DUHÂN SÛRESİ

Bu sûre 59 âyettir. Mekke döneminde nâzil olmuştur. Bu sûrede, kıyâmet alâmetlerinden olan bir dumanın zuhur edeceği bildirildiği için ″Duman″ anlamına gelen ″Duhân″ ismi verilmiştir. Bu sûre; Hâ, Mîm ile başlayan sûrelerin beşincisidir.

Bu sûre hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ قَرَأَ حم الدُّخَانَ فِي لَيْلَةٍ أَصْبَحَ يَسْتَغْفِرُ لَهُ سَبْعُونَ أَلْفَ مَلَكٍ (ت عن ابى هريرة)

″Kim geceleyin Duhân Sûresi’ni okursa, yetmiş bin melek kendisine istiğfar ettiği halde sabaha erer.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

مَنْ قَرَأَ الدُّخَانَ فِى لَيْلَةِ الْجُمُعَةِ أَصْبَحَ مَغْفُوراً لَهُ وَزُوِّجَ مِنَ الْحُورِ الْعِينِ (در عن ابى رافع)

″Her kim Cuma gecesi Duhân Sûresi’ni okursa, günahları bağışlanmış olarak sabahı eder ve Huruliyn’den ona eşler verilir.″[2]


[1] Sünen-i Tirmizî, Sevâb’ul-Kur’ân 8.

[2] Sünen-i Dârimî, Fedâil’ul-Kur’ân 22.


﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ حٰمٓ ﴿١﴾ وَالْكِتَابِ الْمُب۪ينِۙ ﴿٢﴾ اِنَّٓا اَنْزَلْنَاهُ ف۪ي لَيْلَةٍ مُبَارَكَةٍ اِنَّا كُنَّا مُنْذِر۪ينَ ﴿٣﴾ ف۪يهَا يُفْرَقُ كُلُّ اَمْرٍ حَك۪يمٍۙ ﴿٤﴾ اَمْرًا مِنْ عِنْدِنَاۜ اِنَّا كُنَّا مُرْسِل۪ينَۚ ﴿٥﴾ رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَۜ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُۙ ﴿٦﴾

1-6. Hâ, Mîm.* Apaçık bildiren kitaba (Kur’ân’a) yemin olsun ki,* şüphesiz Biz onu mübârek bir gecede indirdik. Şüphesiz Biz, (onunla) halkı uyarırız.* O gece, hikmete uygun her emir tesbit ve tayin edilir;* katımızdan bir emirle. Şüphesiz Biz, Resuller göndeririz;* Rabbinden bir rahmet olarak. Muhakkak ki O, her şeyi işiten ve bilendir.

İzah: İkrime Hazretleri,Şüphesiz Biz onu mübârek bir gecede indirdik…″ diye devam eden Sûre-i Duhân, Âyet 3-4’te belirtilen mübârek gece hakkında, o gece; Şaban ayının 15. gecesi olan Berat Gecesi’dir, diye buyurmuştur. Bâzı müfessirler de, o gecenin Kadir Gecesi olduğunu beyan etmişlerdir.

Âyet’i Kerîme‘de geçtiği üzere, Kur‘ân’ın indirildiği belirtilen bu mübârek gecenin ″Kadir Gecesi″ olduğunu beyan edenler şu delilleri öne sürmüşlerdir:

Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 185’te şöyle buyurmuştur:

Ramazan ayı, insanlara doğru yolu gösteren ve açık âyetler hâlinde hakkı bâtıldan ayıran Kur’ân’ın nâzil olduğu aydır...″

Yine Allah’u Teâlâ Sûre-i Kadir, Âyet 1’de şöyle buyurmuştur:

Şüphesiz ki, Biz Kur’ân’ı Kadir Gecesi’nde indirdik.″

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

أُنْزِلَ الْقُرْآنُ جُمْلَةً وَاحِدَةً إِلَى سَمَاءِ الدُّنْيَا فِي لَيْلَةِ الْقَدْرِ ثُمَّ نَزَلَ بَعْدَ ذَلِكَ فِي عِشْرِينَ سَنَةً (ك عن ابن عباس)

″Kur’ân, Kadir Gecesi’nde dünyâ semâsına bir defada, bir bütün olarak indirilmiş, sonra yirmi senede nâzil olmuştur.″[1]

Kur‘ân’ın indirildiği gecenin, Şaban ayının 15. gecesi olan ″Berat Gecesi″ hakkında olduğunu beyan edenler de Hz. Âişe’den nakledilen şu Hadis-i Şerif‘i delil getirmişlerdir:

Şaban ayının 15. gecesinde gece yarısı olunca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yanımdan ayrıldı. Kendi kendime sandım ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, hanımlarından birinin yanına gitti. Hemen kalktım. Onu, evin içinde aramaya başladım. Ararken ellerim ayaklarına dokundu. Kendisi secdeye varmıştı. Şu duâyı okuyordu, ezberledim:

سَجَدَ لَكَ سَوَادِي وَخَيَالِي وَآمَنَ بِكَ فُؤَادِي أَبُوءُ لَكَ بِالنِّعَمِ وَاعْتَرَفُ لَكَ بِالذَّنْبِ ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي إِنَّهُ لَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ أَعُوذُ بِعَفْوِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ وَأَعُوذُ بِرَحْمَتِكَ مِنْ نِقْمَتِكَ وَأَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ لَا أُحْصِي ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ.

″Secede leke sevâdî ve hayâlî ve âmene bike fuâdî. Ebûu leke bi’nniami ve’terafu bi’z-zenbi zalemtu nefsî feğfirlî innehû lâ yeğfiru’zzunûbe illâ ente eûzu bi afvike min ukûbetike ve eûzu bi rahmetike min nikmetike ve eûzu bi rıdâke min sahatike ve eûzu bike minke lâ uhsî senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsike.″[2]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bu hâl ile oturup kalktı. Sonunda sabahı etti. İbâdetten hiç ayrılmadı. Ayakları şişip ağrımaya başladı. Ben, bir yandan ayaklarını ovuyor, bir yandan da şöyle diyordum: ″Anam babam sana fedâ olsun! Allah’u Teâlâ, senin gelmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamadı mı?″[3] Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bana şöyle buyurdu: ″Yâ Âişe! Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?[4] Sen biliyor musun bu gece de ne gibi hayırlar vardır?″ ″Yâ Resûlallah! Bu gecede ne vardır, diğer gecelerden üstünlüğü nedir?″ diye sorunca da, buyurdu ki: ″Bu sene doğacak çocukların hemen her biri, bu gece yazılır. Bu sene, ölecek kimselerin her biri bu gece yazılır. Kulların rızıklarının hemen hepsi bu gece gelir. Kulların yapıp ettiği amellerin hepsi bu gece Hakk Teâlâ katına çıkarılır.″ Bu arada: ″Yâ Resûlallah! Herkes, Allah’ın Rahmeti ile Cennete girecek öyle mi?″ diye sordum. Şöyle buyurdu: ″Evet, herkes Allah’ın Rahmeti ile Cennete girecektir. ″Sen de mi Yâ Resûlallah?″ diye sordum. Şöyle buyurdu: ″Evet! Ben de. Ancak Allah’u Teâlâ beni rahmetine daldırmıştır.[5] Sonra başını ve yüzünü meshetti (elini yüzüne sürdü).[6]

Berat Gecesi, Kadir Gecesi, Reğaib Gecesi, Mîraç Kandili, Aşûre Günü, Mevlid Kandili, Cuma Günü ve Bayram Günleri diye geçen gün ve gecelerin faziletlerini anlatan bu şekilde çok sayıda nakil vardır. Bu gün ve geceler, bütün Müslümanlar tarafından ibâdet ve taatle kutlanmaktadır.


[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 2833.

[2] Mânâsı: ″Gizli hâlim ve hayâlim önünde secde etti. Kalbim sana inandı. Nîmetlerle sana dönüyorum. Günahlarımı sana itiraf ediyorum. Nefsime zulmettim. Beni bağışla, senden başka günah bağışlayacak yoktur. Cezândan affına sığınıyorum. Azâbından rahmetine sığınıyorum. Gazabından hoşnutluşuna sığınıyorum. Senden Sana sığınırım. Sen kendini övdüğün gibi ben seni övemem.″

[3] Bakınız: Sûre-i Fetih, Âyet 2.

[4] Bakınız: Sahih-i Müslim, Sıfat-ı Kıyâmet 18 (81).

[5] Bakınız: Sahih-i Buhârî, Merdâ 19; Sahih-i Müslim, Sıfat-ı-Kıyâmet 17 (72).

[6] Gunyet’üt-Tâlibîn, c. 1, s. 289-290.


﴿ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۢ اِنْ كُنْتُمْ مُوقِن۪ينَ ﴿٧﴾ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ يُحْي۪ وَيُم۪يتُۜ رَبُّكُمْ وَرَبُّ اٰبَٓائِكُمُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿٨﴾ بَلْ هُمْ ف۪ي شَكٍّ يَلْعَبُونَ ﴿٩﴾

7-9. Kesin olarak inanan kimseler iseniz, bilirsiniz ki O, göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabbidir.* Yine bilirsiniz ki, O’ndan başka ilah yoktur. Hayat veren ve öldüren de O’dur. Sizin Rabbinizdir ve önceki babalarınızın da Rabbidir.* Lâkin onlar şüphe içinde eğlenip duruyorlar.


﴿ فَارْتَقِبْ يَوْمَ تَأْتِي السَّمَٓاءُ بِدُخَانٍ مُب۪ينٍۙ ﴿١٠﴾ يَغْشَى النَّاسَۜ هٰذَا عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿١١﴾ رَبَّنَا اكْشِفْ عَنَّا الْعَذَابَ اِنَّا مُؤْمِنُونَ ﴿١٢﴾ اَنّٰى لَهُمُ الذِّكْرٰى وَقَدْ جَٓاءَهُمْ رَسُولٌ مُب۪ينٌۙ ﴿١٣﴾ ثُمَّ تَوَلَّوْا عَنْهُ وَقَالُوا مُعَلَّمٌ مَجْنُونٌۢ ﴿١٤﴾ اِنَّا كَاشِفُوا الْعَذَابِ قَل۪يلًا اِنَّكُمْ عَٓائِدُونَۢ ﴿١٥﴾ يَوْمَ نَبْطِشُ الْبَطْشَةَ الْكُبْرٰىۚ اِنَّا مُنْتَقِمُونَ ﴿١٦﴾

10-16. Ey Resûlüm! Onlar için semânın âşikâr duman hâlinde görüleceği günü bekle.* İnsanları kuşatan o dumanı görenler derler ki: ″Bu, elim bir azaptır.* Ey Rabbimiz! Bizden bu azâbı kaldır. Çünkü biz, îman edeceğiz.″* Onlardan azap kalkınca, düşünüp vaadlerini yerine getirmek nerede? Halbuki onlara, apaçık delillerle Resûl gelmişti.* Sonra ondan yüz çevirdiler ve bununla da yetinmeyip, ″Bu, söylediği sözü başkasından öğrenmiş mecnûndur″ dediler.* Biz, azâbı biraz kaldırırız. Lâkin yine küfre dönersiniz.* Ey Resûlüm! Onları şiddet ve kuvvetle yakaladığımız günü zikret. O gün mutlaka onlardan intikam alırız.

İzah: İbn-i Ömer, İbn-i Abbas, Hasan-ı Basrî, Ebû Said el-Hudrî, Huzeyfe b. el-Yeman Radiyallâhu anhum’a göre, Âyet-i Kerîme’de zikredilen ″Duman″, kıyâmete yakın bir zamanda gerçekleşecek olan bir kıyâmet alâmetidir. Bu du­man, kâfirleri sarhoş edecek, Mü’minlere ise sâdece bir nezle şeklinde dokuna­caktır.

Bu dumanın, kıyâmetten evvel meydana gelecek olan kıyâmet alâmetlerinden birisi olduğuna dair çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bu duman hakkında şöyle buyurmaktadır:

إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ أَجَارَكُمْ مِنْ ثَلاثِ خِلَالٍ أَنْ لَا يَدْعُوَ عَلَيْكُمْ نَبِيُّكُمْ فَتَهْلِكُوا جَمِيعًا وَأَنْ لَا يَظْهَرَ أَهْلُ الْبَاطِلِ عَلَى أَهْلِ الْحَقِّ وَأَنْ لَا تَجْتَمِعُوا عَلَى ضَلَالَةٍ فَهَؤُلَاءِ أَجَارَكُمُ اللّٰهُ مِنْهُنَّ ورَبُّكُمْ أَنْذَرَكُمْ ثَلاثًا الدُّخَانَ يَأْخُذُ الْمُؤْمِنَ مِنْهُ كَالزَّكْمَةِ وَيَأْخُذُ الْكَافِرَ فَيَنْتَفِخُ وَيَخْرُجُ مِنْ كُلِّ مَسْمَعٍ مِنْهُ وَالثَّانِيَةُ الدَّابَّةُ وَالثَّالِثَةُ الدَّجَّالُ (طب ن ابى مالك الاشعرى)

″Allah’u Teâlâ sizi üç şeyden kurtarmıştır: Peygamberiniz size bedduâ etmemiştir, etseydi hepiniz helâk olurdunuz. Bâtıl ehlini hak ehline gâlip kılmamıştır. Bir de dalâlet üzerinde katiyyen birleşmemenizdir. Muhakkak ki Allah’ın kudret eli, Ehl-i Sünnet cemaatiyle beraberdir. Siz o büyük cemaate uyun. Çünkü onlardan ayrılan ateşte yalnız kalır.[1] Allah’u Teâlâ sizi şu üç şeyden kurtarmış ve onlara karşı Rabbiniz sizi uyarmıştır: Duman, her Mü’mini nezle gibi tutar, kâfiri ise şişirir ve mafsallarını çıkarır. İkincisi Dabbet’ul-Arz (yer canavarı). Üçüncüsü de Deccal.″[2]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

بَادِرُوا بِالْأَعْمَالِ سِتًّا طُلُوعَ الشَّمْسِ مِنْ مَغْرِبِهَا أَوْ الدُّخَانَ أَوْ الدَّجَّالَ أَوْ الدَّابَّةَ أَوْ خَاصَّةَ أَحَدِكُمْ أَوْ أَمْرَ الْعَامَّةِ (م عن ابى هريرة)

″Altı şeygelmedenamellere koşuşun. Güneşin batıdan doğması, Duman, Dâbbe, Deccâl, herhangi birinize mahsus olan fitne (ölüm) ve bütün umûma şâmil olan iş (kıyâmet).″[3]

Huzeyfe Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

Biz birgün kendi aramızda konuşurken, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yanımıza çıkageldi. Bize: ″Ne konuşuyorsunuz?″ dedi. Biz de: ″Kıyâmet gününden konuşuyoruz″ diye cevap verdik. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

إِنَّهَا لَنْ تَقُومَ حَتَّى تَرَوْنَ قَبْلَهَا عَشْرَ آيَاتٍ فَذَكَرَ الدُّخَانَ وَالدَّجَّالَ وَالدَّابَّةَ وَطُلُوعَ الشَّمْسِ مِنْ مَغْرِبِهَا وَنُزُولَ عِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَيَأَجُوجَ وَمَأْجُوجَ وَثَلَاثَةَ خُسُوفٍ خَسْفٌ بِالْمَشْرِقِ وَخَسْفٌ بِالْمَغْرِبِ وَخَسْفٌ بِجَزِيرَةِ الْعَرَبِ وَآخِرُ ذَلِكَ نَارٌ تَخْرُجُ مِنْ الْيَمَنِ تَطْرُدُ النَّاسَ إِلَى مَحْشَرِهِمْ (م حم عن حذيفة بن اسيد الغفارى)

″Şüphesiz on alâmet görülmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. Bunlar: Deccâl, Duman, Dâbbet’ül-arz, güneşin batıdan doğması, Meryem oğlu Îsâ Aleyhisselâm’ın yere inmesi, Ye’cûc ve Me’cuc’ün zuhur etmesi, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsü, son olarak da Yemen’den çıkarak insanları Şam’a sürecek ateşin meydana gelmesi.″[4]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَوَّل الْآيَات خُرُوجًا الدَّجَّال وَنُزُول عِيسَى اِبْن مَرْيَم وَنَار تَخْرُج مِنْ قَعْر عَدَن أَبْيَن تَسُوق النَّاس إِلَى الْمَحْشَر تَبِيت مَعَهُمْ حَيْثُ بَاتُوا وَتَقِيل مَعَهُمْ إِذَا قَالُوا وَتُصْبِح مَعَهُمْ إِذَا أَصْبَحُوا وَتُمْسِي مَعَهُمْ إِذَا أَمْسَوْا قُلْت: يَا نَبِيّ اللّٰه وَمَا الدُّخَان؟ قَالَ هَذِهِ الْآيَة فَارْتَقِبْ يَوْم تَأْتِي السَّمَاء بِدُخَانٍ مُبِين يَمْلَأ مَا بَيْن الْمَشْرِق وَالْمَغْرِب يَمْكُث أَرْبَعِينَ يَوْمًا وَلَيْلَة أَمَّا الْمُؤْمِن فَيُصِيبهُ مِنْهُ شِبْه الزُّكَام وَأَمَّا الْكَافِر فَيَكُون بِمَنْزِلَةِ السَّكْرَان يَخْرُج الدُّخَان مِنْ فَمه وَمَنْخِره وَعَيْنَيْهِ وَأُذُنه وَدُبُره (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن حذيفة)

″İlk ortaya çı­kacak alâmet Deccal, Meryem oğlu Îsâ’nın inmesi ile Yemen’in iç taraflarından çıkacak ve insanları Şam’a doğru sürükleyecek bir ateş. Onlar nerede geceyi geçireceklerse onlarla birlikte geceler. Nerede öğlen vakti din­lenmeye çekilirlerse, onlarla birlikte dinlenir. Sabahı ederlerse onlarla birlik­te sabah eder, akşamı ederlerse onlarla birlikte akşamı eder.″ ″Yâ Nebiyyallah! Öyleyse duman nedir?″ diye sordum. O da: ″Şu âyettir″ dedi. O halde gökyü­zünde besbelli bir dumanın geleceği günü bekle! Bu duman doğu ile ba­tı arasını dolduracak, kırk gün kırk gece kalacaktır. Mü’min bundan dolayı bir çeşit nezle gibi olacak, kâfir ise sarhoş gibi olacaktır. Duman ağzından, burun deliklerinden, gözlerinden, kulaklarından ve dübüründen çıkacaktır.″[5]

Bu Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lere bakıldığı zaman, âhir zamanda meydana gelecek bir dumandan bahsedilmektedir. Doğu ile batıyı kaplayacak olan bu Duman’ın, insanlara zarar veren olumsuz bir hâdise olduğu söylenmektedir. Hadis-i Şerif’te geçtiği üzere özellikle de Müslümanların bundan az etkilenip kâfirlerin ise feci şekilde öleceğinden bahsedilmektedir. Bu da Allah’u a’lem! Dünyâ çapında nükleer silahların kullanıldığı büyük bir savaşın çıkacağını haber vermektedir. Bu sebeple âlimler, kıyâmetten önce dünyâda olabilecek bir savaşta zehirli gaz, atom bombası gibi nükleer ve kimyasal silahların kullanılacağı ve Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerde geçen Duman’ında bu savaşlarda ortaya çıkan duman olduğunu söylemişlerdir. Ondan çıkan duman ile Allah’u Teâlâ, kâfirleri öldürecek, Müslümanları da esirgeyerek bir nezle hastalığı gibi etkileyecek, demişlerdir.

İşte böyle bir olay zuhur ettiğinde Müslümanlar, kâfirler tarafından çok büyük sıkıntıya düşürülüp, çaresiz kaldıkları bir sırada, Allah’u Teâlâ Müslümanlara yardım için Îsâ Aleyhisselâm’ı yeryüzüne indirecektir. Îsâ Aleyhisselâm da, Deccal’in kâfir ordularına karşı Allah’u Teâlâ’ya duâ ederek Mü’minleri o kâfirlerden korumasını isteyecektir. Allah’u Teâlâ da onun bu duâsını kabul ederek, Mü’minleri kâfirlere karşı esirgeyecek ve kâfirlerin Müslümanlara karşı yaptıkları nükleer ve kimyasal saldırıların hiçbir etkisi olmayacaktır. Böylece Müslümanlar, kâfirlere karşı her ne kadar zayıf gözükseler de, Allah’ın yardımıyla Mü’minler kâfirlere gâlip gelecek ve dünyâya hâkim olacaklardır.

Kıyâmetten önce Îsâ Aleyhisselâm’ın yeryüzüne ineceğine dair Allah’u Teâlâ Sûre-i Zuhruf, Âyet 61’de şöyle buyurmuştur:

″Ve şüphesiz ki Îsâ, kıyâmetin bir alâmetidir. Artık kıyâmetin kopacağından şüphe etmeyin...″

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَالّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَيُوشِكَنَّ أنْ يَنْزِلَ فيكُمُ ابْنُ مرْيَمَ حَكَماً مُقْسِطاً، فَيَكْسِرُ الصَّلِيبُ، وَيَقْتُلُ الْخِنْزِيرَ، وَيَضَعُ الْجِزْيَةَ، وَيَفِيضُ الْمَالُ حَتّى لَا يَقْبَلَهُ أحَدٌ. ثُمَّ يَقُولُ أبُو هُريْرَةَ: اِقْرَؤُا إنْ شِئْتُمْ: وَإنْ مِنْ أهْلِ الْكِتَابِ إلَّا لَيُؤْمِنَنَّ بِهِ قَبْلَ مَوْتِهِ (خ م د ت عن ابى هريرة)

″Hayatım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, muhakkak yakında Meryem oğlu Îsâ, Muhammed ümmeti arasında âdil bir hâkim olarak inecek. Haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak ve mal o kadar çoğalacak ki, hattâ kimse mal kabul etmez olacak.″ Sonra Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu der ki: ″Yemin olsun ki, Ehl-i Kitap’tan (Hristiyanlardan) ona (Îsâ Aleyhisselâm’a), onun ölümünden önce îman etmeyecek kimse yoktur…″ diye geçen Sûre-i Nisâ, Âyet 159’u okuyun.[6]

Sonunda İslâm’ın küfre gâlip geleceğine dair Allah’u Teâlâ Sûre-i Saff, Âyet 8’de şöyle buyurmuştur:

Onlar, Allah’ın nûrunu ağızlarıyla (bâtıl sözleriyle) söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah’u Teâlâ, nûrunu tamamlayacaktır.″


[1] Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan bir fırka hâriç hepsi Cehennemde olacaktır.″ ″O kurtulan fırka kimdir Yâ Resûlallah?″ dediler. Buyurdu ki: ″Ben ve Ashâbımın yolu üzere olanlardır.″ (Sünen-i Tirmizî, Îman 18)

[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 3362; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 86/5.

[3] Sahih-i Müslim, Fiten 25 (127-128).

[4] Sahih-i Müslim, Fiten 13 (39 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15555.

[5] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 16, s. 131.

[6] Sahih-i Buhârî, Buyû 102, Enbiyâ 49; Sahih-i Müslim, Îman 71 (242 Sünen-i Ebû Dâvud, Melâhim 14; Sünen-i Tirmizî, Fiten 54.


﴿ وَلَقَدْ فَتَنَّا قَبْلَهُمْ قَوْمَ فِرْعَوْنَ وَجَٓاءَهُمْ رَسُولٌ كَر۪يمٌۙ ﴿١٧﴾ اَنْ اَدُّٓوا اِلَيَّ عِبَادَ اللّٰهِۜ اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ ﴿١٨﴾ وَاَنْ لَا تَعْلُوا عَلَى اللّٰهِۚ اِنّ۪ٓي اٰت۪يكُمْ بِسُلْطَانٍ مُب۪ينٍۚ ﴿١٩﴾ وَاِنّ۪ي عُذْتُ بِرَبّ۪ي وَرَبِّكُمْ اَنْ تَرْجُمُونِۘ ﴿٢٠﴾ وَاِنْ لَمْ تُؤْمِنُوا ل۪ي فَاعْتَزِلُونِ ﴿٢١﴾

17-21. Şüphesiz Biz, onlardan evvel Firavun’un kavmini de imtihan ettik. Onlara, kerîm bir Resûl (Mûsâ Aleyhisselâm) gelmişti.* Şöyle demişti: ″Allah’ın kullarını (İsrailoğullarını) bana teslim edin (benimle beraber gönderin). Şüphesiz ki ben, size gönderilmiş emin bir Resûlüm.* Allah’a karşı kibirlenmeyin. Ben size inkârı mümkün olmayan apaçık mûcizelerle geldim.* Şüphesiz ki ben, beni taşlamanızdan, benim de Rabbim, sizin de Rabbimiz olan Allah’a sığındım.* Eğer bana îman etmezseniz, benden uzaklaşın ve beni serbest bırakın.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de Mûsâ Aleyhisselâm için, ″Kerîm bir Resûl″ tâbiri kullanılmıştır. Bu ifadeyle onun derece bakımından üstünlüğüne dikkat çekilmiştir. Nakledildiğine göre, yüz yirmi dört bin Peygamber gelmiştir.[1] Bu Peygamberlerin yirmi sekiz tânesi Kur’ân’da isimleriyle bildirilmektedir.[2] Bütün Peygamberlerin içerisinde de altı tânesi Ulu’l-Azim Peygamberdir[3], Mûsâ Aleyhisselâm da bunlardan biridir ve Allah’u Teâlâ ile bizzat konuşmuştur. Bu sebeple Allah’u Teâlâ ona âyette, ″Kerîm bir Resûl″ diye hitap etmiştir.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Beni taşlamanızdan″ diye geçen ifadeden maksat, İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’ya göre, dil uzatmaktır. Yani Hz. Mûsâ’ya; ″Sen, sihirbazsın″ gibi sözler söyle­mektir.

Katâde Hazretlerine göre de, fiilen taş atmaktır. Diğer bir kısım âlimlere göre ise, canına kastetmektir. İmam Taberî, Âyet-i Kerîme’nin genel ifadesinin bütün bu görüşleri kapsadığını zikretmiştir.


[1] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 124; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 4131.

[2] Ancak Hz. Zülkarneyn, Hz. Lokman ve Hz. Üzeyr’in Peygamber olmadığını söyleyen âlimler de vardır.

[3] Ulu’l-Azim Peygamberler: Âdem Aleyhisselâm, Nûh Aleyhisselâm, İbrâhim Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâm, Îsâ Aleyhisselâm ve Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’dir. Bu hususta Sûre-i Ahkaf, Âyet 35 ve izahına bakınız.


﴿ فَدَعَا رَبَّهُٓ اَنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ قَوْمٌ مُجْرِمُونَ ﴿٢٢﴾ فَاَسْرِ بِعِبَاد۪ي لَيْلًا اِنَّكُمْ مُتَّبَعُونَۙ ﴿٢٣﴾ وَاتْرُكِ الْبَحْرَ رَهْوًاۜ اِنَّهُمْ جُنْدٌ مُغْرَقُونَ ﴿٢٤﴾ كَمْ تَرَكُوا مِنْ جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۙ ﴿٢٥﴾ وَزُرُوعٍ وَمَقَامٍ كَر۪يمٍۙ ﴿٢٦﴾ وَنَعْمَةٍ كَانُوا ف۪يهَا فَاكِه۪ينَۙ ﴿٢٧﴾ كَذٰلِكَ۠ وَاَوْرَثْنَاهَا قَوْمًا اٰخَر۪ينَ ﴿٢٨﴾

22-28. Sonra Mûsâ, Rabbine duâ etti ve ″Muhakkak bunlar, mücrim bir topluluktur″ dedi.* Rabbi de ona şöyle buyurdu: ″Kullarımı geceleyin yola çıkar. Siz mutlaka (Firavun ve askerleri tarafından) tâkip edileceksiniz.* Denizi açılmış olarak bırak. Çünkü onlar, gark olacak bir ordudur.″* Onlar geride nice bahçeler, pınarlar bıraktılar* ve ekinler, ziynetlenmiş mahfiller,* zevk ve sefâsını sürdükleri nîmetler bıraktılar.* Onlara verdiğimiz bu nîmetleri, işte böyle diğer bir kavme mîras kıldık.


﴿ فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ وَمَا كَانُوا مُنْظَر۪ينَ۟ ﴿٢٩﴾

29. Onların helâkine, gök ve yer ağlamadı. Onlara mühlet de verilmedi.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا مِنْ مُؤْمِنٍ إِلَّا وَلَهُ بَابَانِ بَابٌ يَصْعَدُ مِنْهُ عَمَلُهُ وَبَابٌ يَنْزِلُ مِنْهُ رِزْقُهُ فَإِذَا مَاتَ بَكَيَا عَلَيْهِ فَذَلِكَ قَوْلُهُ عَزَّ وَجَلَّ {فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمْ السَّمَاءُ وَالْأَرْضُ وَمَا كَانُوا مُنْظَرِينَ} (ت عن انس بن مالك)

″Bir Mü’min için mutlaka semâda iki kapı vardır. Birinden ameli yükselir, diğerinden de rızkı iner. Bu Mü’min ölünce, her iki kapı da ağlarlar.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onların helâkine, gök ve yer ağlamadı…″ diye geçen Sûre-i Duhân, Âyet 29’u okudu.[1]

Gök ve yer, Mü’min kimse için ağlar. Fakat kâfir için ağlamaz, demektir. Yani onlar yeryüzünde sâlih bir amel işlemediler ki, yer onlar için ağlasın, semâya da sâlih bir ameli yükselmedi ki, ameli kesildiği için semâ ağlasın.

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الْإِسْلَام بَدَأَ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا كَمَا بَدَأَ فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ يَوْم الْقِيَامَة قِيلَ مَنْ هُمْ يَا رَسُول اللّٰه؟ قَالَ هُمْ الَّذِينَ إِذَا فَسَدَ النَّاس صَلَحُوا ثُمَّ قَالَ أَلَا لَا غُرْبَة عَلَى مُؤْمِن وَمَا مَاتَ مُؤْمِن فِي غُرْبَة غَائِبًا عَنْهُ بِوَاكِيهِ إِلَّا بَكَتْ عَلَيْهِ السَّمَاء وَالْأَرْض ثُمَّ قَرَأَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمْ السَّمَاء وَالْأَرْض ثُمَّ قَالَ أَلَا إِنَّهُمَا لَا يَبْكِيَانِ عَلَى الْكَافِر (هب والقرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن شريح الحضرمى)

″Bu din garip olarak geldi (gariplerin eli ile yüceltildi), garip olarak gider. Hayır ve saadet, o garipleredir.″ ″Onlar kimlerdir Yâ Resûlallah?″ diye soruldu. Buyurdu ki: ″Onlar, insanlar fesâda gittiği zamanda ıslah yapanlardır (sünneti yapan ve halka da öğretenlerdir).″[2] Sonra da şöyle buyurdu: ″Şunu bilin ki, Mü’min için gariplik yoktur. Bir Mü’min gurbette kendisi için ağlayanların bulunmadığı bir yerde ölürse, mutlaka gök ile yer onun için ağlar.″ Daha sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onların helâkine, gök ve yer ağlamadı…″ diye geçen Sûre-i Duhân, Âyet 29’u okudu ve sözüne devamla şöyle buyurdu: ″Şunu bilin ki, onlar kâfir için ağlamazlar.″[3]

Enes Radiyallâhu anhu da şöyle buyurmuştur:

لَمَّا كَانَ الْيَوْمُ الَّذِي دَخَلَ فِيهِ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الْمَدِينَةَ أَضَاءَ مِنْهَا كُلُّ شَيْءٍ فَلَمَّا كَانَ الْيَوْمُ الَّذِي مَاتَ فِيهِ أَظْلَمَ مِنْهَا كُلُّ شَيْءٍ وَلَمَّا نَفَضْنَا عَنْ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الْأَيْدِي وَإِنَّا لَفِي دَفْنِهِ حَتَّى أَنْكَرْنَا قُلُوبَنَا (ت عن انس)

″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Medîne’ye hicret ettiği gün, her şey aydınlan­dı. Ruhunun kabzedildiği günde de her şey karardı. Biz onun defninde bu­lunurken henüz toprağından ellerimizi silkelememiştik ki, kalplerimizi tanımaz hâle geldik.″[4]

Yine bu âyetle ilgili olarak Abbâd İbn-i Abdullah Radiyallâhu anhu’dan nakledildiğine göre:

سَأَلَ رَجُل عَلِيًّا رَضِيَ اللّٰه عَنْهُ هَلْ تَبْكِي السَّمَاء وَالْأَرْض عَلَى أَحَد؟ فَقَالَ لَهُ لَقَدْ سَأَلْتنِي عَنْ شَيْء مَا سَأَلَنِي عَنْهُ أَحَد قَبْلك إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ عَبْد إِلَّا لَهُ مُصَلَّى فِي الْأَرْض مُصْعَد عَمَله مِنْ السَّمَاء وَإِنَّ آل فِرْعَوْن لَمْ يَكُنْ لَهُمْ عَمَل صَالِح فِي الْأَرْض وَلَا عَمَل يَصْعَد فِي السَّمَاء ثُمَّ قَرَأَ عَلِيّ رَضِيَ اللّٰه عَنْهُ فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمْ السَّمَاء وَالْأَرْض وَمَا كَانُوا مُنْظَرِينَ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن عباد بن عبد اللّٰه)

Bir adam, Hz. Ali’ye: ″Gök ve yer bir kimseye ağlar mı?″ diye sormuştu. Hz. Ali ona şöyle cevap verdi: ″Bana öyle bir şey sordun ki, bunu senden önce hiç kimse bana sormadı. Şüphesiz kul için yeryüzünde namaz kılacağı bir yer ve gökte amelinin yükseleceği bir yer vardır. Firavun ailesinin, yeryüzünde göğe yükselecek sâlih bir ameli yoktu.″ Sonra Hz. Ali: ″Onların helâkine, gök ve yer ağlamadı. Onlara mühlet de verilmedi″ mealindeki Sûre-i Duhân, Âyet 29’u okudu.[5]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 45.

[2] Bakınız: Sünen-i Tirmizî, Îman 12; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 5734.

[3] Beyhaki, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 9539; İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 16, s. 40-41.

[4] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 1.

[5] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 7, s. 254.


﴿ وَلَقَدْ نَجَّيْنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓا ئ۪لَ مِنَ الْعَذَابِ الْمُه۪ينِۙ ﴿٣٠﴾ مِنْ فِرْعَوْنَۜ اِنَّهُ كَانَ عَالِيًا مِنَ الْمُسْرِف۪ينَ ﴿٣١﴾

30-31. Yemin olsun ki, İsrailoğullarını aşağılayıcı bir azaptan kurtardık.* Firavun’un şerrinden kurtardık. Muhakkak ki o, haddi aşan azgınlardan biriydi.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Yemin olsun ki, İsrailoğullarını aşağılayıcı bir azaptan kurtardık″ diye buyrulmaktadır. Yani, Firavun’a köle olmaktan ve onlara revâ gördüğü; oğullarını öldürüp kızlarını bırakmak olan azaptan İsrailoğullarını kurtardık, demektir.


﴿ وَلَقَدِ اخْتَرْنَاهُمْ عَلٰى عِلْمٍ عَلَى الْعَالَم۪ينَۚ ﴿٣٢﴾ وَاٰتَيْنَاهُمْ مِنَ الْاٰيَاتِ مَا ف۪يهِ بَلٰٓؤٌا مُب۪ينٌ ﴿٣٣﴾

32-33. Yemin olsun ki Biz, İsrailoğullarını, bilerek (kendi zamanlarında) âlemlere üstün kıldık.* Onlara, içinde kendilerine apaçık bir imtihan bulunan mûcizeler verdik.

İzah: Bu âyetlerde geçen Allah’u Teâlâ’nın, İsrailoğullarını âlemlere üstün kılması; denizin açılması, çölde bir bulutun kendilerine gölgelik yapması, bir taştan on iki çeşmenin çıkması, havadan helva ve pişmiş bıldırcın eti inmesi gibi birçok nîmetler ve mûcizelerdir. İşte Âyet-i Kerîme’de: ″Âlemlere üstün kıldık″ diye buyrulması, bu nîmetleri kendilerine vererek onları, o dönemde yaşayan kişilere üstün kıldık, demektir.


﴿ اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ لَيَقُولُونَۙ ﴿٣٤﴾ اِنْ هِيَ اِلَّا مَوْتَتُنَا الْاُو۫لٰى وَمَا نَحْنُ بِمُنْشَر۪ينَ ﴿٣٥﴾ فَأْتُوا بِاٰبَٓائِنَٓا اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿٣٦﴾

34-36. Şüphesiz müşrikler, elbette derler ki:* ″İlk ölümümüzden başka bir âkıbet yoktur. Biz öldükten sonra diriltilecek değiliz.* O halde vaadinizde doğru iseniz, babalarımızı diriltip getirin.″


﴿ اَهُمْ خَيْرٌ اَمْ قَوْمُ تُبَّعٍۙ وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ اَهْلَكْنَاهُمْۘ اِنَّهُمْ كَانُوا مُجْرِم۪ينَ ﴿٣٧﴾

37. Bunlar mı daha kuvvetli, yoksa Tübba kavmi ve onlardan öncekiler mi? Onları helâk ettik. Çünkü onlar mücrim kimselerdi.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Tübba″, Yemen hükümdarlarına verilen genel bir isimdir. Bu âyette ise, Tübba kavminin helâkinden bahsedilmektedir. O zamanda kral olan Tübba’nın adı Es’a veya Sa’d diye geçmektedir. Bu kimse Mü’min birisi olmakla birlikte, kavmi azgın idi. Bu sebeple Allah’u Teâlâ Âyet-i Kerîme’de Tübba kavminin helâk edildiğini beyan etmektedir.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, o zamandaki Tübba kavminin kralı hakkında şöyle buyurmuştur:

لَا تَسُبُّوا تُبَّعًا فَإِنَّهُ قَدْ كَانَ أَسْلَمَ (حم طب عن سهل بن سعد)

″Tübba’ya sövmeyin, çünkü o Müslüman bir kimse idi.″[1]


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21810; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 5881.


﴿ وَمَا خَلَقْنَا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِب۪ينَ ﴿٣٨﴾ مَا خَلَقْنَاهُمَٓا اِلَّا بِالْحَقِّ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٣٩﴾

38-39. Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları, oyun olsun diye yaratmadık.* Gökleri ve yeri, ancak hak ve hikmete uygun olarak yarattık. Lâkin onların çoğu bunu bilmezler.


﴿ اِنَّ يَوْمَ الْفَصْلِ م۪يقَاتُهُمْ اَجْمَع۪ينَۙ ﴿٤٠﴾ يَوْمَ لَا يُغْن۪ي مَوْلًى عَنْ مَوْلًى شَيْـًٔا وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَۙ ﴿٤١﴾ اِلَّا مَنْ رَحِمَ اللّٰهُۜ اِنَّهُ هُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ ﴿٤٢﴾

40-42. Şüphesiz ki, hakkı bâtıldan ayırma günü, onların hepsinin toplanacağı vaad olunmuş gündür.* O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmayacak ve onlar yardım da görmeyeceklerdir.* Ancak Allah’ın merhamet ettiği kimseler müstesnâ. Şüphesiz O, (kâfirlere karşı) mutlak gâliptir, (Mü’minlere) çok merhametlidir.

İzah: Kâfir olarak ölüp mahşere gelen kimseler için akrabası ve dostu dahi olsa, birbirlerine aslâ yardımları olamaz. Ancak Allah’ın merhamet ettiği Müslümanlar böyle değildir. Allah’ın rahmetiyle şefaat izni verilenler birbirlerine yardım ederler.[1]


[1] Şefaat hakkında geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 255 ve izahına bakınız


﴿ اِنَّ شَجَرَةَ الزَّقُّومِۙ ﴿٤٣﴾ طَعَامُ الْاَث۪يمِۚۛ ﴿٤٤﴾ كَالْمُهْلِۚۛ يَغْل۪ي فِي الْبُطُونِۙ ﴿٤٥﴾ كَغَلْيِ الْحَم۪يمِ ﴿٤٦﴾ خُذُوهُ فَاعْتِلُوهُ اِلٰى سَوَٓاءِ الْجَح۪يمِۚ ﴿٤٧﴾ ثُمَّ صُبُّوا فَوْقَ رَأْسِه۪ مِنْ عَذَابِ الْحَم۪يمِۜ ﴿٤٨﴾ ذُقْۚ ۙ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْكَر۪يمُ ﴿٤٩﴾ اِنَّ هٰذَا مَا كُنْتُمْ بِه۪ تَمْتَرُونَ ﴿٥٠﴾

43-50. Şüphesiz zakkum ağacı,* günahkârların yemeğidir.* Maden gibi karınlarda kaynar.* Sıcak suyun kaynaması gibi kaynar.* Zebânilere denir ki: ″Bunları yakalarından tutun; Cehennemin ortasına sürükleyin.* Sonra başlarına kaynar su dökün.″* Ve onlardan her birine deyin ki: ″Kendi zannınca, kuvvetli ve itibarlı idin, azâbı tat bakalım.* Şüphesiz bu, sizin dünyâda inanmayıp şüphe ettiğiniz azaptır.″

İzah: ″Maden gibi karınlarda kaynar″ âyetini, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle açıklamıştır:

كَعَكَرِ الزَّيْتِ فَإِذَا قَرَّبَهُ إِلَى وَجْهِهِ سَقَطَتْ فَرْوَةُ وَجْهِهِ فِيهِ (ت عن ابى سعيد)

″Bu sıvı, yağın dibine çöken tortu gibidir, adamın yüzüne yaklaştırılınca, yüzünün derisi derhal içine düşer.″[1]

Zakkum ağacı hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَوْ أَنَّ قَطْرَةً مِنْ الزَّقُّومِ قُطِرَتْ فِي دَارِ الدُّنْيَا لَأَفْسَدَتْ عَلَى أَهْلِ الدُّنْيَا مَعَايِشَهُمْ فَكَيْفَ بِمَنْ يَكُونُ طَعَامَهُ (ت عن ابن عباس)

″Eğer Cehennem yiyeceği olan zakkumdan dünyâya bir damla damlatılsaydı, dünyâ halkının yaşantısını mahvederdi. Artık zakkumdan başka yiyeceği olmayan Cehennem ehlinin hâli nasıl olur?″[2]


[1] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cehennem 4

[2] Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Cehennem 4; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 10065.


﴿ اِنَّ الْمُتَّق۪ينَ ف۪ي مَقَامٍ اَم۪ينٍۙ ﴿٥١﴾ ف۪ي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍۚ ﴿٥٢﴾ يَلْبَسُونَ مِنْ سُنْدُسٍ وَاِسْتَبْرَقٍ مُتَقَابِل۪ينَۚ ﴿٥٣﴾ كَذٰلِكَ۠ وَزَوَّجْنَاهُمْ بِحُورٍ ع۪ينٍۜ ﴿٥٤﴾ يَدْعُونَ ف۪يهَا بِكُلِّ فَاكِهَةٍ اٰمِن۪ينَۙ ﴿٥٥﴾ لَا يَذُوقُونَ ف۪يهَا الْمَوْتَ اِلَّا الْمَوْتَةَ الْاُو۫لٰىۚ وَوَقٰيهُمْ عَذَابَ الْجَح۪يمِۙ ﴿٥٦﴾ فَضْلًا مِنْ رَبِّكَۜ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ ﴿٥٧﴾

51-57. Takvâ sahipleri ise, emin bir makamdadırlar.* Cennetlerde, pınar başlarındadırlar.* İnce ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyerler ve karşı karşıya otururlar.* Takvâ sahipleri işte böyledir. Ve onları hûruliyn ile evlendiririz.* Onlar, her türlü sıkıntıdan emin olarak her çeşit meyveyi isterler.* Orada, (dünyâdaki) ilk tattıkları ölüm dışında artık ölüm tatmazlar. Allah’u Teâlâ, onları Cehennem azâbından korumuştur.* Bunlar, Rabbinden bir lütuftur. Büyük kurtuluş da işte budur.

İzah: Cennetlik olan zümreler hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَوَّلُ زُمْرَةٍ تَدْخُلُ الْجَنَّةَ عَلَى صُورَةِ الْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ عَلَى ضَوْءِ أَشَدِّ كَوْكَبٍ دُرِّيٍّ فِي السَّمَاءِ إِضَاءَةً لَا يَبُولُونَ وَلَا يَتَغَوَّطُونَ وَلَا يَمْتَخِطُونَ وَلَا يَتْفُلُونَ أَمْشَاطُهُمْ الذَّهَبُ وَرَشْحُهُمْ الْمِسْكُ وَمَجَامِرُهُمْ الْأَلُوَّةُ أَزْوَاجُهُمْ الْحُورُ الْعِينُ أَخْلَاقُهُمْ عَلَى خُلُقِ رَجُلٍ وَاحِدٍ عَلَى صُورَةِ أَبِيهِمْ آدَمَ سِتُّونَ ذِرَاعًا (ه عن ابى هريرة)

″Cennete giren ilk zümrenin sûreti, ayın on dördüncü gecesindeki gibi parlaktır. Onların ardından girenler de gökteki en şiddetli ışık saçan yıldız parlaklığındadır. Küçük abdest yapmazlar, büyük abdest yapmazlar, sümkürmezler ve tükürmezler. Tarakları altındır. Terleri de misktir. Buhurları da od ağacıdır. Zevceleri, hûruliyn’dir. Huyları bir adamın huyu üzerindedir(huyları aynıdır). Onlar, babaları Âdem’in sûretindeve boyları daaltmış arşındır.″[1]

Dünyâ kadınlarından Cennete girenler, dünyâda işledikleri ameller sebebiyle hurulîyn’den üstün kılınmış olacaktır. Nitekim Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

الْآدَمِيَّات أَفْضَل مِنْ الْحُور الْعِين بِسَبْعِينَ أَلْف ضِعْف (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن)

″Âdemoğullarından olan kadınlar, hûruliyn’den yetmiş bin kat daha üstündürler.″[2]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الْحُور الْعِين يَأْخُذ بَعْضهنَّ بِأَيْدِي بَعْض وَيَتَغَنَّيْنَ بِأَصْوَاتٍ لَمْ تَسْمَع الْخَلَائِق بِأَحْسَنَ مِنْهَا وَلَا بِمِثْلِهَا نَحْنُ الرَّاضِيَات فَلَا نَسْخَط أَبَدًا وَنَحْنُ الْمُقِيمَات فَلَا نَظْعَن أَبَدًا وَنَحْنُ الْخَالِدَات فَلَا نَمُوت أَبَدًا وَنَحْنُ النَّاعِمَات فَلَا نَبْؤُس أَبَدًا وَنَحْنُ خَيْرَات حِسَان حَبِيبَات لِأَزْوَاجٍ كِرَام. وَقَالَتْ عَائِشَة رَضِيَ اللّٰه عَنْهَا :إِنَّ الْحُور الْعِين إِذَا قُلْنَ هَذِهِ الْمَقَالَة أَجَابَهُنَّ الْمُؤْمِنَات مِنْ نِسَاء أَهْل الدُّنْيَا نَحْنُ الْمُصَلِّيَات وَمَا صَلَّيْتُنَّ وَنَحْنُ الصَّائِمَات وَمَا صُمْتُنَّ وَنَحْنُ الْمُتَوَضِّئَات وَمَا تَوَضَّأْتُنَّ وَنَحْنُ الْمُتَصَدِّقَات وَمَا تَصَدَّقْتُنَّ. فَقَالَتْ عَائِشَة رَضِيَ اللّٰه عَنْهَا فَغَلَبْنَهُنَّ وَاللّٰه .(القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن عائشة)

Hûruliyn birbirleriyle el ele tutuşur ve mahlûkatın daha güzelini aslâ duymadığı, bizim de benzerini aslâ duymadığımız güzel seslerle şarkı söy­lerler ve derler ki: ″Biz hoşnut olanlarız, aslâ kızıp öfkelen-meyiz. Biz ev­lerinde kalanlarız, aslâ göçüp gitmeyiz. Biz ebedî olanlarız, aslâ ölmeyiz. Biz nîmetler içerisinde olanlarız, aslâ yoksul düşmeyiz. Biz güzel yüzlüleriz. Üstün ve değerli kocaların sevgili eşleriyiz.″

Hz. Âişe dedi ki: Hurulîyn bu sözleri söylediği vakit, dünyâ ehlinden olan Mü’min kadınlar onlara şöyle cevap verirler: ″Bizler namaz kılan kadınlarız, siz ise kılmadınız. Bizler oruç tutan kadınlarız, siz tutmadınız. Bizler abdest alan kadınlarız, siz abdest almadınız. Bizler bolca sadaka veren kadınlarız, siz sadaka vermediniz.″

Hz. Âişe dedi ki: Allah’a yemin olsun ki, bu sözleriyle onları susturacaklardır.[3]

Âyet-i Kerîme’de: ″Orada, (dünyâdaki) ilk tattıkları ölüm dışında artık ölüm tatmazlar″ ifadesinde geçen ilk ölümden maksat da, insanların dünyâda iken yaşayıp ölmeleridir. Cennette ise ölüm yoktur.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ لَكُمْ أَنْ تَصِحُّوا فَلَا تَسْقَمُوا أَبَدًا وَإِنَّ لَكُمْ أَنْ تَحْيَوْا فَلَا تَمُوتُوا أَبَدًا وَإِنَّ لَكُمْ أَنْ تَشِبُّوا فَلَا تَهْرَمُوا أَبَدًا وَإِنَّ لَكُمْ أَنْ تَنْعَمُوا فَلَا تَبْأَسُوا أَبَدًا فَذَلِكَ قَوْلُهُ عَزَّ وَجَلَّ {وَنُودُوا أَنْ تِلْكُمْ الْجَنَّةُ أُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ} (م عن ابى هريرة وابى سعيد الخدرى)

Şüphesiz ki Cennet ehline bir münâdi şöyle nidâ eder: ″Sizin için sıhhatli olmak var, ebedî hasta olmayacaksınız, size yaşamak var, ebedî ölmeyeceksiniz, sizin için genç olmak var ebedî ihtiyarlamayacaksınız, sizin için devamlı nîmetlendirilmek var, ebedî sıkıntı çekmeyeceksiniz.″ Onlara: ″İşte sâlih amellerinizin karşılığı olarak mîrasçı olduğunuz Cennet budur″ diye nidâ olunur,[4] diye geçen âyetten murad budur.[5]

Câbir b. Abdullah Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

سُئِلَ نَبِيُّ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهِ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَقِيلَ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ، أَيَنَامُ أَهْلُ الْجَنَّةِ؟ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ النَّوْمُ أَخُو الْمَوْتِ، وَأَهْلُ الْجَنَّةِ لَا يَنَامُونَ (هب عن جابر بن عبد اللّٰه)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Yâ Resûlullah! Cennet ehli uyur mu?″ diye sorulunca, buyurdu ki: ″Uyku ölümün kardeşidir. Cennet ehli ise uyumazlar.″[6]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 39.

[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 17, s. 188.

[3] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 17, s. 187.

[4] Sûre-i A’râf, Âyet 43.

[5] Sahih-i Müslim, Cennet 8 (22).

[6] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 4559.


﴿ فَاِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِكَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ ﴿٥٨﴾ فَارْتَقِبْ اِنَّهُمْ مُرْتَقِبُونَ ﴿٥٩﴾

58-59. Ey Resûlüm! Şüphesiz ki, Kur’ân’ı senin lisânınla indirerek kolaylaştırdık ki, anlayıp öğüt alsınlar.* Artık sen (onların âkıbetini) bekle. Şüphesiz onlar da (senin âkıbetini) beklemektedirler!