﴿ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm.

﴿ يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْاَنْفَالِۜ قُلِ الْاَنْفَالُ لِلّٰهِ وَالرَّسُولِۚ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَصْلِحُوا ذَاتَ بَيْنِكُمْۖ وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُٓ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿١﴾

1. Ey Resûlüm! Sana ganîmetler hakkında sorarlar. De ki: ″Ganîmetler, Allah’a ve Resûle aittir. Eğer Mü’minler iseniz, Allah’tan korkun (ganîmetlerin nasıl taksim edileceği hususunda ihtilaf etmeyin), aranızı ıslah edin, Allah’a ve Resûlüne itaat edin.″

İzah: Bedir Harbi’nde elde edilen ganîmetlerin ne şekilde taksim edileceği Müslümanlar arasında ihtilaf konusu olmuştu. Çünkü ilk defa ganîmet elde edildiği için, hükmü bilinmemekteydi. Nihâyet ganîmetler hakkında ne yapılması gerektiği hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e sorulmuş ve bunun üzerine bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuştur.

Bu Âyet-i Kerîme hakkında İbn-i Sa’d Radiyallâhu anhu’nun babasından, şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

لَمَّا كَانَ يَوْمُ بَدْرٍ جِئْتُ بِسَيْفٍ فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنَّ اللّٰهَ قَدْ شَفَى صَدْرِي مِنَ الْمُشْرِكِينَ أَوْ نَحْوَ هَذَا هَبْ لِي هَذَا السَّيْفَ فَقَالَ هَذَا لَيْسَ لِي وَلَا لَكَ فَقُلْتُ عَسَى أَنْ يُعْطَى هَذَا مَنْ لَا يُبْلِي بَلَائِي فَجَاءَنِي الرَّسُولُ فَقَالَ إِنَّكَ سَأَلْتَنِي وَلِيس لِي وَإِنَّهُ قَدْ صَارَ لِي وَهُوَ لَكَ قَالَ فَنَزَلَتْ {يَسْأَلُونَكَ عَنْ الْأَنْفَالِ} الْآيَةَ (ت عن ابن سعد عن ابيه)

Bedir Savaşı’nda ganîmet mallarından bir kılıç getirdim ve: ″Yâ Resûlallah! Allah’u Teâlâ müşriklere karşı hıncımı dindirdi. Bu sebeple bu kılıcı bana hibe et″ dedim. Buyurdu ki: ″Bu kılıç ne senindir, ne de benim.″Ben, ″Belki savaşta benim gösterdiğim yararlılığı göstermeyen birine verilecektir″ dedim. Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yanıma geldi ve ″Benden istedin ama benim değildi, artık benim oldu ve onu sana bağışlıyorum″ buyurdu ve ″Ey Resûlüm! Sana ganîmetler hakkında sorarlar…″ diye devam eden Sûre-i Enfâl, Âyet 1’in nâzil olduğunu söyledi.[1]

Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Ganîmetler, Allah’a ve Resûle aittir″ diye buyrulduğu için Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ganîmetleri dilediği gibi tasarruf etme hakkına sahiptir.

Bu hususta Enes Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

مَا سُئِلَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلَى الْإِسْلَامِ شَيْئًا إِلَّا أَعْطَاهُ قَالَ فَجَاءَهُ رَجُلٌ فَأَعْطَاهُ غَنَمًا بَيْنَ جَبَلَيْنِ فَرَجَعَ إِلَى قَوْمِهِ فَقَالَ يَا قَوْمِ أَسْلِمُوا فَإِنَّ مُحَمَّدًا يُعْطِي عَطَاءً لَا يَخْشَى الْفَاقَةَ (م عن انس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, İslâm adına ne istenirse muhakkak verirdi. Bir defasında kendisine (bir savaştan ganîmetlerle dönerken) bir adam gelmişti. Ona iki dağ arasını kaplayan koyun sürüsünü vermişti. Bu adam kavmine döndüğü zaman dedi ki: ″Ey kavmim! Müslüman olun. Çünkü fakirlikten korkmayan bir Peygamber gördüm.[2]

Bu Hadis-i Şerif’te: ″Ey kavmim! Müslüman olun″ diye geçen ifadeden, o adamın da, kavminin de kâfir olduğu anlaşılmaktadır. Müslüman olmayan bir kişiye dahi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem hiç kimseye sormadan, dilediği şekilde ganîmetten mal vermesi, âyette geçtiği üzere ganîmetlerin Allah’a ve Resûlüne ait olduğundan dolayıdır. İşte ganîmetler hakkında Allah’u Teâlâ Resûlullah Efendimize dilediği gibi tasarruf etme yetkisi vermişti.

Ayrıca bu Âyet-i Kerîme’de: Ganîmetler, Allah’a ve Resûle aittir diye geçtiği için, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem vefât ettiğinde bu mallar, halifesine yani Beyt’ul-Mal‘a kalmaktadır. Çünkü o mal, Allah’a ve Resûlüne ait olduğundan, bütün Müslümanların o malda hakkı vardır. Bu nedenle Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in malı, kendi evlatlarına mîras olarak kalmamıştır.

Bu hususta Ebû Hureyre Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise nakledilmiştir:

جَاءَتْ فَاطِمَةُ إِلَى أَبِي بَكْرٍ فَقَالَتْ مَنْ يَرِثُكَ قَالَ أَهْلِي وَوَلَدِي قَالَتْ فَمَا لِي لَا أَرِثُ أَبِي فَقَالَ أَبُو بَكْرٍ سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ لَا نُورَثُ وَلَكِنِّي أَعُولُ مَنْ كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَعُولُهُ وَأُنْفِقُ عَلَى مَنْ كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُنْفِقُ عَلَيْهِ ( ت عن ابى هريرة)

Hz. Fâtıma, Hz. Ebû Bekir’e: ″Sen öldükten sonra mîrasçın kim olacaktır?″ diye sordu. Hz.Ebû Bekir de: ″Çocuklarım ve ailem″ diye cevap verdi.Bunun üzerine Hz. Fâtıma: ″O halde neden babam Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in mîrasını almayalım?″ deyince Hz. Ebû Bekir dedi ki:Ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in: ″Peygamberler mîras bırakmaz!″ diye buyurduğunu duydum. Ben de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in geçimlerini karşılamakla sorumlu olduğu kişilerin geçimlerini karşılamakla sorumluyum. Ben de onun bağışta bulunduğu kişilere bağışta bulunacağım.″[3] Bu şekilde Hz. Ebû Bekir, Hz. Fâtıma’ya ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hanımlarına Beyt’ul-Mal’dan dilediği kadar vermiştir.

Ganîmetlerin genel olarak taksim edilme şekli hakkında Sûre-i Enfâl, Âyet 41 ve izahına bakınız.

Allah’a ve Resûlüne itaat hakkında geniş bilgi için de Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 31-32 ve Sûre-i Enfâl, Âyet 20 ve izahına bakınız.


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 9.

[2] Sahih-i Müslim, Fedâil 14 (57-58 Riyâz’üs-Sâlihîn, Hadis No: 555.

[3] Sünen-i Tirmizî, Siyer 44; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 57.


ENFÂL SÛRESİ

Bu sûre 75 âyettir. Medîne döneminde nâzil olmuştur. Enfâl, asıl üzerine fazladan bir şey bina etmek demektir. Namaz, oruç gibi ibâdetlerde farzın üzerine fazladan yapılan ibâdetlere nâfile denildiği gibi. Bu sûrenin ismi olan Enfâl’in anlamı ise, cihat neticesinde düşmandan alınan ganîmet mallarıdır. Bu kelimenin kullanılmasının sebebi Allah’u Teâlâ, cihat yapanlara, âhirette büyük sevap vaad ettiği gibi dünyâda iken de ganîmeti fazladan bir nîmet olarak helâl kılmasıdır. Çünkü önceki ümmetlere ganîmet malları helâl değildi. Ümmet-i Muhammed’e ise helâl kılınmıştır.[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Salât 56; Sahih-i Müslim, Mesâcid 1 (3). Ganîmet malları hakkında Süre-i Enfâl, Âyet 69 ve izahına bakınız.


﴿ اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَاِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ اٰيَاتُهُ زَادَتْهُمْ ا۪يمَانًا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَۚ ﴿٢﴾ اَلَّذ۪ينَ يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۜ ﴿٣﴾ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقًّاۜ لَهُمْ دَرَجَاتٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَمَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَر۪يمٌۚ ﴿٤﴾

2-4. Mü’minler şu kimselerdir ki, Allah’u Teâlâ zikrolunduğu vakit kalpleri titrer. Kendilerine Allah’ın âyetleri okunursa, îmanları artar ve Rablerine tevekkül ederler.* Onlar, namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.* İşte onlar, hakkıyla Mü’minlerdir. Onlar için Rableri katında yüksek dereceler, bağışlanma ve bol rızık vardır.

İzah: Bu âyetlerde, hakkıyla Mü’min olanların özellikleri sayılmaktadır. ″Allah’u Teâlâ zikrolunduğu vakit kalpleri titrer (cilâlanır)″ buyruğundan maksat; gece ve gündüz, gizli ve âşikar Allah’u Teâlâ’yı zikretmeleridir. ″Allah’ın âyetleri okunursa îmanları artar ve Allah’u Teâlâ’ya tevekkül ederler″ buyruğu, bu kimselerin îmanlarının ve tevekküllerinin herkesten fazla olmasıdır. ″Namazlarını kılarlar″ diye buyrulması, bu kimselerin farzları, sünnetleri ve yapabildikleri kadar da gece ve gündüz nâfile namazları kılmalarıdır. ″İnfak ederler″ buyruğu, bunların herkesten çok infak etmeleridir. Yoksa herkes kendi gücüne göre infakta bulunur. Dilenciye verilen çok az bir mal dahi infaktır. Bunun ayrı bir özellik sayılması için kişinin, Allah yolunda herkesten daha fazla infakta bulunması gerekir. İşte hakkıyla Mü’min olan kimseleri, diğer Mü’minlerden ayıran özellik, ibâdetlerinde herkesin yaptığından daha fazla yapmalarıdır.

Bu âyetlerde geçen ibâdetler genel olarak zikrullah, îman ve tevekkül, namaz ve cömertliktir. Bu ibâdetler şöyledir:

Hakkıyla Mü’minler o kadar çok zikrullah ederler. Zikrullahın ateşi kalplerini yakar. O kimsenin vücudu titrer, gözü ağlar, kalbi çarpar ve böylece kalbi nûrlanır.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

سَبَقَ الْمُفْرِدُونَ قَالُوا وَمَا الْمُفْرِدُونَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ الْمُسْتَهْتَرُونَ فِي ذِكْرِ اللّٰهِ يَضَعُ الذِّكْرُ عَنْهُمْ أَثْقَالَهُمْ فَيَأْتُونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ خِفَافًا (ت عن ابى هريرة)

″Çalışanlar ileri geçtiler.″ Ashâb-ı Kirâm: ″Yâ Resûlallah! Bu ileri geçenler kimlerdir?″ deyince, buyurdu ki: ″Zikrullahta kendilerinden geçenlerdir. Zikir onların ağırlıklarını indirir (günahlarını yok eder) ve onlar mahşer gününe hafiflemiş (günahsız) olarak gelirler.″[1]

İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ لَا يَكُونُ فِى الْمُصَلِّينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ صَلَاةً وَلَا يَكُونُ فِى الذَّاكِرِينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ ذِكْرًا (ابو نعيم خط عن ابن مسعود)

″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kılardı. Allah’u Teâlâ’yı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o yapardı.″[2] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve Ashâb-ı Kirâm’ın zikrullah yapması hakkında Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

كُنَّا عِنْدَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذْ نَزَلَ جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلامُ فَقَالَ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنَّ فُقَرَاءَ أُمَّتِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ قَبْلَ الْأغْنِيَاءِ بِخَمْسِ مِائَةِ عَامٍ وَهُوَ نِصْفُ يَوْمٍ فَفَرِحَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ :أَفِيكُمْ مَنْ يُنْشِدُنَا؟ فَقَالَ بَدَوِيٌّ: نَعَمْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ فَقَالَ: هَاتِ هَاتِ فَأَنْشَدَ الْبَدَوِيُّ: قَدْ لَسَعَتْ حَيَّةُ الْهَوَى كَبِدِي فَلَا طَبِيبَ لَهَا وَلا رَاقِي إِلَّا الْحَبِيبُ الَّذِي قَدْ شُغِفْتُ بِهِ فَعِنْدَهُ رُقْيَتِي وَتِرْيَاقِي فَتَوَاجَدَ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَتَوَاجَدَ الْأصْحَابُ حَتَّى سَقَطَ رِدَاؤُهُ عَنْ مَنْكِبِهِ فَلَمَّا فَرَغُوا آوَى كُلُّ وَاحِدٍ إِلَى مَكَانِهِ . قَالَ مُعَاوِيَةُ بْنُ أَبِي سُفْيَانَ: مَا أَحْسَنَ لَعِبَكُمْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ. فَقَالَ: مَهْ يَا مُعَاوِيَةُ لَيْسَ بِكَرِيمٍ مَنْ لَا يَهْتَزُّ عِنْدَ سَمَاعِ ذِكْرِ الْحَبِيبِ ثُمَّ اقْتَسَمَ رِدَاءَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ حَاضِرِهِمْ بِأَرْبَعَ مِائَةِ قِطْعَةٍ (عن انس بن مالك)

Biz, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındayken Cebrâil Aleyhisselâm indi ve ona: ″Yâ Resûlallah! Senin ümmetinden fakir olanlar, zengin olanlardan beş yüz yıl evvel Cennete girecek ki, o da Allah katında yarım gündür″[3] deyince Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sevindi ve buyurdu ki: ″İçinizde beyit söyleyebileniniz var mı?″ Bunun üzerine bir bedevî: ″Evet, ben söylerim Yâ Resûlallah!″ dedi. Resûlü Ekrem de: ″Söyle söyle!″ diye buyurunca, o bedevî: ″Benim yüreğim Allah aşkı ile, ateşi ile yandı. Buna doktorlar hekimler çare bulamaz. Ancak o benim sevdiğim, Rabbimin lütfu, ihsanı buna çare olur″ deyince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e vecid hâli geldi ve Ashâba da vecid hâli geldi. Hattâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hırkası omzundan yere düştü. Bu hâl geçince her birimiz tekrar yerlerimize oturduk. Muaviye b. Ebû Süfyan: ″Yâ Resûlallah! Herkesi hayrette bırakan bu hâl[4] ne güzeldi″ deyince Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Yâ Muâviye! Sevdiğinin ismini işitip de yerinden harekete gelmeyen kerim değildir.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zikrullahta üzerinden düşen hırkası, orada bulunan dört yüz Ashâb arasında pay edildi.[5]

Hz. Ali Kerremallâhu veche’den nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmaktadır:

سَأَلْتُ رَسُولَ اللّٰهُ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ سُنَّتِهِ فَقَالَ اَلشَّرِيعَةُ اَقْوَالِى وَالطَّرِيقَةُ اَفْعَالِى وَالْحَقِيقَةَ حَالِى اَلْمَعْرِفَةُ رَأْسُ مَالِي [فِى رِوَايَةٍ: وَمَعْرِفَةُ سِرِّى] وَالْعَقْلُ دِينِي وَالْحَسَبُ أَسَاسِي وَالشَّوْقُ مَرْكَبِي وَذِكْرُ اللّٰهِ اَنِيسِي وَالثِّقَةُ كَنْزِي وَالْحُزْنُ رَفِيقِي وَالْعِلْمُ سِلَاحِي وَالصَّبْرُ رِدَائِي وَالرِّضَا غَنِيمَتِي وَالْفَقْرُ فَخْرِي, وَالزُّهْدُ حِرْفَتِي وَالْيَقِينُ قُوَّتِي وَالصِّدْقُ شَفِيعِي وَالطَّاعَةُ حَسَبِي وَالْجِهَادُ خُلُقِي وَقُرَّةُ عَيْنِي الصَّلاةُ [زَادَ فِي رِوَايَةِ: وَالصَّوْمُ حُجَّتِى] (انوار العاشقين عن على(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e sünnetlerinin neler olduğunu sordum. Şöyle buyurdu: ″Şeriat kavlimdir (yapın veya yapmayın dediğim şeylerdir), tarikat fiilimdir (gece gündüz yaptığımdır), hakikat hâlimdir (Allah ile aramda olan aşk ve muhabbet halleridir), marifet sermâyemdir. (Bir rivâyette de; marifet sırrımdır, diye geçmektedir), akıl dînimin aslıdır, hakkı sevmek temel esasımdır, şevk benim bineğimdir, zikrullah gece gündüz yoldaşımdır, ilim silahımdır, sabır azığımdır, rızâ ganîmetimdir, dervişlik iftiharımdır, zühd sanatımdır, yakîn kuvvetimdir, doğruluk kalbimdir, taat ömrümün mahsulüdür, gazâ ahlâkımdır ve gözümün nûru namazdır (huşû ile kılınan namazdır.) (Bir rivâyette de ziyadeyle; oruç hüccetimdir, beni menzilime ulaştırandır, diye geçmektedir)[6]

Allah’u Teâlâ Sûre-i Ahzâb, Âyet 21’de şöyle buyurmuştur:

Yemin olsun ki Resûlullah’ta, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenler için güzel bir numune vardır.″

Yine bu zâtlara Allah’ın âyetleri okununca, îmanları artar ve inançları, yakînleri kuvvetlenir. Kur’ân-ı Azîm’üş-Şân’da okunan âyetlerde Esrâr-ı İlahiyye’yi sezerler. Mûcizeleri, kerâmet-i evliyâyı tamamen tasdik ederler. Bir de her türlü belâ ve musîbetleri Allah’a tevekkül ile O’na havale ederler. Her işlerinde Allah’u Teâlâ’yı vekil tutar ve sabrederler.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ يُرِدِ اللّٰهُ بِهِ خَيْرًا يُصِبْ مِنْهُ )خ عن ابى هريرة(

″Allah’u Teâlâ kime hayır dilerse, ona musîbet verir.″[7]

Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

أَنَّ رَجُلًا قَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ ذَهَبَ مَالِي وسَقِمَ جَسَدِي فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا خَيْرَ فِي عَبْدٍ لَا يَذْهَبُ مَالُهُ وَلَا يَسْقَمُ جِسْمُهُ إِنَّ اللّٰهَ إِذَا أَحَبَّ عَبْدًا ابْتَلَاهُ وَإِذَا ابْتَلَاهُ صَبَّرَهُ (ابن أبي الدنيا في كتاب المرض والكفارات عن أبي سعيد الخدري)

Adamın biri: ″Yâ Resûlallah! Hem servetim gitti, hem de vücudum hastalandı″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Serveti kaybolmayan ve vücudu hastalanmayan kulda hayır yoktur. Allah’u Teâlâ bir kulu sevdiği vakit ona ibtilâ verir. İbtilâ verdiği zaman da ona sabretmesini öğretir.″[8]

Yine bu hakkıyla Mü’min olanlar, Allah’u Teâlâ’ya olan inançları kuvvetli olduğu için namazı devamlı ve çok kılarlar. Farzları, sünnetleri ve yapabildikleri kadar da gece ve gündüz nâfile namazlara devam ederler. Böyle olunca da Allah’u Teâlâ onları sever.

Bu hususta Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu‘dan nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de, Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

مَنْ عَادَى لِى وَلِيًّا فَقَدْ آذَنْتُهُ بِالْحَرْبِ وَمَا تَقَرَّبَ اِلَيَّ عَبْدِى بِشَيْءٍ أَحَبَّ اِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُهُ وَمَا يَزَالُ عَبْدِى يَتَقَرَّبُ اِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى اُحِبَّهُ فَاِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ لَهُ سَمْعُهُ الَّذِى يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِى يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِى يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِى يَمْشِى بِهَا وَاِنْ سَأَلَنِى أَعْطَيْتُهُ وَلَوِ اسْتَعَاذَنِى لَأُعِيذُنِيهِ (خ حب ق عن ابى هريرة)

Her kim Benim evliyâmdan birine düşmanlık ederse, Bana karşı harp ilan eyledi. Kulum Bana farz namazı kılarken yakın olduğu gibi başka bir şey ile yakın olamaz. O kulum, nâfilelere devam ettiği sürece, bu yakınlığı devam eder. Hattâ o kulumu severim. Bir kulumu seversem; onun işiten kulağı Ben olurum, Benim ile işitir. Gören gözü Ben olurum, Benim ile görür. Tutan eli Ben olurum, Benim ile tutar ve yürüyen ayağı Ben olurum, Benim ile yürür. Benden ne isterse istediğini veririm. Bana sığınır ise Ben de onu muhafazama alırım.[9]

Bu sebeple Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem çok namaz kılardı. İbn-i Mes‘ud Radiyallâhu anhu şöyle anlatmaktadır:

صَلَّيْتُ مَعَ النَّبِىِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَيْلَةً فَلَمْ يَزَلْ قَائِمًا حَتَّى هَمَمْتُ بِأَمْرِ سَوْءٍ قِيلَ مَا هَمَمْتَ؟ قَالَ هَمَمْتُ أَنْ أَقْعُدَ وَأَذَرَ النَّبِىَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (خ ه عن ابن مسعود)

Bir gece ben, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber namaz kıldım. Resûlü Ekrem mütemâdiyen kâim (ayakta) idi. En sonu ben, fenâ bir iş işlemeyi düşündüm. Ona: ″Ne düşündün?″ diye sorulunca, buyurdu ki: ″İstedim ki ben oturayım da Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i yalnız bırakayım.″[10]

Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de o şöyle anlatmaktadır:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا صَلَّى قَامَ حَتَّى تَفَطَّرَ رِجْلَاهُ قَالَتْ عَائِشَةُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَتَصْنَعُ هَذَا وَقَدْ غُفِرَ لَكَ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ فَقَالَ يَا عَائِشَةُ أَفَلَا أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا (م عن عائشة)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, geceleri mübârek ayakları şişinceye kadar ibâdet ederdi. Hz. Âişe: ″Yâ Resûlallah! Senin geçmiş ve gelecek olan günahlarını Allah’u Teâlâ bağışladığı[11] halde, niçin bu kadar ibâdet edip kendini yoruyorsun?″ deyince, buyurdu ki: ″Yâ Âişe! Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?″[12]

Bir de bu hakkıyla Mü’min olanlar, Allah’a inançları kuvvetli olduğundan rızıklarını, mallarını Hak yolunda yedirerek ve fakirlere vererek, esirgemeden sarf ederler. Çünkü Allah’u Teâlâ‘ya inançları, yakînleri kuvvetlidir. Rızıklarının geleceğine inanırlar; acaba gelmezse ne oluruz, diye korkmazlar. Allah yolunda verdikçe, arkasının geleceğine tam inanırlar.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

ثَلَاثٌ أَعْلَمُ أَنَّهُنَّ حَقٌّ مَا عَفَا امْرُؤٌ عَنْ مَظْلَمَةٍ اِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ بِهَا عِزًّا وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ عَلَى نَفْسِهِ بَابَ مَسْأَلَةٍ يَبْتَغِي بِهَا كَثْرَةً إِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ بِهَا فَقْرًا وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ عَلَى نَفْسِهِ بَابَ صَدَقَةٍ يَبْتَغِي بِهَا وَجْهُ اللّٰهِ تَعَالَى اِلَّا زَادَهُ اللّٰهِ بِهَا كَثْرَةً (هب عن ابى هريرة)

″Üç haslet var ki onlar haktır: Haksızlığa uğrayan bir kimse (eline fırsat geçtiği halde sabredip) affederse, şüphesiz Allah’u Teâlâ, o kulun şerefini artırır. Çok dünyâlık bulmak kastıyla kendisine dilencilik kapısını açan bir kula da Allah’u Teâlâ yokluk kapısı açar. Bir kimse de Allah’ın rızâsını dileyerek Allah yoluna malını sarf ederse, Allah’u Teâlâ da onun malını kat kat artırır.″[13]

İşte bunlar hakkıyla Mü’mindirler. Bunlara Allah’u Teâlâ hem dünyâ, da hem de âhirette büyük dereceler verir. Bunlar, Esrâr-ı İlâhiyye’ye ve Gurbiyet-i İlâhiyye’ye nâil olurlar. Bir de böyle çalışanları affedeceğini ve ibâdetlerinin sonunda bol rızık, bol servet ve zenginlik vereceğini vaad etmiştir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ حَفَظَ سُنَّتِى اَكْرَمَهُ اللّٰهُ بِاَرْبَعِ خِصَالٍ اَلْمُحَبَّةُ فِى قُلُوبِ الْبَرَرَةِ وَالْهَيْبَةُ فِى قُلُوبِ الْفَجَرَةِ وَالسَّعَةُ فِى الرِّزْقِ وَالثِّقَةُ فِى الدِّينِ.

″Her kim sünnetimi muhafaza ederse, Allah’u Teâlâ ona dört büyük haslet verir. Mü’minlerin kalbine sevgisini koyar. Fâcirlerin kalbine heybetini koyar. Rızkına bolluk verir. Dîninde inancı kuvvetli olur.″[14]

İşte yukarıda geçen Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerde nâfile ibâdet olarak sayılan bu özellikler, Sünnet-i Resûlullah’ı yaşayan kimselerde olur. Bu da Sünnet-i Resûlullah’ın ne kadar önemli olduğunu gösterir.


[1] Sünen-i Tirmizî, Daavât 12.

[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 547/15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 17931.

[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 6.

[4] Burada kastedilen mânâ; ″Herkesi hayrete düşüren zikrullahtaki vecid hâli″dir. Vecid de, sözlükte; kuvvetli aşk hâli, aşk sarhoşluğu, coşkunluk gibi anlamlara gelmektedir. Buradaki anlamı da; ″Kişinin Allah aşkından kendisini kaybetmesi″ demektir.

[5] Bakınız: Eşrefoğlu Rûmi, Müzekk’in-Nüfus, s. 246.

[6] Envâr’ul-Âşikîn, s. 262.

[7] Sahih-i Buhârî, Merdâ 1.

[8] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 4, Hadis No: 139.

[9] Sahih-i Buhârî, Rikâk 38; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 330/3.

[10] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 584; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’us-Salât 200.

[11] Bakınız: Sûre-i Fetih, Âyet 2.

[12] Sahih-i Müslim, Sıfat-ı Kıyâmet 18 (81).

[13] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 7846; Muhtâr’ul-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 492.

[14] Mecmâ’ul-Âdâb, s. 66.


﴿ كَمَٓا اَخْرَجَكَ رَبُّكَ مِنْ بَيْتِكَ بِالْحَقِّۖ وَاِنَّ فَر۪يقًا مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ لَكَارِهُونَۙ ﴿٥﴾

5. Nasıl ki, Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkarmıştı. Mü’minlerden bir kısmı ise şüphesiz ki, bunu hoş görmüyorlardı.

İzah: Ey Mü’minler! Siz savaş için evinizden çıktığınızda, Şam‘dan gelen Ebû Süfyan’ın kervanına gitmeyi istemiştiniz. Allah’u Teâlâ ise sizin Bedir’de güçlü olan müşriklere karşı savaşmanızı istedi. Bu, içinizden bâzınızın hoşuna gitmedi. Buna rağmen, Allah’ın yardımıyla kolay bir zafer ve çok sayıda ganîmet elde ettiniz. Şimdi de ganîmetler konusunda hükmün Allah’a ve Resûlüne ait olduğu hususu, yine bâzınızın hoşuna gitmedi. İşte Bedir’deki savaş nasıl ki sizin için hayırlı olduysa, ganîmetlerin Allah’a ve Resûlüne ait olduğunun hükmü de sizin için daha hayırlıdır, demektir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 216’da şöyle buyurmuştur:

″… Bâzen bir şeyi hoş görmezsiniz, halbuki o sizin için hayırdır. Bâzen de bir şeyi arzu edersiniz, halbuki o sizin için şerdir. Allah’u Teâlâ (sizin için hayır ve şer olanı) bilir, siz bilmezsiniz.″

Aşağıdaki Sûre-i Enfâl, Âyet 6-7’de bu Kureyş kervanı ve Bedir’deki savaş anlatılmaktadır.


﴿ يُجَادِلُونَكَ فِي الْحَقِّ بَعْدَ مَا تَبَيَّنَ كَاَنَّمَا يُسَاقُونَ اِلَى الْمَوْتِ وَهُمْ يَنْظُرُونَۜ ﴿٦﴾

6. Hak açıkça ortaya çıktıktan sonra, sanki göz göre göre ölüme sevk olunuyorlarmış gibi, hak olan cihat hususunda seninle münâkaşa ediyorlar­dı.

İzah: Bir kısım Mü’minler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e hitâben: ″Sen bize düşmanla karşılaşacağımızı bildirmedin ki, onlarla savaşmak için hazırlık yapalım. Biz, yalnız Şam’dan gelen ticaret kervanını yakalamak için çıkmıştık″ diyerek Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile mücâdele etmişlerdi. Halbuki bu cihadı, Allah’ın emriyle yaptığı ortaya çıkmıştı. Onlar, düşmanla karşılaşmayı sevmediklerinden, sanki ölüme sürükleniyormuş gibi olmuşlardı. İşte Allah’u Teâlâ âyette, onların bu durumunu haber vermektedir.


﴿ وَاِذْ يَعِدُكُمُ اللّٰهُ اِحْدَى الطَّٓائِفَتَيْنِ اَنَّهَا لَكُمْ وَتَوَدُّونَ اَنَّ غَيْرَ ذَاتِ الشَّوْكَةِ تَكُونُ لَكُمْ وَيُر۪يدُ اللّٰهُ اَنْ يُحِقَّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِه۪ وَيَقْطَعَ دَابِرَ الْكَافِر۪ينَۙ ﴿٧﴾ لِيُحِقَّ الْحَقَّ وَيُبْطِلَ الْبَاطِلَ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَۚ ﴿٨﴾

7-8. Ve hani, Allah’u Teâlâ size (biri Kureyş kervanı, diğeri Mekke müşrikleri olan) iki taifeden birinin sizin olacağını vaad ediyordu. Siz de zayıf olanın (Kureyş kervanının) sizin olmasını istiyordunuz. Halbuki Allah’u Teâlâ, emirleriyle hakkı ortaya çıkarmayı ve kâfirleri kökünden kesmeyi murad ediyordu.* Bu, mücrimler istemese de, Allah’u Teâlâ’nın hakkı ortaya çıkarması ve bâtılı ortadan kaldırması içindir.

İzah: Kureyş kervanında; Ebû Süfyan, Amr İbn’ul-As, Amr İbn-i Hişam ve beraberlerinde kırk süvâri bulunuyordu. Şam’dan büyük bir ticaret ile Mekke’ye gelmekte olan bu kervanı, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbına haber vermesi üzerine Mü’minler, kervanı ele geçirmek için yola çıkmışlardı. Bu haber Mekke’ye ulaşınca, Ebû Cehil’in tahrik ve teşvikiyle Mekke müşrikleri toplanarak kervanın muhafazası için Bedir mevkiine gelmişlerdi.

Allah’u Teâlâ, Resûlü vâsıtasıyla bu iki taifeden birini seçmelerini vaad buyurdu. Mü’minler kervanı seçtiler, Allah’u Teâlâ da Mekke müşriklerini kökünden kesmeyi murad etti.

Sonuçta Mü’minler, Allah’ın emrini yerine getirmek için kendi-lerinden kat kat daha güçlü olan müşrik ordusu ile Bedir’de savaştılar ve Allah’ın yardımıyla büyük bir zafer kazandılar. Müşrik olan Mekke beylerinden ve onların yakınlarından yetmiş kişiyi öldürmüşler, yetmiş kişiyi de esir almışlardı. Böylece Mekke müşriklerinin bütün güçleri kırılmıştı. Ayette Allah’u Teâlâ’nın, ″Kâfirleri kökünden kesmeyi murad ediyordu″ buyruğu gerçekleşmiş oldu. Ancak alınan yetmiş esirin serbest bırakılmasıyla müşrikler tekrar toparlanarak güç, kuvvet bulup İslâm’â yeniden tehtit oluşturmuşlar ve Uhud ve Hendek savaşlarında Müslüman-lara büyük zarar ve sıkıntı vermişlerdir. Bu esirlerin bırakılmasının hatâ olduğunu Allah’u Teâlâ Sûre-i Enfâl, Âyet 67-68’de haber vermiştir.


﴿ اِذْ تَسْتَغ۪يثُونَ رَبَّكُمْ فَاسْتَجَابَ لَكُمْ اَنّ۪ي مُمِدُّكُمْ بِاَلْفٍ مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ مُرْدِف۪ينَ ﴿٩﴾

9. O zaman, Rabbinizden gâlibiyet için yardım istiyordunuz. O da, ″Şüphesiz Ben size, ardı ardına gelen bin melek ile yardım ederim″ diye duânıza icâbet buyurmuştu.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair Hz. Ömer b. el-Hattab Radiyallâhu anhu şöyle anlatmaktadır:

نَظَرَ نَبِيُّ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِلَى الْمُشْرِكِينَ وَهُمْ أَلْفٌ وَأَصْحَابُهُ ثَلَاثُ مِائَةٍ وَبِضْعَةُ عَشَرَ رَجُلًا فَاسْتَقْبَلَ نَبِيُّ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الْقِبْلَةَ ثُمَّ مَدَّ يَدَيْهِ وَجَعَلَ يَهْتِفُ بِرَبِّهِ اللّٰهُمَّ أَنْجِزْ لِي مَا وَعَدْتَنِي اللّٰهُمَّ آتِنِي مَا وَعَدْتَنِي اللّٰهُمَّ إِنْ تُهْلِكْ هَذِهِ الْعِصَابَةَ مِنْ أَهْلِ الْإِسْلَامِ لَا تُعْبَدُ فِي الْأَرْضِ فَمَا زَالَ يَهْتِفُ بِرَبِّهِ مَادًّا يَدَيْهِ مُسْتَقْبِلَ الْقِبْلَةِ حَتَّى سَقَطَ رِدَاؤُهُ مِنْ مَنْكِبَيْهِ فَأَتَاهُ أَبُو بَكْرٍ فَأَخَذَ رِدَاءَهُ فَأَلْقَاهُ عَلَى مَنْكِبَيْهِ ثُمَّ الْتَزَمَهُ مِنْ وَرَائِهِ فَقَالَ يَا نَبِيَّ اللّٰهِ كَفَاكَ مُنَاشَدَتَكَ رَبَّكَ إِنَّهُ سَيُنْجِزُ لَكَ مَا وَعَدَكَ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى {إِذْ تَسْتَغِيثُونَ رَبَّكُمْ فَاسْتَجَابَ لَكُمْ أَنِّي مُمِدُّكُمْ بِأَلْفٍ مِنَ الْمَلَائِكَةِ مُرْدِفِينَ} فَأَمَدَّهُمْ اللّٰهُ بِالْمَلَائِكَةِ (ت عن عمر بن الخطاب)

Be­dir Günü Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, müşriklere baktı. Bin kişi olduklarını gördü. Ashâbı ise üç yüz on üç kişi idi.[1] Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kıbleye yöneldi, sonra ellerini kaldırdı. Rabbine şöyle niyaz etti:

″Allah’ım! Bana vaadini yerine getir! Allah’ım, bana vaadini yerine getir! Allah’ım! Eğer Sen İslâm ehlinden bu topluluğu helâk edecek olursan, yeryüzünde Sa­na ibâdet edecek kimse kalmayacaktır.″ Kıbleye yönelmiş ve ellerini kaldırmış olduğu halde, Rabbine o kadar çok niyaz etti ki, hırkası omuzlarından düştü. Sonra Hz. Ebû Bekir yanına gelerek, hırkasını alıp omuzlarına bıraktı ve: ″Yâ Resûlallah! Rabbinden istediğin yeter. Sana vaadini muhakkak yerine getirecektir.″ Bunun üzerine Allah’u Teâlâ Sûre-i Enfâl, Âyet 9’u indirdi ve Allah’u Teâlâ, melekleri onlara yardımcı olarak gönderdi.[2]

Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ: ″Şüphesiz Ben size, ardı ardına gelen bin melek ile yardım ederim″ diye buyurmuştur. Bedir Günü, yardım için Peygamber Efendimiz duâ etmiş ve Mü’minler de âmin demişlerdi. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ onlara bin melekle yardım etmiş, daha sonra meleklerin sayısı üç bin, sonra da beş bin olmuştur.[3]

Bedir Harbi hakkında geniş bilgi için Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 123 ve izahına bakınız.


[1] Sünen-i Tirmizî, Siyer 37’de açıkça üç yüz on üç kişi diye geçmektedir.

[2] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 9.

[3] Bu hususta bakınız: Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 124-125.


﴿ وَمَا جَعَلَهُ اللّٰهُ اِلَّا بُشْرٰى وَلِتَطْمَئِنَّ بِه۪ قُلُوبُكُمْۚ وَمَا النَّصْرُ اِلَّا مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ۟ ﴿١٠﴾

10. Allah’u Teâlâ’nın size meleklerle yardım etmesi, ancak sizi müjdelemek ve kalbinizin mutmain olması içindir. Yardım ancak Allah katındandır. Şüphesiz Allah’u Teâlâ her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

İzah: Bedir Savaşı’nda meleklerin yardımını Ashâb-ı Kirâm açıktan görmüşlerdir. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

بَيْنَا رَجُل مِنَ الْمُسْلِمِينَ يَشْتَدّ فِي أَثَر رَجُل مِنَ الْمُشْرِكِينَ أَمَامه إِذْ سَمِعَ ضَرْبَة بِالسَّوْطِ فَوْقه وَصَوْت الْفَارِس يَقُول أَقْدِمْ حَيْزُومُ إِذْ نَظَرَ إِلَى الْمُشْرِك أَمَامه فَخَرَّ مُسْتَلْقِيًا قَالَ فَنَظَرَ إِلَيْهِ فَإِذَا هُوَ قَدْ حُطِّمَ وَشُقَّ وَجْهه كَضَرْبَةِ السَّوْط فَاخْضَرَّ ذَلِكَ أَجْمَع فَجَاءَ الْأَنْصَارِيّ فَحَدَّثَ بِذَلِكَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ صَدَقْت ذَلِكَ مِنْ مَدَدِ السَّمَاء الثَّالِثَة (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابن عباس)

Müslümanlardan birisi önündeki müşriklerden birinin peşinden koşarken, birden bir kamçı ve bir atlı sesi işitti. Atlı: ″Yâ Hayzûm! durma ilerle, ileri atıl″ diyordu. Bir de önündeki müşriğe baktı ki, upuzun yere yıkılıp serilmiş. Ona baktı ve gördü ki burnu ezilmiş, kamçı vuruşu gibi yüzü yarılmış, Ensârdan olan bu zât, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelip olayı haber verice, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″Doğru söyledin. O, üçüncü semânın imdâdın-dandır.″[1]

Yine Bedir Ehli’nden olan Rafi b. Hadic Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

جَاءَ جِبْرِيلُ أَوْ مَلَكٌ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ مَا تَعُدُّونَ مَنْ شَهِدَ بَدْرًا فِيكُمْ قَالُوا خِيَارَنَا قَالَ كَذَلِكَ هُمْ عِنْدَنَا خِيَارُ الْمَلَائِكَةِ (ه عن رافع بن خديج)

Cebrâil veya bir melek Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve ″Bedir Savaşı’na katılan Sahâbîleri kendi aranızda nasıl bir mertebeye sahip olarak sayarsınız?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

″Onları Müslümanların hayırlılarından sayarız.″ Bunun üzerine Cebrâil de: ″Bizler de Bedir Savaşı’na katılan melekleri, böyle sayarız″ dedi.[2]


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 4, s. 20.

[2] Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 30.


﴿ اِذْ يُغَشّ۪يكُمُ النُّعَاسَ اَمَنَةً مِنْهُ وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِه۪ وَيُذْهِبَ عَنْكُمْ رِجْزَ الشَّيْطَانِ وَلِيَرْبِطَ عَلٰى قُلُوبِكُمْ وَيُثَبِّتَ بِهِ الْاَقْدَامَۜ ﴿١١﴾

11. Yine yâd edin ki, Allah’u Teâlâ kendi katından bir emniyet olmak üzere sizleri uykuya daldırmıştı. Sizi temizlemek ve şeytanın vesvesesini sizden gidermek, kalplerinizi takviye etmek ve ayaklarınızı yerinde sâbit kılmak için üzerinize gökten yağmur yağdırmıştı.

İzah: İslâm ordusu, Bedir’e yakın kumluk bir alanda konaklamıştı. Öyle ki, yürürken insanların ve hayvanların ayakları gömülüyordu. Kureyşliler önceden gelip Bedir kuyularını zaptettikleri için, Mü’minler susuzluktan zahmet çekiyorlardı. Bu sebeple şeytan, Mü’minlerden bâzılarının kalbine susuzluktan ölme korkusu ve vesvesesi vermişti. Halbuki Allah’u Teâlâ, Kureyş ordusunun içine bir korku düşürmüş ve Mü’minlere de tatlı bir uyku hâli vermişti. Kureyşlilerin, Müslümanlardan kuvvetleri kat kat fazla olmasına rağmen, onlar endişe içinde sabahlamışken, Müslümanlar emniyetle uyumuşlardı.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâb ile çölde susuz kalmışlardı. Su ikmâli çok zordu. Peygamberimiz bir dere yatağına toprak yığarak bir set yapmalarını emretti. Toprak yığıldı. Peygamberimiz ellerini açıp duâ etti. Yağmur yağdı ve oraya su toplanıp gölet oluştu. Böylece harp esnasında su sıkıntısı ortadan kalkmıştı. Bu hâdise Ramazan ayının on yedisinde Cuma günü gerçekleşmiştir.


﴿ اِذْ يُوح۪ي رَبُّكَ اِلَى الْمَلٰٓئِكَةِ اَنّ۪ي مَعَكُمْ فَثَبِّتُوا الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ سَاُلْق۪ي ف۪ي قُلُوبِ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا الرُّعْبَ فَاضْرِبُوا فَوْقَ الْاَعْنَاقِ وَاضْرِبُوا مِنْهُمْ كُلَّ بَنَانٍۜ ﴿١٢﴾ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ شَٓاقُّوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُۚ وَمَنْ يُشَاقِقِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَاِنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ ﴿١٣﴾ ذٰلِكُمْ فَذُوقُوهُ وَاَنَّ لِلْكَافِر۪ينَ عَذَابَ النَّارِ ﴿١٤﴾

12-14. Ey Resûlüm! Senin Rabbin, (size yardım etmesi için) gönderdiği meleklere: ″Ben sizinle beraberim, îman edenlere sebat verin. Ben, kâfirlerin kalplerine korku koyarım! Kâfirlerin boyunlarının üstüne vurun ve bütün parmaklarına vurun″ diye vahyettiği vakti zikret.* Kâfirlerin bu âkıbeti, onların Allah’a ve Resûlüne muhalefetlerinden dolayıdır. Her kim Allah’a ve Resûlüne muhalefet ederse, şüphesiz ki Allah’ın azâbı çok şiddetlidir.* Ey kâfirler! Bu, şimdiki azâbınızdır, tadın bunu! Şüphesiz ki, kâfirler için Cehennem azâbı da vardır.

İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Rebî’ İbn-i Enes Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

كَانَ النَّاسُ يَوْمَ بَدْرٍ يَعْرِفُونَ قَتْلَى الْمَلَائِكَةِ مِمَّنْ قَتَلُوا هُمْ بِضَرْبٍ فَوْقَ الْأَعْنَاقِ وَعَلَى الْبَنَانِ مِثْلَ سِمَةِ النَّارِ قَدِ أُحْرِقَ بِهِ (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن الربيع بن أنس)

″Boyunlarının üzerine vurulmuş olması, parmakları üzerinde ateşle yakılmış gibi dağlama işâreti olması ile insanlar, meleklerin öldürdük-lerini kendi öldürdüklerinden ayırt edebiliyorlardı.″[1]

Sonuçta Bedir’de Ebû Cehil de dahil, on ikisi bey olmak üzere toplamda yetmiş kâfir öldürülmüştür. Bu kâfirlerin sonunun nasıl olduğu hakkında Enes Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Hz. Ömer ile beraber Mekke ile Medîne arasında bir yerde idik. Bedir’de savaşanları anlatmaya başladı ve şöyle buyurdu:

إِنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَيُرِينَا مَصَارِعَهُمْ بِالْأَمْسِ قَالَ هَذَا مَصْرَعُ فُلَانٍ إِنْ شَاءَ اللّٰهُ غَدًا قَالَ عُمَرُ وَالَّذِي بَعَثَهُ بِالْحَقِّ مَا أَخْطَئُوا تِيكَ فَجُعِلُوا فِي بِئْرٍ فَأَتَاهُمْ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَنَادَى يَا فُلَانُ بْنَ فُلَانٍ يَا فُلَانُ بْنَ فُلَانٍ هَلْ وَجَدْتُمْ مَا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقًّا فَإِنِّي وَجَدْتُ مَا وَعَدَنِي اللّٰهُ حَقًّا فَقَالَ عُمَرُ تُكَلِّمُ أَجْسَادًا لَا أَرْوَاحَ فِيهَا فَقَالَ مَا أَنْتُمْ بِأَسْمَعَ لِمَا أَقُولُ مِنْهُمْ. (ن عن انس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem savaştan önce, kâfirlerin öldürülecekleri yerleri bize göstererek: ″Allah’ın izni ile burası, yarın filanın öldürüleceği yer olacaktır″ buyurdu. Hz. Ömer sözüne devamla dedi ki: Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’i hak dîn ile gönderen Allah’a yemin olsun ki kâfirler, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in gösterdiği yerlerde öldürüldüler. Onların hepsi bir kuyuya atıldı. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem kuyunun başına gelerek şöyle seslendi: ″Ey filan oğlu filan! Ey filan oğlu filan! Rabbinizin vaad ettiği şeyi buldunuz mu? Ben, Rabbimin bana vaad ettiği şeyi hak olarak buldum.″ Hz. Ömer: ″Yâ Resûlallah! Sen, ruhları olmayan cesetlerle konuşuyorsun″ dedim. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Onlara söylediğimi siz onlardan daha iyi işitemezsiniz″ buyurdu.[2]


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 4, s. 26

[2] Sünen-i Nesâî, Cenâiz 117.


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا لَق۪يتُمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا زَحْفًا فَلَا تُوَلُّوهُمُ الْاَدْبَارَۚ ﴿١٥﴾ وَمَنْ يُوَلِّهِمْ يَوْمَئِذٍ دُبُرَهُٓ اِلَّا مُتَحَرِّفًا لِقِتَالٍ اَوْ مُتَحَيِّزًا اِلٰى فِئَةٍ فَقَدْ بَٓاءَ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ وَمَأْوٰيهُ جَهَنَّمُۜ وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ ﴿١٦﴾

15-16. Ey îman edenler! (Savaş için ilerlerken) kâfir ordusuyla karşılaştığınız zaman, onlardan kaçmayın.* Onlarla karşılaştığınız gün, savaş taktiği icâbı yahut Müslüman bir fırkaya takviye maksadı olmaksızın kâfirlerden kaçan kimse, Allah’ın gazabına uğrar. Onun varacağı yer Cehennemdir. Orası, ne kötü bir dönüş yeridir.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ der ki: Bu âyetlerin hükmü, Allah yolunda hak olan cihattan kaçan herkes için geçerlidir. Çünkü cihattan kaçmak, Allah’a ortak koşmak gibi en büyük günahlardandır.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اجْتَنِبُوا السَّبْعَ الْمُوبِقَاتِ قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَمَا هُنَّ قَالَ الشِّرْكُ بِاللّٰهِ وَالسِّحْرُ وَقَتْلُ النَّفْسِ الَّتِي حَرَّمَ اللّٰهُ إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَكْلُ الرِّبَا وَأَكْلُ مَالِ الْيَتِيمِ وَالتَّوَلِّي يَوْمَ الزَّحْفِ وَقَذْفُ الْمُحْصَنَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ الْغَافِلَاتِ (خ م عن ابى هريرة)

Helâke sürükleyen yedi şeyden kaçının.″ Sahâbe-i Kirâm: ″Yâ Resûlallah! Onlar nedir?″ diye sorunca, buyurdu ki: ″Allah’a ortak koşmak, sihir yapmak, Allah’u Teâlâ’nın öldürülmesini haram kıldığı insanı haksız yere öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak ve iffetli olan Mü’min kadınlara zinâ iftirasında bulunmaktır.″[1]

Bu âyet Bedir’de savaşanlar hakkında nâzil olmasına rağmen, hükmü bütün Mü’minler için geçerlidir. Kâfirlerle karşılaşan bir Mü’min, savaş taktiği icâbı veya Müslüman bir topluluğa takviye maksadı olmaksızın kâfirden korkarak kaçarsa, Cehenneme düşer. Ancak tevbe kapısı her zaman açıktır.

Bu konuda da Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْحَيَّ الْقَيُّومَ وَأَتُوبُ إِلَيْهِ غُفِرَ لَهُ وَإِنْ كَانَ قَدْ فَرَّ مِنَ الزَّحْفِ (د ت عن بلال بن يسار بن زيد)

″Her kim kendisinden başka ilah bulunma­yan, Hayy ve Kayyûm olan Allah’tan bağışlanma diler ve O’na tevbe ederim der­se, Allah’u Teâlâ, savaştan kaçmış olsa dahi onu bağışlar.″[2]

İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ da şöyle buyurmuştur:

كُنْتُ فِي سَرِيَّةٍ مِنْ سَرَايَا رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَحَاصَ النَّاسُ حَيْصَةً وَكُنْتُ فِيمَنْ حَاصَ فَقُلْنَا كَيْفَ نَصْنَعُ وَقَدْ فَرَرْنَا مِنَ الزَّحْفِ وَبُؤْنَا بِالْغَضَبِ ثُمَّ قُلْنَا لَوْ دَخَلْنَا الْمَدِينَةَ فَبِتْنَا ثُمَّ قُلْنَا لَوْ عَرَضْنَا أَنْفُسَنَا عَلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَإِنْ كَانَتْ لَهُ تَوْبَةٌ وَإِلَّا ذَهَبْنَا فَأَتَيْنَاهُ قَبْلَ صَلَاةِ الْغَدَاةِ فَخَرَجَ فَقَالَ مَنْ الْقَوْمُ قَالَ فَقُلْنَا نَحْنُ الْفَرَّارُونَ قَالَ لَا بَلْ أَنْتُمْ الْعَكَّارُونَ أَنَا فِئَتُكُمْ وَأَنَا فِئَةُ الْمُسْلِمِينَ قَالَ فَأَتَيْنَاهُ حَتَّى قَبَّلْنَا يَدَهُ (حم عن عبد اللّٰه بن عمر)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in göndermiş olduğu seriyyelerden birinde idim. İnsanlar hezimete uğradılar, ben de hezimete uğrayanlar içinde idim. Biz: ″Savaştan kaçtık ve Allah’ın gazabı ile döndük, ne yapacağız″ dedik. Sonra ″Medîne’ye girsek de gecelesek, nasıl olur?″ dedik. Daha sonra, ″Kendimizi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e arz etsek. Şâyet bizim için tevbe varsa ne âlâ, değilse gitsek″ dedik. Sabah namazından önce Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldik, çıktı ve ″O topluluk kimdir?″ diye sordu. Biz: ″Kaçanlarız″ dedik. ″Hayır, aksine siz yardımını istemek üzere imamınıza dönenlersiniz ve ben, sizin topluluğunuzum. Ben Müslümanların dönüp katılacakları topluluğum″ buyurdu. Bunun üzerine biz yanına vardık ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in elini öptük.[3]


[1] Sahih-i Buhârî, Vasâya 23, Sahih-i Müslim, Îman 38 (145).

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Vitr 26; Sünen-i Tirmizî, Daavât 117

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 5128.


﴿ فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ قَتَلَهُمْۖ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰىۚ وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِن۪ينَ مِنْهُ بَلَٓاءً حَسَنًاۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ ﴿١٧﴾ ذٰلِكُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ مُوهِنُ كَيْدِ الْكَافِر۪ينَ ﴿١٨﴾

17-18. Ey Mü’minler! (Bedir’de) o kâfirleri siz öldürmediniz, lâkin (sizin elinizle) Allah öldürdü. Ey Resûlüm! Kâfirlere (bir avuç toprak) attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Allah’u Teâlâ bunu, güzel bir imtihanla Mü’minleri denemek için yaptı. Muhakkak ki Allah’u Teâlâ, her şeyi işiten ve bilendir.* Ey Mü’minler! Bu yardımlar sizin içindir. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, kâfirlerin hilesini boşa çıkarandır.

İzah: Bedir’de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, yerden bir avuç toprak alarak kâfirlerin üzerine atmış ve mûcize olarak o toprak, bütün kâfirlerin gözlerine isâbet etmişti. Bu mûcize de kâfirlerin bozguna uğramasında büyük etken olmuştur.

Bu hususta Abdullah İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

أَخَذَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَبْضَة مِنْ تُرَاب فَرَمَى بِهَا فِي وُجُوه الْقَوْم وَقَالَ شَاهَتْ الْوُجُوه (ابن كثير، التفسير القران العظيم عن ابن عباس)

Bedir Savaşı’nda, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir avuç toprak aldı ve müşriklerin yüzlerine doğru serperken şöyle buyurdu: ″Yüz­leri berbat olsun.″[1]

Âyet-i Kerîme’de: ″Ey Resûlüm! Kâfirlere (bir avuç toprak) attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı″ diye geçen bu ifade ile ilgili de Hadis-i Kudsî’de, Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

مَنْ عَادَى لِى وَلِيًّا فَقَدْ آذَنْتُهُ بِالْحَرْبِ وَمَا تَقَرَّبَ اِلَيَّ عَبْدِى بِشَيْءٍ أَحَبَّ اِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُهُ وَمَا يَزَالُ عَبْدِى يَتَقَرَّبُ اِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى اُحِبَّهُ فَاِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ لَهُ سَمْعُهُ الَّذِى يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِى يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِى يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِى يَمْشِى بِهَا وَاِنْ سَأَلَنِى أَعْطَيْتُهُ وَلَوِ اسْتَعَاذَنِى لَأُعِيذُنِيهِ (خ حب ق عن ابى هريرة)

Her kim Benim evliyâmdan birine düşmanlık ederse, Bana karşı harp ilan eyledi. Kulum Bana farz namazı kılarken yakın olduğu gibi başka bir şey ile yakın olamaz. O kulum, nâfilelere devam ettiği sürece, bu yakınlığı devam eder. Hattâ o kulumu severim. Bir kulumu seversem; onun işiten kulağı Ben olurum, Benim ile işitir. Gören gözü Ben olurum, Benim ile görür. Tutan eli Ben olurum, Benim ile tutar ve yürüyen ayağı Ben olurum, Benim ile yürür. Benden ne isterse istediğini veririm. Bana sığınır ise Ben de onu muhafazama alırım.[2]

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Allah’u Teâlâ bunu, güzel bir imtihanla Mü’minleri denemek için yaptı″ diye buyrulmaktadır. İmtihan, Mü’minlerin Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte kendilerinden sayı ve techizat olarak çok üstün olan müşrik ordusuna karşı savaşa girmeleridir. Bu imtihanın güzel olması da, kazanılması imkansız gibi görünen bu savaşı Allah’ın yardımıyla kolay bir şekilde kazanmaları ve çok miktarda ganimete nâil olmalarıdır.


[1] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 4, s. 31

[2] Sahih-i Buhârî, Rikâk 38; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 330/3.


﴿ اِنْ تَسْتَفْتِحُوا فَقَدْ جَٓاءَكُمُ الْفَتْحُۚ وَاِنْ تَنْتَهُوا فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۚ وَاِنْ تَعُودُوا نَعُدْۚ وَلَنْ تُغْنِيَ عَنْكُمْ فِئَتُكُمْ شَيْـًٔا وَلَوْ كَثُرَتْۙ وَاَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُؤْمِن۪ينَ۟ ﴿١٩﴾

19. Ey müşrikler! Eğer fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi. Eğer (küfre ve Resûle düşmanlığa) son verirseniz, bu sizin için hayırlıdır. Eğer (harp etmek için) tekrar dönerseniz, Biz de döneriz (Mü’minlere yardım eder, sizi helâk ederiz). Sizin topluluğunuz çok olsa da, topluluğunuzun size hiçbir faydası olmayacaktır. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, Mü’minlerle beraberdir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Ey müşrikler! Eğer fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi″ diye geçen ifade, kâfirler ile alay etmek içindir. Yoksa hakikatte onlara fetih ve yardım gelmeyip, aksine helâke uğramışlardır.

Bu hususta Abdullah b. Sa’lebe b. Suayr Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise nakledilmiştir:

أَنَّ أَبَا جَهْلٍ قَالَ حِينَ الْتَقَى الْقَوْمُ اللّٰهُمَّ أَقْطَعَنَا الرَّحِمَ وَآتَانَا بِمَا لَا نَعْرِفُهُ فَأَحْنِهِ الْغَدَاةَ فَكَانَ الْمُسْتَفْتِحَ (حم عن عبد اللّٰه بن ثعلبة بن صعير)

Ebû Cehil, Bedir Savaşı’nda şöyle demişti: ″Ey Allah’ım! O, akrabalık bağını kopardı. Bizlere bilmediğimiz şeyleri getirdi. Yarın sen onu helâk et.″ Ebû Cehil böyle söyleyerek fetih istemiş­ti.[1] Allah’u Teâlâ onlarla bir nevi alay etmektedir. Yani onlar fetih istemiş, fakat fe­tih Müslümanlara nasip olmuştur.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Eğer (harp etmek için) tekrar dönerseniz, Biz de döneriz (Mü’minlere yardım eder ve sizi helâk ederiz)diye buyrulmaktadır. Bedir Savaşı’ndan sonra her ne kadar Uhud ve Hendek savaşlarında Müslümanlar büyük sıkıntılar çekmişse de, Allah’u Teâlâ Mekke’nin fethiyle Mü’minleri müşriklere karşı muzaffer edip, onları ve bâtıl inaçlarını yok etmiştir.

İslâm tarihine bakıldığı zaman, kâfirler başlangıçta Peygamberlere karşı gelip İslâm’a karşı zâhirde üstünük sağlasalar da sonuçta Allah’u Teâlâ, İslâm’ı küfre gâlip getirerek o kâfirleri helâk etmiştir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Saff, Âyet 9’da şöyle buyurmuştur:

″Müşrikler istemeseler de, dînini bütün dinlere üstün kılmak için Resûlünü hidâyet ve hak din ile gönderen O’dur.″


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 22551.


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَوَلَّوْا عَنْهُ وَاَنْتُمْ تَسْمَعُونَۚ ﴿٢٠﴾ وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ قَالُوا سَمِعْنَا وَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ ﴿٢١﴾

20-21. Ey îman edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin. Dâvetini işittiği­niz halde, Peygamberden yüz çevirmeyin.* Sakın, dinlemedikleri halde ″Dinledik″ diyenler gibi olmayın.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçtiği gibi, birçok Âyet-i Kerîme’de: ″Allah’a ve Resûlüne itaat edilmesi″ gerektiği emredilmektedir.

″Allah’a itaat edin″ buyruğu, Kur’ân ile amel etmektir. ″Resûlüne itaat edin″ buyruğu da, Sünnet-i Resûlullah ile amel etmektir. Ancak bu şekilde olursa Allah’a ve Resûlüne itaat edilmiş olur. Bir kimse Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetini kabul edip, gücünün yettiği kadar da yapmaya çalışırsa, ibâdet hususunda her ne kadar noksanı da olsa, bu kimse Resûlü Ekrem Efendimize itaat etmiş olur. Ancak bir kimse ″Ben sâdece Kur’ân ile amel ederim, sünnete gerek yoktur″ diyerek Sünnet-i Resûlullah’ı hafife alarak inkar ederse, bu kimse Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e itaat etmemiş olur ve bu sebeple de küfre düşer.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ رَغِبَ عَنْ سُنَّتِى فَلَيْسَ مِنِّى (خ م ن حم در عب حب طح ابن عساكر عن ابى ايوب )

″Kim hafife alarak sünnetimden yüz çevirirse, benden değildir.″[1]

Allah’u Teâlâ Sûre-i Necm, Âyet: 3-4’te de şöyle buyurmuştur:

O (Muhammed Aleyhisselâm), kendi hevâsından konuşmaz.* Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.″

Bu âyetlerde Hakk Teâlâ açıkça, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sözlerinin ve uygulamalarının kendisinin rızâsından ayrı olmadığını beyan etmektedir.

Haram ve helâl olan şeylerin bir kısmı âyetle belirlenmiş, bir kısmı da bizzat Peygamberimiz tarafından belirlenmiştir.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَلَا أُوتِيتُ الْكِتَابَ وَمِثْلَهُ أَلا يُوشِكُ شَبْعَانٌ عَلَى أَرِيكَتِهِ يَقُولُ: عَلَيْكُمْ بِالْقُرْآنِ، فَمَا وَجَدْتُمْ فِيهِ مِنْ حَلَالٍ فَأَحِلُّوهُ وَمَا وَجَدْتُمْ فِيهِ مِنْ حَرَامٍ فَحَرِّمُوهُ، وَاِنَّ مَا حَرَّمَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَمَا حَرَّمَ اللّٰهُ. أَلَا لَا يَحِلُّ لَكُمُ الْحِمَارُ الأَهْلِيُّ وَلَا كُلُّ ذِي نَابٍ مِنَ السِّبَاعِ وَلَا لُقَطَةُ مُعَاهَدٍ إِلَّا أَنْ يَسْتَغْنِيَ عَنْهَا صَاحِبُهَا وَمَنْ نَزَلَ بِقَوْمٍ فَعَلَيْهِمْ أَنْ يَقْرُوهُ. فَإِنْ لَمْ يَقْرُوهُ فَلَهُ أَنْ يُعْقِبَهُمْ بِمِثْلِ قِرَاهُ. (د طب عن المقدام بن معدي كرب)

″Haberiniz olsun! Bana Kur’ân ile birlikte, onun bir benzeri sünnet de verilmiştir. Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bâzı kimselerin: ″Bize Kur’ân yeter! Onda helâl olarak ne görmüşseniz, onu helâl; neyi de haram görmüşseniz, onu da haram kabul edin″ diyeceği zamanlar yakındır. Şüphesiz ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in haram kıldığı da Allah’u Teâlâ’nın haram kıldığı gibidir.″[2] ″Haberiniz olsun! Sizin için evcil olan eşek eti helâl değildir. Yırtıcı hayvanların eti size helâl değildir. Bir muâhidin (kendisiyle barış ortamında olunan ve İslâm Dîni’nin haricinde olan kimselerin) yitiği size helâl olmaz. Ancak sahibi ona ihtiyaç duymayıp helâl ederse müstesnâ.″[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

عَسَى أَحَدُكُمْ اَنْ يُكَذِّبَنِى وَهُوَ مُتَّكِئٌ عَلَى أَرِيكَتِهِ يَبْلُغُهُ الْحَدِيثُ عَنِّى فَيَقُولُ مَا قَالَ ذَا رَسُولُ اللّٰهِ دَعْ هَذَا وَهَاتِ مَا فِي الْقُرْآنِ (أبو نصر السجزى في الابانة وقال غريب عن جابر أبو نصر عن أبى سعيد(

″Sizden birinin koltuğuna dayanmış olduğu halde, beni yalanlayacağı beklenir. Şöyle ki, kendisine benden bir hadis ulaştığında, ″Resûlullah böyle bir şey söylemedi. Bunu bırak, Kur’ân’dakini bana getir″ der.″[4]


[1] Sahih-i Buhârî, Nikah 1; Sahih-i Müslim, Nikah 1 (5).

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 6; Sünen-i Tirmizî, İlim 10; Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 2.

[3] Rudâni, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 3920, 3921, 6216.

[4] Râmûz’ul-Ehâdîs, 315/10; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 983.


﴿ اِنَّ شَرَّ الدَّوَٓابِّ عِنْدَ اللّٰهِ الصُّمُّ الْبُكْمُ الَّذ۪ينَ لَا يَعْقِلُونَ ﴿٢٢﴾ وَلَوْ عَلِمَ اللّٰهُ ف۪يهِمْ خَيْرًا لَاَسْمَعَهُمْۜ وَلَوْ اَسْمَعَهُمْ لَتَوَلَّوْا وَهُمْ مُعْرِضُونَ ﴿٢٣﴾

22-23. Şüphesiz ki, Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en şerlisi, akıllarını kullanmayan sağır ve dilsizlerdir.* Eğer Allah’u Teâlâ onlarda bir hayır görseydi, elbette hakkı onlara işittirirdi. Onlara işittirseydi bile, elbette yine yüz çevirerek dönüp giderlerdi.

İzah: Bu âyetlerde Allah’u Teâlâ, kâfir ve münâfıkların niyetlerinin bozuk olduğundan bahsetmektedir. Çünkü bunlar, Allah’ın âyetlerini ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in mûcizelerini gördükleri halde, ona îman etmek istemediler ve nefislerine hoş geleni tercih edip, şeytana uydular. Allah’u Teâlâ da bunların bu niyetinden dolayı, onları hidâyete erdirmedi ve onların kalplerini mühürledi. Artık onlar, ne aklını kullanıp hakkı bilir, ne de hakikatleri görebilir. Onlar, hayvanlardan bile daha aşağıdırlar.

Bunlar hakkında Sûre-i Furkân, Âyet 43-44’te de şöyle buyrulmuştur:

″Ey Resûlüm! Nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü? Artık ona sen mi vekil olacaksın?* Yoksa sen onların çoğunu işitir, anlar mı sanırsın? Onlar, ancak hayvan gibidirler. Hattâ tuttukları yol bakımından hayvandan daha aşağıdırlar.″

İşte onların bu duruma düşmeleri, akıllarını kullanmayıp, nefsin arzularına uyarak küfürde ısrar etmelerinden dolayıdır. Yoksa Allah’u Teâlâ kullarına aslâ zulmetmez.

Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Enfâl, Âyet 51’de şöyle buyurmuştur:

″İşte bu, sizin kendi ellerinizle önceden yaptıklarınızın karşılığıdır. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kullarına aslâ haksızlık yapmaz.″


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اسْتَج۪يبُوا لِلّٰهِ وَلِلرَّسُولِ اِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْي۪يكُمْۚ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِه۪ وَاَنَّهُٓ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ ﴿٢٤﴾

24. Ey îman edenler! Resûl, kalplerinizi dîni hakikatler ile ihyâ için sizi dâvet ettiği vakit, Allah’a ve Resûle icâbet edin. Bilin ki, şüphesiz Allah’u Teâlâ, kişi ile kalbi arasına girer (kalbinize sizden daha yakındır). Ve muhakkak ki siz, O’nun huzurunda toplanacaksınız.

İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e mutlak sûrette itaat edilmesi gerektiğine dair Ebû Said İbn’ul-Muallâ Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

كُنْتُ أُصَلِّي فِي الْمَسْجِدِ فَدَعَانِي رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَلَمْ أُجِبْهُ فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنِّي كُنْتُ أُصَلِّي فَقَالَ أَلَمْ يَقُلْ اللّٰهُ {اسْتَجِيبُوا لِلّٰهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ} ثُمَّ قَالَ لِي لَأُعَلِّمَنَّكَ سُورَةً هِيَ أَعْظَمُ السُّوَرِ فِي الْقُرْآنِ قَبْلَ أَنْ تَخْرُجَ مِنَ الْمَسْجِدِ ثُمَّ أَخَذَ بِيَدِي فَلَمَّا أَرَادَ أَنْ يَخْرُجَ قُلْتُ لَهُ أَلَمْ تَقُلْ لَأُعَلِّمَنَّكَ سُورَةً هِيَ أَعْظَمُ سُورَةٍ فِي الْقُرْآنِ قَالَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ هِيَ السَّبْعُ الْمَثَانِي وَالْقُرْآنُ الْعَظِيمُ الَّذِي أُوتِيتُهُ (خ د ن عن سعيد بن المعلى)

Ben, Mescid-i Nebevî’de (nâfile) namaz kılıyordum. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem beni çağırdı. Fakat namazda olduğum için icâbet edemedim. Sonra yanına gelerek: ″Yâ Resûlallah! Namaz kılıyordum″ dedim. Bana: ″Allah’u Teâlâ, kitabında: ″Ey îman edenler! Resûl, kalplerinizi dîni hakikatler ile ihyâ için sizi dâvet ettiği vakit, Allah’a ve Resûle icâbet edin…″[1] diye buyurmuyor mu?″ dedi ve sözüne şöyle devam etti: ″Mescitten çıkmazdan önce, sana Kur’ân-ı Kerîm’in en büyük sûresini öğreteyim mi?″ dedi ve elimden tuttu. Mescitten çıkacağı sırada ben: ″Yâ Resûlallah! Sana en büyük sûreyi öğreteceğim, dememiş miydiniz?″ dedim. Bunun üzerine bana: ″O sûre, Elhamdulillâhi Rabbi’l âlemîn’dir ki, Seb’ül-Mesânî’dir ve bana verilen Yüce Kur’ân’dır″ buyurdu.[2]

Yine bu âyetin devâmında geçtiği üzere Allah’u Teâlâ’nın, kulların kalplerinde olanı daha iyi bildiğine dair Sûre-i Kâf, Âyet 16’da da şöyle buyrulmuştur:

″Yemin olsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.″


[1] Sûre-i Enfâl, Âyet 24.

[2] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Fâtiha 1; Sünen-i Nesâî, İftitah 26; Sünen-i Ebû Dâvud, Vitir 15.


﴿ وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُص۪يبَنَّ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَٓاصَّةًۚ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ ﴿٢٥﴾

25. Fitneden sakının. Çünkü o, içinizden sâdece zulmedenlere dokunmaz. Bilin ki, şüphesiz Allah’ın azâbı çok şiddetlidir.

İzah: Ey Müslümanlar! Öyle gayr-i meşrû bir hareketten, felâkete sebep olacak bir hâdisenin meydana gelmesinden sakının ki, o fitnenin kötülüğü, felâketi; maddî ve mânevî zararları sizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, bilakis zulmetmemiş, o hâdiseyi fiilen yapmamış olanlara da zarar verir. Meselâ: Bir cemiyet arasında bir takım gayri meşrû şeyler yapılıp dururken bunları yapanların engellenmesine çalışılmaması, umûmi bir sorumluluğa, bir kötülüğe sebep olabilir.

Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ لَا يُعَذِّبُ الْعَامَّةَ بِعَمَلِ الْخَاصَّةِ حَتَّى يَرَوْا الْمُنْكَرَ بَيْنَ ظَهْرَانَيْهِمْ وَهُمْ قَادِرُونَ عَلَى أَنْ يُنْكِرُوهُ فَلَا يُنْكِرُوهُ فَإِذَا فَعَلُوا ذَلِكَ عَذَّبَ اللّٰهُ الْخَاصَّةَ وَالْعَامَّةَ (حم عن عدى)

″Allah’u Teâlâ bir kimsenin veya taifenin yaptığıyla umuma azap etmez. Ancak onların yaptıkları kötü fiili aralarında görür ve düzeltmeye de imkânları olduğu halde müdahale edip düzeltmez iseler, o zaman azap hepsine uğrar.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَتَأْمُرُنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلَتَنْهَوُنَّ عَنْ الْمُنْكَرِ أَوْ لَيُوشِكَنَّ اللّٰهُ أَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عِقَابًا مِنْ عِنْدِهِ ثُمَّ لَتَدْعُنَّهُ فَلَا يَسْتَجِيبُ لَكُمْ (حم ت عن حذيفة بن اليمان)

″Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, ya iyiliği emredip kö­tülükten nehyedersiniz, ya da Allah’u Teâlâ, katından sizin üzerinize bir cezâ gönderir. Sonra onun kaldırılması için Allah’a duâ ederseniz de duânızı kabul et­mez.″[2]

Mü’minlerin annesi Zeyneb Bint-i Cahş Radiyallâhu anhâ da şöyle anlatmıştır:

اسْتَيْقَظَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنَ النَّوْمِ مُحْمَرًّا وَجْهُهُ يَقُولُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِنْ شَرٍّ قَدْ اقْتَرَبَ فُتِحَ الْيَوْمَ مِنْ رَدْمِ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مِثْلُ هَذِهِ وَحَلَّقَ بِإِصْبَعِهِ الْإِبْهَامِ وَالَّتِي تَلِيهَا قَالَتْ زَيْنَبُ بِنْتُ جَحْشٍ فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَنَهْلِكُ وَفِينَا الصَّالِحُونَ قَالَ نَعَمْ إِذَا كَثُرَ الْخَبَثُ (خ م عن زينب بنت جحش)

Bir gün Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem uykudan uyandı ve titreyerek ürpermiş ve yüzleri kızarmış olduğu halde: ″Lâ ilâhe illallâh! Gelecek olan şerden dolayı Arab’a vah olsun! Bugün Ye’cûc ve Me’cûc’un seddinden şu kadar yer açıldı″ buyurdu ve baş parmağı ile şehâdet parmağını birleştirerek halka yaptı. ″Yâ Resûlallah! İçimizde iyiler olduğu halde de helâk olur muyuz?″ diye sordum. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Kötülük ve günahlar çoğaldığı vakit, evet!″ diye buyurdu.[3]


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 17057.

[2] Sünen-i Tirmizî, Fiten 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 22212.

[3] Sahih-i Buhâri, Enbiyâ 7, Fiten 4, 28; Sahih-i Müslim, Fiten 1, 2; Sünen-i Tirmizî, Fiten 21, 23


﴿ وَاذْكُرُٓوا اِذْ اَنْتُمْ قَل۪يلٌ مُسْتَضْعَفُونَ فِي الْاَرْضِ تَخَافُونَ اَنْ يَتَخَطَّفَكُمُ النَّاسُ فَاٰوٰيكُمْ وَاَيَّدَكُمْ بِنَصْرِه۪ وَرَزَقَكُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ ﴿٢٦﴾

26. Ey îman edenler! O vakti zikredin ki, siz yeryüzünde az ve zayıf idiniz. Kâfirlerin sizi mağlup ve perişan etmesinden korkardınız. Allah’u Teâlâ sizi Medîne’ye yerleştirdi, yardımıyla kuvvetlendirdi ve size temiz şeylerden (ganîmetlerden) rızık verdi ki şükredesiniz.

İzah: Ey îman edenler! Allah’u Teâlâ’nın, üzerinizdeki nîmetlerini hatırlayın ki, Mekke’de iken sizler, az ve zayıf idiniz. Müşrikler tarafından küçümseniyor, dîninizden dönmeye zorlanı­yor ve çeşitli işkencelere maruz kalıyordunuz. Allah’u Teâlâ sizleri Medîne’ye yerleştirdi. Oranın sakinleri olan Ensâr ile size yardım etti. Onlar vâsıtasıyla Bedir Savaşı’nda muzaffer oldunuz ve bu savaşın sonunda birçok ganîmetler elde ettiniz, demektir.


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَخُونُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُٓوا اَمَانَاتِكُمْ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ ﴿٢٧﴾

27. Ey îman edenler! Allah’a ve Resûle hâinlik etmeyin ve emânetlerinize de hıyânette bulunmayın. Halbuki siz bilirsiniz.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

Allah’a hâinlik etmek, onun farzlarını bilerek terk etmekle, Resûlüne hâinlik etmek de, onun sünnetlerini bilerek inkar edip yapmamakla olur. Kendi emânetlerine hıyânet de, Allah’u Teâlâ’nın kullarını sorumlu tuttuğu görevleri yerine getirmemekle olur.


﴿ وَاعْلَمُٓوا اَنَّمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌۙ وَاَنَّ اللّٰهَ عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ۟ ﴿٢٨﴾

28. Ey îman edenler! Bilin ki, şüphesiz mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme; malların ve çocukların, Müslümanları Allah yolundan alıkoyabilecek bir imtihan vesilesi olabileceğini, bu iti­barla Müslümanların bunlara kapılmayarak sâlih amellerde devam etmeleri gerektiğini bildirmektedir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Münâfikûn, Âyet 9’da da şöyle buyurmuştur:

″Ey îman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız, sizi Allah’ın zikrinden alıkoymasın! Her kim böyle yaparsa, işte onlar hüsrâna uğrayanlardır.″

Ebû Büreyde Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَخْطُبُنَا إِذْ جَاءَ الْحَسَنُ وَالْحُسَيْنُ عَلَيْهِمَا قَمِيصَانِ أَحْمَرَانِ يَمْشِيَانِ وَيَعْثُرَانِ فَنَزَلَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنَ الْمِنْبَرِ فَحَمَلَهُمَا وَوَضَعَهُمَا بَيْنَ يَدَيْهِ ثُمَّ قَالَ صَدَقَ اللّٰهُ {إِنَّمَا أَمْوَالُكُمْ وَأَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌ} فَنَظَرْتُ إِلَى هَذَيْنِ الصَّبِيَّيْنِ يَمْشِيَانِ وَيَعْثُرَانِ فَلَمْ أَصْبِرْ حَتَّى قَطَعْتُ حَدِيثِي وَرَفَعْتُهُمَا (ت ابى بريدة(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bize hutbe verdiği bir sırada Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin üzerlerinde kır­mızı birer gömlek olduğu halde geldiler. Bir düşüp, bir kalkıyorlardı. Peygamberimiz hutbeden indi, onları taşıdı ve önüne oturttuktan sonra şöyle buyurdu: Allah’u Teâlâ doğru söyledi: ″Şüphesiz ki, mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır...″[1] Ben bu iki küçük çocuğa bir düşüp bir kalkarken baktım da, sö­zümü kesip onları kaldırıp yanıma almadan edemedim.[2]


[1] Sûre-i Teğâbün, Âyet 15.

[2] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 25; Sünen-i Nesâî, Cuma 30.


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تَتَّقُوا اللّٰهَ يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَانًا وَيُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّـَٔاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ ﴿٢٩﴾

29. Ey îman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız, O size hakkı bâtıldan ayırt edebileceğiniz bir anlayış ve­rir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah’u Teâlâ, büyük lütuf sahibidir.


﴿ وَاِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ اَوْ يَقْتُلُوكَ اَوْ يُخْرِجُوكَۜ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللّٰهُۜ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ ﴿٣٠﴾

30. Ey Resûlüm! Hani bir vakit, o kâfirler, seni tutup bağlamak veya öldürmek yahut Mekke’den çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar (sana) tuzak kurarlar. Allah’u Teâlâ da (onlara) tuzak kurar. Allah Teâlâ, tuzak kuranların hayırlısıdır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de bahsedilen olay özetle şöyle nakledilmiştir:

Evs ve Hazreç kabileleri Müslüman olduktan sonra İslâmiyet, Medîne’de yerleşmiş ve kuvvet bulmuştu. Akabe biatından sonra Resûlü Ekrem, Ashâbın Medîne’ye hicret etmelerine izin verdi. Bu izin üzerine mazereti olanlar hâriç hepsi hicret ettiler. Hicret edenler: ″Yâ Resûlallah! Sen neden bizimle gelmiyorsun″ demeleri üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Sizin gidip gitmeyeceğiniz konusunda ben karar veririm. Benim gitmem konusunda da ancak Allah’u Teâlâ karar verir. Fakat Allah’u Teâlâ’dan henüz izin çıkmadı″ diye buyurmuştur.

Müslümanların hicreti müşrikleri telaşa düşürmüştü. Çünkü Resûlü Ekrem de Ashâbının yanına giderse, Medîne’de büyük bir Müslüman kuvveti meydana gelecekti. Tedbir almak maksadıyla Dâr’un-Nedve denilen yerde bir araya geldiler. İblis de Necidli bir ihtiyar olduğunu söyleyerek o toplantıya katıldı. Müşrikler: ″Kimi, elini ve kolunu bağlayıp hapsedelim, kimi de Mekke’den sürelim″ dediler. Necidli bir ihtiyar bunlara bağırarak itiraz etti ve ″Siz onu hapsederseniz, onun kavmi gelir ve sizinle savaşarak onu kurtarır. Eğer onu başka yere sürerseniz, bu sefer sizin sefihlerinizi kendine tâbi kıldığı gibi, gittiği yerde birçok kimseleri kendine tâbi kılar″ dedi. Oradakiler İblis’in söylediklerini tasdik ettiler. Bu sefer Ebû Cehil: ″Onu öldürmekten başka çare yoktur. Fakat her kabileden bir adam seçilmeli ve hepsi birden vurup öldürmeli ki, kâtil belli olmasın. Böylece Hâşimiler kan dâvâsı güdemezler, çünkü bütün Kureyş’e savaş açmaya güçleri yetmez″ dedi. Necidli bir ihtiyar olan İblis de: ″İşte bu gencin (Ebû Cehil’in) görüşü doğrudur″ diyerek tasdik edince diğerleri de bu görüşe katıldılar. Gece öldürmeyi planladılar ve Resûlü Ekrem’in evinin etrafında uyumasını beklemeye başladılar. Cebrâil Aleyhisselâm, müşriklerin kurduğu hileyi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e haber verdi ve Medîne’ye hicret etmesi için Allah tarafından kendisine izin verildiğini söyledi.

Bunun üzerine Resûlü Ekrem: ″Benim gittiğimi anlamamaları için benim yatağımda kim yatar?″ dedi. Kimseden ses çıkmayınca, Hz. Ali Efendimiz: ″Yâ Resûlallah! Ben yatarım″ dedi. Çünkü müşrikler tarafından Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e yatağında suikast yapılacağı Allah’u Teâlâ tarafından kesin olarak bildirilmişti. Hz. Ali Efendimiz, hiç tereddüt etmeden ölümü göze alarak bunu kabul etti.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de kendisinde bulunan emânetleri Hz. Ali’ye vererek, ″Yâ Ali! Ben Medîne’ye hicret ediyorum. Bu emânetleri sahiplerine teslim et. Sonra sen de gel″ buyurdu. Böylece Hz. Ali Efendimiz, Resûlü Ekrem’in döşeğine yattı ve yeşil hırkasını da üzerine örttü.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de, yerden bir avuç toprak aldı ve Yâsin Sûresi’ninin ilk dokuz âyetini okuyarak evinin etrafındaki müşriklerin üzerine saçtı ve aralarından geçip gitti. O müşrikler kör gibi oldular ve uzun bir süre o hâl üzere kaldılar. Daha sonra kendilerine gelip içeri girdiklerinde Hz. Ali’yi, Resûlü Ekrem’in yerinde yatıyor gördüler. Böylece onların kurdukları tuzak boşa gitmişti. İşte Sûre-i Enfâl, Âyet 30 bu olayı anlatmaktadır.


﴿ وَاِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُنَا قَالُوا قَدْ سَمِعْنَا لَوْ نَشَٓاءُ لَقُلْنَا مِثْلَ هٰذَٓاۙ اِنْ هٰذَٓا اِلَّٓا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿٣١﴾

31. Âyetlerimiz onlara okunduğu zaman, ″İşittik, istesek biz de elbette bunun gibisini söyleyebiliriz. Bu, evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir″ dediler.


﴿ وَاِذْ قَالُوا اللّٰهُمَّ اِنْ كَانَ هٰذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ فَاَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةً مِنَ السَّمَٓاءِ اَوِ ائْتِنَا بِعَذَابٍ اَل۪يمٍ ﴿٣٢﴾ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَاَنْتَ ف۪يهِمْۜ وَمَا كَانَ اللّٰهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ ﴿٣٣﴾ وَمَا لَهُمْ اَلَّا يُعَذِّبَهُمُ اللّٰهُ وَهُمْ يَصُدُّونَ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَا كَانُٓوا اَوْلِيَٓاءَهُۜ اِنْ اَوْلِيَٓاؤُ۬هُٓ اِلَّا الْمُتَّقُونَ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٣٤﴾

32-34. Bir de o kâfirler: ″Ey Allah’ım! Eğer bu, Senin tarafından gelmiş hak bir kitap ise, hemen üzerimize taş yağdır yahut bize elim bir azap gönder″ dediler.* Ey Resûlüm! Sen onların içindeyken, Allah’u Teâlâ onlara azap edecek de­ğildir. Ve (Mü’minler Mekke’de) istiğfar ederlerken, Allah’u Teâlâ onlara azap edecek değildir.* (Sen ve istiğfar eden Mü’minler içlerinden çıkınca) Allah’u Teâlâ onlara niçin azap etmesin? Onlar, Mü’minleri Mescid-i Haram’dan menediyorlar, halbuki Mescid-i Haram’ın hizmetine de ehil değillerdir. Onun hizmetine ehil olanlar, ancak takvâ sahipleridir. Lâkin kâfirlerin çoğu, bunu bilmezler.

İzah: Bu âyetlerin nüzul sebeplerine dair Enes Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise nakledilmiştir:

قَالَ أَبُو جَهْلٍ اللّٰهُمَّ إِنْ كَانَ هَذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ فَأَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةً مِنَ السَّمَاءِ أَوْ ائْتِنَا بِعَذَابٍ أَلِيمٍ فَنَزَلَتْ {وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنْتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّٰهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ وَمَا لَهُمْ أَنْ لَا يُعَذِّبَهُمْ اللّٰهُ وَهُمْ يَصُدُّونَ عَنْ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ} إِلَى آخِرِ الْآيَةِ (خ م عن انس)

Ebû Cehil bir gün: ″Ey Allah’ımız! Eğer bu, Senin tarafından gelmiş hak bir kitap ise, üzerimize taş yağdır yahut bize elim bir azap gönder″ diye duâ etti. Sonra, ″Ey Resûlüm! Sen onların içindeyken, Allah’u Teâlâ onlara azap edecek de­ğildir…″ diye devam eden Sûre-i Enfâl, Âyet 33 ve 34 nâzil oldu.[1]

Allah’u Teâlâ, içlerinde Peygamber olduğu halde hiçbir kavmi helâk etmemiştir. Ancak Peygamberler içlerinden çıkıp gittikten sonra onlara belâlar inmiştir. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

- Allah’u Teâlâ, hiçbir belde halkını Peygamberleri oradan çıkıp emrolundukları yere ulaşmadıkça azâba uğratmamıştır.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Ve (Mü’minler Mekke’de) istiğfar eder-lerken, Allah’u Teâlâ onlara azap edecek değildir″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

فِي الْأَرْضِ أَمَانَانِ: أَنَا أَمَانٌ وَالْاِسْتِغْفَارُ أَمَانٌ وَأَنَا مَذْهُوبٌ بِي وَيَبْقَى أَمَانُ الْاِسْتِغْفَارِ، فَعَلَيْكُمْ بِالْاِسْتِغْفَارِ عِنْدَ كُلِّ حَدَثٍ وَذَنْبٍ (الديلمي عن عثمان ابن أبي العاص)

″Yeryüzünde Allah’ın azâbından koruyan iki güvence vardır. Birinci güvence benim varlığım, ikincisi ise istiğfardır. Zamanı gelince, ben gideceğim. Ancak istiğfar kalacaktır. Onun için günah ve suç için (Estağfirullah el-Azîm, diye) istiğfarda bulunun.″[2]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

الْعَبْدُ آمِنٌ مِنْ عَذَابِ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ مَا اسْتَغْفَرَ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ (حم عن فَضَالة بن عُبَيد)

″Kul, Allah’u Teâlâ’ya istiğfarda bulunduğu sürece, Allah’u Teâlâ’nın azâbından emindir.″[3]

İşte Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere, ″Bir de o kâfirler: ″Ey Allah’ım! Eğer bu, Senin tarafından gelmiş hak bir kitap ise, hemen üzerimize taş yağdır…″ diye söyleyince, Allah’u Teâlâ, ″Ey Resûlüm! Sen onların içindeyken, Allah’u Teâlâ onlara azap edecek de­ğildir. Ve (Mü’minler Mekke’de) istiğfar ederlerken, Allah’u Teâlâ onlara azap edecek değildir″ diye buyurmuştur. Sonra devâmında gelen âyette de,(Sen ve istiğfar eden Mü’minler içlerinden çıkınca) Allah’u Teâlâ onlara niçin azap etmesin?″ diye buyrularak, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in, hicretle aralarından ayrılmasıyla bu engelin artık ortadan kalktığı ve onlara azap geleceği haber verilmiştir. Bu azap, Bedir’de Ebû Cehil de dâhil olmak üzere kâfirlerin ileri gelenlerinden yetmiş kişinin öldürülmesi ve yetmiş kişinin de esir alınmasıyla meydana gelmiştir. Neticede hepsi helâk olmadı ama hepsi toplu olarak azâba uğradı. Nitekim Bedir’de kimi öldürüldü, kimi esir düştü, bunların yakınları da bunların ölmesinden ve esir düşmelerinden dolayı büyük ızdıraba uğrayarak hepsi Allah’ın vaad ettiği dünyâdaki azâba uğramış oldular.


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Enfâl 3, 4; Sahih-i Müslim, Sıfat-ı Kıyâmet 5 (37).

[2] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 2093.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 22828.


﴿ وَمَا كَانَ صَلَاتُهُمْ عِنْدَ الْبَيْتِ اِلَّا مُكَٓاءً وَتَصْدِيَةًۜ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ ﴿٣٥﴾

35. Ve o müşriklerin, Beytullah’taki ibâdet ve duâları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. O halde küfrünüz sebebiyle tadın azâbı.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ diyor ki: Müşrikler, çıplak olarak Kâbe’yi tavaf eder ve ıslık çalıp el çırparlardı. İşte bu Âyet-i Kerîme, onların bu çirkin işlerini haber vermektedir.

İbn-i İshâk, İbn-i Cüreyc ve Dehhak Hazretlerine göre, bu âyette kâfirlerin tadacaklarına dair haber verilen azaptan maksat da, Bedir Savaşı’nda öldürülmeleri ve esir edilmeleridir. Âhirette ise, bunlar için daha elim bir azap vardır.


﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ لِيَصُدُّوا عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ فَسَيُنْفِقُونَهَا ثُمَّ تَكُونُ عَلَيْهِمْ حَسْرَةً ثُمَّ يُغْلَبُونَۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِلٰى جَهَنَّمَ يُحْشَرُونَۙ ﴿٣٦﴾ لِيَم۪يزَ اللّٰهُ الْخَب۪يثَ مِنَ الطَّيِّبِ وَيَجْعَلَ الْخَب۪يثَ بَعْضَهُ عَلٰى بَعْضٍ فَيَرْكُمَهُ جَم۪يعًا فَيَجْعَلَهُ ف۪ي جَهَنَّمَۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ۟ ﴿٣٧﴾

36-37. Şüphesiz ki kâfirler, mallarını halkı Allah’ın yolundan alıkoymak için harcarlar ve harcayacaklar da. Fakat bu, onlar için sonunda bir pişmanlık sebebi olacaktır. Sonra da mağlup olacaklardır. Kâfirler toplanıp Cehenneme sevk olunacaklardır.* Bu da, Allah’u Teâlâ’nın, murdar olanı (kâfiri) pâk olandan (Mü’minden) ayırması ve kâfirlerin hepsini birbiri üstüne yığıp Cehenneme atması içindir. İşte onlar, hüsrâna uğrayanlardır.

İzah: Bu iki Âyet-i Kerîme, Bedir Savaşı ve ondan sonra meydana gelen savaşlarda mallarını Müslümanlara karşı kâfirlere sarfeden Kureyş müşrikleri hakkında nâzil olmuştur. Fakat bu yaptıkları da, maksatlarına nâil olmaya yetmemiş ve sonunda hepsi perişan olmuşlardır.


﴿ قُلْ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ يَنْتَهُوا يُغْفَرْ لَهُمْ مَا قَدْ سَلَفَۚ وَاِنْ يَعُودُوا فَقَدْ مَضَتْ سُنَّتُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿٣٨﴾

38. Ey Resûlüm! Kâfir olanlara de ki: ″Eğer (İslâm’ı kabul edip düşmanlıklarına) son verirlerse, geçmiş günahları bağışlanır. Yine (küfür ve azgınlıklarına) dönerlerse, kendilerinden önceki milletler nasıl helâk oldularsa, kendileri de öyle helâk olurlar.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Amr İbn-i el-As Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

فَلَمَّا جَعَلَ اللّٰهُ الْإِسْلَامَ فِي قَلْبِي أَتَيْتُ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقُلْتُ ابْسُطْ يَمِينَكَ فَلْأُبَايِعْكَ فَبَسَطَ يَمِينَهُ قَالَ فَقَبَضْتُ يَدِي. قَالَ: مَا لَكَ يَا عَمْرُو؟ قَالَ قُلْتُ أَرَدْتُ أَنْ أَشْتَرِطَ قَالَ تَشْتَرِطُ بِمَاذَا قُلْتُ أَنْ يُغْفَرَ لِي قَالَ أَمَا عَلِمْتَ أَنَّ الْإِسْلَامَ يَهْدِمُ مَا كَانَ قَبْلَهُ وَأَنَّ الْهِجْرَةَ تَهْدِمُ مَا كَانَ قَبْلِهَا وَأَنَّ الْحَجَّ يَهْدِمُ مَا كَانَ قَبْلَهُ؟ (م عن عمرو بن العاص)

″Allah’u Teâlâ İslâm’ı kalbime koyduğu zaman, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldim ve ″Elini uzat, sana biat edeyim″ dedim. Sağ elini uzattı, ben de elimi uzatmadım. ″Ey Amr! Ne oldu?″ diye sordu. ″Şart koşmak istiyorum″ dedim. ″Ne şartı koşacaksın?″ diye sorunca da, Allah’u Teâlâ’nın beni bağışlaması şartını″ dedim. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bilmez misin ki, İslâm kendinden önceki günahları yok eder, hicret kendinden önceki günahları yok eder, hac da kendinden önceki günahları yok eder?″ buyurdu.[1]


[1] Sahih-i Müslim, Îman 54 (192.


﴿ وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ كُلُّهُ لِلّٰهِۚ فَاِنِ انْتَهَوْا فَاِنَّ اللّٰهَ بِمَا يَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ ﴿٣٩﴾ وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَوْلٰيكُمْۜ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّص۪يرُ ﴿٤٠﴾

39-40. Ey Mü’minler! Bir fitne kalmayıp, din yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (İslâm’ı kabul edip düşmanlıklarına) son verirlerse, şüphesiz ki Allah’u Teâlâ onların yaptıklarını hakkıyla görendir.* Eğer îmandan yüz çevirirlerse, Ey Mü’minler! Bilin ki, şüphesiz Allah’u Teâlâ sizin mevlânızdır (velînizdir). O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.

İzah: Bu âyetler, Müslümanlara eziyet eden Mekke müşrikleri hakkında nâzil olmuştur. Çünkü müşrikler, Müslüman olanlara İslâm’dan çıkıp tekrar putlara tapmaları için baskı ve işkence yapıyorlardı.

Bu baskılar neticesinde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Müslümanlara önce Habeşistan’a ve sonra da Medîne’ye hicret etmelerini söylemişti. Daha sonra Müslümanların Medîne’de güçlenip kuvvet bulduklarında, Mekkeli müşriklerin İslâm Dîni’nin önünde büyük bir engel olup her fırsatta Mü’minlere saldırdıklarından, Allah’u Teâlâ da bu âyetlerde, müşriklerin bâtıl dinlerini bırakıp İslâm’ı kabul edene kadar onlarla savaşılması gerektiğini söyleyerek, bu tehtidin ortadan kaldırılmasını emretmiştir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أُمِرْتُ أَنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَشْهَدُوا أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ فَإِذَا فَعَلُوا ذَلِكَ عَصَمُوا مِنِّي دِمَاءَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ إِلَّا بِحَقِّ الْإِسْلَامِ وَحِسَابُهُمْ عَلَى اللّٰهِ (خ م عن ابن عمر)

″Onlar -Lâ ilâhe illallâh Muhammed’un Resûlullâh- deyinceye, namazı kılıp zekâtı verinceye kadar, ben onlarla savaşmakla emrolundum. Onlar bu şeyleri yaptıkları sürece, kanlarını ve mallarını benden koru­muş olurlar. Ancak İslâm’ın getirdiği haklar müstesnâ. Onların her birinin hesabı Allah’a aittir.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Îman 15; Sahih-i Müslim, Îman 8 (34).


﴿ وَاعْلَمُٓوا اَنَّمَا غَنِمْتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَاَنَّ لِلّٰهِ خُمُسَهُ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينِ وَابْنِ السَّب۪يلِۙ اِنْ كُنْتُمْ اٰمَنْتُمْ بِاللّٰهِ وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا يَوْمَ الْفُرْقَانِ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٤١﴾

41. Ey Mü’minler! Eğer Allah’a ve hak ile bâtılın ayrıldığı gün (Bedir Günü), iki ordunun karşı­laştığı o gün, kulumuza (Muhammed Aleyhisselâm’a) indirdiğimiz âyetlere îman ediyorsanız, bilin ki, kâfirlerden ganîmet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, Allah’a ve Resûle, onun akrabasına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmış gariplere aittir. Allah’u Teâlâ her şeye kâdirdir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’ye göre, ganîmet mallarının beşte biri Beyt’ul-Mal’a ayrılır ve geri kalan dört kısmı da mücâhitlere taksim olunur.

İmam-ı Âzam’a göre; ganîmetten, piyâde olanlara birer hisse, süvâri olanlara da ikişer hisse verilir. İmam Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise, süvârilere üç hisse verilir. Bir hisse kendisi için, iki hisse de atı içindir.

Bu hususta İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ جَعَلَ لِلْفَرَسِ سَهْمَيْنِ وَلِصَاحِبِهِ سَهْمًا (خ م عن ابن عمر)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ata iki pay ve atın sahibine de bir pay vermiştir.″[1]

Ga­nîmetin tümü beş’e taksim edilir. Bunun dördü, yukarıda açıklandığı üzere savaşan mücahidlere verilir. Kalan beşte biri ise şöyle taksim edilir:

Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’ın ismi, hürmeten başta zikredilmiştir. Zîrâ Allah’u Teaâla, Resûlünü kendisinden ayırmadığı için kendisiyle beraber zikretmiştir. Bu sebeple Allah’u Teâlâ için özel bir pay ayrılması söz konusu değildir. Böylece ganîmetten kalan beşte bir olan hisse, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış gariplere dağıtılır.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in akrabalarından kasıt, Haşimoğulları ile Muttaliboğullarıdır. Zîrâ Cübeyr b. Mut’im Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

فَقَالَ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّهُمْ لَمْ يُفَارِقُونِي فِي جَاهِلِيَّةٍ وَلَا إِسْلَامٍ إِنَّمَا بَنُو هَاشِمٍ وَبَنُو الْمُطَّلِبِ شَيْءٌ وَاحِدٌ وَشَبَّكَ بَيْنَ أَصَابِعِهِ (ن عن جبير بن مطعم)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Şüphesiz bunlar, ne câhiliye döneminde ne de İslâm döneminde benden ayrılmadılar. Haşimoğulları ile Muttaliboğulları ay­nıdır″ buyurdu ve parmaklarını birbirine geçirdi.[2]

Savaş yoluyla elde edilen mallardan menkul olanlar da gayrimenkul olanlar da ganîmettir. Ancak gayrimenkuller, devlet başkanının tasarrufun-dadır. Dilerse dağıtır. Zîrâ Rasulullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hayber’i fethettiğinde, ganîmeti Müslümanlar arasında taksim etmiştir. Dilerse de eski sahiplerinde bırakarak, kendilerinden cizye, arazilerinden de haraç alır. Nitekim Hz. Ömer, Irak’ı fethettiğinde oranın halkına, evlerine ve arâzileri üzerine haraç koymuştur. Menkul olan ganîmetler ise, âyette geçtiği üzere taksim edilir.


[1] Sahih-i Buhârî, Cihat 51, Megâzi 38; Sahih-i Müslim, Cihat 17 (57).

[2] Sünen-i Nesâî, Kasm’ul-Fey’ 5, 6.


﴿ اِذْ اَنْتُمْ بِالْعُدْوَةِ الدُّنْيَا وَهُمْ بِالْعُدْوَةِ الْقُصْوٰى وَالرَّكْبُ اَسْفَلَ مِنْكُمْۜ وَلَوْ تَوَاعَدْتُمْ لَاخْتَلَفْتُمْ فِي الْم۪يعَادِۙ وَلٰكِنْ لِيَقْضِيَ اللّٰهُ اَمْرًا كَانَ مَفْعُولًاۙ لِيَهْلِكَ مَنْ هَلَكَ عَنْ بَيِّنَةٍ وَيَحْيٰى مَنْ حَيَّ عَنْ بَيِّنَةٍۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَسَم۪يعٌ عَل۪يمٌۙ ﴿٤٢﴾

42. Ey Mü’minler! O vakit ki siz, (Bedir’de) vâdinin (Medîne’ye) yakın tarafında, düşmanlarınız da vâdinin uzağında, Kureyş kervanı ise sizden aşağıda idi (deniz tarafındaydı). Eğer siz, o kâfirler ile savaşmak için sözleşmiş olsaydınız, elbette (düşmanın çokluğu ve kuvveti sebebiyle) sözleşmenizde ihtilaf eder ve tayin olunan vakitte harbe gitmezdiniz. Lâkin Allah’u Teâlâ, bir mukadder emri (Mü’minlerin zaferini) yerine getirmek için böyle yaptı ki, helâk olan kâfirler, açık mûcizeyi gördükten sonra helâk olsun! Hayatta kalan Müslümanlar da açık mûcizeyi gördükten sonra hayatta kalsın! Şüphesiz Allah’u Teâlâ, her şeyi işiten ve bilendir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, ″Açık mûcize″ diye geçen ifadeden maksat şudur:

Kâfirlerin sayısı çoktu ve savaş techizatı bakımından kuvvetliydiler. Bulundukları yer harbe müsâit olup, suyun bulunduğu yeri de zaptetmişlerdi. Mü’minler ise, sayıları az ve imkanları kısıtlıydı. Yerleri harbe müsâit olmayıp kumsaldı ve suları da yoktu. Durum böyleyken Allah’u Teâlâ, yağmur yağdırıp dereyi akıtmış ve yağmurdan sonra, yumuşak olan kumlu zemini sertleştirerek harbe müsâit kılmıştır. Ayrıca binlerce meleği de yardıma göndermiştir.[1] Bu sûretle Allah’u Teâlâ Mü’minleri kafirlere karşı üstün bir duruma getirmiş ve nihâyetinde kafirler mağlup olmuştur. İşte bu olayları gören kâfirler, mânevi çöküntüye girerek hüsrâna uğramışlardır. Mü’minlerin ise, Allah’u Teâlâ’nın bu açık mûcizeleri karşısında îmanları ve cesaretleri artmış ve zafere nâil olmuşlardır. Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i Enfâl, Âyet 11’in izahına bakınız.

Yine bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ: ″Helâk olan kâfirler açık mûcizeyi gördükten sonra helâk olsun! Hayatta kalan Müslümanlar da açık mûcizeyi gördükten sonra hayatta kalsın!″ diye buyurarak, onlara yardımını göstermek için durumu böyle takdir etmiş­tir. Allah’u Teâlâ istiyordu ki, mağlup olan, açıkça mağlup olduğunu ve her türlü tedbire rağmen yenildiğini; gâlip gelen de az bir kuvvetle ve kendisinin yardımıyla büyük bir kuvveti yenmiş oldu­ğunu açıkça görsün.

Rivâyet edildiğine göre; Bedir‘de kaçan Kureyşliler, Mekke‘ye yetişmişlerdi. Mekkeliler ve Ebû Leheb, savaştan kaçıp gelenlere Bedir’de ne olduğunu sordular. Gelen atlı: ″Harp başlayınca, Muhammed‘in askerinin içinde hiç görmediğimiz ve dünyâ yüzünde görülmemiş pehlivanlar çıktı. Onların karşısında insanoğlunun dayanması imkansız″ dedi. Bunları dinleyen ve gizli Müslüman olan bir köle yüksek sesle bağırarak, ″Vallâhi! O görünenler meleklerden başkası değildir″ dedi. Ebû Leheb çok sinirlenmişti. Vurup kölenin başını yardı. Kölenin sahibi bir beydi. Kölesinin başını kanlar içinde görünce, ″Bunu kim yaptı?″ diye sordu. Köle: ″Ebû Leheb; Muhammed‘in amcası″ dedi. Bey, çadır kazığını çekip Ebû Leheb‘in kafasına vurdu. Ebû Leheb, perişan bir halde sürünerek çadırına girdi ve öldü.[2]

Bedir Savaşı’nda, meleklerin yardımıyla ilgili olarak Mâlik b. Rebîa Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

لَوْ كُنْت مَعَكُمْ الْآن بِبَدْرٍ وَمَعِي بَصَرِي لَأَخْبَرْتُكُمْ بِالشِّعْبِ الَّذِي خَرَجَتْ مِنْهُ الْمَلَائِكَة لَا أَشُكُّ وَلَا أَتَمَارَى (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن مالك بن ربيعة)

″Şâyet ben, bu anda sizinle Bedir’e gitseydim ve gözlerim de görüyor olsaydı, meleklerin hangi vâdiden çıkıp geldiklerini, hiç şüphe ve endişe etmeksizin size gösterirdim.″[3]


[1] Bu hususta bakınız: Sure-i Âl-i İmran, Âyet 124-125.

[2] İmam Taberî, tefsirinde bu hususu Ebû Rafi Radiyallâhu anhu’dan benzer şekilde nakletmiştir.

[3] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 7, s. 125.


﴿ اِذْ يُر۪يكَهُمُ اللّٰهُ ف۪ي مَنَامِكَ قَل۪يلًاۜ وَلَوْ اَرٰيكَهُمْ كَث۪يرًا لَفَشِلْتُمْ وَلَتَنَازَعْتُمْ فِي الْاَمْرِ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ سَلَّمَۜ اِنَّهُ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ ﴿٤٣﴾

43. Ey Resûlüm! O vakti zikret ki, Allah’u Teâlâ uykunda sana düşmanları az gösterdi. Eğer sana onları çok gösterseydi, korkup savaş emrinde ihtilaf ederdiniz. Lâkin Allah’u Teâlâ, sizi korku ve ihtilaftan kurtardı. Şüphesiz ki O, kalplerde olanı hakkıyla bilendir.


﴿ وَاِذْ يُر۪يكُمُوهُمْ اِذِ الْتَقَيْتُمْ ف۪ٓي اَعْيُنِكُمْ قَل۪يلًا وَيُقَلِّلُكُمْ ف۪ٓي اَعْيُنِهِمْ لِيَقْضِيَ اللّٰهُ اَمْرًا كَانَ مَفْعُولًاۜ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟ ﴿٤٤﴾

44. Ey Mü’minler! O vakti zikredin ki, siz düşmanla karşılaştığınız sırada, Allah’u Teâlâ onları size az gösterdi ve bu harbe katılmaları için de onlara sizi az gösterdi. Çünkü Allah’u Teâlâ, mukadder emrini yerine getirecekti. İşlerin hepsi Allah’a döndürülür.

İzah: Bu âyet hakkında Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

لَقَدْ قُلِّلُوا فِي أَعْيُنِنَا يَوْمَ بَدْرٍ حَتَّى قُلْتُ لِرَجُلٍ إِلَى جَنْبِي تَرَاهُمْ سَبْعِينَ؟ قَالَ أَرَاهُمْ مِائَةً قَالَ فَأَسَرْنَا رَجُلا مِنْهُمْ فَقُلْنَا كَمْ كُنْتُمْ؟ قَالَ أَلْفًا (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن عبد اللّٰه بن مسعود)

Bedir Savaşı’nın yapıldığı günde düşman­lar bizim gözümüze o kadar az gösterilmiştir ki, yanımızdaki arkadaşıma: ″Ne dersin bunlar yetmiş kişi var mı?″ diye sordum. O da: ″Kanaatimce bunlar yüz kişidir″ demişti. Nihâyet onlardan bir kişiyi esir ettik ve ona kaç kişi oldukları­nı sorduk. O da: ″Biz, bin kişi idik″ dedi.[1]

Yine bu konuda Süddî Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

قَالَ نَاسٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ إِنِ الْعِيرَ قَدِ انْصَرَفَتْ فَارْجِعُوا فَقَالَ أَبُو جَهْلٍ الْآنَ إِذْ بَرَزَ لَكُمْ مُحَمَّدٌ وَأَصْحَابُهُ فَلَا تَرْجِعُوا حَتَّى تَسْتَأْصِلُوهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمُ لَا تَقْتُلُوهُمْ بِالسِّلَاحِ وَلَكِنْ خُذُوهُمْ أَخْذًا فَارْبُطُوهُمْ بِالْحِبَالِ! (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن السدي)

Müşriklerden bir kısım insanlar dediler ki: ″Ticaret ker­vanı kurtulmuş, biz de dönüp gidelim.″ Ebû Cehil ise demiştir ki: ″Şimdi mi? Muhammed ve arkadaşları size göründükten sonra mı? Onların kökünü kazıma­dan geri dönmeyin. Ey kavim! Siz onları silahlarla öldürmeyin. Onları yakalayın ve iplerle bağlayın.″ Evet, Ebû Cehil kendisine çok güvenmiş, fakat neticede Be­dir’deki kuyuya atılmıştır.[2]

Ebû Cehil’in Bedir’de öldürülmesi şöyle nakledilmiştir:

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Mekke‘de iken, Sûre-i Rahmân nâzil olduğunda, ″Bu sûreyi, Ebû Cehil‘in karşısında kim okuyabilir?″ deyince, Ashâbın içerisinde en kısa boylu olan Abdullah İbn-i Mes‘ud Radiyallâhu anhu: ″Ben okurum Yâ Resûlallah!″ demişti. Ebû Cehil‘in yanına gelip okumuş. Ebû Cehil: ″Okuyacağın bitti mi?″ diye sormuş, İbn-i Mes‘ud: ″Bitti″ deyince, Ebû Cehil, İbn-i Mes’ud‘a bir tokat vurmuş. İbn-i Mes‘ud Radiyallâhu anhu yuvarlanmıştı. Hem de kulağının zarı patlamıştı. Peygamberimizin yanına ağlayarak geldi. Ashâb da ağlıyordu. Peygamberimiz ona hem bakıyor, hem de gülüyordu. ″Yâ Resûlallah! Niçin gülüyorsunuz?″ dediler. Peygamberimiz: ″Ebû Cehil‘in başını İbn-i Mes’ud‘un işkence ile kestiğini Allah’u Teâlâ bana gösterdi. Ona gülüyorum″ demişti.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, boyu çok kısa olduğu için Bedir Savaşı‘ndaİbn-i Mes’ud’u harbe girdirmedi ve sen, Müslümanların yaralılarına yardım et. Yaralı kâfirleri de kaçırma, demişti. İbn-i Mes’ud, gezerken Ebû Cehil’e rast geldi.[3] ″Şehâdet getir, Müslüman ol!″ çağrısına karşılık, Ebû Cehil: ″Muhammed’e söyle; ben ölünceye kadar ona düşmandım. Öldükten sonra da ona düşman olacağım″ dedi. İbn-i Mes‘ud, Ebû Cehil‘in göğsü üzerine çıkıp ezân okudu. Hançerini çıkarıp ağzını taşa vurup köreltmeye başladı. Ebû Cehil: ″Onu niçin taşa vuruyorsun?″ deyince İbn-i Mes‘ud: ″Keskin olursa çabuk keser, canını az acıtır, kör olursa zor keser, canın çok acır. Onun için köreltiyorum″ dedi. Ebû Cehil de: ″Başımı boğazımın dibinden değil, göğsüme yakın yerden kes″ dedi. Bunun üzerine İbn-i Mes‘ud: ″Neden?″ diye sordu. Ebû Cehil: ″Göğsüme yakın yerden kesilmezse, heybetli görünmez. Herkes Ebû Cehil‘in başı diyecek. Gören başımı heybetli görsün″ dedi.

İbn-i Mes’ud, bunu çok beğendi, dediği gibi yaptı. İp takıp sürüyerek Peygamberimizin huzuruna getirdi. Hiç kimse Ebû Cehil‘in başını, İbn-i Mes‘ud‘un kesebileceğine inanamıyordu. Çünkü Ebû Cehil, çok iriyarı birisiydi. İbn-i Mes’ud ise, Ashâbın içerisinde en kısa boylu olanı idi. O, Ebû Cehil‘in başını yerde sürüyerek getirdiği için, yüzü tanınmaz bir haldeydi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Gençliğimde Ebû Cehil ile güreşmiştim. Onu kaldırıp yere vurunca, sırtı bir taşa gelmişti ve bu sebeple iki eğesi kırılmıştı. O yara izi onda hâlâ mevcuttur. Onun sırtını çevirip bakın″ dedi. İbn-i Mes’ud’un gösterdiği cesedin başına giderek, çevirip sırtına baktılar ki, aynı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in söylediği gibi olduğunu gördüler. Böylece o olduğuna herkes kanâat getirdi.


[1] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 13, s. 572.

[2] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 13, s. 573.

[3] Sahîhi Buhâri Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 1566.


﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا لَق۪يتُمْ فِئَةً فَاثْبُتُوا وَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَث۪يرًا لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَۚ ﴿٤٥﴾

45. Ey îman edenler! Siz bir kâfir topluluğu ile karşılaşırsanız, sebat edin (harpten kaçmayın) ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin ki, felah bulasınız.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme ile ilgili olarak Abdullah İbn-i Ebî Evfâ Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem düşmanlarıyla karşılaştığı günlerin birinde güneş, te­pe noktasından biraz eğilinceye kadar bekledi, sonra ayağa kalkıp şöyle buyur­du:

أَيُّهَا النَّاسُ لَا تَتَمَنَّوْا لِقَاءَ الْعَدُوِّ وَاسْأَلُوا اللّٰهَ الْعَافِيَةَ فَإِذَا لَقِيتُمُوهُمْ فَاصْبِرُوا وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّةَ

تَحْتَ ظِلَالِ السُّيُوفِ ثُمَّ قَالَ اللّٰهُمَّ مُنْزِلَ الْكِتَابِ وَمُجْرِيَ السَّحَابِ وَهَازِمَ الْأَحْزَابِ اهْزِمْهُمْ وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ. (خ م عن بن ابى اوفى)

″Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin! Allah’tan afiyet (rahatlık, huzur, saadet) isteyin. Fakat düşman da karşınıza çıkarsa, o zaman da sebat-ı kadem edin (sağlam durup düşmandan kaçmayın) ve bilin ki Cennet kılıçların gölgesi altındadır. Kur’ân’ı indiren, Tevrat’ı, İncil’i önceki Peygamberlere indiren Allah’ım! Bulutları rüzgârın önüne katıp da oradan oraya götürüp yağmur yağdıran Allah’ım! Müslümanlara yardım edip, İslâm düşmanlarını hezimete uğratan Allah’ım! Bu karşımızdaki kâfirleri hezimete uğrat! Onlara karşı bize yardım eyle, güç kuvvet ver de, onlara karşı gâlip gelelim!″[1] Âmin!

Yine bu Âyet-i Kerîme’nin sonunda: ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin ki, felah bulasınız″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta bir Hadis-i Kudsî’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur.

اِنَّ اللّٰهَ تَعَلَى يَقُولُ: اِنَّ عَبْدِى كُلِّ عَبْدِى الَّذِى يَذْكُرُنِى وَهُوَ مُلَاقٍ قَرْنِهِ. (ت عن عمارة ابن زعكرة)

″Benim gerçek kulum, savaşta düşmanla karşılaştığında Beni zikredendir.″[2]

Bu konuda Katâde Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

افْتَرَضَ اللّٰهُ ذِكْرَهُ عِنْدَ أَشْغَلِ مَا تَكُونُونَ عِنْدَ الضِّرَابِ بِالسُّيُوفِ (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن قتادة)

″Allah’u Teâlâ sizlere, kılıçlarla vu­ruştuğunuz, en çok meşgul olduğunuz durumda bile başarıya ulaşmanız için, kendisini zikretmenizi farz kılmıştır.″[3]

Bu Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerden dolayı İslâm orduları, kâfirler ordusu üzerine hücum ederken ve onlarla savaşırken; ″Allah’u Ekber, Allah, Allah″ diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın ismini yüksek sesle zikrederler.


[1] Sahih-i Buhârî, Cihat 114; Sahih-i Müslim, Cihat 6 (19-21).

[2] Sünen-i Tirmizî, Daavât 118.

[3] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 13, s. 574.


﴿ وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ ر۪يحُكُمْ وَاصْبِرُواۜ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَۚ ﴿٤٦﴾

46. Ey Mü’minler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Yoksa içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Ve sabredin. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, sabredenlerle beraberdir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ, Mü’minlere, savaşırken de Allah’a ve Resûlüne itaat etmele­rini, emirlerine uyup yasaklarından kaçınmalarını emretmektedir. Ancak böyle olurlarsa, Allah’ın yardımına nâil olup zafer kazanacakları bildirilmektedir. Nitekim Uhud’da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, yerleştirdiği elli okçuya: ″Savaşı kazansak da, kaybetsek de kesinlikle yerinizden ayrılmayacaksınız″ diye söylemesine rağmen, okçulardan büyük bir çoğunluğu yerlerini bırakıp gittikleri için, kazanılmış olan Uhud Savaşı, maalesef Müslümanların aleyhine sonuçlanmıştır. İşte bu da sâdece emre itaatsizlikten dolayı olmuştur.

Ayrıca bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ, Mü’minlere, birlik ve beraberlik içinde olmaları gerektiğini söylemektedir. Bu husus diğer âyetlerde de şöyle buyrulmuştur.

Sûre-i Hucurât, Âyet 10:

″Mü’minler ancak kardeştirler. O halde kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’tan korkun ki, size merhamet edilsin.″

Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 103:

″Hepiniz Allah’ın ipine (İslâm Dîni’ne) sımsıkı sarılın. Fırkalara bölünerek haktan ayrılmayın...″

Sûre-i Enfâl, Âyet 73:

″Kâfirler de birbirlerinin dostudurlar. Ey Mü’minler! Siz birbirinizi dost edinmezseniz, yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat olur.″

Bu âyetlerde, Müslümanların birlik ve beraberlik içinde olmaları gerektiği emredilmektedir. Aksi halde korkacakları, güçlerinin azalacağı ve vakarlarının gidip Allah’ın yardımının olmayacağı beyan edilmektedir. Allah’u Teâlâ, bu sayılan olumsuzlukların olmaması için Müslümanlara, mutlak olarak husûmet, kin ve düşmanlık olmadan birlik beraberlik içinde olmaları gerektiğini beyan etmektedir.

Bu birliktelik, âyette geçtiği gibi Allah’a ve Resûlüne itaatle olur. Nitekim Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Vedâ Hutbesi’nde şöyle buyurmuştur:

تَرَكْتُ فِيكُمْ أَمْرَيْنِ لَنْ تَضِلُّوا مَا تَمَسَّكْتُمْ بِهِمَا كِتَابَ اللّٰهِ وَسُنَّةَ نَبِيِّهِ (موطأ عن ابى هريرة)

″Size iki şey bırakıyorum ki, bunlara sarıldığınız sürece, aslâ dalâlete düşmezsiniz. Bunlar, Allah’ın kitabı ve O’nun Peygamberinin sünnetidir.″[1]

Ancak Kur’ân-ı Kerîme ve Hadis-i Şerif’lere tam olarak uyulduğunda bu birlik ve beraberlik sağlanır. İşte o zaman Müslümanlar güçlü, vakarlı olur ve Allah’ın yardımıyla düşmana korku salarlar. Aksi takdirde, Müslümanların birbirleriyle savaşmalarına, güçlerinin zayıflamasına, dünyâdaki kâfir devletlerine karşı kuvvet ve vakarlarının azalmasına neden olur.

Bu hususta Arfece Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i minberde hitap ederken gördüm. İnsanlara şöyle diyordu:

سَيَكُونُ بَعْدِي هَنَاتٌ وَهَنَاتٌ فَمَنْ رَأَيْتُمُوهُ فَارَقَ الْجَمَاعَةَ أَوْ يُرِيدُ يُفَرِّقُ أَمْرَ أُمَّةِ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَائِنًا مَنْ كَانَ فَاقْتُلُوهُ فَإِنَّ يَدَ اللّٰهِ عَلَى الْجَمَاعَةِ فَإِنَّ الشَّيْطَانَ مَعَ مَنْ فَارَقَ الْجَمَاعَةَ يَرْكُضُ (ن حب عن عرفجة)

″Benden sonra şerler ve fesatlar olacak. Her kim birlik içinde olan bu ümmetin arasında tefrika çıkarmak isterse veya Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmetinin düzenini bozmak isterse, onu gördüğünüzde, kim olursa olsun öldürün. Zîrâ Allah’ın eli, Ehl-i Sünnet toplumu üzerindedir. Şeytan ise, bu Ehl-i Sünnet topluluğundan ayrılıp tefrika çıkaranlarla beraber koşar.″[2]


[1] İmam Mâlik, Muvatta, Kitab’ul-Kader 3.

[2] Sünen-i Nesâî, Tahrim 6.


﴿ وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ بَطَرًا وَرِئَٓاءَ النَّاسِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُح۪يطٌ ﴿٤٧﴾

47. (Şam’dan gelen Kureyş kervanını himâye için) kibir, riyâ ve insanları Allah yolundan menetmek maksadıyla Mekke’den çıkan kâfirler gibi olmayın. Allah’u Teâlâ, onların bütün yaptıklarını (ilmi ve kudreti ile) kuşatmıştır.

İzah: İmam Taberî’nin beyanına göre bu Âyet-i Kerîme, Bedir Savaşı’nda Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ve Mü’minlerle savaşmak için şımarık bir şekilde yola çıkan Kureyş kâfirlerine ve Ebû Cehil’in şu sözlerine işâret etmektedir:

- Müşriklerden bâzıları: ″Şam’dan gelen kervan, Müslümanların saldırısına uğramadan sağ sâlim Mekke’ye ulaştı, artık geri dönelim″ demişler. Ebû Cehil ise, bu teklife: ″Yemin olsun ki Bedir’e gidip orada içki içip, develeri keserek yemedikçe, câriyeleri oynatıp eğlenmedikçe, Arapların bizim bu hâlimizi duyarak bizden çekinmeye devam etmelerini sağlamadıkça, geri dönmeyeceğiz″ diye karşılık vermiştir.


﴿ وَاِذْ زَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ وَقَالَ لَا غَالِبَ لَكُمُ الْيَوْمَ مِنَ النَّاسِ وَاِنّ۪ي جَارٌ لَكُمْۚ فَلَمَّا تَرَٓاءَتِ الْفِئَتَانِ نَكَصَ عَلٰى عَقِبَيْهِ وَقَالَ اِنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِنْكُمْ اِنّ۪ٓي اَرٰى مَا لَا تَرَوْنَ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اللّٰهَۜ وَاللّٰهُ شَد۪يدُ الْعِقَابِ۟ ﴿٤٨﴾

48. Ey Resûlüm! Hatırlat o vakti ki şeytan, o kâfirlere amellerini güzel gösterdi ve ″Bugün size gâlip gelecek kimse yoktur. Ben de şüphesiz sizi himâye ederim″ dedi. İki fırka (Müslümanlarla kâfirler), harp için karşılaştıkları zaman, şeytan birden bire geri döndü ve ″Şüphesiz ben, sizden uzağım. Şüphesiz ben, sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum. Şüphesiz ben, Allah’tan korkarım. Allah’ın azâbı çok şiddetlidir″ dedi.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, Bedir Savaşı’nın yapıldığı gün İblis, şeytanlardan oluşan bir ordunun içinde, elinde sancak bulunduğu halde Müdlicoğulla­rından şair, Süraka b. Mâlik’in sûretinde çıkıp geldi ve müşriklere: ″Bugün size gâlip gelecek kimse yoktur. Ben sizi himâye ederim″ dedi.

İnsanlar savaş için karşılaştıklarında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bir avuç toprak alıp onu müşriklerin yüzüne serpti. Onlar da dönüp kaçmaya başladılar. Bu sırada Cebrâil Aleyhisselâm İblis’e geldi. İblis, onu görünce elini, müşriklerden birinin eli­ne vermiş durmaktayken elini çekip aldı. Kendisi ve taraftarları gerisin geri kaç­maya başladılar. Elini tutan adam ona: ″Ey Süraka! Sen bizi himâye edeceğini söylüyordun″ dedi. Bunun üzerine İblis: ″Şüphesiz ben, sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum. Şüphesiz ben, Allah’tan korkarım. Allah’ın azâbı çok şiddetlidir″ dedi.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bu âyet ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

مَا رُئِيَ الشَّيْطَانُ يَوْمًا هُوَ فِيهِ أَصْغَرُ وَلَا أَدْحَرُ وَلَا أَحْقَرُ وَلَا أَغْيَظُ مِنْهُ فِي يَوْمِ عَرَفَةَ وَمَا ذَاكَ إِلَّا لِمَا رَأَى مِنْ تَنَزُّلِ الرَّحْمَةِ وَتَجَاوُزِ اللّٰهِ عَنْ الذُّنُوبِ الْعِظَامِ إِلَّا مَا أُرِيَ يَوْمَ بَدْرٍ قِيلَ وَمَا رَأَى يَوْمَ بَدْرٍ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ أَمَا إِنَّهُ قَدْ رَأَى جِبْرِيلَ يَزَعُ الْمَلَائِكَةَ (موطأ عن طلحة بن عبيد اللّٰه)

″Şey­tan, Arefe Günü kendisini küçük, hakir, kovulmuş ve öfkeli gördüğü kadar hiçbir gün görmüş değildir. Bunun sebebi ise, ilâhi rahmetin sağnak sağnak inişini, Allah’u Teâlâ’nın da büyük günahları bağışlamasını görmesinden başka­sı değildir. Bundan tek istisnâ, Bedir Günü gördükleridir.″ ″Yâ Resûlallah! Bedir Günü ne gördü ki?″ diye sordular da, şöyle buyurdu: ″O, Cebrâil’i, melek­leri savaş için düzene koyarken gördü.″[1]


[1] İmam Mâlik Muvatta, Hac 81.


﴿ اِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ غَرَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ د۪ينُهُمْۜ وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ ﴿٤٩﴾

49. Ey Resûlüm! O vakti hatırlat ki, münâfıklar ile kalplerinde maraz olanlar (savaşa katılan Mü’minlere işâretle), ″Dinleri bunları aldattı″ dediler. Halbuki her kim Allah’a tevekkül ederse, şüphesiz ki Allah’u Teâlâ her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

İzah: O zaman münâfıklar ve kalplerinde hastalık olanlar, Müslümanlar aleyhine: ″Bunları dinleri aldattı da, kendi sayılarının az, düşmanlarının ise çok olmasına rağmen savaşa giriştiler″ demiş­lerdi. Halbuki önemli olan sayı değildir, îman gücüdür. Zîrâ kim Allah’a tevekkül eder ve O’na güvenirse, şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, onu muhafaza eder ve ona yardım eder. Allah’u Teâlâ, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir, demektir.


﴿ وَلَوْ تَرٰٓى اِذْ يَتَوَفَّى الَّذ۪ينَ كَفَرُواۙ الْمَلٰٓئِكَةُ يَضْرِبُونَ وُجُوهَهُمْ وَاَدْبَارَهُمْۚ وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَر۪يقِ ﴿٥٠﴾ ذٰلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ اَيْد۪يكُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِۙ ﴿٥١﴾

50-51. Ey Habîbim! (Yardım için gönderilen) melekler, kâfirlerin önlerinden ve arkalarından vurarak ve ″Tadın Cehennem azâbını″ diyerek canlarını alırken bir görseydin.* İşte bu, sizin kendi ellerinizle önceden yaptıklarınızın karşılığıdır. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kullarına aslâ haksızlık yapmaz.

İzah: Bedir’de meleklerin yardımına dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur: ″Bedir Savaşı’nda müşrikler Müslümanlara hücum ettiklerinde, Melekler onların yüzlerine vuruyorlardı, geri dönüp kaçtıklarında ise kalçalarına vuruyorlardı.″

Âyet-i Kerîme’de: İşte bu, sizin kendi ellerinizle önceden yaptıklarınızın karşılığıdır. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kullarına aslâ haksızlık yapmaz″ diye buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat da, Ey kâfirler! Bu darp ve azap, sizin önceden yaptığınız küfür ve isyânınızın cezâsıdır. Yoksa Allah’u Teâlâ, sebepsiz yere hiçbir kuluna cezâ vermez, siz kendi nefsinize zulmettiniz, demektir. Bu anlamda çok sayıda Âyet-i Kerîme vardır. Bunlardan bâzıları şöyledir.

Sûre-i Hacc, Âyet 10:

Onlara: ″Bu zillet ve azap, senin kendi ellerinle önceden yaptığından dolayıdır″ denilir. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, kullarına aslâ haksızlık yapmaz.

Sûre-i Necm, Âyet 39:

″Şüphesiz ki, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur.″

Bir kimse kendi kazandığının karşılığını yarın mahşerde görecektir. Allah’u Teâlâ irâde-i cüz’iyye’yi kulun kendi eline vermiştir. Kul, îmanı seçip amel-i sâlihte bulunursa Cennete; şeytana ve nefsin hevâsına uyup küfrü seçer ve kötü amellerde bulunursa da Cehenneme girer.

Sûre-i Secde, Âyet 14’te de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Onlara şöyle denir: ″Bugüne kavuşmayı unutmanız sebebiyle tadın azâbı. Biz de bugün sizi unuttuk (Cehennemde bıraktık). Amellerinizin gereği olan dâimî azâbı tadın.″

Cenâb-ı Hakk‘ın bildiğini Hakka bırakıp Kur’ân-ı Kerîm’de Hakk‘ın bize olan vaadlerine bakmalıyız. Kur’ân bize diyor ki; gece ve gündüz Hakk‘ı zikir, tesbih, tehlil, secde ile vs. ibâdet ederseniz, felah bulursunuz. Zerre kadar ameliniz zâyi olmaz. Hayır ve şer ne işlediyseniz, onu bulursunuz. Cennete, îman ve sâlih amelle girilir. Cehenneme girmek ise, küfür ve âsilikledir.

Şu halde anlaşıldı ki, Cenâb-ı Hak Teâlâ kulun isteğine göre yaratır. Ancak kaderin iki yönü vardır:

Birincisi İlm-i Ezelî’dir (Kader-i Mutlak‘tır). Bu ilimden konuşulmaz. Bu ilim, Hakkın bildiğidir. Bundan bahsetmek insanın hem dînine, hem aklına, hem dünyâsına, hem de âhiretine büyük zarar verir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bunun bahsinden bizi men eylemiştir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِذَا ذُكِرَ أَصْحَابِي فَأَمْسِكُوا وَإِذَا ذُكِرَتِ النُّجُومُ فَأَمْسِكُوا وَإِذَا ذُكِرَ الْقَدَرُ فَأَمْسِكُوا. (طب حل عم ثوبان عد عن عمر)

″Üç şeyden bahsetmeyin: Yıldızların ilminden, kaderden ve Ashâbım hakkında aralarında olan ihtilafları kötü görerek onların aleyhlerinde söz söylemekten.″[1] Yani bunlara aklınız yetmez, demektir.

Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu‘dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

Kader hususunda birbirimizle çekişmekte iken Resulullah Sallallâhu aleyhi ve sellem üzerimize çıka geldi. O kadar kızdı ki, yüzü kızarmıştı; hattâ yanaklarına sanki nar sıkılmıştı. Sonra şöyle buyurdu:

أَبِهَذَا أُمِرْتُمْ أَمْ بِهَذَا أُرْسِلْتُ إِلَيْكُمْ إِنَّمَا هَلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ حِينَ تَنَازَعُوا فِي هَذَا الْأَمْرِ عَزَمْتُ عَلَيْكُمْ أَلَّا تَتَنَازَعُوا فِيهِ (ت عن ابى هريرة)

″Size bu kader mevzuunda tartışmak mı emredildi? Yoksa ben size bununla mı gönderildim. Sizden öncekiler bu meselede çekiştikleri için helâk oldular. Artık bu hususta tartışmamanızı sizden ciddi olarak istiyorum.″[2]

İkincisi Levh-i Mahfuz’dur (Kader-i Muallak‘tır). Bu, Allah katında olan bir kitaptır. Bu kitapta, olacak her hâdise yazılmıştır. Bir kişi her ne amelde bulunacak ise, ana rahminde iken kayıt olunmuştur. Fakat Allah’u Teâlâ kulun yönelmesine göre, bu Levh-i Mahfuz’da olan kaderi dilerse değiştirir. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Ra‘d, Âyet 39’da şöyle buyurmaktadır:

Allah’u Teâlâ, dilediği hükmü siler ve dilediğini sâbit bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.

Bu bahiste Kur’ân-ı Kerîm‘de çok sıkı sıkı tembih vardır ki, siz isteyin vereceğim, denmiştir. Biz her ne istersek Hakk‘ın rızâsına (şeriata) uygun olan isteklerimizin hepsini Allah’ın vereceğine inanmalıyız. Kaderimde var ise zâten istesem de istemesem de olur demek, büyük günahtır; hattâ belki de küfürdür. Çünkü Cenâb-ı Hakk bu kadar vaadler ediyor ki, siz çalışırsanız, isterseniz; Cenneti, Cemâli, rızâyı vereceğini söylüyor.

Bu hususta Cenâb-ı Hakk Teâlâ Sûre-i Yûnus, Âyet 4’te şöyle buyurmaktadır:

Hepiniz O‘na dönersiniz. Bu, Allah’u Teâlâ’nın hak olan vaadidir. Şüphesiz O, mahlûkları yoktan var etmiştir. Sonra îman edip sâlih amellerde bulunanların mükâfatını adâletle vermek için, onları geri iâde eder. Kâfir olanlar için de küfürleri sebebiyle kaynar sudan bir içecek ve elim bir azap vardır.

Cebriyye, Mürcie ve Kaderiyye gibi bâtıl mezhepler, İlm-i Ezeliyye‘ye karıştıkları için dalâlete düşüp kâfir olmuşlardır.

Mürcie ve Cebriyye Mezhebi: Ezelde ne var, ne yok hepsi tayin edilmiş, iyi ve kötü ne ise olacak olmuş, bu değişmez. Hem de kulun elinde bir şey yoktur. Hepsini yapan Allah‘tır. O takdir etmese kim yapabilir, derler. Ve Cennetlik, Cehennemlik ezelde olmuştur. Kulun çalışması fayda vermez, derler. Kur’ân-ı Kerîm’e ve Hadis-i Şerif’lere muhâlif sözler ile kâfir, zındık olurlar. Bunlar, bu sözleri ile Allah’a iftira etmektedirler.

Kaderiyye Mezhebi: İnsan ne isterse yapar, Allah ne karışır. Kul fiilinin yaratıcısıdır, derler. Bunlar Allah‘ın yaratmasını yani kula kudret ve kuvvet vermesini inkâr ederler. Kâfir, zındık olurlar. Bunlar da Allah’a iftira etmektedirler.

Bunlar hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

صِنْفَانِ مِنْ اُمَّتِى لَعَنَهُمُ اللّٰهُ الْقَدَرِيَّةُ وَالْمُرْجِئَةُ الَّذِينَ يَقُولُونَ الْاِيمَانُ اِقْرَارٌ لَيْسَ فِيهِ عَمَلٌ (الديلمى عن حذيفة(

Ümmetimden iki sınıf var ki, Allah’ın lâneti onlara olsun. Biri kaderiyye, biri mürciedir. Bunlar ″Îman yalnız dil ile tasdikten ibârettir, onda amel yoktur″ derler.[3]

Hak olan Ehl-i Sünnet Mezhebi ise: Allah‘u Teâlâ yaratıcıdır. Kul fâili muhtardır. Yani kul, hayır veya şer kendi fiilini seçmekte serbesttir. Kul evvelâ işe niyetle teşebbüs eder, o işe karar verir. Allah’u Teâlâ da ondan sonra o işi yaratır; kula kuvvet, kudret verir. Kul bir şeye yönelip istemeden Allah‘u Teâlâ onu yaratmaz; kuvvet, kudret vermez. Hayrı rızâsı olarak verir. Şerri ise rızâsı olmayarak verir, der. İşte bu görüşten başkası reddedilmiştir.

Yukarıda zikredilen Mürcie ve Cebriyye gibi bâtıl mezhepler ise, ezelde bizim başımıza her ne gelecekse, Allah yazmıştır. Şimdi biz ne yapsak faydasızdır; öyle dilemiş, derler. İşte bu söz Allah’a karşı büyük iftirâdır, şeytan mezhebidir. Bu fâsıklar: ″Allah‘ın kazasından, kaderinden kurtulamazsın″ derler de böylece kaygısız olurlar, def‘i için Allah‘a yalvarıp çâresine bakmazlar.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

لَنْ يَنْفَعَ حَذَرٌ مِنْ قَدَرٍ وَلَكِنَّ الدُّعَاءَ يَنْفَعُ مِمَّا نَزَلَ وَمِمَّا لَمْ يَنْزِلْ فَعَلَيْكُمْ بِالدُّعَاءِ عِبَادَ اللّٰهِ. (حم طب ع والحكيم عن معاذ بن جبل)

″Kaderden sakınmak fayda vermez. Velâkin duâ etmek fayda verir; ister inmiş olsun, isterse inmemiş olsun. Ey Allah’ın kulları! Size (kader meselesinde def’ine çalışmanız için) Allah’a duâ edip yalvarmanızı tavsiye ederim.″[4]

فَإِذَا وَقَعَ بِأَرْضٍ وَأَنْتُمْ بِهَا فَلَا تَخْرُجُوا مِنْهَا وَإِذَا وَقَعَ بِأَرْضٍ وَلَسْتُمْ بِهَا فَلَا تَهْبِطُوا عَلَيْهَا (خ ت عن اسامة بن زيد)

″Tâun bir yerde baş gösterir ve siz de orada bulunursanız, oradan çıkmayın! Şâyet bir yerde baş gösterir ve siz de orada olmazsanız, o yere girmeyin!″[5]

إِنَّ الرَّجُلَ لَيُحْرَمُ الرِّزْقَ بِالذَّنْبِ يُصِيبُهُ وَلَا يَرُدُّ الْقَدَرَ إِلَّا الدُّعَاءُ وَلَا يَزِيدُ فِي الْعُمُرِ إِلَّا الْبِرُّ (حم عن ثوبان(

″Muhakkak kişi işlediği günahla rızıktan mahrum kalır. Kaderi ancak duâ geri çevirir. Ömür de ancak iyilikle artar.″[6]

Nitekim Yunus Aleyhisselâm’ın kavmine belâ geldiği halde yaptıkları duâ ile o belâ üzerlerinden kalktı ve ömürleri de uzadı. Bu husus Sure-i Yûnus, Âyet 96-98’de açık bir şekilde geçmektedir.

Bu konu hakkında daha nice Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif vardır. Allah’u Teâlâ kimseyi kâfir, Cehennemlik ve azap vermek için yaratmamıştır. Nitekim Allah’u Teâlâ Sûre-i Kehf, Âyet 55’te: ″Kendilerine hidâyet (Kur’ân ve Peygamber) geldiği zaman, insanları îman etmekten ve Rablerinden bağışlanma dilemekten meneden olmadı, ancak geçmiş ümmetlerin başlarına gelen felâketlerin gelmesini veya kendilerine azâbın ayânen gelmesini istemeleri oldudiye buyurmuştur. Allah’a ve âhirete îman etmekten meneden ne vardır? Bakınız, eğer Allah’u Teâlâ Cehennemlik yaratmış olsaydı, size îmandan meneden şey nedir? diye sormazdı.

Nitekim Sûre-i Nisâ, Âyet 147’de: Siz şükreder ve îman ederseniz, Allah’u Teâlâ size ne diye azap etsin? Allah’u Teâlâ Şâkir’dir (az ibâdete çok mükâfat verendir), her şeyi bilendirdiye buyrulmuştur. Yani, siz îman edip amel-i sâlih işlerseniz, size azap da yoktur, diye buyurmuşken, bâzıları bu delilleri yok sayıp Allah’a iftirâ ederler.

Eğer Allah‘u Teâlâ, kulun dilediğini vermeyip, zâten mukadder ne ise olur, dedikleri doğru olsa idi, namazın her rek‘atında okuduğumuz Sûre-i Fâtiha, Âyet 5-7’de: ″Allah’ım! Yalnız Sana ibâdet ederiz ve yalnız Sana sığınırız.* Bizi doğru yola hidâyet et,* o doğru yol ki, kendilerine in’am (ihsan) ettiklerinin, gazaba uğramayanların ve dalâlete düşmeyenlerin yoludur″ diye bu kadar duâ etmek, ne lâzım idi.

Bir kişi, zâten İlm-i Ezelî‘de her ne olacaksa olmuş; Cennetlik, Cehennemlik her ne ise zâten olacak olmuş der de kaygısız olursa, yukarıda Kur’ân’da geçen Allah’ın bütün vaadlerini ve bu delilleri hiçe saymış olur. Eğer ne olacak, ne bitecek onu Allah‘u Teâlâ bilmez dese, o da İlm-i Ezeliyye‘yi inkâr olur. Bunun içindir ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yukarıda geçen Hadis-i Şerif‘lerinde İlm-i Ezelî hakkında konuşmaktan menetmiştir.

Sonuç olarak Ehl-i Sünnet’e göre; Allah’u Teâlâ’nın İlm-i Ezeliyesi bakımından kader tektir. Çünkü Allah’u Teâlâ, yerde ve gökte, gizli ve âşikâr olmuş ve olacağı, gelmiş ve geleceği dil ile söyleneni hattâ hatıra geleni dahi ilm-i ezeliyesiyle bilir. Şu halde bilmediği bir şey yoktur. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Talâk, Âyet 12’de şöyle buyurmaktadır: ″… Muhakkak Allah’u Teâlâ’nın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.″


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 1411, 10296; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 45/18.

[2] Sünen-i Tirmizî, Kader 2; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 6003.

[3] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 636.

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21033; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 16627; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 3123; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 354/3.

[5] Sahih-i Buhârî, Enbiya 54; Sünen-i Tirmizî, Cenâiz 65.

[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21352.


﴿ كَدَأْبِ اٰلِ فِرْعَوْنَۙ وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاَخَذَهُمُ اللّٰهُ بِذُنُوبِهِمْۜ اِنَّ اللّٰهَ قَوِيٌّ شَد۪يدُ الْعِقَابِ ﴿٥٢﴾

52. Ey Resûlüm! Bunların hâli, Âl-i Firavun (Firavun ve adamları) ile onlardan öncekilerin hâli gibidir. Onlar, Allah’ın âyetlerini inkâr etmişlerdi. Allah’u Teâlâ da onları günahları sebebiyle cezâlandırdı. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, çok güçlüdür ve azâbı şiddetli olandır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Ey Resûlüm! Seni ve sana gönderilenleri inkâr eden bu müşriklerin hâli, Âl-i Firavun ve onlardan önce geçen inkârcıların hâli gibidir. Onlar, Allah’ın âyetlerini, mûcizelerini ve Peygamberini inkâr etmişlerdi. Allah, işledikleri günahlar sebebiyle onları cezâlandırmıştı. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, çok güçlüdür. Kimse O’nun cezâsından kurtulamaz. Cezâsı pek çetindir, başkasının cezâsına benzemez, anlamındadır.


﴿ ذٰلِكَ بِاَنَّ اللّٰهَ لَمْ يَكُ مُغَيِّرًا نِعْمَةً اَنْعَمَهَا عَلٰى قَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْۙ وَاَنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌۙ ﴿٥٣﴾

53. Çünkü bir kavim, kendi iyi hallerini değiştirmedikçe, Allah’u Teâlâ onlara verdiği nîmeti değiştirmez. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, her şeyi işiten ve bilendir.


﴿ كَدَأْبِ اٰلِ فِرْعَوْنَۙ وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِ رَبِّهِمْۚ فَاَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَاَغْرَقْنَٓا اٰلَ فِرْعَوْنَۚ وَكُلٌّ كَانُوا ظَالِم۪ينَ ﴿٥٤﴾

54. Onların bu hâli, Âl-i Firavun (Firavun ve adamları) ile onlardan öncekilerin hâli gibidir. Onlar, Rablerinin âyetlerini yalanlamışlardı. Biz de onları günahları sebebiyle helâk ettik ve Âl-i Firavun’u da denizde gark ettik. Bunların hepsi zâlim idiler.

İzah: Evvelkilerden helâk olan kavimler ve Âl-i Firavun’un denizde gark olması hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i A’râf, Âyet 59-137’ye bakınız.


﴿ اِنَّ شَرَّ الدَّوَٓابِّ عِنْدَ اللّٰهِ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَۚ ﴿٥٥﴾ اَلَّذ۪ينَ عَاهَدْتَ مِنْهُمْ ثُمَّ يَنْقُضُونَ عَهْدَهُمْ ف۪ي كُلِّ مَرَّةٍ وَهُمْ لَا يَتَّقُونَ ﴿٥٦﴾ فَاِمَّا تَثْقَفَنَّهُمْ فِي الْحَرْبِ فَشَرِّدْ بِهِمْ مَنْ خَلْفَهُمْ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ ﴿٥٧﴾ وَاِمَّا تَخَافَنَّ مِنْ قَوْمٍ خِيَانَةً فَانْبِذْ اِلَيْهِمْ عَلٰى سَوَٓاءٍۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْخَٓائِن۪ينَ۟ ﴿٥٨﴾

55-58. Şüphesiz Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en şerlisi, kâfir olanlardır. Artık onlar îman etmezler.* Ey Resûlüm! Onlar, kendileriyle ahidleştiğin, sonra da her defasında ahidlerini bozan kimselerdir. Onlar, (hâinlikten) sakınmazlar.* Onları harpte bulduğun vakit onlarla öyle harp et ki, arkalarındaki kimseler korkup ayrılsın. Umulur ki ibret alırlar.* Seninle ahidleşen bir kavmin, (ahidlerini bozarak) hâinlik etmesinden korkarsan, sen de ahdi bozduğunu aynı şekilde onlara bildir. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, hâinleri sevmez.

İzah: Burada bahsedilen zümre, Benî Kureyza Yahudileri’dir. Bunlar, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in düşmanları olan müşrikler ile dostluk kurmayacaklarına dair ahid vermişlerdi. Fakat Bedir’de müşriklere silah verdiler. Sonra unuttuk, hatâ ettik diyerek ahidlerini yenilediler. Hendek Savaşı’nda yine müşrikler tarafına geçerek ahidlerinde hainlik yaptılar. Hendek Savaşı’nda Allah’u Teâlâ, müşrikleri mağlup ederek Müslümanları gâlip getirince, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bu hâinlerden hesap sormak için Hendek Savaşı’nın bittiği gün Ashâb-ı Kirâm’a: ″Hiç kimse ikindi namazını Benî Kureyza yurduna varmadan kılmasın″ buyurdu. Sonuçta onların kaleleri muhâsara edilerek ele geçirildi ve o Yahudiler yaptıkları hâinliğin cezâsını çektiler.

Benî Kureyza Yahudileri hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Ahzâb, Âyet 26-27 ve izahına bakınız.


﴿ وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَبَقُواۜ اِنَّهُمْ لَا يُعْجِزُونَ ﴿٥٩﴾

59. Ve o kâfirler zannetmesinler ki, Allah’ın azâbından kurtulurlar. Aslâ kurtulamazlar.


﴿ وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِه۪ عَدُوَّ اللّٰهِ وَعَدُوَّكُمْ وَاٰخَر۪ينَ مِنْ دُونِهِمْۚ لَا تَعْلَمُونَهُمْۚ اَللّٰهُ يَعْلَمُهُمْۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ يُوَفَّ اِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ ﴿٦٠﴾

60. Ey Mü’minler! Onlara karşı gücünüzün yettiği her kuvvetten ve atlardan hazırlayın. Bununla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz, fakat Allah’u Teâlâ’nın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız, karşılığı size eksiksiz ödenir ve siz aslâ haksızlığa uğratılmazsınız.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, Müslümanların kâfirlere karşı, silah ve at gibi her türlü kuvvet ile zamanın şartlarına göre dâimâ hazırlıklı olmaları gerektiği emredilmektedir. O zamanın en etkili savaş aracı at olduğu için, at misal olarak verilmiştir. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in de yirmi tane kendine ait cins atı vardı.[1]

Ortam ve zamanın şartlarına göre Müslüman bir devletin, düşman-larına karşı elindeki imkânları kullanarak, ordusunu en mükemmel, en üst teknolojik silahlarla, düşmana korku verebilecek şekilde donatması gerekir. Âyet-i Kerîme’de: ″Ey Mü’minler! Onlara karşı gücünüzün yettiği her kuvvetten ve atlardan hazırlayın″ diye geçen ifade bu anlamdadır.

Ukbe b. Âmir Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَهُوَ عَلَى الْمِنْبَرِ يَقُولُ {وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ} أَلَا إِنَّ الْقُوَّةَ الرَّمْيُ أَلَا إِنَّ الْقُوَّةَ الرَّمْيُ أَلَا إِنَّ الْقُوَّةَ الرَّمْيُ (م د ت عنعقبة بن عامر)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem minberdeyken, Sûre-i Enfâl, Âyet 60’ı okudu ve ″Haberiniz olsun! Şüphesiz kuvvet, atmaktır. ″Haberiniz olsun! Şüphesiz kuvvet, atmaktır. ″Haberiniz olsun! Şüphesiz kuvvet, atmaktır″ buyurdu.[2] Burada geçen ″Kuvvet″ ifadesinden maksat, düşmana karşı üstünlük sağlayabilecek her türlü araç ve gereçleri temin edip, en iyi şekilde de kullanmayı öğrenmektir.

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كُلُّ مَا يَلْهُو بِهِ الْمَرْءُ الْمُسْلِمُ بَاطِلٌ إِلَّا رَمْيَهُ بِقَوْسِهِ وَتَأْدِيبَهُ فَرَسَهُ وَمُلَاعَبَتَهُ امْرَأَتَهُ فَإِنَّهُنَّ مِنَ الْحَقِّ (ه ت عنعقبة بن عامر)

″Kişinin kendisi ile oyalandığı her bir şey bâtıldır. Yayıyla ok atması, atını eğitmesi ve hanımı ile oynaşması müstesnâ. Çünkü bunlar hak cümlesindendir.″[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

عَلِّمُوا أَبْنَاءَكُمُ السِّبَاحَةَ وَالرَّمْيَ، وَالْمَرْأَةَ الْمِغْزَلَ (هب عن ابن عمر)

″Oğullarınıza yüzmeyi ve atıcılığı, kadınlara da örgü örmeyi öğretin.″[4]


[1] İmam Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 194-195.

[2] Sahih-i Müslim, İmâre 52 (167 Sünen-i Ebû Dâvud, Cihat 23; Sünen-i İbn-i Mâce, Cihat 19.

[3] Sünen-i Tirmizî, Fedâil’ul-Cihat 11; Sünen-i İbn Mâce, Cihat 19

[4] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 8411; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 7, s. 160.


﴿ وَاِنْ جَنَحُوا لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ﴿٦١﴾ وَاِنْ يُر۪يدُٓوا اَنْ يَخْدَعُوكَ فَاِنَّ حَسْبَكَ اللّٰهُۜ هُوَ الَّذ۪ٓي اَيَّدَكَ بِنَصْرِه۪ وَبِالْمُؤْمِن۪ينَۙ ﴿٦٢﴾ وَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْۜ لَوْ اَنْفَقْتَ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا مَٓا اَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ اَلَّفَ بَيْنَهُمْۜ اِنَّهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ ﴿٦٣﴾

61-63. Ey Resûlüm! Kâfirler barışa meylederlerse, sen de meylet ve Allah’a tevekkül et. Şüphesiz O, her şeyi işiten ve bilendir.* Eğer kâfirler (bu meyilleriyle kuvvet kazanmak için) seni aldatmak isterlerse, Allah’u Teâlâ sana yeter. O, seni yardımıyla ve Mü’minlerle kuvvetlendirdi.* Ve Mü’minlerin kalplerini sevgi ile birleştirdi. Sen yeryüzündeki şeylerin hepsini infak etseydin, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Lâkin Allah’u Teâlâ, onları birbirine sevdirdi. Şüphesiz O, her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

İzah: Medîne’de Evs ve Hazreç kabileleri arasında yüz yirmi yıldan beri süren kin ve düşmanlık vardı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Medîne’ye hicret ettiğinde, bunlar Müslüman oldu ve aralarındaki düşmanlık gitti ve yerini sevgi aldı. İşte Âyet-i Kerîme’de bu husus beyan edilmektedir.


﴿ يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ حَسْبُكَ اللّٰهُ وَمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ۟ ﴿٦٤﴾

64. Ey Peygamber! Sana ve sana tâbi olan Mü’minlere Allah’u Teâlâ yeter.

İzah: Rivâyete göre; bu Âyet-i Kerîme, Bedir Savaşı başlamadan hemen önce nâzil olmuştur.


﴿ يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ حَرِّضِ الْمُؤْمِن۪ينَ عَلَى الْقِتَالِۜ اِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ عِشْرُونَ صَابِرُونَ يَغْلِبُوا مِائَتَيْنِۚ وَاِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ مِائَةٌ يَغْلِبُٓوا اَلْفًا مِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاَنَّهُمْ قَوْمٌ لَا يَفْقَهُونَ ﴿٦٥﴾ اَلْـٰٔنَ خَفَّفَ اللّٰهُ عَنْكُمْ وَعَلِمَ اَنَّ ف۪يكُمْ ضَعْفًاۜ فَاِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ مِائَةٌ صَابِرَةٌ يَغْلِبُوا مِائَتَيْنِۚ وَاِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ اَلْفٌ يَغْلِبُٓوا اَلْفَيْنِ بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ مَعَ الصَّابِر۪ينَ ﴿٦٦﴾

65-66. Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye gâlip gelirler. Eğer sizden yüz kişi bulunursa, kâfirlerden bin kişiye gâlip gelirler. Çünkü onlar hakikatleri anlamayan bir kavimdir.* Şimdi Allah’u Teâlâ, sizden bu külfeti hafifletti ve bildi ki, sizde muhakkak bir zayıflık var. Bundan böyle sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, iki yüz kişiye gâlip gelirler. Eğer sizden bin kişi bulunursa, Allah’ın izniyle iki bin kişiye gâlip gelirler. Allah’u Teâlâ, sabredenlerle beraberdir.

İzah: Bu âyetler hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

لَمَّا نَزَلَتْ {إِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ عِشْرُونَ صَابِرُونَ يَغْلِبُوا مِائَتَيْنِ وَإِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ مِائَةٌ} فَكُتِبَ عَلَيْهِمْ أَنْ لَا يَفِرَّ وَاحِدٌ مِنْ عَشَرَةٍ … ثُمَّ نَزَلَتْ {الْآنَ خَفَّفَ اللّٰهُ عَنْكُمْ} الْآيَةَ فَكَتَبَ أَنْ لَا يَفِرَّ مِائَةٌ مِنْ مِائَتَيْنِ ... (خ عن ابن عباس)

″... Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye gâlip gelirler. Eğer sizden yüz kişi bulunursa, kâfirlerden bin kişiye gâlip gelirler…″ diye geçen Sûre-i Enfâl, Âyet 65 nâzil olduğunda, Müslüman-lardan bir kişinin on düşmandan kaçmaması farz kılınmış oldu. Daha sonra: ″ Şimdi Allah’u Teâlâ, sizden bu külfeti hafifletti ve bildi ki, sizde muhakkak bir zayıflık var…″ diye devam eden Sûre-i Enfâl, Âyet 66 nâzil olunca, Müslümanlardan yüz kişinin, iki yüz düşmandan kaçmaması farz kılınmış oldu.[1]

Bir Müslümanın savaşta iki kâfirin karşısında kaçması Allah’a ortak koşmak gibi büyük günahlardan sayılmıştır.[2] Bu hususta Sûre-i Enfâl, Âyet 15-16 ve izahına bakınız.


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Enfâl 6; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 6980.

[2] Sahih-i Buhârî, Vasâya 23, Sahih-i Müslim , Îman 38 (145).


﴿ مَا كَانَ لِنَبِيٍّ اَنْ يَكُونَ لَهُٓ اَسْرٰى حَتّٰى يُثْخِنَ فِي الْاَرْضِۜ تُر۪يدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَاۗ وَاللّٰهُ يُر۪يدُ الْاٰخِرَةَۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ ﴿٦٧﴾ لَوْلَا كِتَابٌ مِنَ اللّٰهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ ف۪يمَٓا اَخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ ﴿٦٨﴾

67-68. Kâfirler zillete uğrayıp İslâm Dîni kuvvet buluncaya kadar esirlerden fidye almak hiçbir Peygamber için câiz olmadı. Ey Mü’minler! Siz (esirlerden fidye almak sûretiyle) dünyâ malını istiyorsunuz. Allah’u Teâlâ ise âhireti kazanmanızı istiyor. Allah’u Teâlâ her şeye gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir.* Eğer Allah’u Teâlâ’nın (Bedir Savaşı’na katılan Mü’minlere azap etmeyeceğine dair) daha önce verilmiş bir hükmü olmasaydı, esirlerden fidye aldığınızdan dolayı büyük bir azâba uğrardınız.

İzah: Bedir Harbi’nde ölen kâfirlerin sayısı on ikisi bey olmak üzere, yetmiş kişiydi. Onlardan yetmişi de esir alınmıştı. Diğerleri kaçmış, bunlardan bir kısmı da yaralı idi. Bedir’de şehit olan Müslümanların sayısı, on dört kişi idi. Bu, büyük bir zaferdi.

Bedir’de kâfirlerden alınan yetmiş esir hakkında ne yapılacağını Allah’u Teâlâ Peygamberimize âyetle veya ilhamla bildirmeyip, rüyâda da göstermeyince, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Peygamberimiz dördü müşâvere yaptılar. Hz. Ali genç olduğundan, müşâvere heyetine dâhil edilmedi.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Yâ Ebû Bekir! Esirleri ne yapalım?″ diye sordu. Hz. Ebû Bekir: ″Akrabalarımızdır, belki Müslüman olurlar. Çok ağır fidye alıp bırakalım″ dedi. Hz. Ömer’e sordu. O da: ″Yâ Resûlallah! Ya Müslüman olsunlar, ya da öldürelim; eğer bırakırsak ilerde yine bize düşmanlık yaparlar″ dedi.[1] Hz. Osman’a sordu. O da Hz. Ebû Bekir’in söylediği gibi: ″Yâ Resûlallah! Çok para alalım, silahlanalım, kendileri fakir olur. Bizimle harp edemezler″ dedi.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem çok düşündü. Allah’u Teâlâ’dan da bir işâret gelmeyince, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Osman’ın sözünü tasdik etti. Zenginlerden fidye alıp bıraktılar. Para ödeyemeyecek kadar fakir olanlar da, Medîneli on çocuğa okuma yazma öğrettiler, onları da öylece bıraktılar. Fakir olup, okuma yazma bilmeyenler ve diğerleriyle de kendileriyle harp etmeyeceklerine dair antlaşma yaptılar. Böylece hepsi serbest bırakıldı. Cebrâil Aleyhisselâm geldi ve ″Siz, onlara acıdınız! Onlar zamanı gelince sizin evlatlarınıza acımayacaklar″ dedi ve daha sonra da Hz. Ömer’in sözünü tasdik eden bu Sûre-i Enfâl, Âyet 67-68’i okudu.[2]

Nitekim Sûre-i Enfâl, Âyet 71’de: ″Eğer o esirler, sana ihânet etmek isterlerse şaşırma…″ diye buyrulmakta ve ileride bu serbest bırakılan müşriklerin, Müslümanlara ihânet ederek büyük zarar verecekleri bildirilmektedir. O esirler, yaptıkları antlaşmayı bozarak, Uhud ve Hendek Savaşları’nda Müslümanların büyük sıkıntılar çekmelerine sebep olmuşlardır.

Bedir esirlerini fidye karşılığında bıraktıklarında, Allah’u Teâlâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i; ″Eğer Allah’u Teâlâ’nın (Bedir Savaşı’na katılan Mü’minlere azap etmeyeceğine dair) daha önce verilmiş bir hükmü olmasaydı, esirlerden fidye aldığınızdan dolayı büyük bir azâba uğrardınız ″ Kavl-i Kerîmi ile itap[3] buyurduğunda, Resûlü Ekrem Efendimiz, Hz. Ebû Bekir ile oturup ağlamışlardı. Zîrâ bu fidye meselesi, Hz. Ebû Bekir’in işâretiyle olmuştu. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’e muhalefet etmişti. Resûlullah (Sallâhu aleyhi vesellem: ″Eğer bu hususta gökten bir azap inseydi, Ömer’den başkası kurtulamazdı″ buyurmuştur.[4]

Yine Âyet-i Kerîme’de, Bedir’e katılan Müslümanların, Allah tarafından bağışlandığı da beyan edilmektedir. Bu hususta Mücâhid, Hasan-ı Basrî ve Said b. Cübeyr Hazretleri de: ″Bu Âyet-i Kerîme’de, önceden verilmiş hükümden maksadın, Allah’u Teâlâ’nın, Bedir’e katılanların geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamış olmasıdır″ diye buyurmuşlardır.

Bedir’e katılan Müslümanların bağışlandığına dair Hz. Ali’den nakledilen Hadis-i Şerif’te, şu hâdise nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, benimle Zübeyr ve Mikdâd’ı gönderdi ve ″Hemen Hâh bostanına[5] kadar gidin. Orada mahfe içinde yolcu olan bir kadın var. Yanında da bir mektup var. Çabuk mektubu, o kadından alıp getirin″ buyurdu. Biz hemen çıktık, atlarımızı koşturarak bahçeye vardık. Hakikaten orada kadınla karşılaştık. Kadına:

- Mektubu çıkar, dedik. Kadın:

- Yanımda mektup yoktur, dedi. Kadına:

- Ya mektubu çıkarırsın yahut da elbiseni soyunursun, dedik. Bunun üzerine kadın, mektubu örülü saç bağları arasından çıkardı. Biz de onu Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e getirdik. Bu mektup da:

- Hatıb b. Ebû Beltea’dan, Mekkeli müşriklerden bâzı insanlara! deniliyor ve onlara Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bâzı işlerini haber veriyordu. Bunun üzerine Peygamberimiz:

- Ey Hatıb! Bu ne? diye sordu. Hatıb:

- Yâ Resûlallah! Üzerime varmakta acele etme. Ben Kureyş içinde alâkası olan bir kimseyim. (Râvi Süfyan: ″Onların müttefiki idi, fakat Kureyş’ten değil idi″ dedi). Maiyetinde bulunan Muhâcirlerin Mekkelilere akrabalıkları vardır. Mekke’deki ailelerini o sebeple himâye ederler. Benim ise Mekkelilere nesep bakımından münasebetim olmadığı için, yakınlarımı himâye edecek bir dost kazanmak istedim. Yoksa ben bunu ne bir küfür, ne dînimden dönmek, ne de İslâm’dan sonra kâfirliğe râzı olmak için yaptım, dedi. Peygamberimiz buyurdu ki:

- Doğru söyledi. Bunun üzerine Hz. Ömer:

- Yâ Resûlallah! Beni bırak da şu münafığın boynunu vurayım! dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de:

إِنَّهُ قَدْ شَهِدَ بَدْرًا وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّ اللّٰهَ اطَّلَعَ عَلَى أَهْلِ بَدْرٍ فَقَالَ اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ فَقَدْ غَفَرْتُ لَكُمْ فَأَنْزَلَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ {يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا عَدُوِّي وَعَدُوَّكُمْ أَوْلِيَاءَ} (م عن على)

- Hatıb, Bedir Harbi’nde hazır bulundu. Ne biliyorsun, Allah’u Teâlâ’nın, Bedir Ehli hakkında bir bildiği var ki onlara: ″Dilediğinizi yapın, Ben sizi bağışladım″ diye buyurdu. İşte bu olay üzerine de Allah’u Teâlâ: ″Ey îman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin...″ diye devam eden Sûre-i Mümtehine, Âyet 1 nâzil olmuştur.[6]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

لَنْ يَدْخُلَ النَّارَ رَجُلٌ شَهِدَ بَدْرًا وَالْحُدَيْبِيَةَ (حم عن جابر)

″Bedir ve Hudeybiye’de bulunan hiçbir kimse Cehenneme girmeyecektir.″[7]


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 7, s. 190.

[2] Ayrıca bakınız: Sahih-i Müslim, Cihat 18 (58 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 203; Sünen-i Ebû Dâvud, Cihat 121; Sünen-i Tirmizî, Tef­sir’ul-Kur’ân 8.

[3] İtap, azarlama ve paylama anlamına gelmektedir..

[4] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfat, c. 1, s. 344.

[5] Burası, Mekke ile Medîne arasında ve Medîne’ye 12 mil mesafede bir yerin adıdır.

[6] Sahih-i Müslim, Fedâil’üs-Sahâbe 36 (161 Sahih-i Buhârî, Cihat 141, Sünen-i Ebû Dâvud, Cihat 98.

[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 14725.


﴿ فَكُلُوا مِمَّا غَنِمْتُمْ حَلَالًا طَيِّبًاۘ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟ ﴿٦٩﴾

69. Artık elde ettiğiniz ganîmetten helâl ve temiz olarak yiyin. Allah’tan korkun! Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

İzah: En helâl olan mal, ganîmet malıdır. Ganîmet malı, bir tek Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ve ümmetine helâl kılınmıştır. Bu sebeple İslâm devletleri, Kâbe’ye yapacakları tâmiratları, kâfirlerden ele geçirilen ganîmet mallarıyla yaparlardı.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أُعْطِيتُ خَمْسًا لَمْ يُعْطَهُنَّ أَحَدٌ مِنَ الْأَنْبِيَاءِ قَبْلِي نُصِرْتُ بِالرُّعْبِ مَسِيرَةَ شَهْرٍ وَجُعِلَتْ لِي الْأَرْضُ مَسْجِدًا وَطَهُورًا وَأَيُّمَا رَجُلٍ مِنْ أُمَّتِي أَدْرَكَتْهُ الصَّلَاةُ فَلْيُصَلِّ وَأُحِلَّتْ لِي الْغَنَائِمُ وَكَانَ النَّبِيُّ يُبْعَثُ اِلَى قَوْمِهِ خَاصَّةً وَبُعِثْتُ إِلَى النَّاسِ كَافَّةً وَأُعْطِيتُ الشَّفَاعَةَ (خ م حم ه عن جابر)

″Bana, benden önce hiçbir Peygambere verilmeyen beş özellik verildi: Bir aylık mesafeden düşmanın kalbine korku salmakla ilâhi yardıma mazhar oldum. Yeryüzü benim için mescit (namaz kılma mahalli) ve temiz kılındı; ümmetimden kim bir namaz vaktine erişirse, hemen bulunduğu yerde namazını kılsın. Ganîmetler bana helal kılındı. Benden önceki Peygamberler sâdece kendi kavmine Peygamber olarak gönderiliyordu, ben ise bütün insanlığa Peygamber olarak gönderildim. Bana şefaat yetkisi verildi.″[1] (Bir diğer Hadis-i Şerif’te: ″Mahşer günü ilk şefaat edecek ve şefaatı kabul edilecek olan benim″[2] diye buyrulmuştur.)

Ganîmet hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Enfâl, Âyet 1 ve izahına bakınız.


[1] Sahih-i Buhârî, Salat 56; Sahih-i Müslim, Mesâcid 1 (3).

[2] Sahih-i Müslim, Fedâil 2 (3 Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 12; Sünen-i Tirmizî, Menâkib 3.


﴿ يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لِمَنْ ف۪ٓي اَيْد۪يكُمْ مِنَ الْاَسْرٰٓىۙ اِنْ يَعْلَمِ اللّٰهُ ف۪ي قُلُوبِكُمْ خَيْرًا يُؤْتِكُمْ خَيْرًا مِمَّٓا اُخِذَ مِنْكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٧٠﴾

70. Ey Peygamber! Elinizde olan esirlere de ki: ″Eğer Allah’u Teâlâ sizin kalplerinizde bir hayır (îman) görürse, sizden alınan fidyeden daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Allah’u Teâlâ çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebi Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan şöyle nakledilmiştir:

لَمَّا بَعَثَ أَهْلُ مَكَّةَ فِي فِدَاءِ أَسْرَاهُمْ، بَعَثَتْ زَيْنَبُ بِنْتُ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي فِدَاءِ أَبِي الْعَاصِي وَبَعَثَتْ فِيهِ بِقِلَادَةٍ فَلَمَّا رَآهَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَقَّ رِقَّةً شَدِيدَةً وَقَالَ: إِنْ رَأَيْتُمْ أَنْ تُطْلِقُوا لَهَا أَسِيرَهَا. وَقَالَ الْعَبَّاسُ :إِنِّي كُنْتُ مُسْلِمًا يَا رَسُولَ اللّٰهِ. قَالَ: اللّٰهُ أَعْلَمُ بِإِسْلَامِكَ، فَإِنْ تَكُنْ كَمَا تَقُولُ فَاللّٰهُ يَجْزِيكَ، فَافْدِ نَفْسَكَ وَابْنَيْ أَخَوَيْكَ؛ نَوْفَلَ بْنَ الْحَارِثِ، وَعَقِيلَ بْنَ أَبِي طَالِبٍ، وَحَلِيفَكَ عُتْبَةَ بْنَ عَمْرٍو. قَالَ: مَا ذَاكَ عِنْدِي يَا رَسُولَ اللّٰهِ. قَالَ: فَأَيْنَ الْمَالُ الَّذِي دَفَنْتَ أَنْتَ وَأُمُّ الْفَضْلِ؟ فَقُلْتَ لَهَا: إِنْ أُصِبْتُ فَهَذَا الْمَالُ لِبَنِيِّ. فَقَالَ: وَاللّٰهِ يَا رَسُولَ اللّٰهِ، إِنَّ هَذَا لَشَيْءٌ مَا عَلِمَهُ غَيْرِي وَغَيْرُهَا، فَاحْسُبْ لِي مَا أَصَبْتُمْ مِنِّي عِشْرِينَ أُوقِيَّةً مِنْ مَالٍ كَانَ مَعِي. فَقَالَ: أَفْعَلُ. فَفَدَى نَفْسَهُ وَابْنَيْ أَخَوَيْهِ وَحَلِيفَهُ، وَنَزَلَتْ: {قُلْ لِمَنْ فِي أَيْدِيكُمْ مِنَ الأَسْرَى إِنْ يَعْلَمِ اللّٰهُ فِي قُلُوبِكُمْ خَيْرًا يُؤْتِكُمْ خَيْرًا مِمَّا أُخِذَ مِنْكُمْ{ فَأَعْطَانِي مَكَانَ الْعِشْرِينَ أُوقِيَّةً فِي الْإِسْلَامِ عِشْرِينَ عَبْدًا، كُلُّهُمْ فِي يَدِهِ مَالٌ يَضْرِبُ بِهِ مَعَ مَا أَرْجُو مِنْ مَغْفِرَةِ اللّٰهِ. (الحاكم وصححه والبيهقي في سننه عن عائشة)

Mekkeliler, esir düşen adamları için fidyeleri gönderdiklerinde, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kızı Hz. Zeyneb de, kocası Ebu’l-Âs’ın fidyesini gönderdi. Gönderdiği fidyenin içerisinde bir gerdanlık da vardı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem görünce çok duygulandı ve ″Onun esir düşen kocasını bıraksanız olmaz mı?″ buyurdu. Hz. Abbas da: ″Yâ Resûlallah! Ben de Müslüman biriyim″ deyince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Müslüman olup olmadığını Allah’u Teâlâ bilir. Şâyet dediğin gibiysen de bunun karşılığını Allah’u Teâlâ sana verecektir. Kendi fidyeni, kardeşlerinin oğulları Nefvel b. el-Hâris ile Âkil b. Ebû Tâlib’in fidyelerini ve anlaşmalı olduğun Utbe b. Amr’ın fidyesini öde″ karşılığını verdi. Hz. Abbas: ″Yâ Resûlallah! Bu kadar malım yok″ deyince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Ümmü’l-Fadl ile birlikte gömdüğünüz ve ona, şayet bana bir şey olursa bunlar çocuklarımındır, dediğin paralar nerede?″ diye sordu. Hz. Abbas: ″Yâ Resûlallah! Vallâhi, bunu Ümmü’l-Fadl ile benden başka bilen yok. Benimle birlikte ele geçirdiğiniz yirmi ukiyyeyi benim fidyem olarak say″ deyince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Olur″ buyurdu. Bu şekilde Hz. Abbas, kendi fidyesiyle yeğenlerinin ve anlaşmalı olduğu kişinin fidyelerini ödedi. Sonrasında, ″Ey Peygamber! Elinizde olan esirlere de ki: ″Eğer Allah’u Teâlâ sizin kalplerinizde bir hayır (îman) görürse, sizden alınan fidyeden daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar…″ diye devam eden Sûre-i Enfâl, Âyet 70 nâzil oldu.

Bu konuda Hz. Abbas şöyle demiştir: ″Allah’u Teâlâ fidye olarak verdiğim yirmi ukiyyeye karşılık bana yirmi köle verdi. Her biri de ticaretten anlayan ve malımla ticaret yapan kişilerdi. Bununla birlikte de Allah’u Teâlâ’dan bağışlanmayı umuyorum.″[1]


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 7, s. 198, 200.


﴿ وَاِنْ يُر۪يدُوا خِيَانَتَكَ فَقَدْ خَانُوا اللّٰهَ مِنْ قَبْلُ فَاَمْكَنَ مِنْهُمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ ﴿٧١﴾

71. Eğer o esirler, sana ihânet etmek isterlerse şaşırma. Muhakkak ki onlar, daha önce Allah’a da ihânet etmişlerdi. Bu yüzden Allah’u Teâlâ onlara karşı sana imkân verdi (Bedir’de onları öldürdü ve esir etti). Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.


﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَالَّذ۪ينَ اٰوَوْا وَنَصَرُٓوا اُو۬لٰٓئِكَ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَلَمْ يُهَاجِرُوا مَا لَكُمْ مِنْ وَلَايَتِهِمْ مِنْ شَيْءٍ حَتّٰى يُهَاجِرُواۚ وَاِنِ اسْتَنْصَرُوكُمْ فِي الدّ۪ينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ اِلَّا عَلٰى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ م۪يثَاقٌۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ ﴿٧٢﴾

72. Îman edip hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat eden Muhâcirler ile onları barındırıp yardım eden Ensâr var ya, işte bunlar birbirlerinin dostudurlar. Îman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar (mîras hususunda) aranızda hiçbir velâyet sorumluluğu yoktur. Onlar, din hususunda sizden yardım talep ederlerse, onlara yardım etmek üzerinize vâciptir. Fakat harp etmemek üzere antlaşma yaptığınız kavim ile harp etmek için sizden yardım isterlerse, yardım etmeyin. Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.

İzah: Mekke’den Medîne’ye hicret eden Muhâcirlerle, onları barındıran Ensar, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından kardeş yapılmış, aralarındaki dostluk o dere­ceye ulaşmıştı ki, birbirlerine mîrasçı olmuşlardı.[1] Daha sonra mîras hükümlerini açıklığa kavuşturan âyetler geldi ve âyetlerde belirtilen akrabalar dışında, Mü’minlerin birbirlerine mîrasçı olmaları kaldırıldı.


[1] Sûre-i Nisâ, Âyet 11, 12, 176. Yine bu hususta bakınız: Sûre-i Enfâl, Âyet 75.


﴿ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۜ اِلَّا تَفْعَلُوهُ تَكُنْ فِتْنَةٌ فِي الْاَرْضِ وَفَسَادٌ كَب۪يرٌۜ ﴿٧٣﴾

73. Kâfirler de birbirlerinin dostudurlar. Ey Mü’minler! Siz birbirinizi dost edinmezseniz, yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat olur.

İzah: Mü’minlerin birbirlerine muhabbet besleyerek birlik ve beraberlik içinde olmaları gerektiğine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتَّى تُؤْمِنُوا وَلَا تُؤْمِنُوا حَتَّى تَحَابُّوا أَوَلَا أَدُلُّكُمْ عَلَى شَيْءٍ إِذَا فَعَلْتُمُوهُ تَحَابَبْتُمْ أَفْشُوا السَّلَامَ بَيْنَكُمْ (م ت عن ابى هريرة)

″Sizler îman etmedikçe, cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de îman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi sevmiş olacağınız bir şeyi göstereyim mi? Aranızda selâmı yayın.″[1]

Mü’minlerin kâfirleri dost edinmemeleri hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ جَامَعَ الْمُشْرِكَ وَسَكَنَ مَعَهُ فَإِنَّهُ مِثْلُهُ (د عن سمرة بن جندب)

″Her kim müşrikle birlikte olur ve onunla beraber oturursa, şüphesiz o da onun gibidir.″[2]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

اَلْمَرْءُ عَلَى دِينِ خَلِيلِهِ فَلْيَنْظُرْ أَحَدُكُمْ مَنْ يُخَالِلْ (حم هب ك عن ابى هريرة)

″Kişi dostunun dîni üzeredir. Bu nedenle kişi kiminle dost olacağına dikkat etsin.″[3]


[1] Sahih-i Müslim, Îman 22 (93 Sünen-i Tirmizi, Sıfat-ı Kıyâmet 56.

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Cihat 170.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned Hadis No: 8065; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7868.


﴿ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَالَّذ۪ينَ اٰوَوْا وَنَصَرُٓوا اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقًّاۜ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَر۪يمٌ ﴿٧٤﴾

74. Îman edip hicret edenler, Allah yolunda cihat edenler ve Muhâcirleri barındırıp yardım eden Ensar var ya, işte onlar hakkıyla Mü’mindirler. İşte onlar için bağışlanma ve bol rızık vardır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de olduğu gibi, Allah’u Teâlâ yüzlerce Âyet-i Kerîme’de, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbı olan Muhâcir ve Ensârı övmekte ve onlara büyük mükâfatlar vaad etmektedir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de birçok Hadis-i Şerif’inde Ashâb-ı Kirâm’a dil uzatanlara lânet etmektedir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

اِذَا رَأَيْتُمْ الَّذِينَ يَسُبُّونَ أَصْحَابِى فَقُولُوا لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى شَرِّكُمْ (ت عن ابن عمر(

Ashâbıma hakaret edenleri gördüğünüz vakit, ″Allah’ın lâneti sizin şerrinize olsun″ deyin.[1]

إِنَّ اللّٰهَ اخْتَارَنِي وَاخْتَارَ أَصْحَابِي فَجَعَلَهُمْ أَصْهَارِي وَجَعَلَهُمْ أَنْصَارِي وَإِنَّهُ سَيَجِيءُ فِي آخِرِ الزَّمَانِ قَوْمٌ يَنْتَقِصُونَهُمْ أَلَا فَلَا تُنَاكِحُوهُمْ أَلَا فَلَا تَنْكِحُوا إِلَيْهِمْ أَلَا فَلَا تُصَلُّوا عَلَيْهِمْ عَلَيْهِمْ حَلَّتْ لَعْنَةُ (عق ابن النجار عن انس بن مالك(

″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, Beni ve Ashâbımı seçti. Ashâbımı Bana akraba ve yardımcılar kıldı. Bilesiniz âhir zaman­da bir kısım insanlar çıkıp Ashâbımın kadrini, kıymetini düşürmeye çalışacak. Dik­kat edin! Onlarla evlenmeyin. Dik­kat edin! Onlara kız vermeyin. Dikkat edin! Onlarla birlikte namaz kılmayın. Onla­rın (cenâze) namazını da kılmayın. Onlara Hakk’ın lâneti inmiştir.″[2]

اللّٰهَ اللّٰهَ فِى أَصْحَابِى فَمَنْ أَبْغَضَهُمْ فَلِبُغْضِى أَبْغَضَهُمْ وَمَنْ أَحَبَّهُمْ فَلِحُبِّى أَحَبَّهُمْ اَللّٰهُمَّ اَحَبَّ مَنْ أَحَبَّهُمْ وَاَبْغِضِى مَنْ أَبْغَضَهُمْ (ابن النجار عن انس)

″Ashâbım hakkında Allah, Allah derim. Kim onlara buğzederse Bana buğzetmiştir. Ben de o kimseye buğzederim. Kim de Ashâbımı severse, Beni sevmiştir. Ben de o kimseleri severim. Allah’ım! Ashâbımı sevenleri sev, Ashâbıma buğzedenlere buğzet.″[3]

لَا تَسُبُّوا أَصْحَابِى فَمَنْ سَبَّ أَصْحَابِى فَعَلَيْهِ لَعْنَةُ اللّٰهِ وَالْمَلٰئِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ لَا يُقْبَلُ مِنْهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ صَرْفٌ وَلَا عَدْلٌ (أبو نعيم عن جابر)

″Ashâbıma hakaret etmeyin. Kim Ashâbıma hakaret ederse, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerine olur ve mahşer gününde de onun (dünyâda iken yaptığı) hiçbir iyi ameli kabul edilmez.″[4]

شَفَاعَتِى مُبَاحَةٌ اِلَّا لِمَنْ سَبَّ أَصْحَابِى. (حل عن عبد الرحمن بن عوف)

″Benim şefaatim, Müslüman olan herkese olacaktır. Ancak Ashâbıma hakaret edenlere şefaatim yoktur.″[5]


[1] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 53.

[2] Kütüb-i Sitte, c. 1, s. 525; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 89/7; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32468, 32529.

[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 185/5; Sünen-i Tirmizî, Menâkib 53; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 19641.

[4] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 473/8; Kenz’ül-İrfan, Hadis No: 155.

[5] Kenzul-Ummal, Hadis No: 39058; Kenz’ül-İrfan, Hadis No: 162.


﴿ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْ بَعْدُ وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا مَعَكُمْ فَاُو۬لٰٓئِكَ مِنْكُمْۜ وَاُو۬لُوا الْاَرْحَامِ بَعْضُهُمْ اَوْلٰى بِبَعْضٍ ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ ﴿٧٥﴾

75. Sonradan îman edip hicret edenler ve sizinle beraber cihat edenlere gelince, işte onlar da sizdendir. Allah’ın kitabına göre, (mîrasçı olma bakımından) akrabalar birbirlerine daha lâyıktır­lar. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ her şeyi hakkıyla bilendir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

Hicret sonrası Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Ashâbını birbirleriyle kardeş kıldı. Bu kardeşliğe göre de birbirlerine mîrasçı oldular. Allah’ın kitabına göre, (mîrasçı olma bakımından) akrabalar birbirlerine daha lâyıktır­lar″ diye geçen âyet nâzil olunca, bu uygulamayı bıraktılar ve mîrası akrabalığa göre paylaşmaya başladılar.[1]

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, şu Hadis-i Şerif’inde, Muhâcir ve Ensârı tâkip eden Mü’minlerin vasıflarından bahsetmekte ve bu vasıfta olanların da Muhâcir ve Ensâr gibi olduklarını beyan etmektedir:

غَشِيَتْكُمُ السَّكْرَتَانِ سَكْرَةُ حُبِّ الْعَيْشِ وَحُبُّ الْجَهْلِ فَعِنْدَكَ ذَلِكَ لَا تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَلا تَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَالْقَائِمُونَ بِالْكِتَابِ وَالسُّنَّةِ كَالسَّابِقِينَ الأَوَّلِينَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالأَنْصَارِ (حل عن عائشة)

″Âhir zamanda iki sarhoşluk sizi kaplar. Birincisi, geçim sarhoş-luğudur. İkincisi de cehâlet sarhoşluğudur. O zaman ne iyiliği emreder, ne de kötülükten nehyedersiniz. İşte o zaman da Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti ile amel edip başkalarına da öğretenler, (derece bakımından) öne geçen Muhâcir ve Ensâr gibidirler.″[2]


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 7, s. 210.

[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 321/5.