A’RÂF SÛRESİ

﴿ لَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحًا اِلٰى قَوْمِه۪ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اِنّ۪ٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ ﴿٥٩﴾ قَالَ الْمَلَ۬أُ مِنْ قَوْمِه۪ٓ اِنَّا لَنَرٰيكَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٦٠﴾

59-60. Yemin olsun ki, Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da: ″Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin. Sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Şüphesiz ki ben, sizin büyük bir günün azâbına uğramanızdan korkarım″ dedi.* Kavminden ileri gelenler de ona: ″Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz″ dediler.

İzah: Nûh Aleyhisselâm, İdris Aleyhisselâm’ın torunlarındandır. İdris Aleyhisselâm göğe çekildikten sonra insanlar, yine doğru yoldan ayrılmış ve putlara tapar olmuşlardı. Allah’u Teâlâ da onlara Peygamber olarak Nûh Aleyhisselâm’ı gönderdi.

Nûh Aleyhisselâm, dokuz yüz elli sene boyunca kavmini dîne dâvet etmiş, fakat onlar her defasında, kendisine îman etmeyerek, ona eziyet etmişlerdi. Bu husus Sûre-i Ankebût, Âyet 14’te şöyle geçmektedir:

″Yemin olsun ki Biz, Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli sene onların arasında (Peygamber olarak) kaldı. Nihâyet onlar, zâlimler oldukları halde tufan onları helâk etti.″

Nûh Aleyhisselâm, artık onların îman etmelerinden ümit kesince, âyette de geçtiği üzere Allah’a nidâ ederek yardım istemiştir. Allah’u Teâlâ da, tufan ile o kâfirlerin hepsini helâk etmiştir.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir hadiste, şöyle buyrulmaktadır:

بَعَثَ اللّٰهُ نُوحًا لأَرْبَعِينَ سَنَةً وَلَبِثَ فِي قَوْمِهِ أَلْفَ سَنَةٍ إِلَّا خَمْسِينَ عَامًا يَدْعُوهُمْ وَعَاشَ بَعْدَ الطُّوفَانِ سِتِّينَ سَنَةً حَتَّى كَثُرَ النَّاسُ وَفَشَوْا (ك عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ, Nûh’u kırk yaşında Peygamber kıldı. Dokuz yüz elli sene kavmini dîne dâvet etti. Altmış sene de insanlar çoğalıncaya ve yayılıncaya kadar tufandan sonra yaşadı.″[1]

Nûh Aleyhisselâm hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ أَكْرَمَ ذَا سِنٍّ فِي الإِسْلَامِ كَأَنَّهُ قَدْ أَكْرَمَ نُوحًا فِي قَوْمِهِ وَمَنْ أَكْرَمَ نُوحًا فِي قَوْمِهِ فَقَدْ أَكْرَمَ اللّٰهَ (خط كر عن أنس)

″Bir kimse Müslümanlıkta ihtiyarlayan bir kimseye ikram ederse, Nûh’a ikram etmiş gibidir. Kavmi içinde Nûh’a ikram eden de Allah’u Teâlâ’ya ikram etmiş olur.″[2]

﴿ قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ ب۪ي ضَلَالَةٌ وَلٰكِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٦١﴾ اُبَلِّغُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَاَنْصَحُ لَكُمْ وَاَعْلَمُ مِنَ اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ ﴿٦٢﴾ اَوَعَجِبْتُمْ اَنْ جَٓاءَكُمْ ذِكْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ مِنْكُمْ لِيُنْذِرَكُمْ وَلِتَتَّقُوا وَلَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ ﴿٦٣﴾

61-63. Nûh dedi ki: ″Ey kavmim! Bende hiç bir sapıklık yoktur. Aksine ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir Peygamberim.* Ben size Rabbimin emirlerini tebliğ ediyorum ve size nasihat ediyorum. Allah tarafından gelen vahiy ile sizin bilmediklerinizi bilirim.* Sizi uyarmak ve sizin de uyarı sebebiyle küfür ve mâsiyetten sakınmanız ve rahmete nâil olmanız için içinizden bir adam vâsıtası ile Rabbinizden size bir öğüt gelmesine mi hayret ediyorsunuz?″

﴿ فَكَذَّبُوهُ فَاَنْجَيْنَاهُ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ وَاَغْرَقْنَا الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا عَم۪ينَ۟ ﴿٦٤﴾

64. Buna rağmen Nûh’u yalanladılar. Biz de onu ve onunla beraber gemide onunları kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları da tufanda gark ettik. Çünkü onlar, kalpleri (İslâm’a karşı) kör kimselerdi.

İzah: Nûh Aleyhisselâm’a kavminden çok az kimse îman etmişti. Kavmi kendisini yalanlayıp, alay ederlerdi. Nûh Aleyhisselâm onlara dokuz yüz elli sene nasihat etmesine rağmen, onlar yine îmandan yüz çevirince, onlardan ümidini kesti ve onların helâki için duâ etti. Bu duâsı kabul edildi ve Allah’u Teâlâ tarafından bir gemi yapması emredildi.

Nûh Aleyhisselâm’ın kavminden çok az kimse gemiye binmişti. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, iman ederek gemiye binenler seksen kişi idi ve gark olmaktan sâdece bunlar kurtuldu.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 244/12; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3964.

[2] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 408/8.


YÛNUS SÛRESİ

﴿ وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ نُوحٍۢ اِذْ قَالَ لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكُمْ مَقَام۪ي وَتَذْك۪ير۪ي بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَعَلَى اللّٰهِ تَوَكَّلْتُ فَاَجْمِعُٓوا اَمْرَكُمْ وَشُرَكَٓاءَكُمْ ثُمَّ لَا يَكُنْ اَمْرُكُمْ عَلَيْكُمْ غُمَّةً ثُمَّ اقْضُٓوا اِلَيَّ وَلَا تُنْظِرُونِ ﴿٧١﴾ فَاِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَمَا سَاَلْتُكُمْ مِنْ اَجْرٍۜ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِۙ وَاُمِرْتُ اَنْ اَكُونَ مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ ﴿٧٢﴾

71-72. Ey Resûlüm! Onlara, Nûh’un kıssasını oku. Hani o, kavmine şöyle demişti: ″Ey kavmim! Benim, içinizde bulunmam ve Allah’ın âyetleri ile nasihat etmem size ağır geliyorsa, bilin ki ben, Allah’a tevekkül ettim. Siz de Allah’a ortak koştuğunuz şeylerle beraber aleyhimdeki kötü maksatlarınızı aranızda kararlaştırın. Sonra bana yapacağınızı âşikâre yapın. Sonra hakkımda hükmünüzü verin, bana mühlet de vermeyin.″* ″Yine hakkı kabulden yüz çevirirseniz, ben sizden bir ücret istemedim. Benim mükâfatım, ancak Allah’a aittir ve ben, Müslümanlardan olmakla emrolundum.″

İzah: Peygamberler, hayatlarını tehlikeye atarak yaptıkları tebliğ ve nasihatlardan dolayı hiçbir şekilde ücret ve menfaat gözetmemişlerdir. Nitekim Peygamberlerin kıssalarını anlatan âyetlere bakıldığı zaman, bu hususa vurgu yapıldığı görülmektedir.

Peygamberlerin vârisleri olan âlimlerin de böyle olmaları gerekir. Sûre-i Yâsîn, Âyet 20-21’de; Îsâ Aleyhisselâm’ın ümmetinden olan bâzı âlimlerin, Antakya ahâlisini dîne dâvet için gittiklerinde, dîni tebliğ etme karşılığında, onlardan bir ücret talep etmedikleri şöyle geçmektedir:

″O esnâda şehrin öbür ucundan bir adam (Habib-i Neccâr) koşarak geldi ve şehir ahâlisine şöyle dedi: ″Ey kavmim! Bu Resullere tâbi olun.* Sizden hiçbir ücret istemeyen ve hidâyete ermiş olan bu kimselere tâbi olun.″

Bu sebeple nasihat, Allah için yapılır. Kur’ân, Allah için okunur ve bunlar yapılırken hiç kimseden bir menfaat beklenmez. Bunun karşılığı ancak Allah’u Teâlâ’dan beklenir.

Bu husus nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle geçmektedir:

أَنَّهُ مَرَّ عَلَى قَارِئٍ يَقْرَأُ القُرآنَ ثُمَّ يَسْألُ النَّاسَ بِهِ فاسْتَرْجَعَ وَقالَ: سَمِعْتُ رَسُولُ اللّٰهِ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يقُولُ: مَنْ قَرَأَ الْقُرآنَ فَلْيَسْأَلِ اللّٰهَ بِهِ سَيَجِئُ أَقْوَامٌ يَقْرَأُونَ الْقُرآنَ وَيَسْأَلُونَ بِهِ النَّاسَ (ت عن عمران بن حصين )

İmran İbn-i Husayn Radiyallâhu anhu, Kur’ân okuyan arkasından da buna mukabil halktan dünyâlık taleb eden birine rastlamıştı. ″İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn!″[1] deyip arkasından şu açıklamayı yaptı: Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’i şöyle derken işitmiştim: ″Kim Kur’ân okursa isteyeceğini Allah’tan istesin. Zîrâ birtakım insanlar zuhur edecek, onlar Kur’ân okuyup, okudukları mukabilinde halktan dünyâlık isteyecekler.″[2]

Nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

دَخَلَ رَجُلَانِ مِنْ أَصْحَابِ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَسْجِدًا، فَلَمَّا سَلَّمَ الْإِمَامُ قَامَ رَجُلٌ فَتَلَا آيَاتٍ مِنَ الْقُرْآنِ، ثُمَّ سَأَلَ، فَقَالَ أَحَدُهُمَا: إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ: سَيَجِيءُ قَوْمٌ يَسْأَلُونَ بِالْقُرْآنِ، فَمَنْ سَأَلَ بِالْقُرْآنِ فَلَا تُعْطُوهُ (عن فضيل بن عمرو)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbından iki kişi, bir gün bir mescide geldiler. İmam namazdan selâm verince, cemaatten biri bir miktar Kur’ân okudu, sonra da yardım istedi. Olaydan müteessir olan Sahâbîlerden biri dedi ki: ″İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn (Muhakkak ki, biz O’ndan geldik ve elbette yine O’na döneceğiz).″ Resûsullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’i şöyle derken işitmiştim: ″Pek yakın bir gelecekte bir grup insan türeyecek, bunlar Kur’ân’ı âlet edip dilenecekler. Bu işi kimin yaptığını görürseniz, sakın ona bir şey vereyim demeyin.″[3]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مِنْ اِقْتِرَابِ السَّاعَةِ اِذَا كَثُرَ خُطَبَاءِ مَنَابِرِكُمْ وَرَكَنَ عُلَمَاؤُكُمْ اِلَى وُلَاتِكُمْ فَأَحَلُّوا لَهُمُ الْحَرَامَ وَحَرَّمُوا عَلَيْهِمُ الْحَلَالَ فَأَ‏فْتُوهُمْ بِمَا يَشْتَهُونَ، وَيُعَلِّمُ عُلَمَائَكُمْ لِيُحِلُّوا بِهِ دَنَانِيرَكُمْ وَدَرَاهِمَكُمْ، وَاتَّخَذْتُمُ الْقُرْآنَ تِجَارَةً ‏(‏الديلمي عن علي‏)‏‏

″Minberlerinizin hatipleri çoğaldığı, âlimleriniz idarecilere meylettikleri, haram olan şeyleri onlara helâl, helâl olanları da haram ederek arzularına göre fetvâ verdikleri zaman, yine âlimleriniz sırf dinar ve dirhemleriniz için öğrettikleri zaman, bir de Kur’ân’ı ticaret vesîlesi edindiğiniz zaman, bilin ki kıyâmet yaklaşmıştır.″[4]

Yine bu hususta Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

خَرَجَ عَلَيْنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَنَحْنُ نَقْرَأُ الْقُرْآنَ وَفِينَا الْأَعْرَابِىُّ وَالْأَعْجَمِىُّ فَقَالَ اقْرَؤُا فَكُلٌّ حَسَنٌ وَسَيَجِيءُ أَقْوَامٌ يُق۪يمُونَهُ كَمَا يُقَامُ الْقِدْحُ يَتَعَجَّلُونَهُ وَلَا يَتَأَجَّلُونَهُ (د عن جابر)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, bizler Kur’ân okuyorken yanımıza geldi; aramızda Arap da vardı, Arap olmayan da. Şöyle buyurdu: ″Okuyun, her okuyuş güzel­dir. İlerde bir kavim gelecektir ki bunlar, Kur’ân’ın kelime ve lafızlarını, okun yon­tulması gibi yontacaklar. Ondan hâsıl olan ecri âhirete bırakmayıp, dünyâda iken karşılığını alacaklar.″[5]

Kur’ân okuyanlar hakkında Tabiinden Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

Kur’ân okuyucuları üç grupta mütalaa edilir:

Bir grup vardır ki, bunlar Kur’ân kıraatini geçimlerine vasıta yapıp bu yoldaki kazançlarıyla hayatlarını sürdürürler. Bunlar dilenci grubudur.

Diğer bir grup vardır ki, bunlar bütün tecvid kaidelerine de uyarak okumayı başarırlar, ama Kur’ânla amel etmezler, onu istismar ederek halkın kendilerine rağbetini sağlarlar. Devlet adamlarının bu sayede teveccühlerini elde ederler. Bu sınıfın çoğunu hafızlar teşkil eder. Allah’u Teâlâ onların sayısını artırmasın.

Diğer bir grup da vardır ki, onlar Kur’ânın ilahi feyzine yönelmiş-lerdir. Kalplerine arız olan hastalıkları bu feyizle tedavi ederler, daima Allah’tan sakınırlar. Şiarları ciddiyet ve vakardır. Allah’u Teâlâ onları rahmetiyle taltif etsin ve düşmanlarına üstün kılsın. Ancak, Allah’a yemin ederim ki, Hamele-i Kur’ân’ın (âlimlerin) bu sınıfından olanlar parmakla gösterecek kadar azdır ve her biri bir değerdir.[6]

İşte Âyet-i Kerîme’de geçtiği gibi, İslâm’ı yaymak karşılığında dünyâlık bir ücret beklenemez. İnsanlara ilim öğretmek ve Kur’ân okumak karşılığında bir ücret beklemek haramdır. Ancak istemedikleri halde, kendilerine verilen hediyeyi almalarında, bir sakınca yoktur. Peygamberler ve ulemâ, dîne yaptıkları hizmetlerin karşılığını kullardan değil, ancak Allah’u Teâlâ’dan beklemişlerdir.

﴿ فَكَذَّبُوهُ فَنَجَّيْنَاهُ وَمَنْ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ وَجَعَلْنَاهُمْ خَلَٓائِفَ وَاَغْرَقْنَا الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۚ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُنْذَر۪ينَ ﴿٧٣﴾

73. Kavmi, Nûh’u yalanladılar. Biz, Nûh’u ve gemide onunla beraber olanları kurtardık ve onları (yeryüzünde) halifeler kıldık. Âyetlerimizi yalanlayanları da tufanla gark ettik. Ey Resûlüm! Bak, uyarıldıkları halde, kabul etmeyenlerin âkıbeti nasıl oldu?

İzah: Kavmi, Nûh Aleyhisselâm’ı yalanlayınca, Allah’u Teâlâ tufanla hepsini gark etti. Yeryüzünde karada yaşayan insanlar, hayvanlar, ne varsa hepsi ölmüştü. Çünkü tufanda su, dünyânın en yüksek dağından kırk arşın daha yukarıya yükselmişti. Daha sonra insanlar, Nûh Aleyhisselâm’a îman edip gemiye binenlerden dünyâ yüzüne yayıldı. Allah’u Teâlâ bu gark edilenlerin yerine bunları getirdi ve nesil tekrar onlardan çoğaldı. İşte bu âyette geçen halifeler kıldık, ifadesi bu anlamdadır. Yine karada yaşayan hayvanlar da, Nûh Aleyhisselâm’ın gemiye aldığı hayvanlardan çoğalmıştır.

Nûh Aleyhisselâm’ın kıssası hakkında geniş bilgi için Sûre-i Hûd, Âyet 25-49 ve izahlarına bakınız.


[1] Sure-i Bakara, Âyet 156: Bu Âyet-i Kerîme; musîbet ve belâ anında okunur, sünnet-i seniyyedir.

[2] Sünen-i Tirmizî, Fedâil’ul-Kur’ân 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 19039; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 14788; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 434.

[3] Nevevî, et-Tibyan, s. 29; Yüce Kitabımız Hz Kur’ân, s. 57.

[4] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 448/10.

[5] Sünen-i Ebû Dâvud, Salât 139; Rudânî, Câm’ul-Fevâid, Hadis No: 7352.

[6] Ebû Şâme, el-Mürşid’ul-Vecîz, s. 209; Dr. Tayyar Altıkulaç, Yüce Kitabımız Hz Kur’ân, s. 57-58.


HÛD SÛRESİ

﴿ وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحًا اِلٰى قَوْمِه۪ۘ اِنّ۪ي لَكُمْ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌۙ ﴿٢٥﴾ اَنْ لَا تَعْبُدُٓوا اِلَّا اللّٰهَۜ اِنّ۪ٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ اَل۪يمٍ ﴿٢٦﴾

25-26. Yemin olsun ki Nûh’u, kavmine Peygamber olarak gönderdik. O, kavmine dedi ki: ″Şüphesiz ben, sizin için apaçık bir uyarıcıyım.* Allah’tan başkasına ibâdet etmeyin. Şüphesiz ben, elim bir günün azâbına uğramanızdan korkarım.″

İzah: İdris Aleyhisselâm göğe çekildikten sonra Âdemoğulları, putlara tapar olmuşlardı. Allah’u Teâlâ’da onlara Peygamber olarak Nûh Aleyhisselâm’ı gönderdi.

Nûh Aleyhisselâm dokuzyüz elli sene boyunca kavmini dîne dâvet etmiş. Fakat her defasında kendisine îman etmeyerek, ona eziyet etmişlerdi. Bu husus Sûre-i Ankebût, Âyet 14’te şöyle geçmektedir:

″Yemin olsun ki Biz, Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli sene onların arasında (Peygamber olarak) kaldı. Nihâyet onlar, zâlimler oldukları halde tufan onları helâk etti.″

Nûh Aleyhisselâm, artık onların îman etmelerinden ümit kesince, onların helâk olmaları için Allah’u Teâlâ’ya nidâ ederek yardım istemiştir. Allah’u Teâlâ da, tufan ile o kâfirlerin hepsini helâk etmiştir.

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmaktadır:

بَعَثَ اللّٰهُ نُوحًا لأَرْبَعِينَ سَنَةً وَلَبِثَ فِي قَوْمِهِ أَلْفَ سَنَةٍ إِلَّا خَمْسِينَ عَامًا يَدْعُوهُمْ وَعَاشَ بَعْدَ الطُّوفَانِ سِتِّينَ سَنَةً حَتَّى كَثُرَ النَّاسُ وَفَشَوْا (ك عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ, Nûh’u kırk yaşında Peygamber kıldı. Dokuzyüz elli sene kavmini dîne dâvet etti. Altmış sene de insanlar çoğalıncaya ve yayılıncaya kadar tufandan sonra yaşadı.″[1]

﴿ فَقَالَ الْمَلَ۬أُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ مَا نَرٰيكَ اِلَّا بَشَرًا مِثْلَنَا وَمَا نَرٰيكَ اتَّبَعَكَ اِلَّا الَّذ۪ينَ هُمْ اَرَاذِلُنَا بَادِيَ الرَّأْيِۚ وَمَا نَرٰى لَكُمْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلٍ بَلْ نَظُنُّكُمْ كَاذِب۪ينَ ﴿٢٧﴾

27. Nûh’un kavminden ileri gelen kâfirler: ″Biz seni ancak bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. İçimizden sana, basit görüşlü olan en aşağı kimselerden başkasının tâbi olduğunu da görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin, yalancı kimseler olduğunuzu zannediyoruz″ dediler.

İzah: Burada ve birçok âyette geçtiği üzere, Peygamberler hakkı tebliğ ettiklerinde, ilk başta özellikle de zengin ve eşraftan olan insanların tereddütü olmuştur. Hattâ bunların çoğu, nefislerine uyarak hakkı inkâr etmişlerdir. Îman edenler ise genellikle eşraf olan kesim tarafından hor ve hakir görülen kimselerdir. Bu husus hemen aşağıda Sûre-i Hûd, Âyet 29-30’un izahında geniş olarak izah edilmiştir.

﴿ قَالَ يَا قَوْمِ اَرَاَيْتُمْ اِنْ كُنْتُ عَلٰى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبّ۪ي وَاٰتٰين۪ي رَحْمَةً مِنْ عِنْدِه۪ فَعُمِّيَتْ عَلَيْكُمْۜ اَنُلْزِمُكُمُوهَا وَاَنْتُمْ لَهَا كَارِهُونَ ﴿٢٨﴾

28. Nûh, kavmine dedi ki: ″Ey kavmim! Eğer Rabbimden, (dâvâmın doğruluğuna dair) açık bir delilim varsa ve Allah katından bana bir rahmet olarak Peygamberlik verilmişse, siz de bunlara kör kalmışsanız, sizleri, istemediğiniz halde İslâm’a zorla mı girdireyim? Söyleyin.″

İzah: Nûh Aleyhisselâm kavmine hitâben: ″Bana âyet, mûcize ve Peygamberlik verildiği; siz de bu âyet ve mûcizeleri açıkça gördüğünüz halde, hakkı bilerek inkâr eden körler olmuşsanız, sizler bu durumda iken, zorla hakkı kabul ettirip İslâm’a girdirebilir miyim?″ dedi.

Kâfirlerin hak olan doğru karşısında sağır ve kör olduklarına dair Sûre-i Hûd, Âyet 24’e bakınız.

﴿ وَيَا قَوْمِ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مَالًاۜ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ وَمَٓا اَنَا۬ بِطَارِدِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ اِنَّهُمْ مُلَاقُوا رَبِّهِمْ وَلٰكِنّ۪ٓي اَرٰيكُمْ قَوْمًا تَجْهَلُونَ ﴿٢٩﴾ وَيَا قَوْمِ مَنْ يَنْصُرُن۪ي مِنَ اللّٰهِ اِنْ طَرَدْتُهُمْۜ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ ﴿٣٠﴾

29-30. ″Ey kavmim! Ben, tebliğden dolayı sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım, ancak Allah’a aittir. Ben, îman edenleri kovacak da değilim. Şüphesiz onlar, Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi câhillik eden bir topluluk olarak görüyorum.* Ey kavmim! Eğer ben onları kovarsam, Allah’a karşı bana kim yardım edebilir? Hiç düşünmez misiniz?″

İzah: Nûh Aleyhisselâm’a îman etmeyen kavmi, gördükleri mûcizeler karşısında, onun hakiki Peygamber olduğunu bildiler. Fakat Nûh Aleyhisselâm’a tâbi olan kişileri; sefih ve câhil olarak gördükleri için kibirlerinden bunlarla bir arada ve aynı seviyede olmak nefislerine ağır geldi. Nûh Aleyhisselâm’dan bunları yanından kovmasını istediler. Ancak bu şekilde kendisine inanacaklarını beyan ettiler. Bu husus Sûre-i Şuarâ, Âyet 111’de de:

Kavmi: ″Sefil ve câhil insanlar sana tâbi olmuşken, biz sana îman eder miyiz?″ dediler diye geçmektedir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında da Sûre-i En’âm, Âyet 52 ve Sûre-i Kehf, Âyet 28’de geniş olarak geçtiği üzere Mekke’nin beyleri, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e: ″Biz, şu Ashâbın senin yanında iken seninle konuşamayız. Çünkü onlar fakir ve kölelerden olan kimselerdir. Onların ter kokuları bizi rahatsız ediyor. Biz onlarla aynı seviyeye de mi olacağız? Onları yanından uzaklaştırırsan seninle görüşürüz″ dediler. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de: ″Ben onları yanımdan kovucu değilim″ dedi.

Nitekim bütün Peygamberlere ilk olarak tâbi olanlar, genellikle halkın alt kesiminden, câhil olarak görülen fakir ve köleler olmuştur. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu hâdise nakledilmiştir:

Ebû Süfyan, Müslüman olmadan önce, Bizans İmparatoru Heraklius ile karşılaşıp Peygamber Efendimiz hakkında konuşurken:

وَسَأَلْتُكَ أَشْرَافُ النَّاسِ اتَّبَعُوهُ أَمْ ضُعَفَاؤُهُمْ، فَذَكَرْتَ أَنَّ ضُعَفَاءَهُمْ اتَّبَعُوهُ، وَهُمْ أَتْبَاعُ الرُّسُلِ اللّٰهِ (خ عن ابن عباس)

Heraklius: ″Ona halkın ileri gelenleri mi yoksa zayıfları mı tâbi oluyor?″ diye sordum. Sen: ″Ona insanların zayıflarının tâbi olduğunu söyle­din. Zâten Peygamberlere ilk olarak bunlar tâbi olurlar″ diye söylemiştir.[2]

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اِنَّ الدِّينَ بَدَأَ غَرِيبًا وَيَرْجِعُ غَرِيبًا فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ الَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَ النَّاسُ مِنْ بَعْدِى مِنْ سُنَّتِى. (ت عن عمرو بن عوف المزنى)

″Bu din garip olarak geldi (gariplerin eli ile yüceltildi), garip olarak gider. Hayır ve saadet, o garipleredir ki, onlar benden sonra insanların fesâda gittiği zamanda benim sünnetimi yaparlar ve halka da öğretirler.″[3]

﴿ وَلَٓا اَقُولُ لَكُمْ عِنْد۪ي خَزَٓائِنُ اللّٰهِ وَلَٓا اَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَٓا اَقُولُ اِنّ۪ي مَلَكٌ وَلَٓا اَقُولُ لِلَّذ۪ينَ تَزْدَر۪ٓي اَعْيُنُكُمْ لَنْ يُؤْتِيَهُمُ اللّٰهُ خَيْرًاۜ اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْۚ اِنّ۪ٓي اِذًا لَمِنَ الظَّالِم۪ينَ ﴿٣١﴾

31. Ben size, ″Allah’ın hazineleri benim yanımdadır″ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. ″Ben meleğim″ de demiyorum. Sizin hakir gördüğünüz Mü’minler için, ″Allah’u Teâlâ onlara hiçbir hayır vermez″ de demem. Onların kalplerinde olanı Allah’u Teâlâ daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem, elbette zâlimlerden olurum.

﴿ قَالُوا يَا نُوحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَاَكْثَرْتَ جِدَالَنَا فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿٣٢﴾

32. Kavmi: ″Ey Nûh! Bizimle mücâdele ettin ve bizimle olan bu mücâdelede aşırı gittin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize vaad ettiğin azâbı getir″ dediler.

İzah: Câhiller, cesur olur. İşte Nûh Aleyhisselâm’ın kavmi de, cehâletlerinden dolayı hem îman etmediler, hem de ″Haydi bize vaad ettiğin azâbı getir″ dediler. Bu cehâletleri neticesinde de büyük bir azâba uğrayıp tufanda helâk oldular.

﴿ قَالَ اِنَّمَا يَأْت۪يكُمْ بِهِ اللّٰهُ اِنْ شَٓاءَ وَمَٓا اَنْتُمْ بِمُعْجِز۪ينَ ﴿٣٣﴾ وَلَا يَنْفَعُكُمْ نُصْح۪ٓي اِنْ اَرَدْتُ اَنْ اَنْصَحَ لَكُمْ اِنْ كَانَ اللّٰهُ يُر۪يدُ اَنْ يُغْوِيَكُمْۜ هُوَ رَبُّكُمْ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَۜ ﴿٣٤﴾

33-34. Nûh dedi ki: ″O azâbı size eğer dilerse, ancak Allah’u Teâlâ getirir, siz de bunun gelmesine mâni olamazsınız.* Eğer Allah’u Teâlâ sizi azgınlığınızda bırakıp helâk olmanızı dilemişse, ben size nasihat etmek istesem de, nasihatimin size bir faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir ve O’na döndürüleceksiniz.″

﴿ اَمْ يَقُولُونَ افْتَرٰيهُۜ قُلْ اِنِ افْتَرَيْتُهُ فَعَلَيَّ اِجْرَام۪ي وَاَنَا۬ بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تُجْرِمُونَ۟ ﴿٣٥﴾

35. Yoksa o kâfirler, ″Bu vahyi, kendisi uydurdu mu?″ diyorlar. (Ey Nûh!) De ki: ″Eğer ben uydurduysam, vebâli bana aittir. Ben sizin işlediğiniz suçlardan uzağım.″

﴿ وَاُو۫حِيَ اِلٰى نُوحٍ اَنَّهُ لَنْ يُؤْمِنَ مِنْ قَوْمِكَ اِلَّا مَنْ قَدْ اٰمَنَ فَلَا تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُوا يَفْعَلُونَۚ ﴿٣٦﴾

36. Nûh’a şöyle vahyolundu: ″Kavminden îman etmiş olanlardan başka, artık hiç kimse îman etmeyecektir. Artık onların yaptıklarından dolayı mahzun olma!″

İzah: İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre; Nûh Aleyhisselâm, kavmini dîne dâvet ettiğinde, onu düşüp bayılıncaya kadar döverlerdi. Sonra bir keçeye sarıp bir evin köşesine bırakırlardı. Fakat ertesi gün yine meydana çıkar ve onları dîne dâvet ederdi.

Allah’u Teâlâ, bunlara ayıkmaları için, bir kaç sefer belâlar verdi. Belâ gelince, korkularından inandık, dediler. Sonra yine azdılar.

Yine rivâyet edildiğine göre, Nûh Aleyhisselâm’ın kavminden bir ihtiyar, oğlunu yanına aldı. Âsâsına dayanarak Nûh Aleyhisselâm’ın yanına geldi ve oğluna: ″Sakın, yavrum dikkat et, bu divâne seni aldatmasın″ deyince delikanlı, derhal babasının âsâsını aldı ve Nûh Aleyhisselâm’ın başını yardı. Bunun üzerine: ″Kavminden îman etmiş olanlardan başka, artık hiç kimse îman etmeyecektir. Onların yaptıklarından mahzun olma!″ Yani, sen sabret. Ben onları helâk edecek ve sana îman edenleri de kurtaracağım, diye vahiy geldi.

Nûh Aleyhisselâm, kavmini Allah’u Teâlâ’nın birliğine dâvet edince, onu dövdüler, ayaklarından sürüyüp attılar. Nûh Aleyhisselâm, bunları tekrar tekrar îmana dâvet etti. Bu durum dokuz yüz elli sene devam etti;[4] fakat içlerinden pek azı hâriç, çoğu îman etmediler.

Bu kâfirler, ezâ ve alaylarında git gide daha da ileri gittiler. Nihâyet Allah’u Teâlâ Nûh Aleyhisselâm’a gemi yapmasını ve kendine îman edenlerin, o gemiye binmesini emretti. Sonunda tufanda bütün kavmi helâk oldu ve sâdece o gemiye binenler kurtuldu.

﴿ وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِاَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا وَلَا تُخَاطِبْن۪ي فِي الَّذ۪ينَ ظَلَمُواۚ اِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ ﴿٣٧﴾

37. Gemiyi Bizim nezâretimiz altında ve vahyimize uygun olarak yap. Ve zâlimler hakkında Bana müracaatta bulunma. Şüphesiz ki onlar, gark olacaklardır.

İzah: Allah’u Teâlâ, Nûh Aleyhisselâm’a bir gemi yapmasını emretti ve gemiyi nasıl yapacağını Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtayla öğretti.

Rivâyet edildiğine göre geminin şeklini, her türlü detayını tarif etti. İnsan ve hayvanın kaburga kemikleri gibi birbirine çatmasını; gövdesinin ördek gövdesi gibi olmasını, tam teferruatıyla tarif etti. Bu, Allah’u Teâlâ’nın bir emri idi. Âyette: Gemiyi Bizim nezâretimiz altında ve vahyimize uygun olarak yap″ diye buyrulmuştur. Böylece gemi, Cebrâil Aleyhisselâm’ın nezâreti altında Allah’u Teâlâ tarafından tarif edilerek yapılmıştır.

Rivâyete göre, gemi tamamlanmaya yakın, kâfirler gelip geminin içini tuvalet gibi kullandılar. Nûh Aleyhisselâm, geminin içine girilmez hâle geldiğini görünce, ″Yâ Rabbi! Ben bunu nasıl temizleyeyim?″ dedi. Allah’u Teâlâ: ″Ben, onu onlara temizleteceğim″ dedi. O kavme bir uyuz hastalığı verdi. Herkes uyuz oldu. Birisi gemi içerisinde tuvalete otururken, pisliğin içine düştü. Dışarı çıktı. Onun uyuzu geçti. ″Hangi ilacı sürdün?″ dediler. O da: ″O pisliğe düştüm ve ondan sonra hastalığım geçti″ dedi. Herkes gelip, kovalarla pislik götürüp evlerinde süründüler. Hastalığın geçtiğini gören diğerleri de geldiler. En son gelenler yıkadılar, temizlediler, onun suyunu götürüp süründüler. Böylece geminin içi tertemiz oldu.

﴿ وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلَ۬أٌ مِنْ قَوْمِه۪ سَخِرُوا مِنْهُۜ قَالَ اِنْ تَسْخَرُوا مِنَّا فَاِنَّا نَسْخَرُ مِنْكُمْ كَمَا تَسْخَرُونَۜ ﴿٣٨﴾

فَسَوْفَ تَعْلَمُونَۙ مَنْ يَأْت۪يهِ عَذَابٌ يُخْز۪يهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُق۪يمٌ ﴿٣٩﴾

38-39. Nûh gemiyi yapıyordu, kavminin ileri gelenleri kendisine her uğradığında, onunla alay ediyorlardı. Nûh dedi ki: ″Bizimle alay ederseniz, bizimle alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.* İleride, zelil edecek azâbın ve dâimî olan azâbın kime geleceğini bileceksiniz.″

İzah: Nûh Aleyhisselâm gemiyi, sudan uzak ve yüksek bir yerde yaptığından dolayı, kavminin ileri gelenleri: ″Sen ne yapıyorsun?″ diyerek gülüşür, alay ederlerdi. Nûh Aleyhisselâm da onlara: ″Bugün siz bizimle alay ediyor­sunuz, fakat tufan kopup gemiye bindiğimiz de biz de sizinle alay edeceğiz″ diye cevap vermiştir.

Tûfan hâdisesi ile ilgili olarak İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şu hâdiseyi anlatır:

قَالَ الْحَوَارِيُّونَ لِعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ لَوْ بَعَثْتَ لَنَا رَجُلا شَهِدَ السَّفِينَةَ فَحَدَّثَنَا عَنْهَا فَانْطَلَقَ بِهِمْ حَتَّى انْتَهَى إِلَى كَثِيبٍ مِنْ تُرَابٍ فَأَخَذَ كَفًّا مِنْ ذَلِكَ التُّرَابِ بِكَفِّهِ فَقَالَ أَتَدْرُونَ مَا هَذَا؟ قَالُوا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ قَالَ هَذَا قَبْرُ حَامِ بْنِ نُوحٍ قَالَ فَضَرَبَ الْكَثِيبَ بِعَصَاهُ وَقَالَ قُمْ بِإِذْنِ اللّٰهِ فَإِذَا هُوَ قَائِمٌ يَنْفُضُ التُّرَابَ عَنْ رَأْسِهِ وَقَدْ شَابَ فَقَالَ لَهُ عِيسَى عَلَيْهِ السَّلَامُ هَكَذَا هَلَكْتَ؟ قَالَ لَا وَلَكِنِّي مِتُّ وَأَنَا شَابٌّ وَلَكِنِّي ظَنَنْتُ أَنَّهَا السَّاعَةُ فَمِنْ ثَمَّ شِبْتُ قَالَ حَدِّثْنَا عَنْ سَفِينَةِ نُوحٍ قَالَ كَانَ طُولُهَا أَلْفَ ذِرَاعٍ وَمِائَتَيْ ذِرَاعٍ وَعَرْضُهَا سِتَّ مِائَةِ ذِرَاعٍ وَكَانَتْ ثَلَاثَ طَبَقَاتٍ فَطَبَقَةٌ فِيهَا الدَّوَابُّ وَالْوَحْشُ وَطَبَقَةٌ فِيهَا الإِنْسُ وَطَبَقَةٌ فِيهَا الطَّيْرُ... (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن ابن عباس)

Havâriler, Meryem oğlu Îsâ’ya: Gemide bulunan birisini bizim için diriltseydin de, bize ondan bahsetseydi, dediler. Îsâ Aleyhisselâm, onları alıp götürdü ve bir toprak tepeciğine vardı. Avucuyla topraktan bir avuç alıp, ″Biliyor musunuz bu nedir?″ diye sordu. Onlar: ″Allah ve Resûlü daha iyi bilir″ dediler. Îsâ Aleyhisselâm: ″Bu, Nûh’un oğlu Hâm’ın topuğudur″ dedi ve tepeciğe âsâsı ile vurarak, ″Allah’ın izni ile kalk″ dedi. Bir de gördüler ki o, kalkmış başından toprağı silkeliyor ve ihtiyarlamış. Îsâ Aleyhisselâm ona: ″Bu şekilde mi öldün?″ diye sordu. O dedi ki: ″Hayır, genç iken öldüm. Fakat ben sandım ki, o tufan kıyâmettir. İşte bunun için ihtiyarladım. Îsâ Aleyhisselâm: ″Bize Nûh’un gemisinden bahset″ dedi. Bunun üzerine dedi ki: ″Uzunluğu bin iki yüz arşın, genişliği altı yüz arşın idi ve üç katlı idi. Bir katında hayvanlar ve vahşiler, bir katında insanlar, bir katında ise kuşlar vardı…″[5]

Bir rivâyete göre, Nûh Aleyhisselâm, Mü’minlerin çocuklarını da hayvanlardan bir zarar görmemeleri için üst kapıdan yanına alarak gemiye binmiştir.

﴿ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَ اَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُۙ قُلْنَا احْمِلْ ف۪يهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَاَهْلَكَ اِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ اٰمَنَۜ وَمَٓا اٰمَنَ مَعَهُٓ اِلَّا قَل۪يلٌ ﴿٤٠﴾

40. Nihâyet emrimiz gelip tandır kaynayınca (yerden sular çıkmaya başladığında), Nûh’a: ″Her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift, bir de aleyhlerinde daha önce hüküm verilmiş olanlar hâriç, ehlini ve îman edenleri gemiye yükle″ dedik. Zâten onunla beraber ancak çok az kimse îman etmişti.

İzah: Allah’u Teâlâ, Nûh Aleyhisselâm’a: ″Her hayvandan bir çift gemiye al; nesli bitmesin″ dedi. Nûh Aleyhisselâm çağırdı ve bütün hayvanlardan birer çift geldi, gemiye girdi.

Nûh Aleyhisselâm’ın gemiye binen üç oğlu; Sâm, Hâm ve Yâfes, kızları, kavmi ve kendisi; İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledil-diğine göre, hepsi toplam seksen kişi idi.

Nûh Aleyhisselâm’ın çocukları hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَلَدُ نُوحٍ ثَلاثَةٌ سَامٌ أَبُو الْعَرَبِ وَحَامٌ أَبُو السُّودَانِ وَيَافِثُ أَبُو التُّرْكِ (ابن كثير، التفسير القران العظيم حم عن سمرة)

″Nûh’un (gemiye binen) çocuklarından Sâm, Arapların atası; Hâm, Sûdanlıların atası; Yâfes de, Türklerin atasıdır.″[6]

﴿ وَقَالَ ارْكَبُوا ف۪يهَا بِسْمِ اللّٰهِ مَجْرٰۭۙيهَا وَمُرْسٰيهَاۜ اِنَّ رَبّ۪ي لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٤١﴾ وَهِيَ تَجْر۪ي بِهِمْ ف۪ي مَوْجٍ كَالْجِبَالِ وَنَادٰى نُوحٌۨ ابْنَهُ وَكَانَ ف۪ي مَعْزِلٍ يَا بُنَيَّ ارْكَبْۭۗ مَعَنَا وَلَا تَكُنْ مَعَ الْكَافِر۪ينَ ﴿٤٢﴾ قَالَ سَاٰو۪ٓي اِلٰى جَبَلٍ يَعْصِمُن۪ي مِنَ الْمَٓاءِۜ قَالَ لَا عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِ اِلَّا مَنْ رَحِمَۚ وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَق۪ينَ ﴿٤٣﴾

41-43. Nûh, gemiye bineceklere: ″Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ (Allah’ın ismini zikredip, geminin yürümesi de durması da O’nun irâdesiyledir) diyerek gemiye binin. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamertlidir″ dedi.* Bindiler ve gemi, dağlar gibi dalgalar arasında yüzmeye başladı. Nûh, kendinden ayrılmış olan oğluna: ″Oğulcuğum! Gel, bizimle beraber bin. Kâfirlerle beraber olma!″ diye nidâ etti.* Oğlu: ″Beni gark olmaktan koruyacak bir dağa sığınırım″ dedi. Nûh da: ″Bugün Allah’ın rahmet ettiğinden başka, O’nun azâbından korunacak yoktur″ dedi. Bu esnâda dalga aralarına girdi, oğlu da gark olanlardan oldu.

İzah: Tufan başlayınca yerden sular kaynamaya, semâdan bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Denizin yükselmesi ile birlikte bütün kara parçaları su altında kaldı. Böylece gemi yüzmeye başladı.

Âyette anlatıldığı gibi, Nûh Aleyhisselâm‘ın oğullarından Kenan gemiye binmedi ve ″Ben dağ başına; tunçtan bir ev yaptırırım, ona girerim. Tufan geçince de çıkarım″ dedi.

İşte bu Âyet-i Kerîme’de: ″Bugün Allah’ın rahmet ettiğinden başka, Allah’ın azâbından korunacak yoktur″ diye geçtiği üzere, tufandan ancak Allah’u Teâlâ’nın rahmet ettiği kimselerin kurtulacağı beyan edilmiştir.

Gemiye binenlerden başka, Allah’ın rahmetiyle kurtulan bir kadın hakkında da şu hâdise rivâyet edilmiştir:

Tufandan önce yaşlı bir kadın, her gün ineğini sağar ve sütünü Nûh Aleyhisselâm’a getirirdi: ″Yâ Nûh! Tufanda beni unutma″ derdi. O da: ″Tamam″ derdi. Tufan olup bunlar gemiye binince, Nûh Aleyhisselâm, yaşlı kadını gemiye almayı unutmuştu. Tufan geçtikten sonra sular çekildi ve yer kurudu. Bir gün, yaşlı kadın yine ineği sağmış, sütü getirdi. ″Yâ Nûh! Beni tufanda unutma, gemiye al″ deyince Nûh Aleyhisselâm: ″Subhânallâh! Tufan oldu, geçti. Sana ve ineğine bir şey olmamış. Sen hiçbir şey farketmedin mi?″ dedi. Yaşlı kadın: ″Bir gün ineğimin sırtı yaşarmış olarak eve geldi. Başka bir şey hatırlamıyorum″ dedi.

Yeryüzü altı ay tufanın içinde kalıyor, her yer deniz oluyor. Yaşlı kadının haberi yok. Kendine ve ineğine hiçbir şey olmamış. Allah esirgerse, işte böyle esirger. Nitekim Allah’u Teâlâ Nemrut’un yaktırdığı ateşi gül bahçesine çevirerek İbrâhim Aleyhisselâm‘ı bu ateşten esirgemiştir. Allah’u Teâlâ bizi de esirgesin. Amin!

﴿ وَق۪يلَ يَٓا اَرْضُ ابْلَع۪ي مَٓاءَكِ وَيَا سَمَٓاءُ اَقْلِع۪ي وَغ۪يضَ الْمَٓاءُ وَقُضِيَ الْاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَق۪يلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ ﴿٤٤﴾

44. Sonra, ″Ey yer! Suyunu çek. Ey gök! Suyunu dindir″ denildi. Su çekildi ve (Nûh kavminin helâki hakkındaki) Allah’ın vaadi yerini buldu. Gemi, Cudi Dağı’nın üzerinde durdu ve ″Zâlimler topluluğu, Allah’ın rahmetinden uzak olsun″ denildi.

İzah: Böylece gemi, altı ay su yüzünde kaldı. Sular çekilince de Aşûre Günü, Cudi Dağı’nda karaya oturdu. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

رَجَبٌ شَهْرٌ عَظِيمٌ يُضَاعِفُ اللّٰهُ فِيهِ الْحَسَنَاتِ فَمَنْ صَامَ يَوْمًا مِنْ رَجَبٍ فَكَأَنَّمَا صَامَ سَنَةً وَمَنْ صَامَ مِنْهُ سَبْعَةَ أَيَّامٍ غُلِّقَتْ عَنْهُ سَبْعَةُ أَبْوَابِ جَهَنَّمَ وَمَنْ صَامَ مِنْهُ ثَمَانِيَةَ أَيَّامٍ فُتِحَتْ لَهُ ثَمَانِيَةُ أَبْوَابِ الْجَنَّةِ وَمَنْ صَامَ مِنْهُ عَشَرَةَ أَيَّامٍ لَمْ يَسْأَلِ اللّٰهَ شَيْئًا إِلا أَعْطَاهُ إِيَّاهُ وَمَنْ صَامَ مِنْهُ خَمْسَةَ عَشَرَ يَوْمًا نَادَى مُنَادٍ فِي السَّمَاءِ قَدْ غُفِرَ لَكَ مَا مَضَى فَاسْتَئْنِفِ الْعَمَلَ وَمَنْ زَادَ زَادَهُ اللّٰهُ وَفِي رَجَبٍ حَمَلَ اللّٰهُ نُوحًا فِي السَّفِينَةِ فَصَامَ رَجَبًا وَأَمَرَ مَنْ مَعَهُ أَنْ يَصُومُوا فَجَرَتْ بِهِمُ السَّفِينَةُ سِتَّةَ أَشْهُرٍ آخِرُ ذَلِكَ يَوْمُ عَاشُورَاءَ أُهْبِطَ عَلَى الْجُودِيِّ فَصَامَ نُوحٌ وَمَنْ مَعَهُ وَالْوَحْشُ شُكْرًا لِلّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ وَفِي يَوْمِ عَاشُورَاءَ فَلَقَ اللّٰهُ الْبَحْرَ لِبَنِي إِسْرَائِيلَ وَفِي يَوْمِ عَاشُورَاءَ تَابَ اللّٰهُ عَلَى آدَمَ وَعَلَى مَدِينَةِ يُونُسَ وَفِيهِ وُلِدَ إِبْرَاهِيمُ. (طب عن سعيد بن ابى راشد)

″Receb, büyük bir aydır. Allah’u Teâlâ bu ayda hasenâtı kat kat eder. Kim Receb’den bir gün oruç tutarsa, sanki bir sene oruç tutmuş gibi olur. Kim ondan yedi gün oruç tutarsa, ona Cehennem kapıları kapanır. Kim ondan sekiz gün oruç tutarsa, ona Cennetin sekiz kapısı açılır. Kim ondan on gün oruç tutarsa, Allah’ Teâlâ ona istediğini verir. Kim ondan on beş gün oruç tutarsa, semâdan bir münadi şöyle seslenir: Geçmişin affolundu. Amellere yeniden başla. Kim artırırsa Allah’u Teâlâ da onu artırır. Receb ayında Allah’u Teâlâ Nûh’u gemiye bindirdi ve o, Receb ayını oruçlu geçirdi. Yanındakilere de oruç tutmalarını emretti. Onlarla gemi altı ay seyretti. Bunun sonu Aşûre Günü’dür. Ve gemi, Cudi Dağı’nda durdu. O gün Nûh, yanındaki insanlar ve hayvanlar hepsi, Aziz ve Celil olan Allah için, şükür olarak oruçlu idiler. Allah’u Teâlâ, denizi İsrailoğulları için Aşûre Günü’nde yardı. Ve yine Aşûre Günü’nde Allah’u Teâlâ Âdem’in tevbesini ve Yunus’un şehrinin halkının tevbesini de kabul etti. İbrâhim de o gün de doğdu.″[7]

Yine bu hususta İmam Kurtubî, tefsirinde şu hâdiseyi nakleder:

Nûh Aleyhisselâm, yer­yüzünün durumuna dair (kara parçası görülüp görülmediğine dair) kendisine bilgi getirmek üzere birisini görevli olarak gön­dermek isteyince, tavuk ben gideyim, dedi. Nûh Aleyhisselâm, o tavuğu alıp kanatla­rını mühürledi ve ona: ″Sen benim mührümle mühürlüsün, ebediyyen uçamazsın. Seninle benim ümmetim istifâde etsin″ dedi. Bunun üzerine kar­gayı gönderdi, karga bir leşe kondu ve orada kaldı, dönüşü gecikti. Nûh Aleyhisselâm da kargaya lânet etti, işte bundan dolayı leş yiyen karga, hem Harem bölgesinde, hem de Harem bölgesinin dışında öldürülür.[8] Nûh Aleyhisselâm kargaya korkak olsun, di­ye bedduâ etti. Bundan dolayı karga evcil değildir. Daha sonra güvercini gön­derdi, güvercin duracak bir yer bulamadı. Sina topraklarında bir ağaca kon­du ve bir zeytin yaprağı taşıdı, Nûh Aleyhisselâm’ın yanına geri döndü, böylelikle Nûh Aleyhisselâm güvercinin yere konamadığını anladı. Daha sonra onu bir daha gön­derdi. Bu sefer güvercin Harem bölgesi vâdilerinden birisine kondu. Kâbe’nin bulunduğu yerlerde suyun çekilmiş olduğunu gördü. Oranın çamurları kırmı­zı renkli idi, o bakımdan güvercinin iki ayağı da bu çamur ile renklendi. Sonradan Nûh Aleyhis-selâm’a gelerek, sana vereceğim müjde karşılığında benim boynuma gerdanlık bağışlaman, ayaklarımın kınalanması ve Harem bölgesinde yer­leşmem olsun, dedi. Nûh Aleyhisselâm eliyle boynunu sıvazladı, boynunun etrafında gerdan­lık oluştu; ayaklarında da ona kırmızılık bağışladı, ona ve zürriyetine mübârek olması için duâ etti.

Nihâyet Cudi Dağı’na indiklerinde gemide bulunan son yiyeceklerini de hep bir araya toplayıp karıştırarak Aşûre yemeğini yaptılar. Bunlar nohut, fasulye, dövme gibi yedi çeşit yiyecek türünden oluşmaktaydı. İşte Muharrem’in onuncu günü bu şekilde Aşûre yemeği yapmak sevaptır. Bu da Nûh Aleyhisselâm’dan kalma bir sünnettir.

﴿ وَنَادٰى نُوحٌ رَبَّهُ فَقَالَ رَبِّ اِنَّ ابْن۪ي مِنْ اَهْل۪ي وَاِنَّ وَعْدَكَ الْحَقُّ وَاَنْتَ اَحْكَمُ الْحَاكِم۪ينَ ﴿٤٥﴾ قَالَ يَا نُوحُ اِنَّهُ لَيْسَ مِنْ اَهْلِكَۚ اِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍۗ فَلَا تَسْـَٔلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌۜ اِنّ۪ٓي اَعِظُكَ اَنْ تَكُونَ مِنَ الْجَاهِل۪ينَ ﴿٤٦﴾

45-46. Nûh, Rabbine nidâ ederek, ″Yâ Rabbi! Şüphesiz oğlum benim ehlimdendir (ehlimin kurtulacağını vaad buyurduğun halde onu gark ettin). Muhakkak ki, Senin vaadin haktır. Sen, hükmedenlerin en iyi hükmedenisin!″ dedi.* Allah’u Teâlâ da, ″Ey Nûh! O senin ehlinden değildir. Çünkü o, pek kötü işte bulundu. Sen, bilmediğin bir şeyi Benden isteme. Muhakkak ki, Ben sana câhillerden olmayasın diye öğüt veririm″ buyurdu.

İzah: Nûh Aleyhisselâm’ın oğlullarından biri olan Kenan gemiye binmemişti. Suda boğulurken Kenan, babasına: ″Baba beni kurtar″ diye çağırdı. Nûh Aleyhisselâm da onu kurtarmak için gemiyi oğlundan tarafa çevirince Allah’u Teâlâ: ″Yâ Nûh! Ben seni aklıselime çekiyorum, sen câhillerden oluyorsun. Kim senin gemine bindiyse ehlin odur″ buyurdu.

Kenan, Nûh Aleyhisselâm’ın öz oğlu olduğu halde, Allah’a ve Peygamberine itaat etmeyerek gemiye binmediği için, Allah’u Teâlâ Nûh Aleyhisselâm’ın ehlinden olmadığını yani evlâdı sayılmadığını söyle-miştir. Bu sebeple Allah’u Teâlâ Nûh Aleyhisselâm’ın, gemiyi oğlundan tarafa çevirmesine müsaade etmedi. Kenan da boğularak öldü.

İşte Peygamberler kendine tâbi olanların babası hükmündedir. Nitekim Allah’u Teâlâ’nın, Sûre-i Ahzâb, Âyet 6’da: ″Peygamber, Mü’min-lere kendi canlarından daha evlâdır. Onun zevceleri de Mü’minlerin anneleridir…″ diye geçen buyruğundan dolayı, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de Mü’minlerin babasıdır.

﴿ قَالَ رَبِّ اِنّ۪ٓي اَعُوذُ بِكَ اَنْ اَسْـَٔلَكَ مَا لَيْسَ ل۪ي بِه۪ عِلْمٌۜ وَاِلَّا تَغْفِرْ ل۪ي وَتَرْحَمْن۪ٓي اَكُنْ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ ﴿٤٧﴾

47. Nûh: ″Ey Rabbim! Şüphesiz ben, bilmediğim bir şeyi Senden istemekten Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, hüsrâna uğrayanlardan olurum″ dedi.

﴿ ق۪يلَ يَا نُوحُ اهْبِطْ بِسَلَامٍ مِنَّا وَبَرَكَاتٍ عَلَيْكَ وَعَلٰٓى اُمَمٍ مِمَّنْ مَعَكَۜ وَاُمَمٌ سَنُمَتِّعُهُمْ ثُمَّ يَمَسُّهُمْ مِنَّا عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٤٨﴾

48. Ona şöyle denildi: ″Ey Nûh! Tarafımızdan bir güven içinde, sana ve senin zürriyetinden sonra gelecek ümmetlere (Mü’minlere) verilecek olan bereketlerle gemiden in. Bir kısım ümmetleri (kâfirleri) de ecelleri gelinceye kadar dünyâda faydalandıracağız. Sonra onlara tarafımızdan elim bir azap dokunacaktır.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de, Nûh (Aleyhisselam) ile gemiye binen insanların tamamının Allah’u Teâlâ’nın emrine itaat eden Mü’min kimseler olduğu, tufandan sonra, bunların nesillerinin yeryüzüne tekrar yayılıp çoğalacağı ve bunların içerisinde de Allah’a isyan eden kâfir zümreler olacağı bildirilmektedir.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 244/12; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3964.

[2] Sahih-i Buhârî, Bed’ul-Vahy 6; Cihat ve Siyer 101.

[3] Sünen-i Tirmizî, Îman 12.

[4] Sûre-i Ankabut, Âyet 14; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 244/12; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3964.

[5] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 15, s. 311.

[6] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 195; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1940; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 38; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32393. Bu Hadis-i Şerif’in bâzı rivâyetlerinde: ″Sâm, Arapların atası, Ham, Habeşlilerin atası, Yâfes de, Rumların atası″ diye geçmektedir.

[7] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 5405; Râmûz’ul-Ehâdîs, Hadis No: 288/13.

[8] Hz. Âişe’den nakledilen bir Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″Beş çeşit hayvan vardırki bunlar fâsıktırlar. Bunlar harem dâhilinde dahi öldürülürler: Bunlar karga, çaylak, ısırıcı (kuduz) köpek, akrep ve fâre.″ Sahih-i Müslim, Hac 9 (71, 76-79)


ENBİYÂ SÛRESİ

﴿ وَنُوحًا اِذْ نَادٰى مِنْ قَبْلُ فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَنَجَّيْنَاهُ وَاَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظ۪يمِۚ ﴿٧٦﴾ وَنَصَرْنَاهُ مِنَ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمَ سَوْءٍ فَاَغْرَقْنَاهُمْ اَجْمَع۪ينَ ﴿٧٧﴾

76-77. Ey Resûlüm! Nûh’un evvelce (kavminin helâki için) nidâ ettiği vakti zikret. Biz de ona icâbet ettik. Onu ve ehlini büyük kederden kurtardık.* Ve onu, âyetlerimizi yalanlayan kavme gâlip getirdik. Şüphesiz onlar, kötü bir kavimdi. Bu sebeple onların hepsini tufanda gark ettik.

İzah: Nûh Aleyhisselâm, dokuz yüz elli sene tebliğden sonra kavminden ümidini kesince, helâk olmaları için bedduâ etmiş ve böylece hepsi tufanda helâk edilmiştir.

Nûh Aleyhisselâm’ın kavmine yaptığı bedduâ hakkında Allah’u Teâlâ Sûre-i Nûh, Âyet 26-28’de şöyle buyurmuştur:

Nûh dedi ki: ″Yâ Rabbi! Yeryüzünde hiçbir kâfir bırakma.* Şüphesiz ki, Sen onları bırakırsan, kullarını dalâlete düşürürler ve ancak fâcir, kâfir çocuklar doğururlar.* Yâ Rabbi! Beni, anne ve babamı, Mü’min olarak evime girenleri, bütün Mü’min erkekleri ve Mü’min kadınları bağışla. Zâlimlerin ise ancak helâkini artır.″

Nûh Aleyhisselâm’ın kavmiyle olan mücâdelesi ve en son meydana gelen Nûh Tufanı hakkında daha geniş bilgi için de Sûre-i Hûd, Âyet 36-49 ve izahlarına bakınız.


MÜ’MİNÛN SÛRESİ

﴿ وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحًا اِلٰى قَوْمِه۪ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اَفَلَا تَتَّقُونَ ﴿٢٣﴾

23. Şüphesiz ki Biz, Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da: ″Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin. Sizin için O’ndan başka ilah yoktur. Allah’tan korkmaz mısınız?″ dedi.

﴿ فَقَالَ الْمَلَؤُ۬ا الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ مَا هٰذَٓا اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْۙ يُر۪يدُ اَنْ يَتَفَضَّلَ عَلَيْكُمْۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَاَنْزَلَ مَلٰٓئِكَةًۚ مَا سَمِعْنَا بِهٰذَا ف۪ٓي اٰبَٓائِنَا الْاَوَّل۪ينَۚ ﴿٢٤﴾ اِنْ هُوَ اِلَّا رَجُلٌ بِه۪ جِنَّةٌ فَتَرَبَّصُوا بِه۪ حَتّٰى ح۪ينٍ ﴿٢٥﴾

24-25. Bunun üzerine kavminden ileri gelen kâfirler, halka dediler ki: ″Bu da sizin gibi beşerden başka bir şey değildir. Sizin üzerinize üstünlük kurmak istiyor. Allah, Peygamber göndermek isteseydi, melekleri gönderirdi. Biz, evvelki babalarımızdan böyle bir şey işitmedik.* Bu adam, deliden başka bir şey değildir. Onu bir müddet gözetleyin.″

İzah: Âyet-i Kerîme’de, o kâfirler, Nûh Aleyhisselâm için, ″Bu adam deliden başka bir şey değildir. Onu bir müddet gözetleyin″ demişlerdir. Yani, durumunun sonunu bekleyin, ya iyileşerek bu hastalıktan kurtulur, artık öyle bir iddiada bulunmaz veya ölüp gider de biz de onun tekliflerinden kurtulmuş oluruz, demek istemişlerdir.

﴿ قَالَ رَبِّ انْصُرْن۪ي بِمَا كَذَّبُونِ ﴿٢٦﴾

26. Nûh: ″Yâ Rabbi! Onların beni yalanlamalarına karşı, bana yardım et!″ dedi.

İzah: Nûh Aleyhisselâm, kavmini dokuzyüz elli sene boyunca dîne dâvet etmiş ve buna rağmen kavmi, Nûh Aleyhisselâm’ı her defasında yalanlayarak ona çeşitli eziyetlerde bulunmuşlardır. Nihâyet bu azgın kavimden kurtulmak için Nûh Aleyhisselâm Allah’u Teâlâ’dan yardım istemiştir.

Bu husus Sûre-i Ankebût, Âyet 14’te şöyle geçmektedir:

″Yemin olsun ki Biz, Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli sene onların arasında (Peygamber olarak) kaldı. Nihâyet onlar, zâlimler oldukları halde tufan onları helâk etti.″

﴿ فَاَوْحَيْنَٓا اِلَيْهِ اَنِ اصْنَعِ الْفُلْكَ بِاَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا فَاِذَا جَٓاءَ اَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُۙ فَاسْلُكْ ف۪يهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَاَهْلَكَ اِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ مِنْهُمْۚ وَلَا تُخَاطِبْن۪ي فِي الَّذ۪ينَ ظَلَمُواۚ اِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ ﴿٢٧﴾

27. Biz de Nûh’a: ″Gemiyi Bizim nezâretimiz altında ve vahyimize uygun olarak yap. Nihâyet emrimiz gelip tandır kaynayınca (yerden sular çıkmaya başladığında), her cins canlıdan (erkekli dişili) birer çift, bir de aleyhlerinde daha önce hüküm verilmiş olanlar hâriç, ehlini gemiye al. Ve zâlimler hakkında bana müracaat etme. Şüphesiz ki onlar, gark olacaklardır″ diye vahyettik.

﴿ فَاِذَا اسْتَوَيْتَ اَنْتَ وَمَنْ مَعَكَ عَلَى الْفُلْكِ فَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي نَجّٰينَا مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ ﴿٢٨﴾ وَقُلْ رَبِّ اَنْزِلْن۪ي مُنْزَلًا مُبَارَكًا وَاَنْتَ خَيْرُ الْمُنْزِل۪ينَ ﴿٢٩﴾

28-29. Sen ve seninle beraber olanlar gemiye girdiğiniz vakit, ″Bizi zâlimler topluluğundan kurtaran Allah’a hamd olsun″ de.* Ve ″Yâ Rabbi! Beni hayrı çok olan bir yere indir. Sen, indirenlerin en hayırlısısın″ de.

﴿ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ وَاِنْ كُنَّا لَمُبْتَل۪ينَ ﴿٣٠﴾

30. Muhakkak ki, bu olayda elbette ibretler vardır. Şüphesiz Biz, (kullarımızı) elbette imtihan ederiz.

İzah: Nûh Aleyhisselâm’ın kıssasına dair geniş bilgi için Sûre-i Hûd, Âyet 25-49 ve izahlarına bakınız.


ŞUARÂ SÛRESİ

﴿ كَذَّبَتْ قَوْمُ نُوحٍۨ الْمُرْسَل۪ينَۚ ﴿١٠٥﴾ اِذْ قَالَ لَهُمْ اَخُوهُمْ نُوحٌ اَلَا تَتَّقُونَۚ ﴿١٠٦﴾ اِنّ۪ي لَكُمْ رَسُولٌ اَم۪ينٌۙ ﴿١٠٧﴾ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۚ ﴿١٠٨﴾ وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۚ ﴿١٠٩﴾ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِۜ ﴿١١٠﴾

105-110. Nûh’un kavmi de Resulleri yalanladı.* O vakit, kardeşleri Nûh, onlara dedi ki: ″Allah’tan korkmaz mısınız?* Şüphesiz ki ben, size gönderilen emin bir Peygamberim.* O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin.* Ben, tebliğden dolayı sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatımı âlemlerin Rabbi verir.* O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin.″

﴿ قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ لَكَ وَاتَّبَعَكَ الْاَرْذَلُونَۜ ﴿١١١﴾ قَالَ وَمَا عِلْم۪ي بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَۚ ﴿١١٢﴾ اِنْ حِسَابُهُمْ اِلَّا عَلٰى رَبّ۪ي لَوْ تَشْعُرُونَۚ ﴿١١٣﴾ وَمَٓا اَنَا۬ بِطَارِدِ الْمُؤْمِن۪ينَۚ ﴿١١٤﴾ اِنْ اَنَا۬ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌۜ ﴿١١٥﴾

111-115. Kavmi: ″Sefil ve câhil insanlar sana tâbi olmuşken, biz sana îman eder miyiz?″ dediler.* Nûh dedi ki: ″Bana tâbi olanların kalplerinin nasıl olduğunu bilmem (ben, ancak zâhire itibar ederim).* Onların hesabı ancak Rabbime aittir, eğer anlarsanız.* Ben, Mü’minleri kovacak değilim.* Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.″

İzah: Nûh Aleyhisselâm‘ın kavmindeki beyler, Nûh Aleyhisselam‘a îman eden fakirleri küçük görüp aşağıladılar ve ″Bu fakir ve câhil insanlar sana tâbi iken, biz onlarla aynı ortamda olup, sana îman eder miyiz?″ dediler. Nûh Aleyhisselâm da onlara: ″Ben onları yanımdan kovucu değilim. Sizin bu şartlar altında îman etmeniz gerekir″ dedi. Onlar da, kibirlenerek îmandan yüz çevirdiler.

Aynı şekilde Hz. Mûsâ’ya îman edenler de İsrailoğullarıydı. Bunlar, Firavun’un köleleriydi. Îman etmeyenler ise varlıklı, kudretli ve zahirde bilgili gözüken, kendini beğenmiş olan Firavun ve onun kavmi idi.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in zamanında da müşrik beyleri, çoğu fakir ve kölelerden oluşan Müslümanları aynı şekilde hakir görüp aşağılamışlardı.

Bu husus Sûre-i En’âm, Âyet 52’de şöyle geçmektedir:

Ey Resûlüm! Sabah akşam Rablerinin Cemâlini dileyerek Rablerine duâ edenleri meclisinden uzaklaştırma. Sen onların (Ashâbın uzaklaştırılmasını isteyen kâfirlerin) amellerinden mesul olmadığın gibi, onlar da senin amellerinden mesul değildir. Eğer onları uzaklaştırırsan, zâlimlerden olursun.

Bu âyetlerden anlaşıldığı üzere, İslâm Dîni’ne gerçek mânâda îman edip hizmet edenler, genellikle halkın değer vermeyip hor ve hakir gördüğü kişilerdir. Bu kişilerin özelliği ise, Allah’a ve Resullerine itaat ederek onların yolu üzere yaşamaları ve halka da bunu nasihat etmeleridir.

Allah katında esas akıllı olanların Mü’minler olduğuna dair Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

خَلَقَ الْعَقْلَ فَقَالَ الْجَبَّارُ مَا خَلَقْت خَلْقًا أَعْجَبَ إلَيَّ مِنْك وَعِزَّتِي وَجَلَالِي لَأُكَمِّلَنَّكَ فِيمَنْ أَحْبَبْت وَلَأُنْقِصَنَّكَ فِيمَنْ أَبْغَضْت قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَكْمَلُ النَّاسِ عَقْلًا أَطْوَعُهُمْ لِلّٰهِ وَأَعْمَلُهُمْ بِطَاعَتِهِ (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن ابى هريرة)

Cebbâr olan Allah, aklı yarattığında ona şöyle bu­yurdu: ″Senden daha çok beğendiğim bir yaratık yaratmadım. İzzetim ve Celâlime yemin ederim ki, sevdiğim kimselerde seni kemâle erdireceğim, buğzettiğim kimselerde seni eksik kılacağım.″ Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ″İnsanlar arasında aklı en mükemmel olan, Allah’a en itaatkâr olan ve O’na itaat olan amelleri en çok yapandır.″[1]

﴿ قَالُوا لَئِنْ لَمْ تَنْتَهِ۬ يَا نُوحُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمَرْجُوم۪ينَۜ ﴿١١٦﴾ قَالَ رَبِّ اِنَّ قَوْم۪ي كَذَّبُونِۚ ﴿١١٧﴾ فَافْتَحْ بَيْن۪ي وَبَيْنَهُمْ فَتْحًا وَنَجِّن۪ي وَمَنْ مَعِيَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿١١٨﴾ فَاَنْجَيْنَاهُ وَمَنْ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِۚ ﴿١١٩﴾ ثُمَّ اَغْرَقْنَا بَعْدُ الْبَاق۪ينَۜ ﴿١٢٠﴾

116-120. Kavmi: ″Ey Nûh! Bu sözlerine son vermezsen, mutlaka taşlananlardan olacaksın″ dediler.* O da dedi ki: ″Yâ Rabbi! Kavmim beni yalanladı.* Benimle kavmimin arasını aç, beni ve Mü’minlerden benimle beraber olanları kurtar.″* Biz de Nûh’u ve onunla beraber olanları, dolu gemi ile kurtardık.* Sonra arkada kalanları gark ettik.

İzah: Âyet-i Kerîme’de geçtiği üzere Nûh Aleyhisselâm, azgın olan kavmini kastederek, ″Yâ Rabbi! Benimle kavmimin arasını aç, diye buyurmuştur. Nûh Aleyhisselâm kavmini dokuz yüz elli yıl boyunca îmana dâvet etmiş. Bunlar her defasında onu yalanlamışlar, eziyet ve hakaretler etmişlerdir. Sonunda Nûh Aleyhisselâm, bu azgın kavimden Allah’a sığınmıştır.

Bu husus Sûre-i Ankebût, Âyet 14’te şöyle geçmektedir:

″Yemin olsun ki Biz, Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli sene onların arasında (Peygamber olarak) kaldı. Nihâyet onlar, zâlimler oldukları halde tufan onları helâk etti.″

Bu hususta daha geniş bilgi için Nûh Sûresi’ne bakınız.


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 18, s. 223.


ANKEBûT SÛRESİ

﴿ وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحًا اِلٰى قَوْمِه۪ فَلَبِثَ ف۪يهِمْ اَلْفَ سَنَةٍ اِلَّا خَمْس۪ينَ عَامًاۜ فَاَخَذَهُمُ الطُّوفَانُ وَهُمْ ظَالِمُونَ ﴿١٤﴾ فَاَنْجَيْنَاهُ وَاَصْحَابَ السَّف۪ينَةِ وَجَعَلْنَاهَٓا اٰيَةً لِلْعَالَم۪ينَ ﴿١٥﴾

14-15. Yemin olsun ki Biz, Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli sene onların arasında (Peygamber olarak) kaldı. Nihâyet onlar, zâlimler oldukları halde tufan onları helâk etti.* Biz de Nûh’u ve gemideki ashâbını kurtardık ve bu hâdiseyi âlemlere bir ibret kıldık.

İzah: Nûh Aleyhisselâm, kavmini Allah’ın birliğine dâvet edince, onu dövdüler, ayaklarından sürüyüp attılar. Nûh Aleyhisselâm, bunları tekrar tekrar îmana dâvet etti.

Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

Nûh Aleyhisselâm’ı, kavmi, düşüp bayılıncaya kadar döverlerdi. Sonra keçeye sarıp bir evin köşesine bırakırlardı. Fakat ertesi gün yine meydana çıkar ve onları yine dîne dâvet ederdi. İşte bu durum dokuz yüz elli sene devam etti; fakat içlerinden pek azı hâriç îmana gelmediler.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir hadiste de, şöyle buyrulmaktadır:

بَعَثَ اللّٰهُ نُوحًا لأَرْبَعِينَ سَنَةً وَلَبِثَ فِي قَوْمِهِ أَلْفَ سَنَةٍ إِلَّا خَمْسِينَ عَامًا يَدْعُوهُمْ وَعَاشَ بَعْدَ الطُّوفَانِ سِتِّينَ سَنَةً حَتَّى كَثُرَ النَّاسُ وَفَشَوْا (ك عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ, Nûh’u kırk yaşında Peygamber kıldı. Dokuz yüz elli sene kavmini dîne dâvet etti. Altmış sene de insanlar çoğalıncaya ve yayılıncaya kadar tufandan sonra yaşadı.″[1]

Yine Nûh Aleyhisselâm’ın kavmiyle olan mücâdelesi ve en son meydana gelen Nûh Tufanı hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Hûd, Âyet 25-49 ve izahlarına bakınız.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 244/12; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3964.


SÂFFÂT SÛRESİ

﴿ وَلَقَدْ نَادٰينَا نُوحٌ فَلَنِعْمَ الْمُج۪يبُونَۚ ﴿٧٥﴾ وَنَجَّيْنَاهُ وَاَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظ۪يمِۘ ﴿٧٦﴾ وَجَعَلْنَا ذُرِّيَّتَهُ هُمُ الْبَاق۪ينَۘ ﴿٧٧﴾ وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْاٰخِر۪ينَۘ ﴿٧٨﴾ سَلَامٌ عَلٰى نُوحٍ فِي الْعَالَم۪ينَ ﴿٧٩﴾ اِنَّا كَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَ ﴿٨٠﴾ اِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٨١﴾ ثُمَّ اَغْرَقْنَا الْاٰخَر۪ينَ ﴿٨٢﴾

75-82. Yemin olsun ki Nûh, Bize nidâ etti (yardım istedi). Yemin olsun ki, en güzel sûretle icâbet ettik.* Biz, Nûh’u ve ehlini, büyük belâdan (gark olmaktan) kurtardık.* Dünyâda onun zürriyetinden başka kimse bırakmadık.* Sonradan gelenlere onun güzel senâsını dâim kıldık.* Âlemler içinde Nûh’a selâm olsun.* Şüphesiz Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız.* Şüphesiz o, Bizim Mü’min kullarımız-dandır.* Sonra da diğerlerini (kâfirleri) gark ettik.

İzah: Nûh Aleyhisselâm dokuz yüz elli sene kavmini dîne dâvet etmiş, fakat onlar her defasında kendisine îman etmeyerek, ona eziyet etmişlerdir.

Bu husus Sûre-i Ankebût, Âyet 14’te şöyle geçmektedir:

″Yemin olsun ki Biz, Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli sene onların arasında (Peygamber olarak) kaldı. Nihâyet onlar, zâlimler oldukları halde tufan onları helâk etti.″

Nûh Aleyhisselâm, artık onların îman etmelerinden ümit kesince, Âyette de geçtiği üzere Allah’u Teâlâ’ya nidâ ederek yardım istemiştir. Allah’u Teâlâ da tufan ile o kâfirlerin hepsini helâk etmiştir.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmaktadır:

بَعَثَ اللّٰهُ نُوحًا لأَرْبَعِينَ سَنَةً وَلَبِثَ فِي قَوْمِهِ أَلْفَ سَنَةٍ إِلَّا خَمْسِينَ عَامًا يَدْعُوهُمْ وَعَاشَ بَعْدَ الطُّوفَانِ سِتِّينَ سَنَةً حَتَّى كَثُرَ النَّاسُ وَفَشَوْا (ك عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ, Nûh’u kırk yaşında Peygamber kıldı. Dokuz yüz elli sene kavmini dîne dâvet etti. Altmış sene de insanlar çoğalıncaya ve yayılıncaya kadar tufandan sonra yaşadı.″[1]

Yine ″Dünyâda onun zürriyetinden başka kimse bırakmadık″ diye geçen Âyet-i Kerîme hakkında da Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

وَلَدُ نُوحٍ ثَلاثَةٌ سَامٌ أَبُو الْعَرَبِ وَحَامٌ أَبُو السُّودَانِ وَيَافِثُ أَبُو التُّرْكِ (ابن كثير، التفسير القران العظيم حم عن سمرة)

″Nûh’un (gemiye binen) çocuklarından Sâm, Arapların atası; Hâm, Sûdanlıların atası; Yâfes de Türklerin atasıdır.″[2]

Nûh Aleyhisselâm’ın kavmiyle olan mücâdelesi ve Nûh Tufanı hakkında daha geniş bilgi için Sûre-i Hûd, Âyet 36-49 ve izahlarına bakınız.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 244/12; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3964.

[2] İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’ân’il-Azim, c. 5, s. 195; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1940; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 38; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32393. Bu hadisin bâzı rivâyetlerinde: ″Sâm, Arapların atası, Ham, Habeşlilerin atası, Yâfes de, Rumların atası″ diye geçmektedir.


ZÂRİYÂT SÛRESİ

﴿ وَقَوْمَ نُوحٍ مِنْ قَبْلُۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِق۪ينَ۟ ﴿٤٦﴾

46. Bu kavimlerden önce, Nûh’un kavmini de helâk ettik. Çünkü onlar da fâsık bir kavim idi.

İzah: Nûh Tufanı hakkında geniş bilgi için Sûre-i Hûd, Âyet 25-49’a ve izahlarına bakınız.


KAMER SÛRESİ

﴿ كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ فَكَذَّبُوا عَبْدَنَا وَقَالُوا مَجْنُونٌ وَازْدُجِرَ ﴿٩﴾ فَدَعَا رَبَّهُٓ اَنّ۪ي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ ﴿١٠﴾ فَفَتَحْنَٓا اَبْوَابَ السَّمَٓاءِ بِمَٓاءٍ مُنْهَمِرٍۘ ﴿١١﴾ وَفَجَّرْنَا الْاَرْضَ عُيُونًا فَالْتَقَى الْمَٓاءُ عَلٰٓى اَمْرٍ قَدْ قُدِرَۚ ﴿١٢﴾ وَحَمَلْنَاهُ عَلٰى ذَاتِ اَلْوَاحٍ وَدُسُرٍۙ ﴿١٣﴾ تَجْر۪ي بِاَعْيُنِنَاۚ جَزَٓاءً لِمَنْ كَانَ كُفِرَ ﴿١٤﴾ وَلَقَدْ تَرَكْنَاهَٓا اٰيَةً فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ ﴿١٥﴾ فَكَيْفَ كَانَ عَذَاب۪ي وَنُذُرِ ﴿١٦﴾ وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ ﴿١٧﴾

9-17. Bunlardan evvel Nûh kavmi de yalanlamıştı. Onlar, kulumuzu (Nûh Aleyhisselâm’ı) yalanladılar ve ″Mecnûndur″ dediler. Ve onu tebliğden alıkoydular.* O da Rabbine: ″Şüphesiz ben, mağlup oldum, artık bana yardım et″ diye duâ etti.* Biz de boşanan sularla gök kapılarını açıverdik.* Yerin her tarafını pınar yaptık. Göğün ve yerin suları Allah’ın takdir ettiği üzere birleşti.* Nûh’u, tahtalarla yapılıp çivilenmiş gemiye bindirdik.* İnkâr edilen Nûh’a bir mükâfat olarak, o gemi korumamız ve himâyemiz altında yüzüyordu.* Yemin olsun ki Biz, bu hâdiseyi bir ibret olarak bıraktık. Fakat hani yâd edip ibret alan?* İşte bak, azâbım ve tehditlerim nasıl oldu?* Yemin olsun ki Biz, Kur’ân’ı düşünülüp ibret alınsın diye kolaylaştırdık. Fakat düşünüp ibret alan var mı?

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Yemin olsun ki Biz, Kur’ân’ı düşünülüp ibret alınsın diye kolaylaştırdık. Fakat düşünüp ibret alan var mı?″ diye buyrulmuştur. Buradan anlaşılan; Kur’ân’ı oku, düşün, ne dediğini anla, onunla amel et ve herkesi de onunla amel etmeye çağır, sâdece hikâye gibi okuyup geçme demektir.


NÛH SÛRESİ

﴿ اِنَّٓا اَرْسَلْنَا نُوحًا اِلٰى قَوْمِه۪ٓ اَنْ اَنْذِرْ قَوْمَكَ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿١﴾

1. Şüphesiz ki Biz, Nûh’u kavmine, ″Kendilerine elim bir azap gelmeden önce kavmini uyar″ diye Peygamber olarak gönderdik.

İzah: Nûh Aleyhisselâm’ın, kavmini dîne dâvet etmesi ile ilgili olarak Allah’u Teâlâ Sûre-i Ankebût, Âyet 14’te şöyle buyurmaktadır:

″Yemin olsun ki Biz, Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli sene onların arasında (Peygamber olarak) kaldı. Nihâyet onlar, zâlimler oldukları halde tufan onları helâk etti.″

Bu husus İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen bir hadiste de şöyle geçmektedir:

بَعَثَ اللّٰهُ نُوحًا لأَرْبَعِينَ سَنَةً وَلَبِثَ فِي قَوْمِهِ أَلْفَ سَنَةٍ إِلَّا خَمْسِينَ عَامًا يَدْعُوهُمْ وَعَاشَ بَعْدَ الطُّوفَانِ سِتِّينَ سَنَةً حَتَّى كَثُرَ النَّاسُ وَفَشَوْا (ك عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ, Nûh’u kırk yaşında Peygamber kıldı. Dokuzyüz elli sene kavmini dîne dâvet etti. Altmış sene de insanlar çoğalıncaya ve yayılıncaya kadar tufandan sonra yaşadı.″[1]

﴿ قَالَ يَا قَوْمِ اِنّ۪ي لَكُمْ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌۙ ﴿٢﴾ اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَاتَّقُوهُ وَاَط۪يعُونِۙ ﴿٣﴾ يَغْفِرْ لَكُمْ مِنْ ذُنُوبِكُمْ وَيُؤَخِّرْكُمْ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۜ اِنَّ اَجَلَ اللّٰهِ اِذَا جَٓاءَ لَا يُؤَخَّرُۢ لَوْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ ﴿٤﴾

2-4. Nûh dedi ki: ″Ey kavmim! Şüphesiz ben, sizin için apaçık bir uyarıcıyım.* Allah’a ibâdet edin, O’ndan korkun ve bana itaat edin ki,* Allah’u Teâlâ günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli olan ecelinize kadar ertelesin. Şüphesiz ki, Allah’ın takdir ettiği ecel gelince ertelenmez. Keşke bilseydiniz!″

﴿ قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي دَعَوْتُ قَوْم۪ي لَيْلًا وَنَهَارًاۙ ﴿٥﴾ فَلَمْ يَزِدْهُمْ دُعَٓائ۪ۤى اِلَّا فِرَارًا ﴿٦﴾ وَاِنّ۪ي كُلَّمَا دَعَوْتُهُمْ لِتَغْفِرَ لَهُمْ جَعَلُٓوا اَصَابِعَهُمْ ف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَاسْتَغْشَوْا ثِيَابَهُمْ وَاَصَرُّوا وَاسْتَكْبَرُوا اسْتِكْبَارًاۚ ﴿٧﴾

5-7. Nûh dedi ki: ″Ey Rabbim! Şüphesiz ben, kavmimi gece gündüz îmana dâvet ettim.* Benim dâvetim, ancak onların îmandan firarını artırdı.* Şüphesiz ben, onları bağışlaman için her ne vakit îmana dâvet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve (beni görmemek için) elbiselerine büründüler; küfürde ısrar ettiler ve kibirlendikçe kibirlendiler.″

﴿ ثُمَّ اِنّ۪ي دَعَوْتُهُمْ جِهَارًاۙ ﴿٨﴾ ثُمَّ اِنّ۪ٓي اَعْلَنْتُ لَهُمْ وَاَسْرَرْتُ لَهُمْ اِسْرَارًاۙ ﴿٩﴾ فَقُلْتُ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ اِنَّهُ كَانَ غَفَّارًاۙ ﴿١٠﴾ يُرْسِلِ السَّمَٓاءَ عَلَيْكُمْ مِدْرَارًاۙ ﴿١١﴾ وَيُمْدِدْكُمْ بِاَمْوَالٍ وَبَن۪ينَ وَيَجْعَلْ لَكُمْ جَنَّاتٍ وَيَجْعَلْ لَكُمْ اَنْهَارًاۜ ﴿١٢﴾ مَا لَكُمْ لَا تَرْجُونَ لِلّٰهِ وَقَارًاۚ ﴿١٣﴾ وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ﴿١٤﴾

8-14. Sonra onları açıkça îmana dâvet ettim.* Sonra onlara âşikâr ve gizli söyledim.* Dedim ki: ″Rabbinizden bağışlanma dileyin. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır.* Size semâdan bol yağmur gönderir.* Mallarınızı ve evlatlarınızı çoğaltır. Size bahçeler verir, nehirler akıtır.* Size ne oluyor da Allah’ın azametinden korkmuyorsunuz?* Halbuki O, sizi çeşitli merhalelerden geçirerek yarattı.″

İzah: Katâde Hazretleri buyuruyor ki: Bize nakledildiğine göre, Nûh kavminden insanlar oğullarını tutup Nûh Aleyhisselâm’a götürürmüş ve onlara: ″Bundan kaçın. Sakın seni baştan çıkarmasın. Beni de babam, senin gibi iken tutup buna getirmiş ve benim seni bundan sakındırdığım gibi, o da beni sakındırmıştı″ derdi.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Halbuki O, sizi çeşitli merhalelerden geçirerek yarattı″ diye geçmektedir. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’ya göre, insanın yaratılışında çeşitli merhâlelerden geçmesi; önce meni, sonra alakadan sonra da bir et parçası olma safhâlarıdır.

﴿ اَلَمْ تَرَوْا كَيْفَ خَلَقَ اللّٰهُ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۙ ﴿١٥﴾ وَجَعَلَ الْقَمَرَ ف۪يهِنَّ نُورًا وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا ﴿١٦﴾ وَاللّٰهُ اَنْبَتَكُمْ مِنَ الْاَرْضِ نَبَاتًاۙ ﴿١٧﴾ ثُمَّ يُع۪يدُكُمْ ف۪يهَا وَيُخْرِجُكُمْ اِخْرَاجًا ﴿١٨﴾ وَاللّٰهُ جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ بِسَاطًاۙ ﴿١٩﴾ لِتَسْلُكُوا مِنْهَا سُبُلًا فِجَاجًا۟ ﴿٢٠﴾

15-20. Görmediniz mi Allah’u Teâlâ, yedi göğü tabaka tabaka nasıl yarattı?* Ve bunların içinde ayı bir ışık yaptı, güneşi de bir kandil yaptı.* Ve Allah’u Teâlâ sizi (Âdem Aleyhisselâm’ı) yerden bitki bitirir gibi yarattı;* sonra sizi yere iâde eder. Sonra sizi kesin olarak tekrar çıkarır.* Allah’u Teâlâ, yeryüzünü sizin için döşedi.* Tâ ki, üzerindeki geniş yollarda yürüyesiniz.

İzah: İbn-i Cüreyc Hazretleri, ″Ve Allah’u Teâlâ sizi (Âdem Aleyhisselâm’ı) yerden bitki bitirir gibi yarattı″ diye geçen Âyet-i Kerîme’yi açıklarken; ″Âdem Aleyhisselâm, yeryüzünün tüm toprağının karışımından yaratıldı″ demiştir. Bu hususta geniş bilgi için Sûre-i En’âm, Âyet 2 ve izahına bakınız.

﴿ قَالَ نُوحٌ رَبِّ اِنَّهُمْ عَصَوْن۪ي وَاتَّبَعُوا مَنْ لَمْ يَزِدْهُ مَالُهُ وَوَلَدُهُٓ اِلَّا خَسَارًاۚ ﴿٢١﴾ وَمَكَرُوا مَكْرًا كُبَّارًاۚ ﴿٢٢﴾ وَقَالُوا لَا تَذَرُنَّ اٰلِهَتَكُمْ وَلَا تَذَرُنَّ وَدًّا وَلَا سُوَاعًاۙ وَلَا يَغُوثَ وَيَعُوقَ وَنَسْرًاۚ ﴿٢٣﴾ وَقَدْ اَضَلُّوا كَث۪يرًاۚ وَلَا تَزِدِ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا ضَلَالًا ﴿٢٤﴾

21-24. Nûh dedi ki: Yâ Rabbi! Kavmim bana isyanda devam etti. Mal ve evlâ­dı kendisine hüsrândan başka bir şey artırmayan kimselere uydular.* O tâbi oldukları da çok büyük tuzaklar kurdular.* Ve kendilerine tâbi olanlara: ″İlahlarınızı bırakmayın, ne Vedd’i, ne Süvâ’ı, ne Yeğûs’u, ne Yeûk’u ve ne de Nesr putlarını bırakmayın″ dediler.* Ve muhakkak ki, onların birçoklarını dalâlete düşürdüler. Yâ Rabbi! Sen de bu zâlimlerin ancak dalâletini artır.

İzah: Nûh Aleyhisselâm’ın, kavminin taptıkları putlarla ilgili olarak İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ şöyle buyurmuştur:

صَارَتْ الْأَوْثَانُ الَّتِي كَانَتْ فِي قَوْمِ نُوحٍ فِي الْعَرَبِ بَعْدُ أَمَّا وَدٌّ كَانَتْ لِكَلْبٍ بِدَوْمَةِ الْجَنْدَلِ وَأَمَّا سُوَاعٌ كَانَتْ لِهُذَيْلٍ وَأَمَّا يَغُوثُ فَكَانَتْ لِمُرَادٍ ثُمَّ لِبَنِي غُطَيْفٍ بِالْجَوْفِ عِنْدَ سَبَإٍ وَأَمَّا يَعُوقُ فَكَانَتْ لِهَمْدَانَ وَأَمَّا نَسْرٌ فَكَانَتْ لِحِمْيَرَ لِآلِ ذِي الْكَلَاعِ أَسْمَاءُ رِجَالٍ صَالِحِينَ مِنْ قَوْمِ نُوحٍ فَلَمَّا هَلَكُوا أَوْحَى الشَّيْطَانُ إِلَى قَوْمِهِمْ أَنْ انْصِبُوا إِلَى مَجَالِسِهِمْ الَّتِي كَانُوا يَجْلِسُونَ أَنْصَابًا وَسَمُّوهَا بِأَسْمَائِهِمْ فَفَعَلُوا فَلَمْ تُعْبَدْ حَتَّى إِذَا هَلَكَ أُولَئِكَ وَتَنَسَّخَ الْعِلْمُ عُبِدَتْ (خ عن ابن عباس)

Nûh’un kavminde mevcut olan putlar daha sonra Araplara da intikal etmiştir. Vedd adlı put, Devmetü’l-Cendel’de Kelb kabilesinin putudur. Süvâ ise Hüzeyl kabilesinin pu­tu, Yeğûs ise Murad kabilesinin putudur ki, daha sonra o, Curf mevkiindeki Sebe’in ya­nında bulunan Gutayfoğullarının putu oldu. Yeûk’a gelince, o da Hemedan kavminin putudur. Nesr ise, Zilkelâ ailesi olan Himyer kabilesinin putudur. Aslında bunlar, Nûh’un kavminden sâlih kişilerin isimleridir. Onlar öldükleri zaman, şey­tan bunların kavmine gelip onların hatıralarına putlarının, oturdukları yerlerde dikilmesini ve bu putlara da onların isimlerinin verilmesini iğvâ etti, şeytanın bu isteğini yerine getirdiler. Onlar ölünceye dek bu putlara tapılmadı. Son­ra halkın bu hususta bildikleri unutulunca, onlara tapmaya başladılar.[2]

Hz. Âişe Radiyallâhu anhâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de, şöyle buyrulmuştur:

لَمَّا اشْتَكَى النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ذَكَرَتْ بَعْضُ نِسَائِهِ كَنِيسَةً رَأَيْنَهَا بِأَرْضِ الْحَبَشَةِ يُقَالُ لَهَا مَارِيَةُ وَكَانَتْ أُمُّ سَلَمَةَ وَأُمُّ حَبِيبَةَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا أَتَتَا أَرْضَ الْحَبَشَةِ فَذَكَرَتَا مِنْ حُسْنِهَا وَتَصَاوِيرَ فِيهَا فَرَفَعَ رَأْسَهُ فَقَالَ أُولَئِكِ اِذَا مَاتَ مِنْهُمْ الرَّجُلُ الصَّالِحُ بَنَوْا عَلَى قَبْرِهِ مَسْجِدًا ثُمَّ صَوَّرُوا فِيهِ تِلْكَ الصُّورَةَ أُولَئِكِ شِرَارُ الْخَلْقِ عِنْدَ اللّٰهِ. (خ م عن عائشة)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem hastalandığında onun hanımlarından birisi Habeşistan’da Mariye diye adlandırılan bir kiliseyi söz konusu etti. Ümmü Seleme ile Ümmü Habibe Habeşistan’a gitmişlerdi. Onlar bu kilisenin güzelliğinden, oradaki sûretlerden söz ettiler. Âişe Radiyallâhu anhâ dedi ki:

- Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem başını kaldırdı ve şöyle buyurdu: ″Şüphesiz onlar, aralarında sâlih bir adam bulunur da bu adam ölürse, onun kabri üzerine bir mescit bina ederler, sonra orada bu sûretleri yaparlardı. İşte onlar, mahşer gününde Allah katında yaratılmışların en şerlileridirler.″[3]

﴿ مِمَّا خَط۪ٓيـَٔاتِهِمْ اُغْرِقُوا فَاُدْخِلُوا نَارًا فَلَمْ يَجِدُوا لَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْصَارًا ﴿٢٥﴾

25. Onlar, günahları sebebiyle tufanda gark oldular, sonra Cehenneme girdirildiler. Artık kendileri için Allah’tan başka yardımcılar bulamadılar.

﴿ وَقَالَ نُوحٌ رَبِّ لَا تَذَرْ عَلَى الْاَرْضِ مِنَ الْكَافِر۪ينَ دَيَّارًا ﴿٢٦﴾ اِنَّكَ اِنْ تَذَرْهُمْ يُضِلُّوا عِبَادَكَ وَلَا يَلِدُٓوا اِلَّا فَاجِرًا كَفَّارًا ﴿٢٧﴾ رَبِّ اغْفِرْ ل۪ي وَلِوَالِدَيَّ وَلِمَنْ دَخَلَ بَيْتِيَ مُؤْمِنًا وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِۜ وَلَا تَزِدِ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا تَبَارًا ﴿٢٨﴾

26-28. Nûh dedi ki: ″Yâ Rabbi! Yeryüzünde hiçbir kâfir bırakma.* Şüphesiz ki, Sen onları bırakırsan, kullarını dalâlete düşürürler ve ancak fâcir, kâfir çocuklar doğururlar.* Yâ Rabbi! Beni, anne ve babamı, Mü’min olarak evime girenleri, bütün Mü’min erkekleri ve Mü’min kadınları bağışla. Zâlimlerin ise ancak helâkini artır.″

İzah: Nûh Aleyhisselâm, dokuz yüz elli sene tebliğden sonra kavminden ümidini kesince, helâk olmaları için Allah’u Teâlâ’ya duâ etmiş ve böylece hepsi tufanda helâk edilmiştir. Nûh Aleyhisselâm’ın kavmiyle olan mücâdelesi ve en son meydana gelen Nûh Tufanı hakkında geniş bilgi için Sûre-i Hûd, Âyet 36-49 ve izahlarına bakınız.


[1] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 244/12; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 3964.

[2] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Nûh 1; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7296.

[3] Sahih-i Buhârî, Cenâiz 70; Sahih-i Müslim, Mesâcid 16 (528).