HULEFÂ-İ RÂŞİDÎN:

Hulefâ-i Râşidîn ifadesiyle Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizin vefatından sonra hâlife olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali kastedilir. Hulefâ, ″Halîfe″ kelimesinin, Râşidîn ise, ″Doğruya ve hakka sımsıkı sarılan, kemâle ermiş″ anlamındaki ″Râşid″ kelimesinin çoğuludur. Bu dört halifeye bu ismin verilmesi onlar hakkında İrbad b. Sâriye Radiyallâhu anhu‘dan nakledilen şu Hadis-i Şerif’tir:

وَعَظَنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَوْمًا بَعْدَ صَلَاةِ الْغَدَاةِ مَوْعِظَةً بَلِيغَةً ذَرَفَتْ مِنْهَا الْعُيُونُ وَوَجِلَتْ مِنْهَا الْقُلُوبُ فَقَالَ رَجُلٌ إِنَّ هَذِهِ مَوْعِظَةُ مُوَدِّعٍ فَمَاذَا تَعْهَدُ إِلَيْنَا يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ أُوصِيكُمْ بِتَقْوَى اللّٰهِ وَالسَّمْعِ وَالطَّاعَةِ وَإِنْ عَبْدٌ حَبَشِيٌّ فَإِنَّهُ مَنْ يَعِشْ مِنْكُمْ يَرَى اخْتِلَافًا كَثِيرًا وَإِيَّاكُمْ وَمُحْدَثَاتِ الْأُمُورِ فَإِنَّهَا ضَلَالَةٌ فَمَنْ أَدْرَكَ ذَلِكَ مِنْكُمْ فَعَلَيْهِ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ (ت عن العرباض بن سارية)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün sabah namazından sonra son derece tesirli bir vaaz verdi. Bu vaazın tesirinden gözler yaşardı, kalpler ürperdi. Ashâbdan bir adam: ″Bu öğütler, şüphesiz vedalaşan bir kimsenin öğütleri gibidir. Yâ Resûlallah! Bize neyi vasiyet edersiniz?″ dedi. Resûlü Ekrem şöyle buyurdu: ″Takvâ ile amel etmenizi ve idâreciniz Habeşli bir köle bile olsa, dinleyip itaat etmenizi vasiyet ederim. İçinizde yaşayacak olanlar benden sonra pek çok ayrılık ve anlaşmazlıklara şâhit olacaktır. Dinde yeri olmayan fakat dindenmiş gibi gösterilmeye çalışan şeylerden sakınıp uzak durun; çünkü onlar dalâlettir. Sizden her kim bu dönemlere ulaşırsa, benim sünnetime ve hidâyet üzere olan Hulefâ-i Râşidinin sünnetine sıkıca sarılsın. Bu hususta azı dişinizle sıkıca tutunun.″[1]

Yine bu dört halifeye, ″Dört sevgili″ anlamına gelen ″Çâr-ı Yâr″ tabiri de kullanılır. Hulefâ-i Râşidîn’in ilki Ebû Bekir Radiyallâhu anhu’dur. Hz. Ebû Bekir hilâfetin şartlarını şahsında toplamış, bütün Ashâb-ı Kirâm’a üstünlüğü kabul edilmiş bir zattı. Ashâb, onun hilâfetinde ittifak etmiştir. Bu ittifak kesin bir delil teşkil eder. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Hz. Ali’nin hilâfetini açıkça haber verdiğini ileri süren kimselerin iddiası da bu icmâ karşısında sükut eder. Çünkü Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz:

إِنَّ أُمَّتِي لَا تَجْتَمِعُ عَلَى ضَلَالَةٍ (ه عن أنس)

″Benim ümmetim delâlet üzere ittifak etmez″[2] buyurmuştur. Ayrıca herkesçe bilmektedir ki Hz. Ali, halife Hz. Ebû Bekir’e bey’at etmeyi uygun gördükten sonra hazır bulunan bir çok zevâtın yanında ona bey’at etmiştir.

Hz. Ebû Bekir vefatından önce Hz Ömer b. el-Hattab’ı veliaht seçtirdi. Rivâyet olunur ki, halife Hz. Ebû Bekir hayatından ümid kesince Hz. Osman’ı çağırmış ve Hz. Ömer b. el-Hattab’ı veliahd edindiğine dair mektubu ona yazdırmıştı. Mektubun yazılışı bitince onu mühürleyerek Medinelilerin huzuruna çıkarmış onlara mektup sahifesinde yazılı bulunan zâta bey’at etmelerini emretmiş, onlar da bey’at etmiştir. Hatta mektup Hz. Ali b. Ebî Tâlib’in yanından geçerken Hz. Ali; ″Orada yazılı bulunan zâta bey’at ettik, Ömer b. Hattab da olsa″ demiş. Sonra Ashâb-ı Kirâm Hz. Ömer’in hilafetinde ittifak etmiştir.

Sonra Hz. Ömer şehit edildi. Hilâfet işini altı kişi arasındaki istişâre neticesine havâle etti: Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr ve Sa’d b. Ebî Vakkas Radiyallâhu anhum. Şûra ehlinin beşi halife seçimini altıncı üye Abdurrahman’a havale edip onun vereceği karara râzı oldular. O da Hz. Osman’ı seçti ve Ashâbın huzurunda ona bey’at etti. Ashâb-ı Kirâm da kendisine bey’at edip hilafeti boyunca emirlerine boyun eğdiler, arkasında Cuma ve Bayram namazlarını kıldılar. Bu onların Hz. Osman’ın hilafeti hakkında ittifak ettiğini gösterir.

Halife Hz. Osman da hilafet konusunda bir şey söyleme imkanı bulamadan şehit edildi. Bunun üzerine Muhâcirîn ve Ensâr’dan ileri gelen bir Ashâb grubu toplanıp Hz. Ali’den hilafeti kabul etmesini istediler, bu konuda ısrar ettiler, o da kabul etti ve orada bulunan seçkin Ashab topluluğundan kendisi için bey’at aldı. Halife Hz. Ali’ye muhâlefet eden veya onun karşısında savaşan Ashab kendi zan ve içtihatlarına dayanıyorlardı. Ehl-i sünnet’e göre bu konuda haklı olan Hz. Ali’dir. Çünkü o, çağdaşlarının en faziletlisi ve hilafete en layık olanıdır. Rivâyet olunduğuna göre; Hz. Ali’nin muhalifleri bilahare fikirlerinden dönmüşler ve yaptıklarına pişman olmuşlardır.[3]

Hülefâ-i Râşidîn’in fazilet sırası Ehl-i Sünnete göre hilâfet sırasının aynısıdır. Bununla beraber her birinin birbirinden üstün olan farklı yönleri vardır. Onları öven çok sayıda Hadis-i Şerif vardır. Bunlar hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

رَحِمَ اللّٰهُ أَبَا بَكْرٍ زَوَّجَنِيَ ابْنَتَهُ وَحَمَلَنِي إِلَى دَارِ الْهِجْرَةِ وَأَعْتَقَ بِلَالًا مِنْ مَالِهِ رَحِمَ اللّٰهُ عُمَرَ يَقُولُ الْحَقَّ وَإِنْ كَانَ مُرًّا تَرَكَهُ الْحَقُّ وَمَا لَهُ صَدِيقٌ رَحِمَ اللّٰهُ عُثْمَانَ تَسْتَحْيِيهِ الْمَلَائِكَةُ رَحِمَ اللّٰهُ عَلِيًّا اللّٰهُمَّ أَدِرْ الْحَقَّ مَعَهُ حَيْثُ دَارَ (ت عن على)

″Allah’u Teâlâ, Ebû Bekir’e rahmetini ihsan et­sin. Bana kızını verdi. Hicret yurduna beni (sağladığı binekle) taşıdı ve kendi malından Bilal’i hürriyetine kavuşturdu. Allah’u Teâlâ, Ömer’e de rahmetini ihsan et­sin. Acı da olsa hakkı söyler, hakkı söylemesi sebebiyle arkadaşsız kalmıştır. Allah’u Teâlâ, Osman’a da rahmetini ihsan et­sin. Melekler bile ondan hayâ ederler. Allah’u Teâlâ, Ali’ye de rahmetini ihsan et­sin. Allah’ım! Ali nereye dönerse hakkı onunla beraber eyle.″[4]

لَا يَجْتَمِعُ حُبُّ هَؤُلاءِ الأَرْبَعَةِ فِي قَلْبِ مُنَافِقٍ أَبِي بَكْرٍ وَعُمَرَ وَعُثْمَانَ وَعَلِيٍّ. (طس كر عن أنس)

″Şu dört zâtın muhabbeti bir münâfığın kalbinde toplanmaz: Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali.″[5]

إِنَّ اللّٰهَ اخْتَارَنِي وَاخْتَارَ لِي أَصْحَابًا فَجَعَلَ لِي بَيْنَهُمْ وُزَرَاءَ وَأَنْصَارًا وَأَصْهَارًا فَمَنْ سَبَّهُمْ فَعَلَيْهِ لَعْنَةُ اللّٰهِ وَالْمَلائِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ لا يُقْبَلُ مِنْهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ صَرْفٌ وَلا عَدْلٌ (طب ك عن عويم بن ساعدة)

″Şüphesiz Allah’u Teâlâ, Beni seçti ve Benim için de Ashâbımı seçti. Onlardan bâzılarını Bana vezir, yardımcı ve akraba yaptı. Onlara kim hakaret ederse, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Mahşer gününde onun (dünyâda iken yaptığı) hiçbir iyi ameli kabul edilmez.″[6]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in en yakın akrabaları da, bu dört halifedir. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer kayınbabasıdır. Hz. Osman ile Hz. Ali de damatlarıdır. Bunlara buğzeden kimse Allah’ı ve Resûlünü inkâr etmiş olur ve doğrudan kâfir olur. Her ne kadar kendisinin İslâm üzere olduğunu iddia etse de, onun hiçbir ameli kabul edilmez.

Evlatlarının fazilet sırasına gelince, bâzı âlimler ″Ashâbın dışında ilim ve takvâ ölçüsünden başka kimseyi ötekinden üstün kabul etmeyiz″ demiş, bâzıları da ″Evlatları babalarının fazilet sırasına göre derecelendiririz, demişler, ancak Hz. Fâtıma’nın çocukları müstesnâ. Zîrâ onlar Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e olan yakınlıkları sebebiyle bütün Ashâbın çocuklarından üstün kabul edilir.[7]

Nübüvveti takip eden bu hilâfet devri Hz. Ali ile sona erdi. Çünkü o, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizin vefatından otuz yıl sonra şehit edildi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de:

خِلَافَةُ النُّبُوَّةِ ثَلَاثُونَ سَنَةً ثُمَّ يُؤْتِي اللّٰهُ الْمُلْكَ أَوْ مُلْكَهُ مَنْ يَشَاءُ (د ت حم عن سفينة)

″Nübüvvet hilâfeti otuz yıldır. Sonra Allah, mülkü veya mülkünü (onun idaresini) dilediği kimseye verir″[8] buyurmuştur.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de:

تَدُورُ رَحَى الْإِسْلَامِ عَلَى رَأْسِ خَمْسٍ وَثَلَاثِينَ أَوْ سِتٍّ وَثَلَاثِينَ أَوْ سَبْعٍ وَثَلَاثِينَ... (د حم عن عبد اللّٰه بن مسعود)

″İslâm dininin kuvveti otuz beş, otuz altı yada otuz yedi sene olacaktır″[9] diye buyurarak, Hz. Muâviye’nin döneminin bir kısmından da bahsetmiştir. Bu sebeple Ehl-i Sünnet tarafından onun hilafeti sahih ve sâbit olarak görülmüştür.[10]

Abdulkadir Geylani Hazretleri ″Günyet’üt-Tâlibîn″ isimli kitabında Hz. Muâviye Radiyalllâhu anhu hakkında şöyle yazmaktadır:

İmam Ahmed b. Hanbel Radiyallâhu anhu, kesin olarak bu işe Hz. Ali Radiyallâhu anhu ile Hz. Muâviye Radiyallâhu anhu arasında geçen hâdiseye karışmamayı kararlaştırdı. Hatta Sahabe arasında geçen tüm çekişme, münazara, muneferat ve husûmet gibi şeylerde dahi susmayı tercih etti. Çünkü, Allah’u Teâlâ, mahşer günü onların arasında geçen hadiselerin tesirini yok edecektir. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Hicr, Âyet 47’de: ″Onların kalplerinden kin ve hasedi kaldırdık. Artık onlar tahtlar üzerinde, kardeşler olarak karşılıklı otururlar″ diye buyurmaktadır.[11]

Hz. Ali vefat etti; Hz. Hasan dahi kendisini hilâfetten çekti. Bundan sonra hilâfet Hz. Muâviye’ye geçti. Hilâfetin Hz. Muâviye’ye geçmesi, Hz. Hasan’ın görüşü ile oldu. O, bunda bir hayır gördü; kendisine göre gerçek olan amme menfaati, hilâfeti Hz. Muâviye’ye teslim etmekti; bunu yaptı. Böylece topluluk arasındaki ihtilafı da kaldırdı; bütün olarak Hz. Muâviye’ye uyulmasını sağladı. Allah ondan râzı olsun.[12]

Ebû Bekre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

رَأَيْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلَى الْمِنْبَرِ وَحَسَنٌ مَعَهُ وَهُوَ يُقْبِلُ عَلَى النَّاسِ مَرَّةً وَعَلَيْهِ مَرَّةً، وَيَقُولُ: إِنَّ ابْنِي هَذَا سَيِّدٌ وَلَعَلَّ اللّٰهَ أَنَّ يُصْلِحَ بِهِ بَيْنَ فِئَتَيْنِ مِنَ الْمُسْلِمِينَ. (خ عن أبي بكرة)

Hz. Hasan Radiyallâhu anhu daha çocuk iken Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem minber üzerinde Hasan Radiyallâhu anhu’yu yanına alarak bir kere cemaate, diğer bir defa da Hz. Hasan Radiyallâhu anhu’dan yana dönüp, ona işaret ederek: ″Bu benim oğlumdur, şeref sahibi bir efendidir. Umarım ki Allah, oğlumun sebebi ile yakında Müslümanlardan iki büyük fırkanın arasını ıslah edecek″ demiştir.[13] Bu Hadis-i Şerif bizzat bu olayı anlatmaktadır.

Ehl-i Sünnet’e göre; Hz. Ali ve Hz. Muâviye Ashâb-ı Kirâm’ın büyüklerindendir. Zîrâ Hz. Ali Kerremallâhu veche, Hz. Muâviye taraftarlarına:

إخْوَانُنَا بَغَوْا عَلَيْنَا

″Kardeşlerimiz bize isyan etmiştir″[14] diyerek onlar için kardeşlerimiz tabirini kullanmıştır.

Muâviye Radiyallâhu anhu, Peygamberimiz Sallalâhu aleyhi ve sellem Efendimizin vahiy katiblerindendir. Aynı zamanda Resûlü Kirâm Efendimizin kayınbiraderidir. Ashab ve ulemâ tarafından, bu sebeple kendisine ″Mü’minlerin dayısı″ diye isim verilmiştir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şeriflerinde Muâviye Radiyallâhu anhu için şöyle buyurmuştur:

اَللّٰهُمَّ عَلِّمْ مُعَاوِيَةَ الْكِتَابَ وَالْحِسَابَ وَقِهِ الْعَذَابَ (حم ع طب حل عن العرباض الحسن بن سفيان عد كر عن ابن عباس)

″Allah'ım! Sen, Muâviye’ye kitap ilmini ver ve hesab ilmini öğret ve azaptan koru.″[15]

اَللّٰهُمَّ عَلِّمْهُ الْكِتَابَ وَالْحِسَابَ وَمَكِّنْ لَهُ فِى الْبِلَادِ وَقِهِ الْعَذَابَ قَالَهُ لِمُعَوِيَةِ (ابن سعد طب كر عن سلمة بن مخلد)

″Allah’ım! Ona kitabı (Kur’ân’ı), hesabı (fıkhı) öğret. Onu ülkelere hakim kıl. Onu azâbtan koru.″[16]

Muâviye Radiyallâhu anhu, akrabası olan Hz. Osman Radiyallâhu anhu’nun haksız yere öldürüldüğünü düşündüğünden, onun davasını gütmüştür. Meselesi halifelik davası değildi. İki taraf da Müslümandır. Sıffin Harbi’ni bu bağlamda değerlendirmek gerektir.

Fakat Yezid ile başlayan Emeviler döneminde Müslümanlara çok büyük eziyetler olmuştur. Özellikle Hz. Hasan Efendimizi zehirleten, Hz. Hüseyin Efendimizi Kerbelâ’da şehit eden Yezid ise mel’undur.

Yezid hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

أَوَّلُ مَنْ بَدَّلَ سُنَّتِي رَجُلٌمِنْبَنِي أُمَيَّةَ هُوَ يَزِيدٌ (ع عن أبي ذر)

″Benim sünnetimi ilk değiştirecek olan yönetici, Ümeyyeoğulla-rından bir adamdır.″ (Râvi der ki:) O, Yezid’dir.[17]

لَا يَزَالُ أَمْرُ أُمَّتِي قَائِمًا بِالْقِسْطِ حَتَّى يَكُونَ أَوَّلَ مَنْ يَثْلَمُهُ رَجُلٌ مِنْ بَنِي أُمَيَّةَ يُقَالُ لَهُ يَزِيدُ (ع عن أبي عبيدة بن جراح)

″Ümmetimin yönetimi, adâlet ve itidal üzere yürüyecektir. Fakat Ümeyyeoğullarından bir adam, bu yönetimde ilk gediği açacaktır.″ Denildi ki: O, Yezid’dir.[18]

وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِنْ شَرٍّ قَدِ اقْتَرَبَ عَلَى رَأْسِ السِّتِّينَ تَصِيرُ الأَمَانَةُ غَنِيمَةً وَالصَّدَقَةُ غَرِيمَةً وَالشَّهَادَةُ بِالْمَعْرِفَةِ وَالْحُكْمُ بِالْهَوَى (ك عن ابى هريرة)

″Yaklaşan bir şerden Arapların vay hâline! Altmışıncı senenin başından itibaren emânet ganimet sayılacak. Zekât malı idareciler tarafından yenilecek. Şâhitlik, tanıma durumuna göre yapılacak ve hüküm Allah’ın emirleri dışında verilecektir.″[19]

Hicri altmışıncı sene tam olarak Yezid’in hükümdar olduğu senedir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hicreti, miladın başı sayılmıştır. Hicretten sonra on yılı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in dönemi ve otuz yıl da dört halife dönemi ve yirmi yıl da Hz. Muâviye dönemidir. Bunlar toplandığında hicri altmış yıl yapar. İşte Hz. Muâviye’nin vefâtından sonra Yezid’in halifeliğini ilan etmesi tam bu altmışıncı yıla denk gelmektedir.


[1] Sünen-i Tirmizî, İlim 15; Sünen-i Dârimî, Muaddime, 16; Sünen-i İbn-i Mâce, Muaddime 6; Sünen-i Ebû Dâvûd, Sünnet 5.

[2] Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 8.

[3] Sahih olarak rivâyet edildiğine göre Hz. Aişe, Cemel Harbi’ne çıkışına sonradan pişman olmuş, hatta başörtüsünü ıslatacak kadar onun için ağlamıştır. Yine rivâyet olundu ki; Hz. Talhâ Cemel Vakası’nda son nefeslerini yaşarken Hz. Ali’nin ordusundan bir gence elini uzatmış ve ″Elini uzat da Emir’ul-Mü’minîn (Hz. Ali) adına sana bey’at edeyim″ demiş. Hz. Talhâ, bu işi âdil bir zâtın hilafetine bey’at etmiş olarak ölmek için yapmıştır. (Maturidiyye Akâidi, s. 130).

[4] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 20.

[5] Râmûz’ul-Ehâdîs, 484/4; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 33103.

[6] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 13794; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 6732; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 86/7.

[7] Mâturidiyye Akâidi, s. 130.

[8] Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 8; Sünen-i Tirmizî, Fiten 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 20918.

[9] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 3523, 3544; Sünen-i Ebû Dâvud, Fiten ve Melâhim 1.

[10] Günyet’üt-Tâlibîn, c. 1, s. 118.

[11] Günyet’üt-Tâlibîn, c. 1, s. 118.

[12] Günyet’üt-Tâlibîn, c. 1, s. 118.

[13] Sahih-i Buhari Tecridi Sarih c. 8, Hadis No: 1159.

[14] Mâturidiyye Akâidi, s. 125.

[15] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 16526; Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, Hadis No: 15031; İbn-i Hibban, Hadis No: 7333; Ma’rifetüs-Sahabeti Naim İsbehani, Hadis No: 1952, 1953; Râmûzu'l-Ehâdîs, Hadîs No: 2182; Mir'ât-ı Kâinât, C.2, s. 6.

[16] Ramuz’ul Ehadis, Hadis No: 2189.

[17] Beyhakî, Delâil’ün-Nübüvve, Hadis No: 2802; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, Hadis No: 145; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 31063; 38368.

[18] Ebû Ya’la el-Mevsili, Müsned, Hadis No: 837; Beyhakî, Delâil’ün-Nübüvve, Hadis No: 2803; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 31069, 31070.

[19] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 8626.