ANKEBûT SÛRESİ

﴿ اُتْلُ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَاَقِمِ الصَّلٰوةَۜ اِنَّ الصَّلٰوةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِۜ وَلَذِكْرُ اللّٰهِ اَكْبَرُۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ ﴿٤٥﴾

45. Ey Resûlüm! Kitaptan sana vahyolunanı oku. Namaza devam et. Çünkü namaz, büyük ve küçük günahlardan alıkoyar ve (bu hususta) elbette zikrullah daha büyüktür. Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızı bilir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, namazın ve zikrullahın insanları her türlü mâsiyetten alıkoyduğundan bahsedilmektedir. Şeytanın, insanları namaz ve zikrullahtan uzaklaştırarak mâsiyete yönlendirdiği Sûre-i Mâide, Âyet 91’de de şöyle geçmektedir:

Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza buğuz ve düşmanlık sokmak ve sizi zikrullahtan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz bunlardan vazgeçtiniz değil mi?″

Namazın önemine dair Resûlullah (Sallallâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:

اِنَّ أَوَّلَ مَا يُحَاسَبُ بِهِ الْعَبْدُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ صَلَاتُهُ فَاِنْ وُجِدَتْ تَامَّةً كُتِبَتْ تَامَّةً وَاِنْ كَانَ انْتُقِصَ مِنْهَا شَيْءٌ قَالَ انْظُرُوا هَلْ تَجِدُونَ لَهُ مِنْ تَطَوُّعٍ يُكَمِّلُ لَهُ مَا ضَيَّعَ مِنْ فَرِيضَةٍ مِنْ تَطَوُّعِهِ ثُمَّ سَائِرُ الْأَعْمَالِ تَجْر۪ى عَلَى حَسَبِ ذَلِكَ (ن ت ه عن ابى هريرة)

″Mahşer gününde kulun işlediği amellerinden ilk olarak hesap vereceği şey, namazdır. Eğer namazı tamam ise, tamamdır, değilse Allah’u Teâlâ: ″Kulumun nafile namazlarına bakın″ buyurur. Nafile namazları varsa farzlardan eksikleri onunla tamamlanır. Böylece diğer amellerin hesabı da bu şekilde görülür.″[1]

Yine âyette namazın, insanları büyük ve küçük günahlardan uzaklaştırdığı beyan edilmekte, zikrullahın ise bu hususta daha etkili olduğu anlatılmaktadır. Böylece zikrullahın, ibâdetler içerisinde en üstün olduğu beyan edilmiştir.

Zikrullah hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَلَا أُنَبِّئُكُمْ بِخَيْرِ أَعْمَالِكُمْ وَأَزْكَاهَا عِنْدَ مَلِيكِكُمْ وَأَرْفَعِهَا فِى دَرَجَاتِكُمْ وَخَيْرٌ لَكُمْ مِنْ اِنْفَاقِ الذَّهَبِ وَالْوَرِقِ وَخَيْرٌ لَكُمْ مِنْ أَنْ تَلْقَوْا عَدُوَّكُمْ فَتَضْرِبُوا أَعْنَاقَهُمْ وَيَضْرِبُوا أَعْنَاقَكُمْ قَالُوا بَلَى قَالَ ذِكْرُ اللّٰهِ تَعَالَى (حم ت عن ابى الدرداء)

″Haberiniz olsun! Rabbinizin katında dere­cenizi en yüksek ve sizi en temiz kılan, altın ve gümüş tasadduk etmekten daha hayırlı olan, Allah yolunda savaşa çıkıp da düşmanlarla kıyası­ya savaşmaktan bile daha üstün olan hayırlı amelinizi size bildireyim mi?″ ″Evet″ dediler. Buyurdu ki: ″İşte o, zikrullahtır.″[2]

İmam Ahmed, Zühd’de ve İbn’ul-Münzir’in bildirdiğine göre, Muaz b. Cebel Radiyallâhu anhu:

″İnsan, Allah’ın azâbından kurtulmak için, Allah’ı zikretmekten daha güzel bir şey yapmamıştır″ dedi. Bunun üzerine kendisine: ″Allah yolunda yapılan cihattan da mı?″ diye sorulunca, ″Ölünceye kadar kılıç vursa bile, zîrâ Allah’u Teâlâ, kitabında: ″Elbette zikrullah daha büyüktür″ diye buyurmaktadır″ karşılığını verdi.[3]

İmam Taberî’nin, tefsirinde naklettiğine göre; bu âyet hakkında Selman-ı Fârisi Hazretleri de: ″Amellerin en üstünü hangisidir?″ diye sorana, ″Kur’ân’ı okumuyor musun? Elbette ki Allah’ı zikretmek en üstün ibâdettir. O’nu zikret­mekten daha üstün bir ibâdet yoktur″[4] diye buyurmuştur.

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَنَّ رَجُلًا سَأَلَهُ فَقَالَ أَيُّ الْجِهَادِ أَعْظَمُ أَجْرًا قَالَ أَكْثَرُهُمْ لِلَّهِ تَبَارَكَ وَتَعَالَى ذِكْرًا قَالَ فَأَيُّ الصَّائِمِينَ أَعْظَمُ أَجْرًا قَالَ أَكْثَرُهُمْ لِلَّهِ تَبَارَكَ وَتَعَالَى ذِكْرًا ثُمَّ ذَكَرَ لَنَا الصَّلَاةَ وَالزَّكَاةَ وَالْحَجَّ وَالصَّدَقَةَ كُلُّ ذَلِكَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ أَكْثَرُهُمْ لِلَّهِ تَبَارَكَ وَتَعَالَى ذِكْرًا فَقَالَ أَبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّٰهُ تَعَالَى عَنْهُ لِعُمَرَ رَضِيَ اللّٰهُ تَعَالَى عَنْهُ يَا أَبَا حَفْصٍ ذَهَبَ الذَّاكِرُونَ بِكُلِّ خَيْرٍ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَجَلْ (حم طب عن معاذ بن انس)

Bir kimse: ″Yâ Resûlallah! Hangi cihadın ecri daha büyüktür?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenlerin ecri daha büyüktür″ buyurdu. ″Hangi oruçlunun ecri daha büyüktür?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenlerin ecri daha büyüktür″ buyurdu. Sonra namaz kılanlar, zekât verenler, hacca gidenler ve sadaka verenler için de aynı soruyu sordu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de hepsine: ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenlerin ecri daha büyüktür″ buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir Radiyallâhu Teâlâ anhu, Hz. Ömer Radiyallâhu Teâlâ anhu’ya: ″Hayırların hepsini Allah’u Teâlâ’yı zikredenler alıp gitti″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de: ″Evet″ diye buyurdu.[5]

İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ لَا يَكُونُ فِى الْمُصَلِّينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ صَلَاةً وَلَا يَكُونُ فِى الذَّاكِرِينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ ذِكْرًا (ابو نعيم خط عن ابن مسعود)

″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kılardı. Allah’u Teâlâ’yı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o yapardı.″[6] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.

Bir diğer Hadis-i Şerifte de şöyle nakledilmiştir:

أَنَّ ابْنَ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا أَخْبَرَهُ أَنَّ رَفْعَ الصَّوْتِ بِالذِّكْرِ حِينَ يَنْصَرِفُ النَّاسُ مِنْ الْمَكْتُوبَةِ كَانَ عَلَى عَهْدِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ كُنْتُ أَعْلَمُ إِذَا انْصَرَفُوا بِذَلِكَ إِذَا سَمِعْتُهُ. (خ م عن ابن عباس)

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ haber verdi ki: ″Halkın farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikretmesi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellemin zamanında var idi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: ″Ben bu sesi işitir işitmez, zikir seslerinin yükselmesi ile namazdan çıktıklarını anlardım.″[7]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

الثَّابِتُ فِي مُصَلَّاه بَعَدَ صَلَوةَ الصُّبْحٍ حَتَّى يَذْكُرُ اللّٰهَ تَعَالَى حَتَّى تَطْلُعَ الشَّمْسُ أَبْلَغُ فِي طَلَبِ الرِّزْقِ مِنَ الضَّرْبِ فِي الْآفَاقِ (الديلمى عن عثمان)

″Namazgâhında, sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar sâbit bir halde oturup zikrullah etmek, rızık talep etmek için diyar diyar dolaşmaktan daha hayırlıdır.″[8]

Zikrullah hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 152, 200 ve izahlarına bakınız.


[1] Sünen-i Nesâî, Salat: 9; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâme’us-Salat 202.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 20713; Sünen-i Tirmizî, Daavât 5.

[3] Celâleddin es-Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 11, s. 530.

[4] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 20, s. 44.

[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15061; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 16812; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 80/1.

[6] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 547/15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 17931..

[7] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 465; Sahih-i Müslim, Mesâcid 23 (122).

[8] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 199/3; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 9444.


A’l SûRESİ

﴿ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰىۙ ﴿١٤﴾ وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّه۪ فَصَلّٰىۜ ﴿١٥﴾

14-15. Şüphesiz ki nefsini (kötülüklerden) arındıran felâha ermiştir* ve o, Rabbinin ismini zikreder, namazı da kılar.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçen ″Nefsini (kötülüklerden) arındıran ifadesi; nefsini uslandırıp temizleyen, terbiye eden kimsedir. İşte o kimse kurtuldu, demektir. Nefsin arınıp temizlenmesi, terbiye olması Âyet-i Kerîme’de de geçtiği üzere Allah’ın ismini zikretmek ve namaz kılmakla olur. İşte hem namaz, hem de zikir beraber olursa nefis terbiye olur, uslanır ve böylece her türlü kötülükten kurtulur.

Bu husus Sûre-i Ankebût, Âyet 45’te de şöyle geçmektedir:

″Ey Resûlüm! Kitaptan sana vahyolunanı oku. Namaza devam et. Çünkü namaz, büyük ve küçük günahlardan alıkoyar ve (bu hususta) elbette zikrullah daha büyüktür. Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızı bilir.

İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ لَا يَكُونُ فِى الْمُصَلِّينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ صَلَاةً وَلَا يَكُونُ فِى الذَّاكِرِينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ ذِكْرًا (ابو نعيم خط عن ابن مسعود)

″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kılardı. Allah’u Teâlâ’yı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o yapardı.″[1] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.

Âyet-i Kerîme‘de geçtiği üzere nefsi kötülüklerden arındırma anlamına gelen tezkiye ifadesi, tasavvufta; ″Tezkiyeyi nefis ve tasfiyeyi kalp″ tâbirleri ile ifade edilir. Bu da nefsi temizlemek ve kalpten kötü şeyleri tasfiye etmek, çıkartmak demektir. Tasavvuf, nefsini terbiye ve kalbini sâfileştirmek yoludur. Bununla kalbi temizleyip Vuslat-ı İlâhiyye‘ye kavuşmaktır.

Nefisle mücâhede hakkında Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmaktadır:

قَدِمَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ غَزَاةٍ فَقَالَ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ: قَدِمْتُمْ خَيْرَ مُقَدَّمٍ وَقَدِمْتُمْ مِنَ الْجِهَادِ الْأَصْغَرِ اِلَى الْجِهَادِ الْأَكْبَرِ قَالُوا: وَمَا الْجِهَادُ الْأَكْبَرُ؟ قَالَ: مُجَاهَدَةُ الْعَبْدِ هَوَاهُ (الديلمي الخطيب في تاريخه عن جابر)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem bir harpten[2] dönerken: ″Daha hayırlı olana dönüş yapıyorsunuz. Küçük cihattan büyük cihada dönüyorsunuz″ buyurdu. Sahâbîler: ″O büyük cihat nedir?″ dediler. ″Kulun nefsiyle edeceği cihattır″ buyurdu.[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

الْمُجَاهِدُ مَنْ جَاهَدَ نَفْسَهُ (ت حم عن فضالة)

″Asıl mücâhit, nefsi ile cihat eden kimsedir.″[4]


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 547/15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 17931.

[2] Bu Hadis-i Şerif’te geçen harp, Tebuk Gazvesi’dir (Gunyet’üt-Tâlibîn, c. 1, s. 155).

[3] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 11719, 11260; Râmûz’ul-Ehâdîs, 334/6; İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 3, Hadis No: 117..

[4] Sünen-i Tirmizî, Fedâil’ül-Cihat 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 22840.


İNSÂN SÛRESİ

﴿ اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ تَنْز۪يلًاۚ ﴿٢٣﴾ فَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ وَلَا تُطِعْ مِنْهُمْ اٰثِمًا اَوْ كَفُورًاۚ ﴿٢٤﴾ وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ بُكْرَةً وَاَص۪يلًاۚ ﴿٢٥﴾ وَمِنَ الَّيْلِ فَاسْجُدْ لَهُ وَسَبِّحْهُ لَيْلًا طَو۪يلًا ﴿٢٦﴾

23-26. Ey Resûlüm! Şüphesiz ki, Kur’ân’ı sana parça parça indiren Biziz Biz.* O halde Rabbinin hükmüne sabret. Onlardan hiçbir günahkâra ve nanköre itaat etme.* Sabah akşam Rabbinin ismini zikret* ve gecenin bir kısmında O’na secde et (namaz kıl) ve gecenin uzun bir kısmında da O’nu tesbih et.

İzah: ″O halde, Rabbinin hükmüne sabret. O kâfirlerden hiçbir günahkâra ve nanköre itaat etme″ diye geçen Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair şu rivâyet nakledilmiştir:

Utbe İbn-i Rabîa, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Bu dâvândan vazgeç, seni mehir istemeden kızımla evlendireyim″ demiş ve müşrik beylerinden Velid b. Muğire de, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Sen bu dâvândan vazgeçersen, sana râzı olacağın miktarda mal veririm″ diye söylemiş. İşte bunun üzerine bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuştur.

Ayrıca bu âyetlerde Allah’u Teâlâ, Resûlüne sabah akşam zikrullah etmesini, gece namaz kılmasını ve Allah’ı tesbih etmesini emretmiştir.

Zikrullah ve namaz hakkında İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ لَا يَكُونُ فِى الْمُصَلِّينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ صَلَاةً وَلَا يَكُونُ فِى الذَّاكِرِينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ ذِكْرًا (ابو نعيم خط عن ابن مسعود)

″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kılardı. Allah’ı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o yapardı.″[1] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.

Hz. Âişe’den nakledilen bir diğer hadiste de şöyle buyrulmuştur:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَذْكُرُ اللّٰهَ جَمِيعَ اَحْيَانِهِ (خ م د ت حم حب ه عن عائشة)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bütün vakitlerinde (gizli, açık) zikrullah ederdi.″[2]

Gece namazına dair de Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

سُئِلَ أَيُّ الصَّلَاةِ أَفْضَلُ بَعْدَ الْمَكْتُوبَةِ وَأَيُّ الصِّيَامِ أَفْضَلُ بَعْدَ شَهْرِ رَمَضَانَ فَقَالَ أَفْضَلُ الصَّلَاةِ بَعْدَ الصَّلَاةِ الْمَكْتُوبَةِ الصَّلَاةُ فِي جَوْفِ اللَّيْلِ وَأَفْضَلُ الصِّيَامِ بَعْدَ شَهْرِ رَمَضَانَ صِيَامُ شَهْرِ اللّٰهِ الْمُحَرَّمِ (م عن ابى هريرة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e, ″Farzlardan sonra namazların efdali ve Ramazan ayından sonra orucun efdali hangisidir?″ diye soruldu. Buyurdu ki: ″Farzlardan sonra namazların efdali geceleri kılınan teheccüd namazıdır. Ramazan ayından sonra orucun efdali de, Allah’ın ayı olan Muharrem orucudur.″[3]

Tesbih hakkında da Deylemî’nin ″Müsned’ül Firdevs″ adlı eserinde Hz. Ali’den merfu olarak şu Hadis-i Şerif zikredilmiştir:

نِعْمَ الْمُذَكِّرُ السُّبْحَةُ. )الديلمى عن على)

″Tesbih en güzel hatırlatıcıdır.″[4]

Bu sebeple bâzı Sahâbîlerin çakıl taşları, hurma çekirdekleri ve düğümlü ipliklerle tesbih çektikleri sâbit olmuştur. Ebû Nuaym’in naklettiğine göre, Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’nun torunu, dedesi hakkında şöyle buyurmuştur:

أنَّ أَبَا هُرَيْرَةَ كَانَ لهُ خَيْطٌ فِيهِ أَلْفَا عُقْدَةٍ فكَانَ لَا يَنَامُ حَتَّى يُسَبِّحَ بِهِ اثنَيْ عَشر أَلْفَ تَسْبِيْحَةٍ. (نعيم بن محرر بن ابى هريرة عن جده ابى هريرة)

(Dedem) Ebû Hüreyre’nin üzerinde, iki bin tâne düğüm bulunan bir ipi vardı. O, on iki bin tesbih çekmeden uyumazdı.″[5]


[1] Râmûz’ul Ehâdîs, s. 547/15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 17931.

[2] Sahih-i Müslim, Hayz 30 (117 Sünen-i Ebû Dâvud, Tahâre 9; Sünen-i Tirmizî, Daavât 7.

[3] Sahih-i Müslim, Sıyam 38 (202, 203).

[4] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 20109; Büyük Şâfii İlmihali, s. 151.

[5] Ebû Nuaym İsfehâni, Hilyet’ul-Evliyâ, c. 1, s. 383.


MÜZZEMMİL sÛRESİ

﴿ وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ اِلَيْهِ تَبْت۪يلًاۜ ﴿٨﴾ رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ فَاتَّخِذْهُ وَك۪يلًا ﴿٩﴾

8-9. Ey Resûlüm! Rabbinin ismini zikret ve bütün varlığınla O’na yönel.* O, doğunun da, batının da Rabbidir. O’ndan başka ilah yoktur. O halde O’nu vekil edin.

İzah: Bu âyetlerde Allah’u Teâlâ, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e dâimâ kendisinin ismini zikretmesini emretmiştir. Bu hususta Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle anlatmıştır:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَذْكُرُ اللّٰهَ جَمِيعَ اَحْيَانِهِ (خ م د ت حم حب ه عن عائشة)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, her vakit zikrullah ederdi.″[1]

Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem, Mekke sokaklarında dâimâ zikrullah ederdi. Hattâ zikrullah yapa yapa kendinden geçerdi. Kâfir ve münâfıklar, ″Muhammed deli oldu″ derlerdi.

Bu hususta Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَكْثِرُوا ذِكْرَ اللّٰهِ حَتَّى يَقُولُوا مَجْنُونٌ (حم ع حب ك هب عن ابى سعيد)

Allah’ın zikrini o kadar çok yapın ki, hattâ (münâfıklar) size, ″Deli oldu″ desinler.[2]

Kur’ân-ı Kerîm’de, zikir ve zikrullah diye geçen üç yüze yakın Âyet-i Kerîme vardır. ″Zikir″ lügatta, bir şeyi söylemek, yâd etmek, hatırlamak gibi anlamlara gelir. Kavram olarak ise, kullanıldığı yere göre; Zikrullah, Namaz, Kur’ân, nasihat ve öğüt gibi anlamlara gelir. ″Zikrullah″ ise lügatta, Allah’u Teâlâ’yı zikretmektir. Kavram olarak da genellikle doğrudan doğruya ″Allah, Lâ ilâhe illallâh″ gibi Allah’ın isimlerinden birisini; tek veya toplu, sesli yahut gizli söyleyerek yapılan bir ibâdet şeklidir. Bu âyette, Rabbinin ismini zikret″ diye buyrulduğundan, burada kastedilen zikrullahtır.

Zikrullah ile ilgili Abdullah İbn-i Büsr Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ رَجُلًا قَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ اِنَّ شَرَائِعَ الْإِسْلَامِ قَدْ كَثُرَتْ عَلَىَّ فَأَخْبِرْنِى بِشَيْءٍ أَتَشَبَّثُ بِهِ قَالَ لَا يَزَالُ لِسَانُكَ رَطْبًا مِنْ ذِكْرِ اللّٰهِ (ت عن عبد اللّٰه بن بسر)

Bir adam: ″Yâ Resûlallah! Hayır kapıları çok­tur. Hepsini yapmama imkân yok. Bana tek bir şey söyle ki, unutmayayım da onu yapayım″ dedi. Şöyle buyurdu: ″Dilin dâimâ zikrullah ile yaş kalsın.″[3]

Yine Ebû Rezzin Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona hitâben şöyle buyurmuştur:

أَلَا أَدُلُّكَ عَلَى مِلَاكِ هَذَا الْاَمْرَ الَّذِى تُصِيبُ بِهِ خَيْرَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ! عَلَيْكَ بِمَجَالِسَةِ أَهْلِ الذِّكْرِ وَاِذَا خَلَوْتَ فَحَرَّكَ لِسَانَكَ مَا اسْتَطَعْتَ بِذِكْرِ اللّٰهِ ... (هب حل وابن عساكر عن ابى درين وفيه عثمان بن عطا وابو حاتم عن ابى رزين)

″Haberin olsun ki, sana dünyâ ve âhiret saadetini elde edecek bir şeyin başını öğretiyorum. Sana şunları söylerim: Zikrullah meclislerine devam et. Issızda kaldığın zaman gücün yettiği kadar dilini, Allah‘ın zikrine hareket ettir...″[4]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

أَفْضَلُ الْأَعْمَالِ اِلَى اللّٰهِ أَنْ تُحِبَّ لِلّٰهِ وَتُبْغِضَ لِلَّهِ وتُعْمِلَ لِسَانَكَ فِى ذِكْرِ اللّٰهِ (حم طب هب عن معاذ)

Allah’ın yanında en efdal ameller şunlardır: Allah için sevmek, Allah için buğzetmek ve dilini (gece gündüz) zikrullahta çalıştırmak.[5]

Yine Âyet-i Kerîme’de:O, doğunun da, batının da Rabbidir″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta da geniş bilgi için Sûre-i Sâffât, Âyet 5 ve Sûre-i Rahmân, Âyet 17-18 ve izahlarına bakınız.


[1] Sahih-i Müslim, Hayz 30 (117 Sünen-i Ebû Dâvud, Tahâre 9; Sünen-i Tirmizî, Daavât 7.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11226, 11246; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 80/10.

[3] Sünen-i Tirmizî, Daavât 4.

[4] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 8734; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 166/4.

[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21113; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 16827.


MÜNâFİKÛN SÛRESİ

﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تُلْهِكُمْ اَمْوَالُكُمْ وَلَٓا اَوْلَادُكُمْ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ ﴿٩﴾

9..Ey îman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız, sizi Allah’ın zikrinden alıkoymasın! Her kim böyle yaparsa, işte onlar hüsrâna uğrayanlardır.

İzah: Malların ve çocukların Mü’minleri ibâdetten alıkoyan birer imtihan olabileceğine dair Sûre-i Enfâl, Âyet 28 ve Sûre-i Teğâbün, Âyet 14 ve izahlarına bakınız. Allah’ın zikrine dair geniş bilgi için de Sûre-i Bakara, Âyet 152 ve izahına bakınız.


MÜCADELE SÛRESİ

﴿ اِسْتَحْوَذَ عَلَيْهِمُ الشَّيْطَانُ فَاَنْسٰيهُمْ ذِكْرَ اللّٰهِۜ اُو۬لٰٓئِكَ حِزْبُ الشَّيْطَانِۜ اَلَٓا اِنَّ حِزْبَ الشَّيْطَانِ هُمُ الْخَاسِرُونَ ﴿١٩﴾

19. Onların üzerine şeytan gâlip gelmiş de onlara zikrullahı unutturmuştur. Onlar, şeytanın taraftarlarıdır. Haberiniz olsun ki, şüphesiz şeytanın taraftarları, hüsrâna uğrayanların ta kendileridir.

İzah: Allah’u Teâlâ, münâfıkların özelliklerinden bahsederken Sûre-i Nisâ, Âyet 142’de de şöyle buyurmaktadır:

″Şüphesiz münâfıklar, Allah’u Teâlâ‘yı aldatmak isterler. Halbuki Allah’u Teâlâ onları aldatır. Münâfıklar, namaza tembel olurlar, namazı insanlara gösteriş için kılarlar ve Allah’u Teâlâ‘yı da çok az zikrederler.″

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

مَنْ اَكْثَرَ ذِكْرُ اللّٰهِ فَقَدْ بَرِءَ مِنَ النِّفَاقِ (ابن شاهين فى الذكر طب هب عن ابى هريرة)

″Zikrullahı çok eden kimse, münâfıklıktan kurtulur.″[1]

اُذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَثِيرًا حَتَّى يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ لَكُمْ تُرَائُونَ. (طب هب عن ابن عباس)

Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin; hattâ o derece olsun ki münâfıklar, ″Siz gösteriş yapıyorsunuz″ desinler.[2]

مِنْ عَلَامَةِ حُبِّ اللّٰهِ ذِكْرُ اللّٰهِ وَمِنْ عَلَامَةِ بُغْضِ اللّٰهِ بُغْضُ ذِكْرُ اللّٰهِ (هب ابن شاهين في الترغيب فى الذكر عن انس)

″Allah‘ı sevmenin alâmeti, zikrullahtır. Allah‘a buğzun alâmeti ise, zikrullaha buğzetmektir.″[3]


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 197, 878;Kenz’ül-İrfan, Hadis No: 266

[2] Taberânî, Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 126 15; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 557.

[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 449/14.


HADÎD SÛRESİ

﴿ اَلَمْ يَأْنِ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْ تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللّٰهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّۙ وَلَا يَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلُ فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْاَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْۜ وَكَث۪يرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ ﴿١٦﴾

16. Îman edenlerin, Allah’ın zikrine ve Hak’tan inene (Kur’ân’a) karşı kalplerinin huşû içinde olması zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerlerinden uzun zaman geçince, kalpleri katılaşan kimseler gibi olmasınlar. Onların birçoğu (yoldan çıkmış) fâsık kimselerdir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’yle, gaflet içinde yaşayan Müslümanların, huşû ile ibâdetlerini yapmaları emredilmiştir. Huşû, itaatkâr olmak, boyun eğmek, Allah’a tam teslim olmak, alçak gönüllü olmak, Allah korkusundan titremek, ürpermek gibi anlamlara gelmektedir.

Bu âyet hakkında İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

مَا كَانَ بَيْنَ إِسْلَامِنَا وَبَيْنَ أَنْ عَاتَبَنَا اللّٰهُ بِهَذِهِ الْآيَةِ {أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ آمَنُوا أَنْ تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللّٰهِ} إِلَّا أَرْبَعُ سِنِينَ (م عن ابم مسعود)

Bizim Müslüman olmamız ile Allah’u Teâlâ’nın: ″Îman edenlerin, Allah’ın zikrine ve Hak’tan inene (Kur’ân’a) karşı kalplerinin huşû içinde olması zamanı gelmedi mi?″ diye geçen âyet ile bize sitemde bulunması arasında sâdece dört yıllık bir za­man geçmiştir.[1]

Nakledildiğine göre; Müslümanlar, Medîne-i Münevvere’ye hicret edince, bol rızka, nîmete ve rahata nâil olmuşlardı. Bu nedenle de bâzıları ibâdet ve taat hususunda rehâvete kapılarak gaflete düşmüşlerdi. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ bu âyeti indirerek Müslümanları uyarmıştır.

Âyet-i Kerîme’de, kendilerine benzememeleri emredilen zümre hakkında da Abdullah b. Mes’ud Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

- İsrailoğullarına, Hz. Mûsâ’dan sonra uzun bir zaman geçince, onların kalpleri katılaştı. Onlar, nefislerine hoş gelen bir kitap uydurdular. ″Biz bunu İsrailoğullarına teklif edelim, kim buna îman ederse onu serbest bırakırız, kim de inkâr ederse öldürürüz″ dediler ve dediklerini yapmaya başladılar.


[1] Sahih-i Müslim, Tefsir 1 (24 Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7257.


ZUHRUF SÛRESİ

﴿ وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمٰنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَر۪ينٌ ﴿٣٦﴾ وَاِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّب۪يلِ وَيَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ ﴿٣٧﴾ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَنَا قَالَ يَا لَيْتَ بَيْن۪ي وَبَيْنَكَ بُعْدَ الْمَشْرِقَيْنِ فَبِئْسَ الْقَر۪ينُ ﴿٣٨﴾ وَلَنْ يَنْفَعَكُمُ الْيَوْمَ اِذْ ظَلَمْتُمْ اَنَّكُمْ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ ﴿٣٩﴾

36-39. Her kim Rahmân’ın zikrini görmemezlikten gelirse, ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan, her zaman onun arkadaşıdır.* Şüphesiz bu şeytanlar, onları hidâyet yolundan menederler, onlar da kendilerini hidâyette zannederler.* Hidâyet yolundan sapanlardan her biri Bize geldiğinde, dostu olan şeytana hitâben: ″Keşke bizimle senin aranda doğu ile batı arası kadar mesâfe olsaydı. Sen ne kötü arkadaşsın!″ der.* Allah’u Teâlâ da onlara: ″Bugün size bu temenniniz aslâ fayda vermez. Çünkü siz, (Allah’ın zikrinden uzak durmakla) kendi nefsinize zulmettiniz. Bu sebeple azapta ortaksınız″ der.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere Allah’u Teâlâ’nın zikrinden uzaklaşan kişilere şeytan musallat olur. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الشَّيْطَانَ وَاضِعٌ خَطْمَهُ عَلَى قَلْبِ ابْنِ آدَمَ، فَإِنْ ذَكَرَ اللّٰهَ خَنَسَ، وَإِنْ نَسِيَ الْتَقَمَ قَلْبَهُ فَذَلِكَ الْوَسْوَاسُ الْخَنَّاسُ (ابن ابى الدنيا ع هب عن انس)

″Şeytan, ağzını insanoğlunun kalbine dayamıştır. Kişi Allah’u Teâlâ’yı zikrettiği zaman, geri çekilip pısar. Allah’ın zikrinden gâfil olduğu zamanlarda ise, onun kalbini yutup ele geçirir. Sinsi vesveseci olması budur.″[1]


[1] Ebû Ya’lâ el-Mevsilî, Müsned, Hadis No: 4188; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 1782.


ZÜMER SÛRESİ

﴿ اَفَمَنْ شَرَحَ اللّٰهُ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّه۪ۜ فَوَيْلٌ لِلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ ذِكْرِ اللّٰهِۜ اُو۬لٰٓئِكَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٢٢﴾

22. Kalbi Allah tarafından İslâm’a açılan ve Rabbinden bir nûr üzere olan kimse, katı kalp ile vasıflanmış kimse gibi midir? Veyl, zikrullaha karşı kalpleri katılaşmış olanlaradır. İşte bunlar, apaçık dalâlettedirler.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Veyl, zikrullaha karşı kalpleri katılaşmış olanlaradır″ diye buyrulmaktadır. Veyl Cehennemi, Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanlara ve Allah’ın indirdiği Kur’ân’dan yüz çevirenleredir, demektir.

Yine Âyet-i Kerîme’de geçen ″Veyl″ de Cehennemdeki bir vâdinin adıdır. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

الْوَيْلُ وَادٍ فِي جَهَنَّمَ يَهْوِي فِيهِ الْكَافِرُ أَرْبَعِينَ خَرِيفًا قَبْلَ أَنْ يَبْلُغَ قَعْرَهُ (حم ت عن أبى سعيد)

″Veyl, Cehennemde bir vâdidir ki kâfirler, üzerinden bırakıldığı vakit, kırk yılda dibine inemez.″[1]

﴿ اَللّٰهُ نَزَّلَ اَحْسَنَ الْحَد۪يثِ كِتَابًا مُتَشَابِهًا مَثَانِيَۗ تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذ۪ينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْۚ ثُمَّ تَل۪ينُ جُلُودُهُمْ وَقُلُوبُهُمْ اِلٰى ذِكْرِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ هُدَى اللّٰهِ يَهْد۪ي بِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ ﴿٢٣﴾

23. Allah’u Teâlâ, kelâmın en güzelini, âyetleri birbirine benzer ve ikişer ikişer olarak bir kitap hâlinde indirdi. Rablerinden korkanların derileri ondan ürperir, sonra derileri ve kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar. Bu, Allah’ın hidayetidir ki, onunla dilediğini hidâyete kavuşturur. Allah’u Teâlâ’nın dalâlette bıraktığına da kimse hidâyet edemez.

﴿ وَاِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَحْدَهُ اشْمَاَزَّتْ قُلُوبُ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِۚ وَاِذَا ذُكِرَ الَّذ۪ينَ مِنْ دُونِه۪ٓ اِذَا هُمْ يَسْتَبْشِرُونَ ﴿٤٥﴾

45. Allah’u Teâlâ bir olarak zikredildiği zaman, âhirete îman etmeyenlerin kalpleri sıkılır. Allah‘tan başkasının zikri olunca da ferahlanıp sevinir.


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 21; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11287; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 10063.


AHZÂB SÛRESİ

﴿ لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًاۜ ﴿٢١﴾

21. Yemin olsun ki Resûlullah’ta, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenler için güzel bir numune vardır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’ye göre, Hendek Savaşı’nda Müslümanlar Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında sebat edip, onu örnek alarak emrinden ayrılmamışlardır. İşte Mü’minler burada olduğu gibi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bütün yaşantısını, sünnetlerini nûmune olarak kabul edip, kendi yaşantılarında uygulamışlardır. Bu, Allah’ın emridir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünneti iki kısma ayrılır. Bu hususta Mekhûl Hazretlerinden şöyle nakledilmiştir:

السُّنَّةُ سُنَّتَانِ: سُنَّةٌ الأَخْذُ بِهَا فَرِيضَةٌ وَتَرْكُهَا كُفْرٌ، وَسُنَّةٌ الأَخْذُ بِهَا فَضِيلَةٌ وَتَرْكُهَا إِلَى غَيْرِ حَرَجٍ. (الدارمى عن مكحول)

″Sünnet iki çeşittir: Bir sünnet var ki, onu almak farz, bırakmak küfürdür. Bir sünnette var ki, onu almak fazilet, onu bırakıp başkasını (bid’ati) almak günahtır.″[1]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

السُّنَّةُ سُنَّتَانِ: سُنَّةٌ فِي فَرِيضَةٍ، وَسُنَّةٌ فِي غَيْرِ فَرِيضَةٍ، السُّنَّةُ الَّتِي فِي الْفَرِيضَةِ أَصْلُهَا فِي كِتَابِ اللّٰهِ، أَخْذُهَا هُدًى، وَتَرْكُهَا ضَلالَةٌ، وَالسُّنَّةُ الَّتِي لَيْسَ أَصْلُهَا فِي كِتَابِ اللّٰهِ الأَخْذُ بِهَا فَضِيلَةٌ، وَتَرْكُهَا لَيْسَ بِخَطِيئَةٍ (طب عن ابى هريرة)

″Sünnet ikidir. Biri, farzın içinde olan sünnet; biri de, farzın dışında olan sünnet. Farzın içinde olan sünnetin aslı Allah’ın kitabındadır. Ona uymak hidâyettir, terki ise dalâlettir. Aslı Allah’ın kitabında olmayan sünnete uymak da sevaptır, terki ise günah değildir.″[2]

Bu hadisten anlaşılan, sünnet iki kısımdır. Biri farz hükmünde olan sünnettir. Bu sünnete uymak farz, terk etmek ise günahtır. İkincisi de nâfile olan sünnettir. Bu sünnete uyulduğu zaman sevap vardır, uyulmadığında ise günah yoktur.

Hadis-i Şerif’te: ″Farz olan sünnetin aslı Allah’ın kitabındadır″ diye geçen ifadeden maksat, ″Allah’a ve Resûlüne itaat edin″[3] diye geçen âyetlerdir. Resûlüne itaat, Allah’a itaat gibidir. Eğer bir kimse Allah’ın Resûlüne itaat etmezse, Allah’a da itaat etmemiş olur. Bu nedenle Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bir şeyi emrettiği zaman, kesin olarak ona itaat edilmesi farz olur. Bu hususta geçen âyetlerden bâzıları şöyledir.

Sûre-i Necm, Âyet: 3-4:

O (Muhammed Aleyhisselâm), kendi hevâsından konuşmaz.* Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.″

Sûre-i Ahzâb, Âyet 36:

″Allah ve Resûlü, bir iş hakkında hükmettiği zaman, hiçbir Mü’min erkek ve hiçbir Mü’min kadın için, artık o işte seçme hakkı olamaz. Her kim Allah’a ve Resûlüne isyan ederse, şüphesiz ki apaçık bir dalâlete düşmüş olur.″

Bu hususta Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün hutbesinde bize şöyle hitap etti:

أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ قَدْ فَرَضَ عَلَيْكُمْ الْحَجَّ فَحُجُّوا فَقَالَ رَجُلٌ أَكُلَّ عَامٍ يَا رَسُولَ اللّٰهِ فَسَكَتَ حَتَّى قَالَهَا ثَلَاثًا فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَوْ قُلْتُ نَعَمْ لَوَجَبَتْ وَلَمَا اسْتَطَعْتُمْ ثُمَّ قَالَ ذَرُونِي مَا تَرَكْتُكُمْ فَإِنَّمَا هَلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ بِكَثْرَةِ سُؤَالِهِمْ وَاخْتِلَافِهِمْ عَلَى أَنْبِيَائِهِمْ فَإِذَا أَمَرْتُكُمْ بِأَمْرٍ فَأْتُوا مِنْهُ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَإِذَا نَهَيْتُكُمْ عَنْ شَيْءٍ فَدَعُوهُ (م ن حم عن ابى هريرة)

″Ey insanlar! Allah’u Teâlâ üzerinize haccı farz kıldı, haccedin″ buyurunca, Adamın biri, ″Her sene mi Yâ Resûlallah?″ diye sordu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem sükût etti. O kişi aynı soruyu üçüncü kez tekrar sorunca, buyurdu ki: ″Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, evet deseydim hac üzeri­nize her sene farz olacaktı. Üzerinize farz olsaydı, buna güç yetiremeyecektiniz. Ben sizi bıraktı­ğım sürece siz de beni bırakın. Sizden öncekiler çok soru sormaları ve Peygamberlerine karşı muhalefet etmeleri sebebiyle helâk oldular. Ben size bir şeyi emrettiğim zaman gücünüz yettiği kadar tutun. Sizi bir şeyden nehyettiğim zaman da ondan sakının.″[4]

Ebû Said İbn’ul-Muallâ Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

كُنْتُ أُصَلِّي فِي الْمَسْجِدِ فَدَعَانِي رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَلَمْ أُجِبْهُ فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنِّي كُنْتُ أُصَلِّي فَقَالَ أَلَمْ يَقُلْ اللّٰهُ {اسْتَجِيبُوا لِلّٰهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ} (خ د ن عن سعيد بن المعلى)

Ben, Mescid-i Nebevî’de (nâfile) namaz kılıyordum. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem beni çağırdı. Fakat namazda olduğum için icâbet edemedim. Sonra yanına gelerek: ″Yâ Resûlallah! Namaz kılıyordum″ dedim. Bana: ″Allah’u Teâlâ, kitabında: ″Ey îman edenler! Resûl, kalplerinizi dîni hakikatler ile ihyâ için sizi dâvet ettiği vakit, Allah’a ve Resûlüne icâbet edin…″[5] diye buyurmuyor mu?″ dedi...[6]

Haram ve helâl olan şeylerin bir kısmı âyetle belirlenmiş, bâzıları da bizzat Peygamberimiz tarafından belirlenmiştir. Bu hususta da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَلَا أُوتِيتُ الْكِتَابَ وَمِثْلَهُ أَلا يُوشِكُ شَبْعَانٌ عَلَى أَرِيكَتِهِ يَقُولُ: عَلَيْكُمْ بِالْقُرْآنِ، فَمَا وَجَدْتُمْ فِيهِ مِنْ حَلَالٍ فَأَحِلُّوهُ وَمَا وَجَدْتُمْ فِيهِ مِنْ حَرَامٍ فَحَرِّمُوهُ، وَاِنَّ مَا حَرَّمَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَمَا حَرَّمَ اللّٰهُ. أَلَا لَا يَحِلُّ لَكُمُ الْحِمَارُ الأَهْلِيُّ وَلَا كُلُّ ذِي نَابٍ مِنَ السِّبَاعِ وَلَا لُقَطَةُ مُعَاهَدٍ إِلَّا أَنْ يَسْتَغْنِيَ عَنْهَا صَاحِبُهَا وَمَنْ نَزَلَ بِقَوْمٍ فَعَلَيْهِمْ أَنْ يَقْرُوهُ. فَإِنْ لَمْ يَقْرُوهُ فَلَهُ أَنْ يُعْقِبَهُمْ بِمِثْلِ قِرَاهُ. (د طب عن المقدام بن معدي كرب)

″Haberiniz olsun! Bana Kur’ân ile birlikte, onun bir benzeri sünnet de verilmiştir. Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bâzı kimselerin: ″Bize Kur’ân yeter! Onda helâl olarak ne görmüşseniz, onu helâl; neyi de haram görmüşseniz, onu da haram kabul edin″ diyeceği zamanlar yakındır. Şüphesiz ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in haram kıldığı da Allah’u Teâlâ’nın haram kıldığı gibidir.″[7] ″Haberiniz olsun! Sizin için evcil olan eşek eti helâl değildir. Yırtıcı hayvanların eti size helâl değildir. Bir muâhidin (kendisiyle barış ortamında olunan ve İslâm Dîni’nin haricinde olan kimselerin) yitiği size helâl olmaz. Ancak sahibi ona ihtiyaç duymayıp helâl ederse müstesnâ.″[8]

Allah’u Teâlâ âyetlerde, beş vakit namaza işâret ederek bu namazları vaktinde kılmamızı emretmiştir. Fakat nasıl ve kaç rek’at kılacağımızı açıklamamıştır. Allah, namazın nasıl kılınacağını Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtasıyla Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e öğretmiş ve bizim de ondan öğrenmemiz gerektiğine işâret etmiştir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَصَلُّوا كَمَا رَأَيْتُمُونِي أُصَلِّي (خ عن مالك)

″Namazı ben nasıl kılıyorsam, benden gördüğünüz gibi kılın.″[9] Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de:

لِتَأْخُذُوا مَنَاسِكَكُمْ (م عن جابر)

″Hacca ait ibâdetlerin uygulamalarını benden alın″[10] diye buyurmuştur.

Bir de farz hükmünde olmayan sünnetler vardır. Bunlar; Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kendisinin yaptığı ve ümmetine de nâfile olarak yapılmasını tavsiye ettiği; misvak kullanmak, sarık sarmak ve teheccüd, işrak, kuşluk, evvâbin namazları gibi nâfile ibâdetlerdir. Bu sünnetler yapıldığında sevap vardır, yapılmadığında da günah yoktur.

Yine Sûre-i Ahzâb, Âyet 21’de: ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenler″ ifadesiyle, zikrullahın önemine dikkat çekilmektedir.

Bu hususta Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle buyurmuştur:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَذْكُرُ اللّٰهَ جَمِيعَ اَحْيَانِهِ (خ م د ت حم حب ه عن عائشة)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, her vakit zikrullah ederdi.″[11]

İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ لَا يَكُونُ فِى الْمُصَلِّينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ صَلَاةً وَلَا يَكُونُ فِى الذَّاكِرِينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ ذِكْرًا (ابو نعيم خط عن ابن مسعود)

″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kılardı. Allah’u Teâlâ’yı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o yapardı.″[12] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.

İşte her dâim ve her hâl üzere Allah’ı zikretmemiz ve bu hususta, âyette de geçtiği üzere Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i örnek almamız gerekir.

Zikrullah hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 151, 200 ve izahlarına bakınız.

﴿ اِنَّ الْمُسْلِم۪ينَ وَالْمُسْلِمَاتِ وَالْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَالْقَانِت۪ينَ وَالْقَانِتَاتِ وَالصَّادِق۪ينَ وَالصَّادِقَاتِ وَالصَّابِر۪ينَ وَالصَّابِرَاتِ وَالْخَاشِع۪ينَ وَالْخَاشِعَاتِ وَالْمُتَصَدِّق۪ينَ وَالْمُتَصَدِّقَاتِ وَالصَّٓائِم۪ينَ وَالصَّٓائِمَاتِ وَالْحَافِظ۪ينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ وَالذَّاكِر۪ينَ اللّٰهَ كَث۪يرًا وَالذَّاكِرَاتِ اَعَدَّ اللّٰهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظ۪يمًا ﴿٣٥﴾

35. Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, Mü’min erkekler ve Mü’min kadınlar, ibâdet ve taatte devamlı olan erkekler ve ibâdet ve taatte devamlı olan kadınlar, sâdık olan erkekler ve sâdık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, Allah’a karşı mütevâzi olan erkekler ve Allah’a karşı mütevâzi olan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, edep yerlerini muhafaza eden erkekler ve edep yerlerini muhafaza eden kadınlar ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikreden erkekler ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikreden kadınlar var ya, işte onlar için Allah’u Teâlâ, bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

İzah: Rivâyete göre, Ümmü Seleme Radiyallâhu anhâ, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Her şeyin erkekler için olduğunu görüyorum, kadınlar hakkında herhangi bir hu­susun zikredildiğini görmüyorum″ deyince, bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuştur.

Böylece Allah’u Teâlâ, bu sayılan ibâdetleri yapan erkek ve kadınlara mağfiret olduğunu ve bunlara çok büyük mükâfat hazırladığını beyan etmiştir.

﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَث۪يرًاۙ ﴿٤١﴾ وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَاَص۪يلًا ﴿٤٢﴾

41-42. Ey îman edenler! Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin.* Ve O’nu sabah akşam tesbih edin.

İzah: Allah’u Teâlâ, yüzlerce Âyet-i Kerîme’de, zikirden ve zikrullahtan bahsetmektedir. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in de çok sayıda Hadis-i Şerif’i vardır.

Zikir, kullanıldığı yere göre; zikrullah, namaz, Kur’ân, nasihat ve öğüt gibi anlamlara gelir. Zikrullah da, genellikle doğrudan doğruya ″Allah, Lâ ilâhe illallâh″ gibi Allah’u Teâlâ’nın isimlerinden birisini tek veya toplu, sesli yahut gizli olarak söyleyerek yapılan bir ibâdet şeklidir.

Bu Âyet-i Kerîme de, doğrudan doğruya Zikrullah ile ilgili olan bir emirdir. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

لَا يَفْرِضُ اللّٰهُ عَلَى عِبَادِهِ فَرِيضَةً إِلَّا جَعَلَ لَهَا حَدًّا مَعْلُومًا ثُمَّ عَذَرَ أَهْلَهَا فِي حَالِ عُذْرٍ غَيْرَ الذِّكْرِ فَإِنَّ اللّٰهَ لَمْ يَجْعَلْ لَهُ حَدًّا يَنْتَهِي إِلَيْهِ وَلَمْ يَعْذُرْ أَحَدًا فِي تَرْكِهِ إِلَّا مَغْلُوبًا عَلَى عَقْلِهِ فَقَالَ (فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ) بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَفِي السَّفَرِ وَالْحَضَرِ وَالْغِنَى وَالْفَقْرِ وَالسُّقْمِ وَالصِّحَّةِ وَالسِّرِّ وَالْعَلَانِيَةِ وَعَلَى كُلِّ حَالٍوَقَالَ: (وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلا) فَإِذَا فَعَلْتُمْ ذَلِكَ صَلَّى عَلَيْكُمْ هُوَ وَمَلَائِكَته قَالَ اللّٰه عَزَّ وَجَلَّ: (هُوَ الَّذِي يُصَلِّي عَلَيْكُمْ وَمَلائِكَتُهُ). (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ kullarına farz kıldığı her ibâde­te belli bir sınır koymuştur. Kulların özürlerine göre de onları bu ibâdetlerden muaf kılmıştır. Ancak zikrullahı bunların dışında tutmuştur. Zîrâ zikrullaha bir sınır koymamış ve zikrullah hususunda delilerden baş­ka hiçbir kimsenin özrünü kabul etmemiştir. Allah’u Teâlâ kulların; ayakta iken, otururken, yatarken,[13] gece ve gündüz, karada ve denizde, yolcu iken, mukim iken kendisini zikretmelerini istemiş; zengin olanın, fakir olanın, hasta olanın, sağlıklı olanın da, hâfî (gizli) veya cehrî (açıktan) zikrullah etmesini emretmiştir. Sûre-i Ahzâb, Âyet 42’de geçtiği üzere sabah akşam kendisinin tesbih edilmesini istemiş, bunu yapan kullarına ise, bu âyetlerin devamında gelen Sûre-i Ahzâb, Âyet 43’te de kendisinin, onlara merhametli davranacağını ve meleklerin de onlar için bağışlanma dileyeceğini ve onları, zulumâttan nûra çıkaracağını beyan etmiştir. Zîrâ Allah’u Teâlâ, Mü’minlere karşı çok merhametlidir.″[14]

Zikrullah hakkında Resûlü Kibriyâ Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

أَلَا أُنَبِّئُكُمْ بِخَيْرِ أَعْمَالِكُمْ وَأَزْكَاهَا عِنْدَ مَلِيكِكُمْ وَأَرْفَعِهَا فِى دَرَجَاتِكُمْ وَخَيْرٌ لَكُمْ مِنْ اِنْفَاقِ الذَّهَبِ وَالْوَرِقِ وَخَيْرٌ لَكُمْ مِنْ أَنْ تَلْقَوْا عَدُوَّكُمْ فَتَضْرِبُوا أَعْنَاقَهُمْ وَيَضْرِبُوا أَعْنَاقَكُمْ قَالُوا بَلَى قَالَ ذِكْرُ اللّٰهِ تَعَالَى (حم ت عن ابى الدرداء)

″Haberiniz olsun! Rabbinizin katında dere­cenizi en yüksek ve sizi en temiz kılan, altın ve gümüş tasadduk etmekten daha hayırlı olan, Allah yolunda savaşa çıkıp da düşmanlarla kıyası­ya savaşmaktan bile daha üstün olan hayırlı amelinizi size bildireyim mi?″ ″Evet″ dediler. Buyurdu ki: ″İşte o, zikrullahtır.″[15]

سِيرُوا سَبَقَ الْمُفَرِّدُونَ قَالُوا وَمَا الْمُفَرِّدُونَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ الذَّاكِرُونَ اللّٰهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتُ (م عن ابى هريرة)

″Durmayın çalışın, çalışanlar ileri geçtiler ve ilerlediler.″ Dediler ki: ″Yâ Resûlallah! Bu ileri geçenler kimlerdir?″ Buyurdu ki: ″Allah’ı çok zikreden erkekler ve kadınlardır.″[16]

اَكْثِرُوا ذِكْرَ اللّٰهِ حَتَّى يَقُولُوا مَجْنُونٌ (حم ع حب ك هب عن ابى سعيد)

Allah’ın zikrini o kadar çok yapın ki, hattâ (münâfıklar) size, ″Deli oldu″ desinler.[17]

اُذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَثِيرًا حَتَّى يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ لَكُمْ تُرَائُونَ. (طب هب عن ابن عباس)

Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin; hattâ o derece olsun ki münâfıklar, ″Siz gösteriş yapıyorsunuz″ desinler.[18]

مَنْ أَطَاعَ اللّٰهَ فَقَدْ ذَكَرَ اللّٰهَ وَإِنْ قَلَّتْ صَلَاتُهُ وَصِيَامُهُ وَتِلَاوَتُهُ لِلْقُرْآنِ، وَمَنْ عَصَى اللّٰهَ فَلَمْ يَذْكُرْهُ وَإِنْ كَثُرَتْ صَلَاتُهُ وَصِيَامَهُ وَتِلَاوَتُهُ لِلْقُرْآنِ (طب كر عن واقد ض هب عن ابن ابى عمران)

″Her kim Allah’a mûti ise, muhakkak zikrullah eder; eğer namazı, orucu ve Kur’ân okuması az ise de bu kimse Allah’a mûtîdir. Her kim de Allah’a âsi ise, zikrullah etmez; eğer namazı, orucu ve Kur’ân okuması çok ise de bu kimse Allah’a âsidir.″[19]

لِاَنْ أَقْعُدَ مَعَ أَقْوَامٍ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ مِنْ بَعْدِ صَلَاةِ الْفَجْرِ اِلٰى أَنْ تَطْلَعَ الشَّمْسُ أَحَبَّ اِلَيَّ مِنْ أنْ أُعْتِقَ أَرْبَعَةً مِنْ بَنِى اِسْمَاعِيلَ دِيَةُ كُلُّ رَجُلٍ مِنْهُمْ اِثْنَا عَشَرَ أَلْفًا لِاَنْ أَقْعُدَ مَعَ أَقْوَامٍ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ مِنْ بَعْدِ صَلَاةِ الْعَصْرِ اِلَى أَنْ تَغْرُبَ الشَّمْسُ أَحَبَّ اِلَيَّ مِنْ أنْ أُعْتِقَ أَرْبَعَةً مِنْ بَنِى اِسْمَاعِيلَ دِيَةُ كُلُّ رَجُلٍ مِنْهُمْ اِثْنَا عَشَرَ أَلْفًا. (ع د عن انس)

″Sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar bir cemaatle birlikte zikrullah etmek, İsmâil evlâdından dört kimseyi, her birinin diyeti pahasına on iki bin dirhem verip kurtarmaktan daha sevgilidir. Yine ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar bir cemaatle oturup zikrullah etmek, İsmâil evlâdından dört kimseyi, her birinin diyeti pahasına yine on iki bin dirhem verip kurtarmaktan daha sevgilidir.″[20]

Bir diğer Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ ابْنَ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا أَخْبَرَهُ أَنَّ رَفْعَ الصَّوْتِ بِالذِّكْرِ حِينَ يَنْصَرِفُ النَّاسُ مِنْ الْمَكْتُوبَةِ كَانَ عَلَى عَهْدِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ كُنْتُ أَعْلَمُ إِذَا انْصَرَفُوا بِذَلِكَ إِذَا سَمِعْتُهُ. (خ م عن ابن عباس)

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ haber verdi ki: ″Halkın farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikretmesi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında var idi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: ″Ben bu sesi işitir işitmez, zikir seslerinin yükselmesi ile namazdan çıktıklarını anlardım.″[21]

Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerifte de şöyle buyrulmuştur:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ قِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَكَيْفَ نُجَدِّدُ إِيمَانَنَا قَالَ أَكْثِرُوا مِنْ قَوْلِ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ (حم ك عن ابى هريرة)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Îmanınızı yenileyin″ diye buyurdu. ″Yâ Resûlallah! Îmanımızı nasıl yenileriz?″ diye sorulunca, şöyle buyurdu: ″Lâ ilâhe illallâh sözünü çok söyleyin.[22]

Cehrî ve hâfi zikir ile ilgili daha geniş bilgi için Sûre-i Bakara, Âyet 200 ve Sûre-i Â’raf, Âyet 205 ve izahlarına bakınız.

Yine ″O’nu tesbih edin″ diye geçen ifade de, geçtiği yere göre, Allah’u Teâlâ’yı noksan sıfatlardan tenzih edin, namaz kılın, Allah’u Teâlâ’yı zikredin gibi mânâlara gelmektedir. Bu âyette kasdedilen de, Allah’u Teâlâ’yı noksan sıfatlardan tenzih ederek ve yücelterek O’nun isimlerini söylemektir. Bu husus Sûre-i Kâf, Âyet 39-40’ta da şöyle geçmektedir:

″Ey Resûlüm! O halde (müşriklerin sözlerine) sabret. Güneşin doğuşundan ve batışından evvel Rabbini hamd ile tesbih et.* Ve gecenin bir kısmında ve secdelerin akabinde O’nu tesbih et.″

Belli sayılarda yapılan bu tesbih ile ilgili olarak çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

مُعَقِّبَاتٌ لَا يَخِيبُ قَائِلُهُنَّ أَوْ فَاعِلُهُنَّ دُبُرَ كُلِّ صَلَاةٍ مَكْتُوبَةٍ ثَلَاثٌ وَثَلَاثُونَ تَسْبِيحَةً وَثَلَاثٌ وَثَلَاثُونَ تَحْمِيدَةً وَأَرْبَعٌ وَثَلَاثُونَ تَكْبِيرَةً (م كعب بن عجرة)

″Farz namazların ardı sıra söylenecek güzel zikirler vardır ki, onları her farz namazların ardından söyleyen ve yapan kimse hiçbir vakit hüsrâna uğramaz. Bunlar otuz üç defa Subhânallâh, otuz üç defa Elhamdulillâh, otuz dört defa Allâh’u Ekber’dir.″[23]

مَنْ سَبَّحَ اللّٰهَ فِي دُبُرِ كُلِّ صَلَاةٍ ثَلَاثًا وَثَلَاثِينَ وَحَمِدَ اللّٰهَ ثَلَاثًا وَثَلَاثِينَ وَكَبَّرَ اللّٰهَ ثَلَاثًا وَثَلَاثِينَ فَتْلِكَ تِسْعَةٌ وَتِسْعُونَ وَقَالَ تَمَامَ الْمِائَةِ لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ غُفِرَتْ خَطَايَاهُ وَإِنْ كَانَتْ مِثْلَ زَبَدِ الْبَحْرِ (م عن ابى هريرة)

Bir kimse her namazın ardından; otuz üç defa Subhânallah, otuz üç defa ″Elhamdulillâh″, otuz üç defa ″Allah’u Ekber″ der ve yüz sayısını da, ″Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdu ve hüve alâ külli şey’in kadîr″[24] diyerek tamamlarsa, onun günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile Allah’u Teâlâ onu bağışlar.[25]

İşte her namazdan sonra bu tesbihlerin okunması bu gibi Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerden dolayıdır. Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَيْسَ مِنْ عَبْدٍ يَقُولُ لَا اِلَهَ اِلَّا اللّٰهُ مِائَةَ مَرَّةٍ اِلَّا بَعَثَهُ اللّٰهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَوَجْهُهُ كَالْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ وَلَمْ يُرْفَعُ لِاَحَدٍ يَوْمَئِذٍ عَمَلُ اَفْضَلُ مِنْ عَمَلِهِ اِلَّا مَنْ قَالَ مِثْلَ قَوْلِهِ أَوْ زَادَ ( طب عن ابى الدرداء )

Bir kul günde yüz kere ″Lâ ilâhe illallâh″ derse muhakkak Allah’u Teâlâ onu mahşer günü yüzü ayın on dördü gibi olarak diriltir. Kişi için o zaman onun bu amelinden daha üstün bir amel gösterilemez. Ancak ″Lâ ilâhe illallâh″ zikrini onun gibi ya da daha fazla söyleyenler başka.[26]


[1] Sünen-i Dârimi, Mukaddime, 49.

[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 785.

[3] Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 31, 50; Sûre-i Nûr, Âyet,52, 54, 56; Sûre-i Necm, Âyet: 3; Sûre-i Tevbe, Âyet 71; Sûre-i Şuarâ, Âyet 108, 110, 131, 150, 179, Sûre-i Ahzâb, Âyet 33, Sûre-i Muhammed, Âyet 33.

[4] Sahih-i Müslim, Hac 73 (412 Sünen-i Nesâî, Menasik’ul-Hac 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10199.

[5] Sûre-i Enfal, Âyet 24.

[6] Sahih-i Buhârî, Tefsir’ul-Fâtiha 1; Sünen-i Nesâî, İftitah 26; Sünen-i Ebû Dâvud, Vitir 15.

[7] Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 6; Sünen-i Tirmizî, İlim 10; Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 2.

[8] Rudâni, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 3920, 3921, 6216.

[9] Sahih-i Buhârî, Ezan 18, Edeb, 27.

[10] Sahih-i Müslim, Hac 51 (310).

[11] Sahih-i Müslim, Hayz 30 (117 Sünen-i Ebû Dâvud, Tahâre 9; Sünen-i Tirmizî, Daavât 7.

[12] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 547/15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 17931.

[13] Sûre-i Al-i İmran, Âyet 191; Sûre-i Nisâ, Âyet 103.

[14] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 20, s. 280.

[15] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 20713; Sünen-i Tirmizî, Daavât 5.

[16] Sahih-i Müslim, Zikir 1 (4).

[17] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11226, 11246; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 80/10.

[18] Taberânî, Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 126 15; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 557.

[19] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 17867; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 706; Ebû Nuaym İsbehânî, Ma’rifet’üs-Sahâbe, Hadis No: 5914; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 405/4.

[20] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 344/13.

[21] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 465; Sahih-i Müslim, Mesâcid 23 (122).

[22] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 8353; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 7766; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 1768.

[23] Sahih-i Müslim, Mesâcid 26 (144 Riyâz’üs-Sâlihîn, Hadis No: 1449.

[24] Bu ifadenin mânâsı: Allah’tan başka ilah yoktur. O, birdir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Mülk sâdece O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O, her şeye kâdirdir.

[25] Sahih-i Müslim, Mesâcid 26 (142 Riyâz’üs-Sâlihîn, Hadis No: 1448.

[26] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 365/12.


BAKARA SÛRESİ

﴿ فَاِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَذِكْرِكُمْ اٰبَٓاءَكُمْ اَوْ اَشَدَّ ذِكْرًاۜ فَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ ﴿٢٠٠﴾

200. Sonra hacca ait ibâdetlerinizi bitirdiğiniz zaman, babalarınızı zikrettiğiniz gibi Allah’u Teâlâ’yı zikredin, hattâ daha şiddetli zikredin. İnsanlardan öylesi vardır ki, ″Ey Rabbimiz! Bizim nasibimizi dünyâda ver″ der. Bunlar için âhirette bir nasip yoktur.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’nin nüzul sebebine dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur: İslâmiyetten önce Araplar, hac görevlerini tamamlayınca, teşrik günlerinden sonra Mina Mescid’i ile dağı arasında dururlar ve onlardan her biri atalarının cömertlik, kahramanlık ve sıla-ı rahim gibi faziletlerini sayıp dökerler, yani yüksek sesle, bağırarak atalarına methu senâlarda bulunurlardı.[1] İşte Bu Âyet-i Kerîme’de Allah’u Teâlâ: ″Atalarınızı yüksek sesle çağırdığınızdan daha şiddetli olarak Benim ismimi zikredin″ diye buyurmuştur.

Ayrıca bu Âyet-i Kerîme’de, Allah’u Teâlâ’nın isminin yüksek sesle yapılmasına da delil vardır. Nitekim Kurban Bayramı günlerinde getirilen teşrik tekbirleri, ihrama niyet edildiğinde getirilen telbiyeler, ezanlar vs. bunlar gibi ibâdetlerde Allah’u Teâlâ’nın ismi yüksek sesle zikredilir. Bu sebeple diğer zamanlarda da, ″Lâ ilâhe illallâh, Allah’u Ekber, Allah, Allah″ gibi, Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerinin isimleri tek veya toplu olarak zikredilir.

Cehrî zikre dair Allah’u Teâlâ Sûre-i Enfâl, Âyet 45’te: Ey îman edenler! Siz bir kâfir topluluğu ile karşılaşırsanız, sebat edin (harpten kaçmayın) ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin ki, felah bulasınızdiye buyurmaktadır. Bu sebeple İslâm orduları, kâfir ordusu üzerine hücum ederken ve onlarla savaşırken; ″Allah’u Ekber, Allah, Allah″ diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın ismini yüksek sesle zikrederler.

Cehrî zikrullaha dair çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِنَّمَا جُعِلَ الطَّوَافُ بِالْبَيْتِ وَالسَّعْيُ بَيْنَ الصَّفَا وَالْمَرْوَةِ وَرَمْيُ الْجِمَارِ لِإِقَامَةِ ذِكْرِ اللّٰهِ لَا لِغَيْرِهِ (حم د ت ك هب عن عائشة)

″Beytullah‘ı tavaf etmek, Safâ ile Merve arasında sa’y etmek ve şeytanı taşlamak, zikrullahı ikâme etmek içindir. Başka bir şey için değildir.″[2]

Bir Hadis-i Şerif’te de şöyle geçmektedir:

أَنَّ جِبْر۪يلَ عَلَيْهِ السَّلَام أَتَى النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: يَا مُحَمَّدُ كُنْ عَجَّاجًا ثَجَّاجًا وَالْعَجُّ التَّلْبِيَةُ وَالثَّجُّ نَحْرُ الْبُدْنِ. (حم طب عن السائب بن خلاد)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem‘e Cebrâil Aleyhisselâm gelerek dedi ki: Yâ Muhammed! Accâcen ve seccâcen″ (inleyici ve çağlayıcı ol). Ac, Beytullah’ta telbiyedir (cehrî zikrullahtır). Sec de, kurbanın kanını çağlatıp akıtmaktır.[3]

Bir diğer Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ ابْنَ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا أَخْبَرَهُ أَنَّ رَفْعَ الصَّوْتِ بِالذِّكْرِ حِينَ يَنْصَرِفُ النَّاسُ مِنْ الْمَكْتُوبَةِ كَانَ عَلَى عَهْدِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ كُنْتُ أَعْلَمُ إِذَا انْصَرَفُوا بِذَلِكَ إِذَا سَمِعْتُهُ. (خ م عن ابن عباس)

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ haber verdi ki: ″Halkın farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikretmesi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında var idi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: ″Ben bu sesi işitir işitmez, zikir seslerinin yükselmesi ile namazdan çıktıklarını anlardım.″[4]

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, mescidin dışında olmasına rağmen, namazdan çıktıklarını zikrullah sesinden anlardım, diyerek mescidin dışından dahi duyulacak şekilde yüksek bir sesle zikrullahın yapıldığını anlatmaktadır.

Câbir Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

أَنَّ رَجُلًا كَانَ يَرْفَعُ صَوْتَهُ بِالذِّكْرِ فَقَالَ رَجُلٌ لَوْ أَنَّ هَذَا خَفَضَ مِنْ صَوْتِهِ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَآلِهِ وَسَلَّمَ: فَإِنَّهُ أَوَّاهٌ قَالَ: فَمَاتَ فَرَأَى رَجُلٌ نَارًا فِي قَبْرِهِ فَأَتَاهُ فَإِذَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَآلِهِ وَسَلَّمَ فِيهِ وَهُوَ يَقُولُ: هَلُمُّوا إِلَى صَاحِبِكُمْ. فَإِذَا هُوَ الرَّجُلُ الَّذِي كَانَ يَرْفَعُ صَوْتَهُ بِالذِّكْرِ (د هب ك عن جابر)

Bir adam sesini yükselterek Allah’ı zikrederdi. Bunun üzerine adamın biri: ″Bu adam sesini alçaltsa ya!″ deyince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″O evvâhtır (zikrullahı çok yapan biridir).″ Ravî dedi ki: Bu adam öldü. Baktık ki, kabrinde bir nûr var. Gittik ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem orada ve ″Arkadaşınızı bana verin (de onu kabre koyayım) diyordu. İşte o adam, sesini yükselterek Allah’ı zikretmesiyle tanınan o zattı.[5]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اُذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَثِيرًا حَتَّى يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ لَكُمْ تُرَائُونَ. (طب هب عن ابن عباس)

Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin; hattâ o derece olsun ki münâfıklar, ″Siz gösteriş yapıyorsunuz″ desinler.[6]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve Ashâbıyla beraber bir saat kadar ″Lâ ilâhe illâllâh, Lâ ilâhe illallâh″ diyerek, topluca ve yüksek sesle Allah’u Teâlâ’yı zikrettikleri Şeddâd b. Evs Radiyallâhu anhu’dan şöyle nakledilmiştir:

كُنَّا عِنْدَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ هَلْ فِيكُمْ غَرِيبٌ يَعْنِي أَهْلَ الْكِتَابِ فَقُلْنَا لَا يَا رَسُولَ اللّٰهِ فَأَمَرَ بِغَلْقِ الْبَابِ وَقَالَ ارْفَعُوا أَيْدِيَكُمْ وَقُولُوا لَا إِلَهَ إِلَّا اللّٰهُ فَرَفَعْنَا أَيْدِيَنَا سَاعَةً ثُمَّ وَضَعَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَدَهُ ثُمَّ قَالَ الْحَمْدُ لِلَّهِ اللّٰهُمَّ بَعَثْتَنِي بِهَذِهِ الْكَلِمَةِ وَأَمَرْتَنِي بِهَا وَوَعَدْتَنِي عَلَيْهَا الْجَنَّةَ وَإِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْمِيعَادَ ثُمَّ قَالَ أَبْشِرُوا فَإِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ قَدْ غَفَرَ لَكُمْ (حم طب ك عن أبي شَداد بن أوس(

Biz, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzurunda idik. Resûlü Ekrem: ″Aranızda yabancı (Ehl-i Kitap gibi Müslüman olmayan) bir kimse var mı?″ deyince, biz: ″Yok, Yâ Resûlallah!″ dedik. Bunun üzerine Resûlü Ekrem Efendimiz kapının kapatılmasını emretti ve buyurdu ki: ″Ellerinizi kaldırın ve -Lâ ilâhe illallâh- deyin.″ Biz de ellerimizi kaldırdık ve öylece bir saat kadar kelime-i tevhid zikrini yaptık. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ellerini indirince biz de indirdik. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bu zikrin sonunda: ″Allah’ım! Sana hamd olsun. Muhakkak ki Sen beni bu kelime-i tevhidin tebliği ile peygamber olarak gönderdin. Onunla zikretmeyi bana emrettin ve bunun karşılığında da bana Cenneti vaad ettin. Sen vaadinden aslâ dönmezsin″ diye duâ etti. Sonra da: ″Size müjdeler olsun ki, Allah’u Teâlâ hepinizi affetti″ buyurdu.[7]

Hz. Ali Kerremallâhu veche, Ashâb-ı Kirâm’ı vasıflandırırken şöyle buyurmuştur:

كَانُوا إِذَا ذَكَرُوا اللّٰهَ مَادُوا كَمَا تَمِيدُ الشَّجَرَةُ فِي الْيَوْمِ الشَّدِيدِ الرِّيحِ وَجَرَتْ دُمُوعُهُمْ عَلَى ثِيَابِهِمْ (العسكري في المواعظ كر حل عن على(

″Ashab, Allah’u Teâlâ’yı zikrederken, rüzgârın şiddetli olduğu bir günde sallanan ağaç gibi sallanırlardı. Gözlerinin yaşları da elbiselerinin üzerine akardı.″[8]

Sahâbenin zikir meclisi kurduklarına dair de Ebû Saîd el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

خَرَجَ مُعَاوِيَةُ رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُ اِلَى الْمَسْجِدِ فَقَالَ مَا يُجْلِسُكُمْ قَالُوا جَلَسْنَا نَذْكُرُ اللّٰهَ قَالَ اللّٰهِ مَا أَجْلَسَكُمْ اِلَّا ذَاكَ قَالُوا وَاللّٰهِ مَا أَجْلَسَنَا اِلَّا ذَاكَ قَالَ أَمَا اِنِّى لَمْ أَسْتَحْلِفْكُمْ تُهْمَةً لَكُمْ وَمَا كَانَ أَحَدٌ بِمَنْزِلَتِى مِنْ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَقَلَّ حَدِيثًا عَنْهُ مِنِّى اِنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ خَرَجَ عَلَى حَلْقَةٍ مِنْ أَصْحَابِهِ فَقَالَ مَا يُجْلِسُكُمْ قَالُوا جَلَسْنَا نَذْكُرُ اللّٰهَ وَنَحْمَدُهُ لِمَا هَدَانَا لِلْإِسْلَامِ وَمَنَّ عَلَيْنَا بِهِ فَقَالَ اللّٰهِ مَا أَجْلَسَكُمْ اِلَّا ذَاكَ قَالُوا اللّٰهِ مَا أَجْلَسَنَا اِلَّا ذَاكَ قَالَ أَمَا اِنِّى لَمْ أَسْتَحْلِفْكُمْ لِتُهْمَةٍ لَكُمْ اِنَّهُ أَتَانِى جِبْرِيلُ فَأَخْبَرَنِى أَنَّ اللّٰهَ يُبَاهِى بِكُمْ الْمَلَائِكَةَ (م ت ن عن ابى سعيد الخدرى(

Muâviye Radiyallâhu anhu, mescitte bir halkaya uğradı. Onlara hitâben: ″Sizi burada oturtan nedir?″ diye sordu. Dediler ki: ″Allah’u Teâlâ’yı zikretmek için oturduk.″ Hz. Muâviye dedi ki: ″Allah’u Teâlâ sizi buraya ancak bunun için mi oturttu?″ Onlar: ″Evet, Allah’u Teâlâ bizi burada ancak bunun için oturttu″ dediler. Bunun üzerine Hz. Muâviye şöyle dedi: Ben sizi töhmet altında bırakarak, yemin ettirmeyeceğim. Sahâbe içinde Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den en az hadis ri­vayet eden benim. Bir gün Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, ashabından bir halkaya çıkıp hitâben: ″Sizi burada oturtan nedir?″ diye sordu. Onlar: ″Biz burada Allah’u Teâlâ’yı zikretmek için otur­duk. Bizi İslâm ile müşerref kıldığı için ve bize böylesine büyük bir lütufta bulunduğu için O’na hamd ediyoruz″ dediler. Resûlü Ekrem Efendimiz: ″Allah’u Teâlâ sizi buraya sâdece bunun için mi oturttu?″ dedi. Onlar: ″Evet, Allah’u Teâlâ bizi ancak bunun için oturttu, başka bir gâyemiz yoktur″ dediler. Bunun üze­rine buyurdu ki: ″Size inanıyorum, itham edip size yemin ettirmeyeceğim. Lâkin bana Cibril gelip Allah’u Teâlâ’nın, meleklere karşı sizinle iftihar ettiğini bildirdi.″[9]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, İmam Ali Kerremallâhu veche’ye cehrî zikri nasıl yapacağını şöyle göstermiştir:

غَمِّضْ عَيْنَيْكَ وَاسْمَعْ مِنِّي ثَلاَثَ مَرَّاتٍ ثُمَّ قُلْ اَنْتَ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ وَاَنَا اَسْمَعُ فَقَالَ النَّبِىُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا اِلَهَ اِلَّا اللّٰهُ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ مُغَمِّضًا عَيْنَيْهِ رَافِعًا صَوْتَهُ عَلِيٌّ يَسْمَعُ ثُمَّ قَالَ عَلِيُّ لَا اِلَهَ اِلَا اللّٰهُ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ مُغَمِّضًا عَيْنَيْهِ رَافِعًا صَوْتَهُ وَالنَّبِىُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَسْمَعُ.

″Yâ Ali! Gözlerini kapa. Ben üç defa ″Lâ ilâhe illallâh″ derim, sen beni dinle. Sonra sen üç kere söyle, ben dinleyeyim″ dedi. Sonra Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, gözlerini kapayıp mübârek sesini yükselterek üç kere ″Lâ ilâhe illallâh″ dedi, Hz. Ali de dinledi. Sonra Hz. Ali gözlerini kapayıp sesini yükselterek üç kere ″Lâ ilâhe illallâh″ dedi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de dinledi.″[10]

Böylece Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, İmam Ali Kerremallâhu veche’ye cehrî zikri telkin etmiş oldu.[11]

Zikrullahın faziletine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

أَلَا أُنَبِّئُكُمْ بِخَيْرِ أَعْمَالِكُمْ وَأَزْكَاهَا عِنْدَ مَلِيكِكُمْ وَأَرْفَعِهَا فِى دَرَجَاتِكُمْ وَخَيْرٌ لَكُمْ مِنْ اِنْفَاقِ الذَّهَبِ وَالْوَرِقِ وَخَيْرٌ لَكُمْ مِنْ أَنْ تَلْقَوْا عَدُوَّكُمْ فَتَضْرِبُوا أَعْنَاقَهُمْ وَيَضْرِبُوا أَعْنَاقَكُمْ قَالُوا بَلَى قَالَ ذِكْرُ اللّٰهِ تَعَالَى (حم ت عن ابى الدرداء(

″Haberiniz olsun! Rabbinizin katında dere­cenizi en yüksek ve sizi en temiz kılan, altın ve gümüş tasadduk etmekten daha hayırlı olan, Allah yolunda savaşa çıkıp da düşmanlarla kıyası­ya savaşmaktan bile daha üstün olan hayırlı amelinizi size bildireyim mi?″ ″Evet″ dediler. Buyurdu ki: ″İşte o, zikrullahtır.″[12]

سِيرُوا سَبَقَ الْمُفَرِّدُونَ قَالُوا وَمَا الْمُفَرِّدُونَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ الذَّاكِرُونَ اللّٰهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتُ (م عن ابى هريرة)

″Durmayın çalışın, çalışanlar ileri geçtiler ve ilerlediler.″ Dediler ki: ″Yâ Resûlallah! Bu ileri geçenler kimlerdir?″ Buyurdu ki: ″Allah’ı çok zikreden erkekler ve kadınlardır.″[13]

اَعْظَمُ النَّاسِ دَرَجَةً اَلذَّاكِرُونَ اللّٰهَ كَثِيرًا. (هب عن ابى سعيد الخدرى)

″Derecesi en yüksek olanlar, Allah’ı çok zikredenlerdir.″[14]

Yine bu hususta Muaz İbn-i Enes Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ رَجُلًا سَأَلَهُ فَقَالَ أَيُّ الْجِهَادِ أَعْظَمُ أَجْرًا قَالَ أَكْثَرُهُمْ لِلَّهِ تَبَارَكَ وَتَعَالَى ذِكْرًا قَالَ فَأَيُّ الصَّائِمِينَ أَعْظَمُ أَجْرًا قَالَ أَكْثَرُهُمْ لِلَّهِ تَبَارَكَ وَتَعَالَى ذِكْرًا ثُمَّ ذَكَرَ لَنَا الصَّلَاةَ وَالزَّكَاةَ وَالْحَجَّ وَالصَّدَقَةَ كُلُّ ذَلِكَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ أَكْثَرُهُمْ لِلَّهِ تَبَارَكَ وَتَعَالَى ذِكْرًا فَقَالَ أَبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّٰهُ تَعَالَى عَنْهُ لِعُمَرَ رَضِيَ اللّٰهُ تَعَالَى عَنْهُ يَا أَبَا حَفْصٍ ذَهَبَ الذَّاكِرُونَ بِكُلِّ خَيْرٍ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَجَلْ (حم طب عن معاذ بن انس)

Bir kimse: ″Yâ Resûlallah! Hangi cihadın ecri daha büyüktür?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenlerin ecri daha büyüktür″ buyurdu. ″Hangi oruçlunun ecri daha büyüktür?″ diye sordu. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenlerin ecri daha büyüktür″ buyurdu. Sonra namaz kılanlar, zekât verenler, hacca gidenler ve sadaka verenler için de aynı soruyu sordu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de hepsine: ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenlerin ecri daha büyüktür″ buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer’e: ″Hayırların hepsini Allah’u Teâlâ’yı zikredenler alıp gitti″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de: ″Evet″ diye buyurdu.[15]

Abdullah İbn-i Büsr Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ رَجُلًا قَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ اِنَّ شَرَائِعَ الْإِسْلَامِ قَدْ كَثُرَتْ عَلَىَّ فَأَخْبِرْنِى بِشَيْءٍ أَتَشَبَّثُ بِهِ قَالَ لَا يَزَالُ لِسَانُكَ رَطْبًا مِنْ ذِكْرِ اللّٰهِ (ت عن عبد اللّٰه بن بسر(

Bir adam: ″Yâ Resûlallah! Hayır kapıları çok­tur. Hepsini yapmama imkân yok. Bana tek bir şey söyle ki, unutmayayım da onu yapayım″ dedi. Şöyle buyurdu: ″Dilin dâimâ zikrullah ile yaş kalsın.″[16]

﴿ وَاذْكُرُوا اللّٰهَ ف۪ٓي اَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍۜ فَمَنْ تَعَجَّلَ ف۪ي يَوْمَيْنِ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۚ وَمَنْ تَاَخَّرَ فَلَٓا اِثْمَ عَلَيْهِۙ لِمَنِ اتَّقٰىۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّكُمْ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ ﴿٢٠٣﴾

203. Allah’u Teâlâ’yı sayılı günlerde tekbir ile zikredin. Haccın ahkâmına riâyet edenler için, iki günde acele ederek dağılmakta günah yoktur. Kim de geri kalırsa, ona da günah yoktur. Allah’tan korkun ve bilin ki, hepiniz O’nun huzurunda toplanacaksınız.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

الْحَجُّ عَرَفَةُ مَنْ جَاءَ لَيْلَةَ جَمْعٍ قَبْلَ طُلُوعِ الْفَجْرِ فَقَدْ أَدْرَكَ الْحَجَّ أَيَّامُ مِنًى ثَلَاثَةٌ فَمَنْ تَعَجَّلَ فِي يَوْمَيْنِ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ وَمَنْ تَأَخَّرَ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ (ت حم عد ك هق عن عبد الرحمن بن يعمر الديلمي)

″Hac Arafattır. Her kim bayram günü sabahı fecirden evvel Arafat’a kavuşacak olursa, hacca kavuşmuş olur. Mina günleri de üç gündür. Her kim iki günde acele edip dönerse, ona bir günah yoktur. Her kim de geri kalırsa, ona da bir günah yoktur.″[17]

Bu Hadis-i Şerif’te; Mina günlerinde şeytanı taşlamak, üç gün diye geçmektedir. Buradan anlaşılan, bayramın birinci günü sayılmamaktadır. Bu sebeple Âyet-i Kerîme’de ve bu Hadis-i Şerif’te geçen ikinci gününden maksat; bayramın üçüncü, Mina günlerinin ikinci günüdür. Bundan dolayı kişi, şeytanı üç gün taşladıktan sonra dönmesinde bir mahsur yoktur. Âyette, ″Kim de geri kalırsa, ona da günah yoktur″ diye geçtiği üzere şeytanı, Mina’nın üçüncü yani bayramın dördüncü gününde taşlanmasında da bir mahsur yoktur, demektir.

Yine bu Âyet-i Kerîme’de: ″Allah’u Teâlâ’yı sayılı günlerde tekbir ile zikredin″ diye buyrulmaktadır. Bu sayılı günler; Hanefi Mezhebi’ne göre Kurban Bayramı günleridir. Bayram günlerinde getirilen teşrik tekbirleri de Allah’u Teâlâ’yı zikretmektir. Bu şekilde zikretmek de vâciptir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَيَّامُ التَّشْرِيقِ أَيَّامُ أَكْلٍ وَشُرْبٍ وَذِكْرِ اللّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ (د حم عن نبيشة الهذلى)

″Teşrik günleri, yeme içme ve Allah’u Teâlâ’yı zikir günleridir.″[18]

Bu tekbirler, Hanefi Mezhebi’ne göre arefe günü sabah namazında başlar, bayramın dördüncü günü ikindi namazıyla sona erer. Toplam 23 vakittir. Bu tekbirleri getirmek vâcip olduğundan, unutularak getirilmeyen tekbirlerin sonradan kazâ edilmesi gerekir. Tekbir şöyle getirilir:

- Allah’u Ekber Allah’u Ekber lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber Allah’u Ekber ve lillâhil hamd.


[1] Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebîr, c. 3, s. 201.

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Menâsik 51; Sünen-i Tirmizî, Hac 63; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 23215; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 1392.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15971, 989; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 989, 6500.

[4] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 465; Sahih-i Müslim, Mesâcid 23 (122).

[5] Sünen-i Ebû Dâvud, Cenâiz 36-37; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 609; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 1310.

[6] Taberânî, Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 126 15; Beyhakî, Şuab’ul Îman, Hadis No: 557.

[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 16499; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 1798; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 7017. Taberânî’nin naklinde; ″Resûlü Ekrem ve Ashâbı, Sahâbe-i Kiram’dan birinin evinde iken bu zikrullah yapılmıştır″ diye geçmektedir.

[8] el-Câmi’ul-Ulûm ve’l-Hikem, 50/12; Ebû Nuaym, Hilye, c. 1, s. 40; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 44222.

[9] Sahih-i Müslim, Zikir 40. Ayrıca bakınız: Sünen-i Nesâî, Kudât 37.

[10] Bakınız: Eşrefoğlu Rûmî, Müzekk’in-Nüfus, s. 341.

[11] Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Hz. Ali Efendimize öğretmiş olduğu bu zikir şekli ve usûlü, Hz. Ali Efendimizle başlayan ve elden ele inâbe yoluyla devam eden tarikat yoludur ve cehrîdir. Bu sebeple Kâdiri Târikatı’nın başlangıcı da, piri de Hz. Ali Efendimizdir.

Aynı şekilde Hz. Ali Efendimize öğrettiği gibi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Ebû Bekir Efendimize de hâfi zikir şeklini ve usulünü öğretmiştir. Bu da Hz. Ebû Bekir Efendimizle başlayan ve elden ele inâbe yoluyla devam eden tarikat yoludur ve hâfidir. Bu sebeple Nakşi Tarikatı’nın başlangıcı da, piri de Hz. Ebû Bekir Efendimizdir. Hâfi zikir ile ilgili de Sûre-i A’râf, Âyet 205 ve izahına bakınız.Yine tarikat hakkında Sûre-i Mâide, Âyet 48 ve izahına bakınız.

[12] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 20713; Sünen-i Tirmizî, Daavât 5.

[13] Sahih-i Müslim, Zikir 1 (4).

[14] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 74/13.

[15] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15061; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 16812; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 80/1.

[16] Sünen-i Tirmizî, Daavât 4.

[17] Sünen-i Tirmizî, Hac 57; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 18023.

[18] Sünen-i Ebû Dâvud, Dahâya 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 19797.


NÛR SÛRESİ

﴿ اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌۜ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍۜ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍۙ يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ نُورٌ عَلٰى نُورٍۜ يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌۙ ﴿٣٥﴾ ف۪ي بُيُوتٍ اَذِنَ اللّٰهُ اَنْ تُرْفَعَ وَيُذْكَرَ ف۪يهَا اسْمُهُۙ يُسَبِّحُ لَهُ ف۪يهَا بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِۙ ﴿٣٦﴾ رِجَالٌۙ لَا تُلْه۪يهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ وَاِقَامِ الصَّلٰوةِ وَا۪يتَٓاءِ الزَّكٰوةِۙ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ ف۪يهِ الْقُلُوبُ وَالْاَبْصَارُۙ ﴿٣٧﴾ لِيَجْزِيَهُمُ اللّٰهُ اَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَيَز۪يدَهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۜ وَاللّٰهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ ﴿٣٨﴾

35-38. Allah’u Teâlâ, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli; içinde, yanan bir çırağ bulunan kandil gibidir. O yanan çırağ ise, parlak yıldız gibi parıldayan cam fânus içinde, ne doğuda ve ne de batıda olmayan mübârek zeytin ağacından tutuşturulur. Onun yağı, ateş dokunmasa bile, neredeyse yanıp ziyâ verir. Nûr üstüne nûrdur. Allah’u Teâlâ, dilediğini nûruna kavuşturur. Allah’u Teâlâ, insanlara misaller verir. Allah’u Teâlâ, her şeyi bilendir.* (Bu nûr) Allah’u Teâlâ’nın, kendi isminin içlerinde zikredilmesine ve yükseltilmesine izin verdiği evlerdedir.[1] Buralarda sabah akşam Allah’u Teâlâ’yı tesbih ederler.* O erler ki, onları ne ticaret, ne de alışveriş zikrullahtan, namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olacağı bir günden korkarlar.* Onlar, Allah’u Teâlâ’nın kendilerini amellerinin daha güzeliyle mükâfatlandırması ve lütfundan kendilerine daha da fazlasını ihsan etmesi için bu ibâdetleri yaparlar. Allah’u Teâlâ, dilediğine hesapsız rızık verir.

İzah: Allah’u Teâlâ’nın, göklerin ve yerin nûru olduğuna dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem gece teheccüd için kalktığında şöyle duâ ederdi:

اللّٰهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ نُورُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَنْ فِيهِنَّ وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ قَيِّمُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَنْ فِيهِنَّ وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ الْحَقُّ وَوَعْدُكَ حَقٌّ وَقَوْلُكَ حَقٌّ وَلِقَاؤُكَ حَقٌّ وَالْجَنَّةُ حَقٌّ وَالنَّارُ حَقٌّ وَالسَّاعَةُ حَقٌّ وَالنَّبِيُّونَ حَقٌّ وَمُحَمَّدٌ حَقٌّ اللّٰهُمَّ لَكَ أَسْلَمْتُ وَعَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ وَبِكَ آمَنْتُ وَإِلَيْكَ أَنَبْتُ وَبِكَ خَاصَمْتُ وَإِلَيْكَ حَاكَمْتُ فَاغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ أَنْتَ الْمُقَدِّمُ وَأَنْتَ الْمُؤَخِّرُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ أَوْ لَا إِلَهَ غَيْرُكَ(خ م عن ابن عباس)

″Allah’ım! Hamd, Sana mahsustur. Sen, göklerin, yerin ve içindekilerin nûrusun. Hamd, Sana mahsustur. Gökleri, yeri ve onlarda olanları ayakta tutan Sensin. Hamd, Sana mahsustur. Sen haksın. Vaadin haktır. Sözün haktır. Sana kavuşmak haktır. Cennet haktır. Cehennem haktır. Kıyâmet gü­nünün geleceği haktır. Peygamberler haktır. Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem haktır. Allah’ım! Sana teslim oldum, Sana tevekkül oldum, Sana îman ettim, Sana döndüm, düşmanlarıma karşı Senden kuvvet aldım, Seni hakem edindim. Geçmiş ve gelecek, gizlediğim ve açığa vurduğum günahlarımı bağışla. Öne geçirici Sensin, sona bırakıcı Sensin. Senden başka ilah yoktur.″[2]

Allah: Nûrdur. O’ndan nûr çıkar, bütün âlemi baştanbaşa nûra boyar. Yalnız dalâlet ehli olanlar, bu nûrdan mahrumdur. Hakkıyla îman edenler bu nûrdan istifâde ederler. Cenâb-ı Hakk, Allah isminin zuhuratından kâinatı yaratmıştır.

Bu Âyet-i Kerîme’de geçen misaller şöyledir:

Mişkat (kandil): Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’dir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Ahzâb, Âyet 46’da Peygamber Efendimize hitâben: ″Ve O’nun izniyle Allah’a dâvet edici ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik″ diye buyurmuştur.

Misbah (yanan bir çırağ): İmam Ali Kerremallâhu veche ve Hz. Fâtıma Radiyallâhu anhâ’dır.

Zücâce (cam fanus): Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir.

Kevkeb (yıldız): Hz. Fâtıma evlatlarıdır.

Şecere (ağaç): Nübüvvet ağacının sonuncusudur.

Bütün mükevvenâtın yaratılış sebebi ile ilgili olarak nakledilen bir Hadis-i Kudsi’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَأَحْبَبْتُ أَنْ أُعْرِفَ فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ (عن ابن عباس)

″Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim. Beni bilsinler diye mahlûkatı yarattım.″[3]

Cenâb-ı Hakk Teâlâ ilk önce kendi nûrundan Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in nûrunu yaratmış ve o nûrdan da Cennet, Cehennem, melekler, Arş, Kürs, kâinat, insanlar, cinler ve hâsılı yaratılan ne varsa hepsini yaratmıştır.

Nitekim bu hususta Câbir Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

يَا رَسُولَ اللّٰهِ بِأَبِى أَنْتَ وَأُمِّى أَخْبِرْنِى اَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ قَبْلَ الْاَشْيَاءِ؟ قَالَ: يَا جَابِرُ! اِنَّ اللّٰهَ تَعَالَى خَلَقَ قَبْلَ الْأَشْيَاءِ نُورَ نَبِيِّكَ مِنْ نُورِهِ فَجَعَلَ ذَلِكَ النُّورَ يَدُورُ بِالْقُدْرَةِ حَيْثُ شَاءَ اللّٰهُ وَلَمْ يَكُنْ فِى ذَلِكَ الْوَقْتِ لَوْحٌ وَلَا قَلَمٌ وَلَا جَنَّةٌ وَلَا نَارٌ وَلَا مَلَكٌ وَلَا سَمَاءٌ وَلَا أَرْضٌ وَلَا شَمْسٌ وَلَا قَمَرٌ وَلَا جِنِّىٌّ وَلَا اِنْسِىٌّ فَلَمَّا أَرَادَ اللّٰهُ أَنْ يَخْلُقَ الْخَلْقَ قَسَمَ ذَلِكَ النُّورَ أَرْبَعَةَ أَجْزَاءٍ فَخَلَقَ مِنَ الْجُزْءِ الْأَوَّلِ الْقَلَمَ وَمِنَ الثَّانِى اللَّوْحَ وَمِنَ الثَّالِثِ الْعَرْشَ ثُمَّ قَسَمَ الْجُزْءَ الرَّابِعَ أَرْبَعَةَ أَجْزَاءٍ فَخَلَقَ مِنَ الْجُزْءِ الْأَوَّلِ حَمَلَةَ الْعَرْشِ وَمِنَ الثَّانِى الْكُرْسِىَّ وَمِنَ الثَّالِثَ بَاقِى الْمَلَائِكَةِ ثُمَّ قَسَمَ الْجُزْءَ الرَّابِعَ أَرْبَعَةَ أَجْزَاءٍ فَخَلَقَ مِنَ الْأَوَّلِ السَّمَاوَاتِ وَمِنَ الثَّانِى الْأَرْضِينَ وَمِنَ الثَّالِثِ الْجَنَّةَ وَالنَّارَ ثُمَّ قَسَمَ الرَّابِعَ أَرْبَعَةَ أَجْزَاءٍ فَخَلَقَ مِنَ الْأَوَّلِ نُورَ أَبْصَارِ الْمُؤْمِنِينَ وَمِنَ الثَّانِى نُورَ قُلُوبِهِمْ وَهِىَ الْمَعْرِفَةُ بِاللّٰهِ وَمِنَ الثَّالِثِ نُورَ اَلْسِنَتِهِمْ وَهُوَ التَّوْحِيدُ لَا اِلَهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ. (عيد الرزق عن جابر بن عبد اللّٰه)

″Yâ Resûlallah! Bütün eşyanın hepsinden evvel, Allah’u Teâlâ neyi yarattı, ondan bana haber verir misin?″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Yâ Câbir! Bütün eşyanın hepsinden evvel Allah’u Teâlâ kendi nûrundan, senin Nebî’nin nûrunu yarattı. Bu nûru öyle yaptı ki; bu nûr, Allah’ın kudretiyle her tarafta devretti. O zamanda Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, yer, gök, ay, güneş, insan ve cin hiçbir şey yoktu. Allah’u Teâlâ bu mahlûkatı yaratmayı dilediğinde bu benim nûrumu dörde böldü. Birinden Kalem’i, ikincisinden Levh’i üçüncüsünden Arş’ı yarattı ve dördüncüsünü yine dört parçaya böldü. Onun da birinci parçasından, Arş’ı taşıyan melekleri yarattı, ikincisinden Kürsi’yi yarattı, üçüncüsünden geri kalan melekleri yarattı. Yine dördüncü parçayı dört bölüme ayırdı. Birincisinden gökleri yarattı, ikincisinden yerleri yarattı, üçüncüsünden Cennet ve Cehennemi yarattı. Yine dördüncü bölümü dört parçaya ayırdı. Birincisinden Mü’minlerin gözlerinin nûrunu yarattı. İkincisinden kalplerinin nûrunu yarattı ki o, mârifetullah’tır. Üçüncüsünden de dillerinin nûrunu yarattı ki o, tevhiddir; lâ ilahe illallâh Muhammed’un Resûlullâh’tır.″[4]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizin iki yüzden fazla ismi vardır. Onlardan birisi de, ″Ebu’l-Ervâh″tır. Yani, ″Ruhlar Babası″ demektir.

Nakledilen bir Hadis-i Kudsî de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

لَوْلَكَ لَوْلَكَ لَمَا خَلَقْتُ الْأَفْلَاكَ.

″Ey Habîbim! Eğer sen olmasa idin Ben, eflâkı (gökleri, yeri ve bütün mükevvenâtı) yaratmazdım.″[5]

Fahr-i Âlem Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كُنْتُ نُورًا بَيْنَ يَدَىْ رَبِّى قَبْلَ خَلْقِ آدَمَ بِأَرْبَعَةَ عَشَرَ أَلْفِ عَامٍ. )عن علي بن الحسين عن أبيه عن جده مرفوعا(

″Âdem, yaratılmadan on dört bin yıl önce Rabbimin eli arasında bir nûr idim.″[6]

Allah’u Teâlâ, Sûre-i Nûr, Âyet 35’in sonunu: ″Allah’u Teâlâ, dilediğini nûruna kavuşturur. Allah’u Teâlâ, insanlara misaller verir. Allah’u Teâlâ, her şeyi bilendir″ ifadesi ile bitirmektedir. Bu hususta ise Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

الْقُلُوبُ أَرْبَعَةٌ قَلْبٌ أَجْرَدُ فِيهِ مِثْلُ السِّرَاجِ يُزْهِرُ وَقَلْبٌ أَغْلَفُ مَرْبُوطٌ عَلَى غِلَافِهِ وَقَلْبٌ مَنْكُوسٌ وَقَلْبٌ مُصْفَحٌ فَأَمَّا الْقَلْبُ الْأَجْرَدُ فَقَلْبُ الْمُؤْمِنِ سِرَاجُهُ فِيهِ نُورُهُ وَأَمَّا الْقَلْبُ الْأَغْلَفُ فَقَلْبُ الْكَافِرِ وَأَمَّا الْقَلْبُ الْمَنْكُوسُ فَقَلْبُ الْمُنَافِقِ عَرَفَ ثُمَّ أَنْكَرَ وَأَمَّا الْقَلْبُ الْمُصْفَحُ فَقَلْبٌ فِيهِ إِيمَانٌ وَنِفَاقٌ فَمَثَلُ الْإِيمَانِ فِيهِ كَمَثَلِ الْبَقْلَةِ يَمُدُّهَا الْمَاءُ الطَّيِّبُ وَمَثَلُ النِّفَاقِ فِيهِ كَمَثَلِ الْقُرْحَةِ يَمُدُّهَا الْقَيْحُ وَالدَّمُ فَأَيُّ الْمَدَّتَيْنِ غَلَبَتْ عَلَى الْأُخْرَى غَلَبَتْ عَلَيْهِ (حم عن ابى سعيد)

″Kalpler dörttür: Tertemiz ve parlak olan kalp ki, bunda çırağ (nûr) parlamaktadır. İkincisi, örtülü olup örtüsüne tutulup bağlanmış kalptir. Üçüncüsü ters çevrilmiş, dördüncüsü de ikiyüzlü olan kalptir. Tertemiz ve parlak olan kalp, Mü’minin kalbidir. Ondaki çırağı, nûrudur. Örtülü olan kalp, kâfirin kalbidir. Ters çevrilmiş olan kalbe gelince; bu münâfığın kalbi olup, önce bilmiş, sonra inkâr etmiştir. İkiyüzlü olan kalp de hem îman ve hem de nifak (iyi ve kötü amel) vardır. Ondaki îmanın misâli, hoş bir suyun geliştirdiği baklanın misâli gibidir. Ondaki nifakın benzeri ise kan ve irinin geliştirip uzattığı yara gibidir. Hangi uzatma diğerine gâlib gelirse o, o kalbe hâkim olur.″[7]

Yine bu âyetlerde, evlerde, yapılarda ve câmilerde namaz kılmanın ve Allah’u Teâlâ’yı zikretmenin önemine dikkat çekilmiştir. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 114’te de şöyle buyurmaktadır:

″Allah’ın mescitlerinde O’nun isminin zikredilmesini meneden ve (böylelikle) o mescitlerin harap olmasına çalışandan daha zâlim kim olabilir? Onlar için lâyık olan, mescitlere Allah’tan korkarak girmekti. Onlar için dünyâda zillet vardır ve onlar için âhirette de büyük bir azap vardır.″

Mescitte kılınan namaz ve yapılan zikrullah hakkında nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ ابْنَ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا أَخْبَرَهُ أَنَّ رَفْعَ الصَّوْتِ بِالذِّكْرِ حِينَ يَنْصَرِفُ النَّاسُ مِنَ الْمَكْتُوبَةِ كَانَ عَلَى عَهْدِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ كُنْتُ أَعْلَمُ إِذَا انْصَرَفُوا بِذَلِكَ إِذَا سَمِعْتُهُ. (خ م عن ابن عباس)

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ haber verdi ki: ″Halkın farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikretmesi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında var idi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: ″Ben bu sesi işitir işitmez, zikir seslerinin yükselmesi ile namazdan çıktıklarını anlardım.″[8]

Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

مَا تَوَطَّنَ رَجُلٌ مُسْلِمٌ الْمَسَاجِدَ لِلصَّلَاةِ وَالذِّكْرِ اِلَّا تَبَشْبَشَ اللّٰهُ لَهُ كَمَا يَتَبَشْبَشُ أَهْلُ الْغَائِبِ بِغَائِبِهِمْ اِذَا قَدِمَ عَلَيْهِمْ (ه عن ابى هريرة)

″Gurbette olan bir kişiyi, döndüğünde ailesi nasıl güler yüzle karşılarsa, namaz kılmak ve Allah’ı zikretmek için mescitleri kendine mesken edinen kişiyi, Cenâb-ı Allah öyle güler yüzle karşılar.″[9]

يَأْتِى فِى آخِرِ الزَّمَانِ نَاسٌ مِنْ أُمَّتِى يَأْتُونَ الْمَسَاجِدَ فَيَقْعُدُونَ فِيهَا حَلَقًا حَلَقًا ذِكْرُهُمُ الدُّنْيَا وَحُبُّ الدُّنْيَا لَا تُجَالِسُوهُمْ فَلَيْسَ لِلَّهِ بِهِمْ حَاجَةٌ (احياء علوم الدين عن ابن مسعود)

″Ümmetimden âhir zamanda öyle insanlar gelecek ki, onlar mescitlerde halka halka otura­caklar; gayeleri Allah’ı zikir değil, onların zikirleri dünyâlık ve dünyâ sevgisidir. Onlarla arkadaş olmayın. Allah’u Teâlâ’nın onlara ihtiyacı yoktur.″[10]

Evlerde yapılan zikrullah hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

مَثَلُ الْبَيْتِ الَّذِي يُذْكَرُ اللّٰهُ فِيهِ وَالْبَيْتِ الَّذِي لَا يُذْكَرُ اللّٰهُ فِيهِ مَثَلُ الْحَيِّ وَالْمَيِّتِ (م عن ابى موسى)

İçinde zikrullah edilen evin misâli ile içinde zikrullah edilmeyen evin misâli, diri ile ölünün misâli gibidir.[11]

اِنَّ الْبَيْتَ الَّذِى يُذْكَرُ اللّٰهُ فِيهِ لِيُضِئُ لِأَهْلِ السَّمَاءِ كَمَا يُضِئُ النُّجُومُ لِأَهْلِ الْأَرْضِ (أبو نعيم في المعرفة عن عبد الرحمن ابن سابط)

″İçinde zikrullah yapılan evlerin nûru, yeryüzüne gökten yıldızların ziyâsının indiği gibi gökteki meleklere varır.″[12]


[1] Buradaki evlerden maksat, câmi, mescit, ev, çadır gibi ibâdet yapılabilecek her türlü temiz mekânlardır.

[2] Sahih-i Buhârî, Teheccüd 1, Daavât 10; Tevhid 35; Sahih-i Müslim, Salat’u- Musâfirin 25 (199 Ayrıca Bakınız: İmam Mâlik, Muvatta, Kurban 34; Sünen-i Tirmizî, Daavât 29; Sünen-i Ebû Dâvud, Salat 121; Sünen-i Nesâî, Kıyâm’ul-Leyl 9.

[3] Mir’at-ı Kâinât, c. 1, s. 9.

[4] İmam Kastalâni, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 9; Mir’at-ı Kâinât, c. 1, s. 10.

[5] Envâr’ul-Âşıkîn, s. 170.

[6] İmam Kastalâni, Mevâhib-i Ledünniyye, s. 9.

[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 10705.

[8] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 465; Sahih-i Müslim, Kitab’ül-Mesâcid 23 (122).

[9] Sünen-i İbn-i Mâce, Mesâcid 19.

[10] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi’d-Din, c. 1, Hadis No: 411.

[11] Sahih-i Müslim, Salât’ül-Müsâfirîn 29 (211).

[12] Ebû Nuaym İsbehânî, Ma’rifet’üs-Sahâbe, Hadis No: 3230; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 1818.


HACC SÛRESİ

﴿ وَلِكُلِّ اُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنْسَكًا لِيَذْكُرُوا اسْمَ اللّٰهِ عَلٰى مَا رَزَقَهُمْ مِنْ بَه۪يمَةِ الْاَنْعَامِۜ فَاِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌ فَلَهُٓ اَسْلِمُواۜ وَبَشِّرِ الْمُخْبِت۪ينَۙ ﴿٣٤﴾ اَلَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَالصَّابِر۪ينَ عَلٰى مَٓا اَصَابَهُمْ وَالْمُق۪يمِي الصَّلٰوةِۙ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ ﴿٣٥﴾

34-35. Ve her ümmete, Allah’u Teâlâ’nın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanları Allah’ın ismini zikrederek boğazlasınlar diye kurban kesecek bir yer tahsis ettik. İlahınız bir tek ilahtır. O halde sâdece O’na teslim olun. Ey Resûlüm! Muhbitîn kullarımı (itaatkâr ve ihlaslı olanları) müjdele.* O kullarım ki, Allah’u Teâlâ zikrolunduğu vakit kalpleri titrer, her ne musîbet gelse ona sabrederler, namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklarından infak ederler.

İzah: Âyet-i Kerîme’de kesilecek olan hayvanların; Allah’ın ismi zikredilerek boğazlanması gerektiği beyan edilmektedir. Bu zikir de, ″Bismillâhi Allah’u Ekber″dir. Bu hususta daha geniş bilgi için Sûre-i En’âm, Âyet 118’in izahına bakınız.

Hac yapan kimse için, kurban kesme yeri Mina’dır. Mina, Müzdelife ile Mekke arasında bir bölgedir. Müzdelife’de, sabah namazı vakfesinden sonra hacılar, Mina bölgesine gelerek önce şeytanı taşlarlar ve sonra da kurbanlarını keserler. Buraya Mina denmesi, kurban kesilerek kan akıtılmasından dolayıdır. Allah’u Teâlâ’nın, İsmâil Aleyhisselâm’a bedel olarak gönderdiği koçun burada kesildiği kabul edilir. Zîrâ Mina, kelime olarak, kan akıtmak mânâsına gelmektedir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mina’da şöyle buyurmuştur:

نَحَرْتُ هَاهُنَا وَمِنىً كُلُّهَا منْحَرٌ فَانْحَرُوا في رِحَالِكُمْ (د عن على)

″Ben kurbanı şurada kestim. Mina’nın her tarafı kesim yeridir. Bu sebeple kurbanlarınızı konak yerlerinizde kesin.″[1]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

عَرَفَةُ كُلُّهَا مَوْقِفٌ وَارْتَفِعُوا عَنْ بَطْنِ عُرَنَةَ وَالْمُزْدَلِفَةُ كُلُّهَا مَوْقِفٌ وَارْتَفِعُوا عَنْ بَطْنِ مُحَسِّرٍ وَمِنَى كُلُّهَا مَنْحَرٌ (طب عن ابن عباس)

″Arafat’ın her tarafında vakfe yapılabilir. Yalnız Batn-ı Urena’dan çekinin. Müzdelifenin de her tarafında vakfe yapılabilir. Ancak orada da Muhassır Vâdisi’nden çekinin. Mina’nın ise her tarafı kurban kesme yeridir.″[2]

Yine Allah’u Teâlâ Âyet-i Kerîme’de: Muhbitîn kullarımı (itaatkâr ve ihlaslı olanları) müjdele diye buyurarak, bu kullarının alâmetlerini şöyle beyan etmiştir:

Bunlar, Allah‘u Teâlâ‘yı çok zikrederler, hattâ zikrullah ederken kalpleri onun tesiri ile kamaşır, hoplar. Bunlar kendinde olmayarak çırpınır, haykırır; ″Hayy, Hakk, Allah″ diye bağırırlar. Sonunda bunlar, Mutmainne ehli olurlar. Allah’u Teâlâ Sûre-i R’ad, Âyet 28’de şöyle buyurmuştur:

Onlar, îman edenlerdir ve kalpleri zikrullah ile mutmain olanlardır. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak zikrullah ile mutmain olur.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

سَبَقَ الْمُفْرِدُونَ قَالُوا وَمَا الْمُفْرِدُونَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ الْمُسْتَهْتَرُونَ فِي ذِكْرِ اللّٰهِ يَضَعُ الذِّكْرُ عَنْهُمْ أَثْقَالَهُمْ فَيَأْتُونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ خِفَافًا (ت عن ابى هريرة)

″Çalışanlar ileri geçtiler.″ Ashâb-ı Kirâm: ″Yâ Resûlallah! Bu ileri geçenler kimlerdir?″ deyince, buyurdu ki: ″Zikrullahta kendilerinden geçenlerdir. Zikir onların ağırlıklarını indirir (günahlarını yok eder) ve onlar mahşer gününe hafiflemiş (günahsız) olarak gelirler.″[3]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

اِذَا اَقْشَعِرُّ جِلْدُ الرَّجُلِ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ تَعَالَى تَحَاتَتْ عَنْهُ خَطَايَاهُ كَمَا يَتَحَاتُ عَنِ الشَّجَرَةِ الْبَالِيَةِ وَرَقَهَا (هب طب والشافعى والحكيم عن العباس)

″Bir adamın Allah korkusundan vücudu titreyip cezbelense, ağaçların yaprağını döktüğü gibi günahları dökülür.″[4]

İşte Mevlid-i Şerif’te geçen ″Bir kez Allah dese aşk ile lisân, dökülür cümle günah misli hazan″ dediği de bu cezbe hâlidir.

Yine bu zâtlar, zikrullah yolunda hakka kavuşmak için çalışırlarken, her ne musîbet gelse ona sabrederler. Yani tahammüllü olurlar ve kimseye hallerinden şikâyet etmezler. Kimseye kötülük düşünmezler. Her şeyi Allah‘u Teâlâ‘ya havâle ederler.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ يُرِدِ اللّٰهُ بِهِ خَيْرًا يُصِبْ مِنْهُ )خ عن ابى هريرة(

“Allah’u Teâlâ kime hayır dilerse, ona musîbet verir.”[5]

Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ رَجُلًا قَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ ذَهَبَ مَالِي وسَقِمَ جَسَدِي فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا خَيْرَ فِي عَبْدٍ لَا يَذْهَبُ مَالُهُ وَلَا يَسْقَمُ جِسْمُهُ إِنَّ اللّٰهَ إِذَا أَحَبَّ عَبْدًا ابْتَلَاهُ وَإِذَا ابْتَلَاهُ صَبَّرَهُ (ابن أبي الدنيا في كتاب المرض والكفارات عن أبي سعيد الخدري)

Adamın biri: ″Yâ Resûlallah! Hem servetim gitti, hem de vücudum hastalandı″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Serveti kaybolmayan ve vücudu hastalanmayan kulda hayır yoktur. Allah’u Teâlâ bir kulu sevdiği vakit ona ibtilâ verir. İbtilâ verdiği zaman da ona sabretmesini öğretir.″[6]

Yine bu zâtlar, Allah’u Teâlâ’ya olan inançları kuvvetli olduğu için namazı devamlı ve çok kılarlar. Farzları, sünnetleri ve yapabildikleri kadar da gece ve gündüz nâfile namazlara devam ederler. Böyle olunca da Allah’u Teâlâ onları sever.

Nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de, Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

مَنْ عَادَى لِى وَلِيًّا فَقَدْ آذَنْتُهُ بِالْحَرْبِ وَمَا تَقَرَّبَ اِلَيَّ عَبْدِى بِشَيْءٍ أَحَبَّ اِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُهُ وَمَا يَزَالُ عَبْدِى يَتَقَرَّبُ اِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى اُحِبَّهُ فَاِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ لَهُ سَمْعُهُ الَّذِى يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِى يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِى يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِى يَمْشِى بِهَا وَاِنْ سَأَلَنِى أَعْطَيْتُهُ وَلَوِ اسْتَعَاذَنِى لَأُعِيذُنِيهِ (خ حب ق عن ابى هريرة)

Her kim Benim evliyâmdan birine düşmanlık ederse, Bana karşı harp ilan eyledi. Kulum Bana farz namazı kılarken yakın olduğu gibi başka bir şey ile yakın olamaz. O kulum, nâfilelere devam ettiği sürece, bu yakınlığı devam eder. Hattâ o kulumu severim. Bir kulumu seversem; onun işiten kulağı Ben olurum, Benim ile işitir. Gören gözü Ben olurum, Benim ile görür. Tutan eli Ben olurum, Benim ile tutar ve yürüyen ayağı Ben olurum, Benim ile yürür. Benden ne isterse istediğini veririm. Bana sığınır ise Ben de onu muhafazama alırım.[7]

Yine bu zâtlar, gâyet cömert olurlar. Allah‘ın verdiği rızıktan Allah yoluna sarf ederler. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

ثَلَاثٌ أَعْلَمُ أَنَّهُنَّ حَقٌّ مَا عَفَا امْرُؤٌ عَنْ مَظْلَمَةٍ اِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ بِهَا عِزًّا وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ عَلَى نَفْسِهِ بَابَ مَسْأَلَةٍ يَبْتَغِي بِهَا كَثْرَةً إِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ بِهَا فَقْرًا وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ عَلَى نَفْسِهِ بَابَ صَدَقَةٍ يَبْتَغِي بِهَا وَجْهُ اللّٰهِ تَعَالَى اِلَّا زَادَهُ اللّٰهِ بِهَا كَثْرَةً (هب عن ابى هريرة)

″Üç haslet var ki onlar haktır: Haksızlığa uğrayan bir kimse (eline fırsat geçtiği halde sabredip) affederse, şüphesiz Allah’u Teâlâ, o kulun şerefini artırır. Çok dünyâlık bulmak kastıyla kendisine dilencilik kapısını açan bir kula da, Allah’u Teâlâ yokluk kapısı açar. Bir kimse de Allah’ın rızâsını dileyerek Allah yoluna malını sarf ederse, Allah’u Teâlâ da onun malını kat kat artırır.″[8]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

لَا يَزَالُ أَرْبَعُونَ رَجُلًا مِنْ أُمَّتِى قُلُوبُهُمْ عَلَى قَلْبِ اِبْرَاهِيمَ عَلَيْهِ السَّلَامُ يَدْفَعُ اللّٰهُ بِهِمْ عَنْ أَهْلِ الْأَرْضِ يُقَالُ لَهُمُ الْاَبْدَالُ اِنَّهُمْ لَمْ يُدْرَكُوهَا بِصَلَوةٍ وَلَا بِصَوْمٍ وَلَا بِصَدَقَةٍ، فَبِمَ أَدْرَكُوهَا يَا رَسُولَ اللّٰهِ؟ قَالَ بِالسَّخَاءِ وَالنَّصِيحَةِ لِلْمُسْلِمِينَ (حل طب عن بن مسعود)

Ümmetimin içinde kırk kişi hiç eksik olmaz. Kalpleri İbrâhim Aleyhisselâm‘ın kalbi gibidir. Yeryüzünü Allah’u Teâlâ onlarla korur. Onlara, ″Ebdallar″ derler. Onlar o mertebeye namazla, oruçla, zekât ile ermediler. ″Ne ile erdiler Yâ Resûlallah?″ dediler. Şöyle buyurdu: ″Cömertlikle ve Müslümanlara bol nasihatla.″[9]

Her kimde bu dört vasıf tamam ise, o büyük zâttır. Yani Allah‘u Teâlâ’nın: Muhbitîn kullarımı (itaatkâr ve ihlaslı olanları) müjdeledediği bunlardır. Dünyâda ilim, irfan, ilm-i ledün, füyuzât-ı ilâhi ve vuslat-ı ilâhi bunlaradır.

Allah’u Teâlâ bu vasıflara sahip olan kullarını, ″Hakkıyla Mü’minler bunlardır″ diyerek Sûre-i Enfâl, Âyet 2-4’te şöyle övmektedir:

″Mü’minler şu kimselerdir ki, Allah’u Teâlâ zikrolunduğu vakit kalpleri titrer. Kendilerine Allah’ın âyetleri okunursa, îmanları artar ve Rablerine tevekkül ederler.* Onlar, namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.* İşte onlar, hakkıyla Mü’minlerdir. Onlar için Rableri katında yüksek dereceler, bağışlanma ve bol rızık vardır.″


[1] Sünen-i Ebû Dâvud, Menâsik 64.

[2] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 11068; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 315/9.

[3] Sünen-i Tirmizî, Daavât 12.

[4] Ma’rifet’üs-Sahâbeti li Ebî Naim İsbehâni, Hadis No: 7379; Râmûz’ul Ehâdîs, s. 33/12; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 5879.

[5] Sahih-i Buhârî, Merdâ 1.

[6] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 4, Hadis No: 139..

[7] Sahih-i Buhârî, Rikâk 38; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 330/3.

[8] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 7846; Muhtâr’ul-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 492.

[9] Ebû Nuaym İsbehânî, Ma’rifet’üs-Sahâbe, Hadis No: 4013.


RA’D SÛRESİ

﴿ اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللّٰهِۜ اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُۜ ﴿٢٨﴾

28. Onlar, îman edenlerdir ve kalpleri zikrullah ile mutmain olanlardır. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak zikrullah ile mutmain olur.

İzah: Allah’u Teâlâ bu âyette, zikrullahın kalpleri mutmain ettiğinden bahsetmektedir. İşte buna tasavvufta mutmainne makâmı denir.[1] Tasavvufta yedi nefis mertebesi vardır. Bunlardan dördüncüsü mutmainne makâmıdır. Bu yedi nefis mertebesi, ancak zikrullahı çok yaparak, kademe kademe geçilir. Yani onların, mutmainne makamına yetişmeleri, zikrullahı çok yaptıklarındandır. Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle sükûnet bulur.

Bu hususta çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

سِيرُوا سَبَقَ الْمُفَرِّدُونَ قَالُوا وَمَا الْمُفَرِّدُونَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ الذَّاكِرُونَ اللّٰهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتُ (م عن ابى هريرة)

″Durmayın çalışın, çalışanlar ileri geçtiler ve ilerlediler.″ Dediler ki: ″Yâ Resûlallah! Bu ileri geçenler kimlerdir?″ Buyurdu ki: ″Allah’ı çok zikreden erkekler ve kadınlardır.″[2]

اَعْظَمُ النَّاسِ دَرَجَةً اَلذَّاكِرُونَ اللّٰهَ كَثِيرًا. (هب عن ابى سعيد الخدرى(

″Derecesi en yüksek olanlar, Allah’ı çok zikredenlerdir.″[3]

أَلَا أُنَبِّئُكُمْ بِخَيْرِ أَعْمَالِكُمْ وَأَزْكَاهَا عِنْدَ مَلِيكِكُمْ وَأَرْفَعِهَا فِى دَرَجَاتِكُمْ وَخَيْرٌ لَكُمْ مِنْ اِنْفَاقِ الذَّهَبِ وَالْوَرِقِ وَخَيْرٌ لَكُمْ مِنْ أَنْ تَلْقَوْا عَدُوَّكُمْ فَتَضْرِبُوا أَعْنَاقَهُمْ وَيَضْرِبُوا أَعْنَاقَكُمْ قَالُوا بَلَى قَالَ ذِكْرُ اللّٰهِ تَعَالَى (حم ت عن ابى الدرداء(

″Haberiniz olsun! Rabbinizin katında dere­cenizi en yüksek ve sizi en temiz kılan, altın ve gümüş tasadduk etmekten daha hayırlı olan, Allah yolunda savaşa çıkıp da düşmanlarla kıyası­ya savaşmaktan bile daha üstün olan hayırlı amelinizi size bildireyim mi?″ ″Evet″ dediler. Buyurdu ki: ″İşte o, zikrullahtır.″[4]

İşte kalpleri mutmain eden, kişiyi en yüksek derecelere ulaştırarak Allahu Teâlâ’ya yaklaştıran ibâdet zikrullahtır.


[1] Diğer nefis mertebeleri için Sûre-i Fecr, Âyet 28 ve izahına bakınız.

[2] Sahih-i Müslim, Zikir 1 (4).

[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 74/13.

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 20713; Sünen-i Tirmizî, Daavât 5..


ENFÂL SÛRESİ

﴿ اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَاِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ اٰيَاتُهُ زَادَتْهُمْ ا۪يمَانًا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَۚ ﴿٢﴾ اَلَّذ۪ينَ يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۜ ﴿٣﴾ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقًّاۜ لَهُمْ دَرَجَاتٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَمَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَر۪يمٌۚ ﴿٤﴾

2-4. Mü’minler şu kimselerdir ki, Allah’u Teâlâ zikrolunduğu vakit kalpleri titrer. Kendilerine Allah’ın âyetleri okunursa, îmanları artar ve Rablerine tevekkül ederler.* Onlar, namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.* İşte onlar, hakkıyla Mü’minlerdir. Onlar için Rableri katında yüksek dereceler, bağışlanma ve bol rızık vardır.

İzah: Bu âyetlerde, hakkıyla Mü’min olanların özellikleri sayılmaktadır. ″Allah’u Teâlâ zikrolunduğu vakit kalpleri titrer (cilâlanır)″ buyruğundan maksat; gece ve gündüz, gizli ve âşikar Allah’u Teâlâ’yı zikretmeleridir. ″Allah’ın âyetleri okunursa îmanları artar ve Allah’u Teâlâ’ya tevekkül ederler″ buyruğu, bu kimselerin îmanlarının ve tevekküllerinin herkesten fazla olmasıdır. ″Namazlarını kılarlar″ diye buyrulması, bu kimselerin farzları, sünnetleri ve yapabildikleri kadar da gece ve gündüz nâfile namazları kılmalarıdır. ″İnfak ederler″ buyruğu, bunların herkesten çok infak etmeleridir. Yoksa herkes kendi gücüne göre infakta bulunur. Dilenciye verilen çok az bir mal dahi infaktır. Bunun ayrı bir özellik sayılması için kişinin, Allah yolunda herkesten daha fazla infakta bulunması gerekir. İşte hakkıyla Mü’min olan kimseleri, diğer Mü’minlerden ayıran özellik, ibâdetlerinde herkesin yaptığından daha fazla yapmalarıdır.

Bu âyetlerde geçen ibâdetler genel olarak zikrullah, îman ve tevekkül, namaz ve cömertliktir. Bu ibâdetler şöyledir:

Hakkıyla Mü’minler o kadar çok zikrullah ederler. Zikrullahın ateşi kalplerini yakar. O kimsenin vücudu titrer, gözü ağlar, kalbi çarpar ve böylece kalbi nûrlanır.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

سَبَقَ الْمُفْرِدُونَ قَالُوا وَمَا الْمُفْرِدُونَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ الْمُسْتَهْتَرُونَ فِي ذِكْرِ اللّٰهِ يَضَعُ الذِّكْرُ عَنْهُمْ أَثْقَالَهُمْ فَيَأْتُونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ خِفَافًا (ت عن ابى هريرة)

″Çalışanlar ileri geçtiler.″ Ashâb-ı Kirâm: ″Yâ Resûlallah! Bu ileri geçenler kimlerdir?″ deyince, buyurdu ki: ″Zikrullahta kendilerinden geçenlerdir. Zikir onların ağırlıklarını indirir (günahlarını yok eder) ve onlar mahşer gününe hafiflemiş (günahsız) olarak gelirler.″[1]

İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ لَا يَكُونُ فِى الْمُصَلِّينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ صَلَاةً وَلَا يَكُونُ فِى الذَّاكِرِينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ ذِكْرًا (ابو نعيم خط عن ابن مسعود)

″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kılardı. Allah’u Teâlâ’yı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o yapardı.″[2] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve Ashâb-ı Kirâm’ın zikrullah yapması hakkında Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

كُنَّا عِنْدَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذْ نَزَلَ جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلامُ فَقَالَ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ إِنَّ فُقَرَاءَ أُمَّتِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ قَبْلَ الْأغْنِيَاءِ بِخَمْسِ مِائَةِ عَامٍ وَهُوَ نِصْفُ يَوْمٍ فَفَرِحَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ :أَفِيكُمْ مَنْ يُنْشِدُنَا؟ فَقَالَ بَدَوِيٌّ: نَعَمْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ فَقَالَ: هَاتِ هَاتِ فَأَنْشَدَ الْبَدَوِيُّ: قَدْ لَسَعَتْ حَيَّةُ الْهَوَى كَبِدِي فَلَا طَبِيبَ لَهَا وَلا رَاقِي إِلَّا الْحَبِيبُ الَّذِي قَدْ شُغِفْتُ بِهِ فَعِنْدَهُ رُقْيَتِي وَتِرْيَاقِي فَتَوَاجَدَ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَتَوَاجَدَ الْأصْحَابُ حَتَّى سَقَطَ رِدَاؤُهُ عَنْ مَنْكِبِهِ فَلَمَّا فَرَغُوا آوَى كُلُّ وَاحِدٍ إِلَى مَكَانِهِ . قَالَ مُعَاوِيَةُ بْنُ أَبِي سُفْيَانَ: مَا أَحْسَنَ لَعِبَكُمْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ. فَقَالَ: مَهْ يَا مُعَاوِيَةُ لَيْسَ بِكَرِيمٍ مَنْ لَا يَهْتَزُّ عِنْدَ سَمَاعِ ذِكْرِ الْحَبِيبِ ثُمَّ اقْتَسَمَ رِدَاءَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ حَاضِرِهِمْ بِأَرْبَعَ مِائَةِ قِطْعَةٍ (عن انس بن مالك)

Biz, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındayken Cebrâil Aleyhisselâm indi ve ona: ″Yâ Resûlallah! Senin ümmetinden fakir olanlar, zengin olanlardan beş yüz yıl evvel Cennete girecek ki, o da Allah katında yarım gündür″[3] deyince Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem sevindi ve buyurdu ki: ″İçinizde beyit söyleyebileniniz var mı?″ Bunun üzerine bir bedevî: ″Evet, ben söylerim Yâ Resûlallah!″ dedi. Resûlü Ekrem de: ″Söyle söyle!″ diye buyurunca, o bedevî: ″Benim yüreğim Allah aşkı ile, ateşi ile yandı. Buna doktorlar hekimler çare bulamaz. Ancak o benim sevdiğim, Rabbimin lütfu, ihsanı buna çare olur″ deyince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e vecid hâli geldi ve Ashâba da vecid hâli geldi. Hattâ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in hırkası omzundan yere düştü. Bu hâl geçince her birimiz tekrar yerlerimize oturduk. Muaviye b. Ebû Süfyan: ″Yâ Resûlallah! Herkesi hayrette bırakan bu hâl[4] ne güzeldi″ deyince Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Yâ Muâviye! Sevdiğinin ismini işitip de yerinden harekete gelmeyen kerim değildir.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zikrullahta üzerinden düşen hırkası, orada bulunan dört yüz Ashâb arasında pay edildi.[5]

Hz. Ali Kerremallâhu veche’den nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmaktadır:

سَأَلْتُ رَسُولَ اللّٰهُ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ سُنَّتِهِ فَقَالَ اَلشَّرِيعَةُ اَقْوَالِى وَالطَّرِيقَةُ اَفْعَالِى وَالْحَقِيقَةَ حَالِى اَلْمَعْرِفَةُ رَأْسُ مَالِي [فِى رِوَايَةٍ: وَمَعْرِفَةُ سِرِّى] وَالْعَقْلُ دِينِي وَالْحَسَبُ أَسَاسِي وَالشَّوْقُ مَرْكَبِي وَذِكْرُ اللّٰهِ اَنِيسِي وَالثِّقَةُ كَنْزِي وَالْحُزْنُ رَفِيقِي وَالْعِلْمُ سِلَاحِي وَالصَّبْرُ رِدَائِي وَالرِّضَا غَنِيمَتِي وَالْفَقْرُ فَخْرِي, وَالزُّهْدُ حِرْفَتِي وَالْيَقِينُ قُوَّتِي وَالصِّدْقُ شَفِيعِي وَالطَّاعَةُ حَسَبِي وَالْجِهَادُ خُلُقِي وَقُرَّةُ عَيْنِي الصَّلاةُ [زَادَ فِي رِوَايَةِ: وَالصَّوْمُ حُجَّتِى] (انوار العاشقين عن على(

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e sünnetlerinin neler olduğunu sordum. Şöyle buyurdu: ″Şeriat kavlimdir (yapın veya yapmayın dediğim şeylerdir), tarikat fiilimdir (gece gündüz yaptığımdır), hakikat hâlimdir (Allah ile aramda olan aşk ve muhabbet halleridir), marifet sermâyemdir. (Bir rivâyette de; marifet sırrımdır, diye geçmektedir), akıl dînimin aslıdır, hakkı sevmek temel esasımdır, şevk benim bineğimdir, zikrullah gece gündüz yoldaşımdır, ilim silahımdır, sabır azığımdır, rızâ ganîmetimdir, dervişlik iftiharımdır, zühd sanatımdır, yakîn kuvvetimdir, doğruluk kalbimdir, taat ömrümün mahsulüdür, gazâ ahlâkımdır ve gözümün nûru namazdır (huşû ile kılınan namazdır.) (Bir rivâyette de ziyadeyle; oruç hüccetimdir, beni menzilime ulaştırandır, diye geçmektedir)[6]

Allah’u Teâlâ Sûre-i Ahzâb, Âyet 21’de şöyle buyurmuştur:

Yemin olsun ki Resûlullah’ta, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenler için güzel bir numune vardır.″

Yine bu zâtlara Allah’ın âyetleri okununca, îmanları artar ve inançları, yakînleri kuvvetlenir. Kur’ân-ı Azîm’üş-Şân’da okunan âyetlerde Esrâr-ı İlahiyye’yi sezerler. Mûcizeleri, kerâmet-i evliyâyı tamamen tasdik ederler. Bir de her türlü belâ ve musîbetleri Allah’a tevekkül ile O’na havale ederler. Her işlerinde Allah’u Teâlâ’yı vekil tutar ve sabrederler.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ يُرِدِ اللّٰهُ بِهِ خَيْرًا يُصِبْ مِنْهُ )خ عن ابى هريرة(

″Allah’u Teâlâ kime hayır dilerse, ona musîbet verir.″[7]

Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

أَنَّ رَجُلًا قَالَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ ذَهَبَ مَالِي وسَقِمَ جَسَدِي فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا خَيْرَ فِي عَبْدٍ لَا يَذْهَبُ مَالُهُ وَلَا يَسْقَمُ جِسْمُهُ إِنَّ اللّٰهَ إِذَا أَحَبَّ عَبْدًا ابْتَلَاهُ وَإِذَا ابْتَلَاهُ صَبَّرَهُ (ابن أبي الدنيا في كتاب المرض والكفارات عن أبي سعيد الخدري)

Adamın biri: ″Yâ Resûlallah! Hem servetim gitti, hem de vücudum hastalandı″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Serveti kaybolmayan ve vücudu hastalanmayan kulda hayır yoktur. Allah’u Teâlâ bir kulu sevdiği vakit ona ibtilâ verir. İbtilâ verdiği zaman da ona sabretmesini öğretir.″[8]

Yine bu hakkıyla Mü’min olanlar, Allah’u Teâlâ’ya olan inançları kuvvetli olduğu için namazı devamlı ve çok kılarlar. Farzları, sünnetleri ve yapabildikleri kadar da gece ve gündüz nâfile namazlara devam ederler. Böyle olunca da Allah’u Teâlâ onları sever.

Bu hususta Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu‘dan nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de, Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

مَنْ عَادَى لِى وَلِيًّا فَقَدْ آذَنْتُهُ بِالْحَرْبِ وَمَا تَقَرَّبَ اِلَيَّ عَبْدِى بِشَيْءٍ أَحَبَّ اِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُهُ وَمَا يَزَالُ عَبْدِى يَتَقَرَّبُ اِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى اُحِبَّهُ فَاِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ لَهُ سَمْعُهُ الَّذِى يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِى يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِى يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِى يَمْشِى بِهَا وَاِنْ سَأَلَنِى أَعْطَيْتُهُ وَلَوِ اسْتَعَاذَنِى لَأُعِيذُنِيهِ (خ حب ق عن ابى هريرة)

Her kim Benim evliyâmdan birine düşmanlık ederse, Bana karşı harp ilan eyledi. Kulum Bana farz namazı kılarken yakın olduğu gibi başka bir şey ile yakın olamaz. O kulum, nâfilelere devam ettiği sürece, bu yakınlığı devam eder. Hattâ o kulumu severim. Bir kulumu seversem; onun işiten kulağı Ben olurum, Benim ile işitir. Gören gözü Ben olurum, Benim ile görür. Tutan eli Ben olurum, Benim ile tutar ve yürüyen ayağı Ben olurum, Benim ile yürür. Benden ne isterse istediğini veririm. Bana sığınır ise Ben de onu muhafazama alırım.[9]

Bu sebeple Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem çok namaz kılardı. İbn-i Mes‘ud Radiyallâhu anhu şöyle anlatmaktadır:

صَلَّيْتُ مَعَ النَّبِىِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَيْلَةً فَلَمْ يَزَلْ قَائِمًا حَتَّى هَمَمْتُ بِأَمْرِ سَوْءٍ قِيلَ مَا هَمَمْتَ؟ قَالَ هَمَمْتُ أَنْ أَقْعُدَ وَأَذَرَ النَّبِىَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (خ ه عن ابن مسعود)

Bir gece ben, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber namaz kıldım. Resûlü Ekrem mütemâdiyen kâim (ayakta) idi. En sonu ben, fenâ bir iş işlemeyi düşündüm. Ona: ″Ne düşündün?″ diye sorulunca, buyurdu ki: ″İstedim ki ben oturayım da Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i yalnız bırakayım.″[10]

Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de o şöyle anlatmaktadır:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا صَلَّى قَامَ حَتَّى تَفَطَّرَ رِجْلَاهُ قَالَتْ عَائِشَةُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ أَتَصْنَعُ هَذَا وَقَدْ غُفِرَ لَكَ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ فَقَالَ يَا عَائِشَةُ أَفَلَا أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا (م عن عائشة)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, geceleri mübârek ayakları şişinceye kadar ibâdet ederdi. Hz. Âişe: ″Yâ Resûlallah! Senin geçmiş ve gelecek olan günahlarını Allah’u Teâlâ bağışladığı[11] halde, niçin bu kadar ibâdet edip kendini yoruyorsun?″ deyince, buyurdu ki: ″Yâ Âişe! Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?[12]

Bir de bu hakkıyla Mü’min olanlar, Allah’a inançları kuvvetli olduğundan rızıklarını, mallarını Hak yolunda yedirerek ve fakirlere vererek, esirgemeden sarf ederler. Çünkü Allah’u Teâlâ‘ya inançları, yakînleri kuvvetlidir. Rızıklarının geleceğine inanırlar; acaba gelmezse ne oluruz, diye korkmazlar. Allah yolunda verdikçe, arkasının geleceğine tam inanırlar.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

ثَلَاثٌ أَعْلَمُ أَنَّهُنَّ حَقٌّ مَا عَفَا امْرُؤٌ عَنْ مَظْلَمَةٍ اِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ بِهَا عِزًّا وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ عَلَى نَفْسِهِ بَابَ مَسْأَلَةٍ يَبْتَغِي بِهَا كَثْرَةً إِلَّا زَادَهُ اللّٰهُ بِهَا فَقْرًا وَمَا فَتَحَ رَجُلٌ عَلَى نَفْسِهِ بَابَ صَدَقَةٍ يَبْتَغِي بِهَا وَجْهُ اللّٰهِ تَعَالَى اِلَّا زَادَهُ اللّٰهِ بِهَا كَثْرَةً (هب عن ابى هريرة)

″Üç haslet var ki onlar haktır: Haksızlığa uğrayan bir kimse (eline fırsat geçtiği halde sabredip) affederse, şüphesiz Allah’u Teâlâ, o kulun şerefini artırır. Çok dünyâlık bulmak kastıyla kendisine dilencilik kapısını açan bir kula da Allah’u Teâlâ yokluk kapısı açar. Bir kimse de Allah’ın rızâsını dileyerek Allah yoluna malını sarf ederse, Allah’u Teâlâ da onun malını kat kat artırır.″[13]

İşte bunlar hakkıyla Mü’mindirler. Bunlara Allah’u Teâlâ hem dünyâ, da hem de âhirette büyük dereceler verir. Bunlar, Esrâr-ı İlâhiyye’ye ve Gurbiyet-i İlâhiyye’ye nâil olurlar. Bir de böyle çalışanları affedeceğini ve ibâdetlerinin sonunda bol rızık, bol servet ve zenginlik vereceğini vaad etmiştir.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ حَفَظَ سُنَّتِى اَكْرَمَهُ اللّٰهُ بِاَرْبَعِ خِصَالٍ اَلْمُحَبَّةُ فِى قُلُوبِ الْبَرَرَةِ وَالْهَيْبَةُ فِى قُلُوبِ الْفَجَرَةِ وَالسَّعَةُ فِى الرِّزْقِ وَالثِّقَةُ فِى الدِّينِ.

″Her kim sünnetimi muhafaza ederse, Allah’u Teâlâ ona dört büyük haslet verir. Mü’minlerin kalbine sevgisini koyar. Fâcirlerin kalbine heybetini koyar. Rızkına bolluk verir. Dîninde inancı kuvvetli olur.″[14]

İşte yukarıda geçen Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerde nâfile ibâdet olarak sayılan bu özellikler, Sünnet-i Resûlullah’ı yaşayan kimselerde olur. Bu da Sünnet-i Resûlullah’ın ne kadar önemli olduğunu gösterir.

﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا لَق۪يتُمْ فِئَةً فَاثْبُتُوا وَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَث۪يرًا لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَۚ ﴿٤٥﴾

45. Ey îman edenler! Siz bir kâfir topluluğu ile karşılaşırsanız, sebat edin (harpten kaçmayın) ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin ki, felah bulasınız.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’ye ilgili olarak Abdullah İbn-i Ebî Evfâ Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem düşmanlarıyla karşılaştığı günlerin birinde güneş, te­pe noktasından biraz eğilinceye kadar bekledi, sonra ayağa kalkıp şöyle buyur­du:

أَيُّهَا النَّاسُ لَا تَتَمَنَّوْا لِقَاءَ الْعَدُوِّ وَاسْأَلُوا اللّٰهَ الْعَافِيَةَ فَإِذَا لَقِيتُمُوهُمْ فَاصْبِرُوا وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّةَ

تَحْتَ ظِلَالِ السُّيُوفِ ثُمَّ قَالَ اللّٰهُمَّ مُنْزِلَ الْكِتَابِ وَمُجْرِيَ السَّحَابِ وَهَازِمَ الْأَحْزَابِ اهْزِمْهُمْ وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ. (خ م عن بن ابى اوفى)

″Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin! Allah’tan afiyet (rahatlık, huzur, saadet) isteyin. Fakat düşman da karşınıza çıkarsa, o zaman da sebat-ı kadem edin (sağlam durup düşmandan kaçmayın) ve bilin ki Cennet kılıçların gölgesi altındadır. Kur’ân’ı indiren, Tevrat’ı, İncil’i önceki Peygamberlere indiren Allah’ım! Bulutları rüzgârın önüne katıp da oradan oraya götürüp yağmur yağdıran Allah’ım! Müslümanlara yardım edip, İslâm düşmanlarını hezimete uğratan Allah’ım! Bu karşımızdaki kâfirleri hezimete uğrat! Onlara karşı bize yardım eyle, güç kuvvet ver de, onlara karşı gâlip gelelim!″[15] Âmin!

Yine bu Âyet-i Kerîme’nin sonunda: ″Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin ki, felah bulasınız″ diye buyrulmaktadır. Bu hususta bir Hadis-i Kudsî’de Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur.

اِنَّ اللّٰهَ تَعَلَى يَقُولُ: اِنَّ عَبْدِى كُلِّ عَبْدِى الَّذِى يَذْكُرُنِى وَهُوَ مُلَاقٍ قَرْنِهِ. (ت عن عمارة ابن زعكرة)

″Benim gerçek kulum, savaşta düşmanla karşılaştığında Beni zikredendir.″[16]

Bu konuda Katâde Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

افْتَرَضَ اللّٰهُ ذِكْرَهُ عِنْدَ أَشْغَلِ مَا تَكُونُونَ عِنْدَ الضِّرَابِ بِالسُّيُوفِ (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن قتادة)

″Allah’u Teâlâ sizlere, kılıçlarla vu­ruştuğunuz, en çok meşgul olduğunuz durumda bile başarıya ulaşmanız için, kendisini zikretmenizi farz kılmıştır.″[17]

Bu Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerden dolayı İslâm orduları, kâfirler ordusu üzerine hücum ederken ve onlarla savaşırken; ″Allah’u Ekber, Allah, Allah″ diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın ismini yüksek sesle zikrederler.


[1] Sünen-i Tirmizî, Daavât 12.

[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 547/15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 17931.

[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Zühd 6.

[4] Burada kastedilen mânâ; ″Herkesi hayrete düşüren zikrullahtaki vecid hâli″dir. Vecid de, sözlükte; kuvvetli aşk hâli, aşk sarhoşluğu, coşkunluk gibi anlamlara gelmektedir. Buradaki anlamı da; ″Kişinin Allah aşkından kendisini kaybetmesi″ demektir.

[5] Bakınız: Eşrefoğlu Rûmi, Müzekk’in-Nüfus, s. 246.

[6] Envâr’ul-Âşikîn, s. 262.

[7] Sahih-i Buhârî, Merdâ 1.

[8] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 4, Hadis No: 139.

[9] Sahih-i Buhârî, Rikâk 38; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 330/3.

[10] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 584; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmet’us-Salât 200.

[11] Bakınız: Sûre-i Fetih, Âyet 2.

[12] Sahih-i Müslim, Sıfat-ı Kıyâmet 18 (81).

[13] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 7846; Muhtâr’ul-Ehâdîs’in-Nebeviyye, Hadis No: 492.

[14] Mecmâ’ul-Âdâb, s. 66.

[15] Sahih-i Buhârî, Cihat 114; Sahih-i Müslim, Cihat 6 (19-21).

[16] Sünen-i Tirmizî, Daavât 118.

[17] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 13, s. 574.


A’RÂF SÛRESİ

﴿ وَاذْكُرْ رَبَّكَ ف۪ي نَفْسِكَ تَضَرُّعًا وَخ۪يفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِ وَلَا تَكُنْ مِنَ الْغَافِل۪ينَ ﴿٢٠٥﴾

205. Ve Rabbini, sabah akşam yalvararak ve korkarak ve yüksek olmayan bir sesle içinden zikret, gâfillerden olma!

İzah: Kur’ân’da zikrullah hakkında çok sayıda Âyet-i Kerîme vardır. Bu âyetlere bakıldığında ortamın şartlarına göre, yapabildiği kadar yürürken, otururken ve yan üstü yatarken zikrullahtan gâfil olunmaması, sesli veya sessiz Allah’u Teâlâ’nın zikredilmesi gerektiği beyan edilmiştir. Bu âyette de sessiz olarak Allah’u Teâlâ’nın zikredilmesi gerektiği anlatılmaktadır.

Zikrullah hakkında nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de, Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

أَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي وَأَنَا مَعَهُ إِذَا ذَكَرَنِي فَإِنْ ذَكَرَنِي فِي نَفْسِهِ ذَكَرْتُهُ فِي نَفْسِي وَإِنْ ذَكَرَنِي فِي مَلَإٍ ذَكَرْتُهُ فِي مَلَإٍ خَيْرٍ مِنْهُمْ وَإِنْ تَقَرَّبَ إِلَيَّ بِشِبْرٍ تَقَرَّبْتُ إِلَيْهِ ذِرَاعًا وَإِنْ تَقَرَّبَ إِلَيَّ ذِرَاعًا تَقَرَّبْتُ إِلَيْهِ بَاعًا وَإِنْ أَتَانِي يَمْشِي أَتَيْتُهُ هَرْوَلَةً (خ عن ابى هريرة)

″Ben, kulumun zannındayım. Kulum Beni zikrederken Ben muhakkak onunla beraber bulunurum. Eğer o Beni kendi nefsinde gizli olarak zikrederse, Ben de onu öyle zikrederim. Eğer o Beni bir cemaat içinde âşikâr olarak zikrederse, Ben de onu o cemaatten daha hayırlı bir cemaat içinde zikrederim. Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak varırım.″[1]

Yine zikrullah hakkında Sûre-i Nisâ, Âyet 103’te şöyle buyrulmuştur:

Namazı kıldıktan sonra da ayaktayken, otururken ve yanüstü yatarken Allah’u Teâlâ’yı zikredin...

Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 191’de de şöyle buyrulmuştur:

″O hâlis akıl sahipleri ki, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’u Teâlâ’yı zikrederler...″

Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ şöyle buyurmaktadır:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَذْكُرُ اللّٰهَ جَمِيعَ اَحْيَانِهِ (خ م د ت حم حب ه عن عائشة)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, her vakit zikrullah ederdi.″[2]

İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ لَا يَكُونُ فِى الْمُصَلِّينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ صَلَاةً وَلَا يَكُونُ فِى الذَّاكِرِينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ ذِكْرًا (ابو نعيم خط عن ابن مسعود)

″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kılardı. Allah’u Teâlâ’yı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o yapardı.″[3] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.

Zikrullah hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ da şöyle buyurmuştur:

لَا يَفْرِضُ اللّٰهُ عَلَى عِبَادِهِ فَرِيضَةً إِلَّا جَعَلَ لَهَا حَدًّا مَعْلُومًا ثُمَّ عَذَرَ أَهْلَهَا فِي حَالِ عُذْرٍ غَيْرَ الذِّكْرِ فَإِنَّ اللّٰهَ لَمْ يَجْعَلْ لَهُ حَدًّا يَنْتَهِي إِلَيْهِ، وَلَمْ يَعْذُرْ أَحَدًا فِي تَرْكِهِ إِلَّا مَغْلُوبًا عَلَى عَقْلِهِ فَقَالَ (فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ) بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَفِي السَّفَرِ وَالْحَضَرِ وَالْغِنَى وَالْفَقْرِ وَالسُّقْمِ وَالصِّحَّةِ وَالسِّرِّ وَالْعَلَانِيَةِ ، وَعَلَى كُلِّ حَالٍ وَقَالَ: (وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلا) فَإِذَا فَعَلْتُمْ ذَلِكَ صَلَّى عَلَيْكُمْ هُوَ وَمَلَائِكَته قَالَ اللّٰه عَزَّ وَجَلَّ: (هُوَ الَّذِي يُصَلِّي عَلَيْكُمْ وَمَلَائِكَتُهُ). (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن ابن عباس(

″Allah’u Teâlâ kullarına farz kıldığı her ibâde­te belli bir sınır koymuştur. Kulların özürlerine göre de onları bu ibâdetlerden muaf kılmıştır. Ancak zikrullahı bunların dışında tutmuştur. Zîrâ zikrullaha bir sınır koymamış ve zikrullah hususunda delilerden baş­ka hiçbir kimsenin özrünü kabul etmemiştir. Allah’u Teâlâ kulların; ayakta iken, otururken, yatarken,[4] gece ve gündüz, karada ve denizde, yolcu iken, mukim iken kendisini zikretmelerini istemiş; zengin olanın, fakir olanın, hasta olanın, sağlıklı olanın da, hâfî (gizli) veya cehrî (açıktan) zikrullah etmesini emretmiştir. Sûre-i Ahzâb, Âyet 42’de geçtiği üzere sabah akşam kendisinin tesbih edilmesini istemiş, bunu yapan kullarına ise, bu âyetlerin devamında gelen Sûre-i Ahzâb, Âyet 43’te de kendisinin, onlara merhametli davranacağını ve meleklerin de onlar için bağışlanma dileyeceğini ve onları, zulumâttan nûra çıkaracağını beyan etmiştir. Zîrâ Allah’u Teâlâ, Mü’minlere karşı çok merhametlidir.″[5]

Bu sebeple bir Mü’min, yapabildiği kadar; ″Lâ ilâhe illallâh, Allah, Allah″ gibi Allah’u Teâlâ’nın isimlerinden herhangi birini sesli veya sessiz olarak zikretmeye çalışması gerekir. Sesli zikrullahı hakkında da Sûre-i Bakara, Âyet 200 ve izahına bakınız.


[1] Sahih-i Buhârî, Tevhid 15; Sahih-i Müslim, Zikir 1 (2).

[2] Sahih-i Müslim, Hayz 30 (117 Sünen-i Ebû Dâvud, Tahâre 9; Sünen-i Tirmizî, Daavât 7.

[3] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 547/15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 17931.

[4] Sûre-i Al-i İmran, Âyet 191; Sûre-i Nisâ, Âyet 103.

[5] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 20, s. 280.


MÂİDE SÛRESİ

﴿ اِنَّمَا يُر۪يدُ الشَّيْطَانُ اَنْ يُوقِعَ بَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَٓاءَ فِي الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ وَيَصُدَّكُمْ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ وَعَنِ الصَّلٰوةِۚ فَهَلْ اَنْتُمْ مُنْتَهُونَ ﴿٩١﴾

91. Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza buğuz ve düşmanlık sokmak ve sizi zikrullahtan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz bunlardan vazgeçtiniz değil mi?

İzah: Allah’u Teâlâ Sûre-i Mâide, Âyet 90 ve 91’de içki, kumar ve fal oklarının haram olduğunu beyan etmekte ve bunların Müslümanları namaz ve zikrullah ibâdetinden alıkoyduğuna dikkat çekmektedir. Bu ibâdetlerin önemi hakkında geçen Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerden bâzıları şöyledir.

Sûre-i A’lâ, Âyet 14-15:

Şüphesiz ki nefsini (kötülüklerden) arındıran felâha ermiştir* ve o, Rabbinin ismini zikreder, namazı da kılar.

Sûre-i Ankebût, Âyet 45:

″Ey Resûlüm! Kitaptan sana vahyolunanı oku. Namaza devam et. Çünkü namaz, büyük ve küçük günahlardan alıkoyar ve (bu hususta) elbette zikrullah daha büyüktür. Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızı bilir.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Ahzâb, Âyet 21’de şöyle buyurmaktadır:

Yemin olsun ki Resûlullah’ta, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredenler için güzel bir numune vardır.″

İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ لَا يَكُونُ فِى الْمُصَلِّينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ صَلَاةً وَلَا يَكُونُ فِى الذَّاكِرِينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ ذِكْرًا (ابو نعيم خط عن ابن مسعود)

″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kılardı. Allah’u Teâlâ’yı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o yapardı.″[1] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.

Bir diğer Hadis-i Şerif’te de şöyle nakledilmiştir:

أَنَّ ابْنَ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا أَخْبَرَهُ أَنَّ رَفْعَ الصَّوْتِ بِالذِّكْرِ حِينَ يَنْصَرِفُ النَّاسُ مِنْ الْمَكْتُوبَةِ كَانَ عَلَى عَهْدِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ كُنْتُ أَعْلَمُ إِذَا انْصَرَفُوا بِذَلِكَ إِذَا سَمِعْتُهُ. (خ م عن ابن عباس)

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ haber verdi ki: ″Halkın farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikretmesi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında var idi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: ″Ben bu sesi işitir işitmez, zikir seslerinin yükselmesi ile namazdan çıktıklarını anlardım.″[2]

İşte bu Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif’lerde geçtiği üzere şeytan, Mü’minler tarafından yapılan bu ibâdetlere; içki, kumar gibi kötü alışkanlıklar ile engel olmak ister.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 547/15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 17931.

[2] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 465; Sahih-i Müslim, Mesâcid 23 (122).


NİSÂ SÛRESİ

﴿ فَاِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلٰوةَ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِكُمْۚ فَاِذَا اطْمَأْنَنْتُمْ فَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَۚ اِنَّ الصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا ﴿١٠٣﴾

103. Namazı kıldıktan sonra da ayaktayken, otururken ve yanüstü yatarken Allah’u Teâlâ’yı zikredin. Güvene kavuştuğunuz zaman da namazı tam olarak kılın. Şüphesiz ki namaz, Mü’minler üzerine vakitleri belirlenmiş farzdır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de namazı kıldıktan sonra ayakta, otururken ve yan üstü yatarken Allah’u Teâlâ’nın isminin zikredilmesi gerektiği emredilmiştir.

Tibyan Tefsiri’nde, bu Âyet-i Kerîme izah edilirken; ″Namaz kıldıktan sonra düşmana hücum ederken, oturduğunuz yerde ok atarken ve yaralandı-ğınızda yan üstü yatarken zikrullah edin″ diye açıklanmış, yani zikrullahtan geri durmayın diye ifade edilmiştir.

Sûre-i Enfâl, Âyet 45’te: ″Ey îman edenler! Siz bir kâfir topluluğu ile karşılaşırsanız, sebat edin (harpten kaçmayın) ve Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin ki, felah bulasınızdiye emredildiğinden, İslâm orduları, savaşlarda ″Allah, Allah″ nidâları ile yüksek sesle Allah’u Teâlâ’yı zikrederek düşmana hücum edip nice zaferlere ulaşmışlardır.

Savaşın hâricinde diğer zamanlarda da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in namazdan sonra âşikâre sesle zikrullah ettiği, bir Hadis-i Şerif’te şöyle nakledilmiştir:

أَنَّ ابْنَ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا أَخْبَرَهُ أَنَّ رَفْعَ الصَّوْتِ بِالذِّكْرِ حِينَ يَنْصَرِفُ النَّاسُ مِنَ الْمَكْتُوبَةِ كَانَ عَلَى عَهْدِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ كُنْتُ أَعْلَمُ إِذَا انْصَرَفُوا بِذَلِكَ إِذَا سَمِعْتُهُ. (خ م عن ابن عباس)

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ haber verdi ki: ″Halkın farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikretmesi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında var idi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: ″Ben bu sesi işitir işitmez, zikir seslerinin yükselmesi ile namazdan çıktıklarını anlardım.″[1]

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ zikrullah hakkında şöyle buyurmuştur:

لَا يَفْرِضُ اللّٰهُ عَلَى عِبَادِهِ فَرِيضَةً إِلَّا جَعَلَ لَهَا حَدًّا مَعْلُومًا ثُمَّ عَذَرَ أَهْلَهَا فِي حَالِ عُذْرٍ غَيْرَ الذِّكْرِ فَإِنَّ اللّٰهَ لَمْ يَجْعَلْ لَهُ حَدًّا يَنْتَهِي إِلَيْهِ وَلَمْ يَعْذُرْ أَحَدًا فِي تَرْكِهِ إِلَّا مَغْلُوبًا عَلَى عَقْلِهِ فَقَالَ (فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ) بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَفِي السَّفَرِ وَالْحَضَرِ وَالْغِنَى وَالْفَقْرِ وَالسُّقْمِ وَالصِّحَّةِ وَالسِّرِّ وَالْعَلَانِيَةِ وَعَلَى كُلِّ حَالٍ وَقَالَ: (وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلا) فَإِذَا فَعَلْتُمْ ذَلِكَ صَلَّى عَلَيْكُمْ هُوَ وَمَلَائِكَته قَالَ اللّٰه عَزَّ وَجَلَّ: (هُوَ الَّذِي يُصَلِّي عَلَيْكُمْ وَمَلائِكَتُهُ). (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن ابن عباس(

″Allah’u Teâlâ kullarına farz kıldığı her ibâde­te belli bir sınır koymuştur. Kulların özürlerine göre de onları bu ibâdetlerden muaf kılmıştır. Ancak zikrullahı bunların dışında tutmuştur. Zîrâ zikrullaha bir sınır koymamış ve zikrullah hususunda delilerden baş­ka hiçbir kimsenin özrünü kabul etmemiştir. Allah’u Teâlâ kulların; ayakta iken, otururken, yatarken,[2] gece ve gündüz, karada ve denizde, yolcu iken, mukim iken kendisini zikretmelerini istemiş; zengin olanın, fakir olanın, hasta olanın, sağlıklı olanın da, hâfî (gizli) veya cehrî (açıktan) zikrullah etmesini emretmiştir. Sûre-i Ahzâb, Âyet 42’de geçtiği üzere sabah akşam kendisinin tesbih edilmesini istemiş, bunu yapan kullarına ise, bu âyetlerin devamında gelen Sûre-i Ahzâb, Âyet 43’te de kendisinin, onlara merhametli davranacağını ve meleklerin de onlar için bağışlanma dileyeceğini ve onları, zulumâttan nûra çıkaracağını beyan etmiştir. Zîrâ Allah’u Teâlâ, Mü’minlere karşı çok merhametlidir.″[3]

Yine bu Âyet-i Kerîme’de: ″Şüphesiz ki namaz, Mü’minler üzerine vakitleri belirlenmiş farzdır″ diye buyrulmaktadır. Allah’u Teâlâ âyetlerde namazı hangi vakitte, nasıl ve kaç rek’at kılacağımızı açıklamamıştır. Fakat Allah’u Teâlâ, namazın nasıl kılınacağını Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtasıyla Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e öğretmiş ve bizim de ondan öğrenmemizi emretmiştir.

Bu hususta Mâlik b. Huveyris Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Bizler yaşça birbirine yakın gençler topluluğu olarak Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldik ve yanında yirmi gece kaldık. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, ailelerimizi özledi­ğimizi anladı ve bize geride kimleri bıraktığımızı sordu. Biz de kendi­sine söyledik. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem gâyet ince yürekli, hassas ve çok merhametli idi. Bize buyurdu ki:

ارْجِعُوا إِلَى أَهْلِيكُمْ فَعَلِّمُوهُمْ وَمُرُوهُمْ وَصَلُّوا كَمَا رَأَيْتُمُونِي أُصَلِّي وَإِذَا حَضَرَتْ الصَّلَاةُ فَلْيُؤَذِّنْ لَكُمْ أَحَدُكُمْ ثُمَّ لِيَؤُمَّكُمْ أَكْبَرُكُمْ (خ حم عن مالك بن حويرث)

″Haydi, ailelerinizin yanına dönün ve onlara dîni öğretin. Söyleyecek şeyleri onlara söyleyip emredin. Siz, ben nasıl kılıyorsam namazı öyle kılın. Namaz vakti geldiğinde içinizden biri size ezan okusun ve en büyüğünüz de size imam olsun.″[4]

Namazın vakitleri ile ilgili de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: أمَّنِى جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلَامُ عَنْدَ البَيْتِ مَرَّتَيْنِ، فَصَلَّى الظُّهْرَ فِى الْأُولَى مِنْهُمَا ح۪ينَ كَانَ الْفَىْءُ مِثْلَ الشِّرَاكِ، ثُمَّ صَلَّى الْعَصْرَ ح۪ينَ كانَ كُلُّ شَىْءٍ مَثْلَ ظِلِّهِ، ثُمَّ صَلَّى المَغْرِبَ حِينَ وَجَبَتِ الشّمْسُ، وَأَفْطَرَ الصَّائِمُ، ثُمَّ صَلَّى العِشَاءَ حِينَ غَابَ الشّفَقُ، ثُمَّ صَلَّى الْفَجْرَ حِينَ بَزَقَ الْفَجْرُ، وَحَرُمَ الطَّعَامُ عَلَى الصَّائِمِ، وَصَلَّى الْمَرَّةَ الثَّانِيَةَ الظُّهْرَ حِينَ كانَ ظِلُّ كُلِّ شَىْءٍ مَثْلَهُ لِوَقْتِ الْعَصْرِ بِاْلأَمْسِ، ثُمَّ صَلَّى الْعَصْرَ ح۪ينَ كانَ ظِلُّ كُلِّ شَىْءٍ مِثْلَيْهِ، ثُمَّ صَلّى الْمَغْرِبَ لِوَقْتِهِ اْلأَوَّلِ، ثُمَّ صَلَّى الْعِشَاءَ الْاٰخِرَ حِينَ ذَهَبَ ثُلُثُ الَّيْلِ، ثُمَّ صَلَّى الصُّبْحَ حِينَ أَسْفَرَتِ اْلأَرْضُ، ثُمَّ الْتَفَتَ اِلَىَّ جِبْرِيلُ، فَقَالَ يَا مُحَمَّدُ: هَذَا وَقْتُ اْلأَنْبِيَاءِ عَلَيْهِمُ الصَّلَاةُ والسَّلَامُ مِنْ قَبْلِكَ، وَالْوَقْتُ ف۪يمَا بَيْنَ هَذَيْنِ الْوَقْتَيْنِ (د ت عن ابن عباس)

″Cebrâil Aleyhisselâm bana, Beytullah’ın yanında iki kere imamlık yaptı. Bunlardan birincide öğleyi, gölge ayakkabı bağı kadarken kıldı. Sonra, ikindiyi her şey gölgesi kadarken kıldı. Sonra akşamı güneş battığı ve oruçlunun orucunu açtığı zaman kıldı. Sonra yatsıyı, ufuktaki aydınlık (şafak) kaybolunca kıldı. Sonra sabahı şafak sökünce ve oruçluya yemek haram olunca kıldı. İkinci sefer öğleyi, dünkü ikindinin vaktinde her şeyin gölgesi kendisi kadar olunca kıldı. Sonra ikindiyi her şeyin gölgesi kendisinin iki misli olunca kıldı. Sonra akşamı önceki vaktinde kıldı. Sonra yatsıyı gecenin üçte biri gidince kıldı. Sonra sabahı yeryüzü ağarınca kıldı.″

Sonra Cebrâil Aleyhisselâm bana yönelip, ″Yâ Muhammed! Bunlar senden önceki Peygamberlerin namaz vaktidir. Namaz vaktide bu iki vakit arasında kalan zamandır″ dedi.[5]

Bu Hadis-i Şerif’te namazın kılınma vakitleri iki farklı şekilde belirtilmiştir. Beş vakit farz olan namazın vakitleri şöyledir:

Sabah namazının vakti: İkinci fecirden yani imsak vaktinden başlar, güneş doğmaya başladığında sona erer. Şâfiiler için efdal olan vakit imsak vaktidir. Hanefiler için ise ortalığın ilk ağarmaya başladığı vakittir.

Öğle namazının vakti: Güneşin zevâlinden (tepe noktasından batıya meyletmesiyle) başlar, her şeyin gölgesi iki boy olana kadar devam eder. Bu zamana ″Asrı sâni (ikinci vakit)″ denir. Bu, İmam-ı Âzam’a göredir. İmameyne ve üç büyük imama göre ise, her şeyin gölgesi zeval gölgesinden başka her şeyin gölgesi bir misline ulaşınca öğle namazının vakti çıkmış, ikindi namazının vakti girmiş olur. Bu zamana da ″Asrı evvel (birinci vakit) denir.

Bu ihtilaftan kurtulmak için efdal olan; öğlen namazını her şeyin gölgesi bir misli olacak zamana kadar kılmaktır. İkindi namazını da her şeyin gölgesi iki misli olunca kılmaktır.

Cuma namazının vakti de öğle namazının vaktidir.

İkindi namazının vakti: İmam-ı Âzam’a göre her şeyin gölgesi kendisinin iki misline ulaştığında başlar, diğer imamlara göre ise bir misline ulaştığında başlar, güneş batmaya başladığında sona erer. Güneşin batmasına yarım saat kalıncaya kadar sünneti ile birlikte kılmalıdır. Fakat yarım saatten az bir süre kalmışsa, sâdece farzı kılınır.

Akşam namazının vakti: Güneşin batmasından itibaren şafağın kaybolacağı zamana kadardır. Şafak, İmam-ı Âzam’a göre, akşamleyin ufuktaki kızartıdan sonra meydana gelen beyazlıktır. İmâmeyn ile üç büyük imama göre ise, ufukta meydana gelen kızartıdan ibarettir. Vakit girdiğinde, akşam namazını hemen kılmak efaldir.

Yatsı namazının vakti: Şafağın kaybolmasından başlar, ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder. Vitir namazının vakti de yatsı namazının vaktidir.

Bir kimse, ikindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk sünnetini, geçirmiş kazâsı varsa, kazâ yerine kılabilir. Fakat müekket on iki rek’at olan sünnetler kazâya kılınmaz. Bunlar da; iki rek‘at sabah namazının sünneti, dört rekat öğle amazının ilk sünneti ile iki rek’at son sünneti, iki rek’at akşam namazının sünneti ve iki rek’at yatsı namazının son sünnetidir.

Beş vakit namazlardaki müekked olan sünnetler hakkında Hz. Âişe annemizden şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

مَنْ ثَابَرَ عَلَى ثِنْتَيْ عَشْرَةَ رَكْعَةً مِنْ السُّنَّةِ بَنَى اللّٰهُ لَهُ بَيْتًا فِي الْجَنَّةِ أَرْبَعِ رَكَعَاتٍ قَبْلَ الظُّهْرِ وَرَكْعَتَيْنِ بَعْدَهَا وَرَكْعَتَيْنِ بَعْدَ الْمَغْرِبِ وَرَكْعَتَيْنِ بَعْدَ الْعِشَاءِ وَرَكْعَتَيْنِ قَبْلَ الْفَجْرِ. (ت ه عن عائشة)

″Her kim bir gün ve gecede on iki rek’at namaz kılarsa, onun için Cennette bir ev bina edilir. Bunlar: Öğle namazından önce dört rek’at, Öğle namazından sonra iki rek’at, akşam namazından sonra iki rek’at, yatsı namazından sonra iki rek’at, sabah namazından önce iki rek’at.″[6]

﴿ اِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْۚ وَاِذَا قَامُٓوا اِلَى الصَّلٰوةِ قَامُوا كُسَالٰىۙ يُرَٓاؤُ۫نَ النَّاسَ وَلَا يَذْكُرُونَ اللّٰهَ اِلَّا قَل۪يلًاۘ ﴿١٤٢﴾

142. Şüphesiz münâfıklar, Allah’u Teâlâ‘yı aldatmak isterler. Halbuki Allah’u Teâlâ onları aldatır. Münâfıklar, namaza tembel olurlar, namazı insanlara gösteriş için kılarlar ve Allah’u Teâlâ‘yı da çok az zikrederler.

İzah: Münâfıklar, namaz kılarak, oruç tutarak ve benzeri ibâdetleri yaparak Müslüman gibi görünüp Mü’minleri aldatırlar. Bu Âyet-i Kerîm’de de münâfıklar için,Halbuki Allah’u Teâlâ onları aldatır″ diye buyrulmaktadır. Allah’u Teâlâ, Cehenneme girecekleri zamana kadar onlara mühlet verip ve yaşadıkları sürece, kendilerine ağır gelen İslâmî hükümleri onlara tatbik ettirerek, onları aldatmaktadır. Mahşer günü de münâfıklar, yaptıkları ibâdetlerin hiçbir faydasını göremeyeceklerdir. İşte bu şekilde esas aldanan münâfıkların kendileri olacaktır.

Bu hususta Süddi, İbn-i Cüreyc ve Hasan-ı Basrî Hazretleri de şöyle buyurmuşlardır:

Hakk Teâlâ’nın, münâfıkları aldatması, Allah’ın mahşer gününde Mü’minlere verdiği nûr gibi, münâfıklara da nûr vermesi, daha sonra aydınlıklarını alarak onları karanlıkta bırakması ve Mü’minlerle münâfıklar arasına bir set çekmesidir.

Nitekim bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ تَعَالَى يَدْعُو النَّاسَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ بِأَسْمَائِهِمْ سِتْرًا مِنْهُ عَلَى عِبَادِهِ، وَأَمَّا عِنْدَ الصِّرَاطِ، فَإِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يُعْطِي كُلَّ مُؤْمِنٍ نُورًا، وَكُلَّ مُؤْمِنَةٍ نُورًا، وَكُلَّ مُنَافِقٍ نُورًا، فَإِذَا اسْتَوَوْا عَلَى الصِّرَاطِ سَلَبَ اللّٰهُ نُورَ الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ، فَقَالَ الْمُنَافِقُونَ: انْظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِنْ نُورِكُمْ [الحديد آية 13] وَقَالَ الْمُؤْمِنُونَ: رَبَّنَا أَتْمِمْ لَنَا نُورَنا [التحريم آية 8] فَلا يَذْكُرُ عِنْدَ ذَلِكَ أَحَدٌ أَحَدًا. (طب عن ابن عباس(

Allah’u Teâlâ, mahşer günü insanları isimleriyle çağırır. Bu O’nun kullarını korumasıdır. Allah’u Teâlâ sırat köprüsünün yanında her Mü’mine ve her münâfığa bir nûr verir. Sırat’a vardıklarında da münafık erkek ve münâfık kadınların nûrları geri alınır. Sûre-i Hadîd, Âyet 13’te geçtiği üzere, ″O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar, Mü’minlere: ″Bizi bekleyin; nûrunuzdan biz de istifâde edelim!″ derler. Mü’minler de onlara: ″Arkanıza (dünyâya) dönün de oradan nûru arayın!″ derler. Artık aralarına kapısı bulunan bir sur çekilir ki, onun iç tarafında rahmet, dış tarafında da azap vardır.″ Yine o zaman Mü’minler, Sûre-i Tahrîm, Âyet 8’de geçtiği üzere, ″Ey Rabbimiz! Bizim nûrumuzu tamamla, bizi bağışla…″ derler. Bu sırada kimse kimseyi zikretmez.[7]

Birçok Âyet-i Kerîme’de ve Hadis-i Şerif’te münâfıklarda bulunan özellikler geniş olarak madde madde beyan edilmiştir. Bu âyette de münâfıklarda bulunan iki özellikten bahsedilmiştir.

Bunlardan ilki şudur: Namaza tembel olurlar ve namazı kıldıklarında riyâ ile kılarlar. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ أَحْسَنَ الصَّلَاة حَيْثُ يَرَاهُ النَّاس ثُمَّ أَسَاءَهَا حَيْثُ يَخْلُو فَتِلْكَ اِسْتِهَانَةٌ اِسْتَهَانَ بِهَا رَبَّهُ.(عب ع هب عن ابن مسعود)

″Her kim insanların gördüğü yerde namazını güzel kılıp da onların görmediği yerde güzel kılmazsa bu, Rabbine karşı yapmış olduğu bir ihânet sayılır.″[8]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

تِلْكَ صَلَاةُ الْمُنَافِقِ يَجْلِسُ يَرْقُبُ الشَّمْسَ حَتَّى إِذَا كَانَتْ بَيْنَ قَرْنَيْ الشَّيْطَانِ قَامَ فَنَقَرَهَا أَرْبَعًا لَا يَذْكُرُ اللّٰهَ فِيهَا إِلَّا قَلِيلًا (م ن ت حم عن انس بن مالك)

″İşte münâfık namazı; oturur, güneşi gözetler, güneş, şeytanın iki boynuzu arasında olduğu zaman (güneş batmaya yaklaştığında), kalkar namazı kuşun gagalaması gibi süratle dört rek’at kılar. Kıldığı bu namaz içerisinde Allah’u Teâlâ’yı da çok az zikreder.″[9]

İkincisi de şudur: Allah’ı çok az zikrederler, çok zikredenlere de karşı olurlar. Bu hususta da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

مَنْ اَكْثَرَ ذِكْرُ اللّٰهِ فَقَدْ بَرِءَ مِنَ النِّفَاقِ (ابن شاهين فى الذكر طب هب عن ابى هريرة)

″Zikrullahı çok eden kimse, münâfıklıktan kurtulur.″[10]

اُذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَثِيرًا حَتَّى يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ لَكُمْ تُرَائُونَ. (طب هب عن ابن عباس)

Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin; hattâ o derece olsun ki münâfıklar, ″Siz gösteriş yapıyorsunuz″ desinler.[11]

مِنْ عَلَامَةِ حُبِّ اللّٰهِ ذِكْرُ اللّٰهِ وَمِنْ عَلَامَةِ بُغْضِ اللّٰهِ بُغْضُ ذِكْرُ اللّٰهِ (هب ابن شاهين في الترغيب فى الذكر عن انس(

″Allah‘ı sevmenin alâmeti, zikrullahtır. Allah‘a buğzun alâmeti ise, zikrullaha buğzetmektir.″[12]

İşte münâfıkları, bu iki özelliği taşıyan kimseler arasında arayın, demektir.


[1] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 465; Sahih-i Müslim, Kitab’ül-Mesâcid 23 (122).

[2] Sûre-i Al-i İmran, Âyet 191; Sûre-i Nisâ, Âyet 103.

[3] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 20, s. 280.

[4] Sahih-i Buhârî, Ezan 18, Edeb 27; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 15045.

[5] Sünen-i Tirmizî, Salât 1; Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 2; Sünen-i Nesâî, Namazın vakitleri 6; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 2364.

[6] Sünen-i Tirmizî, Salât 304; Sünen-i İbn-i Mâce, İkâmeti’üs-Salât 100.

[7] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 11079.

[8] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 398/1.

[9] Sahih-i Müslim, Mesâcid 34 (195 Sünen-i Tirmizî, Salât 7; Sünen-i Nesâî, Mevâkit 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 11561.

[10] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 197, 878; Kenz’ul-İrfan, Hadis No: 266

[11] Taberânî, Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 126 15; Beyhakî, Şu’ab’ul-Îman, Hadis No: 557.

[12] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 449/14.


ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ

﴿ اَلَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلًاۚ سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ ﴿١٩١﴾

191. O hâlis akıl sahipleri ki, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’u Teâlâ’yı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hususunda tefekkür ederler ve derler ki: ″Ey Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın. Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Bizi Cehennem azâbından koru.″

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de; ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’u Teâlâ’yı zikrederler, diye bahsedilen husus, kişinin gece gündüz yapabildiği kadar Allah’u Teâlâ’yı zikretmesidir. Bu husus Sûre-i Nisâ, Âyet 103’te de şöyle geçmektedir:

Namazı kıldıktan sonra da ayaktayken, otururken ve yanüstü yatarken Allah’u Teâlâ’yı zikredin…

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

مَنْ قَعَدَ مَقْعَدًا لَمْ يَذْكُرْ اللّٰهَ فِيهِ كَانَتْ عَلَيْهِ مِنَ اللّٰهِ تِرَةٌ وَمَنْ اضْطَجَعَ مَضْجَعًا لَا يَذْكُرُ اللّٰهَ فِيهِ كَانَتْ عَلَيْهِ مِنَ اللّٰهِ تِرَةٌ (د عن ابى هريرة)

″Kim bir mecliste Allah’ı zikretmeden oturup kalkarsa Allah’tan nasibini alamamış, Allah’ın lütfuna nâil olamamıştır. Kim yattığı yerde Allah’ı zikretmezse, Allah’tan nasibini alamamış, Allah’ın lütfuna nâil olamamıştır. Kim yürüdüğü bir yerde Allah’ı zikretmezse, Allah’tan nasibini alamamış, Allah’ın lütfuna nâil olamamıştır.″[1]

الثَّابِتُ فِي مُصَلَّاه بَعْدَ صَلَاةِ الصُّبْحِ يَذْكُرُ اللّٰهَ تَعَالَى حَتَّى تَطْلُعَ الشَّمْسُ أَبْلَغُ فِي طَلَبِ الرِّزْقِ مِنَ الضَّرْبِ فى الْآفَاقِ (الديلمى عن عثمان)

″Namazgâhında, sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar sâbit bir halde oturup zikrullah etmek, rızık talep etmek için diyar diyar dolaşmaktan daha hayırlıdır.″[2]

Yattığı yerde zikrullah ederek uyuyanın mükâfatına dair de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَبِيتُ عَلَى طُهْرٍ ذَاكِرًا اللّٰهِ تَعَالَى فَيَتَعَارَّ مِنَ اللَّيْلِ فَيَسْأَلَ اللّٰهَ تَعَالَى خَيْراً مِنَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ إِّلَّا أعْطَاهُ اِيَّاهُ (د عن معاذ)

″Akşamdan abdestli olarak zikrullah ederek uyuyan ve geceleyin de uyanıp Allah’u Teâlâ’dan dünyâ ve âhiret için hayır talep eden hiç kimse yoktur ki, Allah’u Teâlâ dilediğini vermesin.″[3]

Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَذْكُرُ اللّٰهَ جَمِيعَ اَحْيَانِهِ (خ م د ت حم حب ه عن عائشة)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bütün vakitlerinde (gizli, açık) zikrullah ederdi.″[4]

İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

كَانَ لَا يَكُونُ فِى الْمُصَلِّينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ صَلَاةً وَلَا يَكُونُ فِى الذَّاكِرِينَ اِلَّا كَانَ اَكْثَرُهُمْ ذِكْرًا (ابو نعيم خط عن ابن مسعود)

″Namaz kılanlar içinde herkesten fazla namazı Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kılardı. Allah’u Teâlâ’yı zikredenler içinde de herkesten fazla zikri o yapardı.″[5] Namazda da zikirde de hepimizden ileriydi, demektir.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, zikrullah hakkında şöyle buyurmuştur:

لَا يَفْرِضُ اللّٰهُ عَلَى عِبَادِهِ فَرِيضَةً إِلَّا جَعَلَ لَهَا حَدًّا مَعْلُومًا ثُمَّ عَذَرَ أَهْلَهَا فِي حَالِ عُذْرٍ غَيْرَ الذِّكْرِ فَإِنَّ اللّٰهَ لَمْ يَجْعَلْ لَهُ حَدًّا يَنْتَهِي إِلَيْهِ وَلَمْ يَعْذُرْ أَحَدًا فِي تَرْكِهِ إِلَّا مَغْلُوبًا عَلَى عَقْلِهِ فَقَالَ (فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ) بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَفِي السَّفَرِ وَالْحَضَرِ وَالْغِنَى وَالْفَقْرِ وَالسُّقْمِ وَالصِّحَّةِ وَالسِّرِّ وَالْعَلَانِيَةِ وَعَلَى كُلِّ حَالٍوَقَالَ: (وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلا) فَإِذَا فَعَلْتُمْ ذَلِكَ صَلَّى عَلَيْكُمْ هُوَ وَمَلَائِكَته قَالَ اللّٰه عَزَّ وَجَلَّ: (هُوَ الَّذِي يُصَلِّي عَلَيْكُمْ وَمَلائِكَتُهُ). (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ kullarına farz kıldığı her ibâde­te belli bir sınır koymuştur. Kulların özürlerine göre de onları bu ibâdetlerden muaf kılmıştır. Ancak zikrullahı bunların dışında tutmuştur. Zîrâ zikrullaha bir sınır koymamış ve zikrullah hususunda delilerden baş­ka hiçbir kimsenin özrünü kabul etmemiştir. Allah’u Teâlâ kulların; ayakta iken, otururken, yatarken,[6] gece ve gündüz, karada ve denizde, yolcu iken, mukim iken kendisini zikretmelerini istemiş; zengin olanın, fakir olanın, hasta olanın, sağlıklı olanın da, hâfî (gizli) veya cehrî (açıktan) zikrullah etmesini emretmiştir. Sûre-i Ahzâb, Âyet 42’de geçtiği üzere sabah akşam kendisinin tesbih edilmesini istemiş, bunu yapan kullarına ise, bu âyetlerin devamında gelen Sûre-i Ahzâb, Âyet 43’te de kendisinin, onlara merhametli davranacağını ve meleklerin de onlar için bağışlanma dileyeceğini ve onları, zulumâttan nûra çıkaracağını beyan etmiştir. Zîrâ Allah’u Teâlâ, Mü’minlere karşı çok merhametlidir.″[7]


[1] Sahih-i Buhârî, Edeb 31; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 9196.

[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 199/3; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 9444.

[3] Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 105; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 1755.

[4] Sahih-i Müslim, Hayz 30 (117 Sünen-i Ebû Dâvud, Tahâre 9; Sünen-i Tirmizî, Daavât 7.

[5] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 547/15; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 17931.

[6] Sûre-i Al-i İmran, Âyet 191; Sûre-i Nisâ, Âyet 103.

[7] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 20, s. 280.