EN’ÂM SÛRESİ

﴿ وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ ﴿٥٩﴾

59. Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Onları, Allah’tan başka kimse bilmez. O, karada ve denizdekilerin hepsini bilir. Bir yaprak düşmez ve yerin altına bir tohum girmez ki, Allah’u Teâlâ onu bilmesin. Yaş ve kuru her ne varsa, hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) kayıtlıdır.

İzah: Gaybın anahtarları hakkında Sâlim İbn-i Abdullah Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

مَفَاتِحُ الْغَيْبِ خَمْسٌ {إِنَّ اللّٰهَ عِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَيُنْزِلُ الْغَيْثَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْأَرْحَامِ وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ مَاذَا تَكْسِبُ غَدًا وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ بِأَيِّ أَرْضٍ تَمُوتُ إِنَّ اللّٰهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ} (خ عن سالم بن عبد اللّٰه)

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Gaybın anahtarları beştir″ diye buyurmuş ve Sûre-i Lokmân, Âyet 34’ü okumuştur: ″Kıyâmetin ne zaman kopacağına dair bilgi, ancak Allah katındadır. Yağmuru O indirir ve rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah’u Teâlâ her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.″[1]


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i En’âm 1; Tefsir-i Lokmân 3.


A’RÂF SÛRESİ

﴿ فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اَوْ كَذَّبَ بِاٰيَاتِه۪ۜ اُو۬لٰٓئِكَ يَنَالُهُمْ نَص۪يبُهُمْ مِنَ الْكِتَابِۜ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُنَا يَتَوَفَّوْنَهُمْۙ قَالُٓوا اَيْنَ مَا كُنْتُمْ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ قَالُوا ضَلُّوا عَنَّا وَشَهِدُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ اَنَّهُمْ كَانُوا كَافِر۪ينَ ﴿٣٧﴾

37. Allah’u Teâlâ’ya (emretmediği şeyleri, emretti diye) yalan yere iftirada bulunandan yahut âyetlerimizi yalanlayandan daha zâlim kim vardır? İşte onlara kitaptan (Levh-i Mahfuz’da yazılı olan) nasipleri erişecektir. Nihâyet resullerimiz (meleklerimiz), ruhlarını almak için onlara geldikleri zaman, ″Allah’ı bırakıp da ibâdet ettiğiniz şeyler nerededir?″ derler. Onlar da, ″Bizi bırakıp kayboldular″ derler ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şâhitlik ederler.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de: ″Onlara, kitaptan (Levh-i Mahfuz’da yazılı olan) nasipleri erişecektir″ diye buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat, kâfirler dünyâda iken kendilerine takdir edilen rızka ve ömre nâil olurlar, âhirette de küfürleri sebebiyle azâba müstehak olurlar, demektir.

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Nihâyet resullerimiz (meleklerimiz), ruhlarını almak için onlara geldikleri zaman…″ diye buyrulduğu üzere, burada geçen resullerden maksat, Azrâil Aleyhisselâm ve onun emrindeki meleklerdir.


TEVBE SÛRESİ

﴿ اِنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِنْدَ اللّٰهِ اثْنَا عَشَرَ شَهْرًا ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ مِنْهَٓا اَرْبَعَةٌ حُرُمٌۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُ فَلَا تَظْلِمُوا ف۪يهِنَّ اَنْفُسَكُمْ وَقَاتِلُوا الْمُشْرِك۪ينَ كَٓافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَٓافَّةًۜ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ ﴿٣٦﴾

36. Muhakkak ki, Allah katında ayların sayısı, Allah’ın kitabında (Levh-i Mahfuz’unda) gökleri ve yeri yarattığı günden beri on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. Bu dört ayın haram kılınışı, (Hz. İbrâhim’den gelen) doğru dînin hesabı ve hükmüdür. Artık o aylarda (savaşarak) nefsinize zulmetmeyin. Ey Mü’minler! Müşrikler sizinle nasıl top­luca savaşıyorlarsa, siz de onlarla topluca savaşın. Bilin ki, şüphesiz Allah’u Teâlâ, takvâ sahipleriyle beraberdir.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de geçen on iki aya, ″Kamerî aylar″ denir. Bunlar; Muharrem, Safer, Rebiulevvel, Rebiulahir, Cemâziyelevvel, Cemâziyelahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce’dir. Bu aylar içerisindeki haram olan aylar ise; Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır. Bu aylarda savaşmak haram kılınmıştır.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Vedâ Haccı’nda şöyle buyurmuştur:

إِنَّ الزَّمَانَ قَدْ اسْتَدَارَ كَهَيْئَتِهِ يَوْمَ خَلَقَ اللّٰهُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ السَّنَةُ اثْنَا عَشَرَ شَهْرًا مِنْهَا أَرْبَعَةٌ حُرُمٌ ثَلَاثٌ مُتَوَالِيَاتٌ ذُو الْقَعْدَةِ وَذُو الْحِجَّةِ وَالْمُحَرَّمُ وَرَجَبُ مُضَرَ الَّذِي بَيْنَ جُمَادَى وَشَعْبَانَ (خ م عن ابى بكرة)

″Şüphesiz ki zaman, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki şekil ve nizamına dönmüştür. Allah katında ayların sayısı on ikidir. Onlardan dördü haram aylardır ki, üçü birbiri ardınca gelir Zilkâde, Zilhicce, Muharrem. Bir de, Cumâd’el-âhire ile Şaban arasındaki, Mudar’ın ayı Receb’dir.″[1]

İslâm Dîni’nde yılbaşı Muharrem ayının onu olan Aşûre Günü’dür. Rivâyete göre, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında Sahâbe-i Kirâm: ″Bir yılbaşı tayin edelim″ dediler. Bunun üzerine Ashâptan bâzıları, ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Mekke’den Medîne’ye hicreti, bâzıları da, Hz. Ebû Bekir’in Rumlarla mukâvele imzaladığı ve kazandığı hakkında Rum Sûresi’nin indiği meşhur gün olsun″ dediler. En son Hz. Ali, ″birçok Peygamberlerin sıkıntılarından kurtuldukları ve daha pek çok faziletleri olan mübârek Aşûre Günü yılbaşı olsun″ dedi.

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Muharrem ayında bulunan Aşûre Günü’nü daha güzel buldu ve yılbaşı olarak bugünü kabul etti ve buyurdu ki:

″Aşûre Günü yeryüzüne ilk yağmur yağdı. Aşûre Günü Cenâb-ı Hakk, gökleri ve yeri yarattı. Aşûre Günü duâlar kabul oldu. Aşûre Günü Peygamberlerin kiminin doğduğu gün, kiminin vefât ettiği gündür, kiminin düşmandan kurtulup, kiminin düşmanını helâk ettiği gündür.″[2] Hz. Hüseyin Efendimiz de, Yezid tarafından bugün şehit edilmiştir.

Aşûre Günü’nde Peygamberlere çok fütuhatlar, İslâmiyet’te çok önemli şeyler olmuştur. Bu sebeple o gün, mübârek bir gündür. Bu günü Müslümanların ibâdetle ve sevinçle kutlaması gerekir. Hz. Hüseyin Efendimizin Aşûre Günü şehit edildiğinden dolayı, o günde mâtem tutmak Ehl-i Sünnet inancına göre câiz değildir. Eğer mübârek bir zâtın vefât ettiği gün mâtem tutma günü olsaydı, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in vefât ettiği gün, bütün Müslümanlar yas tutardı. Nitekim Sahâbe ve Tâbiin, Aşûre Günü çoluk çocuğunu sevindirmek, giydirmek ve oruç tutmak gibi ameller yapmışlardır.[3] Nitekim Hz. Hüseyin Efendimizin, Yezid’e biat etmemesinin sebebi, kendisinin halife olması için değil, Yezid’in bir İslâm halifesi olamayacak kadar İslâmî yaşantıdan uzak olmasıdır. Hz. Hasan Efendimizin döneminde Müslümanlar ikiye bölünmüştü, bir kısmı Hz. Muâviye tarafında iken, diğer kısmı da Hz. Hasan Efendimizi desteklemişti. Hz. Hasan Efendimiz Müslümanlar arasında bir fitne çıkmasın diye Hz. Muâviye’ye biat etmişti. Böylece Müslümanlar arasında birlik sağlanmıştı. İşte mesele halifelik meselesi değil, mesele İslâm’a uygun bir halifenin seçilmesi idi. Yezid’in, Hz. Hüseyin Efendimizin kendisine biat etmesi için ısrar etmesinin sebebi de, onun Müslümanların önderi konumunda olmasıdır. Çünkü onun biatı, bütün Müslümanların biat etmesi anlamına geliyordu. Hz. Hüseyin Efendimiz, Allah’ın rızâsını gözetip, Yezid’e biat etmeyerek şehâdeti seçmiştir. Muharrem ayının onuncu (Aşûre) günü, Allah yanında en makbul günlerden biri olduğundan, Hakk Teâlâ da o günde onu şehitlere serdar yapmıştır.

Hz. Hüseyin Efendimizin şehit olması, her ne kadar Müslümanları büyük bir üzüntüye sevk etmişse de, onun Yezid karşısındaki dik duruşu bütün Müslümanlar için bir örnek ve gurur duyulacak bir hâdise olmuştur. Allah’u Teâlâ, bizleri Hz. Hüseyin Efendimizin sevgisinden ve yolundan ayırmasın ve âhirette de şefaatine nâil eylesin, âmin!

Yine Aşûre Günü hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

يَوْمُ عَاشُورَاءَ أُهْبِطَ عَلَى الْجُودِيِّ فَصَامَ نُوحٌ وَمَنْ مَعَهُ وَالْوَحْشُ شُكْرًا لِلَّهِ عَزَّ وَجَلَّ وَفِي يَوْمِ عَاشُورَاءَ أفْلَقَ اللّٰهُ الْبَحْرَ لِبَنِي إِسْرَائِيلَ وَفِى يَوْمِ عَاشُورَاءَ تَابَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ عَلَى آدَمَ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَعَلَى مَدِينَةِ يُونُسَ وَفِيهِ وُلِدَ اِبْرَاهِيمُ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (طب عن سعيد بن أبي راشد)

″Aşûre Günü Nûh’un gemisi Cudi Dağı’na indirildi. O gün Nûh ve yanındakiler, Allah’a şükür için oruçlu idiler. Allah’u Teâlâ, denizi İsrailoğulları için Aşûre Günü yardı. Aşûre Günü Allah’u Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’ın tevbesini ve Yunus’un kavminin tevbesini kabul etti. İbrâhim Aleyhisselâm da o gün doğdu.″[4]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de, Mekkeli müşriklerin baskı ve zulümlerinden dolayı Allah’ın emriyle Muharrem ayında hicret etmiş ve Medîne’ye Muharrem ayının onuncu günü olan Aşûre günü ulaşmıştır. Bu Hususta şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قَدِمَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الْمَدِينَةَ فَرَأَى الْيَهُودَ تَصُومُ يَوْمَ عَاشُورَاءَ فَقَالَ مَا هَذَا قَالُوا هَذَا يَوْمٌ صَالِحٌ هَذَا يَوْمٌ نَجَّى اللّٰهُ بَنِي اِسْرَائِيلَ مِنْ عَدُوِّهِمْ فَصَامَهُ مُوسَى قَالَ فَأَنَا أَحَقُّ بِمُوسَى مِنْكُمْ فَصَامَهُ وَأَمَرَ بِصِيَامِهِ (خ م عن ابن عباس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Medîne’ye ulaştığında, Yahudileri Aşûre Günü oruç tutuyor buldu. Bunun sebebi sorulunca, Yahudiler: ″Bugün Allah’u Teâlâ’nın, Firavun’a karşı Mûsâ’ya yardım ettiği gündür. Biz onu tâzim için bugün oruç tutuyoruz″ dediler. Bunun üze­rine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Biz, Mûsâ’ya sizden daha yakınız″ buyurdu ve Aşûre orucunu emretti.[5]

Ramazan-ı Şerif orucu farz olmazdan evvel, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ve Ashâbı, Aşûre orucu tutarlardı. Daha sonra Ramazan orucu farz olunca, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, ″Muharrem ayında tutulan bu orucu dileyen tutsun, dileyen tutmasın″ diye buyurmuştur.

Bu husus Âişe Radiyallâhu anhâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle geçmektedir:

كَانَتْ قُرَيْشٌ تَصُومُ عَاشُورَاءَ فِي الْجَاهِلِيَّةِ وَكَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَصُومُهُ فَلَمَّا هَاجَرَ إِلَى الْمَدِينَةِ صَامَهُ وَأَمَرَ بِصِيَامِهِ فَلَمَّا فُرِضَ شَهْرُ رَمَضَانَ قَالَ مَنْ شَاءَ صَامَهُ وَمَنْ شَاءَ تَرَكَهُ (م عن عائشة(

Câhiliye devrinde Kureyş, Aşûre orucu tutardı. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de Aşûre orucu tutardı. Medîne’ye hicret edince, yine bu orucu tuttu ve Sahâbîlerine de bu orucun tutulması emrini verdi. Ramazan ayı orucu farz kılınınca: ″İsteyen Aşûre orucunu tutar, isteyen de terk eder″ buyurdu.[6]

Ayrıca Aşûre orucu hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

صُومُوا يَوْمَ عَاشُورَاءَ وَخَالِفُوا فِيهِ الْيَهُودَ صُومُوا قَبْلَهُ يَوْمًا أَوْ بَعْدَهُ يَوْمًا (حم عن ابن عباس)

″Aşûre günü oruç tutun ve o hususta Yahudilere muhalefet edin. Aşûre’den bir gün önce veya sonrayı da oruçlu geçirin.″[7]


[1] Sahih-i Buhârî, Tefsir-i Tevbe 8, Edâha 5; Sahih-i Müslim, Kasâme 9 (29).

[2] Gunyet’üt-Tâlibîn, c. 2, s. 74-75.

[3] Bakınız: Gunyet’üt-Tâlibîn, c. 2, s. 76.

[4] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 5407.

[5] Sahih-i Buhârî, Menâkib’ül-Ensâr, 52; Sahih-i Müslim, Sıyâm 19 (127).

[6] Sahih-i Müslim, Sıyâm 19 (113).

[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 2047.


YÛNUS SÛRESİ

﴿ وَمَا تَكُونُ ف۪ي شَأْنٍ وَمَا تَتْلُوا مِنْهُ مِنْ قُرْاٰنٍ وَلَا تَعْمَلُونَ مِنْ عَمَلٍ اِلَّا كُنَّا عَلَيْكُمْ شُهُودًا اِذْ تُف۪يضُونَ ف۪يهِۜ وَمَا يَعْزُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِ وَلَٓا اَصْغَرَ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرَ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ ﴿٦١﴾

61. Ey Resûlüm! Sen herhangi bir işde bulunsan, Kur’ân’dan bir âyet okusan, sen ve ümmetin her ne iş yapsanız, onu yapmaya girişti-ğinizde, Biz ona mutlaka şâhit oluruz. Rabbine yerde ve gökte zerre kadar bir şey gizli kalmaz. Zerreden küçük ve zerreden büyük, hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) kayıtlı olmasın.

İzah: Bu Âyet-i Kerîme’de anlatılan Levh-i Mahfuz’da yazılı olan kaderdir. Her insanın başına gelebilecek iyi veya kötü her şey Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Kulların yaşantısına ve ameline göre Levh-i Mahfuz’daki yazılı olan bu kaderi Allah’u Teâlâ dilerse değiştirir.

Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Ra’d, Âyet 39’da şöyle buyurmuştur:

Allah’u Teâlâ, dilediği hükmü siler ve dilediğini sâbit bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.″

Sûre-i Yûnus, Âyet 97-98’de geçtiği üzere, Yunus Aleyhisselâm’ın kavminin helâk olacağı kesinleştiği halde, Allah’u Teâlâ’ya olan duâları ve yalvarmaları sonucunda, helâktan kurtuldular, dolayısıyla ecelleri de uzamış oldu.

Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

بِرُّ الْوَالِدَيْنِ يَزِيدُ فِي الْعُمُرِ وَالدُّعَاءُ يَرُدُّ الْقَضَاءَ وَالْكَذِبُ يَنْقُصُ الرِّزْقَ (عد والديلمي عن أبي هريرة)

″Anne ve babaya yapılan iyilik ömrü uzatır. Duâ kazâyı önler. Yalan da rızkı eksiltir.″[1]

Kader hakkında geniş bilgi için Sûre-i Enfâl, Âyet 51’in izahına bakınız.


[1] Kenz’ul-Ummal 45520; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 244/3.


HÛD SÛRESİ

﴿ وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَاۜ كُلٌّ ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ ﴿٦﴾

6. Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Allah’u Teâlâ, onların (hayat ve ölüm hâlindeki) duracakları ve emânet olarak bırakılacakları yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) kayıtlıdır.

İzah: Levh-i Mahfuz hakkında Allah’u Teâlâ Sûre-i Ra’d, Âyet 39’da da şöyle buyurmuştur:

Allah’u Teâlâ, dilediği hükmü siler ve dilediğini sâbit bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.″

Yine Âyet-i Kerîme’de: ″Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın″ diye geçen kısımla ilgili olarak Zeyd b. Eş­lem Radiyallâhu anhu, şu olayı nakleder:

Eş’arî kabilesinden olan Ebû Mûsâ, Ebû Mâlik ve Ebû Âmir kendi kabilelerinden bir grup ile birlikte hicret edip, Efendimizin huzuruna geldiklerinde azıkları tükenmişti. Aralarından birisini azık istemek üzere Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e gönderdiler. Bu kişi Efendimizin kapı­sına ulaştığında: ″Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın…″ diye devam eden Sûre-i Hûd, Âyet 6’yı okuduğunu işitti. Bunun üzerine o adam: ″Eş’arîler, Allah yanında diğer canlılardan daha değersiz değildi″ diyerek geri döndü ve Efendimizin huzuruna girmedi. Arkadaşlarına da: ″Müjdeler olsun sizlere ki, sizin imdadınıza yetişildi″ dedi. Onlar da bu ada­mın Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem ile konuştuğunu ve Efendimizin ona söz verdiğini zannediyorlardı. Bu halde bulundukları sırada, içi ekmek ve et dolu bir kabı, iki kişinin taşıyarak getirdiğini gördüler. Diledikleri kadar o kaptan yediler, da­ha sonra biri diğerine: ″Keşke biz bu yiyeceği, o da ihtiyacını gidersin diye, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geri göndersek″ dedi ve bu iki adama şöyle dediler: ″Haydi bu yemeği Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geri götürün. Çünkü bizler bundan ihtiyacımızı kar­şıladık.″

Sonra Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldiler ve ″Yâ Resûlallah! Bize göndermiş olduğun o yiyecekten daha bol ve daha lezzetlisini görmedik″ dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

مَا أَرْسَلْت إِلَيْكُمْ طَعَامًا فَأَخْبَرُوهُ أَنَّهُمْ أَرْسَلُوا صَاحِبهمْ فَسَأَلَهُ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَخْبَرَهُ مَا صَنَعَ وَمَا قَالَ لَهُمْ فَقَالَ رَسُول اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ذَلِكَ شَيْء رَزَقَكُمُوهُ اللّٰه (الترمذي الحكيم في نوادر الأصول عن زيد بن اسلم)

″Ben size yiyecek bir şey göndermedim ki″ dedi. Ona kendi arkadaşlarını gönderdiklerini bildirince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de ona durumu sordu. Bu kişi de yaptığını ve arkadaşlarına söylediklerini bildirince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Bu Allah’u Teâlâ’nın size rızık olarak verdiği bir yiyecektir″ buyurdu.[1]

Her canlının rızkını Allah’u Teâlâ verdiğinden dolayı bir kulun, ″Nasıl olsa rızkım gelir, beni bulur″ diyerek boş boş beklememesi gerekir. Kul elinden geleni yapmak zorundadır. Allah’u Teâlâ’nın da takdiri ne ise, o rızıkta gelir kendini bulur. O kulun ilim ve makam sahibi olması ya da câhil olması Allah’u Teâlâ’nın vereceği rızkı etkilemez. Nice ilim sahibi olan kişiler vardır ki, maddi durumları zayıftır, nice câhil gibi gözüken kişiler de vardır ki, maddi durumları çok iyidir. Allah’ın takdiri neyse o olur. Her şey O’nun dilemesiyledir. Dilediğinin rızkını artırır, dilediğinin de rızkını azaltır.[2] Allah’u Teâlâ rızkı dilediğine, ilmi de çalışana verir.


[1] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkam’il-Kur’ân, c. 9, s. 7.

[2] Bakınız: Sûre-i İsrâ, Âyet 30, Sûre-i Sebe, Âyet 36.


RA’D SÛRESİ

﴿ وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا رُسُلًا مِنْ قَبْلِكَ وَجَعَلْنَا لَهُمْ اَزْوَاجًا وَذُرِّيَّةًۜ وَمَا كَانَ لِرَسُولٍ اَنْ يَأْتِيَ بِاٰيَةٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ لِكُلِّ اَجَلٍ كِتَابٌ ﴿٣٨﴾ يَمْحُوا اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ وَيُثْبِتُۚ وَعِنْدَهُٓ اُمُّ الْكِتَابِ ﴿٣٩﴾

38-39. Yemin olsun ki, senden evvel de Peygamberler gönderdik ve onlar için zevceler ve zürriyetler verdik. Hiçbir Peygamber için kendinden istenilen bir mûcizeyi, Allah’ın izni olmaksızın getirmek mümkün değildir. Her şeyin vâdesi, bir kitapta kayıtlıdır.* Allah’u Teâlâ, dilediği hükmü siler ve dilediğini sâbit bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.

İzah: Müşrikler ve Ehl-i Kitap’tan bâzılarının Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Peygamberliğini inkâr etmek için ortaya attıkları iddialar üzerine bu Âyet-i Kerîme nâzil olmuştur.

Müşrikler, ″Allah’ın Resûlü bir melek olmalı; biz, bizim gibi bir insana tâbi olur muyuz? Bu da bizim gibi bir insandır″ diyerek inkâra kalkışmışlardı. Hristiyanlar da, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in evlenmesini, çocuklarının olmasını ayıplamışlar ve ″Eğer Peygamber olsaydı, Hz. Yahyâ ve Hz. Îsâ gibi kadınlardan el çekip, bekar yaşaması gerekmez miydi?″ diyerek inkâr etmişlerdi.

Allah’u Teâlâ bu Âyet-i Kerîme’de, hakikatın onların iddia ettiği gibi olmadığını ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den evvel gönderdiği Peygamberlere de zevceler ve zürriyetler verdiğini açıkça beyan etmiştir.

Bu hususta Sa’d b. Hişam Radiyallâhu anhu’dan şu hâdise nakledilmiştir:

أَنَّهُ دَخَلَ عَلَى أُمِّ الْمُؤْمِنِينَ عَائِشَةَ قَالَ قُلْتُ إِنِّي أُرِيدُ أَنْ أَسْأَلَكِ عَنْ التَّبَتُّلِ فَمَا تَرَيْنَ فِيهِ قَالَتْ فَلَا تَفْعَلْ أَمَا سَمِعْتَ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يَقُولُ {وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلًا مِنْ قَبْلِكَ وَجَعَلْنَا لَهُمْ أَزْوَاجًا وَذُرِّيَّةً} فَلَا تَتَبَتَّلْ (ن حم عن سعد بن هشام(

Sa’d b. Hişam, Hz. Âişe’nin yanına vardı ve ona şöyle dedi: ″Ben sana kadınlarla evlenmeksizin bekâr hayatı yaşamayı soracaktım, bu konuda senin görüşün nedir?″ Hz. Âişe şöyle dedi: ″Sakın ha böyle yapma! Allah’u Teâlâ ne buyuruyor duymadın mı? ″Yemin olsun ki, senden evvel de Peygamberler gönderdik ve onlar için zevceler ve zürriyetler verdik…″[1] dolayısıyla nefsin bekâr yaşama arzusuna uyma!″[2]

Evlenmenin önemine dair Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ رَغِبَ عَنْ سُنَّتِى فَلَيْسَ مِنِّى وَاِنَّ مِنْ سُنَّتِى النِّكَاحَ فَمَنْ أَحَبَّنِى فَلْيَسْتَنَّ بِسُنَّتِى (البيهقى عن انس(

″Her kim benim sünnetime rağbet etmezse, benden değildir. Nikah da benim sünnetimdir. Her kim beni seviyorsa sünnetimi yerine getirsin.″[3]

Bâzıları da Peygamberlerin; mûcizeleri kendiliğinden yaptıklarını düşünüyor ve ″O bir Peygamber olsaydı, kendisinden her ne zaman bir mûcize istenirse, onu hemen yapması gerekmez miydi?″ diyerek inkâr etme yoluna gitmişlerdir. Allah’u Teâlâ bunlara bu âyet ile cevap vermiş ve bir Peygamberin mûcize göstermesinin kendisinin iznine bağlı olduğunu beyan etmiştir.

Bu âyetlerde geçen kitap, Levh-i Mahfuz’dur. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ لَوْحًا مَحْفُوظًا مِنْ دُرَّةٍ بَيْضَاءَ صَفَحَاتُهَا مِنْ يَاقُوتَةٍ حَمْرَاءَ قَلَمُهُ نُورٌ لِلّٰهِ فِيهِ فِي كُلِّ يَوْمٍ سِتُّونَ وَثَلاثُمائَةِ لَحْظَةٍ يَخْلُقُ وَيَرْزُقُ وَيُمِيتُ وَيُحْيِي وَيُعِزُّ وَيُذِلُّ وَيَفْعَلُ مَا يَشَاءُ. (طب عن ابن عباس(

″Allah’u Teâlâ beyaz inciden bir Levh-i Mahfuz yarattı ki, onun sayfaları kırmızı yakuttan olup kalemi de nûrdur. Allah’u Teâlâ için her gün üç yüz altmış lâhza vardır (her gün üç yüz altmış defa nazar eder). Yaratır, rızık verir, öldürür, yaşatır, aziz kılar, zelil eder ve dilediğini yapar.″[4]

Bir kimsenin yaptığı duâ, verdiği sadaka gibi sâlih ameller sebebiyle Allah’u Teâlâ, Levh-i Mahfuz’da yazdığı takdiri dilerse değiştirir veya sâbit kılar.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen Hadis-i Şerif’lerden bâzıları şöyledir:

مَنْ سَرَّهُ أَنْ يُبْسَطَ لَهُ فِي رِزْقِهِ أَوْ يُنْسَأَ لَهُ فِي أَثَرِهِ فَلْيَصِلْ رَحِمَهُ (خ عن انس وعن ابى هريرة(

″Kim rızkının bol olmasını ve ömrünün uzamasını arzu ederse, sıla-i rahim yapsın.″[5]

إِنَّ الرَّجُلَ لَيُحْرَمُ الرِّزْقَ بِالذَّنْبِ يُصِيبُهُ وَلَا يَرُدُّ الْقَدَرَ إِلَّا الدُّعَاءُ وَلَا يَزِيدُ فِي الْعُمُرِ إِلَّا الْبِرُّ (حم عن ثوبان(

″Muhakkak kişi işlediği günahla rızıktan mahrum kalır. Kaderi, ancak duâ geri çevirir. Ömür de ancak iyilikle artar.″[6]

بِرُّ الْوَالِدَيْنِ يَزِيدُ فِي الْعُمُرِ وَالدُّعَاءُ يَرُدُّ الْقَضَاءَ وَالْكَذِبُ يَنْقُصُ الرِّزْقَ (عد والديلمي عن أبي هريرة)

″Anne ve babaya yapılan iyilik ömrü uzatır. Duâ kazâyı önler. Yalan da rızkı eksiltir.″[7]

Bu hususta İbn-i Ömer Radiyallâhu anhumâ da şöyle buyurmuştur:

مَنِ اتَّقَى رَبَّهُ وَوَصَلَ رَحِمَهُ نُسِئَ لَهُ فِي عُمُرِهِ وَثَرِيَ مَالُهُ وَأَحَبَّهُ أَهْلُهُ (هب عن ابن عمر)

″Takvâ sahibi olanın, sıla-i rahim yapanın ömrü uzatılır ve malı çoğaltılır, ehli de onu sever.″[8]

Yine kötü ameller sebebiyle Levh-i Mahfuz’daki yazının değişeceğine dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

مَا ظَهَرَ الْغُلُولُ فِي قَوْمٍ قَطُّ إِلَّا أُلْقِيَ فِي قُلُوبِهِمْ الرُّعْبُ وَلَا فَشَا الزِّنَا فِي قَوْمٍ قَطُّ إِلَّا كَثُرَ فِيهِمْ الْمَوْتُ وَلَا نَقَصَ قَوْمٌ الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ إِلَّا قُطِعَ عَنْهُمْ الرِّزْقُ وَلَا حَكَمَ قَوْمٌ بِغَيْرِ الْحَقِّ إِلَّا فَشَا فِيهِمْ الدَّمُ وَلَا خَتَرَ قَوْمٌ بِالْعَهْدِ إِلَّا سَلَّطَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ الْعَدُوَّ (موطأ عن ابن عباس(

″Bir kavimde devlet malından hırsızlık zuhur ederse, Allah’u Teâlâ o kavmin kalplerine korku koyar. Bir kavim içinde zinâ yayılırsa, orada ölümler artar. Bir kavim ölçü ve tartıyı noksan ederse, Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin mahkemelerinde haksız yere hüküm verilirse, o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır. Bir kavim ahdinden dönerse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder.″[9]

Kader konusunda geniş bilgi için Sûre-i Enfâl, Âyet 51’in izahına bakınız.


[1] Sûre-i Ra’d, Âyet 38.

[2] Sünen-i Nesâî, Nikah 4.

[3] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûm’id-Din, c. 2, Hadis No: 75; Sahih-i Buhârî, Nikah 1.

[4] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 12348.

[5] Sahih-i Buhârî, Buyû 13, Edeb 12.

[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 21352; Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 10.

[7] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 45520; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 244/3.

[8] Buhârî, Edeb’ül-Müfred, Hadis No: 58; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 7738.

[9] İmam Mâlik, Muvatta, Cihat 13.


İSRÂ SÛRESİ

﴿ وَاِنْ مِنْ قَرْيَةٍ اِلَّا نَحْنُ مُهْلِكُوهَا قَبْلَ يَوْمِ الْقِيٰمَةِ اَوْ مُعَذِّبُوهَا عَذَابًا شَد۪يدًاۜ كَانَ ذٰلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا ﴿٥٨﴾

58. Hiçbir belde yoktur ki, kıyâmet gününden önce Biz onu helâk etmeyelim yahut şiddetli bir azap ile azaplandırmayalım. Bu, kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır.

İzah: Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ’nın, herhangi bir belde halkına azap etmesi, onların hak etmiş oldukları bir cezâdan dolayıdır. Zîrâ Allah’u Teâlâ, hiç kimseye haksızlık etmez. Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِذَا ظَهَرَ الزِّنَا وَالرِّبَا فِي قَرْيَةٍ فَقَدْ أَحَلُّوا بِأَنْفُسِهِمْ عَذَابَ اللّٰهِ (ك طب عن ابن عباس(

″Bir şehirde zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, şüphesiz onlar Allah’ın azâbını hak etmiş olurlar.″[1]


[1] Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 2221; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 463; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 375/12.


HACC SÛRESİ

﴿ اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِۜ اِنَّ ذٰلِكَ ف۪ي كِتَابٍۜ اِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يرٌ ﴿٧٠﴾

70. Ey Resûlüm! Bilmez misin ki, şüphesiz Allah’u Teâlâ, gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir. Muhakkak ki bunların hepsi bir kitaptadır (Levh-i Mahfuz’dadır). Şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır.

İzah: Âyette geçen Levhi Mahfuz hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ لَوْحًا مَحْفُوظًا مِنْ دُرَّةٍ بَيْضَاءَ صَفَحَاتُهَا مِنْ يَاقُوتَةٍ حَمْرَاءَ قَلَمُهُ نُورٌ لِلّٰهِ فِيهِ فِي كُلِّ يَوْمٍ سِتُّونَ وَثَلاثُمائَةِ لَحْظَةٍ يَخْلُقُ وَيَرْزُقُ وَيُمِيتُ وَيُحْيِي وَيُعِزُّ وَيُذِلُّ وَيَفْعَلُ مَا يَشَاءُ. (طب عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ beyaz inciden bir Levh-i Mahfuz yarattı ki, onun sayfaları kırmızı yakuttan olup kalemi de nûrdur. Allah’u Teâlâ için her gün üç yüz altmış lâhza vardır (her gün üç yüz altmış defa nazar eder). Yaratır, rızık verir, öldürür, yaşatır, aziz kılar, zelil eder ve dilediğini yapar.″[1]

Allah’u Teâlâ, Levh-i Mahfuz hakkında Sûre-i Ra’d, Âyet 39’da da şöyle buyurmaktadır:

Allah’u Teâlâ, dilediği hükmü siler ve dilediğini sâbit bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.″


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 12348.


NEML SÛRESİ

﴿ وَمَا مِنْ غَٓائِبَةٍ فِي السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ ﴿٧٥﴾ اِنَّ هٰذَا الْقُرْاٰنَ يَقُصُّ عَلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓا ئ۪لَ اَكْثَرَ الَّذ۪ي هُمْ ف۪يهِ يَخْتَلِفُونَ ﴿٧٦﴾ وَاِنَّهُ لَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٧٧﴾ اِنَّ رَبَّكَ يَقْض۪ي بَيْنَهُمْ بِحُكْمِه۪ۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْعَل۪يمُۚ ﴿٧٨﴾ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ اِنَّكَ عَلَى الْحَقِّ الْمُب۪ينِ ﴿٧٩﴾

75-79. Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın!* Şüphesiz bu Kur’ân, ihtilaf ettikleri çok meseleleri İsrailoğullarına beyan eder.* Muhakkak Kur’ân, Mü’minler için bir hidâyet ve rahmettir.* Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, (mahşer günü) onların arasında hükmünü verecektir. O, her şeye gâliptir ve her şeyi bilendir.* Ey Habîbim! O halde Allah’a tevekkül et. Şüphesiz sen, apaçık bir hak üzeresin.

İzah: Âyet-i Kerîme’de: ″Ey Resûlüm! Şüphesiz senin Rabbin, (mahşer günü) onların arasında hükmünü verecektir...″ diye geçen ifadeden maksat, Allah’u Teâlâ, mahşer gününde İsrailoğullarının ve diğer ihtilafa düşen insanların arasında adâletli olarak hükmünü verecektir, demektir.


SEBE SÛRESİ

﴿ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَا تَأْت۪ينَا السَّاعَةُۜ قُلْ بَلٰى وَرَبّ۪ي لَتَأْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِۚ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرُ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍۙ ﴿٣﴾

3. Kâfirler: ″Kıyâmet bize gelmeyecektir″ dediler. Ey Resûlüm! De ki: Bilakis, gaybı bilen Rabbim hakkı için, kıyâmet mutlaka gelecektir. Göklerde ve yerde zerre kadar bir şey da­hi O’ndan gizli değildir. Zerreden küçük veya büyük bir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın.


FÂTIR SÛRESİ

﴿ وَاللّٰهُ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ نُطْفَةٍ ثُمَّ جَعَلَكُمْ اَزْوَاجًاۜ وَمَا تَحْمِلُ مِنْ اُنْثٰى وَلَا تَضَعُ اِلَّا بِعِلْمِه۪ۜ وَمَا يُعَمَّرُ مِنْ مُعَمَّرٍ وَلَا يُنْقَصُ مِنْ عُمُرِه۪ٓ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍۜ اِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يرٌ ﴿١١﴾

11. Allah’u Teâlâ sizi topraktan, sonra nutfe’den (sperm’den) yarattı. Sonra sizi erkek ve dişi yaptı. Allah’ın ilmi olmadıkça hiçbir dişi hâmile olmaz ve doğurmaz. Bir kimsenin ömrünün uzatılması da, kısaltılması da mutlaka bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır. Şüphesiz ki bu, Allah’a göre çok kolaydır.

İzah: Bir kimsenin yaptığı duâ, verdiği sadaka gibi sâlih ameller sebebiyle Allah’u Teâlâ, Levh-i Mahfuz’da yazdığı takdiri dilerse değiştirir veya sâbit kılar.

Bu hususta Cenâb-ı Hakk Teâlâ Sûre-i Ra’d, Âyet 39’da şöyle buyurmaktadır:

Allah’u Teâlâ, dilediği hükmü siler ve dilediğini sâbit bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.″

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ صَدَقَةَ الْمُسْلِمِ تَزِيدُ فِي الْعُمُرِ، وَتَمْنَعُ مِيتَةَ السُّوءِ، وَيُذْهِبُ اللّٰهُ بِهَا الْكِبْرَ وَالْفَخْرَ (طب عن كثير بن عبد اللّٰه المزنيّ)

″Müslüman bir kimsenin verdiği sadaka, ömrünü artırır ve kötü sondan muhafaza eder ve Allah’u Teâlâ ondan kibir ve gururu giderir.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

مَنْ سَرَّهُ أَنْ يُبْسَطَ لَهُ فِي رِزْقِهِ أَوْ يُنْسَأَ لَهُ فِي أَثَرِهِ فَلْيَصِلْ رَحِمَهُ (خ عن انس وعن ابى هريرة)

″Kim rızkının bol olmasını ve ömrünün uzamasını arzu ederse, sıla-i rahim yapsın.″[2]

Yine kötü ameller sebebiyle Levh-i Mahfuz’daki yazının değişebile-ceğine dair İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te, şöyle buyrulmuştur:

مَا ظَهَرَ الْغُلُولُ فِي قَوْمٍ قَطُّ إِلَّا أُلْقِيَ فِي قُلُوبِهِمْ الرُّعْبُ وَلَا فَشَا الزِّنَا فِي قَوْمٍ قَطُّ إِلَّا كَثُرَ فِيهِمْ الْمَوْتُ وَلَا نَقَصَ قَوْمٌ الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ إِلَّا قُطِعَ عَنْهُمْ الرِّزْقُ وَلَا حَكَمَ قَوْمٌ بِغَيْرِ الْحَقِّ إِلَّا فَشَا فِيهِمْ الدَّمُ وَلَا خَتَرَ قَوْمٌ بِالْعَهْدِ إِلَّا سَلَّطَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ الْعَدُوَّ (موطأ عن ابن عباس)

″Bir kavimde devlet malından hırsızlık zuhur ederse, Allah’u Teâlâ o kavmin kalplerine korku koyar. Bir kavim içinde zinâ yayılırsa, orada ölümler artar. Bir kavim ölçü ve tartıyı noksan ederse, Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin mahkemelerinde haksız yere hüküm verilirse, o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır. Bir kavim ahdinden dönerse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder.″[3]

Kader konusunda geniş bilgi için Sûre-i Enfal, Âyet 51 ve izahına bakınız.


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 13508; Kenz’ül-İrfan, Hadis No: 355.

[2] Sahih-i Buhârî, Buyû 13, Edeb 12.

[3] İmam Mâlik, Muvatta, Cihat 13.


YÂSîN SÛRESİ

﴿ اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓي اِمَامٍ مُب۪ينٍ۟ ﴿١٢﴾

12. Şüphesiz ki Biz, ölüleri diriltiriz ve onların hayatta iken işledikleri ameller ile geride bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) kaydettik.

İzah: Bir insanın, iyi veya kötü işlediklerinin hepsi amel defterlerine yazılır, ölünce de o amel defteri kapanır. Ancak Müslümanlara ve İslâm’a faydası olabilecek cami, köprü, su gibi sadaka-i câriye, dîni kitap ve sâlih evlat gibi iyi eserler bırakmışsa, kendi öldükten sonra da bunların amel defterine sevap olarak yazılmaya devam edeceği Hadis-i Şerif’lerde beyan edilmiştir. Aynı şekilde İslâm’a zarar verecek eserler bırakmış ise, bunun da amel defterine günah olarak yazılmaya devam edeceği anlatılmaktadır.

Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَنْ أَحْيَا سُنَّةً مِنْ سُنَّتِي فَعَمِلَ بِهَا النَّاسُ كَانَ لَهُ مِثْلُ أَجْرِ مَنْ عَمِلَ بِهَا لَا يَنْقُصُ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْئًا وَمَنْ ابْتَدَعَ بِدْعَةً فَعُمِلَ بِهَا كَانَ عَلَيْهِ أَوْزَارُ مَنْ عَمِلَ بِهَا لَا يَنْقُصُ مِنْ أَوْزَارِ مَنْ عَمِلَ بِهَا شَيْئًا (ه عن عمرو بن عوف المزنى)

″Kim benim bir sünnetimi ihyâ ederek insanların da onunla amel etmelerine vesîle olursa, o insanların kazanacağı sevaplardan hiçbir şey eksiltilmeden, onların sevabından bir katını almış olacaktır. Kim de bir bid’at icat ederek onunla amel edilmesine vesîle olursa, o bid’at ile amel edenlerin yüklenecekleri günahlarından hiçbir şey eksiltilmeden, bir mislini yüklenmiş olacaktır.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem bir diğer Hadis-i Şerif’inde de şöyle buyurmuştur:

إِذَا مَاتَ الْإِنْسَانُ انْقَطَعَ عَمَلُهُ إِلَّا مِنْ ثَلَاثَةٍ مِنْ صَدَقَةٍ جَارِيَةٍ وَعِلْمٍ يُنْتَفَعُ بِهِ وَوَلَدٍ صَالِحٍ يَدْعُو لَهُ (م د ت ن عن ابى هريرة)

″İnsan öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak üç şeyden kesilmez: Sadaka-i câriye, yararlı ilim ve kendisine duâ eden sâlih bir evlat.″[2]

Sadaka-i câriye’de olduğu gibi, nasıl ki bir kişi öldükten sonra amel defteri kapanmayıp iyi amelleri yazılıyorsa, kötü bir amel icad eden kişi de, o kötü fiil işlendiği sürece, bu kişi ölse dahi işlenen günahların aynısı onun amel defterine yazılmaya devam eder.

Yine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تُقْتَلُ نَفْسٌ ظُلْمًا إِلَّا كَانَ عَلَى ابْنِ آدَمَ الْأَوَّلِ كِفْلٌ مِنْ دَمِهَا لِأَنَّهُ أَوَّلُ مَنْ سَنَّ الْقَتْلَ (خ م عن عبد اللّٰه)

″Zulm ile öldürülen hiçbir nefis yoktur ki, onun kanının günahından Hz. Âdem’in ilk oğlu Kâbil hesabına bir pay ayrılmasın. Çünkü bu cinâyeti âdet edenlerin önderi odur; Kardeşi Hâbil’i öldürmüştür.″[3]


[1] Sünen-i İbn-i Mâce, Muhkaddime 15.

[2] Sahih-i Müslim, Vasiyye 3 (14 Sünen-i Ebû Dâvud, Vasâya 14; Sünen-i Tirmizî, Ahkâm 36; Sünen-i Nesâî, Vasâya 8.

[3] Sahih-i Buhârî, Ehâdîs’ül-Enbiyâ 1; Sahih-i Müslim, Kasâme 7 (27).


ZUHRUF SÛRESİ

﴿ حٰمٓ ﴿١﴾ وَالْكِتَابِ الْمُب۪ينِۙ ﴿٢﴾ اِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْءٰنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَۚ ﴿٣﴾ وَاِنَّهُ ف۪ٓي اُمِّ الْكِتَابِ لَدَيْنَا لَعَلِيٌّ حَك۪يمٌۜ ﴿٤﴾

1-4. Hâ, Mîm.* Apaçık bildiren kitaba yemin olsun ki* Biz onu, anlamanız için Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.* Şüphesiz ki o, katımızda olan ana kitapta (Levh-i Mahfuz’da) kayıtlıdır, elbette şânı yücedir ve hikmetlerle doludur.


VAKIA SÛRESİ

﴿ فَلَٓا اُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِۙ ﴿٧٥﴾ وَاِنَّهُ لَقَسَمٌ لَوْ تَعْلَمُونَ عَظ۪يمٌۙ ﴿٧٦﴾ اِنَّهُ لَقُرْاٰنٌ كَر۪يمٌۙ ﴿٧٧﴾ ف۪ي كِتَابٍ مَكْنُونٍۙ ﴿٧٨﴾ لَا يَمَسُّهُٓ اِلَّا الْمُطَهَّرُونَۜ ﴿٧٩﴾ تَنْز۪يلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٨٠﴾ اَفَبِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَنْتُمْ مُدْهِنُونَۙ ﴿٨١﴾ وَتَجْعَلُونَ رِزْقَكُمْ اَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ ﴿٨٢﴾

75-82. Yıldızların mevkiilerine yemin ederim ki,* eğer bilirseniz, elbette bu, büyük bir yemindir.* Size okunan bu kitap, elbette kerîm (şerefli) bir Kur’ân’dır.* O, Levh-i Mahfuz’da korunmuştur.* Ona, temiz olanlardan başkası dokunamaz.* O, âlemlerin Rabbi tarafından nâzil olmuştur.* Şimdi siz, bu kelâma mı ehemmiyet vermiyorsunuz?* Allah’ın verdiği rızka şükredeceğiniz yerde onu vereni mi yalanlıyor-sunuz?

İzah: Bu âyetler hakkında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem döneminde bir ge­ce insanlara yağmur yağdırıldı. Sabah olduğunda Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle bu­yurdu:

أَصْبَحَ مِنَ النَّاسِ شَاكِرٌ وَمِنْهُمْ كَافِرٌ قَالُوا هَذِهِ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَقَالَ بَعْضُهُمْ لَقَدْ صَدَقَ نَوْءُ كَذَا وَكَذَا قَالَ فَنَزَلَتْ هَذِهِ الْآيَةُ {فَلَا أُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِ حَتَّى بَلَغَ وَتَجْعَلُونَ رِزْقَكُمْ أَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ} (م عن ابن عباس)

″Bu hususta insanlar iki grup olarak sabahı ettiler. Kimisi şükreden Mü’mindir. Kimisi de nankörlük eden kâfirdir. Şükreden kendisine yağmur yağdırılıp su ihtiyacı karşılandığından dolayı Allah’a hamd eder. Kâfir olan nankör de şu şu yıldızın doğuşu dolayısıyla bize yağmur yağdırıldı″ der. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: İşte bunun üzerine Sûre-i Vâkıa, Âyet 75-82 nâzil oldu.[1]

Hz. Ali’den nakledilen Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ {وَتَجْعَلُونَ رِزْقَكُمْ أَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ} قَالَ شُكْرُكُمْ تَقُولُونَ مُطِرْنَا بِنَوْءِ كَذَا وَكَذَا وَبِنَجْمِ كَذَا وَكَذَا (ت عن على)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: ″Allah’ın verdiği rızka şükredeceğiniz yerde onu vereni mi yalanlıyorsunuz?″ diye geçen Sûre-i Vâkıa, Âyet 82 hakkında şöyle buyurdu: ″Allah’u Teâlâ’ya şükretmeniz gerekirken, falan ve filan yıldız sayesinde bize yağmur yağdı. Falan ve filan yıldızın düşmesiyle falan oldu gibi şeyler söylüyorsunuz″ demektir.[2]

Yine Âyet-i Kerîm’de: ″Ona, temiz olanlardan başkası dokunamaz″ diye buyrulmaktadır. Yani Kur’ân-ı Kerîme, ancak cünüplükten, abdestsizlik gibi mânevi pisliklerden temizlenmiş olanlar el sürebilir, demektir. Bu sebeple Abdestsiz, cünüp, hayızlı ve nifas halinde olanların Kur’ân-ı Kerîm’e dokunmaları câiz değildir.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Amr b. Hazm’e yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur:

لَا يَمَسَّ الْقُرْأنَ اِلَّا طَاهِرٌ (موطأ عن عمرو بن حزم)

″Kur’ân’a, temiz olanlardan başkası dokunmasın.″[3]


[1] Sahih-i Müslim, Îman 32 (127).

[2] Sünen-i Tirmizî, Tefsir’ul-Kur’ân 56.

[3] İmam Mâlik, Muvatta, Kitab’ul-Kur’ân 1. Yine bakınız: Sünen-i Tirmizî, Taharet 98.


HADÎD SÛRESİ

﴿ مَٓا اَصَابَ مِنْ مُص۪يبَةٍ فِي الْاَرْضِ وَلَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَبْرَاَهَاۜ اِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يرٌۚ ﴿٢٢﴾ لِكَيْلَا تَأْسَوْا عَلٰى مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَٓا اٰتٰيكُمْۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍۙ ﴿٢٣﴾ اَلَّذ۪ينَ يَبْخَلُونَ وَيَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِۜ وَمَنْ يَتَوَلَّ فَاِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَم۪يدُ ﴿٢٤﴾

22-24. Size yerde ve nefislerinizde bir musîbet isâbet etmez ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır.* Bu da (dünyâ nîmetlerinden) elinizden çıkana üzülmemeniz ve size verdiği ile de sevinip mağrur olmamanız içindir. Allah’u Teâlâ, kibirlenen ve övünenlerin hiçbirini sevmez.* Onlar, cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği emrederler. Her kim (Allah’ın emrinden) yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah’u Teâlâ, hiçbir şeye muhtaç değil­dir, hamde lâyık olandır.

İzah: Levh-i Mahfuz hakkında Allah’u Teâlâ Sûre-i Ra’d, Âyet 39’da da şöyle buyurmuştur:

Allah’u Teâlâ, dilediği hükmü siler ve dilediğini sâbit bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun katındadır.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ لَوْحًا مَحْفُوظًا مِنْ دُرَّةٍ بَيْضَاءَ صَفَحَاتُهَا مِنْ يَاقُوتَةٍ حَمْرَاءَ قَلَمُهُ نُورٌ لِلّٰهِ فِيهِ فِي كُلِّ يَوْمٍ سِتُّونَ وَثَلاثُمائَةِ لَحْظَةٍ يَخْلُقُ وَيَرْزُقُ وَيُمِيتُ وَيُحْيِي وَيُعِزُّ وَيُذِلُّ وَيَفْعَلُ مَا يَشَاءُ. (طب عن ابن عباس)

″Allah’u Teâlâ beyaz inciden bir Levh-i Mahfuz yarattı ki, onun sayfaları kırmızı yakuttan olup kalemi de nurdur. Allah’u Teâlâ için her gün üç yüz altmış lâhza vardır (her gün üç yüz altmış defa nazar eder). Yaratır, rızık verir, öldürür, yaşatır, aziz kılar, zelil eder ve dilediğini yapar.″[1]

İnsanın başına gelecek olan her türlü hâdisenin Levh-i Mahfuz’da kayıtlı olduğu ve bunların da değişebileceğine dair daha geniş bilgi için Sûre-i Ra’d, Âyet 39 ve izahına bakınız.

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ: ″Bu da, dünyâ nîmetlerinden elinizden çıkana üzülmemeniz ve size verdiği ile de sevinip mağrur olmamanız içindir…″ diye geçen âyet hakkında da şöyle buyurmuştur:

- Hayatında üzülmeyen ve sevinmeyen hiçbir kimse yoktur. Ancak Müslümana belâ geldiğinde ona sabreder, nîmetler veril­diğinde de ona şükrederse, bu âyetin emrine uymuş olur.

Bu Âyet-i Kerîme, kaderin insanlar için büyük bir teselli kaynağı ve aynı zamanda şımarmasına da engel olduğunu beyan etmektedir. Zîrâ bir Müslüman, başına gelen felâketleri kendi nefsine yükleyip, Allah’ın takdiri ile olduğuna inanarak sabreder, Allah’ın lütfundan vermiş olduğu nîmetler karşısında da şımarmaz ve başkalarına karşı böbürlenmez.

Allah’u Teâlâ Sûre-i Nisâ, Âyet 79’da şöyle buyurmuştur:

Sana ne iyilik gelirse Allah’u Teâlâ’dandır. Sana ne kötülük gelirse kendi nefsindendir...″

Yine Âyet-i Kerîme’de geçen kibir ve övünme, Allah’ın sevmediği kötü ahlâklardandır. Bu kötü ahlâklar yedidir.

Birincisi: Kibirdir. Başkalarını küçük görüp kendini büyük bilmektir.

İkincisi: Ucuptur. Ameline, ilmine güvenerek mağrurlanmak; gaflete düşüp kendi noksanlarını unutarak, halkın noksanını aramak; meclislerde kendini överek, başkalarına kıymet vermeyip gururlanmaktır.

Üçüncüsü: Riyâdır. Kişinin yaptığı ibâdetini halkın görmesinden zevk almasıdır. Bu kimse yaptığı ibâdeti halka göstermeyi sever. Halka dâimâ kendinin iyi tarafını göstermeye çalışır.

Dördüncüsü: Bahildir, cimriliktir. Kimseye yedirmez, içirmez, infakta bulunmaz.

Beşincisi: Hasettir. Kişinin kendi gibi olan arkadaşını kıskanmasıdır. Nitekim şeytan da kibirlenerek Âdem (Aleyhisselam)’ı haset ettiğinden lânet tokunu[2] giymiştir.

Altıncısı: Gazaptır, öfkelenmektir. Böylece kişi Allah’ı unutup, nefsin hevâsına ve şeytana tâbi olur. Kişi aczini bilse gazaplanmaz. Gazap, Allah’ı unutmaktan ileri gelir. Ancak gazap bir tek din için olursa, zarar vermez.

Yedincisi: Hubbu Dünyâdır. Dünyâyı sevmek, dünyâ malına aldanıp Allah’ı unutmaktır. Yani dünyâ hırsı ile âhireti terk etmektir.

Yine Âyet-i Kerîme’de: Onlar, cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği emrederler″ diye geçen ifade; Allah’ın sevmediği bu kibirli ve övünen insanlar, Allah’u Teâlâ’nın kendilerine ihsan ettiği mallarda cimrilik ederler. Allah’ın farz kıldığı mâlî yükümlülüklerini yerine getirmezler. Hem zekât vermezler, hem de ihtiyaç sahiplerine infakta bulunmazlar. Bu kimseler ayrıca başkalarına da bu şekilde cimri olmaları­nı emrederler, anlâmındadır. Bir kimsenin cimrilikten kurtulabilmesi için zekâtını tam olarak vermesi gerekir. Cömertliğin en azı budur. Bir kimse zekât verse dahi, eğer malının kötüsünden veya eksik veriyorsa, o kimse cimri sayılır.

Cömertlik hakkında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَلسَّخَاءُ شَجَرَةٌ مِنْ أَشْجَارِ الْجَنَّةِ أَغْصَانُهَا مُتَدَلِّيَاتٌ فِي الدُّنْيَا فَمَنْ اَخَذَ بِغُصْنٍ مِنْهَا قَادَهُ ذَلِكَ الْغُصْنُ إِلَى الْجَنَّةِ وَالْبُخْلُ شَجَرَةٌ مِنْ أَشْجَارِ النَّارِ أَغْصَانُهَا مُتَدَلِّيَاتٌ فِي الدُّنْيَا فَمَنْ اَخَذَ بِغُصْنٍ مِنْ أَغْصَانِهَا قَادَهُ ذَلِكَ الْغُصْنُ إِلَى النَّارِ (قط فى الافراد هب خط عد حل هب كر عن على وانس وابى هريرة وجابر)

″Cömertlik, öyle bir ağaçtır ki, kökü Cennettedir. Dalları dünyâya sarkmıştır. Kim ki o ağacın bir dalına tutunursa, bu dal onu Cennete götürür. Cimrilik de öyle bir ağaçtır ki, kökü Cehennemdedir. Onun da dalları dünyâya sarkmıştır. Kim ki onun dallarından birine tutunursa, bu dal da onu Cehenneme götürür.″[3]


[1] Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 12348.

[2] Burada geçen ″Tok″ ifadesi, boğaza takılan metalden veya ahşaptan bir cisimdir ki, düşmanlarını aşağılamak için mahkûmlara veya esirlere takılır. İşte lânet toku diye söylenmesi de, Allah’ın lânetinin onun boynuna geçirilmesi, demektir.

[3] Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 10449; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 213/3.


﴿ هَلْ اَتٰيكَ حَد۪يثُ الْجُنُودِۙ ﴿١٧﴾ فِرْعَوْنَ وَثَمُودَۜ ﴿١٨﴾ بَلِ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ف۪ي تَكْذ۪يبٍۙ ﴿١٩﴾ وَاللّٰهُ مِنْ وَرَٓائِهِمْ مُح۪يطٌۚ ﴿٢٠﴾ بَلْ هُوَ قُرْاٰنٌ مَج۪يدٌۙ ﴿٢١﴾ ف۪ي لَوْحٍ مَحْفُوظٍ ﴿٢٢﴾

17-22. Ey Resûlüm! Sana o orduların kıssası geldi mi;* Firavun ve Semud’un?* Fakat kâfir olanlar, hâlâ yalanlamaktadırlar.* Halbuki Allah’u Teâlâ, onları arkalarından kuşatmıştır.* Hayır, o (yalanladıkları kitap), şânı yüce olan bir Kur’ân’dır;* Levh-i Mahfuz’dadır..