KEHF SÛRESİ

﴿ وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِفَتٰيهُ لَٓا اَبْرَحُ حَتّٰٓى اَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ اَوْ اَمْضِيَ حُقُبًا ﴿٦٠﴾ فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَبًا ﴿٦١﴾ فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتٰيهُ اٰتِنَا غَدَٓاءَنَاۘ لَقَدْ لَق۪ينَا مِنْ سَفَرِنَا هٰذَا نَصَبًا ﴿٦٢﴾ قَالَ اَرَاَيْتَ اِذْ اَوَيْنَٓا اِلَى الصَّخْرَةِ فَاِنّ۪ي نَس۪يتُ الْحُوتَۘ وَمَٓا اَنْسَان۪يهُ اِلَّا الشَّيْطَانُ اَنْ اَذْكُرَهُۚ وَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِۗ عَجَبًا ﴿٦٣﴾

60-63. Ey Resûlüm! Zikret o vakti ki Mûsâ, arkadaşına: ″Durmayacağım, iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim veya yıllarca yürüyeceğim″ demişti.* İki denizin birleştiği yere vardıkları vakit, balıklarını unuttular. Balık, denize girerek kendine bir yol açıp suyu yararak gitti.* İki denizin birleştiği yeri geçtikleri vakit, Mûsâ, arkadaşına: ″Getir, gıdamızı (balığı) yiyelim, bugün yolculuğumuzdan dolayı yorgunluk duyuyoruz″ dedi.* Arkadaşı: ″Gördün mü? Kayanın yanında olduğumuz vakit, balığı unuttum. Bunu söylemeyi bana ancak şeytan unutturdu. Balık da, acâyip bir şekilde denize girerek kendine bir yol açıp suyu yararak gitti″ dedi.

İzah: Mûsâ Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm arasında meydana gelen hâdiseyi Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle anlatmaktadır:

قَامَ مُوسَى النَّبِىُّ خَطِيباً فِى بَنِى إِسْرَائِيلَ فَسُئِلَ أَىُّ النَّاسِ أَعْلَمُ فَقَالَ أَنَا أَعْلَمُ فَعَتَبَ اللّٰهُ عَلَيْهِ إِذْ لَمْ يَرُدَّ الْعِلْمَ إِلَيْهِ فَأَوْحَى اللّٰهُ إِلَيْهِ أَنَّ عَبْداً مِنْ عِبَادِى بِمَجْمَعِ الْبَحْرَيْنِ هُوَ أَعْلَمُ مِنْكَ قَالَ يَا رَبِّ وَكَيْفَ بِهِ فَقِيلَ لَهُ احْمِلْ حُوتاً فِى مِكْتَلٍ ... (خ عن ابى ابن كعب)

Mûsâ Peygamber, bir gün İsrailoğullarına hutbe okumak için kalkmıştı. Kendisine: ″İnsanların içinde en âlim kimdir?″ diye soruldu. Mûsâ: ″En âlim benim″ diye cevâb verdi. Allah en iyi bilendir diyerek, işi Allah‘a havâle etmediğinden dolayı Allah’u Teâlâ, ona itab etti ve kendisine: ″İki denizin birleştiği yerde kullarımdan biri var. O, senden daha âlimdir″ diye vahyetti. Mûsâ: ″Yâ Rabbi! ona nasıl ulaşabilirim?″ diye sorduğunda, Allah’u Teâlâ: ″Büyük bir sepet içinde büyük bir balık taşı, o balık nerede canlanıp denize girerse, işte o ku­lum oradadır″ diye buyurdu…[1]

Mûsâ Aleyhisselâm Allah’u Teâlâ’dan ledün ilmini öğrenmek istemişti. Allah’u Teâlâ da Mûsâ Aleyhisselâm’a, benim bir kulum var ona git, ondan öğren, başına abasını çekmiş yatar bir vaziyette bulacaksın. Mûsâ Aleyhisselâm: ″Yâ Rabbi! Çok sayıda yatan insan var, ben o adamı nasıl bulacağım?″ dedi. Allah’u Teâlâ da ona: ″Sen yanına pişmiş büyük bir balık alarak deniz kenarında gidersin, balık ne zaman canlanıp suya girerse, orada o adamı abasını başının üzerine çekmiş taş, üstünde yatar bir vaziyette bulursun. İşte o adamdan ledin ilmini öğrenrsin″ diye buyurdu.

Allah’u Teâlâ’nın emri üzerine Mûsâ Aleyhisselâm ve arkadaşı,[2] yanlarına pişmiş bir balık alarak yola çıktılar. Mola verdikleri yerlerde o balıktan yiyorlardı. Mûsâ Aleyhisselâm ve arkadaşı, iki denizin birleştiği yere varınca, mola verdiler ve o balıktan yediler. Mûsâ Aleyhisselâm orada taş üstünde yatan birini görmüştü. Nihâyet yemeklerini yiyip oradan ayrılırken, Musâ Aleyhisselâm kalktı ve yürümeye başladı, arkadaşı da sofrayı topluyordu. O sırada yemiş oldukları balık, canlanıp suya girdi. Şeytan, arkadaşına bu hâdiseyi Mûsâ Aleyhisselâm’a söylemeyi unutturdu. Bir müddet daha gittikten sonra Mûsâ Aleyhisselâm arkadaşına, ″Getir azığımızı yiyelim″ dedi. Arkadaşı da ona, âyette geçtiği gibi ″Gördün mü? Kayanın yanında olduğumuz vakit, balığı unuttum. Bunu söylemeyi bana ancak şeytan unutturdu. Balık da, acâyip bir şekilde denize girerek kendine bir yol açıp suyu yararak gitti″ dedi.

﴿ قَالَ ذٰلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِۗ فَارْتَدَّا عَلٰٓى اٰثَارِهِمَا قَصَصًاۙ ﴿٦٤﴾ فَوَجَدَا عَبْدًا مِنْ عِبَادِنَٓا اٰتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا ﴿٦٥﴾ قَالَ لَهُ مُوسٰى هَلْ اَتَّبِعُكَ عَلٰٓى اَنْ تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا ﴿٦٦﴾

64-66. Mûsâ: ″İşte bizim aradığımız da bu idi″ dedi. Hemen izlerini tâkip ederek geri döndüler.* O kayanın yanında, kendisine bir rahmet verdiğimiz ve ilm-i ledün öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu (Hızır Aleyhisselâm‘ı) buldular.* Mûsâ, o kulumuza: ″Sana öğretilen hikmetli ilimden bana da öğretmen için sana tâbi olayım mı?″ dedi.

İzah: Nihâyet geri döndüklerinde aynı şekilde taş üzerinde yatan adamı buldular. Mûsâ Aleyhisselâm o adama; arkadaş, ben Mûsâ’yım, Peygamberim, Allah’u Teâlâ’dan ilm-i ledün’ü öğrenmek istedim. Allah’u Teâlâ bana: ″O ilmi bilen kuluma git, ondan öğren″ dedi ve beni senin yanına gönderdi.

Mûsâ Aleyhisselâm’ın, ilm-i ledün öğretmesi karşılığında kendisine tâbi olmak istediği kişi Hızır Aleyhisselâm’dır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:

إِنَّمَا سُمِّيَ الْخَضِرَ أَنَّهُ جَلَسَ عَلَى فَرْوَةٍ بَيْضَاءَ فَإِذَا هِيَ تَهْتَزُّ مِنْ خَلْفِهِ خَضْرَاءَ (خ ت عن ابى هريرة)

Ona ″Hızır″ diye hitap edilmesinin sebebini izah ederek, ″Hızır, otsuz kuru bir yere otururdu da, ansızın o otsuz yer yeşillenerek peşi sıra dalgalanırdı″[3] diye buyurmuştur.

﴿ قَالَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا ﴿٦٧﴾ وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلٰى مَا لَمْ تُحِطْ بِه۪ خُبْرًا ﴿٦٨﴾ قَالَ سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ صَابِرًا وَلَٓا اَعْص۪ي لَكَ اَمْرًا ﴿٦٩﴾ قَالَ فَاِنِ اتَّبَعْتَن۪ي فَلَا تَسْـَٔلْن۪ي عَنْ شَيْءٍ حَتّٰٓى اُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْرًا۟ ﴿٧٠﴾

67-70. O kulumuz, Mûsâ’ya dedi ki: ″Şüphesiz ki, sen benimle beraber olmaya sabredemezsin.* Hakikatından haberdar olmadığın bir şeye nasıl sabredersin?″* Mûsâ da: ″İnşâallah! Beni sabredenlerden bulursun, senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim″ dedi.* Sâlih kul da: ″Bana tâbi olursan, ben hikmetlerini sana beyan edinceye kadar, bana bir şey sorma″ dedi.

İzah: Mûsâ Aleyhisselâm‘ın derecesi Hızır Aleyhisselâm‘dan yüksekti. Mûsâ Aleyhisselâm; Kelimullahtır, Resûlullahtır. Kendisinde Peygamberlik ve kitap ilmi vardı. Buna rağmen Allah’u Teâlâ İlm-i ledün’ü öğrenmesi için Hızır Aleyhisselâm‘a göndererek ona tâbi olmasını ve ondan bu ilmi öğrenmesini söylemiştir. Bu ilme sâhip olanlar, Allah’ın kendilerine bildirmesi ile hiç kimsenin bilemediği hususları bilirler. Bu sebeple Hızır Aleyhisselâm ona: ″Sen anlayamadığın hususlarda sabredemeyerek bana muhalefet edersin″ demiştir.

﴿ فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا رَكِبَا فِي السَّف۪ينَةِ خَرَقَهَاۜ قَالَ اَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ اَهْلَهَاۚ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـًٔا اِمْرًا ﴿٧١﴾ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا ﴿٧٢﴾ قَالَ لَا تُؤَاخِذْن۪ي بِمَا نَس۪يتُ وَلَا تُرْهِقْن۪ي مِنْ اَمْر۪ي عُسْرًا ﴿٧٣﴾

71-73. Gittiler ve nihâyet bir gemiye bindiler. Sâlih kul, o gemiyi deldi. Mûsâ: ″Gemiyi, yolcularını gark etmek için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir şey yaptın″ dedi.* Sâlih kul: ″Ben sana, şüphesiz ki sen benimle beraber olmaya sabredemezsin, demedim mi?″ dedi.* Mûsâ: ″Unuttuğum için beni azarlama ve bana bu işimden dolayı bir güçlük çıkarma″ dedi.

İzah: Mûsâ Aleyhisselâm, artık ona teslim olduğu için, o ne derse ona tâbi oluyordu. Nihâyet beraber giderek bir geminin yanına vardılar. Hızır Aleyhisselâm, gemi sahibine: ″Bizi gemiye alırmısın?″ deyince, gemi sahibi: ″Alırım″ dedi. Bunlar: ″Paramız yok″ deyince de, gemi sahibi: ″Olsun, hiç olmazsa sizin hürmetinize Cenâb-ı Hakk benim gemimi muhafaza eder″ dedi ve hürmet ederek bunlara yer gösterdi.

Biraz gittikten sonra, Hızır Aleyhisselâm eline bir balta aldı ve geminin ambarına indi. Mûsâ Aleyhisselâm da arkasından indi. Hızır Aleyhisselâm, elindeki baltayla gemiyi delmeye başladı. Mûsâ Aleyhisselâm: ″Sen bu gemiyi deliyorsun, bütün gemidekiler gark olacak, sen ne yapıyorsun?″ deyince. Hızır Aleyhisselâm dedi ki : ″Ben sana demedim mi, sen benimle beraber olmaya sabredemezsin?″ Bunun üzerine Mûsâ Aleyhisselâm da ona dedi ki: ″Ben unuttum, bundan sonra sabrederim, bir daha işine karışmam, beni affet.″

﴿ فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا لَقِيَا غُلَامًا فَقَتَلَهُۙ قَالَ اَقَتَلْتَ نَفْسًا زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍۜ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـًٔا نُكْرًا ﴿٧٤﴾ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْرًا ﴿٧٥﴾ قَالَ اِنْ سَاَلْتُكَ عَنْ شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْن۪يۚ قَدْ بَلَغْتَ مِنْ لَدُنّ۪ي عُذْرًا ﴿٧٦﴾

74-76. Gemiden çıkarak gittiler, nihâyet bir oğlan çocuğuna rastladılar. Sâlih kul, hemen o çocuğu öldürdü. Mûsâ: ″Kısas olmaksızın hiç suçu olmayan bir nefsi mi öldürdün? Doğrusu çok kötü bir şey yaptın″ dedi.* Sâlih kul: ″Ben sana, şüphesiz ki sen benimle beraber olmaya sabredemezsin, demedim mi?″ dedi.* Mûsâ da: ″Eğer bundan sonra bir şey sorarsam, artık bana yoldaşlık etme, o zaman benden ayrılmak için bir mâzeretin olur″ dedi.

İzah: Gemiden çıktıktan sonra bir köyün yanından geçip giderken, o köyün köpekleri bunların hüzerine hücum etti. Bir çocuk geldi, bu köpekleri taşla vurarak kovaladı ve buyrun yolunuza devam edin dedi. Hızır Aleyhisselâm o çocuğu yanına çağırdı, tuttu yere yatırdı, elini ayağını tutun dedi ve çocuğu boğazladı. O zaman Mûsâ Aleyhisselâm: ″Sen hiç suçu olmayan bir nefsi öldürdün? dedi. Bunun üzerine Hızır Aleyhisselâm dedi ki: ″Ben, sana demedim mi, sen benimle olmaya sabredemezsin.″ Mûsâ Aleyhisselâm da: ″Ben unuttum; eğer bir daha söylersem, beni yanından ayır″ dedi.

﴿ فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَٓا اَتَيَٓا اَهْلَ قَرْيَةٍۨ اسْتَطْعَمَٓا اَهْلَهَا فَاَبَوْا اَنْ يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا ف۪يهَا جِدَارًا يُر۪يدُ اَنْ يَنْقَضَّ فَاَقَامَهُۜ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَتَّخَذْتَ عَلَيْهِ اَجْرًا ﴿٧٧﴾

77. Yine gittiler ve nihâyet bir beldeye varıp ahâlisinden yiyecek istediler. O belde ahâlisi bunları misafir etmekten çekindi. Mûsâ ve sâlih kul, orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Sâlih kul, o duvarı yaptı. Bunun üzerine Mûsâ: ″Bu iş için ücret istesen alırdın″ dedi.

İzah: Nihâyet bir beldeye gittiler. Orada çok şiddetli bir yağmur yağıyordu ve etraf da çok çamur olmuştu. Kendilerinin de üstleri yaşarmış ve çamur olmuştu. Ne kadar ev varsa dolaştılar, fakat bunları kimse misafir almadı.[4] Derken kötü ve harabe haline gelmiş bir duvarın yanına geldiler ve orada dururlarken Hızır Aleyhisselâm: ″Kalkın bakalım, biriniz çamur yapın, biriniz de taş verin, ben şu duvarı yapacağım″ dedi.

Mûsâ Aleyhisselâm, yağmurdan dolayı üstü ıslak olduğundan titriyordu. Mûsâ Aleyhisselâm dedi ki: ″Onlar bizi misafir almadılar, ekmek vermediler. Sen ise, onların duvarlarını yapıyorsun. Eğer isteseydin ücret dahi alırdın″ Bunun üzerine Hızır Aleyhisselâm: ″İşte şimdi sen ile benim arama ayrılık düştü″ dedi.

﴿ قَالَ هٰذَا فِرَاقُ بَيْن۪ي وَبَيْنِكَۚ سَاُنَبِّئُكَ بِتَأْو۪يلِ مَا لَمْ تَسْتَطِعْ عَلَيْهِ صَبْرًا ﴿٧٨﴾

78. Sâlih kul, Mûsâ’ya dedi ki:İşte bu, seninle benim aramın ayrılmasıdır. Sana sabredemediğin şeylerin hikmetlerini bildireyim.″

﴿ اَمَّا السَّف۪ينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاك۪ينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَاَرَدْتُ اَنْ اَع۪يبَهَا وَكَانَ وَرَٓاءَهُمْ مَلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَف۪ينَةٍ غَصْبًا ﴿٧٩﴾

79. O deldiğim gemi, birtakım yoksullara ait idi. Onu denizde çalıştırmakla ihtiyaçlarını gideriyorlardı. Önlerinde de her gemiyi gasp eden bir hükümdar vardı. İstedim ki, o gemide bir kusur meydana getireyim de, hükümdar onu gasp etmekten vazgeçsin.

İzah: Hızır Aleyhisselâm şöyle dedi: Gemi, hayır sahibi bir adamındı. Kendisi fakir olup geçimini bu gemiyle sağlıyordu. Bizi de gemiye hayrına bindirdi. Gidiş istikametindeki bir kral, harbe götürmek için sağlam olan gemilere el koyuyordu. Bu adamın da gemiden başka geliri yoktu. Onun için gemiyi delerek hasarlı hale getirdim. Gemi hasarlı olduğundan, ona el koymadılar. O gemi sahibi daha sonra gemisini tamir ederek çocuklarının geçimini sürdürür. İşte gemi sahibi, gemisinin delinmesinden memnun oldu ve böylece gemisi kurtuldu. İşte gemiyi delmemin hikmeti budur.

﴿ وَاَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ اَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَش۪ينَٓا اَنْ يُرْهِقَهُمَا طُغْيَانًا وَكُفْرًاۚ ﴿٨٠﴾ فَاَرَدْنَٓا اَنْ يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْرًا مِنْهُ زَكٰوةً وَاَقْرَبَ رُحْمًا ﴿٨١﴾

80-81. Öldürdüğüm oğlan çocuğuna gelince, onun anne ve babası Mü’min kimselerdi. İlerde onları azgınlığa ve küfre sevk etmesinden korktuk.* İstedik ki, Rableri onun yerine kendilerine ondan daha hayırlı, daha temiz ve daha merhametli birini versin.

İzah: Hızır Aleyhisselâm şöyle dedi: O çocuğun anne ve babası sâlih kimselerdi, Allah’ın sevgili dostlarıydılar. O çocuk büyüdüğünde küfre girip zâlim, âsi ve eşkıya olacaktı. Haksız yere çok insan öldürecekti. Anne ve babasının, ona olan düşkünlüğünden dolayı, o çocuğun anne ve babasını küfür ve isyâna düşürmesinden korktuk, bu sebeple o çocuğu öldürdük. İstedik ki, Allah’u Teâlâ o çocuğun yerine kendilerine daha hayırlı, daha temiz ve daha merhametli olan bir çocuk versin. İşte çocuğu öldürmemin hikmeti budur.

Bu hâdise hakkında Katâde Hazretleri der ki: O çocukları doğduğunda anne ve babası sevinmişti. Öldürül­düğünde de onun için üzülmüşlerdi. Ama hayatta kalmış olsaydı, onların he­lâk olmalarına sebep olacaktı. O bakımdan herkese düşen Allah’u Teâlâ’nın ka­zâsına rızâ göstermektir. Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ’nın, Mü’minler hakkındaki hoşlarına gitmeyen takdiri, sevdikleri şekildeki takdirlerinden onlar için daha ha­yırlıdır.

Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 216’da: … Bâzen bir şeyi hoş görmezsiniz, halbuki o sizin için hayırdır. Bâzen de bir şeyi arzu edersiniz, halbuki o sizin için şerdir. Allah’u Teâlâ (sizin için, hayır ve şer olanı) bilir, siz bilmezsiniz″ diye buyurmuştur.

Rivâyet edildiğine göre, Allah’u Teâlâ öldürülen çocuğun yerine anne ve babasına ondan daha hayırlı olan bir çocuk vermişti. Bu hususta İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ, ″Annesi bir kız çocuğu doğurdu. O da bir Peygamber doğurdu″ diye buyurmuştur.

﴿ وَاَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَت۪يمَيْنِ فِي الْمَد۪ينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنْزٌ لَهُمَا وَكَانَ اَبُوهُمَا صَالِحًاۚ فَاَرَادَ رَبُّكَ اَنْ يَبْلُغَٓا اَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنْزَهُمَاۗ رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَۚ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ اَمْر۪يۜ ذٰلِكَ تَأْو۪يلُ مَا لَمْ تَسْطِعْ عَلَيْهِ صَبْرًاۜ۟ ﴿٨٢﴾

82. Yaptığım duvara gelince, bu duvar şehirdeki iki yetim erkek çocuğa ait idi. Duvarın altında onlara ait bir define vardı. Babaları da sâlih bir kimse idi. Rabbin Teâlâ, o çocukların buluğ yaşına ve rüşde ulaşınca definelerini kendilerinin çıkarmasını istedi. Bu, Rabbinden bir rahmetti. Ben, bu işleri kendiliğimden yapmadım. İşte sabredemeyip itiraz ettiğin şeylerin hikmetleri budur.

İzah: Hızır Aleyhisselâm şöyle dedi: O beldede iki yetim çocuk vardı. Bu çocukların babasının çok miktarda kendisine ait parası vardı. Bu adam hastalanıp öleceğini anladığında, çocuklarının da küçük yaşta olmaları sebebiyle parayı onlara güvenemedi. Çünkü kendisi öldüğünde, çevresinde bulunan zâlim insanlar, çocuklarının elinden bu paraları alırlar diye düşündü, evin duvarının temeline o paraları gömdü ve ″Allah’ım! Sen bu parayı muhafaza et ve benim yetimlerime nasip et″ diyerek Allah’a emânet etti. Çocuklarına da: ″Benden sonra siz büyüdüğünüzde, benim bu evimi tamamen yıkıp yerine yeni bir ev yapın″ diye vasiyet etti. Amacı, çocuklar büyüdüğünde, o parayı bulmalarını sağlamaktı. Evin duvarının bu kısmı yıkılmış, bu definenin üstünün açılmasına çok az bir şey kalmıştı. Bu gece yağan yağmurla da bunun üstü tamamen açılacaktı. Allah’u Teâlâ, bu durumu bana bildirdi. Onun için yıkılan o duvarı hemen yaptım ve böylece yetimlerin parasını korudum. İşte bunun hikmeti de budur.

Yine bu Âyet-i Kerîme’de geçen define hakkında Ebu’d-Derdâ Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmaktadır:

فِي قَوْلِهِ {وَكَانَ تَحْتَهُ كَنْزٌ لَهُمَا} قَالَ ذَهَبٌ وَفِضَّةٌ (ت عن ابى الدرداء)

″Altında onlara ait bir define vardı″ diye geçen âyet hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Altın ve gümüşten bir define″ diye buyurdu.[5]

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

يَرْحَمُ اللّٰهُ مُوسَى لَوْ كَانَ صَبَرَ لَقُصَّ عَلَيْنَا مِنْ أَمْرِهِمَا (خ م ت)

″Al­lah’u Teâlâ, Mûsâ‘ya rahmet etsin. İsterdik ki, keşke sabredeydi de, Hızır ile aralarında geçecek mâceraları Allah’u Teâlâ bize anlatsaydı.[6]

İşte bu ve bunun gibi hâdiseler akla, mantığa sığmaz, îmana sığar.

Âyet-i Kerîme’de geçen, Mûsâ Aleyhisselâm’ın Hızır Aleyhis-selâm’dan öğrendiği ilim; ledün ilmidir. Bu da mânevî bir ilimdir. Bu ilme sâhip olanlar, Allah’ın kendilerine bildirmesi ile hiç kimsenin bilemediği hususları bilir.

Mûsâ Aleyhisselâm, ledün ilmini öğrenmek istedi. Allah’u Teâlâ da bu ilmi öğrenebilmesi için onu Hızır Aleyhisselâm’a göndermiştir. Bu husus Sûre-i Kehf, Âyet 65-66’da şöyle geçmektedir:

O kayanın yanında, kendisine bir rahmet verdiğimiz ve ilm-i ledün öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu (Hızır Aleyhisselâm‘ı) buldular.* Mûsâ, o kulumuza: ″Sana öğretilen hikmetli ilimden bana da öğretmen için sana tâbi olayım mı?″ dedi.″

Allah’u Teâlâ istese bu ilmi, Mûsâ Aleyhisselâm’a bir anda verebilirdi. Ancak bu ilmi öğrenebilmesi için bir kulunu vesîle kılmıştır. Mûsâ Aleyhisselâm, Ulu’l-Azim Peygamberlerden olup Allah’u Teâlâ ile bizzat konuştuğu halde bu ilmi bilmiyordu. Halbuki kendisi Tevrat’ı ezbere biliyordu. Dolayısıyla kendi zamanında kitap ilminde kendisinden daha üstün kimse yoktu.

Bu mânevi ilim, ancak bir mürşidin yanında onun rehberliğinde yaşayarak ve sabırla öğrenilir. Aynı Mûsâ Aleyhisselâm’ın Hızır Aleyhisselâm’a tâbi olarak öğrendiği gibi. Hızır Aleyhisselâm’ın bu ilmi öğretme şekline bakıldığı zaman da, bu durum akla, mantığa ve şeriata muhâlif gibi gözükse de, sonuna bakıldığında büyük hikmetlerinin olduğu anlaşılmaktadır.

Ledün ilmini, insanların anlayamayıp karşı çıkması hakkında Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu şöyle buyurmuştur:

حَفِظْتُ مِنْ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وِعَاءَيْنِ فَأَمَّا أَحَدُهُمَا فَبَثَثْتُهُ وَأَمَّا الْآخَرُ فَلَوْ بَثَثْتُهُ قُطِعَ هَذَا الْبُلْعُومُ (خ عن ابى هريرة)

″Ben, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den iki çeşit ilim öğrendim. Bunlardan birini sizlere bildirdim. Eğer ikinci öğrendiğim ilmi size söylersem, benim şu boğazım kesilir.″[7]

İşte Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’nun, Eğer ikinci öğrendiğim ilmi size söylersem, benim şu boğazım kesilir″ dediği üzere, Muhyiddin İbn’ül-Arabî Hazretleri, Nesimi Hazretleri ve Hallac-ı Mansur Hazretleri gibi birçok tasavvuf ehlinin bâzı hallerinin hikmeti, o zamanın âlimleri tarafından ilk başta anlaşılamadığı için şeriata muhâlif gibi görülmüş ve verdikleri fetvâlar ile de bu zâtların öldürülmelerine hükmedilmiştir. Bunların hikmeti ise, sonradan ortaya çıkmıştır. Mesalâ: Muhyiddin İbn’ül-Arabî Hazretleri, büyük bir kayanın üzerine çıkarak, ″Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır″ demiş. Ve o zamanın âlimleri de, ″Biz taşa, toprağa değil Allah’a taparız, sen bize nasıl böyle bir şey dersin″ diyerek, onun bu sözüyle küfre girdiğini söyleyip öldürülmesine fetvâ vermişlerdir. Uzun yıllar sonra Yavuz Sultan Selim Han, Şam’ı fethedince, oradaki bir caminin giriş kapısının üzerinde bir yazı görür. O yazıda: ″Sin, Şın’a dahil olduğunda Muhyiddin’in kabri ortaya çıkar″ diye yazıyordu. Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri bu yazıyı görünce, ″Sin, benim, Şın da Şam şehridir. Bu yazı, Şam’ı aldığımda, Muhyiddin İbn’ül-Arabî Hazretlerinin kabrini ortaya çıkaracağımı haber vermektedir″ der. Onun nasıl öldüğünü soruşturur.

Muhyiddin İbn’ül-Arabî Hazretlerinin büyük bir kayanın üzerine çıkarak: ″Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır″ demesi üzerine o zamanın alimleri tarafından: ″Biz taşa, toprağa değil Allah’a taparız, sen bize nasıl böyle bir şey dersin″ diyerek onun bu sözüyle küfre girdiğini söyleyip öldürülmesine fetvâ verdiklerini öğrenir. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri, kayanın altını açtırır ki, altın ile dolu olduğu görülür. İşte o zaman anlaşılıyor ki, Muhyiddin İbn’ül-Arabî Hazretleri, insanların dünyâya çok fazla meylettiklerini ifade etmek için bu sözü söylemişti.

Bu olay üzerine Yavuz Sultan Selim Han, Muhyiddin İbn’ül-Arabî Hazretlerinin kabrini araştırır ve sonunda cesedini hiç bozulmamış halde bulur ve tekrar onu yıkayıp namazını kılarak defneder ve şu anki Şam şehrinde olan kabri şerifinin bulunduğu cami ve türbeyi yaptırır. İşte sözünün ne kadar hikmetli ve kendisinin de ne kadar büyük zât olduğu ilk başta anlaşılamadığı halde, uzun yıllar sonra hakikat meydana çıkmıştır. Nitekim Mûsâ Aleyhisselâm da, bizzat Allah’u Teâlâ tarafından Hızır Aleyhisselâm’a gönderildiği halde, onun ilminin büyüklüğünü bilmesine ve sabredeceğini söylemesine rağmen, onun yaptıklarını anlayamamış, sabredemeyip karşı çıkmıştır.

Mûsâ Aleyhisselâm gibi, bu ledün ilmini öğrenebilmek için İbrâhim Ethem Hazretleri de, padişahlığı, tacı tahtı terk ederek, bir Mürşid-i Kâmil’e intisap etmiş ve dergahında uzun yıllar hizmet ederek ondan bu ilmi öğrenmiştir. Mevlanâ Hazretleri de kendi zamanında yüksek bir kitap ilmine sahipken, bu mânevi ilmi öğrenebilmek için, o da Şems-i Tebrizî Hazretlerine intisap etmiş ve ondan bu ilmi öğrenmiştir. Yine Yunus Emre Hazretleri de bu mânevi ilmi öğrenebilmek için uzun yıllar Taptuk Emre Hazretlerinin dergâhında hizmet etmiş ve o da aynı şekilde bu ilmi ondan öğrenmiştir. Yine Fâtih Sultan Muhammed Han Hazretleri de, yüksek bir zâhir ilme sahip olup cihana hükmeden bir padişah iken ve ayrıca onun hakkında övgüyle bahseden Hadis-i Şerif olmasına rağmen, o da Akşemseddin Hazretlerine tâbi olarak onun müridi olmuştur. Osmanlı’nın kurucusu olan Osman Bey’in tâbi olduğu Şeyh Edebâli gibi, Osmanlı padişahlarının, bu mânevi ilmi öğrenebilmek için tâbi oldukları şeyhleri vardı. Bunlar gibi birçok örnek vardır. İşte bu mânevi ilme, genel olarak tasavvuf ilmi denilmiştir.

Nitekim bir kitap ilmi ve bir de mânevi ilim olduğuna dair çok sayıda Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif vardır. Bunlardan bâzıları şöyledir:

Sûre-i Bakara, Âyet 151:

″Nitekim içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi günahlardan temizleyen, size kitabı ve hikmeti öğreten ve bilmediklerinizi öğreten bir Peygamber gönderdik.″

Sûre-i Âl-i İmrân, Âyet 164:

″Yemin olsun ki Allah’u Teâlâ, Mü’minlere büyük lütufta bulundu. Zîrâ onlara Allah’ın âyetlerini okuyan, onları günahlardan temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten, kendilerinden bir Resûl gönderdi. Oysa onlar, evvelce apaçık bir dalâlet içindeydiler.″

Sûre-i Bakara, Âyet 269:

″Allah’u Teâlâ, hikmeti dilediğine verir. Her kime hikmet verilmiş ise, şüphesiz ona çok hayır verilmiştir. Bunu, ancak hâlis akıl sahipleri düşünüp anlar.″

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

اَلْعِلْمُ عِلْمَانِ فَعِلْمٌ ثَابِتٌ فِى الْقَلْبِ فَذَاكَ الْعِلْمُ النَّافِعُ وَعِلْمٌ فِى اللِّسَانِ فَذَاكَ حُجَّةُ اللّٰهِ عَلَى عِبَادِهِ (ابو نعيم عن انس)

″İlim ikidir: Biri kalpte sâbittir. İşte en faydalı olan ilim (hikmet ve ledün ilmi) budur. Bir ilim de lisândaki ilimdir (kitaptır). Bu da Allah’u Teâlâ’nın kullarına hüccetidir (delilidir).[8] Hadis-i Şerif’te geçen nâfi ilminden maksat, mânevi ilimdir.

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

تَعَلَّمُوا الْيَقِينَ كَمَا تَعَلَّمُوا الْقُرْآنَ حَتَّى تَعْرِفُوهُ فَاِنِّى اَتَعَلَّمُهُ (حل عن ثور)

″İlm-i yakîni öğrenmeye çalışın. Kur’ân öğrenmeye çalıştığınız gibi. Hattâ onu iyice bilesiniz, ben de onu öğrenmeye çalışıyorum.″[9]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

عِلْمُ الْبَاطِنِ سِرٌّ مِنْ أَسْرَارِ اللّٰهِ تَعَالَى وَحِكَمٌ مِنْ حِكَمِ اللّٰهِ يَقْذِفُهُ فِى قُلُوبٍ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ (فر الديلمى عن امام على)

″Bâtın ilmi, Allah’ın sırlarından bir sırdır ve Allah’ın hikmetlerinden bir hikmettir. Onu dilediği kullarının kalbine koyar.″[10]

İşte Allah’u Teâlâ’nın hücceti olan kitap ilmi de, mânevi ilim olan ledün ilmi de önceki Peygamberler döneminde olduğu gibi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘de ve ümmettinden bâzı kimselerde de vardır. Hâsılı kişiye lâzım olan zâhir ve mânevi ilmin kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu iki ilimi de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ümmetine öğretmiştir.


[1] Sahih-i Buhârî, İlim 63; Sahih-i Müslim, Fedâil 46 (170-172 Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7065.

[2] Mûsâ Aleyhisselâm’ın yanında yol arkadaşı olan gencin adı, Yuşâ b. Nûn’dur. Bu zât, bir rivâyete göre, Mûsâ Aleyhisselâm‘ın kız kardeşinin oğludur. (Bu hususta bakınız: Sahih-i Buhârî, İlim 63; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7065)

[3] Sahih-i Buhârî, Enbiyâ 26; Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19.

[4] O belde halkı azgınlıklarında devam etti, Îsâ Aleyhisselâm zamanında, Allah’u Teâlâ şiddetli bir zelzele ile o beldeyi helak etmiştir.

[5] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7073.

[6] Sahih-i Buhârî, İlim 63; Sahih-i Müslim, Fedâil 46 (170-172 Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 19; Rudânî, Cem’ul-Fevâid, Hadis No: 7065.

[7] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 100.

[8] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 223/2; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, Hadis No: 60.

[9] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 254/1; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 7337.

[10] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 317/3.