ÖŞÜR:

Öşür lügatta; onda bir anlamına gelmektedir. Dîni bir terim olarak da, ürünlerin usulü dairesinde onda bir veya yirmide bir oranında devlete verilen bir vergidir.

İmam-ı Âzam’a göre; öşürde, nisab ve çıkan mahsulün bir sene kalması şart olmayıp az olsun, çok olsun yağmur ile sulanan veya sahibi tarafından akarsu ile sulanan arazilerden çıkan mahsulden veya dağdan elde edilen meyvelerden öşür nâmıyla belli bir oranda hisse alınır. Ona göre; mahsullerin dayanıklı olup olmamasına ve miktarına bakılmaksızın öşür gerekir. İmam-ı Âzam, bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in:

فِيمَا سَقَتْ الْأَنْهَارُ وَالْعُيُونُ الْعُشْرُ وَمَا سُقِيَ بِالسَّوَانِي فَفِيهِ نِصْفُ الْعُشْرِ (خ م د عن جابر)

″Nehirlerin ve pınarların (kendiliğinden akarak) suladığı arazi mahsulünde öşür (onda bir), hayvanla çıkarılan (kendi imkânlarıyla çıkarılan) su ile sulanan arazi mahsullerinde ise yarım öşür (yirmide bir) vergi vardır″[1] diye geçen Hadis-i Şerif’i de delil olarak gösterir.

Büyük kova, dolap veya deve ile sulanan öşür arazilerinde tohum, ırgat, öküzün yiyeceği, kirâ bahası, bekçi parası ve bunlara benzer masraflar düşürülmeden yirmide bir öşür nâmıyla belli bir oranda hisse alınır. Zîrâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, sulama masrafı olduğu zaman miktarın onda birden yirmide bire düştüğünü bildirmiştir.

İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise; bir sene dayanacak mahsuller, beş vesk[2] miktarı olursa, öşür gerekir. Bunlara göre; beş vesk miktarına ulaşmayan taneli bitkilerden ve insanların ellerinde bir yıl kadar kalmayan dayanıksız meyve ve sebzelerden öşür gerekmez. Onların bu husustaki delili, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve selem’in:

وَلَيْسَ فِيمَا دُونَ خَمْسَةِ أَوْسُقٍ صَدَقَةٌ (خ عن أبى سعيد الخدرى)

″Beş vesk’ten noksanda öşür yoktur″[3] diye geçen Hadis-i Şerif’idir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i En’am, Âyet 141’de şöyle buyurmaktadır:

″Dalları yerden yüksek veya yeryüzüne yayılmış bahçeler, tatları çeşitli olan hurma ve ekinleri, birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytin ve nar ağaçlarını yaratan O’dur. Bunlar meyve verdikleri vakit, her birinin meyvesinden yiyin ve hasat zamanında hakkını verin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah’u Teâlâ, müsrifleri sevmez.

Bu Âyet-i Kerîme’de: Hasat zamanında hakkını verin″ diye geçen ifadeden maksadın, ne olduğu hususunda genel olarak şu üç mânâ verilmiştir:

Birincisi: Hasat zamanında bunlardan tasadduk edin, demektir. Çünkü bu âyet bâzı tefsir âlimlerine göre; zekâtın farz kılınmasından evvel nâzil olduğundan, burada geçen haktan maksat, miktarı belirsiz bir tasadduktan ibârettir.

İkincisi: Hasat zamanında Allah’a hamd ederek O’na kulluk ve ibâdet edin, demektir.

Üçüncüsü: Hasat zamanında hakkını verin, yani oturduğunuz toprağı düşmana karşı muhafaza eden devlete öşrü (vergiyi) verin, demektir. Ömer Nasuhi Bilmen, tefsirinde bu mânâya yer verir ve der ki: ″Bu âyette geçen haktan maksat, ürünlerin usulü dairesinde onda birini veya yirmide birini selâhiyet sahibi makama (devlete) vermektir.″

Öşür ile zekât birbirinden farklıdır. Çünkü öşür, genel olarak onda birdir, zekât ise kırkta birdir. Öşür mahsul çıkar çıkmaz verilir, zekât üzerinden sene geçince verilir. Öşürü millet verir, devlet alır; zekâtı zengin verir, fakir alır. Zengin veya fakir, malı olan herkesin devlete öşür vermesi mecbûrîdir. Eğer kişi gelirinin onda biri oranında devlete vergi vermişse öşür vermesi gerekmez. Çünkü öşür, zâten devlete verilen bir vergidir. Zekâtta, belli bir nisab miktarı aranırken, öşürde böyle bir nisab yoktur. Nitekim İmam-ı Âzam Efendimiz; öşürde nisab aranmaksızın az veya çok, yerden çıkan her mahsüle öşür düşeceği kanaatindedir. Hanefilere göre; akıllı ve ergenlik çağına gelmek zekâtın genel şartlarındandır. Çocuğun ve delinin malından zekât vermek farz değildir. Ancak bu iki şart öşürde geçerli değildir. Buna göre çocuğun ve delinin ekin ve meyvelerinden öşür alınır. Öşürde esas olan arazidir, mal sahibi değildir. Bir öşür arazisi vakfedilse, çocuklara veya delilere ait bulunsa yine ürününden öşür alınır.

Bu hususta İmam Ebû Yusuf, Amr b. Şuayb Radiyallâhu anhu’dan şu hâdiseyi nakleder:

Tâif emiri,Hz. Ömer‘e yolladığı mektupta şöyle yazmıştı: ″Arı sahipleri vaktiyle Resûlullah’a vermekte oldukları bal öşürünü bize vermekten imtinâ ediyorlar, buna mukâbil bizden vâdilerini (bağ ve bahçelerini) korumamızı istiyorlar. Bu husustaki görüşünüzü bana yazın ki, ona göre hareket edeyim.″

Hz. Ömer şöyle yazdı: ″Eğer onlar Resûlullah’a vermekte oldukları miktarı sana da verirlerse vâdilerini (bağ ve bahçelerini) koru, eğer vermezlerse vâdilerini koruma. Onlar, Resûlullah’a on kırbadan bir kırba veriyorlardı.[4]

İmam-ı Âzam’a göre; öşür arazisinden de dağdan alınan ballarda da az olsun, çok olsun öşür alınır. Fetvâ da buna göredir.

Bu hususta Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَتَبَ إلَى أَهْلِ الْيَمَنِ أَنَّ فِي الْعَسَلِ الْعُشْرَ (عن أبى هريرة)

Muhakkak ki Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Yemen halkına: ″Şüphesiz ki balda öşür (onda bir) vardır″ diye yazdı.[5]

Zîrâ arılar, ağaçların çiçek ve meyvesini yerler. Çiçek ve meyvede öşür vardır. Ancak haraç arazilerinden alınan ballarda öşür yoktur.

″Öşür arazileri″, Müslümanlara ait olan topraklardır. Yani fethedilen bir memleketin halkı kendi rızaları ile Müslüman olur da, ellerindeki arazi onların mülkiyetine bırakılırsa veya bir memleket kuvvet gücü ile fethedilip arazileri İslâm mücahitlerine mülkiyet üzere verilmiş olursa, bu gibi topraklar öşür arazisidir. Bunlardan onda bir veya duruma göre yirmide bir oranında alınan vergiye öşür denilmiştir.

″Haraç arazileri″ de, gayr-i müslimlere ait olan topraklardır. Yani antlaşma veya üstünlük elde etmek sûretiyle yerli olan gayr-i müslim halka veya diğer gayr-i müslimlerin mülkiyetine bırakılmış olan topraklardır. Bunlardan alınan vergiye de haraç denilmiştir. Öşürün oranı Hadis-i Şerif’lerde belirlendiği için, devlet bunda artırma veya eksiltme yapamaz. Ancak devlet, haraç vergisini gayr-i müslimlerin durumuna göre istediği oranda artırabilir. Bu onların kuvvetlenip Müslümanlara ve devlete silahlanıp karşı koymamaları içindir. Bu sebeple gayr-i müslimler, devletin belirlediği haracı vermeye mecburdurlar.

Öşür ve haraç hakkında el-Alâ b. el-Hadramî Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

بَعَثَنِي رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِلَى الْبَحْرَيْنِ أَوْ إِلَى هَجَرَ فَكُنْتُ آتِي الْحَائِطَ يَكُونُ بَيْنَ الْإِخْوَةِ يُسْلِمُ أَحَدُهُمْ فَآخُذُ مِنَ الْمُسْلِمِ الْعُشْرَ وَمِنَ الْمُشْرِكِ الْخَرَاجَ (ه عن العلاء بن الحضرمى)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem beni, Bahreyn’e veya Hecer’e gönderdi. Ben orada iki kardeş arasında müşterek olan bahçeye haraç almak için giderdim. Kardeşlerden birisi Müslümanlığı kabul etti. Artık Müslüman olan kardeşten öşür, müşrik olan kardeşten de haraç alırdım.″[6]

Bir de öşür ve haraç arazisinden farkı olarak, ″Memleket arazisi″ ismi verilen topraklar vardır. Bu, vaktiyle Müslümanlar tarafından fethedilip, bir kimsenin mülkiyetine geçirilmeksizin bütün Müslümanların yararına bırakılmış olan topraklardır. Bu arazileri kullananlar, icarcı (kirâlayan) hükmündedir. Bu araziden dolayı devlete verecekleri vergiler de, icar bedeli hükmündedir. Bundan dolayı böyle bir arazinin ürününden öşür veya farklı bir isim adı altında bir şey ödemesi gerekmez. Çünkü öşür ile haraç veya öşür ile bu hükümde bulunan icar bedeli, bir arazide toplanmaz.

Memleket arazisinden olup, devlet hazinesine ait iken daha sonra bir bedel karşılığında bâzı kimselere satılmış olan topraklara da ″Sırf mülk arazi″ ismi verilmiştir. Eğer bu tür arazi kendisine satılan kişi Müslüman ise, bu araziler için öşür hükmü geçerlidir.

Arazi; öşür arazisi ise öşür, haraç arazisi ise haraç alınır. Bir zımmî[7], bir Müslümanın öşür arazisini satın alırsa, o zımmî üzerine haraç lâzımdır. Bu, İmam-ı Âzam’a göredir. Fetvâ da bu yöndedir. Zîrâ öşürde ibâdet mânâsı vardır. Kâfir ise ibâdete ehil değildir. Bu sebeple onun üzerine haraç gerekir. Bir Müslüman sattığı bu araziyi şuf’a[8] yolu ile veya satışı fâsid olmasından dolayı geri alırsa; bu arazi yine öşür arazisi olur.

Yağmur suyu, kuyu suyu, pınar suyu ile sulanan arazilerden öşür alınır. Acemlerin (Nuşrevan ve Yezid-i Cerd) nehirlerinin sularıyla sulanan arazilerden haraç alınır. Bu nehirler, kâfirlerin topraklarından çıkıp Müslümanların bulunduğu topraklara akan nehirlerdir. Bu nehirler ile sulanan araziler de haraç arazisidir. Haraç arazisinde bir kuyu kazılsa yahut bir pınar çıksa, bunlar da hâricî olurlar. İmâm-ı Âzam ile İmam Ebû Yusuf’a göre; Dicle ve Fırat nehirleri hâricî olurlar. Çünkü o dönemde bu nehirlerin çıktığı yerler kâfir toprakları idi. Bu nehirler Müslümanların bulunduğu topraklardan akmaktaydı. Bu nehirler ile sulanan Müslüman toprakları haraç arazisi sayılmıştır.

Müslümanın arazisinden hem öşür, hem de haraç alınmaz. Çünkü Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

لَا يَجْتَمِعُ عُشْرٌ وَخَرَاجٌ فِي أَرْضِ مُسْلِمٍ.

″Müslümanın arazisinde hem öşür, hem haraç toplanmaz″[9] diye buyurmuştur.

Yetiştirilen ürünlerle gelir sağlamak ve araziyi geliştirmek kastedilmiş olmalıdır. Şu halde kendiliğinden yetişmiş kerestelik ağaç, ot gibi şeylerden dolayı öşür alınmaz. Fakat dağlardan toplanan meyvelerden öşür alınacağı gibi, ağaçlık, kamışlık edinilen yahut çayır elde etmek için su verilen öşür arazisinden ve Müslümanlara ait mülk araziden her yıl kesilip satılacak ağaçlardan, kamışlardan ve otlardan da öşür alınır.

Bir öşür arazisi, hem yağmur veya nehir suyu ile, hem de dolap veya benzeri bir aletle sulanıyorsa, hangisi ile daha çok sulanıyorsa, ona itibar edilir. Eğer eşit şekilde sulanıyorsa mükellefin lehine olarak miktar yirmide bir olarak alınır.

İmam-ı Âzam’a göre; bir öşür arazisi kirâya verilmiş olursa, bunların öşrünü kirâya vermiş olan şahıs verir. Çünkü öşür, toprağın bir vergisidir. Kirâya veren şahıs, ücret alarak bu toprağı bizzat kendisi ekip biçmiş gibi olmuştur. İmâmeyn’e göre ise; bu arazinin öşrünü, kirâlayan şahıs verir. Çünkü öşür, çıkan üründen verilir. Çıkan ürün ise kirâlayanındır. Fetvâ, İmam-ı Âzam’ın görüşüne göre verilmiştir.

İmam-ı Âzam Efendimize göre; öşrün alınma vakti, mahsül zâhir olduğundadır. Yani mahsül elde edilincedir. Fetvâ buna göredir. İmam Ebû Yusuf’a göre; mahsül olgunlaştığındadır. İmam Muhammed’e göre ise, mahsül yeşil oluncadır. İhtilafın faydası, mahsül telef edilince, ödemenin vâcip olup olmamasındadır. Mahsüllerin öşrü, vaktinden önce alınmaz. Mahsüller, tamamen yetişip elde edildiği zaman alınır. Fakat mahsüller artık belirdiği zaman, sahiplerinin izniyle öşür alınabilir. Öşür borcu olan bir mükellef öldüğünde ürün mevcutsa, öşrü vârislerinden alınır. Zekât ise, mükellefin ölmesiyle düşer.

Ayrıca mahsüllerin sahibine bir ay veya bir sene yiyecek olmak üzere yetecek miktardan fazlası nisab miktarına ulaşır da, ticaret niyeti ile saklanırsa, üzerinden bir sene geçince zekâta bağlı olur.[10]

Avlanan balıklardan öşür alınmaz. Yine öşür arazisinde bulunup kendisi ile ipek böceği beslenilen dut yapraklarından öşür alınır, fakat ipeğinden alınmaz. Bu ipek, hayvana bağlıdır. İpek böceği öşre bağlı olmadığından, onun bir parçası sayılan ipek de öşre bağlı olmaz. Yine ekilmeden başka bir işe yaramayan tohumdan da öşür alınmaz. Bunlar ticaret için olursa, ticaret malı kısmına girip ancak zekâtı verilir. Yine evinin önünde meyveli ağacı olan kimsenin, o ağacın meyvesinden dolayı, öşür vermesi gerekmez. Yine zeytin ve susam tanelerinden öşür alındığı takdirde, sonradan elde edilecek yağlarından tekrar öşür alınmaz.

Beyt’ül-mal’da (devlet hazinesinde) toplanan mallar dört sınıftır:

1- Hayvanlardan dolayı alınan zekâtlar, öşürler ve mallarının korunmasına karşılık yollarda tahsildarların tüccarlardan aldığı vergilerdir. Devlet, zekât ve öşür olarak topladığı malları fakirlere dağıtmak zorundadır.

2- Ganîmetlerden, madenlerden, defînelerden alınan beşte birdir. Bunların sarfedildiği yerler ise Sûre-i Enfâl, Âyet 41’de: ″… Bilin ki, kâfirlerden ganîmet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, Allah’a ve Resûle, onun akrabasına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmış gariplere aittir. Allah’u Teâlâ her şeye kâdirdir″ diye beyan edilen yerlerdir. Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’ın ismi, hürmeten başta zikredilmiştir. Zîrâ Allah’u Teâlâ, Resûlünü kendisinden ayırmadığı için kendisiyle beraber zikretmiştir. Bu sebeple Allah’u Teâlâ için özel bir pay ayrılması söz konusu değildir. Böylece ganîmetten kalan beşte bir olan hisse, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış gariplere dağıtılır.

Burada Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hissesi de, vefatıyla düşmüştür.

Ga­nîmet beşe taksim edilir. Beşte biri açıkladığımız gibi taksim edilir. Diğer dördü de savaşan mücâhidlere verilir. Savaş yoluyla elde edilen mallardan menkul olanlar da gayrimenkul olanlar da ganîmettir. Ancak gayrimenkuller, devlet başkanının tasarrufundadır. Dilerse dağıtır. Zîrâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hayber’i fethettiğinde, ganîmeti Müslümanlar arasında taksim etmiştir. Dilerse de eski sahiplerinde bırakarak, kendilerinden cizye, arazilerinden de haraç alır. Nitekim Hz. Ömer, Irak’ı fethettiğinde oranın halkına cizye, bahçesi olan evlerinin bahçelerine ve arâzileri üzerine haraç koymuştur. Kişilerin kendilerinin oturduğu evlerden bir şey alınmaz. Zımmînin dahi olsa alınmaz. Zîrâ Hz. Ömer: ″Haraç arazilerine haracı koyduğunda, evler sorulunca, onlar muaftır″[11] demiştir. Menkul olan ganîmetler ise, âyette geçtiği üzere taksim edilir.

3- Kendilerine eman (izin) verilen kâfirler ile İslâm memleketinde yaşayan zımmîlerden alınan haraç ile cizyedir. Bunların harcandığı yerler kervansarayların, köprülerin, sınırların yapımı ve vâlilerin, kadıların, müftülerin, okulların, devlet memurlarının giderleridir. Kısaca bu kısmın geliri, memleketin ve Müslümanların kalkınması için sarfedilir.

4- Vârisi olmayan kimselerin ölümlerinde Beyt’ül-Mal’a kalan mallardır. Bunlar, hastaların nafakasına, ilaçlarına, fakirlerin cenâzesine, sahipsiz çocukların bakımına ve cinâyetlerin diyetine, çalışamayacak durumda olanların nafakasına harcanır.

Sultanlar ve vâliler üzerine, bu toplanan dört kısım malları yerlerine harcamak vâciptir. Gâyet’ül-Beyan’da böyle yazılıdır.


[1] Sahih-i Buhârî, Zekât 55; Sahih-i Müslim, Zekât 1 (7 Sünen-i Ebû Dâvud, Zekât 11. Yine bakınız: Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 325/9.

[2] Bir vesk, altmış sa’dır. Bu da 62400 dirheme eşittir. Bu da, şer’î dirhem olarak hesap edildiğinde takriben 175 kg yapmakta, örfi dirhem olarak da 200 kg yapmaktadır. Beş vesk de şer’î dirheme göre 875 kg, örfi dirheme göre ise 1000 kg’dır.

[3] Sahih-i Buhârî, Zekât 32.

[4] Ebû Yusuf, Kitâb’ul-Haraç, s. 124.

[5] Serahsî, Mebsut, c. 3, s. 366.

[6] Sünen-i İbn-i Mâce, Zekât 22.

[7] Zımmî: İslâm tebaasından olup, Müslüman olmayan kimse.

[8] Şuf’a: Satılan bir mülkü (taşınmaz malı), satın alan kimseye kaça mal olmuş ise, o miktar karşılığında mülkiyetine geçirme yetkisi veren bir haktır. Bir gayrimenkulün satılması söz konusu olduğunda, hisseli pay sahibine tanınan önceliktir. Şuf’a hakkıyla ilgili hadislerden bir kısmı şöyledir: ″Taksim olunmamış her malda şuf‘a vardır. Sınırlar konulup, yollar açılınca artık şuf‘a kalmaz” (Sahih-i Buhârî, Şuf‘a 1). ″Bir kimsenin ortağının iznini almadan satması helâl olmaz, ortağı dilerse alır dilerse almaz; izni alınmadan satılırsa ortak satılanı alma konusunda diğerlerinden fazla hak sahibidir.″ (Sünen-i Ebû Dâvud, Buyû’ 75). ″Komşu komşusunun şuf‘asına başkalarından ziyade hak sahibidir.″ (Sünen-i Ebû Dâvud, Büyû‘ 75). Âlimler bu hadislerde belirlenen esaslar çerçevesinde şuf‘a hakkı ve bu hakkın kullanımı konusunda hükümler belirtmişlerdir. Şuf‘a hakkı, gayr-i menkul eşyada söz konusu olup, menkul malların satımında şuf‘a geçerli değildir.

[9] el-İnâye Şerh’ul-Hidâye, c. 8, s. 86; Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 155.

[10] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 353.

[11] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 154.