A’RÂF SÛRESİ

﴿ اِنَّ الَّذ۪ينَ عِنْدَ رَبِّكَ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَيُسَبِّحُونَهُ وَلَهُ يَسْجُدُونَ (سَجْدَه) ﴿٢٠٦﴾

206. Şüphesiz ki Rabbinin katında olanlar (melekler), O’na ibâdet etmekten kibirlenmezler. O’nu tesbih ederler ve sâdece O’na secde ederler. (Secde âyetidir)

İzah: Bu Âyet-i Kerîme, Kur’ân’da geçen ilk secde âyetidir. Kur’ân-ı Kerîm’de toplam on dört secde âyeti vardır. Bu secde âyetlerinden her birini okuyan veya dinleyen her mükellef olan Müslümanın hemen Tilâvet Secdesi yapması Hanefi Mezhebi’ne göre vâciptir. Diğer üç mezhebe göre ise sünnettir.

Eğer kişi hatim indirirken hangi âyetin secde âyeti olduğunu anlamaz ise, secde âyetinin belirtildiği sayfayı okur okumaz, hemen bu Tilâvet Secdesi’ni yapması gerekir. Hatmi tamamladıktan sonra, bu on dört secde âyetini birden toptan yapmak doğru değildir.

Tilâvet Secdesi şöyle yapılır: Tilâvet secdesi niyetiyle elleri kaldırmaksızın, ″Allah’u Ekber″ denilerek doğrudan secdeye gidilir ve secdede de en az üç defa ″Subhâne Rabbiye’l-A’lâ″ denilir. Sonra, ″Allah’u Ekber″ denilerek secdeden kalkılır. Ayaktayken secdeye gidilir ve secde bittikten sonra ayağa kalkılır, ayağa kalkarken de ″Gufrâneke Rabbenâ ve ileyke’l-masîr″ denilmesi müstehaptır.

Tilâvet secdesini yapacak kimsenin hadesten ve necasetten temiz, avret yerleri örtülü, kıbleye yönelmiş olması şarttır.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

إِذَا قَرَأَ ابْنُ آدَمَ السَّجْدَةَ اعْتَزَلَ الشَّيْطَانُ يَبْكِي يَقُولُ يَا وَيْلَهُ أُمِرَ بِالسُّجُودِ فَسَجَدَ فَلَهُ الْجَنَّةُ وَأُمِرْتُ بِالسُّجُودِ فَعَصَيْتُ فَلِي النَّارُ (حم م ه عن ابن هريرة)

Âdemoğlu secde âyetini okuyup Tilâvet Secdesi yaptığı zaman, şeytan ağlayarak çekilir ve ″Eyvahlar olsun! Bu, secde ile emrolundu da secde etti. Onun için Cennet var. Ben de secde ile emredildim, fakat isyan ettim. Bana da Cehennem var″ der.[1]

مَا مِنْ عَبْدٍ يَسْجُدُ لِلَّهِ سَجْدَةً إِلَّا رَفَعَهُ اللّٰهُ بِهَا دَرَجَةً وَحَطَّ عَنْهُ بِهَا خَطِيئَةً (ت عن معدان بن طلحة اليعمريّ)

″Allah’u Teâlâ, secde eden kulunu, bu secdesi sebebiyle, bir derece yükseltir ve bir günahını da bağışlar.″[2]

أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنَ اللّٰهِ إِذَا كَانَ سَاجِدًا. (طب عن ابى هريرة(

″Kulun Rabbine en yakın olduğu hâl, secde ettiği zamandır.″[3]


[1] Sahih-i Müslim Îman 35 (133 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 9336.

[2] Sünen-i Tirmizî, Salât 173; Sünen-i Nesâî, Tâbi 76; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 19016.

[3] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 9871; Sahih-i Müslim, Salât 42 (215 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 9083; Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 92.


RA’D SÛRESİ

﴿ وَلِلّٰهِ يَسْجُدُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ طَوْعًا وَكَرْهًا وَظِلَالُهُمْ بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِ (سَجْدَه) ﴿١٥﴾

15. Göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez kendileri de, gölgeleri de sabah akşam Allah’a secde ederler. (Secde âyetidir)

İzah: Bu Âyet-i Kerîme hakkında Mücâhid Hazretleri: ″İsteyerek secde eden Mü’min, istemeyerek secde eden ise kâfirin gölgesidir″ demiştir. İbn-i Zeyd Hazretleri de şöyle demiştir: Bize bildirildiğine göre ″Her şeyin gölgesi Allah’a secde eder deyip,Allah’u Teâlâ’nın yarattığı şeyleri görmüyorlar mı? Onların gölgeleri Allah’a secde ederek ve tevâzu ile boyun eğerek sağa ve sola dönmektedir″[1] âyetini okumuş ve o gölgeler Allah’a secde ederler demiştir.[2]


[1] Sûre-i Nahl, Âyet 48.

[2] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 8, s. 397.


NAHL SÛRESİ

﴿ اَوَلَمْ يَرَوْا اِلٰى مَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍ يَتَفَيَّؤُ۬ا ظِلَالُهُ عَنِ الْيَم۪ينِ وَالشَّمَٓائِلِ سُجَّدًا لِلّٰهِ وَهُمْ دَاخِرُونَ ﴿٤٨﴾ وَلِلّٰهِ يَسْجُدُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ مِنْ دَٓابَّةٍ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ (سَجْدَه) ﴿٤٩﴾ يَخَافُونَ رَبَّهُمْ مِنْ فَوْقِهِمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ۟ ﴿٥٠﴾

48-50. Allah’u Teâlâ’nın yarattığı şeyleri görmüyorlar mı? Onların gölgeleri Allah’a secde ederek ve tevâzu ile boyun eğerek sağa ve sola dönmektedir.* Göklerde ve yerdeki canlılar ve melekler, Allah’a secde ederler ve onlar (melekler) aslâ kibirlenmezler. (Secde âyetidir)* Rablerinin heybet ve kudretinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar.

İzah: Allah’u Teâlâ bu âyetlerde, bizlere yüceliğini bildirmekte; her türlü varlığın kendisine boyun eğdiğini haber vermektedir.

Ayrıca Âyet-i Kerîme’de, Allah’ın hikmeti gereği, güneşin sabah akşam bütün eşyanın gölgelerini değiştirmesinden bahsedilmektedir. Allah’u Teâlâ güneşin doğuşu ve batışına, dünyânın ve diğer gezegenlerin dönmesine dikkat çekmektedir. Kulların da bu olağanüstü durumdan ibret alarak Allah’ın kudretini ikrar etmeleri öğütlenmektedir.


İSRÂ SÛRESİ

﴿ قُلْ اٰمِنُوا بِه۪ٓ اَوْ لَا تُؤْمِنُواۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ مِنْ قَبْلِه۪ٓ اِذَا يُتْلٰى عَلَيْهِمْ يَخِرُّونَ لِلْاَذْقَانِ سُجَّدًاۙ (سَجْدَه) ﴿١٠٧﴾ وَيَقُولُونَ سُبْحَانَ رَبِّنَٓا اِنْ كَانَ وَعْدُ رَبِّنَا لَمَفْعُولًا ﴿١٠٨﴾ وَيَخِرُّونَ لِلْاَذْقَانِ يَبْكُونَ وَيَز۪يدُهُمْ خُشُوعًا ﴿١٠٩﴾

107-109. Ey Resûlüm! (Mekke kâfirlerine) de ki: ″Kur’ân’a ister îman edin, ister îman etmeyin. Şüphesiz Kur’ân, önceki kitapları okuyanların âlimlerine okunduğu vakit onlar, Allah’u Teâlâ’yı tâzim ederek yüzüstü secdeye kapanırlar. (Secde âyetidir)* ″Rabbimiz noksan sıfatlardan uzaktır. Rabbimizin vaadi muhakkak meydana gelir″ derler.* Onlar ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar ve Kur’ân, onların huşûunu artırır.

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, İslâmiyetin ilk yıllarında Peygamber Efendimizin emriyle Hz. Câfer b. Ebû Tâlib, Habeşistan’a hicret ettiği vakit, onlara Meryem Sûresi’ni okumuş ve sûre tamamlanıncaya kadar orada bulunan Hristiyan cemaatinin hepsi ağlamışlardı. Daha sonra Hz. Necâşi, kendi kavminin ulemâsından İslâm’a meyleden yet­miş kişiyi Fahr-i Kâinat Efendimize göndermiştir. Resûlü Ekrem de onlara Yâsîn Sûresi’ni okumuş, onlar da ağlayarak hemen Müslümanlığı kabul etmişlerdi.[1]

Âyet-i Kerîme’de: ″Kur’ân, onların huşûunu artırır″ diye geçen ifade; Kur’ân-ı Kerîm, Allah’u Teâlâ’nın büyüklüğünü düşünmekten dolayı meydana gelen korku ve saygılarının artmasına vesîle olur, demektir.


[1] Bu konu Sûre-i Mâide, Âyet 82-85’te de anlatılmaktadır, geniş bilgi için oraya bakınız.


MERYEM SÛRESİ

﴿ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ مِنْ ذُرِّيَّةِ اٰدَمَ وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍۘ وَمِنْ ذُرِّيَّةِ اِبْرٰه۪يمَ وَ اِسْرَٓا ئ۪لَ وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَاۜ اِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُ الرَّحْمٰنِ خَرُّوا سُجَّدًا وَبُكِيًّا (سَجْدَه) ﴿٥٨﴾

58. İşte bunlar, Âdem’in zürriyetinden ve Nûh ile beraber gemiye bindirdiklerimizin, İbrâhim ve İsrâil’in (Yâkub’un) zürriyetinden olup Allah’u Teâlâ’nın kendilerine nîmetler verdiği Peygamberlerdendir. Hidâyete erdirdiğimiz ve (Peygamberlik için) seçtiğimiz kimselerdendir. Bunlara Rahmân’ın âyetleri okunduğu vakit, ağlayarak secdeye kapanırlardı. (Secde âyetidir)

İzah: Âdem Aleyhisselâm’ın zürriyetinden gelen Peygamberler içerisinde İdris Aleyhisselâm, nesil olarak bu sayılan Peygamberlerden Âdem Aleyhisselâm’a daha yakın olanı idi. İbrâhim Aleyhisselâm da, Nûh Aleyhisselâm’ın gemisine binen zâtlardan birinin zürriyetindendir. İsmâil, İshâk ve Yâkub Aleyhimüsselâm da, İbrâhim Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir. Musâ, Hârun, Zekeriyya, Yahyâ ve Îsâ Aleyhimüsselâm da, İsrâil’in yani Yâkub Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir.


HACC SÛRESİ

﴿ اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِي الْاَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَٓابُّ وَكَث۪يرٌ مِنَ النَّاسِۜ وَكَث۪يرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُۜ وَمَنْ يُهِنِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍۜ اِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يَشَٓاءُ (سَجْدَه) ﴿١٨﴾

18. Ey Resûlüm! Görmez misin ki, göklerde ve yerde olan kimseler, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ederler. İnsanların birçoğu da azâba müstehak olmuştur. Allah’u Teâlâ’nın zillette bıraktığını, kimse aziz edemez. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, dilediğini yapar. (Secde âyetidir)

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’yi açıklarken Mücâhid Hazretleri şöyle buyurmuştur: ″Bütün bunlar gölgeleriyle Allah’a secde ederler. İnsanların çoğundan kasıt Mü’minlerdir. Azâbı hak eden insanların çoğundan kasıt kâfirlerdir, bunlar da kendileri istemese de gölgeleri Allah’a secde eder.″[1]


[1] Celâleddin es-Suyûtî, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 10, s. 432.


FURKÂN SÛRESİ

﴿ وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمُ اسْجُدُوا لِلرَّحْمٰنِ قَالُوا وَمَا الرَّحْمٰنُۗ اَنَسْجُدُ لِمَا تَأْمُرُنَا وَزَادَهُمْ نُفُورًا۟ (سَجْدَه) ﴿٦٠﴾

60. Mekke kâfirlerine: ″Rahmân’a secde edin″ denildiği vakit, ″Rahmân da neymiş? Senin bize emrettiğine mi secde edeceğiz?″ dediler ve Rahmân’a secde emri, onların îmana karşı nefretlerini artırdı. (Secde âyetidir)


SÂD SÛRESİ

﴿ قَالَ لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤَالِ نَعْجَتِكَ اِلٰى نِعَاجِه۪ۜ وَاِنَّ كَث۪يرًا مِنَ الْخُلَطَٓاءِ لَيَبْغ۪ي بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَقَل۪يلٌ مَا هُمْۜ وَظَنَّ دَاوُ۫دُ اَنَّمَا فَتَنَّاهُ فَاسْتَغْفَرَ رَبَّهُ وَخَرَّ رَاكِعًا وَاَنَابَ (سَجْدَه) ﴿٢٤﴾

24. Dâvud da: ″Şüphesiz ki, koyununu kendi koyunlarına ilave etmek istemesiyle sana zulmetti. Ortakların çoğu birbirine haddi aşarlar. Ancak îman edenler ve sâlih amellerde bulunanlar müstesnâ. Bunlar ise azdır″ dedi. Dâvud, bunu imtihan için yaptığımızı anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, secdeye kapandı ve tevbe ederek Allah’a yöneldi. (Secde âyetidir)

İzah: Dâvud Aleyhisselâm ile ilgili olarak bu âyetlerde anlatılan kıssa İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, es-Sa’lebi gibi ve daha birçok ulemâdan nakledildiğine göre, şöyledir:

Allah’u Teâlâ, Dâvud Aleyhisselâm’ı imtihan etti. Çünkü o, Rabbinden kendisini İbrâhim, İsmâil, İshak ve Yâkub Aleyhimüsselâm’ın derecelerine çıkarması için duâ etmişti. Dâvud Aleyhisselâm, Zebur okuduğu bir gün Allah’u Teâlâ ona: ″Onlar başkalarının maruz kalmadıkları belâlarla (illet, zillet ve gıllet ile) imtihan olundular ve bunlara sabrettiler. İbrâhim Aleyhisselâm; Nemrut’la, ateşe atılma ve oğlu İsmâil Aleyhisselâm’ı boğazlamakla; İshak Aleyhisselâm boğazlanmakla, Yâkub Aleyhisselâm, oğlu Yusuf Aleyhisselâm için üzülmekle ve gözlerini kaybetmekle; bunlar bu gibi ibtilâlara sabrederek imtihan olundular. Sen ise böyle ibtilâlara uğramadın″ diye vahyetti. Bunun üzerine Dâvud Aleyhisselâm: ″Yâ Rabbi onlara ibtilâ verdiğin gibi bana da ibtilâ ver, ben de ona sabredeyim. Böylece onlara verdiğin yüksek dereceleri bana da ihsan et″ diye duâ etti. Allah’u Teâlâ da duâsını kabul etti. İblis’e izin verip, böylece Dâvud Aleyhisselâm’ı imtihan etti.

Dâvud Aleyhisselâm, güzel sesiyle bir gün yine Zebur okuyordu. Bu sırada pencereye bir kuş kondu. Kuş kendisinin gözüne çok güzel göründü. Halbuki güzel görünen bu kuş şeytandı. Dâvud Aleyhisselâm’ın aklını o kuş karıştırdı. Okumayı bıraktı, kuşu tutmak için kovalıyordu. Kuş da, kanadının ucu kırık gibi bâzen uçuyor, bâzen düşüyordu. Dâvud Aleyhisselâm da onun peşinden gidiyordu. Kuş, nihâyet bir evin üzerine kondu. Dâvud Aleyhisselâm da oraya gelince, kendi komutanlarından biri olan Hürre’nin karısını gördü. Kuşta güzellik kalmamış, güzellik kadına geçmişti. Kadının yanına da gidemezdi. Bu nedenle geri döndü. Kadına âşık olmuş, yemeden ve içmeden kesilmişti. Kimseye içini açamıyordu. Çünkü kadın başkasıyla nikâhlıydı, kendisi de bu sebepten onu nikâhlayamazdı.

Bu husus İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te şöyle geçmektedir:

كَانَ النَّاسُ يَعُودُونَ دَاوُدَ يَظُنُّونَ أَنَّ بِهِ مَرَضَاً وَمَا بِهِ إِلَّا شِدَّةَ الْخَوْفِ مِنَاللّٰهِوَالْحَيَاء (كر عن ابن عمر)

İnsanlar, Dâvud Aleyhisselâm’ı ziyaret ediyorlardı. Onun hasta olduğunu sanıyorlardı. Oysa onda son derece Allah korkusu ile hayâ vardı.″[1]

Dâvud Aleyhisselâm‘ı görenler hasta zannediyorlardı. Aslında hastalık değil, Allah korkusundan hayâ ediyordu. Kumandanlar, ona sıkıntısını sordular. O da, bu sıkıntısını söylemeye utandı. En sonunda sıkıntısını söylettiler. Dâvud Aleyhisselâm: ″Ben, Zebur okuyordum, bir kuş gördüm, güzelliği aklımı aldı. Kuşu tutayım diye peşinden gittim, nihâyet bir evin üzerine kondu. Orada bir kadın gördüm ve ona aşık oldum. Haram olduğu için yanına da gidemiyorum. Yanına gidemediğim için bendeki aşk ateşi hiç gitmiyor″ dedi.

Kumandanlar, o kadının Hürre kumandanın karısı olduğunu öğrendiler ve Dâvud Aleyhisselâm’a: ″O kadın, kumandalarından Hürre‘nin karısıdır. Sen Hürre’yi harbe gönder. Şehit düşerse, o zaman kadını nikahlamak câiz olur″ dediler. Nihâyet Hürre’yi harbe gönderdi. Hürre kumandan her gittiği harpten zaferle dönüyordu. Yine kumandanlar bunun ağlamasına dayanamadılar. Kendisine: ″Hürre’yi harbe gönder, arkasından takviye gönderme″ dediler. Dâvud Aleyhisselâm da öyle yaptı. Hürre şehit düştü.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ دَاوُدَ النَّبِيّ عَلَيْهِ السَّلَام حِين نَظَرَ إِلَى الْمَرْأَة فَهَمَّ بِهَا قَطَعَ عَلَى بَنِي إِسْرَائِيل بَعْثًا وَأَوْصَى صَاحِب الْبَعْث فَقَالَ إِذَا حَضَرَ الْعَدُوّ قَرِّبْ فُلَانًا وَسَمَّاهُ قَالَ فَقَرَّبَهُ بَيْن يَدَيْ التَّابُوت قَالَ وَكَانَ ذَلِكَ التَّابُوت فِي ذَلِكَ الزَّمَان يُسْتَنْصَر بِهِ فَمَنْ قُدِّمَ بَيْن يَدَيْ التَّابُوت لَمْ يَرْجِع حَتَّى يُقْتَل أَوْ يَنْهَزِمَ عَنْهُ الْجَيْش الَّذِي يُقَاتِلُهُ فَقُدِّمَ فَقُتِلَ زَوْج الْمَرْأَة وَنَزَلَ الْمَلَكَانِ عَلَى دَاوُدَ فَقَصَّا عَلَيْهِ الْقِصَّة (الترمذى الحكيم فى نوادر الاصول عن انس بن مالك)

″Dâvud Aleyhisselâm kadını görüp onunla evlenmek isteyince, İsrailoğullarının bir askeri birlik çıkarıp göndermelerini emretti. Birliğin kuman­danına da düşman ile karşılaştığınız vakit, ismini vererek filanı öne geçir, dedi. O kişiyi tabutun önüne kattı. O dönemde o tabut ile zafer talep edilir­di. Tabutun önüne geçirilen kimseler ise, ya öldürülürdü yahut da savaştıkla­rı ordu önlerinden dağılır gider, öyle geri dönebilirlerdi. Kadının kocası öne geçirildi ve öldürüldü. İki melek inerek Dâvud Aleyhisselâm’a âyette geçtiği gibi bu hâdiseyi anlattılar.″[2]

Dâvud Aleyhisselâm, Hürre‘nin ailesiyle nikâh olup gerdeğe girecekleri zaman, insan sûretindeki melekler, kavga ederek Dâvud Aleyhisselâm’ın evinde ibâdet ettiği yere girdiler. Dâvud Aleyhisselâm, bunların hâlinden korktu. Bunlar birbirlerine karşı, ″Ben haklıyım sen haksızsın″ diye bağırıyorlardı. Dâvud Aleyhisselâm, bunları sakinleştirdi ve ifadelerini aldı. Birisi dedi ki: ″Benim doksan dokuz dişi koyunum var, bunun da bir dişi koyunu var. Ben diyorum ki:

- Sen bir koyunu ne yapacaksın? Bunu bana ver, benim koyunum yüz olsun. Diğeri de diyor ki:

- Allah’u Teâlâ sana doksan dokuz koyun verdi, benim bir koyunuma mı gözünü diktin? Bunun üzerine Dâvud Aleyhisselâm:

- Senin doksan dokuz koyunun var. Sana yetmiyor mu? Bu adamın bir koyununa niçin göz diktin? dedi. Bunun üzerine bu adamlar kayboldu. Dâvud Aleyhisselâm anladı ki bunlar, Allah tarafından gönderilmişti. Kendisini ikaz etmek için gelen görevli meleklerdi.

Dâvud Aleyhisselâm’ın, ailesi ve câriyesinin toplam sayısı doksan dokuzdu. Hürre’nin ise bir tek karısı vardı. Kendisi, Hürre‘nin karısına gönlünü kaptırmıştı. Fetvâyı kendi kendine verip, kendi kendini haksız çıkardı. Kadının yanına gitmekten vazgeçti ve bu olay onun üzüntüsünü daha da artırdı. Bir odaya çekildi. Odanın zemini topraktı. Orada ağlamaya başladı. Aylarca ağladı ve göz yaşından toprak ıslandı.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّمَا مَثَل عَيْنَيْ دَاوُدَ مَثَل الْقِرْبَتَيْنِ تَنْطِفَانِ وَلَقَدْ خَدَّدَ الدُّمُوع فِي وَجْه دَاوُدَ خَدِيدَ الْمَاء فِي الْأَرْض (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن أبى عمرو الأوزاعيّ)

″Dâvud Aleyhisselâm’ın gözleri su damlatan iki kırba gibi idi. Gözünden akan yaşlar, tıpkı suyun yerde kendisine yatak açması gibi yanağında akacak yerler açmıştı.″[3]

Allah‘u Teâlâ, Dâvud Aleyhisselâm’a: ″Hürre‘nin kabrine git, onunla helâlleş, sonra karısını al″ diye vahyetti. Dâvud Aleyhisselâm, Hürre‘nin kabrine gitti ve ″Sen öldün, ben senin karını alacağım. Bana hakkını helâl et″ dedi. Hürre: ″Bana Allah şehitlik nasip etti. Hakkım sana helâl olsun″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm, eve geldi. Bu sefer Allah’u Teâlâ: ″Yâ Dâvud! Olduğu gibi söylemedin. Olduğu gibi söyle de hakkını helâl ettir″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm, tekrar Hürre’nin kabrine gitti ve dedi ki: ″Ben senin hanımına âşık oldum. Neredeyse helâk olup gidecektim, bu sebeple şehit düşmen için seni kasıtlı olarak harbe gönderdim. Sen her gittiğin harpten zaferle döndün. Bu da benim maksadıma engel oluyordu. Bu sefer seni tekrar harbe gönderdim, fakat takviye göndermedim. Böylece sen şehit düştün. Şimdi ben senin hanımını almak istiyorum, bana hakkını helâl eder misin?″

Hürre’nin kabrinden bir ″Ah!″ sesi geldi ve dedi ki: ″Kesinlikle sana hakkımı helâl etmiyorum.″ Bunun üzerine Dâvud Aleyhisselâm: ″Bana hakkını helâl etmen için hiç mi bir imkanı yok?″ diye sordu. Hürre: ″Bir tek imkanı var. Onu yaparsan ne âlâ, yapmazsan hakkımı helâl etmem″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm: ″O nedir?″ diye sorunca Hürre: ″Ben burada, Peygamberlerin makamlarını görüyorum. O makamlar çok yüksek, Allah’a duâ et; bana da Peygamberlik versin. Çünkü senin duân Allah katında geçerlidir. Eğer Allah’u Teâlâ beni Peygamber ederse, hakkımı helâl ederim″ dedi.

Dâvud Aleyhisselâm yine ibâdet ettiği odasına geldi, birçok zaman geceli gündüzlü ağladı, duâ etti: ″Yâ Rabbi! Hürre‘ye Peygamberlik ver″ diye yalvardı. Hücresinde ağlaya ağlaya göz yaşından ot bitti, büyüdü, çiçek açtı. Tohum tuttu. Tam olgunlaşıp tekrar kuruyunca, duâsı kabul oldu. Allah‘u Teâlâ: ″Yâ Dâvud! Ben ona Peygamberlik verdim, onun kabrine git″ dedi. Dâvud Aleyhisselâm geldi ve Hürre‘ye: ″Bana hakkını helâl ediyor musun?″ diye sordu. Hürre: ″Allah‘u Teâlâ bana Peygamberlik verdi. Senden binlerce defa râzıyım″ dedi.[4]

Dâvud Aleyhisselâm eve geldi. Nikâhları kıyılıp gerdeğe girince baktı ki, doksan dokuz aile ve câriyesinin içinde en çirkini Hürre‘nin karısıydı. Allah onu kendisine çok güzel gösterip aşık etmişti. Bu da Dâvud Aleyhisselâm‘ın derecesini yükseltmek için ona vermiş olduğu bir ibtilâydı. Bu ibtilânın sonunda büyük derece almıştır.

Dâvud Aleyhisselâm’ın oğlu Süleyman Aleyhisselâm’ın an­nesi de o kadındır, diye nakledilmiştir.

Dâvud Aleyhisselâm hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كَانَ مِنْ دُعَاءِ دَاوُدَ يَقُولُ اللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ وَالْعَمَلَ الَّذِي يُبَلِّغُنِي حُبَّكَ اللّٰهُمَّ اجْعَلْ حُبَّكَ أَحَبَّ إِلَيَّ مِنْ نَفْسِي وَأَهْلِي وَمِنْ الْمَاءِ الْبَارِدِ (ت عن ابى الدرداء)

Dâvud Aleyhisselâm’ın duâları arasında şu da vardı: Allah‘ım! Senden sevgini ve seni sevenlerin sevgisini ve senin sevgine beni ulaştıracak ameli taleb ediyorum. Allah‘ım! Senin sevgini nefsimden, ailemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl.″[5]

Peygamberlerde İsmet sıfatı vardır. Ancak Peygamberler de beşerdir. Bu sebeple onlar da yanılabilirler. Fakat bunlar o yanılgı ve hatâ üzerinde kalmazlar. Allah onları derhal ikaz edip uyarır. Aksi halde Peygamberler hiç yanılmasaydı, beşer olmaz, melek olurlardı.

Kur’ân’da birçok Peygamberin hatâ yaptıkları ve bu hatâlarından dolayı tevbe istiğfar ettiği ve Allah’ın da onları affettiği anlatılmaktadır. Peygamberler hatâ etmez değil, o hatâ üzere kalmazlar. İşte İsmet sıfatı da bu anlamdadır. Allah onları uyarır, ikaz eder ve onların yapmış oldukları tevbe istiğfar sebebiyle de, onları affederek günahsız olarak mahşere getirir. Meselâ: İlk olarak Âdem Aleyhisselâm’ın Cennette, Allah’u Teâlâ’nın yasaklamasına rağmen o ağaçtan yemesi gibi.

Bu husus, Sûre-i A’râf, Âyet 22-23’te şöyle geçmektedir:

… Rableri de onlara, ″Ben bu ağaçtan sizi nehyetmedim mi? Şüphesiz ki şeytan, sizin için apaçık bir düşmandır demedim mi?″ diye nidâ etti.* Âdem ile zevcesi dediler ki: ″Ey Rabbimiz! Biz kendi nefsimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, şüphesiz hüsrâna uğrayanlardan oluruz.″

Böylece Âdem Aleyhisselâm, lânetlenmiş ve yeryüzüne gönderil-miştir. Ve yeryüzünde Âdem Aleyhisselâm, kabahati kendi nefsinde bulup çok gözyaşı dökerek tevbe istiğfar etmiş ve sonunda Allah’u Teâlâ da onu affetmiştir. İblis ise, hatâyı kendinde bulmayıp tevbe istiğfar etmediği için affedilmemiştir.

Yine Nûh Aleyhisselâm’ın oğlullarından Kenan gemiye binmemişti. Suda boğulurken Kenan, babasına: ″Baba beni kurtar″ dedi. Nûh Aleyhisselâm da onu kurtarmak için gemiyi oğlundan tarafa çevirince, Allah’u Teâlâ hemen uyarmıştır.

Bu husus Sûre-i Hûd, Âyet 46’da şöyle geçmektedir:

Allah’u Teâlâ da, ″Ey Nûh! O senin ehlinden değildir. Çünkü o, pek kötü işte bulundu. Sen, bilmediğin şeyi Benden isteme. Muhakkak ki, Ben sana câhillerden olmayasın diye öğüt veririm″ buyurdu.

Yine Yunus Aleyhisselâm’a, Allah’u Teâlâ kavminin yaşadığı şehrin sokaklarında gez, bak Ben onlara ne yapmışım gör, diye söylemişti. O ise, gelip kavminin helâk olmadığını görünce, benimle alay ederler diye şehrin içerisine girmeye çekindi ve oraya girmedi. Bu şekilde Allah’ın emrine âsi geldi. Allah’u Teâlâ ona bindiği gemide, cezâ olarak balığın önüne atılacağını Cebrâil vâsıtasıyla bildirdi. Böylece balık onu yuttu. Bir rivâyete göre altı ay balığın midesinde kaldı. Sürekli olarak orada Allah’ı zikrederek tevbe istiğfar etti, Allah’u Teâlâ da kendisini affetti.

Bu husus da Sûre-i Enbiyâ, Âyet 87-88’de şöyle geçmektedir:

Ey Resûlüm! Zünnûn’u (balığın sahibi Yunus Aleyhisselâm’ı) da zikret ki, o vakit, (kazâmızı yerine getirmediğimiz zannıyla) öfkeli olarak ayrılıp gitmişti. Bizim kendisini sorumlu tutmayacağımızı zannetmişti. Nihâyet (balık onu yuttu) karanlıklar içinde, ″Yâ Rabbi! Senden başka ilah yoktur. Sen her türlü noksan sıfatlardan uzaksın. Şüphesiz ben, kendi nefsime zulmedenlerden oldum″ diye nidâ etti.* Biz de onun duâsını kabul ettik ve onu gamdan kurtardık. Mü’minleri işte böyle kurtarırız.

Yine Mûsâ Aleyhisselâm bir Kıptî’yi öldürmüş, yaptığı bu hatâdan dolayı Allah’u Teâlâ’ya tevbe ve istiğfar etmiş ve Allah’u Teâlâ da onu affetmiştir.

Bu husus da Sûre-i Kasas, Âyet 15-16’da şöyle geçmektedir:

Mûsâ, ahâlinin gâfil oldukları bir zamanda şehre girdi. Orada kavga eden iki kimse buldu. Biri İsrailoğullarından, diğeri de düşmanlarından olan Kıptîlerdendi.[6] İsrailoğullarından olan kimse, düşmanına karşı Mûsâ’dan yardım istedi. Mûsâ, Kıptîye bir yumruk vurunca Kıptî öldü. Mûsâ: ″Bu yaptığım iş, şeytan işidir. Şeytanın ise, düşmanlığı ve dalâleti açıktır″ dedi.* ″Yâ Rabbi! Şüphesiz ben nefsime zulmettim, beni affet″ dedi. Allah’u Teâlâ da onu affetti. Şüphesiz ki O, çok bağışlayandır, çok merhametlidir.

Sâd Sûresi’nde geçtiği üzere, Dâvud Aleyhisselâm da hatâ yapmış ve Allah’a tevbe istiğfar etmiş ve sonucunda Allah’u Teâlâ da onu affetmiştir.

İşte diğer Peygamberlerde de, az veya çok bunlara benzer hatâlar meydana gelmiştir. Allah’u Teâlâ’nın uyarısıyla onlar tevbe ve istiğfar etmişler ve böylece affolunmuşlardır. Nitekim İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri de, ″el-Fıkh’ul-Ekber″ adlı kitabında Peygamberlerden bazen suç ve hatâların vakî olduğunu beyan etmiştir.

Ayrıca Sûre-i Sâd, Âyet 24’ü okuyunca veya dinleyince, ″Tilâvet Secdesi″ yapılması gerektiğine dair Ebû Said el-Hudrî Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قَرَأَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَهُوَ عَلَى الْمِنْبَرِ ص فَلَمَّا بَلَغَ السَّجْدَةَ نَزَلَ فَسَجَدَ وَسَجَدَ النَّاسُ مَعَهُ فَلَمَّا كَانَ يَوْمٌ آخَرُ قَرَأَهَا فَلَمَّا بَلَغَ السَّجْدَةَ تَشَزَّنَ النَّاسُ لِلسُّجُودِ فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّمَا هِيَ تَوْبَةُ نَبِيٍّ وَلَكِنِّي رَأَيْتُكُمْ تَشَزَّنْتُمْ لِلسُّجُودِ فَنَزَلَ فَسَجَدَ وَسَجَدُوا (د عن ابى سعيد الخدرى)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem minber üzerinde Sâd Sûresi’ni okudu. Bu secde âyetine gelince indi, secde etti. Müslümanlar da onunla birlikte secde ettiler. Bir baş­ka gün yine bu âyetleri okudu. Müslümanlar secde etmek için hazırlan­dılar. Bu sefer Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″Bu bir Peygamberin tevbesini ifade etmektedir. Ancak ben sizin secde için hazırlandığınızı gördüm″ deyip minberden indi ve secde etti.[7]

Bu Âyet-i Kerîme’deki secdenin mânâsı; Dâvud Aleyhisselâm, Rabbine zilletle boyun eğip günahı­nı da itiraf ederek, günahından tevbe edip, Rabbine secdeye kapandı. O bakımdan kim burada secdeye kapanacak olursa, bu niyet ile secde etsin. Umulur ki, Allah’u Teâlâ da Dâvud Aleyhisselâm’ın hürmetine onu bağışlar, demektir.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 337/9.

[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 15, s. 167.

[3] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 15, s. 186. Yine bakınız: Râmûz’ul-Ehâdîs, s.355/1.

[4] Üç kimse duâ ile peygamber olmuştur. Bunlar, Hz. Hürre, Yâkub Aleyhisselâm ve Hârun Aleyhisselâm’dır. Mûsâ Aleyhisselâm’ın duâsıyla Hârun Aleyhisselâm’ın peygamber olması hakkında Sûre-i Şuarâ, Âyet 13’e bakınız.

[5] Sünen-i Tirmizî Daavât 74; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 1867.

[6] Kıptî: Mısır halkından olan kimse.

[7] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 333.


FUSSİLET SÛRESİ

﴿ وَمِنْ اٰيَاتِهِ الَّيْلُ وَالنَّهَارُ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُۜ لَا تَسْجُدُوا لِلشَّمْسِ وَلَا لِلْقَمَرِ وَاسْجُدُوا لِلّٰهِ الَّذ۪ي خَلَقَهُنَّ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ (سَجْدَه) ﴿٣٧﴾ فَاِنِ اسْتَكْبَرُوا فَالَّذ۪ينَ عِنْدَ رَبِّكَ يُسَبِّحُونَ لَهُ بِالَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَهُمْ لَا يَسْـَٔمُونَ ﴿٣٨﴾

37-38. Gece ve gündüz, güneş ve ay Allah’ın varlığının delillerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer Allah’a ibâdet ediyorsanız, onları yaratan Allah’a secde edin. (Secde âyetidir)* Ey Resûlüm! Eğer onlar, (hakkı kabulden) kibirlenirlerse, Rabbinin katında olan melekler, usanmadan gece gündüz O’nu tesbih ederler.

İzah: Secde âyetini; hem okuyanların, hem de dinleyenlerin ″Tilâvet Secdesi″ yapmaları gerekir. İmam-ı Âzam Efendimiz, buradaki tilâvet secdesinin yeri, Sûre-i Fussilet, Âyet 38’in sonudur. Zîrâ kelâm burada tamam olmaktadır″ diye buyurmuştur. İmam Şâfii ise, buradaki tilâvet secdesinin yeri, Sûre-i Fussilet, Âyet 37’nin sonudur, diye buyurmuştur.


NECM SÛRESİ

﴿ اَفَمِنْ هٰذَا الْحَد۪يثِ تَعْجَبُونَۙ ﴿٥٩﴾ وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَۙ ﴿٦٠﴾ وَاَنْتُمْ سَامِدُونَ ﴿٦١﴾ فَاسْجُدُوا لِلّٰهِ وَاعْبُدُوا (سَجْدَه) ﴿٦٢﴾

59-62. Şimdi siz, bu söze mi (Kur’ân’a mı) hayret ediyorsunuz?* Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz?* Siz, gaflet içinde oyalanıyorsunuz!* Artık Allah’a secde edin ve ibâdette bulunun. (Secde âyetidir)

İzah: Bu âyetlerle ilgili olarak Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu şu Hadis-i Şerif’i nakleder:

لَمَّا نَزَلَتْ {أَفَمِنْ هَذَا الْحَدِيثِ تَعْجَبُونَ. وَتَضْحَكُونَ وَلا تَبْكُونَ} بَكَى أَصْحَابُ الصُّفَّةِ حَتَّى جَرَتْ دُمُوعُهُمْ عَلَى خُدُودِهِمْ، فَلَمَّا سَمِعَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَنِينَهُمْ بَكَى مَعَهُمْ، فَبَكَيْنَا بِبُكَائِهِ، فَقَالَ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: لَا يَلِجُ النَّارَ مَنْ بَكَى مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ، وَلَا يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مُصِرٌّ عَلَى مَعْصِيَةٍ، وَلَوْ لَمْ تُذْنِبُوا لَجَاءَ اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُذْنِبُونَ فَيَغْفِرُ لَهُمْ (هب عن ابى هريرة)

″Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz? Siz, gaflet içinde oyalanıyorsunuz!″ âyetleri indiği zaman, Ashâb-ı Suffa ağladı ve gözyaşları yanaklarından aktı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem onların ağladığını işitince, kendisi de ağladı. Biz de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber ağladık. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″Allah korkusuyla ağlayan kişi, Cehenneme girmeyecektir. Mâsiyette ısrar eden kişi de Cennete girmeyecektir. Eğer sizler günah işlemeseydiniz, Allah’u Teâlâ sizin yerinize günah işleyecek bir kavim yaratırdı ve onları bağışlardı.″[1]

Ayrıca Sûre-i Necm, Âyet 62, secde âyeti olup, okuyan veya dinleyen herkesin ″Tilâvet Secdesi″ yapması gerekir. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

سَجَدَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالنَّجْمِ وَسَجَدَ مَعَهُ الْمُسْلِمُونَ وَالْمُشْرِكُونَ وَالْجِنُّ وَالْإِنْسُ (خ عن ابن عباس)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Necm Sûresi’ni okuyunca secde etti ve onunla birlikte Müslümanlar, müşrikler, cinler ve bütün insanlar da secde ettiler.″[2]

Müşrikler de dâhil orada bulunan herkesin niçin secde ettiklerine dair geniş bilgi için bu sûrenin 19 ve 20. âyetlerinin izahına bakınız.


[1] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 811; Celâleddin es-Suyûti, ed-Dürr’ül-Mensûr, c. 14, s. 66.

[2] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Necm 5.


NEML SÛRESİ

﴿ فَمَكَثَ غَيْرَ بَع۪يدٍ فَقَالَ اَحَطْتُ بِمَا لَمْ تُحِطْ بِه۪ وَجِئْتُكَ مِنْ سَبَأٍ بِنَبَأٍ يَق۪ينٍ ﴿٢٢﴾ اِنّ۪ي وَجَدْتُ امْرَاَةً تَمْلِكُهُمْ وَاُو۫تِيَتْ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ وَلَهَا عَرْشٌ عَظ۪يمٌ ﴿٢٣﴾ وَجَدْتُهَا وَقَوْمَهَا يَسْجُدُونَ لِلشَّمْسِ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّب۪يلِ فَهُمْ لَا يَهْتَدُونَۙ ﴿٢٤﴾ اَلَّا يَسْجُدُوا لِلّٰهِ الَّذ۪ي يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُخْفُونَ وَمَا تُعْلِنُونَ (سَجْدَه) ﴿٢٥﴾ اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ ﴿٢٦﴾

22-26. Çok geçmeden Hüdhüd geldi ve Süleyman’a dedi ki: ″senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe’den muhakkak bir haberle geldim.* Sebe ahâlisinin hükümdarını bir kadın buldum. Kendisine (hükümdarların muhtaç olduğu) her şeyden verilmiş ve onun kendine has büyük bir arşı da (köşkü de) var.* Onu ve kavmini, Allah’ı bırakıp güneşe tapar buldum. Şeytan, onlara amellerini güzel göstermiş ve kendilerini doğru yoldan alıkoymuş. Onlar da bu sebeple hak yolu bulamıyorlar.* Göklerde ve yerde gizli olan şeyleri açığa çıkaran, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen Allah’a secde etmemeleri için, şeytan onlara böyle yapmış. (Secde âyetidir)* Kendinden başka ilah olmayan Allah, büyük Arş’ın Rabbidir.

İzah: Sebe, Yemen’de bulunan bir memlekettir. Oranın hükümdarı Belkıs adında bir kadındı. Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere, Belkıs’ın büyük bir arşı vardı. Onun bu arşı hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

- Bu kadının arşının uzunluğu seksen zirâ, eni de kırk zirâ idi. Yukarı doğru yüksekliği de otuz zirâ idi. İnci, kırmızı yakut ve ye­şil zebercetle süslü idi.

Zirâ; Türkçe’de arşın anlamına gelmektedir. Bir arşın genellikle 48 cm’dir.[1] Bu ölçüye göre Belkıs’ın büyük olan arşı; 38.4 metre uzunluğunda, 19.2 metre genişliğinde ve 14.4 metre yüksekliğinde büyük muazzam bir köşk idi.

İşte Hüdhüd geldiğinde: ″Ben bir memlekete gittim. Onların bir melikeleri var. Onlar, güneşe tapıyorlar. Sana ordan haber getirdim″ dedi. Süleyman Aleyhisselâm çok sevinmişti. ″Onları dînime dönderir; Müslüman ederim″ dedi. Hüdhüd suyun yerini gösterdi, oradan su çıktı. Herkes o sudan içti ve rahatladı.


[1] Zirâ, zamana, mekâna ve ölçülen nesnenin cinsine göre çeşitlilik gösteren bir ölçü birimidir.


SECDE sÛRESİ

﴿ اِنَّمَا يُؤْمِنُ بِاٰيَاتِنَا الَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِّرُوا بِهَا خَرُّوا سُجَّدًا وَسَبَّحُوا بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ (سَجْدَه) ﴿١٥﴾

15. Bizim âyetlerimize, ancak o kimseler îman ederler ki, bunlarla kendilerine öğüt verildiği zaman, secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd ile tesbih ederler de kibirlenmezler. (Secde âyetidir)


İNŞİKÂK SûRESİ

﴿ فَلَٓا اُقْسِمُ بِالشَّفَقِۙ ﴿١٦﴾ وَالَّيْلِ وَمَا وَسَقَۙ ﴿١٧﴾ وَالْقَمَرِ اِذَا اتَّسَقَۙ ﴿١٨﴾ لَتَرْكَبُنَّ طَبَقًا عَنْ طَبَقٍۜ ﴿١٩﴾ فَمَا لَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَۙ ﴿٢٠﴾ وَاِذَا قُرِئَ عَلَيْهِمُ الْقُرْاٰنُ لَا يَسْجُدُونَۜ (سَجْدَه) ﴿٢١﴾

16-21. Yemin olsun şafağa,* geceye ve kapladığı şeylere* ve dolunay hâlindeki aya ki,* şüphesiz siz, halden hâle geçeceksiniz!* O halde onlara ne oluyor da îman etmiyorlar?* Ve onlara Kur’ân okunduğu zaman, secde etmiyorlar? (Secde âyetidir)

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Şüphesiz siz, halden hâle geçeceksiniz!″ diye buyrulmaktadır. Yani muhtelif hayat safhaları geçireceksiniz. Evvela, bir nutfeden yaratılmış, sonra bir insan sûretinde dünyâya çıkarılmış idiniz, hayatta oldukça sıhhat ve hastalık gibi, servet ve ihtiyaç gibi muhtelif hâllere mâruz olursunuz. Daha sonra da ölecek ve mahşerde tekrar hayata kavuşup lâyık olduğunuz yerlere sevk edileceksiniz. İşte bu bir hakikattir.[1]


[1] Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’ân-ı Kerîm Meâli Âlîsi ve Tefsîri, c. 8, s. 4000.


ALAK SûRESİ

﴿ اَرَاَيْتَ الَّذ۪ي يَنْهٰىۙ ﴿٩﴾ عَبْدًا اِذَا صَلّٰىۜ ﴿١٠﴾ اَرَاَيْتَ اِنْ كَانَ عَلَى الْهُدٰىۙ ﴿١١﴾ اَوْ اَمَرَ بِالتَّقْوٰىۜ ﴿١٢﴾ اَرَاَيْتَ اِنْ كَذَّبَ وَتَوَلّٰىۜ ﴿١٣﴾ اَلَمْ يَعْلَمْ بِاَنَّ اللّٰهَ يَرٰىۜ ﴿١٤﴾ كَلَّا لَئِنْ لَمْ يَنْتَهِ۬ لَنَسْفَعًا بِالنَّاصِيَةِۙ ﴿١٥﴾ نَاصِيَةٍ كَاذِبَةٍ خَاطِئَةٍۚ ﴿١٦﴾ فَلْيَدْعُ نَادِيَهُۙ ﴿١٧﴾ سَنَدْعُ الزَّبَانِيَةَۙ ﴿١٨﴾ كَلَّاۜ لَا تُطِعْهُ وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ (سَجْدَه) ﴿١٩﴾

9-19. O kimseyi gördün mü ki, nehyediyordu;* bir kulu namaz kıldığı vakit.* Gördün mü, ya o nehyetmek istediği zât, hidâyet üzere ise* yahut takva ile emrettiyse.* Gördün mü, ya diğeri, hakkı yalanladı ve yüz çevirdi ise,* o nehyeden, bu halleri Allah’ın gördüğünü bilmez mi?* Hayır, hayır! Yemin olsun ki bundan vazgeçmezse, elbette perçeminden tutup sürükleriz (Cehenneme atarız);* o günahkâr ve yalancının perçeminden.* Artık o, meclisini ve yardımcılarını çağırsın.* Biz de zebânileri çağıracağız.* Hayır, hayır! Ona itaat etme. Secde et ve Rabbine yakınlığa devam et. (Secde âyetidir)

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Bir kulu″ diye geçen kişi, Muhammed Mustafa Sallallâhu aleyhi ve sellem’dir. ″Onu namazdan nehyetmek isteyen kişi″ de, Ebû Cehil’dir.

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle anlatmıştır:

كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُصَلِّي فَجَاءَ أَبُو جَهْلٍ فَقَالَ أَلَمْ أَنْهَكَ عَنْ هَذَا أَلَمْ أَنْهَكَ عَنْ هَذَا أَلَمْ أَنْهَكَ عَنْ هَذَا فَانْصَرَفَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَزَبَرَهُ فَقَالَ أَبُو جَهْلٍ إِنَّكَ لَتَعْلَمُ مَا بِهَا نَادٍ أَكْثَرُ مِنِّي فَأَنْزَلَ اللّٰهُ {فَلْيَدْعُ نَادِيَهُ سَنَدْعُ الزَّبَانِيَةَ} فَقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ فَوَاللّٰهِ لَوْ دَعَا نَادِيَهُ لَأَخَذَتْهُ زَبَانِيَةُ اللّٰهِ (ت عن ابن عباس)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, namaz kılmakta idi. Ebu Cehil geldi ve ″Seni bu işten nehyetmedim mi? Seni bu işten nehyetmedim mi?″ dedi. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, namazı bitirince, Ebû Cehil’e sert davrandı. Bunun üzerine Ebû Cehil, ″Sen de gâyet iyi bilirsin ki, Mekke’de benim meclisimden daha kalabalık bir meclis yoktur″ dedi. Bunun üzerine Allah’u Teâlâ: ″Artık o, meclisini ve yardımcılarını çağırsın.* Biz de zebânileri çağırırız″ diye geçen Sûre-i Alak, Âyet 17-18’i indirdi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ dedi ki: Ebû Cehil, meclisini çağırmış olsaydı, Allah’ın zebânileri onu mutlaka yakalayıp kapıvereceklerdi.[1]


[1] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 85