Kâfirlerle Hangi Durumda Savaşılır?

Müslümanlar tarafından harbe başlamak farz-ı kifâyedir. Ancak Müslümanların savaş meydanına atılması için şu şartların bulunması lâzımdır:

1- Düşmanın İslâm dinine olan dâveti kabul etmemesi.

2- Müslümanlar ile düşmanlar arasında anlaşma bulunmaması.

3- Müslümanların savaşa yetecek kuvvet ve kudretlerinin bulunması.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ilk vazifesi tebliğden ve Allah’u Teâlâ’ya ortak koşanlardan yüz çevirmekten ibârettir. Nitekim Allah’u Teâlâ Sûre-i Hicr, Âyet 94’te: ″Ey Resûlüm! Emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir″ diye buyurmuştur. Bundan sonra İslâm dinine güzellikle ve tatlılıkla dâvet etmesi emredilmiştir. Nitekim Allah’u Teâlâ Sûre-i Nahl, Âyet 125’te: ″Ey Resûlüm! İnsanları, Kur’ân ve güzel öğüt ile Rabbinin yoluna dâvet et. Ve onlarla en güzel sûretle mücâdele et″ diye buyurmuştur. Daha sonra savaşa izin verilmiştir. Bundan sonra, haram olan aylar geçmek suretiyle emredildi. Nitekim Allah’u Teâlâ Sûre-i Tevbe, Âyet 36’da: ″Muhakkak ki, Allah katında ayların sayısı, Allah’ın kitabında (Levh-i Mahfuz’unda) gökleri ve yeri yarattığı günden beri on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. Bu dört ayın haram kılınışı, (Hz. İbrâhim’den gelen) doğru dinin hesabı ve hükmüdür. Artık o aylarda (savaşarak) nefsinize zulmetmeyin. Ey Mü’minler! Müşrikler sizinle nasıl top­luca savaşıyorlarsa, siz de onlarla topluca savaşın″ diye buyurmuştur. En nihâyet bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda savaş farz kılınmıştır. Nitekim Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 193’te: ″Bir fitne kalmayıp, din yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın″ diye buyurmuştur.

Beyt’ül-malda ganimet bulunursa, hükümdarın (kâfirlerle savaşmak için) zenginlerden para alması mekruhtur. Zîrâ böyle bir şey almak, ücrete benzer. Cihatta ücret almak haramdır. Ücrete benzeyen şey de mekruhtur. Çünkü zarûret yoktur. Eğer beyt’ül malda ganimet bulunmazsa, hükümdarın zenginlerden para alması mekruh değildir. Zîrâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Saffân Radiyallâhu anhu’nun rızâsı yok iken zırhını almıştır. Hz. Ömer Radiyallahu anhu da, harbe gidemeyenlerin atlarını alıp, harbe gidenlere vermiştir.[1]

Cihattan önce kâfirler İslâm’a dâvet edilir. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan;

أَنَّ النَّبِيَّ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ مَا قَاتَلَ قَوْمًا حَتَّى دَعَاهُمْ إلَى الْإِسْلَامِ.

″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, kâfirleri İslâm’a dâvet etmeden, onlarla savaşmazlardı″[2] diye nakledilmiştir. Eğer onlar, Müslümanlığı kabul ederlerse, savaşa son verilir. Çünkü Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

أُمِرْت أَنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَقُولُوا لَا إلَهَ إلَّا اللّٰهُ. (خ عن أنس بن مالك)

″Lâ ilâhe illallah deyinceye kadar insanlarla savaşmak bana emrolundu″[3] diye buyurmuştur. Sa’dî Efendi; ″Kâfirler, ″Muhammed’ün Resûlullah″ demedikçe, ″Lâ ilâhe illallâh″ demeleri yeterli olmaz″ demiştir. Lâkin ona şöyle cevap verilir: Kelime-i Şehâdet’in birinci cümlesi, iki cümlesine alem (ad) olmuştur. Nitekim ″Kul hüvallâhu ehad″i okudum, denilince sûrenin tamamının okunduğu murad edilir. Buhârî şerhi Kirmânî’de böyle açıklanmıştır.[4] Zîrâ bu hususta bir Hadis-i Şerif’inde Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أُمِرْتُ أَنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَشْهَدُوا أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ فَإِذَا فَعَلُوا ذَلِكَ عَصَمُوا مِنِّي دِمَاءَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ إِلَّا بِحَقِّ الْإِسْلَامِ وَحِسَابُهُمْ عَلَى اللّٰهِ (خ م عن ابن عمر)

″Onlar -Lâ ilâhe illallâh Muhammed’un Resûlullâh- deyinceye, namazı kılıp zekâtı verinceye kadar, ben onlarla savaşmakla emrolundum. Onlar bu şeyleri yaptıkları sürece, kanlarını ve mallarını benden koru­muş olurlar. Ancak İslâm’ın getirdiği haklar müstesnâ. Onların her birinin hesabı Allah’a aittir.″[5]

Eğer kâfirler, İslâmiyeti kabul etmezlerse; cizye ehlinden iseler cizye vermeye dâvet ederiz. Meselâ; Hristiyanlar, Yahudiler, Mecûsiler, acemlerden (Arap olmayanlardan) putlara tapanlar gibi olanlar, cizye vermeye ehildirler. Ama mürtetler, Araplardan puta tapanlar, cizye vermeye ehil değillerdir. Bunlardan, İslâmiyetten başkası kabul edilmez. Çember içine aldığımız kâfirler, cizye ehlinden olurlarsa, onlara cizyenin miktarı ve ne zaman üzerlerine vâcip olacağı açıklanır. Eğer cizyeyi kabul ederlerse, bizim menfaatimize olan şeyler onların da menfaatine; bizim zararımıza olan şeyler onların da zararına olmuş olur. Çünkü Hz. Ali Radiyallâhu anhu; ″Onların kanları, kanlarımız gibi; malları, mallarımız gibi olması için cizye vermeyi kabul etmişlerdir″ demiştir. Bilindiği gibi bu hüküm, umum üzere değildir. Eğer bu hüküm umum üzere olsa, bizim üzerimize vâcip olan ibadetlerden ve diğerlerinden onların üzerine de vâcip olması lâzım gelirdi. Kâfirler ise, Hanefi mezhebine göre; ibâdet ile muhatap değildir. Bâzı âlimlere göre ise, muhataptırlar. Burada; ″Bizim menfaatimize olan şeyler onların da menfaatine; bizim zararımıza olan şeyler onların da zararına olmuş olur″ sözünden murad; ″Eğer onların mallarına veya canlarına saldıran olursa yahut onlardan bâzısı bizim canımıza ve malımıza saldırırsa, bu durumlarda herkese vâcip olan hüküm ne ise ve her ne taraftan gelirse gelsin, hüküm tatbik edilir″ demektir.

İslâm’a dâvet kendisine erişmemiş olan kimse ile Müslümanlığa dâvet olunmadan önce savaşmak haramdır. Zîrâ Allah’u Teâlâ Sûre-i İsrâ, Âyet 15’te: ″Biz, bir Resûl göndermedikçe (hiçbir kavme) azap etmeyiz″ diye buyurmuştur. İslâmiyet kendisine ulaşmış olan kimseleri de, yeniden İslâm’a dâvet etmek mendûbdur (sevaplıdır). Mendûb olması; bir şüphe kalmaması içindir. Yoksa vâcip değildir. Çünkü Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, dâvet etmeden kâfirler üzerine baskın yapmamıştır.

Harbedeceğimiz kâfirleri önce İslâmiyete dâvet ederiz. Kabul ederlerse ne alâ, etmezlerse cizyeye dâvet ederiz. Cizyeyi de kabul etmezlerse, Allah’u Teâlâ’dan yardım dileriz ve onlarla savaşa devam ederiz. Zîrâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Tâif’i muhâsara ettiğinde mancınık kurarak savaşmışlardır. Bu asırda toplar, mancınığın yerini tutar. Savaş sırasında düşmanın kaleleri, müstahkem yerleri, ekinlikleri, ormanları yakıcı maddelerle, su ile ve diğer vâsıtalarla tahrip ve yok edilebilir. Zaferi temin etmek için bunlardan herhangi biri onlara karşı kullanılır.

Düşman, esir aldıkları Müslümanları siper edinirse, siper edinilen Müslümanları değil, onların arkalarında saklanan düşmanı hedef alarak harbe devam edilir. Çünkü Müslümanlar ateş açmadıkları takdirde kâfirler bunu kendileriyle savaş imkânını ortadan kaldırmak için hîle edinirler. Fakat Müslümanlar bunu yaparken silahlarını kâfirlere çevirir, onlara atmaya çalışır. Çünkü Müslümanı kasten öldürmek câiz değildir. Bu arada kafirlerin kendilerine siper ettikleri Müslümanlardan biri ölürse, onu tazmin etmeyiz. Bu durumda Müslüman maktulün velîsi; kasten öldürdüğüne dair dâva açsa, onunki değil, kâfirleri kasdettiğine dair atıcının yeminli sözü kabul edilir. Çünkü, celde (değnek) veya el kesme gibi had cezâlarının birinde ölen kimse gibi, farzlar uygulanırken meydana gelen kazâlardan dolayı cezâ yoktur.

Emniyet bulunmayan seriyye[6] ile kadınların ve Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesi mekruhtur. Zîrâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir Hadis-i Şerif’inde:

لَا تُسَافِرُوا بِالْقُرْآنِ فِي أَرْضِ الْعَدُوِّ.

″Kur’ân ile birlikte, düşman toprağında yolculuk etmeyin″[7] diye buyurmuştur. Fakat emniyet ve selâmet bulunan orduyla beraber kadınların ve Mushaf-ı Şerif’in gitmesi mekruh değildir. Kâdihân’da, İmam-ı Âzam; ″Seriyye, en az dört yüzdür. Ordu, en az dört bindir″ demiştir, denilmiştir. Mebsût’da; ″Seriyyenin sayısı azdır. Gece yürürler, gündüz gizlenirler″ diye zikredilmiştir. Müste’min olan bir Müslümanın, arada anlaşma bulunan ve ahidlerinde duran kâfir memleketine Mushaf-ı Şerif ile gitmesi ise mekruh değildir.

Kadınlar, sınırlı sayıda askerden oluşan seriyye ve birliklerde değil de büyük orduda erkeklerle birlikte savaşa iştirak edebilirler. Zîrâ kadınlar, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte savaşa katılırlardı. Bu hususta Enes Radiyallâhu anhu şu hâdiseyi nakletmektedir:

لَمَّا كَانَ يَوْمُ أُحُدٍ انْهَزَمَ النَّاسُ عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ وَلَقَدْ رَأَيْتُ عَائِشَةَ بِنْتَ أَبِي بَكْرٍ وَأُمَّ سُلَيْمٍ وَإِنَّهُمَا لَمُشَمِّرَتَانِ أَرَى خَدَمَ سُوقِهِمَا تَنْقُزَانِ الْقِرَبَ وَقَالَ غَيْرُهُ تَنْقُلَانِ الْقِرَبَ عَلَى مُتُونِهِمَا ثُمَّ تُفْرِغَانِهِ فِي أَفْوَاهِ الْقَوْمِ ثُمَّ تَرْجِعَانِ فَتَمْلَآَنِهَا ثُمَّ تَجِيئَانِ فَتُفْرِغَانِهَا فِي أَفْوَاهِ الْقَوْمِ خ عن ابن أنس)

″Uhud günü Müslümanlar bozguna uğramış ve Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanından uzaklaşıp dağılmışlardı. Vallâhi Hz. Ebû Bekir kızı Hz. Âişe ile Ümmü Süleym’i gördüm. Eteklerini toplamışlardı ve ayak bileklerindeki halhallar görünüyordu. Onlar seke seke omuzlarında kırbalarla su taşıyorlar ve mücâhidlere su içiriyorlardı. Sonra dönüyor, kırbalarını doldurup tekrar mücâhidlere su veriyorlardı.″[8]

Muavviz kızı Rübey Radiyallâhu anhâ da şöyle anlatmaktadır:

كُنَّا مَعَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ نَسْقِي وَنُدَاوِي الْجَرْحَى وَنَرُدُّ الْقَتْلَى إِلَى الْمَدِينَةِ (خ عن الربيع بنت معوذ)

″Bâzı savaşlarda Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikteydik; su dağıtır, yaralıları tedavi eder ve ölenleri Medine’ye götürürdük.″[9]

Yine Ümmü Atiyye Radiyallâhu anhâ der ki :

غَزَوْتُ مَعَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ سَبْعَ غَزَوَاتٍ أَخْلُفُهُمْ فِي رِحَالِهِمْ فَأَصْنَعُ لَهُمْ الطَّعَامَ وَأُدَاوِي الْجَرْحَى وَأَقُومُ عَلَى الْمَرْضَى (م عن أم عطية الأنصارية)

″Ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber yedi savaşa katıldım. Ben, onların arkalarında bulunur, onlar için yemekler yapar, yaralıları tedavi eder ve hastaların başında bulunurdum.″[10]

Kâfirlerle yapılan ahdi bozmak, ganimetten çalmak, kâfirlerin burun ve kulak gibi âzâlarını kesmek şer’an yasaktır. Çünkü Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

لَا تَغُلُّوا وَلَا تَغْدِرُوا وَلَا تُمَثِّلُوا.

″Ganimeti çalmayın, ahdinize aykırı hareket etmeyin, burnu, kulağı ve bunun gibi âzâlarını keserek başkalarına ibret olacak şekilde işkence etmeyin″[11] diye buyurmuştur.

Bir Müslümanın ihânet ederek ganimetten mal çalması, müste’min[12] olan bir kimseye hîle yapması, yaptığı bir anlaşmayı bozması câiz olmaz. Fakat müste’min olmayan bir kimseye hîle yapmasında bir sakınca yoktur. Zîrâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

الْحَرْبَ خَدْعَةً (خ م عن أبى هريرة)

″Harp hîledir″[13] buyurmuştur.

Savaşta Öldürülmemesi Gerekenler:

Savaşta kadınlar, küçük çocuk, deli gibi mükellef olmayanlar; yaşlı, kör, kötürüm, sağ eli kesilmiş, savaşa katkı sağlayamayacak durumda olanlar öldürülmez. Zîrâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

وَلَا تَقْتُلُوا شَيْخًا فَانِيًا وَلَا طِفْلاً وَلَا صَغِيرًا وَلَا امْرَأَةً (د عن انس)

″Savaşta âciz kalmış yaşlıları, bulüğ çağına ermemiş çocukları ve kadınları öldürmeyin″[14] diye buyurmuştur. Ancak bunlardan birisi savaş ederse yahut harpte görüş sâhibi olup harbi yönlendirirse yahut mal sâhibi olur ve o mal ile savaşa teşvik ederse yahut kral veya komutan olursa öldürülürler. Çünkü nakledildiğine göre:

وَالنَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - قَتَلَ دُرَيْدَ بْنَ الصِّمَّةَ وَكَانَ لَهُ مِائَةٌ وَعِشْرُونَ سَنَةً لِأَنَّهُ كَانَ صَاحِبَ رَأْيٍ

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Düreyd b. Samme’yi harp işlerinde görüşünden istifâde edilen bir kimse olduğu için yüz yirmi yaşında olduğu halde öldürmüştür.[15]

Manastırda olup insanların arasına karışan veya Müslümanların açıklarını gösteren rahipler savaşta öldürülürler. Eğer insanların arasına karışmıyor veya kendilerini bir dağa veya manastır gibi bir yere kapatmışlarsa, öldürülmezler.

Yine bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 190’da: ″Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın. Fakat haddi aşmayın″ diye buyurmuştur. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre; bu ifadeden maksat, savaştan el çekenleri; kadınları, çocukları, ihtiyarları ve size harp açmayanları öldürmeyin. Öldürürseniz, haddi aşmış olursunuz. Allah haddi aşanları sevmez, demektir.

Evlâdın, savaş meydanında kâfir olan anne veya babasını öldürmesi câiz değildir. Zîrâ Allah’u Teâlâ’nın Sûre-i Lokman, Âyet 15’te: Eğer onlar (annen ile baban), bilmediğin bir şeyi Bana ortak koşman için seninle mücâdele ederlerse, o zaman onlara itaat etme. Fakat dünyâda onlarla iyi geçin″ buyruğu, evlâdın babasını öldürmesinden kaçınma husûsunda kesin delildir. Bu Âyet-i Kerîme, kâfir olan anne ve baba hakkında nâzil olmuştur. Onları öldürmek, iyilik değildir. Hanzala b. Âmir Radiyallâhu anhu, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den, kâfir olan babasını öldürmek için izin istediğinde, Resûlü Ekrem Efendimiz izin vermemiştir.[16] Evlat, kâfir olan babasını öldürmez, lâkin başkası öldürebilir. Zîrâ babası, başkası tarafından öldürülünce, oğlu bundan mesul olmaz. Ancak babası, oğlunu öldürmeyi kastedip; oğlu, babasını öldürmekten başka çâre bulamazsa, bu takdirde kendini savunmak kastıyla babasını öldürmesi câizdir. Bu halde Müslüman olan baba bile kılıcı çekip oğlunu öldürmek istese, oğlunun kendi nefsinden zararı defetmek için babasını öldürmesi câizdir.

Müslümanların menfaati bulunursa, kâfirlerle sulh olmak câizdir. Zîrâ Allah’u Teâlâ’nın Sûre-i Enfâl, Âyet 61’de: ″Ey Resûlüm! Kâfirler barışa meylederlerse, sen de meylet″ diye geçen buyruğu, kâfirlerle barış yapılmasının câiz olacağına delildir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hudeybiye senesinde Mekkelilerle aralarında on sene savaş olmamak üzere barış yapmışlardır. Allah’u Teâlâ’nın Sûre-i Muhammed, Âyet 35’te: ″Ey îman edenler! (Düşmanlarınıza karşı) zaafiyet göstermeyin ve sizler en üstün olduğunuz halde sulha dâvet etmeyin″ diye geçen buyruğu da, Müslümanlar için sulh hayırlı olursa, yapılmasının câiz olduğuna delildir.

Hulâsa; barışın yapılması hayırlı olup, vaziyet de bunu gerektirirse, barış yapılması câizdir. Eğer barış Müslümanların menfaatine olmazsa, barış yapılması câiz değildir. Barış yapmak için, ihtiyacımız bulunursa, kâfirlerden mal almak câizdir. Eğer bu mal, onların memleketine varmadan önce alınırsa, cizye gibi olur. Memleketlerine vardıktan sonra alınırsa ganimet gibi olup, beşte birini hükümet alır. Geri kalanı askerler arasında taksim edilir. Zîrâ bu mal, savaş cihetinden askerin kuvvetiyle elde edilmiştir. Barış yapmak için, bizim kâfirlere mal vermemiz câiz değildir. Ancak Müslümanlar çaresiz durumda bulunurlarsa, bu takdirde mal vererek barış yapmak câizdir. Zîrâ kâfirlere mal vermede Müslümanlar için zillet ve hakaret vardır. Özellikle Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in:

لِلْمُؤْمِنِ أَنْ يُذِلَّ نَفْسَهُ.

″Mü’minin kendisini (kâfire karşı) hakir ve önemsiz görmesi câiz değildir″[17] Hadis-i Şerif’i, kâfirlere mal vererek barış yapılmasının câiz olmayacağına delildir. Ama Müslümanlar, ölümle karşı karşıya bulunurlarsa, bu takdirde mal karşılığında sulh yapmak câiz olur. Zîrâ Hendek gazasında müşrikler, Müslümanları muhasara ettiklerinde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, müşriklerin şerlerini defetmek için Medine-i Münevvere’nin meyvesinin üçte birini vermek üzere sulh yapmak istediğinde, müşrikler çıkan meyvenin yarısının verilmesini istemişler. Bunun üzerine Ensâr râzı olmayıp, Sa’d b. Muaz, Sa’d b. Ubâde Radiyallâhu anhumâ, Peygamber Efendimize gelerek; ″Yâ Resûlallah! Bu barış vahiy ile midir, yoksa kendinizin görüşü ile midir? Eğer vahiy ile ise, bir diyeceğimiz yoktur. Eğer kendi görüşünüz ile ise, biz câhiliye döneminde Mekkelilere Medine meyvelerinden yedirmezdik. Ancak satın alırlarsa yahut bize misafir olurlarsa başka. Allah’u Teâlâ, bizi İslâm diniyle aziz kılıp, bize Peygamber gönderdi. Bundan sonra bizim onlara meyve vermemiz yakışır mı? Vallâhi, biz onlara ancak kılıç veririz″ dediklerinde, Mekke elçisi oradan hakir ve zelil olarak dönmüştür. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, önce Müslümanların zayıf olduğunu hissedip, barışa meyletmiştir. Fakat sonra Müslümanların ittifak ve kuvvetini görerek barıştan vazgeçmiştir.[18]

Mal almadan mürtedlerle geçici olarak barış yapılır. Eğer mal alınırsa, geri verilmez. Mürtedlerle savaşı ertelemek câizdir. Çünkü onların Müslüman olma ihtimali vardır. Bundan dolayı onlardan mal alınması câiz değildir. Zîrâ mal almak, onları mürted olarak bırakmak demektir. Bu ise, câiz değildir. Ama mal alınırsa, geri de verilmez. Eğer geri verilirse, onlara savaş için kuvvet verilmiş olur.

Kâfirlerle barış yapıldıktan sonra barışı bozmak, Müslümanların menfaatine olursa, karşı tarafa bildirerek barışı bozabilirler. Barış yaptığımız ülke vatandaşından birisi ihânet ederse, yalnız o kişi öldürülür. Eğer o kişinin ihâneti hepsinin bilgisi dâhilinde yahut krallarının izniyle olursa, barışı bozduğumuzu bildirmeksizin hepsine savaş açılır. Çünkü barış, onlar tarafından bozulmuştur.

Barış yapıldıktan sonra olsa bile kâfirlere silah ve teçhizat satılmaz. Çünkü barış bittikten sonra yine savaş yapılma ihtimâli vardır. Kâfirlere kıymetli ticaret malları ile tüccar gönderilmez. İnâye adlı eserin müellifi; ″Kıymetli ticaret mallarından murat; silah, at ve harp âletleridir. Yani tüccarların, bu harp âletlerini kâfirlere satmaları câiz değildir″ demiştir.

Hür olan Müslüman bir erkeğin veya kadının, bir kâfire yahut bir kâfir topluluğuna veya kâfir bir şehir halkına eman (güvence) vermesi sahih olur ve emandan sonra onların öldürülmesi haram olur. Eğer verilen bu emanda, Müslümanlara zarar bulunursa, kâfirlerin hükümdarına bu barışı bozduğumuzu bildiren bir adam gönderilir ve eman veren Müslüman cezâlandırılır. Zımmînin (Müslümanların himâyesinde yaşayan gayr-i müslimin) verdiği eman hükümsüzdür. Zîrâ zımmi, küfre hizmet eder. Zımmînin, Müslümanlar üzerine velâyet hakkı yoktur. Kâfirlerin memleketinde bulunan bir Müslüman esirin yahut tüccarın vermiş olduğu eman da geçersizdir. Zîrâ bu ikisi, onların emri altındadır. Memleketinde Müslüman olup, İslâm memleketine göç etmeyen bir kimsenin, delinin, savaşa henüz izin verilmemiş çocuk ile kölenin vermiş oldukları emânın da hükmü yoktur. Delinin emânı, ittifakla geçersizdir. Çocuk, akıllı (iyiyi kötüden ayırt edecek durumda) değilse, deli gibidir. Eğer akıllı olup savaştan menolunmuşsa, İmam-ı Âzam’a göre; vermiş olduğu eman sahih değildir. Fakat savaşa izin verilmişse, emânı ittifakla geçerlidir. Köleye gelince, savaştan menedilmişse, İmam-ı Âzam’a göre; emânı sahih değildir. Savaştan menedilmemişse, emânı ittifakla sahihtir. İmam Muhammed’e göre; akıllı ve harpten menedilmiş çocuk ile kölenin emânı sahihtir. Zîrâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in:

أَمَانُ الْعَبْدِ أَمَانٌ.

Kölenin emanı, (geçerli) emandır″[19] Hadis-i Şerif’i, buna delildir. İmam Ebû Yusuf bir rivâyette, İmam Muhammed ile aynı görüştedir. Bir diğer rivâyette de, İmam-ı Âzam ile aynı görüştedir. Fetvâ İmam-ı Âzam’a göredir.


[1] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 341.

[2] el-İnâye Şerh’ul-Hidâye, c. 7, s. 441.

[3] Sahih-i Buhâri, Salat 28; Sahih-i Müslim, Îman 8.

[4] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 341. Yine Müslüman olanların kâfirlerden ayrılması gerektiği ve bu hususta dikkat edilmesi gerektiğine dair Sûre-i Nisâ, Âyet 94’e bakınız.

[5] Sahih-i Buhârî, Îman 15; Sahih-i Müslim, Îman 8 (34).

[6] Seriyye: Küçük bir askeri birlik.

[7] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 342; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 11281.

[8] Sahih-i Buhârî, Cihat 73.

[9] Sahih-i Buhârî, Cihat 65.

[10] Sahih-i Müslim, Cihad 48 (142 Delilleriyle Hanefi Fıkhı, s. 779.

[11] Hidâye Tercümesi, c. 2, s. 282; Sahih-i Müslim, İmâre 24.

[12] Müste’min: İster Müslüman ister zımmî ister kâfir olsun aldığı güvence ve müsaade ile başka bir milletin ülkesine giren kimsedir.

[13] Sahih-i Buhârî, Cihat ve Siyer 155; Sahih-i Müslim, Cihat ve Siyer 5; Mevsılî, Kitâb’ul-İhtiyâr, IV/144.

[14] Sünen-i Ebû Dâvud, Cihat 2/82; Beyhâki, Ma’rifet’üs-Sünen ve’l-Âsâr, Hadis No: 5643.

[15] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 342; Mevsılî, Kitâb’ul-İhtiyâr, IV/146.

[16] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 342.

[17] Serahsî, Mebsut, c. 6, s. 82; Kenz’ul-Ummal, hadis No: 8808.

[18] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 343; Feth’ul-Kadir, c. 12, s. 432.

[19] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 343; el-İnâye Şerh’ul-Hidâye, c. 7, s. 468.


Kâfirlerle Hangi Durumda Savaşılır?

Müslümanlar tarafından harbe başlamak farz-ı kifâyedir. Ancak Müslümanların savaş meydanına atılması için şu şartların bulunması lâzımdır:

1- Düşmanın İslâm dinine olan dâveti kabul etmemesi.

2- Müslümanlar ile düşmanlar arasında anlaşma bulunmaması.

3- Müslümanların savaşa yetecek kuvvet ve kudretlerinin bulunması.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ilk vazifesi tebliğden ve Allah’u Teâlâ’ya ortak koşanlardan yüz çevirmekten ibârettir. Nitekim Allah’u Teâlâ Sûre-i Hicr, Âyet 94’te: ″Ey Resûlüm! Emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir″ diye buyurmuştur. Bundan sonra İslâm dinine güzellikle ve tatlılıkla dâvet etmesi emredilmiştir. Nitekim Allah’u Teâlâ Sûre-i Nahl, Âyet 125’te: ″Ey Resûlüm! İnsanları, Kur’ân ve güzel öğüt ile Rabbinin yoluna dâvet et. Ve onlarla en güzel sûretle mücâdele et″ diye buyurmuştur. Daha sonra savaşa izin verilmiştir. Bundan sonra, haram olan aylar geçmek suretiyle emredildi. Nitekim Allah’u Teâlâ Sûre-i Tevbe, Âyet 36’da: ″Muhakkak ki, Allah katında ayların sayısı, Allah’ın kitabında (Levh-i Mahfuz’unda) gökleri ve yeri yarattığı günden beri on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. Bu dört ayın haram kılınışı, (Hz. İbrâhim’den gelen) doğru dinin hesabı ve hükmüdür. Artık o aylarda (savaşarak) nefsinize zulmetmeyin. Ey Mü’minler! Müşrikler sizinle nasıl top­luca savaşıyorlarsa, siz de onlarla topluca savaşın″ diye buyurmuştur. En nihâyet bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda savaş farz kılınmıştır. Nitekim Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 193’te: ″Bir fitne kalmayıp, din yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın″ diye buyurmuştur.

Beyt’ül-malda ganimet bulunursa, hükümdarın (kâfirlerle savaşmak için) zenginlerden para alması mekruhtur. Zîrâ böyle bir şey almak, ücrete benzer. Cihatta ücret almak haramdır. Ücrete benzeyen şey de mekruhtur. Çünkü zarûret yoktur. Eğer beyt’ül malda ganimet bulunmazsa, hükümdarın zenginlerden para alması mekruh değildir. Zîrâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Saffân Radiyallâhu anhu’nun rızâsı yok iken zırhını almıştır. Hz. Ömer Radiyallahu anhu da, harbe gidemeyenlerin atlarını alıp, harbe gidenlere vermiştir.[1]

Cihattan önce kâfirler İslâm’a dâvet edilir. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan;

أَنَّ النَّبِيَّ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ مَا قَاتَلَ قَوْمًا حَتَّى دَعَاهُمْ إلَى الْإِسْلَامِ.

″Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, kâfirleri İslâm’a dâvet etmeden, onlarla savaşmazlardı″[2] diye nakledilmiştir. Eğer onlar, Müslümanlığı kabul ederlerse, savaşa son verilir. Çünkü Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

أُمِرْت أَنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَقُولُوا لَا إلَهَ إلَّا اللّٰهُ. (خ عن أنس بن مالك)

″Lâ ilâhe illallah deyinceye kadar insanlarla savaşmak bana emrolundu″[3] diye buyurmuştur. Sa’dî Efendi; ″Kâfirler, ″Muhammed’ün Resûlullah″ demedikçe, ″Lâ ilâhe illallâh″ demeleri yeterli olmaz″ demiştir. Lâkin ona şöyle cevap verilir: Kelime-i Şehâdet’in birinci cümlesi, iki cümlesine alem (ad) olmuştur. Nitekim ″Kul hüvallâhu ehad″i okudum, denilince sûrenin tamamının okunduğu murad edilir. Buhârî şerhi Kirmânî’de böyle açıklanmıştır.[4] Zîrâ bu hususta bir Hadis-i Şerif’inde Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أُمِرْتُ أَنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَشْهَدُوا أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ فَإِذَا فَعَلُوا ذَلِكَ عَصَمُوا مِنِّي دِمَاءَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ إِلَّا بِحَقِّ الْإِسْلَامِ وَحِسَابُهُمْ عَلَى اللّٰهِ (خ م عن ابن عمر)

″Onlar -Lâ ilâhe illallâh Muhammed’un Resûlullâh- deyinceye, namazı kılıp zekâtı verinceye kadar, ben onlarla savaşmakla emrolundum. Onlar bu şeyleri yaptıkları sürece, kanlarını ve mallarını benden koru­muş olurlar. Ancak İslâm’ın getirdiği haklar müstesnâ. Onların her birinin hesabı Allah’a aittir.″[5]

Eğer kâfirler, İslâmiyeti kabul etmezlerse; cizye ehlinden iseler cizye vermeye dâvet ederiz. Meselâ; Hristiyanlar, Yahudiler, Mecûsiler, acemlerden (Arap olmayanlardan) putlara tapanlar gibi olanlar, cizye vermeye ehildirler. Ama mürtetler, Araplardan puta tapanlar, cizye vermeye ehil değillerdir. Bunlardan, İslâmiyetten başkası kabul edilmez. Çember içine aldığımız kâfirler, cizye ehlinden olurlarsa, onlara cizyenin miktarı ve ne zaman üzerlerine vâcip olacağı açıklanır. Eğer cizyeyi kabul ederlerse, bizim menfaatimize olan şeyler onların da menfaatine; bizim zararımıza olan şeyler onların da zararına olmuş olur. Çünkü Hz. Ali Radiyallâhu anhu; ″Onların kanları, kanlarımız gibi; malları, mallarımız gibi olması için cizye vermeyi kabul etmişlerdir″ demiştir. Bilindiği gibi bu hüküm, umum üzere değildir. Eğer bu hüküm umum üzere olsa, bizim üzerimize vâcip olan ibadetlerden ve diğerlerinden onların üzerine de vâcip olması lâzım gelirdi. Kâfirler ise, Hanefi mezhebine göre; ibâdet ile muhatap değildir. Bâzı âlimlere göre ise, muhataptırlar. Burada; ″Bizim menfaatimize olan şeyler onların da menfaatine; bizim zararımıza olan şeyler onların da zararına olmuş olur″ sözünden murad; ″Eğer onların mallarına veya canlarına saldıran olursa yahut onlardan bâzısı bizim canımıza ve malımıza saldırırsa, bu durumlarda herkese vâcip olan hüküm ne ise ve her ne taraftan gelirse gelsin, hüküm tatbik edilir″ demektir.

İslâm’a dâvet kendisine erişmemiş olan kimse ile Müslümanlığa dâvet olunmadan önce savaşmak haramdır. Zîrâ Allah’u Teâlâ Sûre-i İsrâ, Âyet 15’te: ″Biz, bir Resûl göndermedikçe (hiçbir kavme) azap etmeyiz″ diye buyurmuştur. İslâmiyet kendisine ulaşmış olan kimseleri de, yeniden İslâm’a dâvet etmek mendûbdur (sevaplıdır). Mendûb olması; bir şüphe kalmaması içindir. Yoksa vâcip değildir. Çünkü Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, dâvet etmeden kâfirler üzerine baskın yapmamıştır.

Harbedeceğimiz kâfirleri önce İslâmiyete dâvet ederiz. Kabul ederlerse ne alâ, etmezlerse cizyeye dâvet ederiz. Cizyeyi de kabul etmezlerse, Allah’u Teâlâ’dan yardım dileriz ve onlarla savaşa devam ederiz. Zîrâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Tâif’i muhâsara ettiğinde mancınık kurarak savaşmışlardır. Bu asırda toplar, mancınığın yerini tutar. Savaş sırasında düşmanın kaleleri, müstahkem yerleri, ekinlikleri, ormanları yakıcı maddelerle, su ile ve diğer vâsıtalarla tahrip ve yok edilebilir. Zaferi temin etmek için bunlardan herhangi biri onlara karşı kullanılır.

Düşman, esir aldıkları Müslümanları siper edinirse, siper edinilen Müslümanları değil, onların arkalarında saklanan düşmanı hedef alarak harbe devam edilir. Çünkü Müslümanlar ateş açmadıkları takdirde kâfirler bunu kendileriyle savaş imkânını ortadan kaldırmak için hîle edinirler. Fakat Müslümanlar bunu yaparken silahlarını kâfirlere çevirir, onlara atmaya çalışır. Çünkü Müslümanı kasten öldürmek câiz değildir. Bu arada kafirlerin kendilerine siper ettikleri Müslümanlardan biri ölürse, onu tazmin etmeyiz. Bu durumda Müslüman maktulün velîsi; kasten öldürdüğüne dair dâva açsa, onunki değil, kâfirleri kasdettiğine dair atıcının yeminli sözü kabul edilir. Çünkü, celde (değnek) veya el kesme gibi had cezâlarının birinde ölen kimse gibi, farzlar uygulanırken meydana gelen kazâlardan dolayı cezâ yoktur.

Emniyet bulunmayan seriyye[6] ile kadınların ve Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesi mekruhtur. Zîrâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir Hadis-i Şerif’inde:

لَا تُسَافِرُوا بِالْقُرْآنِ فِي أَرْضِ الْعَدُوِّ.

″Kur’ân ile birlikte, düşman toprağında yolculuk etmeyin″[7] diye buyurmuştur. Fakat emniyet ve selâmet bulunan orduyla beraber kadınların ve Mushaf-ı Şerif’in gitmesi mekruh değildir. Kâdihân’da, İmam-ı Âzam; ″Seriyye, en az dört yüzdür. Ordu, en az dört bindir″ demiştir, denilmiştir. Mebsût’da; ″Seriyyenin sayısı azdır. Gece yürürler, gündüz gizlenirler″ diye zikredilmiştir. Müste’min olan bir Müslümanın, arada anlaşma bulunan ve ahidlerinde duran kâfir memleketine Mushaf-ı Şerif ile gitmesi ise mekruh değildir.

Kadınlar, sınırlı sayıda askerden oluşan seriyye ve birliklerde değil de büyük orduda erkeklerle birlikte savaşa iştirak edebilirler. Zîrâ kadınlar, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte savaşa katılırlardı. Bu hususta Enes Radiyallâhu anhu şu hâdiseyi nakletmektedir:

لَمَّا كَانَ يَوْمُ أُحُدٍ انْهَزَمَ النَّاسُ عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ وَلَقَدْ رَأَيْتُ عَائِشَةَ بِنْتَ أَبِي بَكْرٍ وَأُمَّ سُلَيْمٍ وَإِنَّهُمَا لَمُشَمِّرَتَانِ أَرَى خَدَمَ سُوقِهِمَا تَنْقُزَانِ الْقِرَبَ وَقَالَ غَيْرُهُ تَنْقُلَانِ الْقِرَبَ عَلَى مُتُونِهِمَا ثُمَّ تُفْرِغَانِهِ فِي أَفْوَاهِ الْقَوْمِ ثُمَّ تَرْجِعَانِ فَتَمْلَآَنِهَا ثُمَّ تَجِيئَانِ فَتُفْرِغَانِهَا فِي أَفْوَاهِ الْقَوْمِ خ عن ابن أنس)

″Uhud günü Müslümanlar bozguna uğramış ve Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanından uzaklaşıp dağılmışlardı. Vallâhi Hz. Ebû Bekir kızı Hz. Âişe ile Ümmü Süleym’i gördüm. Eteklerini toplamışlardı ve ayak bileklerindeki halhallar görünüyordu. Onlar seke seke omuzlarında kırbalarla su taşıyorlar ve mücâhidlere su içiriyorlardı. Sonra dönüyor, kırbalarını doldurup tekrar mücâhidlere su veriyorlardı.″[8]

Muavviz kızı Rübey Radiyallâhu anhâ da şöyle anlatmaktadır:

كُنَّا مَعَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ نَسْقِي وَنُدَاوِي الْجَرْحَى وَنَرُدُّ الْقَتْلَى إِلَى الْمَدِينَةِ (خ عن الربيع بنت معوذ)

″Bâzı savaşlarda Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikteydik; su dağıtır, yaralıları tedavi eder ve ölenleri Medine’ye götürürdük.″[9]

Yine Ümmü Atiyye Radiyallâhu anhâ der ki :

غَزَوْتُ مَعَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ سَبْعَ غَزَوَاتٍ أَخْلُفُهُمْ فِي رِحَالِهِمْ فَأَصْنَعُ لَهُمْ الطَّعَامَ وَأُدَاوِي الْجَرْحَى وَأَقُومُ عَلَى الْمَرْضَى (م عن أم عطية الأنصارية)

″Ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber yedi savaşa katıldım. Ben, onların arkalarında bulunur, onlar için yemekler yapar, yaralıları tedavi eder ve hastaların başında bulunurdum.″[10]

Kâfirlerle yapılan ahdi bozmak, ganimetten çalmak, kâfirlerin burun ve kulak gibi âzâlarını kesmek şer’an yasaktır. Çünkü Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

لَا تَغُلُّوا وَلَا تَغْدِرُوا وَلَا تُمَثِّلُوا.

″Ganimeti çalmayın, ahdinize aykırı hareket etmeyin, burnu, kulağı ve bunun gibi âzâlarını keserek başkalarına ibret olacak şekilde işkence etmeyin″[11] diye buyurmuştur.

Bir Müslümanın ihânet ederek ganimetten mal çalması, müste’min[12] olan bir kimseye hîle yapması, yaptığı bir anlaşmayı bozması câiz olmaz. Fakat müste’min olmayan bir kimseye hîle yapmasında bir sakınca yoktur. Zîrâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

الْحَرْبَ خَدْعَةً (خ م عن أبى هريرة)

″Harp hîledir″[13] buyurmuştur.


[1] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 341.

[2] el-İnâye Şerh’ul-Hidâye, c. 7, s. 441.

[3] Sahih-i Buhâri, Salat 28; Sahih-i Müslim, Îman 8.

[4] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 341. Yine Müslüman olanların kâfirlerden ayrılması gerektiği ve bu hususta dikkat edilmesi gerektiğine dair Sûre-i Nisâ, Âyet 94’e bakınız.

[5] Sahih-i Buhârî, Îman 15; Sahih-i Müslim, Îman 8 (34).

[6] Seriyye: Küçük bir askeri birlik.

[7] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 342; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 11281.

[8] Sahih-i Buhârî, Cihat 73.

[9] Sahih-i Buhârî, Cihat 65.

[10] Sahih-i Müslim, Cihad 48 (142 Delilleriyle Hanefi Fıkhı, s. 779.

[11] Hidâye Tercümesi, c. 2, s. 282; Sahih-i Müslim, İmâre 24.

[12] Müste’min: İster Müslüman ister zımmî ister kâfir olsun aldığı güvence ve müsaade ile başka bir milletin ülkesine giren kimsedir.

[13] Sahih-i Buhârî, Cihat ve Siyer 155; Sahih-i Müslim, Cihat ve Siyer 5; Mevsılî, Kitâb’ul-İhtiyâr, IV/144.