Bu sûre 11 âyettir. Medîne döneminde nâzil olmuştur. Bu sûrede münâfıkların yalan yere îman iddiasında bulunmaları ve onların kötü halleri anlatıldığı için ″Münâfikûn Sûresi″ diye isimlendirilmiştir.
Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:
كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِمَّا يَقْرَأُ فِي صَلَاةِ الْجُمُعَةِ بِالْجُمُعَةِ، فَيُحَرِّضُ بِهِ الْمُؤْمِنِينَ، وَفِي الثَّانِيَةِ بِسُورَةِ الْمُنَافِقِينَ، فَيُفْزِعُ بِهِ الْمُنَافِقِينَ (طب عن ابى هريرة)
″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Cuma Namazı’nda, birinci rek’atta Cuma Sûresi’ni okuyup, onunla Mü’minleri müjdeler ve ikinci rek’atta Münâfikûn Sûresi’ni okuyup, onunla münâfıkları korkuturdu.″[1]
[1] Taberâni, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 710; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 14, s. 450.
﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ﴾
Bismillâhirrahmânirrahîm.
﴿ اِذَا جَٓاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ اِنَّكَ لَرَسُولُ اللّٰهِۢ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اِنَّكَ لَرَسُولُهُۜ وَاللّٰهُ يَشْهَدُ اِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ لَكَاذِبُونَۚ ﴿١﴾ ﴾
1. Ey Resûlüm! Münâfıklar sana geldiği vakit, ″Senin, elbette Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet ederiz!″ dediler. Allah’u Teâlâ bilir ki, elbette sen O’nun Resûlüsün. Allah’u Teâlâ şehâdet eder ki, münâfıklar muhakkak yalancıdırlar.
İzah: Sûre-i Münâfikûn, Âyet 1-8’in nüzul sebebine dair Zeyd b. Erkam Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise nakledilmiştir:
كُنْتُ مَعَ عَمِّي فَسَمِعْتُ عَبْدَ اللّٰهِ بْنَ أُبَيٍّ ابْنَ سَلُولَ يَقُولُ لَا تُنْفِقُوا عَلَى مَنْ عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ حَتَّى يَنْفَضُّوا وَقَالَ أَيْضًا لَئِنْ رَجَعْنَا إِلَى الْمَدِينَةِ لَيُخْرِجَنَّ الْأَعَزُّ مِنْهَا الْأَذَلَّ فَذَكَرْتُ ذَلِكَ لِعَمِّي فَذَكَرَ عَمِّي لِرَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَرْسَلَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِلَى عَبْدِ اللّٰهِ بْنِ أُبَيٍّ وَأَصْحَابِهِ فَحَلَفُوا مَا قَالُوا فَصَدَّقَهُمْ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَكَذَّبَنِي فَأَصَابَنِي هَمٌّ لَمْ يُصِبْنِي مِثْلُهُ قَطُّ فَجَلَسْتُ فِي بَيْتِي فَأَنْزَلَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ {إِذَا جَاءَكَ الْمُنَافِقُونَ إِلَى قَوْلِهِ هُمْ الَّذِينَ يَقُولُونَ لَا تُنْفِقُوا عَلَى مَنْ عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ إِلَى قَوْلِهِ لَيُخْرِجَنَّ الْأَعَزُّ مِنْهَا الْأَذَلَّ} فَأَرْسَلَ إِلَيَّ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَرَأَهَا عَلَيَّ ثُمَّ قَالَ إِنَّ اللّٰهَ قَدْ صَدَّقَكَ (خ عن زيد بن ارقم)
Amcam ile birlikte idim. Münâfıkların başı olan Abdullah İbn-i Übeyy İbn-i Selûl’ün: ″Resûlullah’ın etrafında bulunan Muhâcirlere infak etmeyin ki, dağılıp gitsinler!″ dediğini ve ayrıca, ″Yemin olsun ki, eğer (gazâdan) Medîne’ye dönersek, elbette aziz olanlar, zelil olanları oradan çıkaracaktır″ dediğini duydum.
Bunu amcama anlattım, amcam da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e söyledi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Abdullah b. Übeyy ile arkadaşlarına haber gönderdi. Onlar, böyle bir şey söyleme-diklerine dair yemin ettiler. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onları tasdik etti, beni haksız gördü. Benzerini görmediğim bir keder ve üzüntü gelip beni buldu. Evimde oturdum. Allah’u Teâlâ: ″Ey Resûlüm! Münâfıklar sana geldiği vakit, ″Senin, elbette Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet ederiz!″ dediler. Allah’u Teâlâ bilir ki, elbette sen O’nun Resûlüsün. Allah’u Teâlâ şehâdet eder ki, münâfıklar muhakkak yalancıdırlar″ mealindeki Sûre-i Münâfikûn, Âyet 1 ile başlayıp yine, ″Allah’ın Resûlünün yanında bulunan Muhâcirlere infak etmeyin ki, dağılıp gitsinler!″ diye geçen Sûre-i Münâfıkûn, Âyet 7’ye ve daha sonra: ″Yemin olsun ki, eğer (gazâdan) Medîne’ye dönersek, elbette aziz olanlar, zelil olanları oradan çıkaracaktır″ diye geçen Sûre-i Münâfıkûn, Âyet 8’e kadar indirdi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bana haber gönderdikten sonra, ″Allah’u Teâlâ seni tasdik etti″ diye buyurdu.[1]
[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Münâfikûn 3.
﴿ اِتَّخَذُٓوا اَيْمَانَهُمْ جُنَّةً فَصَدُّوا عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ اِنَّهُمْ سَٓاءَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٢﴾ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ اٰمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا فَطُبِعَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَفْقَهُونَ ﴿٣﴾ ﴾
2-3. Onlar, yeminlerini (kendilerine yönelecek tenkide karşı) bir siper edindiler de Allah yolundan alıkoydular. Şüphesiz ki, onların yaptıkları ne kötüdür.* Bu, onların görünüşte îman edip, sonra küfürlerinin ortaya çıkması sebebiyledir. Böylece onların kalpleri mühürlendi. Artık onlar hakkı anlamazlar.
İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Onlar, yeminlerini (kendilerine yönelecek tenkide karşı) bir siper edindiler de Allah yolundan alıkoydular″ diye buyrulmaktadır. Yani o münâfıklar, kendilerini hak etmiş oldukları öldürülmekten, esaretten, kınanmaktan korumak için yalan yere yaptıkları yeminlerini bir siper edindiler de kendi nefislerini de, kendilerinin aldatmalarına uyanları da Allah yolundan alıkoydular, demektir.
﴿ وَاِذَا رَاَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ اَجْسَامُهُمْۜ وَاِنْ يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْۜ كَاَنَّهُمْ خُشُبٌ مُسَنَّدَةٌۜ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْۜ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْۜ قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ ﴿٤﴾ ﴾
4. Ey Resûlüm! Sen onları gördüğün vakit, kalıpları hoşuna gider ve konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar, dayanmış kereste gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerinde zannederler. Onlar düşmandır, artık onlardan sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl haktan yüz çeviriyorlar.
İzah: Âyette geçen münâfıklar hakkında şöyle buyrulmuştur:
وَقَوْلُهُ {خُشُبٌ مُسَنَّدَةٌ} قَالَ كَانُوا رِجَالًا أَجْمَلَ شَيْءٍ (خ عن زيد بن ارقم)
Zeyd b. Erkam Radiyallâhu anhu, Sûre-i Münâfıkûn, Âyet 4’teki: ″Onlar, dayanmış kereste gibidirler″ buyruğunu: ″Münâfıklar iyi görünümlü kimselerdi″ diye açıkladı.[1]
Yine Âyet-i Kerîme’de münâfıkların özellikleri hakkında, ″Her gürültüyü kendi aleyhlerinde zannederler″ diye buyrulmaktadır. Münâfıklar, herhangi bir seslenişi duysalar, bir korku ve endişe içinde kalırlar, kendi başlarına bir belânın geleceğini zannederler, münâfıklık-larının ortaya çıkacağını düşünerek korkarlar.
[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Münâfikûn 4.
﴿ وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ تَعَالَوْا يَسْتَغْفِرْ لَكُمْ رَسُولُ اللّٰهِ لَوَّوْا رُؤُ۫سَهُمْ وَرَاَيْتَهُمْ يَصُدُّونَ وَهُمْ مُسْتَكْبِرُونَ ﴿٥﴾ ﴾
5. Onlara: ″Gelin, Allah’ın Resûlü sizin için Allah’tan af dilesin!″ denildiği zaman, başlarını çevirirler. Ve sen, onların kibirlenerek yüz çevirdiklerini görürsün.
﴿ سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ اَسْتَغْفَرْتَ لَهُمْ اَمْ لَمْ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْۜ لَنْ يَغْفِرَ اللّٰهُ لَهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِق۪ينَ ﴿٦﴾ ﴾
6. Ey Resûlüm! Onlar için Allah’tan af dilesen de, dilemesen de birdir. Allah’u Teâlâ onları aslâ bağışlamaz. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, (küfür ve nifaka dalmış olan) fâsıklara hidâyet etmez.
﴿ هُمُ الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ لَا تُنْفِقُوا عَلٰى مَنْ عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ حَتّٰى يَنْفَضُّواۜ وَلِلّٰهِ خَزَٓائِنُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلٰكِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ لَا يَفْقَهُونَ ﴿٧﴾ ﴾
7. O münâfıklar, Ensâra: ″Allah’ın Resûlünün yanında bulunan Muhâcirlere infak etmeyin ki, dağılıp gitsinler!″ diyen kimselerdir. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat münâfıklar anlamazlar.
﴿ يَقُولُونَ لَئِنْ رَجَعْنَٓا اِلَى الْمَد۪ينَةِ لَيُخْرِجَنَّ الْاَعَزُّ مِنْهَا الْاَذَلَّۜ وَلِلّٰهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِه۪ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ وَلٰكِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ لَا يَعْلَمُونَ۟ ﴿٨﴾ ﴾
8. Onlar: ″Yemin olsun ki, eğer (gazâdan) Medîne’ye dönersek, elbette aziz olanlar, zelil olanları oradan çıkaracaktır″ derler. Halbuki izzet (kuvvet, zafer ve şeref), Allah’a, Resûlüne ve Mü’minlere aittir. Fakat münâfıklar bilmezler.
İzah: Bu sûrenin girişinde belirtildiği gibi, buraya kadar zikredilen Âyet-i Kerîme’ler, Abdullah İbn-i Übeyy İbn-i Selûl isimli münâfık ve arkadaşları hakkında nâzil olmuştur. Âyetlerde, Mü’minlere dil uzattıkları belirtilen kişiler bunlardır. Mü’minler aleyhinde söylenen sözler de bunlara aittir.
Câbir b. Abdullah Radiyallâhu anhu, münâfıkların reisi olan Abdullah İbn-i Übeyy İbn-i Selûl’ün bu sözleri söylemesinin sebebini şöyle anlatmaktadır:
كُنَّا فِي غَزَاةٍ قَالَ سُفْيَانُ مَرَّةً فِي جَيْشٍ فَكَسَعَ رَجُلٌ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ رَجُلًا مِنَ الْأَنْصَارِ فَقَالَ الْأَنْصَارِيُّ يَا لَلْأَنْصَارِ وَقَالَ الْمُهَاجِرِيُّ يَا لَلْمُهَاجِرِينَ فَسَمِعَ ذَلِكَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ مَا بَالُ دَعْوَى الْجَاهِلِيَّةِ قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ كَسَعَ رَجُلٌ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ رَجُلًا مِنَ الْأَنْصَارِ فَقَالَ دَعُوهَا فَإِنَّهَا مُنْتِنَةٌ فَسَمِعَ بِذَلِكَ عَبْدُ اللّٰهِ بْنُ أُبَيٍّ فَقَالَ فَعَلُوهَا أَمَا وَاللّٰهِ لَئِنْ رَجَعْنَا إِلَى الْمَدِينَةِ لَيُخْرِجَنَّ الْأَعَزُّ مِنْهَا الْأَذَلَّ فَبَلَغَ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَامَ عُمَرُ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ دَعْنِي أَضْرِبْ عُنُقَ هَذَا الْمُنَافِقِ فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ دَعْهُ لَا يَتَحَدَّثُ النَّاسُ أَنَّ مُحَمَّدًا يَقْتُلُ أَصْحَابَهُ وَكَانَتْ الْأَنْصَارُ أَكْثَرَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ حِينَ قَدِمُوا الْمَدِينَةَ ثُمَّ إِنَّ الْمُهَاجِرِينَ كَثُرُوا بَعْدُ (خ عن جابر)
Biz, bir gazvede Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraberdik. Muhâcirlerden bir adam Ensârdan birinin arkasına bir tekme vurdu. Ensârdan olan kişi: ″Ey Ensâr neredesiniz?″ diye yardım istedi. Muhacirlerden olan bir kişi de: ″Ey Muhâcirler neredesiniz?″ diye yardım istedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bunları duydu ve dedi ki: ″Nedir bu câhiliyet çağrıları?″ Dediler ki: ″Yâ Resûlallah! Muhacirlerden biri Ensârdan birinin arkasına vurdu.″ Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bırakın bu çeşitli dâvâları, bu dâvâlar kokmuş dâvâlardır″ buyurdu. Abdullah İbn-i Übeyy İbn-i Selûl bunu işitti ve ″Bunu yaptılar ha? Allah’a yemin olsun ki eğer Medîne’ye dönecek olursak en şerefli olanlar en zelil olanları oradan çıkaracaktır″ dedi. Onun bu sözleri Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e ulaştı. Bunun üzerine Hz. Ömer ayağa kalktı ve dedi ki: ″Yâ Resûlallah! Bırak beni de şu münâfıkın boynunu vurayım.″ Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Bırak onun yakasını. İnsanlar, ″Muhammed, arkadaşlarını öldürüyor″ demesinler. Câbir Radiyallâhu anhu diyor ki: Muhâcirler Medîne’ye geldikleri zaman Ensâr, Muhâcirlerden daha çok idi. Fakat daha sonra Muhâcirler Ensârdan daha fazla oldular.[1]
[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Münâfikûn 6.
﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تُلْهِكُمْ اَمْوَالُكُمْ وَلَٓا اَوْلَادُكُمْ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ ﴿٩﴾ ﴾
9. Ey îman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız, sizi Allah’ın zikrinden alıkoymasın! Her kim böyle yaparsa, işte onlar hüsrâna uğrayanlardır.
İzah: Malların ve çocukların Mü’minleri ibâdetten alıkoyan birer imtihan olabileceğine dair Sûre-i Enfâl, Âyet 28 ve Sûre-i Teğâbün, Âyet 14 ve izahlarına bakınız. Allah’ın zikrine dair geniş bilgi için de Sûre-i Bakara, Âyet 152 ve izahına bakınız.
﴿ وَاَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ اَحَدَكُمُ الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ لَوْلَٓا اَخَّرْتَن۪ٓي اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۙ فَاَصَّدَّقَ وَاَكُنْ مِنَ الصَّالِح۪ينَ ﴿١٠﴾ وَلَنْ يُؤَخِّرَ اللّٰهُ نَفْسًا اِذَا جَٓاءَ اَجَلُهَاۜ وَاللّٰهُ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ ﴿١١﴾ ﴾
10-11. Sizden birine ölüm gelip de, ″Yâ Rabbi! Beni biraz daha yaşatsan da sadaka versem ve sâlihlerden olsam″ diyeceği an gelip çatmadan önce, size verdiğimiz rızıklardan infak edin.* Halbuki Allah’u Teâlâ, hiçbir nefsi eceli geldiği vakit sonraya bırakmaz. Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızdan haberdardır.
İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:
مَنْ كَانَ لَهُ مَالٌ يُبَلِّغُهُ حَجَّ بَيْتِ رَبِّهِ أَوْ تَجِبُ عَلَيْهِ فِيهِ الزَّكَاةُ فَلَمْ يَفْعَلْ يَسْأَلْ الرَّجْعَةَ عِنْدَ الْمَوْتِ فَقَالَ رَجُلٌ يَا ابْنَ عَبَّاسٍ اتَّقِ اللّٰهَ إِنَّمَا يَسْأَلُ الرَّجْعَةَ الْكُفَّارُ قَالَ سَأَتْلُو عَلَيْكَ بِذَلِكَ قُرْآنًا {يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُلْهِكُمْ أَمْوَالُكُمْ وَلَا أَوْلَادُكُمْ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ فَأُولَئِكَ هُمْ الْخَاسِرُونَ وَأَنْفِقُوا مِنْ مَا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَ أَحَدَكُمْ الْمَوْتُ إِلَى قَوْلِهِ وَاللّٰهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ} قَالَ فَمَا يُوجِبُ الزَّكَاةَ قَالَ إِذَا بَلَغَ الْمَالُ مِائَتَيْ دِرْهَمٍ فَصَاعِدًا قَالَ فَمَا يُوجِبُ الْحَجَّ قَالَ الزَّادُ وَالْبَعِيرُ (ت عن ابن عباس)
″Kimin, Rabbinin beytini haccetmeye götürecek kadar malı olur veya zekât verecek kadar malı bulunur da bunları yapmayacak olursa, ölümü anında tekrar dünyâya dönmeyi ister.″ Bunun üzerine bir adam: ″Ey İbn-i Abbas! Allah’tan kork, ölüm anında dünyâya dönmeyi ancak kâfirler isterler″ dedi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ da: ″Ben bu hususta sana Kur’ân’dan âyetler okuyacağım″ dedi ve Sûre-i Münâfikûn, Âyet 9, 10 ve 11’i okudu.
Adam, İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’ya: ″Ne kadar mal zekât vermeyi gerektirir?″ dedi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ: ″Malı iki yüz dirhem veya daha fazla olursa″ dedi. Adam: ″Haccetmek ne zaman farz olur?″ dedi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ: ″Azık ve deve bulunursa″ cevabını verdi.[1]
Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Halbuki Allah’u Teâlâ, hiçbir şahsı eceli geldiği vakit sonraya bırakmaz. Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızdan haberdardır″ diye buyrulmaktadır.
Ecelin iki yönü vardır. Ecel-i Müsemmâ ve Ecel-i Muallak‘tır.
Ecel-i Müsemmâ: Vakti geldiğinde; günü, saati, dakikası, saniyesi bile şaşmayan eceldir. Görünüşte bir şey bir şeye sebep olur, eceli gelen kişi sapasağlam dahi olsa ölür. Bu şekilde ecelin vakti gelince, ne bir an ileri alınır, ne de bir an geri bırakılır. Bu Âyet-i Kerîme’de anlatılan da budur.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur.
إِنَّ اللّٰهَ تَبَارَكَ وَتَعَالَى إِذَا أَرَادَ قَبْضَ رُوحِ عَبْدٍ بِأَرْضٍ جَعَلَ لَهُ فِيهَا أَوْ قَالَ بِهَا حَاجَةً (حم عن ابى عزة)
″Allah’u Teâlâ bir kulun ruhunu bir yerde almayı dilediğinde, onun için orada bir ihtiyaç yaratır.″[2]
Ecel-i Muallak (Ecel-i Kazâ): Bir sebebe bağlı olarak değiştirilmesi takdir edilmiş eceldir. Her nefsin eceli, Levh-i Mahfuz’da belirlenmiştir. Kulların dünyâda yaptıkları amellerine göre, ömürlerinin uzayıp kısalması Allah’ın takdirindedir. Bu husus Sûre-i Ra’d, Âyet 39’da şöyle geçmektedir:
″Allah’u Teâlâ, dilediği hükmü siler ve dilediğini sâbit bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.″
Meselâ: Allah’u Teâlâ, Yunus Aleyhisselâm’ın kavmini helâk etmek üzere belâ gönderince, onlar belânın ilk alâmetlerini gördüğünde hemen îman edip tevbe etmeleri neticesinde, üzerlerindeki belâ kalkmış ve ömürleri de uzamıştır. Bu husus Sûre-i Yûnus, Âyet 96-98’de şöyle geçmektedir:
″Şüphesiz ki, aleyhlerinde Rabbinin kelimesi (hükmü) hak olanlar, îman etmezler.* Onlar, elim azâbı görünceye kadar delillerin hepsini görseler de yine îman etmezler.* Helâk olan bir belde ahâlisi, onlara azap inmeden önce îman etselerdi de bu îmanları kendilerine fayda verseydi ya! Ancak Yunus’un kavmi, azap işâretlerini görür görmez îman ettiler. Biz de onlardan, dünyâ hayatında zelil olacakları azâbı kaldırdık ve onları bir müddete kadar faydalandırdık.″
Ömrün uzayabileceğine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
بِرُّ الْوَالِدَيْنِ يَزِيدُ فِي الْعُمُرِ وَالدُّعَاءُ يَرُدُّ الْقَضَاءَ وَالْكَذِبُ يَنْقُصُ الرِّزْقَ (عد والديلمي عن أبي هريرة)
″Anne ve babaya yapılan iyilik ömrü uzatır. Duâ kazâyı önler. Yalan da rızkı eksiltir.″[3]
إِنَّ صَدَقَةَ الْمُسْلِمِ تَزِيدُ فِي الْعُمُرِ، وَتَمْنَعُ مِيتَةَ السُّوءِ، وَيُذْهِبُ اللّٰهُ بِهَا الْكِبْرَ وَالْفَخْرَ (طب عن كثير بن عبد اللّٰه المزنيّ)
″Müslüman bir kimsenin verdiği sadaka, ömrünü artırır ve kötü sondan muhafaza eder ve Allah’u Teâlâ ondan kibir ve gururu giderir.″[4]
مَنْ سَرَّهُ أَنْ يُبْسَطَ لَهُ فِي رِزْقِهِ أَوْ يُنْسَأَ لَهُ فِي أَثَرِهِ فَلْيَصِلْ رَحِمَهُ (خ عن انس وعن ابى هريرة)
″Kim rızkının bol olmasını ve ömrünün uzamasını arzu ederse, sıla-i rahim yapsın.″[5]
Yine kulların yaptıkları kötü ameller sebebiyle ömürlerinin kısalacağına dair Allah’u Teâlâ Sûre-i Enfâl, Âyet 54’te şöyle buyurmuştur:
″Onların bu hâli, Âl-i Firavun (Firavun ve adamları) ile onlardan öncekilerin hâli gibidir. Onlar, Rablerinin âyetlerini yalanlamışlardı. Biz de onları günahları sebebiyle helâk ettik ve Âl-i Firavun’u da denizde gark ettik. Bunların hepsi zâlim idiler.″
Bu husus İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ‘dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:
مَا ظَهَرَ الْغُلُولُ فِي قَوْمٍ قَطُّ إِلَّا أُلْقِيَ فِي قُلُوبِهِمْ الرُّعْبُ وَلَا فَشَا الزِّنَا فِي قَوْمٍ قَطُّ إِلَّا كَثُرَ فِيهِمْ الْمَوْتُ وَلَا نَقَصَ قَوْمٌ الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ إِلَّا قُطِعَ عَنْهُمْ الرِّزْقُ وَلَا حَكَمَ قَوْمٌ بِغَيْرِ الْحَقِّ إِلَّا فَشَا فِيهِمْ الدَّمُ وَلَا خَتَرَ قَوْمٌ بِالْعَهْدِ إِلَّا سَلَّطَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ الْعَدُوَّ (موطأ عن ابن عباس)
″Bir kavimde devlet malından hırsızlık zuhur ederse, Allah’u Teâlâ o kavmin kalplerine korku koyar. Bir kavim içinde zinâ yayılırsa, orada ölümler artar. Bir kavim ölçü ve tartıyı noksan ederse, Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin mahkemelerinde haksız yere hüküm verilirse, o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır. Bir kavim ahdinden dönerse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder.″[6]
Ayrıca tedbir almayarak tehlikeden sakınmayan kimselerin de ömürleri kısalabilir. Bir kimse sürekli tehlikeli işler yaparsa, meselâ: Devamlı frensiz arabaya binerse, tedbirini almadığı için muhakkak kazâ yapar, bu şekilde erken ölebilir. Çünkü tedbir almak dinimizin bir emridir.
Tedbir almak gerektiğine dair Allah’u Teâlâ Sûre-i Enfâl, Âyet 60’ta şöyle buyurmaktadır:
″Ey Mü’minler! Onlara karşı gücünüzün yettiği her kuvvetten ve atlardan hazırlayın...″
Yine bu hususta Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:
″Yâ Resûlallah! devemi bağlayıp da mı, yoksa salıverip de mi Allah’a tevekkül edeyim?″ diye soran bir adama, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
اعْقِلْهَا وَتَوَكَّلْ (ت عن انس)
″Deveni bağla ve sonra tevekkül et.″[7]
Kader mevzuunda olduğu gibi ecelin de böyle iki yönü vardır. Sonuç olarak Allah’u Teâlâ’nın İlm-i Ezeliyesi bakımından kader de ecel de tektir.
Soru: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz;
صِلَةُ الرَّحِمِ تَزِيدُ فِى الْعُمْرِ.
″Hısım ve akrabayı ziyâret ömrü uzatır″[8] buyurmuştur. Eğer insanın tek eceli olsaydı, onun uzaması düşünülmezdi?
Cevap: Bu Hadis-i Şerif’te yer alan ″Ziyâde″nin izahı şöyledir: Hısım ve akrabayı ziyâret etmeseydi, o kimsenin ömrünün meselâ; elli yıl olacağı Allah’u Teâlâ’nın ilminde mevcuttu. Bunun yanında Cenâb-ı Hakk onun hısım ve akrabayı ziyâret edeceğini ve bu sebeple ömrünün yetmiş yıl olacağını da biliyordu. Bunâenaleyh burada yüce Allah’ın hüküm ve irâde ettiği, onun hısım ve akrabasını ziyâret ederek yetmiş yıl yaşayacağı şıkkıdır. İşte aradaki yirmi yıl bu meziyeti sebebiyle –sılahi rahim yapmamış olsaydı ömrünün elli yıl olacağına dair ilmi ilâhiye nazaran- bir ziyâde (ömrün uzaması) sayılmıştır. Bu izah tarzı şu temele istinâd ediyor ki Allah’u Teâlâ, icat edilecek ma’dûmun (mevcut olmayanın) nasıl icat edileceğini bildiği gibi icat edilmeyecek ma’dûmun, şayet icat edilecek olsaydı nasıl icat edilebileceğini de bilir. Tıpkı Cehennemliklerin, dünyaya döndürülmeyeceklerini bildiği halde şayet dünyaya iade edilecek olsalardı eski küfürlerine döneceklerini şu Âyet-i Kerîmesiyle haber verdiği gibi: ″… Eğer tekrar dünyâya dönseler, yine nehyedildikleri fenâlıklara dönerlerdi. Şüphesiz ki onlar, yalancıdırlar.″[9]
Ehl-i Sünnete göre; öldürülen bir şahıs da Allah’u Teâlâ’nın kendisine takdir etmiş olduğu ecelin gelmesi sebebiyle ölmüştür. Bir kazâ sonucu ölen de böyledir. Çünkü Allah’u Teâlâ, yerde ve gökte, gizli ve âşikâr olmuş ve olacağı, gelmiş ve geleceği dil ile söyleneni hattâ hatıra geleni dahi ilm-i ezeliyesiyle bilir. Şu halde bilmediği bir şey yoktur. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Talâk, Âyet 12’de şöyle buyurmaktadır: ″… Muhakkak Allah’u Teâlâ’nın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.″
Ayrıca kader hakkında geniş bilgi için Sûre-i Enfâl, Âyet 51’in izahına bakınız.
[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 64.
[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 14990, 20980.
[3] Kenz’ul-Ummal 45520; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 244/3.
[4] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 13508; Kenz’ül-İrfan, Hadis No: 355.
[5] Sahih-i Buhârî, Buyû 13, Edeb 12.
[6] İmam Mâlik, Muvatta, Cihat 13.
[7] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 60; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 336/13.
[8] Mâturidiyye Akâidi, s. 159; Sahih-i Buhârî, Buyû 13, Edeb 12.
[9] Sûre-i En’am, Âyet 28.