NİSÂ SÛRESİ

﴿ وَاِذَا حُيّ۪يتُمْ بِتَحِيَّةٍ فَحَيُّوا بِاَحْسَنَ مِنْهَٓا اَوْ رُدُّوهَاۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ حَس۪يبًا ﴿٨٦﴾

86. Size selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynısıyla karşılık verin. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, her şeyin hesabını hakkıyla görendir.

İzah: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Peygamberliğinden önce, Araplar birbirleriyle karşılaştıkları zaman, selâm anlamına gelen ″Tahiyye″ ile selâm verirler ve ″Hayyâkellah″ yani ″Allah ömürler versin″ diye hitap ederlerdi.

Her namazda okuduğumuz ″Ettahiyyâtu″ duâsı, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Mîraçta Allah’u Teâlâ ile konuşmasıdır.

Mîraçta ilk defa Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’u Teâlâ’nın huzuruna çıktığında: ″Ettahiyyâtü lillâhi ves-selavâtü vettayyibât″ (Selâmım Allah’adır, salâvatım da Allah’adır) dedi. Allah’u Teâlâ’da: ″es-Selâmü aleyke eyyühennebiyyü″ (Selâmım senin üzerine olsun, Ey Benim Nebîm!) ″Ve rahmetullâhi ve berekâtuh″ (Rahmetim ve bereketim de senin üzerine olsun) diye karşılık verdi. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâh’is-sâlihîn″ (Selâm üzerimize ve ibâdet edip amel-i sâlih işleyenlerin üzerine olsun) dedi. Bunları Cebrâil Aleyhisselâm Sidret’ul-Müntehâ’da dinliyordu. O da: ″Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammed’en abduhû ve Resûluh″ (Ben şahâdet ederim ki; Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur. Yine şahâdet ederim ki; Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’ın kulu ve hak Resûlüdür) dedi.[1]

Mîraçta Allah’u Teâlâ ″es-selâmü aleyke″ (Selâmım senin üzerine olsun) dediği için ondan sonra tahiyye ile selâm verme yerine bu selâm şekli uygulandı.

Âyet-i Kerîme’de geçen selâmı aynı şekilde almak; selâmı veren kimse ne derse onu aynen iade etmektir. Yani biri ″Esselâmu aleyküm″ derse, ″Aleyküm selâm″ demektir. Daha güzeliyle almak ise, ″Esselâmu aleyküm″ diyene, ″Aleyküm selâm ve rahmetullâh″ veya ″Aleyküm selâm ve rahmetullâhi ve berakâtüh″ demektir.

Selmân Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

جَاءَ رَجُلٌ فَسَلَّمَ عَلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَقَالَ: السَّلامُ عَلَيْكُمْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ، قَالَ: وَعَلَيْكَ السَّلامُ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ، ثُمَّ جَاءَ آخَرُ، فَقَالَ: السَّلامُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ، قَالَ: وَعَلَيْكَ السَّلامُ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ، ثُمَّ جَاءَ آخَرُ، فَقَالَ: السَّلامُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ، فَقَالَ لَهُ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: وَعَلَيْكَ، فَقَالَ الرَّجُلُ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ، أَتَاكَ فُلانٌ وَفُلانٌ فَحَيَيْتَهُمَا بِأَفْضَلَ مِمَّا حَيَّيْتَنِي؟ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِنَّكَ لَنْ أَوْ لَمْ تَدَعْ شَيْئًا، قَالَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ: {وَإِذَا حُيِّيتُمْ بِتَحِيَّةٍ، فَحَيُّوا بِأَحْسَنَ مِنْهَا أَوْ رُدُّوهَا} فَرَدَدْتُ عَلَيْكَ التَّحِيَّةَ (طب عن سلمان الفارسي)

Bir adam Peygamber Efendimize gelerek: ″Esselâmu aleyke Yâ Resûlallah!″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Aleyküm selâm ve rahmetullâh″ buyurdu. Sonra bir diğeri gelerek: ″Esselâmu aleyke ve rahmetullâh Yâ Resûlallah!″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona: ″Aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berakâtüh″ diye karşılık verdi. Sonra bir diğeri gelerek: ″Esselûmu aleyke ve rahmetullâhi ve berakâtüh Yâ Resûlallah!″ dedi. Efendimiz de kendisine: ″Aleyküm selâm ve rahmetullâhi ve berakâtüh″ diye karşılık verince adam, kendisine: ″Yâ Resûlallah! Sana falan falan kişiler gelerek selâm verdiler. Sen de onlara bana verdiğin cevaptan daha fazlasıyla cevap verdin″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Sen bize bir şey bırakmadın ki! Allah’u Teâlâ: ″Size selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynısıyla karşılık verin…″[2] buyuruyor. Biz de sana aynı ile karşılık verdik″ buyurdular.[3]

Selâm vermek sünnet, almak ise farz-ı kifâyedir. Yani toplumdan bâzı kimselerin verilen selâmı mutlaka alması gerekir. Aksi halde o toplumdaki herkes mes’ul olur. Bir kısmının almasıyla, diğerlerinin üzerinden sorumluluk kalkmış olur. Lâkin selâm vermek, almaktan daha sevaptır.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’inde şöyle buyurmuştur:

اِنَّ السَّلامَ اسْمٌ مِنْ أَسْمَاءِ اللّٰهِ وَضَعَهُ فِى الْأَرْضِ فَأَفْشُوهُ فِيكُمْ فَاِنَّ الرَّجُلَ اِذَا سَلَّمَ عَلَى الْقَوْمِ فَرَدُّوا عَلَيْهِ كَانَ لَهُ عَلَيْهِمْ فَضْلُ دَرَجَةٍ لِأَنَّهُ ذَكَّرَهُمْ فَاِنْ لَمْ يَرُدُّوا عَلَيْهِ رَدَّ عَلَيْهِ مَنْ هُوَ خَيْرٌ مِنْهُمْ وَأَطْيَبُ (طب عن ابن مسعود)

″Selâm, Allah’ın yeryüzüne koyduğu isim­lerinden biridir. Bu nedenle onu aranızda yay­gın hâle getirin! Müslüman bir adam bir kav­me uğrayıp da selâm verirse ve onlar da onun selâmını alırlarsa, onlara selâmı hatırlattığı için bir derece onlardan fazla sevap alır. Eğer selâmını almazlarsa, onun selâmını onlardan her bakımdan daha üstün ve güzel olan varlık­lar alır.″[4]

Yine selâm hakkında İmran b. Huseyn Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

جَاءَ رَجُلٌ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ السَّلامُ عَلَيْكُمْ فَرَدَّ عَلَيْهِ السَّلَامَ ثُمَّ جَلَسَ فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَشْرٌ ثُمَّ جَاءَ آخَرُ فَقَالَ السَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ فَرَدَّ عَلَيْهِ فَجَلَسَ فَقَالَ عِشْرُونَ ثُمَّ جَاءَ آخَرُ فَقَالَ السَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ فَرَدَّ عَلَيْهِ فَجَلَسَ فَقَالَ ثَلَاثُونَ (د عن عمران بن حصين)

Biz, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındaydık. Bir adam gelip, ″Esselâ­mü aleyküm″ dedi. Nebiyyi Ekrem selâmını alarak, ″On sevap aldı″ buyurdu. Sonra başka biri geldi, ″Esselâmü aleyküm ve rahmetullâh″ dedi. Nebiyyi Ekrem selâmını alarak, ″Yirmi sevap aldı″ buyurdu. Derken başka biri geldi, ″Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh″ dedi. Nebiyyi Ekrem selâmını alarak, ″Otuz sevap aldı″ buyurdu.[5]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Mü’minleri, aralarında selâmı yaymaya teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur:

لَا تَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتَّى تُؤْمِنُوا وَلَا تُؤْمِنُوا حَتَّى تَحَابُّوا أَوَلَا أَدُلُّكُمْ عَلَى شَيْءٍ إِذَا فَعَلْتُمُوهُ تَحَابَبْتُمْ أَفْشُوا السَّلَامَ بَيْنَكُمْ (م ت عن ابى هريرة)

″Siz îman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de îman etmiş olmazsınız. Size yaptığınız takdirde birbirinizi sevmiş olacağınız bir şeyi göstereyim mi? Aranızda selâmı yayın.″[6]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

اِذَا الْتَقَى الْمُسْلِمَانِ فَسَلَّمَ كُلُّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا عَلَى صَاحِبِهِ وَ تَصَافَحَا نَزَلَتْ بَيْنَهُمَا مِأَةُ رَحْمَةٍ لِلبَادِئِ تِسْعُونَ وَ لِلمُصَافِحِ عَشَرَةٌ (هب الحكيم وأبو الشيخ عن عمر)

″İki Müslüman karşılaştıklarında, birbirine selâm vererek musâfahalaşırsa aralarına yüz rahmet iner. Bunun doksanı önce selâm verip musâfahalaşana, onu ise musâfaha eden ikinci şahsadır.″[7]

Yine bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

اِنَّ الْمُؤْمِنَ اِذَا لَقِىَ الْمُؤْمِنَ فَسَلَّمَ عَلَيْهِ وَأَخَذَ بِيَدِهِ فَصَافَحَهُ تَنَاثَرَتْ خَطَايَاهُمَا كَمَا يَتَنَاثَرُ وَرَقُ الشَّجَرِ (طس عن حذيفة بن اليمان)

″Mü’min Mü’min ile karşılaştığında ona selâm vererek musâfaha yaptığı zaman, her ikisinin günahları hazan olmuş ağaç yapraklarının döküldüğü gibi dökülür.″[8] Bu Hadis-i Şerif açıklanırken ″Musâfaha″ şöyle tanımlanmıştır: ″Musâfaha, el tutuşmaktır ki, bu da hakkında ihtilaf edilmeyen bir sünnet-i kadîmedir.″[9]

Musâfaha’nın da bir ibâdet olduğuna dair çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Ashâbın mescitte musâfaha yaptıklarına ve Kâ’b Radiyallâhu anhu’nun affedildiğine dair Sûre-i Tevbe, Âyet 118 nâzil olunca, o der ki:

حَتَّى دَخَلْتُ الْمَسْجِدَ فَاِذَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ جَالِسٌ حَوْلَهُ النَّاسُ فَقَامَ اِلَىَّ طَلْحَةُ بْنُ عُبَيْدِ اللّٰهِ يُهَرْوِلُ حَتَّى صَافَحَنِى وَهَنَّأَنِى (خ م حم عن كعب)

″Nihâyet mescide girdiğimde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem oturmuş ve etrafını da Ashâb çevrelemişti. Hemen Talha b. Ubeydullah kalktı, koşarak geldi. Benimle musâfaha etti ve beni kutladı.″[10]

Hüccet’ül-İslâm adlı eserde Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in, mescitte Hızır Aleyhisselâm ile musâfaha yaptığı ve bunun Peygamber Efendimizin sünneti olduğu ve yapana Hızır Aleyhisselâm sevabı verildiği şöyle nakledilmiştir:

Resûlü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Ebû Süfyan’ın evinden çıktım, ikin­di vaktinde mescide girdim. Boyu ve boynu uzun, kaşı çatık bir kişi mescide gelip dört rek’ât namaz kıldı. Mihraba yakın vardım. O kişiye nazar ettim. Namazdan sonra iki elini kaldırdı, ağlayarak duâ etmeye başladı. Ben de elimi kaldırıp âmin dedim. Duâdan sonra sağ elini bana uzattı, elimi hafifçe tutup selâm verdi. Elimi üç kere salladı, sonra mescitten çıkıp gitti. Ben o kişinin bu hareketine taaccüb ettim, dedi. Sonra Resulü Ekrem Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Ali Radiyallâhu anhu’nun hâne-i saadetlerine gitti: ″Yâ Ali! Mescitte bir kişi gördüm, namaz kıldı. Sonra elimi tuttu ve üç kerre salladı. Daha sonra mescitten çıkıp gitti″ dedi. O anda Cebrâil Aleyhisselâm gelip:

- Yâ Muhammed! Hakk Teâlâ sana selâm edip buyurdu ki: ″Mescid-i Saadette elini tutan yiğidi tanıdın mı?″ Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Hayır, bilemedim″ dedi. Cebrâil Aleyhisselâm: ″O gördüğün kişi Hızır idi. Seni ziyaret etmeye gelmişti″ dedi.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Yâ Ali! Hızır Aleyhisselâm’ın sünneti sana vasiyet olsun. Her kim bu minval üzere musâfaha eylese Hakk Teâlâ, o kişiye Hızır sevabı misli kadar sevap verir. Her bir parmağına bir yıllık ibâdet sevabı verilir. Bu kişiler birbirinden ayrılana kadar Hakk Teâlâ ikisinin de günahlarını af ve mağfiret edip her günahına bedel bir sevap yazılır.″[11]

Ayrıca Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bir Hadis-i Şerif’inde Hristiyanlara ve Yahudilere selâm verilmemesi gerektiğini şöyle beyan etmiştir:

لَا تَبْدَءُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى بِالسَّلَامِ وَاِذَا لَقِيتُمْ أَحَدَهُمْ فِى الطَّرِيقِ فَاضْطَرُّوهُمْ اِلَى أَضْيَقِهِ (ت عن ابى هريرة)

″Yahudi ve Hristiyanlara ilk selâmı siz ver­meyin! Onlardan birine yolda rastlarsanız, onu yolun en dar ye­rine zorlayın.″[12]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِذَا سَلَّمَ عَلَيْكُمْ أَهْلُ الْكِتَابِ فَقُولُوا وَعَلَيْكُمْ (خ عن انس(

Kitap ehli size selâm verdikleri vakit siz de, ″Ve aleyküm (aynısı sizin üzerinize olsun)″ deyin.[13]

Selâmın adâbı da genel olarak şöyledir: Selâmı ilk veren ile ona karşılık veren selâmı birbirlerine işittirmelidir. Hasım taraflar, duruşma sırasında hâkime, ilim müzâkere eden âlimlere, sohbet eden bir âlime, Kur’ân okuyana, mescitte oturup huzurla namazı bekleyenlere, abdest alana, yemek yiyene, yaşlı olmayan ve akraba olmayan kadınlara selâm verilmemelidir. Bir meclisten ayrılırken de orda kalanlara selâm verip ayrılmalıdır. Tanıyıp tanımadığı her Müslümana selâm verilmelidir. Zîrâ tanımadığı kimseye selâm vermemek, kıyâmet alâmetlerindendir, diye rivâyet olunmuştur. Binekli olan yaya olana, yürüyen kişi duran kişiye, az olan çok olana selâm vermelidir. Bir kimse ile selâm gönderilirse, bu emânet mutlaka yerine getirilmelidir. Bir kimse, mektupta bir kimseye selâm yazsa; o kimsenin yine yazılı olarak o selâmı iade etmesi lâzımdır. Evine girerken ev halkına selâm vermelidir. İçinde kimse bulunmayan bir eve girilirse, ″Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâh’is-sâlihîn″ demelidir. Böyle selâm verenlerin selâmlarını melekler iade ederler.

Ayrıca Süfyan b. Uyeyne Hazretleri, ″Size selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynısıyla karşılık verin″ âyetini açıklarken şöyle buyurmuştur:

تَرَوْنَ هَذَا فِي السَّلَامِ وَحْدَهُ؟ هَذَا فِي كُلِّ شَيْءٍ مَنْ أَحْسَنَ إِلَيْكَ فَأَحْسِنْ إِلَيْهِ وَكَافِئْهُ فَإِنْ لَمْ تَجِدْ فَادْعُ لَهُ وَأَثْنِ عَلَيْهِ عِنْدَ إِخْوَانِهِ (ابن ابى حاتم عن سفيان بن عيينة)

″Bu âyetin sâdece selâm konusunda olduğunu mu sanıyorsunuz? Böylesi bir karşılık her şey için geçerlidir. Biri sana iyilik yaptığı zaman, sen de ona bir iyilikle karşılık ver. Şayet iyilik yapma imkânın yoksa, o adama duâ et veya din kardeşlerinin yanında onun hakkında iyi şeyler söyle.″[14]


[1] Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 71.

[2] Sûre-i Nisâ, Âyet 86.

[3] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 5991.

[4] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 10238; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7714.

[5] Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 143; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7695.

[6] Sahih-i Müslim, Îman 22 (93 Sünen-i Tirmizî, Sıfat-ı Kıyâmet 56.

[7] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 7823; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 25245.

[8] Rudânî, Câm’ul-Fevâid, Hadis No: 7723; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 442/5.

[9] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, c. 4, s. 435-436.

[10] Sahih-i Buhârî, Vesâye 16, Cihat 103, Menâkib 23; Sahih-i Müslim, Tevbe 9, (53).

[11] İmam Gazâli, Hüccet’ul-İslâm, s. 19-20.

[12] Sünen-i Tirmizî, Siyer 39; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7711.

[13] Sahih-i Buhârî, İsti’zân 22.

[14] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 4, s. 547.


NÛR SÛRESİ

﴿ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَدْخُلُوا بُيُوتًا غَيْرَ بُيُوتِكُمْ حَتّٰى تَسْتَأْنِسُوا وَتُسَلِّمُوا عَلٰٓى اَهْلِهَاۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ ﴿٢٧﴾ فَاِنْ لَمْ تَجِدُوا ف۪يهَٓا اَحَدًا فَلَا تَدْخُلُوهَا حَتّٰى يُؤْذَنَ لَكُمْۚ وَاِنْ ق۪يلَ لَكُمُ ارْجِعُوا فَارْجِعُوا هُوَ اَزْكٰى لَكُمْۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَل۪يمٌ ﴿٢٨﴾

27-28. Ey îman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin almadan ve ehline selâm vermeden girmeyin. Bu, sizin için daha hayırlıdır. Umulur ki, düşünüp anlarsınız.* Eğer girmek istediğiniz evde kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size, ″Geri dönün″ denilirse hemen dönün. Bu sizin için daha temizdir (daha güzel bir davranıştır). Allah’u Teâlâ, yaptıklarınızı bilir.

İzah: Başkalarının evlerine girerken nasıl hareket edilmesi gerektiği Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan şöyle nakledilmiştir:

كُنْتُ فِي مَجْلِسٍ مِنْ مَجَالِسِ الْأَنْصَارِ إِذْ جَاءَ أَبُو مُوسَى كَأَنَّهُ مَذْعُورٌ فَقَالَ اسْتَأْذَنْتُ عَلَى عُمَرَ ثَلَاثًا فَلَمْ يُؤْذَنْ لِي فَرَجَعْتُ فَقَالَ مَا مَنَعَكَ قُلْتُ اسْتَأْذَنْتُ ثَلَاثًا فَلَمْ يُؤْذَنْ لِي فَرَجَعْتُ وَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا اسْتَأْذَنَ أَحَدُكُمْ ثَلَاثًا فَلَمْ يُؤْذَنْ لَهُ فَلْيَرْجِعْ ... (خ عن ابى سعيد الخدرى)

Ensârilerin bir meclisinde oturuyordum. Ebû Mûsâ el-Eşarî korkuyla içeri girdi. ″Seni korkuya düşüren nedir?″ diye sorunca, Hz. Ömer yanına gelmemi emretmişti. Gittim ve girmek için üç defa izin istedim. Bana şifâhi olarak giriş izni verilmediği için geri döndüm. Daha sonra Hz. Ömer: ″Yanımıza gelmene engel olan ne oldu?″ diye sordu. Ben de üç defa izin istediğim halde, giriş izni verilmeyince geri döndüm. Çünkü Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Sizden herhangi bir kimse üç defa izin istediği halde, ona izin verilmeyecek olursa geri dönsün″ diye buyurdu demem üzerine, Hz. Ömer, bana: ″Sen naklettiğin hadisi ya isbat edersin ya da seni cezâlandırırım″ dedi. Bunun üzerine Übeyy b. Ka’b, Ebû Mûsâ el-Eşarî’ye: ″Sen içimizden en genci ile Hz. Ömer’e git ve durumu bildir″ dedi. Cemaatin en genci ben olduğum için Ebû Mûsâ ile giderek Hz. Ömer’e, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu hadisini haber verdim. Üç defa izin istemek, isteyen için bir haktır. Yoksa onun için farz olan bir defa istemektir.[1]

Kendisine izin verilen kimsenin selâm vermesi gerektiğine dair de Kelede b. Hanbel Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ صَفْوَانَ بْنَ أُمَيَّةَ بَعَثَهُ إِلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِلَبَنٍ وَجَدَايَةٍ وَضَغَابِيسَ وَالنَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِأَعْلَى مَكَّةَ فَدَخَلْتُ وَلَمْ أُسَلِّمْ فَقَالَ ارْجِعْ فَقُلْ السَّلَامُ عَلَيْكُمْ (د عن كلدة بن حنبل)

Safvan b. Ümeyye, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e götürmek üzere onunla bir miktar süt, altı yedi aylık bir ceylan yavrusu ve bir miktar da acur göndermişti. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de o sırada Mek­ke’nin yukarı taraflarında bulunuyordu. Yanına selâm vermeden girdim, o da: ″Geri dön ve es-selâmu aleyküm de″ diye buyurdu.[2]

İzinsiz bir eve girmenin veya bakmanın vebâli ve cezâsı hakkında da Sehl b. Sa’d Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

اطَّلَعَ رَجُلٌ مِنْ جُحْرٍ فِي حُجَرِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَمَعَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِدْرًى يَحُكُّ بِهِ رَأْسَهُ فَقَالَ لَوْ أَعْلَمُ أَنَّكَ تَنْظُرُ لَطَعَنْتُ بِهِ فِي عَيْنِكَ إِنَّمَا جُعِلَ الِاسْتِئْذَانُ مِنْ أَجْلِ الْبَصَرِ (خ م عن سهل بن سعد)

Bir adam Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in kapısındaki bir delikten içeriyi gördü. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in elin­de de saçlarını taradığı demir ya da tahtadan ucu sivri bir tarak vardı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ona: ″Senin içeri doğru baktığını bilsem, bunu gözüne batırır­dım. Çünkü Allah’u Teâlâ’nın, izin istemeyi emretmiş olması, görmekten ötürü­dür.″[3]

Yine bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ اطَّلَعَ فِي بَيْتِ قَوْمٍ بِغَيْرِ إِذْنِهِمْ فَقَدْ حَلَّ لَهُمْ أَنْ يَفْقَئُوا عَيْنَهُ (م عن ابى هريرة)

″Her kim izinleri olmaksızın baş­kalarına ait bir evi gözetlerse, o ev halkının, o kimsenin gözünü çıkartmaları helâl olur.″[4]


[1] Sahih-i Buhârî, İsti’zan 13; Sahih-i Müslim, Âdab 7 (33-37 Sünen-i Tirmizî, İsti’zan 3.

[2] Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 127; Sünen-i Tirmizî, İsti’zan 18.

[3] Sahih-i Buhârî, İsti’zan 11; Sahih-i Müslim, Âdab 9 (40, 41 Sünen-i Tirmizî, İsti’zan 17.

[4] Sahih-i Müslim, Edeb 9 (43).