MÜZZEMMİL SÛRESİ

Bu sûre 20 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. 20. âyetinin, Medîne döneminde nâzil olduğu rivâyet edilmiştir. İlk âyetinde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e hitâben ″Örtüsüne bürünen″ diye hitap edildiği için bu anlama gelen ″Müzzemmil″ ismi verilmiştir.

Bu sûre hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰه تَعَالَى أَسْمَانِي فِي الْقُرْآن سَبْعَة أَسْمَاء مُحَمَّد وَأَحْمَد وَطه وَيس وَالْمُزَّمِّل وَالْمُدَّثِّر وَعَبْد اللّٰه (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن على)

″Allah’u Teâlâ Kur’ân’da beni yedi isim ile zikretti; Muhammed, Ahmed, Tâhâ, Yâsîn, Müzzemmil, Müddessir ve Abdullah.″[1]


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 5, s. 15.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ يَٓا اَيُّهَا الْمُزَّمِّلُۙ ﴿١﴾ قُمِ الَّيْلَ اِلَّا قَل۪يلًاۙ ﴿٢﴾ نِصْفَهُٓ اَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَل۪يلًاۙ ﴿٣﴾ اَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْاٰنَ تَرْت۪يلًاۜ ﴿٤﴾

1-4. Ey örtüsüne bürünen Resûlüm!* Gecenin az bir miktarı hâriç (namaz için) kalk.* Gecenin yarısında veya yarısından az bir kısmında* yahut yarısından biraz fazlasında kalk ve Kur’ân’ı güzel bir kaide ile tâne tâne oku.

İzah: Allah’u Teâlâ âyette: Ey örtüsüne bürünen Resûlüm!diye buyurmuştur. Katâde Hazretleri, bu Âyet-i Kerîme’yi; ″Ey namaz kılmak için elbisesine bürünen Resûlüm!″ diye izah etmiştir.

Allah’u Teâlâ bu âyetler ile, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gece namazı kılmasını emretmiştir. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

لَمَّا نَزَلَتْ أَوَّلُ الْمُزَّمِّلِ كَانُوا يَقُومُونَ نَحْوًا مِنْ قِيَامِهِمْ فِي شَهْرِ رَمَضَانَ حَتَّى نَزَلَ آخِرُهَا وَكَانَ بَيْنَ أَوَّلِهَا وَآخِرِهَا سَنَةٌ (د عن ابن عباس)

Müzzemmil Sûresi’nin ilk âyetleri nâzil olunca, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ve Ashâbı yaklaşık olarak Ramazan ayındaki gecelerde durdukları kadar namazda dururlardı. Bu durum Müzzemmil Sûresi’nin son âyeti ininceye kadar devam etti. Bu sûrenin ilk âyetlerinin nüzulü ile son âyetinin nüzulü arasında bir sene vardır.[1]

Müzzemmil Sûresi’nin ilk âyetlerinden dolayı Ashâb-ı Kirâm’dan bir taife de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber gece ibâdetine kalkar ve aynı onun gibi bütün geceyi ihyâ ederlerdi. Allah’u Teâlâ Ashâbın böyle yapmasından çok memnun olduğunu beyan eden bu sûrenin 20. âyetini indirdi ve Ashâbın yükünü de hafifleterek, gece namazının kendileri için nâfile bir ibâdet olduğunu vurguladı.

Bu olayı Hz. Âişe şöyle anlatmaktadır:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem gece, üzerinde namaz kılmak için bir hasır bırakırdı. İnsanlar bunu işittiler. Onların toplandıkla­rını görünce, bundan hoşlanmadı. Kendilerine gece namazı kılmanın farz kalmasından korktu. Kızmış gibi bir halde eve girdi. Onlar da öksürür gibi yapmaya başladılar. Yanlarına çıktı ve şöyle dedi:

يَا أَيُّهَا النَّاسُخُذُوا مِنَ الْأَعْمَالِ مَا تُطِيقُونَ فَإِنَّ اللّٰهَ لَايَمَلُّحَتَّىتَمَلُّواوَإِنَّ أَحَبَّ الْأَعْمَالِ إِلَى اللّٰهِ مَا دَامَ وَإِنْ قَلَّ (خ عن عائشة)

″Ey insanlar! Amellerden gücünüz yettiği kadar yapınız. Çünkü Allah, siz usanmadıkça usanmaz. Allah’a amellerin en sevgili olanı, azda olsa devamlı olanıdır.″[2] Bunun üzerine, ″Ey örtüsüne bürünen Resûlüm!″ diye başlayıp devam eden âyetler nâzil oldu ve gece namazı onlara yazıldı ve farz se­viyesine getirildi. Öyle ki, onlardan herhangi bir kimse bir yere halat bağlar ve ona asılırdı. Sekiz ay (bir rivâyete göre de bir sene[3]) bu şekilde kaldılar.

Allah’u Teâlâ onlara merhamet buyurdu ve Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, senin ve seninle beraber olanlardan bir tâifenin gecenin üçte ikisinden azını ve gecenin yarısını ve üçte birini ibâdetle geçirdiğinizi bilir. Allah’u Teâlâ, geceyi ve gündüzü takdir eder. Sizin buna (gecenin tamâmını yahut belli bir kısmını ibâdetle geçirmeye) güç yetiremeyeceğinizi bildi de size ruhsat verdi (gece namazını farz kılmadı)…diye devam eden Sûre-i Müzzemmil, Âyet 20’yi indirdi ve böylece gece namazının farz oluşunu kaldırdı. Gece namazı artık Ashâb için nâfile hükmünde oldu. Ancak Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem için bu namaz farzdı.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Kur’ân’ı güzel bir kaide ile tâne tâne oku″ diye geçtiği üzere Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Kur’ân’ı tâne tâne ve yavaş yavaş okurdu.

Bu hususta Hz. Hafsa Radiyallâhu anhâ şöyle buyurmuştur:

وَكَانَ يَقْرَأُ بِالسُّورَةِ فَيُرَتِّلُهَا حَتَّى تَكُونَ أَطْوَلَ مِنْ أَطْوَلَ مِنْهَا (م عن حفصة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir sûreyi tâne tâne okuyordu, öyle ki o sûre kendisinden uzun olan bir sûreden daha uzun hâle geliyordu.[4]

Yine Enes Radiyallâhu anhu’ya, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Kur’ân’ı nasıl okuduğu sorulunca, şöyle anlatmıştır:

كَانَتْ مَدًّا ثُمَّ قَرَأَ {بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ} يَمُدُّ بِبِسْمِ اللّٰهِ وَيَمُدُّ بِالرَّحْمَنِ وَيَمُدُّ بِالرَّحِيمِ (خ عن انس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Kur’ân’ı uzatarak okurdu. Sonra Enes Radiyallâhu anhu: ″Bismillâhirrahmânirrahîm″ dedi ve her kelimeyi uzatarak okudu.[5]

Ümmü Seleme Radiyallâhu anhâ’ya da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kıraatinden sorulunca, şöyle buyurmuştur:

كَانَ يُقَطِّعُ قِرَاءَتَهُ آيَةً آيَةً (حم عن ام سلمة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Kur’ân okurken her âyette durarak okurdu. Okur sonra dururdu. Sonra okur tekrar dururdu.[6]

Kur’ân-ı Kerîm’i okurken sesiyle güzelleştirmek de sünnettir. Zîrâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

زَيِّنُوا الْقُرْآنَ بِأَصْوَاتِكُمْ. (خ د ن عن البراء)

″Kur’ân’ı sesiniz ile ziynetlendirin.″[7]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يَتَغَنَّ بِالْقُرْآنِ (خ عن ابى هريرة)

″Kur’ân ile güzel teğannî et­meyen bizden değildir.″[8]

Ulemâ bu konuda çok ihtilaf ettiler. Teğannî iki çeşittir. Biri, kişinin içinden geldiği gibi özenerek okumasıdır. Yani başka birisinin okumasını taklit etmeden, özenerek kendi içinden geldiği gibi bir makam üzere okumasıdır. Bu câizdir. Selef’in (Sahâbe ve Tâbiin’in), yaptıkları ve söyledikleri teğannî bu mânâdadır. Böyle okuyanda ve dinleyenlerde etkilenme ve ruhta safâ hâsıl olur. Bu okuyuş makbuldür.

Diğeri de; taklit, talim ve idman ile hâsıl olan okuma şeklidir. Yani kişi içinden geldiği gibi değil de başka birilerini taklit ederek, onların izahatı doğrultusunda aynı nota ile şarkı, türkü okumak gibi tâlim ile okumasıdır. Bu türden olan uygulamayı Selef kerih görüp ayıplamışlardır.

Bu hususta Câbir Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

خَرَجَ عَلَيْنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَنَحْنُ نَقْرَأُ الْقُرْآنَ وَفِينَا الْأَعْرَابِىُّ وَالْأَعْجَمِىُّ فَقَالَ اقْرَؤُا فَكُلٌّ حَسَنٌ وَسَيَجِيءُ أَقْوَامٌ يُق۪يمُونَهُ كَمَا يُقَامُ الْقِدْحُ يَتَعَجَّلُونَهُ وَلَا يَتَأَجَّلُونَهُ (د عن جابر)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bizler Kur’ân okuyorken yanımıza çıktı. Aramızda Arap da vardı, Arap olmayan da vardı. Şöyle buyurdu: ″Okuyun, her okuyuş güzel­dir. İlerde bir kavim gelecektir ki bunlar, Kur’ân’ın kelime ve lafızlarını, okun yontulması gibi yontacaklar. Ondan hâsıl olan ecri ahirete bırakmayıp, dünyada iken okuduklarının karşılığını alacaklar.″[9]

Bu Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Okuyun, her okuyuş güzel­dir″ diye buyurarak; Arap olmayanların, Kur’ân’ı okurken özenerek okuduklarında, her ne kadar bir Arap gibi tam olarak okuyamaz iseler de, Allah katında aynı mükâfatı alacaklarına dikkat çekmektedir. Bu sebeple bir kimsenin Kur’ân okurken, bildiği kadarıyla, dilinin döndüğü ölçüde özenerek ve Allah’tan korkarak okuması gerekir. Aslolan Allah’ın rızâsını gözetmektir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِذَا قَرَأَ الْقَارِئُ الْقُرْآنَ، فَأَخْطَأَ اَوْ لَحَنَ اَوْ كَانَ اَعْجَمِيًّا كَتَبَهُ الْمَلَكُ كَمَا أُنْزِلَ (الديلمى عن ابن عباس)

″Kur’ân okuyan kimse hatâ etse, lâhin yapsa (okurken telaffuzunda yanlışlık yapsa) veya acemi olsa bile, melek o okumayı indirildiği gibi tam olarak yazar.″[10]

Nitekim bu hususta Mevlâna Celâleddin er-Rûmî Hazretleri, Mesnevî adlı eserinde şu hâdiseyi anlatmaktadır:

Hz. Bilâl-i Habeşî, ezan okurken ″Hayye″ kelimesini ″Heyye″ diye telaffuz ederdi (kendisi Habeş asıllı olduğu için ″Hâ″ harfini bir Arap gibi telaffuz edemezdi). Bâzı münâfıklar geldiler ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e hitâben: ″Ey Allah’u Teâlâ’nın Nebîsi ve Resûlü! İslâm binasının kurulduğu bu zamanda böyle bir hatâ doğru değildir. Bilal’den daha fasîh bir müezzin tayin et! Zîrâ ″Hayye″ kelimesininin doğru ve mahrecinden okunmaması ayıptır″ dediler. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem hiddetlendi ve Allah’ın gizli alâmetlerinden bir iki işâret söyledikten sonra: ″Bilal’in ″Heyye″ demesi, Allah’ın katında mahrecinden söylenen yüzlerce ″Hayye″den ve boş sözlerden daha makbuldür. Fitne çıkarmayın, gidin ki, ben de sizin sırrınızı açığa çıkarıp önünüzü ve sonunuzu söylemeyeyim″ buyurdu. Bu olayı anlatırken Hz. Mevlânâ: ″Eğer sözün eğri, niyetin doğru olursa, o lafız eğriliği Allah katında makbuldür″ diye buyurmuştur.[11] İşte ibâdette aslolan samimiyettir; kişi samimi olursa, bu türden hatâları Allah’u Teâlâ tam kabul eder.

Bu hususta Sultan-ı Enbiyâ Efendimiz şöyle buyurmuştur:

اِنَّ اللّٰهَ لَا يَنْظُرُ اِلَى أَجْسَادِكُمْ وَلَا اِلَى صُوَرِكُمْ وَلَكِنْ يَنْظُرُ اِلَى قُلُوبِكُمْ وَأَشَارَ بِأَصَابِعِهِ اِلَى صَدْرِهِ (خ م عن ابو هريرة)

″Şüphesiz ki Allah, sizin cesetlerinize, sûretlerinize bakmaz. Lâkin kalplerinize bakar.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem parmaklarıyla göğsünü işâret etti.[12]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

تَعَلَّمُوا الْقُرْآنَ وَسَلُوا بِهِ الْجَنَّةَ قَبْلَ أَنْ يَتَعَلَّمَهُ قَوْمٌ يَسْاَلُونَ بِهِ الدُّنْيَا فَاِنَّ الْقُرْآنَ يَتَعَلَّمُهُ ثَلَاثَةُ نَفَرٍ رَجُلٌ يُبَاهِى بِهِ وَرَجُلٌ يَسْتَاْكِلُ بِهِ وَرَجُلٌ يَقْرَاُهُ لِلَّهِ (ابن النصر هب عن سعيد الخدرى)

″Kur’ân öğrenip de onunla dünyayı isteyecek olan kavimden önce davranın. Kur’ân’ı öğrenin ve siz onunla Cenneti isteyin. Çünkü Kur’ân’ı şu üç sınıf insan öğrenir: Onunla övünmek için öğrenen kişi. Onunla maddi menfaat elde etmek isteyen kişi. Onu sâdece Allah için okuyacak olan kişi.″[13]

Kur’ân, sırf Allah rızâsı için okunur. Kur’ân’ı okurken Allah’tan korkarak huşû ile okumak gerekir. Aynı şekilde okunan Kur’ân’ı dinleyen kişilerin de Allah’tan korkarak huşû ile dinlemesi gerekir. Ayrıca Kur’ân’ı okuyan kişi, güzel bir kaide ile tane tane okumalıdır. Onu okurken de, gösterişten ve Ehl-i Kitab’ın okuyuşu gibi şarkı, türkü makamında okumaktan sakınmalıdır.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَحْسَنُ النَّاسِ قِرَائَةً اَلَّذِى اِذَا اَرَأَيْتَهُ يَخْشَى اللّٰهَ (العسكرى وابو موسى فى الصحابة عن ابى موسى الاشعرى)

″İnsanların en iyi Kur’ân okuyanı, onu Kur’ân okurken Allah’u Teâlâ’dan korkar görürsün.″[14]

Ayrıca Kur’ân, Arapça ve mümkün olduğu kadar usulüne uygun okunur. Tecvid, Kur’ân okuma usulüdür. Yani Kur’ân’ı, Arapça ve usulüne uygun olarak güzel ve tâne tâne okuyabilmek için konulan kurallar, anlamına gelir.

Bu hususta da Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِقْرَؤُا الْقُرْآنَ بِلُحُونِ الْعَرَبِ وَأَصْوَاتُهَا وَاِيَّاكُمْ وَلُحُونَ أَهْلُ الْفِسْقِ وَأَهْلُ الْكِتَابَيْنِ وَسَيَجِيئُ قَوْمٌ مِنْ بَعْدِى يُرَجِّعُونَ الْقُرْآنَ تَرْجِيعُ الْغِنَاءِ وَالرَّهْبَانِيَّةَ وَالنَّوْحُ لَا يُجَاوِزُ حَنَاجِرَهُمْ مَفْتُونَةُ قُلُوبِهِمْ وَقُلُوبِ الَّذِينَ يُعْجِبُهُمْ شَأْنَهُمْ (عد هب عن حذيفة)

Kur’ân’ı, Arapça ve usulüne uygun olarak okuyun. Ehl-i Kitab’ın ve fâsıkların makâmı ile okumaktan sakının. Benden sonra bir kavim gelecek, onlar Kur’ân’ı şarkıya ve ruhbanların ilahilerine benzer ve ölülerin başında yakınıp ağlayanların nağmelerini andıran bir şekilde okuyacaklar. Okudukları Kur’ân boğazlarından kalplerine geçmeyecek. Onların kalpleri ve onların halini beğenenlerin de kalpleri fitne ile dolmuş olacaktır.″[15]

Kur’ân okuyanlar hakkında Tabiinden Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

Kur’ân okuyucuları üç grupta mütalaa edilir:

Bir grup vardır ki, bunlar Kur’ân kıraatini geçimlerine vasıta yapıp bu yoldaki kazançlarıyla hayatlarını sürdürürler. Bunlar dilenci grubudur.

Diğer bir grup vardır ki, bunlar bütün tecvid kaidelerine de uyarak okumayı başarırlar, ama Kur’ânla amel etmezler, onu istismar ederek halkın kendilerine rağbetini sağlarlar. Devlet adamlarının bu sayede teveccühlerini elde ederler. Bu sınıfın çoğunu hafızlar teşkil eder. Allah’u Teâlâ onların sayısını artırmasın.

Diğer bir grup da vardır ki, onlar Kur’ânın ilahi feyzine yönelmişlerdir. Kalplerine arız olan hastalıkları bu feyizle tedavi ederler, daima Allah’tan sakınırlar. Şiarları ciddiyet ve vakardır. Allah’u Teâlâ onları rahmetiyle taltif etsin ve düşmanlarına üstün kılsın. Ancak, Allah’a yemin ederim ki, Hamele-i Kur’ân’ın (âlimlerin) bu sınıfından olanlar parmakla gösterecek kadar azdır ve her biri bir değerdir.[16]


[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât’ut-Tatavvû 17.

[2] Sahih-i Buhârî, Libas 43.

[3] Sahih-i Müslim, Salât’ül-Müsâfirîn 17 (139).

[4] Sahih-i Müslim, Salât’ül-Müsâfirîn 16 (118).

[5] Sahih-i Buhârî, Fedâil’ul-Kur’ân 29.

[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 25371; Sünen-i Ebû Dâvud, Huruf 1.

[7] Sahih-i Buhârî, Tevhid 52; Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 355; Sünen-i Nesâî, İftitah 80.

[8] Sahih-i Buhârî, Tevhid 44; Ayrıca bakınız: Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1396,1430

[9] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 139; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7352

[10] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 57/13.

[11] Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî’nin, Mesnevî adlı eserinin 7900-7908’inci beyitlerine bakınız.

[12] Sahih-i Müslim, Birr 10 (33 Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 9.

[13] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 2523, Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 253/12.

[14] Kütüb-i Sitte, Hadis No: 6386; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 18/12.

[15] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 2541; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 78/15.

[16] Yüce Kitabımız Hz Kur’ân, s. 57-58.


﴿ اِنَّا سَنُلْق۪ي عَلَيْكَ قَوْلًا ثَق۪يلًاۜ ﴿٥﴾ اِنَّ نَاشِئَةَ الَّيْلِ هِيَ اَشَدُّ وَطْـًٔا وَاَقْوَمُ ق۪يلًاۜ ﴿٦﴾ اِنَّ لَكَ فِي النَّهَارِ سَبْحًا طَو۪يلًاۜ ﴿٧﴾

5-7. Şüphesiz Biz sana, mesuliyeti ağır olan Kur’ân’ı vahyedeceğiz.* Şüphesiz ki, gece ibâdete kalkmak, daha tesirlidir ve huzuru kalp ile okumaya daha müsâittir.* Çünkü senin için gündüzde uzun bir meşguliyet vardır.

İzah: Hasan-ı Basrî ve Katâde Hazretleri, burada ifade edilen ağırlıktan maksadın, Kur’ân-ı Kerîm’in hükümleriyle amel etmenin ağırlığı olduğunu söylemişlerdir. Katâde Hazretleri, bu hususta yine şöyle buyurmuştur: ″Vallâhi! Kur’ân’ın farzları ve koyduğu cezâlar ağırdır.″

Vahyin ağırlığına dair de Hz. Âişe annemizden şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Hâris b. Hişam, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, ″Yâ Resûlallah! Sana vahiy nasıl geliyor?″ diye sorunca, şöyle buyurdu:

أَحْيَانًا يَأْتِينِي مِثْلَ صَلْصَلَةِ الْجَرَسِ وَهُوَ أَشَدُّهُ عَلَيَّ فَيُفْصَمُ عَنِّي وَقَدْ وَعَيْتُ عَنْهُ مَا قَالَ وَأَحْيَانًا يَتَمَثَّلُ لِي الْمَلَكُ رَجُلًا فَيُكَلِّمُنِي فَأَعِي مَا يَقُولُ قَالَتْ عَائِشَةُ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهَا وَلَقَدْ رَأَيْتُهُ يَنْزِلُ عَلَيْهِ الْوَحْيُ فِي الْيَوْمِ الشَّدِيدِ الْبَرْدِ فَيَفْصِمُ عَنْهُ وَإِنَّ جَبِينَهُ لَيَتَفَصَّدُ عَرَقًا (خ م عن عائشة)

″Bâzen vahiy bana bir çıngırak sesi gibi gelir. Bu bana en zor ve şiddetli olanıdır. Benden ayrıldığında vahyi ezberlemiş olurum. Bâzen de melek bana bir adam şeklinde gelir, benimle konuşur, söylediğini ezberlerim.″ Hz. Âişe der ki: ″Son derece soğuk bir günde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e vahyin indiğini gördüm. Vahiy getiren ondan ayrıldığında alnı ter içinde kalmıştı.″[1]

Yine bu hususta Esmâ Bint-i Yezid Radiyallâhu anhâ da şöyle anlatmaktadır:

إِنِّي لَآخِذَةٌ بِزِمَامِ الْعَضْبَاءِ نَاقَةِ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذْ أُنْزِلَتْ عَلَيْهِ الْمَائِدَةُ كُلُّهَا فَكَادَتْ مِنْ ثِقَلِهَا تَدُقُّ بِعَضُدِ النَّاقَةِ (حم طب عن اسماء بنت يزيد)

Ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in devesi Adbâ’nın yularını tutuyordum, o anda Mâide Sûresi’nin tamamı nâzil oldu. Sûrenin ağırlığından neredeyse devenin bacakları kırılacaktı.[2]

Bu husus Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:

وَكَانَ إِذَا جَاءَ الْوَحْيُ لَا يَخْفَى عَلَيْنَا فَإِذَا جَاءَ فَلَيْسَ أَحَدٌ يَرْفَعُ طَرْفَهُ إِلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَتَّى يَنْقَضِيَ الْوَحْيُ (م عن ابى هريرة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e vahiy geldiği zaman, bu vahiy hâli bize gizli olmazdı. Ona vahiy indiği zaman, Ashâb vahiy hâli geçinceye kadar Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e bakamazdı.[3]

Ubâde İbn-i Sâmit Radiyallâhu anhu da şöyle anlatmıştır:

كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا أُنْزِلَ عَلَيْهِ الْوَحْيُ نَكَسَ رَأْسَهُ وَنَكَسَ أَصْحَابُهُ رُءُوسَهُمْ فَلَمَّا أُتْلِيَ عَنْهُ رَفَعَ رَأْسَهُ (م عن عبادة بن الصامت)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, kendisine vahiy indirildiği zaman, başını aşağıya doğru eğerdi, Ashâbı da başlarını aşağıya doğru eğerlerdi. Nihâyet vahiy hâli kendisinden kalkınca, başını kaldırırdı.[4]

Zeyd b. Sâbit Radiyallâhu anhu da şöyle buyurmuştur:

أَنْزَلَ اللّٰهُ عَلَى رَسُولِهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَفَخِذُهُ عَلَى فَخِذِي فَثَقُلَتْ عَلَيَّ حَتَّى خِفْتُ أَنْ تَرُضَّ فَخِذِي (خ عن زيد بن ثابت)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in dizi benim dizimin üzerinde iken Allah’u Teâlâ ona vahiy indirdi. Onun dizi o kadar ağırlaştı ki ben dizimin kırılacağını zannettim.[5]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e Vahy-i İlâhi gelmeden evvel bir inilti gelirdi. Bunu herkes bilirdi. Mübârek başını eğerdi. Mübârek rengi değişir, ortaya bir heybet düşerdi. Orada hazır bulunanların konuşmaya mecalleri kalmaz, kendi kendilerine susarlardı. Resûlü Ekrem Efendimizin mübârek yüzleri kızarır, vücuduna bir ağırlık düşerdi. O kadar ağır olurdu ki, bindiği deve götüremeyip çöker, otururdu. Sahâbe-i Güzîn‘den birçokları demişler ki: ″Ne vakit ki ona vahiy geldi, o zaman mübârek ayağı ayağımın üzerine az gelmişti. Zannettim ki bütün dağlar ayağımın üstüne biniyor. Vücuduma o kadar zelzele düştü ki, ölmek derecesine geldim, dilim tutuldu.″ Kimi de: ″Eli dizimin üzerinde idi, sandım ki dizim kırıldı. Ne vakit ki Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem başını kaldırdı, o zaman kurtuldum″ derler idi.

Hattâ Cenâb-ı Hakk‘ın Tecellî-i İlâhiyye‘si kendinden zuhur ettiğinde, Hz. Ali Kerremallâhu veche’den başkası hep yere bakarlar, aslâ yüzüne bakamazlardı. Bunları herkes bilirdi.


[1] Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Vahy 1, 2; Sahih-i Müslim, Fedâil 23 (87).

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 26294; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 19920.

[3] Sahih-i Müslim, Cihat ve Siyer 31 (84).

[4] Sahih-i Müslim, Fedâil 23 (89).

[5] Sahih-i Buhârî, Salât 12.


﴿ وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ اِلَيْهِ تَبْت۪يلًاۜ ﴿٨﴾ رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ فَاتَّخِذْهُ وَك۪يلًا ﴿٩﴾

8-9. Ey Resûlüm! Rabbinin ismini zikret ve bütün varlığınla O’na yönel.* O, doğunun da, batının da Rabbidir. O’ndan başka ilah yoktur. O halde O’nu vekil edin.

İzah: Bu âyetlerde Allah’u Teâlâ, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e dâimâ kendisinin ismini zikretmesini emretmiştir. Bu hususta Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle anlatmıştır:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَذْكُرُ اللّٰهَ جَمِيعَ اَحْيَانِهِ (خ م د ت حم حب ه عن عائشة)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, her vakit zikrullah ederdi.″[1]

Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem, Mekke sokaklarında dâimâ zikrullah ederdi. Hattâ zikrullah yapa yapa kendinden geçerdi. Kâfir ve münâfıklar, ″Muhammed deli oldu″ derlerdi.

Bu hususta Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَكْثِرُوا ذِكْرَ اللّٰهِ حَتَّى يَقُولُوا مَجْنُونٌ (حم ع حب ك هب عن ابى سعيد)

Allah’ın zikrini o kadar çok yapın ki, hattâ (münâfıklar) size, ″Deli oldu″ desinler.[2]

Kur’ân-ı Kerîm’de, zikir ve zikrullah diye geçen üç yüze yakın Âyet-i Kerîme vardır. ″Zikir″ lügatta, bir şeyi söylemek, yâd etmek, hatırlamak gibi anlamlara gelir. Kavram olarak ise, kullanıldığı yere göre; Zikrullah, Namaz, Kur’ân, nasihat ve öğüt gibi anlamlara gelir. ″Zikrullah″ ise lügatta, Allah’u Teâlâ’yı zikretmektir. Kavram olarak da genellikle doğrudan doğruya ″Allah, Lâ ilâhe illallâh″ gibi Allah’ın isimlerinden birisini; tek veya toplu, sesli yahut gizli söyleyerek yapılan bir ibâdet şeklidir. Bu âyette, Rabbinin ismini zikret″ diye buyrulduğundan, burada kastedilen zikrullahtır.

Zikrullah ile ilgili Abdullah İbn-i Büsr Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ رَجُلًا قَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ اِنَّ شَرَائِعَ الْإِسْلَامِ قَدْ كَثُرَتْ عَلَىَّ فَأَخْبِرْنِى بِشَيْءٍ أَتَشَبَّثُ بِهِ قَالَ لَا يَزَالُ لِسَانُكَ رَطْبًا مِنْ ذِكْرِ اللّٰهِ (ت عن عبد اللّٰه بن بسر)

Bir adam: ″Yâ Resûlallah! Hayır kapıları çok­tur. Hepsini yapmama imkân yok. Bana tek bir şey söyle ki, unutmayayım da onu yapayım″ dedi. Şöyle buyurdu: ″Dilin dâimâ zikrullah ile yaş kalsın.″[3]

Yine Ebû Rezzin Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona hitâben şöyle buyurmuştur:

أَلَا أَدُلُّكَ عَلَى مِلَاكِ هَذَا الْاَمْرَ الَّذِى تُصِيبُ بِهِ خَيْرَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ! عَلَيْكَ بِمَجَالِسَةِ أَهْلِ الذِّكْرِ وَاِذَا خَلَوْتَ فَحَرَّكَ لِسَانَكَ مَا اسْتَطَعْتَ بِذِكْرِ اللّٰهِ ... (هب حل وابن عساكر عن ابى درين وفيه عثمان بن عطا وابو حاتم عن ابى رزين)

″Haberin olsun ki, sana dünyâ ve âhiret saadetini elde edecek bir şeyin başını öğretiyorum. Sana şunları söylerim: Zikrullah meclislerine devam et. Issızda kaldığın zaman gücün yettiği kadar dilini, Allah‘ın zikrine hareket ettir...″[4]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

أَفْضَلُ الْأَعْمَالِ اِلَى اللّٰهِ أَنْ تُحِبَّ لِلّٰهِ وَتُبْغِضَ لِلَّهِ وتُعْمِلَ لِسَانَكَ فِى ذِكْرِ اللّٰهِ (حم طب هب عن معاذ)

Allah’ın yanında en efdal ameller şunlardır: Allah için sevmek, Allah için buğzetmek ve dilini (gece gündüz) zikrullahta çalıştırmak.[5]

Yine Âyet-i Kerîme’de:O, doğunun da, batının da Rabbidir″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta da geniş bilgi için Sûre-i Sâffât, Âyet 5 ve Sûre-i Rahmân, Âyet 17-18 ve izahlarına bakınız.


[1] Sahih-i Müslim, Hayz 30 (117 Sünen-i Ebû Dâvud, Tahâre 9; Sünen-i Tirmizî, Daavât 7.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11226, 11246; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 80/10.

[3] Sünen-i Tirmizî, Daavât 4.

[4] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 8734; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 166/4.

[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21113; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 16827.


﴿ وَاصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ وَاهْجُرْهُمْ هَجْرًا جَم۪يلًا ﴿١٠﴾ وَذَرْن۪ي وَالْمُكَذِّب۪ينَ اُو۬لِي النَّعْمَةِ وَمَهِّلْهُمْ قَل۪يلًا ﴿١١﴾ اِنَّ لَدَيْنَٓا اَنْكَالًا وَجَح۪يمًاۙ ﴿١٢﴾ وَطَعَامًا ذَا غُصَّةٍ وَعَذَابًا اَل۪يمًا ﴿١٣﴾

10-13. Kâfirlerin sözlerine sabret ve onlardan güzellikle uzaklaş.* Seni yalanlayan o refah sahiplerini Bana bırak ve onlara biraz mühlet ver.* Şüphesiz onlar için katımızda ağır bukağılar (ayaklara takılan zincirler), alevli bir ateş,* boğaza tıkanıp duran bir yiyecek ve elim bir azap vardır.


﴿ يَوْمَ تَرْجُفُ الْاَرْضُ وَالْجِبَالُ وَكَانَتِ الْجِبَالُ كَث۪يبًا مَه۪يلًا ﴿١٤﴾ اِنَّٓا اَرْسَلْنَٓا اِلَيْكُمْ رَسُولًا شَاهِدًا عَلَيْكُمْ كَمَٓا اَرْسَلْنَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ رَسُولًاۜ ﴿١٥﴾ فَعَصٰى فِرْعَوْنُ الرَّسُولَ فَاَخَذْنَاهُ اَخْذًا وَب۪يلًا ﴿١٦﴾

14-16. O gün ki, yer ve dağlar sarsılır ve dağlar savrulan kum yığınlarına döner.* Şüphesiz ki Biz, Firavun’a bir Resûl gönderdiği­miz gibi, size de (mahşer günü) şâhitlik edecek bir Resûl gönderdik.* Firavun ise o Resûle isyan etti. Biz de onu şiddetli bir azapla yakaladık.


﴿ فَكَيْفَ تَتَّقُونَ اِنْ كَفَرْتُمْ يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ ش۪يبًاۗ ﴿١٧﴾ اَلسَّمَٓاءُ مُنْفَطِرٌ بِه۪ۜ كَانَ وَعْدُهُ مَفْعُولًا ﴿١٨﴾ اِنَّ هٰذِه۪ تَذْكِرَةٌۚ فَمَنْ شَٓاءَ اتَّخَذَ اِلٰى رَبِّه۪ سَب۪يلًا۟ ﴿١٩﴾

17-19. Artık siz küfürde devam ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek olan bir günün azâbından nefislerinizi nasıl korursunuz?* O günün şiddetinden gök yarılır ve Allah’ın vaadi yerine gelir.* Şüphesiz bu âyetler, bir öğüttür. Artık dileyen, Rabbine giden bir yol tutar.


﴿ اِنَّ رَبَّكَ يَعْلَمُ اَنَّكَ تَقُومُ اَدْنٰى مِنْ ثُلُثَيِ الَّيْلِ وَنِصْفَهُ وَثُلُثَهُ وَطَٓائِفَةٌ مِنَ الَّذ۪ينَ مَعَكَۜ وَاللّٰهُ يُقَدِّرُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَۜ عَلِمَ اَنْ لَنْ تُحْصُوهُ فَتَابَ عَلَيْكُمْ فَاقْرَؤُ۫ا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْاٰنِۜ عَلِمَ اَنْ سَيَكُونُ مِنْكُمْ مَرْضٰىۙ وَاٰخَرُونَ يَضْرِبُونَ فِي الْاَرْضِ يَبْتَغُونَ مِنْ فَضْلِ اللّٰهِۙ وَاٰخَرُونَ يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۘ فَاقْرَؤُ۫ا مَا تَيَسَّرَ مِنْهُۙ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَاَقْرِضُوا اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًاۜ وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّٰهِ هُوَ خَيْرًا وَاَعْظَمَ اَجْرًاۜ وَاسْتَغْفِرُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٢٠﴾

20. Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, senin ve seninle beraber olanlardan bir tâifenin gecenin üçte ikisinden azını ve gecenin yarısını ve üçte birini ibâdetle geçirdiğinizi bilir. Allah’u Teâlâ, geceyi ve gündüzü takdir eder. Sizin buna (gecenin tamâmını yahut belli bir kısmını ibâdetle geçirmeye) güç yetiremeyeceğinizi bildi de size ruhsat verdi (gece namazını farz kılmadı). Artık Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun! Allah’u Teâlâ’nın, sizden bir kısım kimselerin hasta olacağını ve bir kısmınızın Allah’ın lütfundan rızık aramak üzere yeryüzünde dolaşacağını ve bir kısmınızın Allah yolunda savaş edeceğini bilmesi de gece namazında ruhsatı gerektirdi. Bundan böyle Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun, namazı kılın ve zekâtı verin. Allah için güzel bir ödünç ile ödünçte bulunun.[1] Nefsiniz için hayırdan ne takdim ederseniz, onu Allah katında daha hayırlı ve mükâfatça daha büyük olarak bulursunuz. Allah’tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve Ashâbının geceleri kalkarak teheccüd namazı, zikrullah ve tesbih gibi ibâdetlerle geceyi ihyâ ettiklerini beyan etmektedir. Gece kalkıp ibâdet yapanlardan Allah’u Teâlâ o kadar çok memnun olmuştur ki, bu hususta Âyet-i Kerîme indirmiştir.

Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i İsrâ, Âyet 79’da: ″Ey Habîbim! Gecenin bir kısmında da, beş vakitten fazla sana mahsus bir farz olarak teheccüd namazı kıl…″ diye buyurduğu üzere, gece namazı ümmeti için nâfile, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem için farz kılınmıştır.

Gece ibâdetinin faziletine dair çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bu hususta Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerifi nakleder:

سُئِلَ أَيُّ الصَّلَاةِ أَفْضَلُ بَعْدَ الْمَكْتُوبَةِ وَأَيُّ الصِّيَامِ أَفْضَلُ بَعْدَ شَهْرِ رَمَضَانَ فَقَالَ أَفْضَلُ الصَّلَاةِ بَعْدَ الصَّلَاةِ الْمَكْتُوبَةِ الصَّلَاةُ فِي جَوْفِ اللَّيْلِ وَأَفْضَلُ الصِّيَامِ بَعْدَ شَهْرِ رَمَضَانَ صِيَامُ شَهْرِ اللّٰهِ الْمُحَرَّمِ (م عن ابى هريرة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e farz namazlardan sonra en efdal namaz hangisidir? Ve Ramazan ayından sonra tutulan en efdal oruç hangisidir?″ diye soruldu. Buyurdu ki: ″Farz namazlardan sonra en efdal namaz, gece namazıdır. Ramazan ayından sonraki en efdal oruç da, Allah’ın ayı Muharremde tutulan oruçtur.″[2]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الرَّبُّ مِنَ الْعَبْدِ فِي جَوْفِ اللَّيْلِ الْآخِرِ فَإِنْ اسْتَطَعْتَ أَنْ تَكُونَ مِمَّنْ يَذْكُرُ اللّٰهَ فِي تِلْكَ السَّاعَةِ فَكُنْ (ت عمرو بن عبسة)

″Rabb Teâlâ’nın, kula en yakın olduğu vakit, gecenin son yarısı olan teheccüd zamanıdır. O saatte zikrullah edenlerden olabilirsen ol.″[3]

رَكْعَتَانِ يَرْكَعُهُمَا ابْنُ آدَمَ جَوْفِ اللَّيْلِ الْاَخِيرِ خَيْرٌ لَهُ مِنَ الدُّنْيَا وَمَا فِيهَا وَلَوْلَا أَنْ أَشُقَّ عَلَى أُمَّتِى لَفَرَضْتُهُمَا عَلَيْهِمْ (ابن نصر عن حسان بن عطية، الديلمى عن ابن عمر)

″Âdemoğlunun gecenin son kısmında kılmış olduğu iki rek’at namaz onun için bütün dünyâ ve içindekilerden daha hayırlıdır. Eğer ümmetime güç gelmeseydi, bu iki rek’atı onlara farz kılardım.″[4]

يَا عَلِيٌّ،مَا خَابَمَنْاِسْتَخَارَوَلَا نَدِمَمَنْاِسْتِشَارَيَا عَلِيٌّعَلَيْكَ بِالدُّلْجَةِفِإنَّ الْأرْضَ تَطْوِى بِاللَّيْلِ مَا لَا تَطْوِى بالنَّهَارِيَا عَلِيٌّاُغْدُ بِسْمِ اللّٰهِ فِإنَّ اللّٰهَ يُبَارِكُلِأُمَّتِيفِي بُكُورِهَا. (خط عن علي)

″Ey Ali! İstihâre eden eli boş dönmez. İstişâre eden de pişman olmaz. Ey Ali! Gecenin sonuna dikkat et; onu ihyâ et. Çünkü yeryüzü gündüzden çok gece dürülür. Ey Ali! Allah’ın ismi ile sabah erken kalk. Çünkü Allah, ümmetimin erken kalkmasında bereketler ihsan eder.″[5]

Hanefi Mezhebi‘ne göre, gündüz kılınan nâfile namazları dörder rek’at; gece kılınan nâfile namazları da ikişer rek’at kılmak efdaldir.

Bu hususta Ebû Eyyüb Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كَانَ اِذَا تَهَجُّدَ يُسَلِّمُ بَيْنَ كُلِّ رَكْعَتَيْنِ (ابن النصر عن ابى ايوب حسن)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, teheccüd namazı kıldığında iki rek’atte bir selâm verirdi.[6]

Yine gece namazı hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا بُدَّ مِنْ صَلَوةٍ بِلَيْلٍ وَلَوْ حَلْبَ نَاقَةً وَلَوْ حَلْبَ شَاةٍ وَمَا كَانَ بَعْدَ صَلَوةِ الْعِشَاءِ الآخِرَةِ فَهُوَ مِنَ اللَّيْلِ. (طب وابو نعيم عن اياس بن معاوية المزنى)

″Mutlaka bir deve sağımı, bir koyun sağımı kadar vakitte dahi olsa gece namazı kılmak lâzımdır. Yatsı namazından sonra kılınan namaz gece namazından sayılır.″[7]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerifinde de şöyle buyurmuştur:

مَنْ نَامَ عَنْ حِزْبِهِ أَوْ عَنْ شَيْءٍ مِنْهُ فَقَرَأَهُ مَا بَيْنَ صَلَاةِ الْفَجْرِ وَصَلَاةِ الظُّهْرِ كُتِبَ لَهُ كَأَنَّمَا قَرَأَهُ مِنَ اللَّيْلِ (م د ت عن عمر بن الخطاب)

″Bir kimse hizbini (virdini) veya onun bir kısmını okumadan uyur kalır da, sonra onu sabah namazı ile öğle namazı arasında okursa kendine o virdi gece okumuş gibi sevap yazılır.″[8]


[1] Âyette, ″Allah için güzel bir ödünç ile ödünçte bulunun″ diye buyrulmaktadır. Burada geçen ″Ödünç″ ifadesi, Allah için yapılan ve karşılığı sâdece Allah’tan beklenen infak ve Allah için bir kimseye ödünç vermek anlamına gelmektedir. Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 245 ve izahına bakınız.

[2] Sahih-i Müslim, Sıyam 38 (202, 203).

[3] Sünen-i Tirmizî Daavât 7.

[4] Muhtâr’ül-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 641; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 291/10.

[5] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 499/2; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 21537.

[6] Râmûz‘ul-Ehâdîs, s. 528/14.

[7] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 785; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 464/11.

[8] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât’ut-Tatavvû 19; Sahih-i Müslim, Salât’ül-Müsâfirîn 15 (142 Sünen-i Tirmizî, Cuma 56.