1] Sûre-i İsrâ, Âyet 81.

[2] Sûre-i Sebe, Âyet 49.

[3] Sahih-i Buhârî, Megâzi 46; Sahih-i Müslim, Cihat ve Siyer 32 (87).

[4] İbn-i Hişam, es-Sîret’ün-Nebeviyye, c. 4, s. 604


﴿ وَلَوْ تَرٰٓى اِذْ فَزِعُوا فَلَا فَوْتَ وَاُخِذُوا مِنْ مَكَانٍ قَر۪يبٍۙ ﴿٥١﴾ وَقَالُٓوا اٰمَنَّا بِه۪ۚ وَاَنّٰى لَهُمُ التَّنَاوُشُ مِنْ مَكَانٍ بَع۪يدٍۚ ﴿٥٢﴾ وَقَدْ كَفَرُوا بِه۪ مِنْ قَبْلُۚ وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِنْ مَكَانٍ بَع۪يدٍ ﴿٥٣﴾

51-53. Ey Resûlüm! Sen o kâfirleri, korkup dehşete düştükleri zaman bir görseydin. Artık kaçacak yerleri yoktur ve (Cehenneme) yakın bir yerden yakalanmışlardır.* O zaman onlar: ″Biz ona (Muhammed Aleyhisselâm’a) îman ettik″ derler. Fakat çok uzak bir yerden, îmana ulaşmak nasıl mümkün olur?* Halbuki daha önce (dünyâda iken) onu inkâr etmişlerdi ve bilmedikleri şeye haktan uzak olarak lâf atıp duruyorlardı.

İzah: İbn-i Abbas ve Dahhâk Hazretlerine göre, burada zikredilen insanlardan mak­sat, Resûlullah (Salallâhu aleyhi vesellem)’i yalanlayan müşriklerdir. Bunlar, dünyâda iken korkunç bir azâ­ba maruz kalmışlar ve kendilerini ondan kurtaramamışlardır. Abdullah b. Zeyd Hazretlerine göre bu azap, onların Bedir Savaşı’nda öldürülmeleridir.

Hasan-ı Basrî ve Mücâhid Hazretlerine göre ise, bu âyette zikredilen insanlar­dan maksat, müşrikler, korkuya düşmeleri ânı ise, kabirlerinden çıkıp gözleriyle ilâhi azâbı görmeleri ânıdır.

Âyet-i Kerîme’de: ″Bilmedikleri şeye haktan uzak olarak lâf atıp duruyorlardı″ diye geçen ifadeye müfessirler şöyle mânâ vermişlerdir: O müşrikler, Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bâzen kâhin, bâzen şâir, bâzen de mecnun diyorlar. Böylece Resûlü Ekrem’den çok uzak olan bu sıfatla­rı, hiçbir bilgileri olmadığı halde ona yakıştırmaya çalışıyorlardı. Halbuki onlar, Resûlü Ekrem’den bu söylediklerinin tam aksini müşâhede etmekteydirler. Yani onun güvenilir, yalan söylemeyen ve doğru sözlü bir kimse olduğunu bilirlerdi.


﴿ وَح۪يلَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ كَمَا فُعِلَ بِاَشْيَاعِهِمْ مِنْ قَبْلُۜ اِنَّهُمْ كَانُوا ف۪ي شَكٍّ مُر۪يبٍ ﴿٥٤﴾

54. Daha önce benzerlerine yapıldığı gibi, bunlarla îman etme arzusu arasına set çekilir. Çünkü onlar, şiddetli bir tereddüt ve şüphe içinde idiler.

İzah: Kâfirler, dünyâ hayatına ruhlarıyla bağlanırlar. Onlar, dünyâ hırsıyla koşuşturup dururken, aniden ölüm meleği Azrâil Aleyhisselâm onların karşısına çıkar ve bunların canlarını alır. Ölüm anında îman etmek isteseler bile, onların bu îmanları kabul edilmez. Firavun da denizde boğulurken, Mûsâ Aleyhisselâm’a îman ettiğini söylemişti. Fakat bu îmanı kabul edilmedi.