BÂZI DÎNÎ TÂBİRLER:

Dînî konuları daha iyi anlayabilmek için, çok sık kullanılan birtakım kavramları iyi bilmek gerekir. Burada bunlardan bir kısmına yer vereceğiz.


Şeriat:

Allah’u Teâlâ’nın, kulları için koyduğu dînî, dünyevî ahkâmının bütünüdür. Bu itibarla şeriat, din ile eş anlamlı olup, hem ″Ahkâm-ı Asliyye″ denilen itikâd hususlarını, hem de ″Ahkâm-ı Fer’iye-i Ameliyye″ denilen ibâdet, ahlâk ve muâmelâtı[1] kapsar.


[1] Muamelât: İbâdetlerin dışında kalan ve fert ile toplum hayatını ilgilendiren hükümlerdir. Aile hukuku, cezâ hukuku, akitler gibi.


İbâdet:

Kullukta bulunmak demektir. Şeriatta ibâdet, yapılmasında sevap olup güzel niyete bağlı bulunan herhangi bir ameldir. Hakk Teâlâ’ya tâzim etmek için yapılır. Namaz kılmak, oruç tutmak gibi.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Zâriyât, Âyet 56’da şöyle buyurmaktadır:

″Ben, cinleri ve insanları, ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım.″

Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de, şöyle buyrulmuştur:

يَقُولُ اللّٰهُ سُبْحَانَهُ يَا ابْنَ آدَمَ تَفَرَّغْ لِعِبَادَتِي أَمْلَأْ صَدْرَكَ غِنًى وَأَسُدَّ فَقْرَكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ مَلَأْتُ صَدْرَكَ شُغْلًا وَلَمْ أَسُدَّ فَقْرَكَ (ه عن ابى هريرة)

Allah’u Teâlâ buyuruyor ki: ″Ey Âdemoğlu! Kendini Benim ibâdetime ver ki, gönlünü zenginlikle dol­durayım ve fakirliğini gidereyim. Eğer böyle yapmazsan, ellerini işle doldururum, fakirliğini de gidermem.″[1]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 2.


Taat:

Emri benimseyip yerine getirmek demektir. Buna itaat de denir. Şeriatte itaat, yapılmasından dolayı sevap kazanılan herhangi bir ameldir. Kur’ân okumak gibi. Hakk Teâlâ’nın emirlerini gönül rızâsıyla yerine getirmek de birer taattir.


Amel:

İbâdet etmektir. Sâlih amel ise, ihlas ile ibâdet etmektir. Yani amelden murad, ancak Allah’ın rızâsı olmalıdır. İbâdetine riyâ yahut şeriata muhâlif işler karıştırmayarak, hayrı şerri birbirine katmayıp temiz yapmaktır.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Fetih, Âyet 29’da şöyle buyurmaktadır:

″… Allah’u Teâlâ, onlardan îman edip sâlih amellerde bulunanlara bir bağışlama ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

أَخْلِصْ دِينَكَ يَكْفِيكَ الْقَلِيلُ مِنَ الْعَمَلِ (ك هب عن معاذ بن جبل)

″Dîninde ihlaslı ol ki, az amel sana yeterli olsun.″[1]


[1] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 6593; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 7955.


Niyet:

Kasd mânasındadır ki, kalbin bir şeye yönelmesi demektir. Şeriatta, yapılan bir vazife ile Allah’u Teâlâ’ya taatte bulunmayı ve O’na mânen yaklaşmayı kasdetmektir.


Büluğ:

Belli bir çağa yetişmek ve belli birtakım vasıflara sahip olmak demektir. Belli bir yaşta bulunan ve belli vasıflara sahip olan kimseye ″Bâliğ ve bâliğa″ denir. Meselâ: Kendisine gusletmesi lâzım gelen bir erkek bâliğdir. İlk defa adet gören kız da bâliğadır. Bâliğ ve bâliğa olma yaşının başlangıcı erkek çocuklar için tam on iki, kız çocuklar için de tam dokuz yaştır. On beş yaşını bitirmiş olduğu halde, büluğ eseri belirmeyen kimse hükmen bâliğ sayılır.


Rüşd:

Lügatta; doğru yolu bulup gitme, doğru yolda gitme, doğru düşünme, akıl sahibi olma, bâliğ olma, büluğa erme, erginlik ve olgunluk gibi anlamlara gelmekte, kavram olarak da maddî veya manevî olarak doğru yola girmek demektir. Fıkıh terimi olarak ise doğru yolu bulma, akıllı davranma, akıl ve ruh bakımından olgunlaşma, iyilikleri elde edebilecek olgunlukta olma; malını korumak için gerekli tedbirleri alan ve saçıp savurmaktan korunan kimsenin vasfı anlamında bir İslâm hukuku terimidir. Bu vasfa sahip olan kişiye reşid denir. Kısaca reşid; kişinin mâli işlerde tasarruf edebilecek güce, olgunluğa gelmesi demektir. Sûre-i Nisâ, Âyet 6’da: ″Yetimleri, evlilik çağına erinceye kadar deneyin. Eğer kendilerinde rüşd görürseniz, hemen mallarını kendilerine teslim edin…″ diye buyrulmaktadır. Reşit olma büluğ ile başlar. Eğer kişi, büluğ çağına girmesine rağmen reşit değilse, bunun en son sınırı İmam-ı Âzam’a göre yirmi beştir. Bu yaşa gelmiş olan bir kimse, reşit değilse bile malı ona teslim edilir. Ancak İmâmeyn’e göre, reşit olmadıkça mal teslim edilmez. Büluğ yaşı ise alt sınırı kızlarda dokuz, erkeklerde on iki yaştır. Üst sınırı da İmam-ı Âzam’a göre kızlarda on yedi, erkeklerde on sekiz yaş; İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e göre ise her iki cins için on beş yaştır.

İşte yetim bir çocuk da rüşde ermeyip olgun bir hâle gelmemişse, malını verdiğin zaman onun kıymetini bilmeyip hebâ edebilir. Onun için rüşd ve olgunluk görülmeden, yetimlere mallarının teslim edilmemesi âyette emredilmiştir.


Sahih:

Rükünlerini ve şartlarını toplayan herhangi bir ibâdet veya muameledir. Meselâ: Farzlarına, vâciplerine riâyet ederek kılınan bir namaz sahih olur.


Câiz:

Yapılması şer’an yasak sayılmayan şey demektir. Bâzen sahih, bâzen de mübah yerinde kullanılır. Bâzı muameleler (işlemler), dünyâ ahkâmı bakımından sahih olduğu halde, âhiret ahkâmı bakımından sahih olmaz. Meselâ: Cuma namazını kılmakla yükümlü olan bir kimsenin Cuma ezanı okunurken yaptığı bir alım satım muamelesi gibi. Böylesi bir muamele sahihtir ve geçerlidir. Fakat mânevi sorumluluğu gerektirdiği için câiz değildir.


Küfür:

Küfür kelimesi lügatta, örtmek anlamına gelmektedir. Kavram olarak da İslâm’ın hakikatlerinin inkar edilmesidir. Bu kimselere de ″Kâfir″ denilir. Bir kimseye küfür ile itham etmeye ″Tekfir″ denir.

Küfür üç kısma ayrılır: Küfrü inâdî, küfrü cehlî ve küfrü hükmîdir.

Küfrü inâdî: Hakkı bildiği halde inat edip îman etmeyen kimselerdir. Ebû Cehil, Şeddad, Firavun ve Nemrut’un küfrü gibi. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 6-7’de: ″Ey Habîbim! (İnâdi olan) kâfirlere gelince, onları (Allah’ın azâbından) korkutsan da, korkutmasan da onlar için birdir, onlar îman etmezler.* Allah’u Teâlâ onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de perde çekmiştir. Ve onlar için büyük bir azap vardır″ diye buyurmaktadır. Yani Cehennemlik olanlar şunlardır ki, onları Cehenneme girmekten korkutsan da, korkutmasan da onlar için birdir, aldırmaz ve sakınmazlar. Ey Habîbim! Sen, küfürde inâdi olanları inandıramazsın, onların kalplerine korku koyamazsın. Günahlarının kirleri kendilerini paslandırır, vaadlere inanmaz olur, kalpleri körleşir. Bunlara Allah’u Teâlâ gazap eder; duymasınlar, görmesinler diye kalplerini, gözlerini ve kulaklarını kara mühürle mühürler. Sebebi de küfürde inat etmeleridir, demektir.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

الْقُلُوبُ أَرْبَعَةٌ: قَلْبٌ أَغْلَفُ، فَذَلِكَ قَلْبُ الْكَافِرِ، وَقَلْبٌ مُصْفَحٌ فَذَلِكَ قَلْبُ الْمُنَافِقِ، وَقَلْبٌ أَجْرَدُ فِيهِ مِثْلُ السِّرَاجِ، فَذَلِكَ قَلْبُ الْمُؤْمِنِ، وَقَلْبٌ فِيهِ إِيمَانٌ وَنِفَاقٌ، فَمَثَلُ الْإِيمَانِ كَمَثَلِ شَجَرَةٍ يُمِدُّهَا مَاءٌ طَيِّبٌ، وَمَثَلُ النِّفَاقِ كَمَثَلِ قُرْحَةٍ يُمِدُّهَا الْقَيْحُ وَالدَّمُ، فَأَيُّ الْمَادَّتَيْنِ غَلَبَتْ صَاحِبَتَهَا أَهْلَكَتْهُ (مصنف ابن ابى شيبة عن حذيفة)

″Kalpler dört türlüdür. Tamamen mühürlenmiş kalp, bu (küfürde inâdi olan) kâfirin kalbidir. Eğri ve içinde îman ile küfrü bir arada bulunduran kalp, münâfığın kalbidir. İçinde ışıl ışıl bir kandilin yandığı kötülüklerden arındırılmış kalp, Mü’minin kalbidir. Bir kalp daha vardır ki, içinde nifak ve îmanı beraberce barındırır. Îman, bu kalpte tertemiz sulardan beslenen bir ağacı andırırken, nifak, kan ve irin akıtan bir yaraya benzer. Artık hangisi diğerine üstün gelirse, kalp onun hükmü altına girer.″[1]

Küfrü cehlî: Kâfir halkına denir. Bunlara, ″Gelin Müslüman olun″ dense, ″Biz babalarımızdan böyle gördük, böyle gideriz″ derler. Bu husus Sûre-i Bakara, Âyet 170’te şöyle geçmektedir: Kâfirlere: ″Allah’ın indirdiğine tâbi olun!″ denildiği zaman, ″Hayır, biz babalarımızın dînine tâbi oluruz″ dediler. Babaları bir şey anlamamış ve hidâyet üzere olmamış oldukları hâlde, yine onların dînine mi tâbi olacaklar?

Yine Sûre-i Sâffât, Âyet 68-70’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ″Sonra onların dönüp varacakları yer, şüphesiz yine Cehennemdir.* Çünkü onlar, babalarını azgın buldular* ve onların izine uymada sürat gösterdiler.″

Küfrü hükmî: Dîne göre hürmet olunacak yerde küçük görür ve küçük görülecek yerde hürmet ederse, buna da küfrü hükmî denir. Meselâ; bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّاللّٰهَ اخْتَارَنِي وَاخْتَارَ أَصْحَابِي فَجَعَلَهُمْ أَصْهَارِي وَجَعَلَهُمْ أَنْصَارِي وَإِنَّهُ سَيَجِيءُ فِي آخِرِ الزَّمَانِ قَوْمٌ يَنْتَقِصُونَهُمْ أَلَا فَلَا تُنَاكِحُوهُمْ أَلَا فَلَا تَنْكِحُوا إِلَيْهِمْ أَلَا فَلَا تُصَلُّوا عَلَيْهِمْ عَلَيْهِمْ حَلَّتْ لَعْنَةُ (عق ابن النجار عن انس بن مالك)

″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, Beni ve Ashâbımı seçti. Ashâbımı Bana akraba ve yardımcılar kıldı. Bilesiniz âhir zaman­da bir kısım insanlar çıkıp Ashâbımın kadrini, kıymetini düşürmeye çalışacak. Dik­kat edin! Onlarla evlenmeyin. Dik­kat edin! Onlara kız vermeyin. Dikkat edin! Onlarla birlikte namaz kılmayın. Onla­rın (cenâze) namazını da kılmayın. Onlara Hakk’ın lâneti inmiştir.″[2]


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 1, s. 373; İbn-i Ebî Şeybe, Masannef, Hadis No: 53; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10705.

[2] Kütüb-i Sitte, c. 1, s. 525; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 89/7; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32468, 32529.


Şirk:

″Allah’a ortak koşmak″ anlamına gelen ″Şirk″ ifadesinden maksat, Allah’ın birliğini inkâr ederek, müşriklerin yaptığı gibi putu veya herhangi bir nesneyi ilah edinip ona ibâdet etmek ve ayrıca Ehl-i Kitab’ın yaptığı gibi, birden fazla ilah olduğunu söyleyerek Allah’a ortak koşmaktır.

Bu hususta Cenâb-ı Hakk Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 165’te şöyle buyurmaktadır:

″İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başkalarını O’na ortak koşarlar. Onları Allah’ı sever gibi severler. Mü’minlerin ise, Allah’a sevgileri daha şiddetlidir. O zâlimler, azâbı gördükleri vakit, bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’u Teâlâ’nın azâbının çok şiddetli olduğunu bir bilselerdi!″

Bu Âyet-i Kerime’de Allah’u Teâlâ’ya şirk koşanlardan kastedilenler; Hristiyanlar, Yahudiler, Sâbiiler (yıldıza tapanlar), putperestler ve bunun gibilerdir.

Bu hususta Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

سَأَلْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَيُّ الذَّنْبِ أَعْظَمُ عِنْدَ اللّٰهِ قَالَ أَنْ تَجْعَلَ لِلَّهِ نِدًّا وَهُوَ خَلَقَكَ قَالَ قُلْتُ لَهُ إِنَّ ذَلِكَ لَعَظِيمٌ قَالَ قُلْتُ ثُمَّ أَيٌّ قَالَ ثُمَّ أَنْ تَقْتُلَ وَلَدَكَ مَخَافَةَ أَنْ يَطْعَمَ مَعَكَ قَالَ قُلْتُ ثُمَّ أَيٌّ قَالَ ثُمَّ أَنْ تُزَانِيَ حَلِيلَةَ جَارِكَ (م عن عبد اللّٰه)

Ben: ″Yâ Resûlallah! Allah katında hangi günah daha büyüktür?″ diye sordum. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Seni yarattığı halde Allah’a ortak koşmandır″ buyurdu. ″Ondan sonra hangisidir?″ dedim. ″Seninle birlikte yemek yiyeceğinden korkarak çocuğunu öldürmendir″ buyurdu. ″Ondan sonra hangisidir?″ dedim. ″Komşunun hanımıyla zinâ etmendir″ buyurdu.[1]

Mü’minler, Allah’u Teâlâ’yı malından, evladından ve kendi canından daha ileri severler ve azabından da korkarak emir ve nehiylerinin dışına çıkmazlar. Tâzim ve sevgi hususunda hiçbir şeyi Allah’u Teâlâ’nın dengine çıkarmazlar. Yani Hristiyanların Îsâ Mesih, Allah’ın oğludur, Yahudilerin de Üzeyr, Allah’ın oğludur ve Müşriklerin, melekler, Allah’ın kızlarıdır gibi sözler söyleyerek hiçbir mahlûku Allah’ın dengine çıkarmazlar.

Muaz Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

كُنْتُ رَدِيفَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ لِي يَا مُعَاذُ أَتَدْرِي مَا حَقُّ اللّٰهِ عَلَى الْنَّاسِ قُلْتُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ حَقَّهُ عَلَيْهِمْ اَنْ يَعْبُدُوهُ وَلَا يُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا أَتَدْرِي يَا مُعَاذُ مَا حَقُّ الْنَّاسِ عَلَى اللّٰهِ إِذَا فَعَلُوا ذَلِكَ قُلْتُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ حَقُّ الْنَّاسِ عَلَى اللّٰهِ أَنْ لَا يُعَذِّبَهُمْ (طب عن معاذ بن جبل)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, bineğinin üzerindeydi ve ben de onun arkasında idim. Bana: ″Yâ Muaz! Allah’ın insanlar üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?″ diye sordu. Ben: ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dedim. Buyurdu ki: ″Allah’u Teâlâ’yı bir bilip, yalnız O’na ibâdet etmeleri ve ibâdetlerinde hiçbir şeyi O’na şirk koşmamalarıdır. ″Yâ Muaz! Bu görevlerini yerine getiren insanların Allah üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?″ ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ deyince, buyurdu ki: ″Onlara azap etmemesidir.″[2]


[1] Sahih-i Müslim, İman, 38 (141).

[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 16508; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21029


Münâfık:

Allah’a ve Peygamberine sâdece dilleri ile inandığını söyleyen, fakat kalbiyle inanmayan kimsedir. Münâfıkların bu durumu hakkında Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 8’de şöyle buyurmaktadır:

İnsanlardan bâzı kimseler vardır ki: ″Biz de Allah’a ve âhiret gününe îman ettik″ derler. Halbuki onlar, Mü’min değildir.

Münâfığın yeri Cehennemin en alt tabakasıdır. Allah’u Teâlâ bu hususta da Sûre-i Nisâ, Âyet 145’te şöyle buyurmaktadır:

″Şüphesiz ki münâfıklar, Cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onlar için (oradan kurtaracak) bir yardımcı da bulamazsın.″

Münâfıkların özellikleri hakkında Allah’u Teâlâ Sûre-i Nisâ, Âyet 142’de şöyle buyurmaktadır:

″Şüphesiz münâfıklar, Allah’u Teâlâ‘yı aldatmak isterler. Halbuki Allah’u Teâlâ onları aldatır. Münâfıklar, namaza tembel olurlar, namazı insanlara gösteriş için kılarlar ve Allah’u Teâlâ‘yı da çok az zikrederler.″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

أَرْبَعٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ كَانَ مُنَافِقًا خَالِصًا وَمَنْ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنْهُنَّ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنَ النِّفَاقِ حَتَّى يَدَعَهَا إِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ وَإِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَإِذَا عَاهَدَ غَدَرَ وَإِذَا خَاصَمَ فَجَرَ (خ عن عبد اللّٰه بن عمرو)

″Dört şey her kimde bulunursa hâlis münâfık olur; her kimde bunların bir parçası bulunursa onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklık­tan bir haslet kalmış olur. Bunlar şöyledir: Kendisine bir şey emânet edildiği zaman hıyânet eder, söz söylerken yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz ve husumet ettiği zaman aşırı gider.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Îman 24.